4 - NİSA SÛRESİ

 

Medine'de nazil olmuştur, 176 Âyettir

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adiyle[1]

 

1 (Ey. İnsanlar! Rabbiniz celle şânüh'den korkun, (şirk ve ma'siyetten) sakının. O, sizi tek bir nefisten (Âdem Aleyhisselâm) halk etti. Ve ondan da zevcesini (Havva'yı) yarattı. Ve ikisinden (Âdem ve Havva'dan) birçok erkekler ve kadınlar üretti. Allah Teâlâ'dan korkun ki, birbirinizden bir şey isterseniz onu vesile edi­nip istersiniz.)

Allah için,  Allah'ı seversen gibi O'nun adını ileri  sürersiniz. Ve hısımlık bağlarını kırmaktan sakının.

Hısımlarınıza saygı ve sevgi gösterin. Ebeveyn ve akrabanızı ziyaret ve iyilik edin, gözetin.

Erhâm, rahm'in cem'idir. Rahim ise, üreme uzvudur ki. ak­rabalık bağlantısının kaynağıdır. Ve rahim kelimesiyle rahmet ve merhamet aynı köktendir. Bu i'tibârla akrabaya karşı sevgi ve hürmet göstermeye, onları gözetip iyilik etmeye «süarahm de­nir. Kitab-ı Mübîn, rahim hakkına hürmet göstermeyi, ve kat'ı rahimden,  yâni  rahim haklarını  kesmekten  çekinmeyi  emreder.

Bir Hadîs-i Şerîfde:

«Kararlı işlerden, sılarahm gibi sevabı pek süratli ve kötü işlerden katırahm gibi ikaabı pek seri bir amel yoktur.» buyurulmuştur.

Şübhesiz Allah-ü Azîmüşşân üzerinizde  gözeticidir. [2]

 

(Yetimlere   (baliğ  oldukları vakit)   mallarını verin.)

Yetim,  babası  olmayan  küçüktür.  Bulûğdan  sonra  yetimlik kalmaz.

Rivayet edilir ki: Benî Gatafan'dan bir adamın yanında, yetîm bir kardeş çocuğunun çokça bir malı vardı. Çocuk baliğ olunca malını istedi. Fakat amcası vermedi. İkisi Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) Efendimize müracaat ettiler. Bunun üzerine bu Âyet-i Kerime na­zil oldu.

Adam:

«Biz Allah Teâlâ'ya ve.Resûl'üne itaat eder, büyük günâhlar­dan Allah'a sığınırız.» dedi.

Ve malını çocuğa teslim etti.

Resûl-ü Ekrem:

«Rabbine itaat eden, Cennet'e girer.» buyurdu.

Fakat çocuk, malını alınca, o anda hepsini fiy sebiylillâh da­ğıttı.

Resûlüllah:

Ecir sabit oldu, fakat günâh baki' kaldı, buyurdu.

Yâ Resûlüllah! Ecrin sabit olduğunu anladık. Günâh, nasıl baki kaldı? Fiy sebiylillâh infâk ediyor, dediler.

Efendimiz   (S.A.V.): Çocuğun ecri sabit, fakat babasının günâhı baki! buyurdu.

Nüzul sebebinin hususiyeti, hükmün umumiyetine mâni' de­ğildir. Ve birkaç Âyet sonra yetim malının ne zaman verileceği bildirilecektir. Binâenaleyh burada «Veriniz» demek, «Onlara göz dikmeyiniz, sırası gelince hiç müşkilât çıkarmadan tamamen ve­riniz ve vermek için iyi muhafaza ediniz.» demek olur. Temizi,   murdara   (helâli,  harama)   değişmeyin.  Kendinizin kötü malını, yetimin iyi maliyle değiştirmeye kalk­mayın. Yetimin malını olduğu gibi muhafaza edin. Kendi malını­za güzel güzel bakıp da yetimin malını kötü bir hâlde bırakmayın. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Zîrâ o, büyük bir günâhtır.  (Ondan sakının.) [3]

 

3 (Eğer yetîm kızlarla evlendiğiniz takdirde, haklarını göze-temiyeceğinizden  korkarsanız, onların gayri kadınlardan size he­lâl olanları ikişer, üçer, dörder nikahlayın.) Şayet (mütemadiyen kadınlar arasında da) adalet edeme­mekten korkarsanız, biriyle veya memlûkünüz olan câriye ile ik­tifa edin. (Bu tek zevce, yâhûd câriye) adaletten meyletmemenize daha yakındır. [4]

 

4 (Nikahladığınız kadınların mehrlerini seve seve, Allah Te-âlâ'nınbir atiyyesi olarak verin. Şayet mehrlerinden birazını size gönül hoşluğu  ile bağışlarlarsa  onu  da  safâyı hatırla yeyin.) [5]

 

5 (Allah Teâlâ'nm,  sizi basma  diktiği tasarrufunuzda olan yetîm mallarını  (velayetiniz altındaki)  sefihlere vermeyin. Onları mallariyle  rızıklandmn, mallarına  göre  giydirin,  tatlı ve  güzel sözlerle gönüllerini okşayın. ) [6]

 

6 (Yetimleri nikâh çağma gelinceye (baliğ oluncaya kadar) tecrübe edin. Eğer (bulûğdan sonra) bir akıl ve rüşd görürseniz, mallarını kendilerine verin. İsraf ederek, yâhûd büyür (baliğ olur da)  onu benden alır düşüncesiyle mallarını yemeyin.)

Bu Âyet-i Kerîme, yetimlerde bir rüşd, olgunluk görülmezse malları kendilerine teslim edilmiyeceğine delildir. İmâm A'zam'a göre; bûlûga erdikten yedi sene geçinceye kadar yetimde rüşd gö­rülmezse, malı kendisine verilir. Zîrâ hâllerin değişmesinde yedi senelik müddet mu'teberdir. Yedi yaşma giren çocuğa namaz em­redilir.

Bulûğ dört şeyden biri ile bilinir. Bunların ikisinde, erkek ka­dın müşterekdir. İkisi, kadınlara mahsûsdur. Müşterek olanlar yaşla, ihtilâmdır. Erkek veya kız 15 yaşına vardı mı bulûğa erdi­ğine hükraolunur. Ekseri ulemânın kavli budur. İhtilâmdan murâd menî gelmesidir. Bunun uyku hâlinde veya cinsî münâsebette bu­lunmakla inmesi fark etmez. Kadınlara mahsûs bulûğ alâmetleri hayzla, gebeliktir.

(Velisi) ganî ise yetimin malına dokunmasın, kaçınsın. Fa­kir ise, emeğinin karşılığı ve ihtiyâcı kadar yesin. Yetimlere mal­larını verdiğiniz zaman (sonradan aranızda bir niza çıkmaması için)  şâhid tutun. Allah Teâlâ, size kâfi' ve muhâsibdir.

O'nun emrine muhalefetten ye hududunu tecâvüzden sakının. [7]

 

7 (Ana, baba ve akrabanın terekesinden erkek için de, ka­tın için de bir nasîb vardır. Bırakılan mal, az veya çok olsun, farz e takdir olunduğu veçhile, vârislerine taksim olunur. )

Rivayet edilir ki: Câhiliyyet devrinde Araplar: «Mızraklariyle [arpışmayan ve yurdunu müdâfaa etmiyen vâris olamaz.» derler re bu i'tibârla kadınları ve çocukları mirasçı olarak tanımazlardı. | Ensârdan Evs ibn-i Sabit (R.A.) vefat etmiş ve zevcesi Ümm-ü  ile üç kızı kalmıştı. Vârisleri olan amcazadeleri Süveyd ve krfece, bu câhiliyyet âdeti üzere, Evs'in mirasını aralarında tak-tam etmişler, karısına ve kızlarına hiçbir şey vermemişlerdi. Ümm-ü Kâhie, Resûlüllah'a şikâyet etti. Resûl-ü Ekrem (S.A.): «Şimdi evine git, sabret, Hak Teâlâ, bakalım ne emreder?» buyurdu.

Âyetti Kerîme bu hâdise üzerine nazil oldu. Âyet, mirasın er­keklere mahsûs olmadığını, ana, babanın ve yakınlıklarına göre bütün .akrabanın terekeden bir hakkı olduğunu bildiriyor, fakat öıikdârı hakkında bir kaydı ihtiva etmiyordu.

Bunun- üzerine Resûl-ü Ekrem, Süveyd'e ve Arfece'ye haber gönderdi. «Evs'in malından hiçbir şeye dokunmayın.» buyurdu. Müteakiben: «Allah, size çocuklarınız hakkında şöyle emreder.» (Nisa Sûresi, Âyet 11) Âyet-i Celîlesi nazil oldu. Resûlüllah, zevce­nin sekizde bir hissesini vermelerini ve kızların hisselerini tutma­larını emretti. Sonra da kızların nasiblerini de vermeleri için ha­ber gönderdi. Onlar da verdiler.

Bu hâdise, miras hükümlerinin ilk nüzul sebebi olmuştur. [8]

 

8  (Ölünün vâris olmayan)   uzak akrabası, yetimler ve fa­kirler, tereke taksim edilirken hazır bulunurlarsa, ondan kendile­rine bir şey verin. Ve (gönül alacak) güzel sözler söyleyin.

Bu âyetin hükmünde ulemâ ihtilâf etmişlerdir.

Ba'zılarma göre, miras âyeti ile nesh edilmiştir. Bir takımları; nesh edilmediğini söylemiş; «Mirasçılar arasında küçük varsa, ve­lîsi diğer mirasçılardan özür dileyerek: Bu mal, benim'değildir. Kü­çüklerindir, Büyüdüklerinde, sizin hakkınızı verirler.» demesi lâ­zım gelir; demişlerdir.

Ba'zılari: «Bu emir vücûb için değil, nedb içindir. Bu işin müs-tehab olduğunu bildirir.»  demişlerdir. En güzel kavi, budur. [9]

 

9 (O kimseler ki, arkalarında zayıf ve âciz bir zürriyet bı­rakırlarsa hâllerinin ne olacağından endîşe ederler. O hâlde, Al­lah Teâlâ'dan korksunlar da   (evlâdları mesabesinde  olan  yetim­ler için)  sözün doğrusunu, dürüstünü söylesinler. ) [10]

 

10 ( O kimseler ki, zulümle yetîm mallarını yerler, ancak ka­rınları dolusu ateş yemiş olurlar. Onlar alevli ateşe sokulacak­lardır.) [11]

 

11 (Hak celle ve ala, mîrâs taksimini şöyle emir buyuruyor: Çocuklarınız hakkında. Erkeğin hissesi, iki kız hissesi kadardır. Eğer erkek evlâdı olmayıp, kızları iki veya daha ziyâde ise, onlara malın üçte ikisi verilir. Şayet yalnız bir kızı varsa, malın yarısı verilir. (Ebeveyn için): Ölünün bir çocuğu varsa, ana-babadan her birine terekenin altıda biri verilir. )

Ölünün çocuğu olmayıp da ana ve babası mirasçısı ise, ma­lın üçte biri anasınındır. (Gerisi de babasının). Şayet ölünün (kız veya erkek) kardeşleri de varsa, bu takdirde, altıda biri anasınmdır. (Gerisi de babasının). İşbu hisselerin vereseye taksimi, Ölü­nün borçlarının ödenmesi ve vasiyyetinin tenfîzinden sonra olur.

Terekeden, ilk önce borç alınır. Sonra kalırsa, üçte birinden vasiyyeti yapılır. Müteakiben, mütebakisi mîrâs olarak tevzi olu­nur.

Babalarınız ve oğullarınız gerçi size vâris olur. Fakat, han­gisinin faydalı olduğunu bilmezsiniz.

Bu hükümler, Allah Teâlâ'dan birer farizadır. Allah-ü azı-müşşân kullarının işlerine Alîm ve kaza ve takdirinde Hakîm'dir. [12]

 

12 (Vefat eden) zevcelerinizin çocuğu yoksa, terekenin ya­rısı sizindir. Şayet çocuğu varsa, bu takdirde dörtte biri sizindir. Fakat bu, ölünün borçlarının ödenmesinden ve vasiyyetinin ten-fîzinden sonradır.

Sizin vefatınızda eğer çocuğunuz yoksa, terekenin dörtte bi­ri zevcelerinizindir. Ve şayet evlâdınız varsa, sekizde biri.

Yine bu hükümler,. ölünün borçlarının ödenmesinden ve va­siyyetinin tenfîzinden sonradır.

Eğer mîrâsı aranan, erkek veya kadın, çocuğu veya babası olmaz da ana bir erkek veya kız kardeşi bulunursa, altıda bir his­sesi vardır. Şayet bunlar, birden ziyâde iseler, cümlesi üçte bir his­seye ortala olurlar.

Keza bu hükümler de, ölünün borçlarının ödenmesinden ve vasiyyetinin tenfîzinden sonradır.

Şu kadar ki, ölenin (ölümünden evvel malmın üçte birden ziyâdesini vasiyyet etmek, borcu yokken borç ikrar etmek, yâhûd borcu çok göstermek gibi) bir ızrar kasdı olmamalıdır. Bütün bu hükümler ve emirler size Allah Teâlâ tarafından bir vasiyyettir.

Allah-ü azîmüşşân zarar ve nef'i bilici ve Halîm'dir ceza vermekde acele etmez. [13]

 

13 (Yetimler ve mîrâs hakkında geçen bu hükümler, Allah Teâlâ'nın takdir ettiği hadlerdir. Kim Allah Teâlâ'ya ve Resulüne itaat ederse, Allah-ü azîmüşşân onu, altından ırmaklar akan Cen­netlere koyar, ki onlar orada ebediyen kalacaklardır. Büyük fevz ve necat budur.) [14]

 

14 (Kim de Allah Teâlâ'ya ve Resulüne isyan ve hudûdul-lâhı tecâvüz ederse, Hak celle ve ala onu orada ebediyen kalmak üzere ateşe koyar. Onun için zelîl ve rüsvây edici bir azâb vardır. ) [15]

 

15 ( Kadınlarınızdan   fuhuş   irtikâb   edenlere   karşı   sizden (Mü'minlerden)   dört şâhid isteyin.  Şayet   (o dört kimse)   şahadet ederlerse onları, ölünceye; yâhûd Allah Teâlâ, hapisten kurtulma­ları için, bir had ve vakit ta'yîn edinceye kadar evlerde tutun! )

Bu Âyet-i Kerime, Hasan Basrfye göre mensûh, fakat Mücâ-hid'e göre mensûh değildir. Ebû Müslim Isfahâni'ye nazaran, Âyet-i Kerîmede bahsolunan fuhuş zina değil, (sevicilik) denilen ahlâksızlıktır. Bu çeşit sapıklığa dadanan kadınların cezası evle­rinde habsolunmaktır. Hâllerini ıslâh etmedikleri takdirde, ölün­ceye kadar evlerinden çıkmazlar. [16]

 

16 (Sizlerden fuhuş irtikâb edenlerin her ikisini de azar ve dayakla incidin. Eğer tevbe edip hâllerini ıslâh ederlerse, bu tak­dirde, tâzîbden vazgeçin. Çünkü AHah-ü. azîmüşşân tevbeyi kabul ve emrine itaat edene rahmet edicidir.) îmâm Mücâhid rahnıetullahi aleyh'e göre bu Âyet-i Kerîme, livâta hakkındadır. Livâtada had yok, ta'zir vardır. [17]

 

17 (Allah Teâlâ'mn kabulünü va'd buyurduğu tevbeler o kimseler içindir ki, cahillikle bir kötülük yaparlar da sonra çok geçmeden (pişmanlık duyarak) tevbe ederler. Allah Teâlâ, onla­rın tevbesini kabul eder. AUah-ü azîmüşşân ihlâsla tevbe edenle­ri bilici ve onlara azâb etmekte hükmedicidir. )

Katâde'ye göre: Allah Teâlâ'ya edilen her isyan, cehalettir. Gerek bilerek ve gerek hatâ ile onu işleyen de câhildir. [18]

 

18 ( Hak celle ve ala indinde, ısrarla kötülük edip de ölüm çattığı vakit, «Günâhlarıma tevbe ettim» diyenlerin ve küfür üze­re ölenlerin tevbeleri makbul değildir. Biz onlar için elîm bir azâb hazırlamışızdır.) [19]

 

19 ( Ey îmân edenler: Kadınlara zorla vâris olmanız size he­lâl olmaz. )

Rivayet edilir ki: Câhiliyyet devrinde bir adam, yakınlarından biri öldüğü vakit, kalan zevcesinin veya çadırının üzerine abasını atarak: «Sana da vâris oldum.» derdi. Ve böyle yapmakla veya söylemekle karısına da vâris olurdu. Dilerse onunla, yeniden bir mehr vermeksizin evlenir, dilerse kadının mehrini, alır, kendisine bir şey vermeksizin başkasiyle evlendirirdi.  Şayet isterse,  kadını ölen kocasından alacaklı olduğu mehrden vazgeçirmek için, adîl yapar; yâni hem kendisini almaz, hem de başkasiyle evlenmesine mâni' olurdu.

Kadın ancak, kimse kendisine veya çadırına abayı atmadan akrabasının- yanma  gidebilirse,   hürriyetine  sâhib  olabilirdi.

Âyet-i Kerîme bu çirkin âdeti kaldırmakta ve kadının bir mal gibi mîrâs olamıyacağmı beyân buyurmaktadır.

Apâşikâr bir fuhuş irtikâb etmedikçe verdiğiniz mehrin bir kısmını ele geçirmek için onları tazyik ve evlenmelerine mâni' ol­manız da helâl olmaz. Zevcelerinizle iyi geçinin. Şayet onlardan hoşlanmıyacak' olursanız sabredin. Olur ki sizin hoşlanmadığınız şeyde Allah Teâlâ, birçok hayır takdir etmiş bulunur.

Hayırlı bir evlâd verir, yâhûd ülfet ve muhabbet ihsan eder. [20]

 

20 (Zevcenizi boşayıp, yerine diğer bir zevce almak ister­seniz, bıraktığınızdan, yüklerle nıehr vermiş olsanız bile, bir şey almayın. İftira ederek ve apaçık günâha girerek onu alır mısınız? )

îslâmiyetten evvel. diğer bir kadım almak için zevcesini bo­şamak isteyenler, verdikleri mehri almak maksâdiyle kadına fu­huş isnâd ederlerdi. Kabahati olmayan mutallakadan mehri geri almak pek ayıptı. Bu Âyet-i Celile ile, bu çirkin âdet menedilmiştir. [21]

 

21 ( Verdiğiniz mehri nasıl alırsınız ki, birbirinize karıştınız ve onlar sizden kuvvetli bir mîsâk aldılar. )

Bu mîsâk, Allah Teâlâ'nın emri ve Peygamberinin sünneti Üze­re yapılan nikâh akdidir. Yâhûd, ya güzel geçinmek veya güzel­likle  ayrılmak hususundaki erar-i  ilâhî. [22]

 

22 ( Babalarınızın nikahladığı kadınları nikahlamayın. (Câ-hiliyyet devrinde) geçen, geçmiştir. Muhakkak kî, o hayâsızlıktı. Pek iğrençti, kötü bir yoldu. ) [23]

 

23 (Analarınız (bütün nineler), kızlarınız (kızların kızları, oğulların kızları, onların evlâd ve torunları ilh...), kız kardeşleriniz (ana baba bir, veya ana bir, baba bir hemşireler), halalarınız (ba­banın kız kardeşleri, onun babalarının hemşireleri, ananın baba­sının kız kardeşi üh...), teyzeleriniz (ananın hemşireleri ve ana­nın ana ve ninelerinin hemşireleri, babanın anasının ve nineleri­nin kız kardeşi), birader kızları  (ve    torunları), hemşire kızları (hemşirenin kız torunları, neseb bakımından) sizi emziren süt ana­larınız (ve süt nineler), süt hemşireleriniz, zevcelerinizin anaları ve kendileriyle zifafa girdiğiniz zevcelerinizin himayenizde bulu­nan üvey kızlarınızla evlenmeniz size haram kılındı. Şayet üvey kızlarınızın analariyle zifafa girmemişseniz, onlarla nikâhlanma-nızda beis yoktur. Kendi sulbünüzden gelmiş oğullarınızın karı­lan (ve bütün torunların zevceleri) ile evlenmeniz ve iki kız kar­deşi birlikte almanız da keza haram kılındı. (Câhiliyyet devrinde) geçen geçmiştir. Allah-ü'azîmüşşân Gafur ve Rahîm'dir. )

Süt ana ve kardeşler hakkında da neseb hükümleri câridir. Buna göre süt analar, süt hemşireler, süt babalar, süt kızlar, süt halalar, süt teyzeler, süt birader ve kızları da neseb hükümlerinde dâhildir. Bir Hadîs-i Şerîfde:

«Neseb cihetinden haram olan, süt cihetinden de haram olur.» buyurulmuştur. [24]

 

24 ( Kocalı kadınlarla evlenmek de size haram kılındı. An­cak harb esiri olarak elinize geçen memlûkleriniz müstesna. Bu mahremât üzerinize Allah'ın farzı olarak yazılmıştır. )

Bunlardan mâadası, iffetinizi muhafaza ve zinadan ictinâb-Ia mallarınızı (mehre ve câriye satın almaya) sart'ederek evlen­meniz  (veya câriye almanız)  helâl kılındı.

O hâlde, nikâhla istifâde ettiğiniz kadınların takdir olunan mehrlerini kendilerine verin!

Mehrin takdirinden sonra, gönül hoşluğu ile zevcin zevce­ye mehr-i m üs e mm adan fazla vermesinde veya zevcenin zevcine mehrin bir kısmını veya tamâmını bağışlamasında bir vebal yok­tur.  Allah-Ü azîmüşşân  Alîm ve  Hakîm'dir. [25]

 

25 (İçinizden hür ve Müslüman bir kadınla evlenmeye mâ­li gücü müsâid olmayanlar, memlûkunuz olan mü'min cariyele­rinizden alsın. )

Bu âyet delâlet eder ki; hür bir adam iki şartla câriye ile ev­lenebilir. Bunların biri hür kadının mehrini vermeye gücü yet­memek, diğeri zina edeceğinden korkmaktır. Câbir, Tavus ve Amr b. Dinar'ın kavileri budur. îmâm Mâlik ile Şafii'nin mezheb-leri de budur. Hanefiler'e göre, hür erkek, câriye ile evlenebilir. Meğer ki nikâhı altında hür kadın olsun. Bu takdirde onun üze­rine câriye ile evlenemez. Köle, câriye ile evlenebilir. Ebû Hanî-fe'ye göre; köle, hür kadınla evli ise, onun da câriye ile evlenmesi caiz olmaz. Bundan anlaşılır ki, Müslüman, Kitabî câriye ile ev­lenemez.

Allah Teâlâ, îmânınızı çok iyi bilendir. Hep birbirinizden sa­yılırsınız (Hepiniz aynı dinden ve Âdem'in çocuklarısınız, cariye­ler de sizin gibi insandırlar.) O hâlde afif, zina etmiyen ve gizli dost da edinmiyen cariyeleri, sahihlerinin izniyle nikahlayın, mehr-îerini de noksansız ve geciktirmeksizin verin.

Şayet evlendikten sonra bir fuhuş irtikâb ederler (zina eder­ler) se cezaları, hür kadınlara verilen cezanın yarısıdır.

îmdi, köle ve câriye zina ederlerse, kendilerine ellişer dayak vurulur. Onlara, recin yoktur. Ekseri ulemâya göre; bu husûsda evli olup, olmaması müsavidir.

Bu ruhsat, şehvetine karşı koyamıyarak zina etmekten korkanlar içindir. Fakat, sabretmeniz hakkınızda daha hayırlıdır ki, çocuğunuz köle olmaz. Allah-ü azîmüşşân ona sabretmiyeni mağfiret ve ona ruhsat vermekle merhamet edicidir. [26]

 

26 (Allah Teâlâ, size helâl ve haram hakkındaki hükümle­rini 'bildirmek, sizden evvelkilerin (İbrahim ve îsmâil Aleyhisse-lâmların) yoluna hidâyet etmek ve (kötülüklerden menedici şeye irşâd ederek) günâhlarınızı bağışlamak istiyor. Allah Teâlâ, tevbe edeni bilici ve hikmetini izhâr edicidir. ) [27]

 

27 (Allah Teâlâ, tevbelerinizi kabul etmek istiyor. Şehvetle­rine uyanlar ise  (Yahûdüer, Nasrâniler ve Mecûsîler)  sizin doğru yoldan tamamen meyletmenizi, sapmanızı istiyorlar. ) [28]

 

28  (Allah Teâlâ, sizi hafifletmek istiyor, ki insan  (şehvetle­rine sabır ve tâate tahammülde) zayıf yaratılmıştır. )

İnsanlar, zannettikleri gibi, kuvvetli bir mahlûk değildirler. Şiddete tahammül edemezler. Tahfife ihtiyâçları vardır. îslâm Dî­ni, onlara bu tahfifi bahşetmek için gelmiştir. Nikâh hususunda şiddet gösterilmemiş, zina ve şâir ahlâksızlıklara meydan verme­mek için nikâh hükümleri kolaylaştırılmıştır.

İbn-i Abbas (R.A.) der ki: Nisa sûresinde sekiz Âyet vardır ki, bu ümmet için Güneşin üzerine doğduğu ve battığı şeylerin hep­sinden hayırlıdır.

Bu Âyetler şunlardır: [29]

 

29 (Ey îmân edenler! Mallarınızı aranızda bâtılla (Şer'in he­lal etmediği faiz, kumar, sirkat, gasb, hıyanet, akde fesâd karıştır­mak ün... gibi sebeblerle) yemeyin. Meğer ki o, karşılıklı anlaş­madan doğan bir ticâret malı olsun. Kendinizi de Öldürmeyin. )

Yâhûd katlinize sebebiyet vermeyin veya kendinizi tehlikeye koyarak katletmeyin. Veyâhûd birbirinizi öldürmeyin.

Bir Hadis-i Şerifde:

«Kim kendisini dünyâda bir şeyle katlederse  Kıyamet Günü o şeyle, ona azâb edilir.» buyurulmuştur.

Şübhe yok ki, Allah-ü azîmüşşân sizi çok esirgeyicidir. [30]

 

30 (Kim zulüm ve teaddî ederek bu nehyedilen şeyleri işler­se Biz, O'nu ateşe koyacağız. O'nu ateşe koymak, Allah Teâlâ'ya pek kolaydır.) [31]

 

31 (Eğer  siz nehy  olunduğunuz  günâhların   büyüklerinden kaçınırsanız, küçüklerini mağfiret eder, örteriz ve sizi şerefli bir mevkie koyarız.)

Kebâir  (Büyük günâhlar): Üzerine vald terettüb eden veya haddi icâb eden, yâhûd sarahaten nehyedilmiş olan günâhlardır. , Resûl-ü Ekrem  (S.A.V.)  Efendimiz:

Yedİ büyük günâhtan sakınınız.»» buyurmuşlar. Ashâb sormuş: Bunlar hangileridir?

Resûlüllah (S.Â.V.): Allah

1) Teâlâ'ya şirk,

2) Sihir,

3) İnsan öldürmek,

4) Ribâ,

5) Yetimin malını haksız yere yemek,

6) Muharebe meydanında bir Müslümanın, iki kâfirden bir hile kasdi olmaksızın kaçması,

7) Zina etmemiş olan Müslüman kadınlara zina isnadıdır.» buyurmuşlardır.

Âlimler, büyük günâhların sayısında ihtilâf etmişlerdir. îbn-i Ömer, «Yedi»; Ibn Amr «Dokuzdur»; demişlerdir. îbn-i Abbas, îbn-i Ömer'in kebâir yedidir, dediğini işittiği vakit: «Kebâirin yediden ziyâde yetmişe yakınlığı vardır» demiştir. Bilâhare İbn-i Abbas, büyük günâhı:

«Allah Teâlâ'nın, kullarını nehy ettiği her şey büyük günâh­tır.» diye tarif etmişlerdir.

Ba'zıiarma göre de: Kur'ân'da vaidi ateş, gazâb veya lâ'net olan her günâh kebâirdendir.

Ibn-i Mes'ûd Hazretlerine  de  sormuşlar:   «Nisa Sûresinin başından âyetine kadar, Hak celle ve alâ, ne ki nehiy buyurmuşsa kebâirdendir.» cevâbım vermişlerdir.

Velhâsıl, büyük günâhlar mübhem bırakılmıştır. Tâ ki insan, her kötülükten, her günâhtan korkup sakınsın.

Maamafîh küçük bir günâh, bir kabahat ne kadar ehemmi­yetsiz olursa olsun, üzerinde ısrar edildiği takdirde büyük günâh olur. İstiğfar edilen günâh da büyük olmaz. Bir taşın üzerine dur­maksızın damlayan bir su, taş üzerinde iz bırakır. Fakat bir defa­da döküldüğü takdirde hiç bir eser bırakmaz, akar gider.

Bunun gibi günâhı, kabahati mühimsememek, küçük görmek veya kababatiyle övünmek de onu küçük olmaktan çıkarır.. Falanı filân yerde bütün yaptıklarını yüzüne vurarak rezîl ettim, haysiye­tini kırdım, artık insan içine çıkamaz; yâhûd Öyle bir hîle yaptım ki elindeki malı yok bahâsına aldım-, veya malın aybını şu şekilde gizliyerek yüksek fiyatla sattım gibi.

Bir kabahatin ne kadar küçük olursa olsun, izhârı, keza gü­nâhı büyük yapar. Zîrâ o kabahatin başkaları tarafından yapıl­masını teşvik etmiş, ona âmil olmuş olur. Kimseye günâh sebeb-lerini hazırlamamak lâzımdır.

Hele âlim veya mevkileri i'tibâriyle halka rehber ve örnek ol­mak mevkiinde bulunan kimselerin yaptıkları her kabahat büyük sayılır, büyük günâhlardandır. Sebebi de gayet açıktır. îyî ile kö­tüyü tefrik edemiyen birçok kimselerin o ma'siyeti işlemelerine sebeb olur.

Peygamber Efendimiz (S.A.V.):

«Bir ma'siyet işleyen kimsenin üzerine, kendisininki ile birlik­te ona uyarak, o ma'siyeti işleyenlerin vebali de yazılır. Maahâzâ, onu işleyenlerin günâhlarından bir şey eksilmez.'» buyurmuşlardır.

îsrâîloğullannın tarihlerinde kaydettiklerine göre, vaktiyle bir âlim, halkı dalâlete sevkeder, onlara kötü misâl olurmuş. Sonra tevbe etmiş, bu sefer de etrâfmdakileri nice yıllar, iyiliğe, doğru­luğa, hidâyete da'vet etmeye çalışmış. Hak celle ve alâ, âlime söy­lenilmek üzers, o kavmin Peygamberine şöyle vahyedilmiş:

«Eğer günâhların Benimle senin aranda olsaydı afvederdim.

Fakat ne çâre ki kullarımdan birçoklarını senin sapıklığa sevket-men yüzünden Cehennem'e koydum.»

Bu mevkide olan kimseler için iki vazife vardır. Birincisi: Gü­nâhı terketmek. İkincisi: Bir günâh işlediği takdirde de onu halktan gizlemek. Zîrâ kendilerine uyulduğu takdirde seyyielerinin cezası artırıldığı gibi, hasenelerinin sevabı da,artar. [32]

 

32 (Allah Teâlâ'nin   (mal ve  mevki bakımından)   ba'zınızi, ba'zımz üzerine üstün kıldığı şeyleri temenni etmeyin. Erkekler için (cihâd ve sair hayırlı işler gibi) kazançlardan nasîb vardır. Ve ka­dınlar için de (iffet ve zevçlerine itaat gibi) kazançlarından nasîb vardır.)

Muradınızı Allah Teâlâ'nın fazl-u kereminden taleb ve te-mennî edin. Allah-ü azîmüşşân her şeyi Alîm'dir.

Ümm-ü Seleme Hazretleri: «Yâ Resûlallah! Erkekler gaza edi­yorlar, biz etmiyoruz ve bizim mirastan hakkımız yan oluyor. Ne olurdu, biz de erkek olsaydık!» diye bir temennide bulunmuş; bu­nun üzerine bu Âyet-i Kerîme nazil olmuştur. [33]

 

33 (Ana, babanın ve yakın hısımların terkettlkleri maldan (erkek, kadın) her biri için vârisler kıldık. Akid üe yeminlerinizin bağlandığı kimselere de nasiblerini verin.  Allah Teâlâ her şeye İslâmiyetten evvel, Araplar arasında birbirlerine yardım et-l mek ve vâris olmak üzere bir anlaşma yapılır, neticesinde hangis} evvel vefat ederse, geri/kalan ona vâris olurdu. Biri, diğerinin cinâyetine bedel diyet verirdi. Bunlara, Halîfler, denirdi. îslâmiye-j tin ilk senelerinde de veraset hakkındaki bu hüküm sabitti. Bilâhare! [34]

 

34 (Erkekler, kadınlar Üzerine hâkimdirler (Ailenin reisi­dirler). Buna sebeb, Allah Teâlâ'nm erkekleri, kadınlara üstün kıl­masıdır. Onları mallarından da infâk etmektedirler. )

Allah Teâlâ, erkeklere umumiyetle kadınlardan fazla akıl, idarecilik ve kuvvet vermiştir. Onun için Peygamberlik, imamlık, amirlik, Cum'a kıldırmak gibi şeyler hassaten erkeklere verilmiş; mirâsda erkekler fazla hisse ve asabe olmakla temayüz etmişler-.dir. Erkeklerin üstünlüğüne bir sebeb de, kadınlara mehr ve na­faka vermeleridir.

Bir Hadîs-i şerîfde:

«Bir kimsenin, bir kimseye secde etmesini emretmiş olsaydım; kadının, kocasına secdede bulunmasını emrederdim.» buyurul-muştur.

İyi kadınlar Allah Teâlâ'ya itaat ve aile haklarına riâyet edenlerdir. Hak ceîle ve alâ, onların haklarını nasıl koruduysa, on­lar da gayb (zevcelerinin haklarını, mallarım, nâmûs ve iffetini, ve aile sırlarım)  muhafaza ederler.

Serkeşliklerinden endîşe ettiğiniz kadınlara evvelâ nasihat ^edin. (Sonra) yataklarında yalnız bırakın. (Yine dinlemezlerse ya­ralamamak şarti ile)   dövün!

Size  itaat ederlerse,  incitmeye yol aramayın. Allah-ü azî-mtişşân   (zulme rızâ göstermekten)   münezzeh ve büyüktür.

Rivayet edilir ki: Ensârın ileri gelenlerinden Sa'd ibn-i Rebia' karısı Habiybe bint-i Zeyd ibn-i Züheyr'e serkeşlik etmiş; o da, ona bir tokat atmıştı. Babası Zeyd, kızını beraberine alarak Resûlül-lah'a şikâyet etii. Resûlüllah  (S.A.V.):

«Her hâlde ondan kisas'mı alırız.»  buyurdu.

Bunun üzerine,' bu Âyet-i kerime nazil oldu. Aleyhissalâtü ves­selam da:

«Biz, bir emir irâde, ettik. Allah da diğer bir emir irâde buyur­du. Şübhe yok ki hayır, Allah'ın irâde ettiğidir.» dedi. [35]

 

35 (Zevç ile zevce arasında ayrılık" vukuundan endîşeye düşerseniz taraflardan (ehil ve âdil) birer hakem gönderin. Bunlar gerçekten aralarının düzelmesini isterlerse Allah Teâlâ, onları uyuşmaya muvaffak kılar. Allah azîmüşşân her şeyi hakkiyle bilir. Ve her maksâddan haberdârdır.) [36]

 

36 (Allah Teâlâ'ya ibâdet edin ve O'na hiçbir şeyi eş tutma­yın.  Anaya,  babaya,     akrabanıza,  yetimlere,  fakirlere,  yakın  ve uzak komşularınıza, arkadaşlarınıza, yolcu ve müsâfirinize, mem-lûklerinize iyilik ve ihsan edin. Allah-ü azîmüşşân, kendini beğe­nenleri ve övünenleri sevmez.) [37]

 

37 (Onlar ki   (Allah'ın   hakkım  edada ve fukaraya   tasaddukta) cimrilik ederler, halka da cimrilik etmeyi emrederler. Allah Teâlâ'nın fazi-u kereminden kendilerine verdiğini  (gına ve ni'me-tiî  gizlerler. Biz Allah'ın atiyyelerini gizleyen kâfirler için rüsvây edici bir azâb hazırladık.) [38]

 

38 (Onlar ki mallarını halka gösteriş için infâk ederler. Hal­buki Allah Teâlâ'ya ve Âhiret Gününe îmân etmezler.   (Şeytan'a tabidirler. Hak Teâlâ, onları da sevmez). Kime    Şeytan arkadaş olursa, o ne fena arkadaştır.) [39]

 

39 (Eğer Allah Teâlâ'ya ve Âhiret Gününe îmân eyleseler ve Allah Teâlâ'nın kendilerine verdiği mal ve ni'metten Allah yolun­da infâk etselerdi, zarar mı ederlerdi? Allah-ü azîmüşşân onlarır esrarını bilendir. ) [40]

 

40 (Şübhesiz Allah Teâlâ, hiç kimseye zerre kadar (ne sevâ-lından eksik, ne ikabmdaıı fazla)   zulmetmez. Zerre mikdârı birlik olursa  (sevabını)  kat kat artırır. Nezdinden de pek büyük Icir verir. )

Bir Hadîs-i şerîfde:

«Hak celle ve alâ, kimseye haksızlık etmez. Mü'min hasenesi-1e karşılık dünyâda rızıkla sevâblanır Âhirette de mükâfat gö­rür. Fakat kâfir, hasenesi sebebiyle dünyâda rızıklanır, Âhirete trardığında hasenesi bulunmaz ki ona hayır verilsin.» buyurulnuştur. [41]

 

41 (Her  ümmetten  Peygamberlerini  şâhid  getirdiğimiz,  on­lara da seni şâhid tuttuğumuz zaman kâfirlerin hâli nice olur? ) [42]

 

42 (O gün küfür edenlerle o Peygambere asi gelenler te­menni edecekler ki: N'olaydi, (ölü gibi defnolunup) üzerlerüıe top­rak örtüleydi (veya ba's, yâhûd halk edilmeselerdi.) Allah dan, hiçbir sözü gizliyemezler. [43]

 

43 (Ey îmân edenler! Sarhoşken, ne dediğinizi büinceye ka­dar, namaza yaklaşmayın!.)                                                   

Bu Âyet-i Kerîme, evvelce zikredildiği veçhile (Bak: Bakara Sûresi, Âyet: 219) Abdurrahman bin Avf Hazretlerinin verdikleri bir ziyafeti müteâkib nazil olmuştur. Namazda ne dediğini bümyen sarhoşun namazı sahih değildir.

îhyâ-i Ulûm, bu sarhoşluğu teşmil eder. Dünyâ sevgisi ile sar­hoş olanları da bu çevre içine alır. «Âyet-i Kerîme, ne dediğini bil-miyenleri Hakk'm divânına durmaktan menediyor. Vesveseler ve dünyevî düşüncelerle meşbû olan nice musalli vardır ki, şarab iç­memişken, namazda ne dediğini bilmez.» diyor. Bir Hadîs-i şerifde:

«Namaza kalbini, bedeniyle  birlikte hazırlamıyan Teâlâ iltifat  etmez.»   Duyurulmuştur.

Cünüb hâlinde iken de (yolcu olmanız müstesna) guşledht-ceye kadar namaza durmayın. Şayet hasta olur veya seferde bulu­nursanız, yâhûd biriniz ayakyolundan gelirse veya kadınlara do­kunup da su bulamazsanız, o zaman, temiz bir toprağa teyem­müm edin! (Niyyet ederek) yüzünüze ve ellerinize mesnedin. Al-lah-ü azîmüşşân, çok afîv ve merhamet edicidir. [44]

 

44 (Kendilerine Kİtâbtan nasîb verilen Yahûdî âlimlerini görmüyor musun? (Rüşvetle Tevrat'ı tahrif edip hidâyet yerine) dalâleti satın  alıyorlar.  Sizi  doğru  yoldan  çıkarmak  istiyorlar. ) [45]

 

45 (Allah Teâlâ,   düşmanlarınızı çok iyi bilir.   Allajı-ü as müşşân size gerçek dost ve yardımcı olarak kâfidir.) [46]

 

46 (O Yahudi olanlardan bir kısmı, kelimeleri yerlerinden giştirirler. Dillerini eğip bükerek, ve (Ünle istihza edereki «Sözü-ı işittik, emrine isyan ettik, işit işitmez olası, râ'ınft» derler. Şâ-|t onlar: İşittik, itaat ettik. İşit, bize bak deselerdi, kendileri için !ha hayırlı ve doğru olurdu. Fakat küfürleri yüzünden Hak Te­li, onları rahmetinden tardetti. Bu hâlle, onlardan îmâna gelen az olur. ) [47]

 

47 (Ey kendilerine Kitab verilenler! Yüzleri mahvedip arka-rına çevirmezden, yâhûd Cumartesiye hürmet etmiyen Yahûdî-ri lâ'netlediğimiz gibi Iâ'netlemezden evvel, inzal ettiğimiz Kur'-ı'a îmân edin, ki berâberinizdekini (Tevrat'ı) tasdik edicidir. Al­lı Teâlâ nın emri yerine gelecektir.)

Rivayet dilir ki, Abdullah bin Selâm (R.A.); bu Âyeti işitince [üslüman olmuştur. Hazret-i Ömer zamanında Kâ'bül-Ahbâr da  bu Âyeti öğrendikten sonra İslâm'a gelmiş, ve: «Yâ Rabbi! u Âyetin vaidinden korkup, Sana îmân ettim.» demiştir. [48]

 

48 (Hiç şübhesiz Allah Teâlâ kendisine eş tutulmasını Iret etmez. Şirkten mâada, günâhları dilediği kimse için fazl-u ih-ânından mağfiret eder. Kim ki Allah Teâlâ'ya eş tutarsa, muhak-ak büyük bir günâh işlemiş olur.)

îbn-i Ömer (R.A.)'in: «Resûl-ü Ekrem zamanında bir kimse ne aman büyük bir günâh üzerinde isrârx etmekte iken vefat etse, biz ona Cehennemliktir diye şehâdet ederdik. Bu âyet-i kertme nâzil olunca, o şehâdetten vazgeçtik.»   dediği rivayet edilmiştir.

«Allah Teâlâ'ya şirk koşmayan kimse Cennetliktir. Başka bir günâh işler de afvoiunmazsa, Cenâb-i Hakk'ın dilediği kadar ceza olunduktan sonra ateşten çıkar ve Allah Teâlâ'nın fazl-u rahme-tiyle Cennet'e girer. Allah Teâlâ'ya şirk koştuğu hâlde vefat eden kimse ise, Cehennemliktir ve ebediyen orada kalacaktır.» buyurulmuştur. [49]

 

49 (O kendilerini tezkiye edenleri görmedin mi? CYehûd ve Nasârâ: Biz, Allah'ın oğulları ve dostlarıyız, Cennet'e ancak biz gireriz derler) hayır. Allah Teâlâ, dilediğini tezkiye eder (günâh­larından temizler) onlar hurma çekirdeğinin ince ipliği kadar büe zulm olunmazlar. )

Rivayet edilir ki: Yahudilerden bir cemâat çocuklariyle bir­likte Cenâ.b-ı Peygambere gelerek: «Bu çocukların üzerine günâh var mıdır?» diye sormuşlardı. Resûl-ü Ekrem «Yoktur!» buyurdu. «Vallahi biz, işte bu çocuklar gibiyiz, gündüzün işlediğimiz gü­nâhlar gece yarlığanır, gece işlediğimiz günâhlar da gündüzün yarlığamr.»   demişler,  nefislerini  tezkiye  etmişlerdi. [50]

 

50  (Bak, Allah Teâlâ'ya karşı nasıl  (yalan söylüyor)  iftira ediyorlar. Bu apaçık günâhları onlara yeter. ) [51]

 

51 (Bakmaz mısın   şu   Tevrat'tan   nasîb verilen Yahudilere ki Cibt ve Tâgut adlı putlara inanıyorlar da müşrikler İçin müz­minlerden daha doğru yoldadır, diyorlar.)

Rivayet edilir ki: Yahudilerin ileri gelenlerinden Haye'yy ibn-i Ahtab ve Kâ'b ibn-i Eşref maiyetlerine yetmiş süvari alarak Mekke'ye gelmişler, Kureyş ile bir anlaşma yapmak, ve onların yardı-miyle Resül-ü Ekrem'le  olan ahidlerini nakzetmek  istemişlerdi.

Kureyşliler: «Siz, Kitab ehlisiniz. Muhammed'e bizden daha yakınsınız. Bu sebeble biz, size emin olamayız. Mâ'bûdlarımıza secde etmelisiniz ki, mutmain olalım.» demişlerdi. Onlar da tered­dütsüz secde etmişlerdi.

Bunun üzerine Ebû Süfyan, Kâ'b'dan sormuştu: «Sen, kitab okur, âlim bir adamsın. Bizse ümmiyiz, bilmeyiz. Bizim mi, yoksa Muhammed'in mi,  hangimizin tuttuğumuz yol doğru?»

Kâ'b:  «Muhammed ne diyor?»  demişti.

Ebû Süfyan: «Yalnız Allah'a ibâdeti emrediyor, bizi şirkten menediyor.» cevâbını vermişti.

«Ya sizin Dîniniz nedir?» suâlini de.

«Biz Beyt'in valîsiyiz. Hacılara su veririz, müsâfirlere yemek yedirir ye esirleri kurtarırız ilh...»  diye karşılamıştı.

Kâ'b: «Sizin yolunuz daha doğrudur» demiş, putperestleri, nuY-minlere' tercih etmişti.

Âyet-i Kerîme bu hâdise üzerine nazil olmuştur. [52]

 

52 (Onlar, o kimselerdir ki, Hak Teâlâ onları rahmetinden" tard etmiştir. Allah Teâlâ'mn rahmetinden tardettiği kimseye yar­dımcı bulamazsın. ) [53]

 

53 (O Yahudiler için mülk ve saltanattan nasîb ini var? (Bu muhaldir.)   Öyle  olsa, hiç  kimseye  hurma   çekirdeğinin  arkasın­daki tomurcuk kadar bile bir şey vermezlerdi. ) [54]

 

54 (Onlar, Allah Teâlâ'mn fablından insanlara verdiğine hased mi ediyorlar? Biz İbrahim oğullarına da Kitab, hikmet ve büyük bir mülk verdik. )

Onlara hayret ve hased etmezler de, neye Resûlüllah ve asha­bının hâline hayret ve hased ederler?

Âl-i İbrahim'den murâd;  Dâvûd  ve  Süleyman  Aleyhisselâmlardır. [55]

 

55 (Onlardan  ba'zısı Muhammed  Aleyhisselâma  îmân  etti, ba'zısı da yüz çevirdi. Onlara Cehennem'in alevli ateşi elverir.) [56]

 

56 (Şübhesiz, âyetlerimizi inkâr ile kâfir olanları ateşe ko­yacağız. Ve derileri yanıp piştikçe daimî azâb tatmaları için on­ları başka derilerle değiştireceğiz. Allah-ü azunüşşân Aziz ve Haklm'dir.) [57]

 

57 ( îmân edip, sâlih ameller işliyenleri ise yakında altından nehir akan Cennetlere sokacağız. Ve orada ebediyen kalacaklar. Onlar için o Cennetlerde tertemiz zevceler vardır. Ve onları bir koyu gölgeliğe koyacağız  (huzura, rahata kavuşturacağız.) [58]

 

58 (Allah Teâlâ, emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında adaletle hükmetmenizi emreder. Allah Teâlâ, bununla size ne güzel nasihat ediyor. Allah-ü azîmüşşân (sözlerinizi ve hü­kümlerinizi)   işitici ve   (bütün yaptıklarınızı)   görücüdür. )

Mekke'nin fethi günü, Resûlüllah (S.A.V.), Mekke'ye girdiği zaman, Kâ'be'yi kilitli bulmuştu. Öteden beri Kâ'be'nin anahtarla­rı Ebû Talhâ ibn-i Abdüddâr oğullarında dururdu. O tarihte Os­man ibn-i Talhâ ibn-i Ebû Talhâ elindeydi. Resûl-ü Ekrem, anan-; tartarın kendisine teslîm edilmesini istedi. Fakat Osman, vermeK-ten imtina etti: «Resûlüllah olduğunu bilseydim verirdim.» dedi.

Bunun üzerine Hazret-i Ali, Osman'ın elini bükerek anahtar­ları zorla Osman'dan aldı ve Resûlüllah'a verdi. Peygamber Efen­dimiz, bizzat Kâ'be'yi açarak içeri girdiler ve iki rek'ât namaz kıl­dılar. Halbuki Ebû Talhâ oğulları, kendilerinden başka kimsenin Kâ'be'yi açamayacağını zannederlerdi.

B.u sırada sikaayet-i zemzem hizmeti kendisinde bulunan Haz­ret-i Abbas, bu hizmetin de Abdülmuttalib oğullarına tahsis edil­mesini rica etti. Hazret-i Ali de aynı fikri ileri sürdü. Âyet-i Ke­rîme bunun üzerine nazil olmuştur. Cibrîl-i Emin, yine hâcibliğin Ebû Talhâ oğullarında bırakılması emrini getirdi, Resûlüİlah, he­men anahtarları Hazret-i Ali'ye verdi ve Osman'a teslim etmesini ve kendisinden özür dilemesini emretti.

Hazret-i Ali, verilen emri haçfiyyen yerine getirdi.

Osman: «Anahtarları zorla elimden aldın, eziyet ettin. Şimdi de geldin, tamire ^çalışıyorsun.» dedi.

Hazret-i Ali: «Hakkında Allah Teâlâ Kur'ân inzal buyurdu.» diye cevâb verdi ve Âyet-i Kerimeyi okudu. Bunun üzerine Osman, şehâdet getirerek Müslüman oldu.

Resûl-ü Ekrem: «Ey Ebû Talhâ! Allah'ın emânetini ebediyen uhdenizde kalmak üzere alınız.» buyurdu.

Osman'ın vefatında miftâh-ı saadet, yeğeni Şeybe ibn-i Osnlan ibn-i Ebû Talhâ'ya geçti. Ondan da evlâdına ve ahfadına kaldi.

Âyet-i Kerîme, bu hâdise üzerine nazil olmakla beraber, hük­mü umûmî ve bütün mü'minlere şâmildir. [59]

 

59 (Ey îmân edenleri Allah Teâlâ'ya ve Resulüne ve içiniz­den emir sahihlerine itaat edin.)                                        

«Bana itaat eden, Allah Teâlâ'ya itaat etmiş ve Bana isyan eden, Allah Teâlâ’ya isyan ve O'na isyan eden de. Bana isyan et­miş olur.» buyurulmuştur.                                                      

Bir şey hakkında nizaa düşerseniz (eğer Allah Teâlâ'ya ve Son Güne îmân ediyorsanız) onu Allah Teâlâ'ya ve Resulüne arz-edin. (Kitab'a ve Peygamberin sünnetine müracaat edin.) Bu, si­zin için daha hayırlı ve hüküm ve te'vîlinizden daha güzeldir.

Saîd ibn-i Cübeyr'den rivayet edildiğine göre, bu Âyet-i Keri­me, Resûl-ü Ekrem'in, Abdullah ibn-i Huzâfete-ibn- Kays'ı bir müfrezeye kumandan tâ'yin buyurdukları sırada nazil olmuştur.

Süddi'nin rivayetine göre ise, Resûlüllah, Hâlid bin Velid ku­mandasında bir müfreze göndermişti. İçlerinde Ammâr ibn-i Yâ-sir de vardı. Gitmişler, hareketlerine hedef olan kavme yakın bir yere konmuşlardı. Fakat düşman, casusları vâsıtasiyle keyfiyeti haber alınca hepsi kaçmış. Yalnız içlerinden biri kaçmıyarak ge­celeyin, karanlıktan faydalanmak suretiyle müfrezenin bulundu­ğu yere gelmiş ve Ammâr ibn-i Yâsir'i arayarak sormuştu:

«Yâ Ebâ Yâsir! Ben Müslüman oldum. «Eşhedü en lâ ilahe il­lallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resulün» diye şe­hâdet ettim. Kavmim sizi işitince kaçtılar. Yalnız ben kaldım. Müslüman "olmaklığjm yarın bana bir menfâat verir mi? Yoksa ben de kaçayım mı?»

Ammâr: «Hayır, kaçma, menfaat verir» demiş, o da kaçma-mıştı.

Sabahleyin Hâlid akın etmiş, ve hakikaten o adamdan başka kimseyi bulamamış ve adamı maliyle birlikte esir eylemişti.

Ammâr, bunu haber alınca derhâl Hâlid’e gitmiş: «Onu bırak, çünkü O, Müslüman oldu ve ben, O'na aman verdim.»  demişti.

Hâlid de: «Sen kim oluyorsun da adam kurtarıyorsun?» diye Ammâr'a çıkışmıştı. Nihayet hâdise Hazret-i Peygambere akset­miş, ikisi Efendimizin huzurlarında murafaa olmuşlardı. Resûl-ü Ekrem, Ammâr'm emanına icazet vermişler, fakat bir daha, böy­le kendi kendine Emîre karşı söz vermemesini ihtar eylemişlerdi. Âyet-i Kerime, bu hâdise üzerine nazil olmuştur.

Bu iki rivayete göre, Âyetin askerî kumandanlar hakkında na­zil olduğu anlaşılmakta ise de itaat mes'elesi, umûmî olarak bir düstûra rabtedilmiştir. [60]

 

60 (Sana inzal olunan Kur'ân'a vo senden önce inzal olunan semavî Kitablara îmân ettiklerini zu'medenlere bakmaz mısın? Onlar Tâgut'u inkârla emrolunmuşken yine onun huzurunda mu­hakeme olunmayı istiyorlar. Şeytan da onları bir daha dönemi-yecekleri kadar uzak bir dalâlete düşürmek istiyor. )

Ibn-i Abbas (R.A.)'dan rivayet edildiğine göre: Bir Yahûdî ile münafık arasında bir husûmet tehaddüs eder. Yahûdî muhakeme için Hazret-i Peygamber'e, münafık da Yahudilerin reisi Kâ'b ibn-i Eşrefe müracaat etmek isterler. Yahûdî da'vâsında haklı olduğu için, Hazret-i Peygamberin haktan ayrılmıyacağını, buna mukabil, rüşvete düşkün olan Kâ'b ibn-i Eşrefin adaletten ayrılabileceğini hesâblar,  mutlaka  Hazret-i   Peygarnberin  huzurunda muhakeme olunmaları hususunda ayak direr. Nihayet münafık çaresiz kalır, birlikte Hazret-i Peygamber'e giderler. Resûl-ü Ekrem da'vâyı din­ler, Yahûdînin lehinde ve münafığın aleyhinde  hükmünü verir.

Fakat münafık, buna rızâ göstermez. Bir defa da Hazret-i Ömer'e gitmelerini ve aralarında O'nun hakem olmasmı ister ve zorla Yahudi'yi, Hazret-i Ömer'in yanma götürür.

Yahûdî daha önce Resûl-ü Ekrem'in kendi lehinde hüküm ver­diğini ve fakat hasmının bu hükme rızâ göstermediğini anlatır. Hazret-i Ömer'in sorusu üzerine münafık da bu ifâdeyi te'yid eder. Bunun üzerine, Ömer'ülhattâb: «Biraz bekleyin, şimdi gelir, hak­kınızda hüküm veririm.» diyerek evine girer, kılıcını alır ve der­hâl münafığın boynunu vurur. «Madem ki beni hakem yaptınız, Allah'ın ve Resulünün hükmüne rızâ göstermiyene, benim hük­müm böyledir.»  der.

Yahûdî kaçar. Fakat münafığın ailesi Resûl-ü Ekrem'e şikâ­yet ederler. Resûl-ü Ekrem, Hazret-i Ömer'i çağırtır ve hâdiseyi Borar.

Hazret-i Ömer:  «Hükmünü reddetti, Yâ Reşûlallah»  cevâbını verir.

O anda Cebrail Aleyhisselâm gelir. «Ömer fâruktur, hakla bâ­tılı tefrîk etti.» der. Aleyhissalâtü vesselam da Hazret-i Ömer'e: «Entel fâruk  (Sen, Fâruksun)» buyururlar.

Âyet-i Kerîme, bu sebeble nazil olmuştur. Tâgut, Kâ'b ibn-i Eşrefe işarettir. [61]

 

61(Onlara Allah Teâlâ'nm Kitabına ve Resulünün hükmü­ne gelin, denildiği vakit, münafıklar, görüyorsun ki senden tamâ-miyle yüz çeviriyorlar. ) [62]

 

62 (Onlara  (yüz çevirmeleri ve Tâğut'un   murafaasını, iste­meleri gibi)  fena amelleri yüzünden   (Hazret-i Ömer'in münafığı katli gibi) başlarına bir musibet geldiği zaman hâlleri nice olur? Sonra  (özür dilemek için veya katlolunan münafığın diyetini is­temek maksâdiyle)  sana gelip yemîn-i billâh ederleri Muradımız sırf iyilik etmek ve iki hasım arasını bulmaktan ibaretti» derler.) [63]

 

63 (Allah Teâlâ, onların kalblerindekini  (nifaklarını ve ya­landan ettikleri yemini)  bilir. Onların özürlerini kabul etme, yüz çevir, onlara öğüt ver, kendileri hakkında    müessir sözler söyle. Allah Teâlâ'nın azâbiyle korkut.) [64]

 

64 (Biz gönderdiğimiz Resulleri,     Allah  Teâlâ'nın emriyle, kavmi O'na itaat etsinler diye gönderdik.)                             

O'na itaat, Allah Teâlâ'ya itaat ve O'na muhalefet, Allah Te-âlâ'ya muhalefettir.                                                                          

Şayet onlar (senin hükmünü inkâr ve nifakla) nefislerine zulmettikleri zaman sana gelip de Allah Teâlâ'dan mağfiret dü"4seler ve seni Şefi' edinselerdi, Allah Teâlâ'nın tevbelerini kabul vfe rahmetiyle  fazleder  olduğunu  görürlerdi. [65]                           

 

65 (Hayır, öyle değil, Rabbin celle ve şanüh hakkı için, ara­larında ihtilâf ettikleri şeyde seni hakem yapıp, sonra o hüküm­den nefislerinde güçlük ve şekk duymaksızın (zahir ve bâtınla-riyle)  sana inkıyâd etmedikçe îmân etniiş olmazlar.) [66]

 

66 (Eğer onlara  (îsrâîloğullanna farz ettiğimiz gibi)  nefis­lerini öldürmeyi, yâhûd diyarlarından çıkmayı farz etseydik onu .içlerinden pek azı yapardı.  Şayet   (nifakı bırakarak)   va'zolunam yapsalardı,  elbette   haklarında hayırlı ve  Dînlerinde   sebata bâis olurdu.)

Rivayet edilir ki: Zübeyr ibn-i Avam (R.A.) ile ensârdan Hâ-tıb bin Belte'a arasında bir su mes'elesinden ihtilâf çıkmıştı. îkisi de tarlalarını aynı su ile suluyorlardı. Mahkeme-i Nebeviye gitti­ler. Resûi-ü Ekrem, sudan evvel Zübeyr'in ve sonra Hâtıb'm fay­dalanmasına hükmetti.

Mahkemeden çıkınca ikisi birlikte Mıkdâd  (R.A.) 'a uğradılar.

Mıkdâd: «Hanginizin daha önce suyu kullanmasına hükmet­ti?» dedi.

Hâtıb: «Amcasının oğluna!» diye cevâb verdi ve dudağını bük­tü, Mikdâd'm yanında bulunan bir Yahûdî söze karıştı: «Allah, bunları katletsin, ki bir adamın Peygamberliğine şehâdet ettikten sonra hükmüne itham ederler, vallahi biz, Mûsâ Aleyhisselâm za­manında bir günâh işlemiştik. Bundan tevbemiz için Mûsâ bize kendinizi katledin demişti. Derhâl Rabbimiz celle şânühün emrine itaat ettik. Yetmiş bin kişi maktul oldu.» dedi.

 bin Yesâr, Ammâr bin YâsiTi Sabit "bin Kays, Abdullah bin Mes'ûd (R. Anhüm) bunu işittikleri vakit: «Resûlullah, bize kendinizi öldürün dese, derhâl emrine itaat ederdik.»  dediler.

Resûl-ü Ekrem:

«Ümmetim içinde öyle kimseler vardır ki kalblerindeki îmân, en büyük dağlardan daha sabittir» buyurdu. [67]

 

67 (O zaman biz de kendilerine indimizden elbette pek bü­yük bir ecir verirdik (ki bu, Cennettir). [68]

 

68  Onları doğru yola   (ki Cennet yoludur)   hidâyet eder­dik.

Onlara gayb kapıları açılırdı. Peygamber Efendimiz:

«Bildiği ile amel eden bir kimseye, Hak Teâlâ, bilmediğini bil­dirir.» buyurmuşlardır. [69]                                         

 

69 (Kim Allah Teâlâ'ya ve Resulüne itaat ederse, onlar, AIlah-ü azîmüşşân'ın kendilerine in'am ettiği enbiyâ, sıddîklar, şehîdler, sâlihlerle beraberdirler. Bunların her biri ne gökçek arka­daş olur.) [70]

 

70 ( Bu fazl-u kerem  (ecir, hidâyet ve ni'mete erenlerle ar­kadaşlık) Allah Teâlâ'nmdır. Ona müstehak olanların kadrini Al­lah Teâlâ'nın bilmesi kâfidir.)

Rivayet edilir ki, Peygamber Efendimizin azâdh kölelerinden Sevbân 'R.A.), Cenâb-ı Peygamber'i çok sever, Ö'ndan bir an bile ayrı kalmaya tahammül edemezdi. Bir gün, yüzü kül gibi olduğu hâlde Resûl-ü Ekrem'e geldi.

Fahr-i Kâinat: «Hasta mısın?» diye sordu. . .   Sevbân: «Hayır, Yâ Resûlallah» dedj. «Hiçbir şeyim yok. Fakat

mübarek yüzünü göremediğim zamanlar derin bir ızdırâb duyuyo­rum, bir de ölümün mecburen beni Senden, ayıracağından korku­yorum. Cennet'e" girmem mukadderse, senin yerin; derecelerin en yükseği, Firdevs-i âlâ. Benim yerimse ma'îûm. Mübarek yüzünü görememekliğim ihtimâli var. Ya maazallah Cennet'e girenıezsem, o zaman Senden ebediyen ayrılmış olacağım.» Ayet-i Kerîme, bu münâsebetle nazil oldu. [71]

 

71 ( Ey imân edenler! Silâhınızı alnı, harbe hazır olun. Düş-İnanla savaşa bölük bölük veya toptan çıkın.) [72]

 

72 (İçinizde öylesi var ki( kendisini gazaya gidecek gibi gös­terir ve fakat) muhakkak ağır davranır. Şayet (hezimet gibi) ba­cınıza bir musibet gelirse der ki: «Allah Teâlâ, bana lütuf buyur­du.  (Muharebede) onlarla birlikte bulunmadım.)

Yoksa o musibete ben de uğramış olacaktım. Ayet-i Kerime, münafıklara hitâb etmektedir. [73]

 

73 (Eğer size Allah Teâlâ'dan (muzafferiyet ve ganimet gi­bi) bir fazıl erişirse (bu sefer de) sanki kendisiyle aranızda bir ül­fet olmamış gibi mutlak şöyle der: «Ne olurdu, ben de onlarla bir­likte olaydım da büyük bir murada  (ganimete)  ereydim.» ) [74]

 

74 (İmdi dünyâ hayâtını satıp, Âhireti seçen muhlisler Al­lah yolunda vuruşsunlar.)

Yâhûd dünyâyı, Âhir ete tercih eden münafıklar. Zîrâ:

Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya muzaffer olur­sa (her iki hâlde de) Biz, ona pek büyük bir ecir vereceğiz. [75]

 

75 (Size ne oluyor, ki Allah yolunda ve o zayıf, âciz erkek­lerle kadınlar ve çocuklar uğruna düşmanla savaşmıyorsunuz? )

Onlar ki: «Yâ Rabbi! Bizi bu ahâlîsi zâlim olan beldeden çı­kar (kurtar). İndinden bize bir velî ve yardımcı gönder!» diye duâ ediyorlar.

Ayet-i; kerimede zâlimler beldesi diye bahsolunan belde, Mek­ke'dir.

Müslümanlar içinde, fırsat bulanlar Mekke'den hicret etmiş, fakat zayıf ve âcizleri Medine'ye hicret etmek imkânını bulama­mışlardı. Bunlar Mekke müşrikleri tarafından her türlü ezâ ve tazyike mâruz kalmaktaydılar. Zulme, yalnız erkekler değil, ka­dınlar ve çocuklar da uğruyorlardı. Bunları zulümden ve işken­ceden kurtarmak için harbetmek, Allah yolunda harbetmek ge­rekti. Allah Teâlâ, bu biçâre Müslümanların dualarını kabul bu­yurmuş, Peygamberinin eliyle Mekke'nin fethini nasib ederek maz­lumları, zâlimlerin şerrinden kurtarmıştı. [76]

 

76 (Müminler Allah Teâlâ'nm yolunda, kâfir olanlar da Şey­tan yolunda savaşırlar. )                                                        

İmdi (Ey mü'minler) Şeytân'm dostları ve askerleri olan kâ firlerle savaşın, Şeytan'ın hilesi cidden zayıftır.

Onlardan korkmayın, îsnâd ettikleri şey çok çürüktür. [77]

 

77 (Cenkten) Ellerinizi çekin; namaz kılın, zekât verin de­nilen o kimselere bakmaz mısın? 3

Hicretten önce ashâb, kendilerine ezâ eden müşriklerle savaş­mak için Peygamber Efendimizden izin istemişlerdi. Efendimiz .(S.A.V), «Henüz savaşla emrolunmadım.» diye onları savaştan .men buyurmuştu.

Şimdi üzerlerine savaş farz kılınınca, içlerinden bir taife müşriklerden korkuyorlar. Allah Teâlâ'dan korkar gibi, belki daha ziyâde korkuyorlar.

«Ey Rabbimiz! Niçin üzerimize savaşı farz kıldın? Ne olur­du bizi mev'ûd ecelimize değin te'hîr etseydin» dediler.

De ki: Dünyâ menfaati azdır (ve çabuk sona erer). Âhiret ise, şirk ve mâ'siyetten sakınanlar için daha hayırlıdır. Ve (ecri­nizden) hurma çekirdeğinin ince ipliği kadar bile zulm olunmazsı [78]

 

78 (Nerede olursanız olun, yüksek ve metîn burçlarda, kale ve köşklerde olsanız bile, ölüm mutlaka size erişir).

Onlara (Yahudiler ve münafıklara bolluk ve ucuzluk gibi) bir iyilik ve güzellik erdi mi, bu Allah'dandir, derler. (Kıtlık gibi) bir musibet ve fenalık geldiği vakit de: «Bu, senin yüzündendir». (uğursuzluğundandır)  derler.

Rivayet edilir ki: «Resûl-ü Ekrem Medine'yi şereflendirdikleri vakit, şehirde bolluk ve ucuzluk olmuştu. Fakat da'vet-i nebeviy-ye üzerine, Yahudilerin inadı ve münafıkların nifakı zuhur ettiği sıralarda da kıtlık hüküm sürmeye başladı. Buna şehir nüfusu­nun artması bir sebeb olarak gösterilebilirse de, mahsulât eksik­liğine yağmurların azlığının âmil olmuş bulunması daha vâriddir.

Her Peygamberin gönderildiği memlekette bidâyeten böyle bir şiddet ve zaruretin yüz göstermiş bulunmasının âdet-i ilâhiyye ol­duğu beyân buyurulmuştur.

O zaman Yahudiler ve münafıklar: «Biz, böyle uğursuz adam görmedik. Mahsûllerimizde bereket kalmadı. Her şey kıtaldi ve pa-halılaştı» demeye başlamışlar, bolluğu ve ucuzluğu Allah Teâlâ'-ya, darlığı  da  Hazret-i  Peygambere  isnâd  etmişlerdi.

Nasıl ki, vaktiyle Hazret-i Musa'yı da yine böyle uğursuzluk­la itham etmişlerdi.

Bu Âyet-i Celüenin nüzul sebebi, bu olmuşsa da, şiyâkı bakı­mından harb halleriyle de ilgilidir. İyilik ve kötülük, bolluk ve darlık, sıhhat ve hastalık, hayât ve memattan başka zafer ve mağ­lûbiyet gibi harb neticelerine dahî şâmil bir surette irâd olun­muştur.                                                                     

De ki: (tyilik ve güzellik de, musibet ve fenalık da) hepsi Al­lah Teâlâ tarafmdandır. Böyle iken, o kavme ne oldu ki Kur'an-i Kerîmi anlamaya yanaşmıyorlar. [79]

 

79 (Ey insan!) Sana eren her ni'met ve iyilik Allah fazl-u keremindendir. Ne ki fenalık (beliyye ve musibet) eri­şirse o da kendinden (amelinden, işlediğin günâh yüzünden­dir.

Bir Hadis-i Şeritde:

«Bir kimsenin Cennete girmesi mahzâ Allah Teâlâ'nın rahme-' tiyledir» buyurdu. Denildi ki:

«Yâ Resûlallah, sen de öyle misin?». «Ben de O'nun rahmetiyle girerim.» buyurulmuştur.

Bu Âyet-i Kerîme «Hepsi AUah'dandır.» kavline aykırı değil­dir. İyilik de, fenalık da Allah Teâlâ'nın yarattığı şeylerdendir. Fa­kat birincisi Allah Teâlâ'nın lütuf ve ihsanı; ikincisi kulun ameli­nin bir mukabelesi ve intikamıdır.

Seni bütün insanlara Peygamber gönderdik. Risâlet ve doğ­ruluğuna Allah-ü azîmüşşân'm şehâdeti kâfidir. [80]

 

80 (Kim Allah Teâlâ'nın Peygamberine itaat ederse, Allah Teâlâ'ya itaat etmiş olur. Kim ki yüz çevirirse; bilsin ki Biz, seni onlar üzerine muhafız göndermedik. )

Senin vazifen, yalnız tebliğdir; hesâb ve ikaablarını Biz gö­rürüz. [81]

 

81  (Ne zaman bir şey emretsen, huzurunda    münafıklar)

«Başüstüne derler. Fakat yanından ayrıldıkları vakit, içlerinden bir güruh, geceleyin, dediğinin başka türlüsünü düşünür ve kurar­lar.

Allah Teâlâ da yaptıkları tezvirâtı kaydeder. İmdi, sen on­lardan yüz çevir. Allah Teâlâ'ya tevekkül et. Allah Teâlâ kafi bir Vekîl'dir. [82]

 

82 ( Hâlâ   onlar  Kur'ân'ı   gereği   gibi   düşünmiyecekler   mi? Şâyed  o, Allah  Teâlâ'dan  başkası  tarafından  olsaydı,  içinde  çok ihtilâf bulurlardı. )

Lâfızları birbirine mugayyir olurdu, ma'nâları birbirini tutmaz­dı. Ba'zısı fasîh, ba'zısmda rekâket bulunurdu. Ba'zısına muâraza güç ve ba'zısına kolay olurdu. [83]

 

83 (Münafıklar)   Ne  zaman  emniyet  veya     korku  haberi gelse, hemen ifşa ederler. Halbuki o haberi, Peygamber Aleyhis-selâm'a veya içlerinden emir sahihlerine verselerdi, bunu arayıp, duyarak yayanlar, elbette onlardan gerçeğini öğrenirlerdi.

Eğer üzerinizde Allah Teâlâ'nm fazıl ve rahmeti olmasaydı (mahz-ı kereminden Peygamber ve Kitab göndermeseydi) pek azı­nız müstesna, (küfür ve dalâlle) muhakkak Şeytan'a uyardınız. [84]

 

84 (Artık Allah yolunda cihâd et. Sen nefsinden başkâsiyle mükellef değilsin. Mü'minleri de cihâda teşvik et. Olur ki, Allah Teâlâ,  kâfirlerin savletini  defeder.  Allah-ü azîmüşşân,  satvet  ve saltanatta, tâzîb ve ukubette onlardan çok şiddetlidir.

Bu Âyet-i Kerîme, Bedr-i Suğra seferi hakkında nazil olmuş­tur. Bu sefer için cenge dâ'vet edilenlerden ba'zı kimseler çekinmiş­lerdi. Bunun üzerine Resûiüllah  (S.A.V.):

«Ben yalnız da kalsam yine giderim.» buyurmuşlardı. [85]

 

85 Kim güzel bir şefaatle şefaat eder (hayra tavassut ve delâlette bulunursa) o şefaat için ona bir sevâb payı vardır. Ve her kim kötü bir şefaatle şefaatte bulunursa, O'nun da ondan, ay­nı nisbette bir günâh payı vardır. Allah-ü azîmüşşân her şeye kaa-dîrdir, ve her şeyi lâyıkiyle gözetir.

îyiyi, iyiliğinden; kötüyü, kötülüğünden kadrine göre hisselendirir.

Bîr hayra sebeb olan, o hayrı işleyen gibidir. Bir kimseye ha­yır duada bulunmak da güzel şefaatler arasındadır. Bir Hadîsti Şerîfde:

«Bir Müslümana gıyabında edilen hayır dua müstecâb olur. buyurulmuştur. [86]

 

86 Size selâm verildiği vakit; O'na, O'nun selâmından daha güzeli ile veya misliyle mukabele edin. Allah Teâlâ, her şeyi mu­hasebe eder.

îslâmiyetten evvel Araplar, birbirleriyle «Hayyâkellâh» diye şelâmlaşırlardı. «Allah, ömürler versin» ma'nâsma gelen bu duâ, bizde hâlâ şayi' olan selâm şekillerinden biridir. Fakat tam bir dua sayılmaz. Zira, hayâtta maksûd olan, alelıtlak ömür uzunluğu değil, belki selâmet ve saadettir. Bu bakımdan, İslâmiyet! müte-akib, «Hayyâkellâh» terkedilmiş, yerine, «Dünyâda ve Âhirette her türlü selâmet üzerinize olsun» ma'nâsma gelen «Esselâmü aley-küm» kullanılmaya başlanmıştır. «Ve aleykümüsselâm» denilerek mukabele edilir. Daha güzeliyle, mukabele: «Ve aleykümüsselâm ve rahmetullah» veya «Ve aleykümüsselâm ve rahmetullahi ve be-rekâtüh» cümleleriyle olur.

Selâm, sünnet-i kifâye; selâmı reddetmek ise farz-ı kifâyedir.

Süfyân bin Uyeyne (R.A.): «Bu âyet yalnız selâmı değil, her iyilik edene iyilikle mukabele edilmesini de emreder. Sana iyilik edene sen de iyilik et. Yapamazsan, bari onun senasında bulun.» [87]

 

87 (O Allah Teâlâ, ki O'ndan gayri ilâh yoktur. O, şekk ve şübheden ârî olan Kıyamet Gününde sizi kabirlerinizden Mahşer'e toplayacaktır. Allah-ü azîmüşşân'dan gayri    sözünde ve va'dinde daha doğru olan kimdir? ) [88]

 

88 (Sizlere ne  oldu ki   münafıklar hakkında iki   fırkaya ayrıldınız?   (İslâm  ve  küfürleri  üzerinde  ittifak  edemediniz?)

Bu Âyet-i Kerîmenin nüzulüne sebeb olan münafıklar hakkın­da müfessirler ihtilâf etmişlerdir. Ba'zılarma göre, bunlar Uhud Gazasında geri dönenlerdir.

Ba'zılarma göre ise; îslâmiyeti kabul ederek bir müddet Medi­ne'de kaldıktan sonra irtidâd edenler hakkındadır ki, şehrin ha-vâsiyle imtizaç edemedikleri bahanesiyle Medine'den ayrılmışlar ve bilâhare müşriklere iltihâk etmişlerdi. Fakat irtidâdlarını giz­lemekteydiler. Hattâ, Cenâb-ı Peygamber'e imânlarını muhafaza ettiklerine dâir bir de mektub göndermişlerdi. Bu "sebeble, ashâb bunların îslâm ve küfürleri üzerinde tereddüd ve ihtilâfa düşmüş­lerdi. Âyet-i Celîle, bu tereddüdü izâle etmektedir. .

Allah Teâlâ, onları kötü amelleri yüzünden küfre döndür­dü. Allah Teâlâ'nın dalâlette bıraktığını siz mi irşâd etmek istiyor­sunuz? Hak celle ve âlâ, kimi dalâlette bırakırsa onun için hidâ­yete yol bulamazsın. [89]

 

89 (Onlar, kendileri gibi sizlerin de kâfir olup beraber ol­manızı isterler. O hâlde, Allah yolunda hicret edinceye kadar on­lardan dost edinmeyin. Şayet tevhîd ve hicretten yüz çevirirlerse onları bulduğunuz yerde tutun, öldürün ve (onlardan sakının) dostluklarını ve yardımlarını kabul etmeyin. ) [90]

 

90 Ancak sizinle (Eşlem ve Huzâaoğulları gibi) aralarında (kendilerine iltica edenlere taarruz edümiyeceğine dâir) mîsâk bulunan bir kavme iltica edenler. Yâhüd (Müdlicoğulları gibi) ne sizinle birlikte kendi kavimleri aleyhine ve ne kendi kavimleriyle birlikte sizin aleyhinize, savaşmayı çirkin görerek, size (anlaşma­ya) gelenler (tarafsız kalmak isteyenler) müstesna, (onlara do­kunmayın).

Allah Teâlâ, dileseydi onları üzerinize musallat kılar, sizin­le savaşırlardı. Şayet sizden uzak durur, savaşmazlar inkıyâd ederler veya müsâlemet teklifinde bulunurlarsa Allah Teâlâ, on­lara karşı size bir tecâvüz yolu bırakmamıştır. [91]

 

91 ( Diğer bir kavim de bulacaksınız ki hem sizden emîn ol­mak, hem de kavimlerinden emîn kalmak isterler.)

Rivayet edilir ki: Esed ve Gatafan oğullarından ba'zıları Me­dine'ye gelirler. Müslümanların emniyetini kazanmak, bir harb vukuunda canlarını, mallarını te'naîn etmek için imân ettiklerini söylerler; yerlerine gidince de küfür ederlerdi. Bu suretle, her iki tarafın husûmetinden uzak kalmak siyâsetini ta'kîb ederlerdi.

Bir  de  Nuaym  ibn-i Mes'udûl-Eşcaî,  nefsinden  emîn  kalmak için  Resül-ü Ekrem'le  müşrikler  arasında  söz  götürüp  getirirdi. Âyet-i Kerime'nin nüzul sebebi bunlardan biri olmuştur.

Ne zaman fitne ve şirke dâ'vet olunsalar derhâl ona döner­ler. Şayet, sizinle savaşmaktan çekinmez, size müsâlemet teklif et­mez, taarruzdan ellerini çekmezlerse; onları nerede bulursanız tu­tun, öldürün. Onlar hakkında işte size apaçık bir hüccet verdik. [92]

 

92 (Bir mü'minin, bir mü'mini nahak yere öldürmesi asla ca­iz değildir. Meğer ki yanlışlıkla öldürmüş olsun.)

Ebû CehÜ'in ana bir kardeşi    Ayyaş ibn-i Rebi'atelmahzûmî (R.A.)  Hicretten önce îslâmiyeti kabul eden ashâbtandı.  Akrabâsının şerrinden korkarak, yine hicretten evvel, Medine'ye göç et­mişti. Anası ayrılığına dayanamıyarak Ebû Cehil'e:

Ayyaş'ı bana getirmedikçe ne yer, ne içer, ve ne gölgeye girerim.» diye yemin etmişti. Bunun üzerine Ebû Cehil, Haris ibh-i Zeyd ibn-i Ebî Üneyse'yi yanına alarak Medine'ye gitti.            

Ayyaş'ı Utum denilen kale gibi sağlam yapılı bir köşkte buldu. Bir hayli dil döktü. «Muhammed, seni sıla-i rahme teşvik etmiyor mu? Gel, anana iyilik et. Ona acımaz mısın? Zarar yok, yine Dî­ninde kal, yalnız Mekke'ye gel, vallahi sana hiçbir zararımız do­kunmaz.» dedi. Ve Ayyaş'ı kandırdı.

Fakat Medine'den açıldıkları zaman iki arkadaş, Ayyaş'ı sım­sıkı bağladılar. Ve her biri yüzer sopa vurdu. Sonra eli kolu bağ­lı olduğu hâlde anasına getirdiler. Bu sefer de anası, kendisini Gü­neş'e bıraktı ve: «Vallahi, senin imân ettiğin Dînden dönmedikçe bağını çözdürtmem!»  diye yemîn etti.

Çaresiz kalan Ayyaş nihayet anasının isteğine muvafakat et­miş göründü.  Serbest bıraktılar.

Bir gün Haris:

Yâ Ayyaş! îmân ettiğin Muhammed'in Dîni hak idiyse, ni­çin bu Hak Dîni terkettin? Şayet bâtıl idiyse, neden bu bâtıl Dîne girdin?» dedi.

Ayyaş hiddetlendi:

Haris, eğer tenhâ bir yerde bulursam, seni Allah için öl­dürmek boynuma borç olsun!» dedi.

Sonra yine fırsatını bularak Medine'ye hicret etti.

Aradan zaman geçti. Haris de Medine'ye gelerek Müslüman­lığı kabul etti. Fakat Ayyaş, o şurada Medine'de değildi. Hâris'in Müslüman olduğunu henüz öğrenmemişti. Küba'da kendisine ras-geliverince -tek söz bile söylemeye fırsat vermeden- hemen öl­dürdü.

Ashâb: «Sen ne yaptın Ayyaş? Bir Müslümam nahak yere kat­lettin!» dediler.

Bunun üzerine Ayyaş pişmanlık duydu. Huzûr-u Nebevî'de yeminini ve Hâris'in Müslüman olduğundan habersiz bulunduğu­nu anlattı. Ve afvını rica etti.

Âyet-i Kerîmenin, bu hâdise üzerine nazil olduğu rivayet edilir

Kim bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse, mü'min bir köle ve yâ câriye azâd etmesi ve maktulün mirasçılarına teslim edilecek bir diyet vermesi lâzımdır. Meğer ki onlar, o diyeti bağışlamış ol şunlar.

Eğer maktul mü'min olmakla beraber, size düşman olan bir kavimdense, o zaman kaatilin keffâreti ancak bir kul azadıdır. (Di­yet lâzım gelmez.)

Şayet, yanlışlıkla öldürülen kendileriyle aranızda bir anlaş­ma olan bir kavimdense, yine İslâm arasında olduğu gibi, kul aza­dı ve diyet lâzım gelir.

Bunlara gücü yetmiyenin, birbiri ardınca iki ay orue tut­ması îcâb eder. İşbu hüküm, Allah Teâlâ tarafından tevbenin ka­bulü içindir. Allah-ü azîmüşşân her şeyi bilir, hüküm ve hikmet sahibidir. [93]

 

93 (Kim bir mü'mini kasden Öldürürse cezası, orada ebedi­yen kalmak üzere, Cehennem'dir. Allah-ü azîmüşşân O'na gazâb ve lâ'net eder ve onun için pek büyük bir azâb hazırlar. )

Bu Âyet-i Kerîmenin nüzulüne sebeb:1 Mıkyes ibn-i Dabâbe adlı bir mürted olmuştur.

Mıkyes ibn-i Dabâbetelkinâi ve kardeşi Hişam Müslüman ol­muşlardı. Mıkyes, bir gün Hişam'ı Benî Neccâr kabilesinin arasın­da ölü olarak buldu. Hâdiseyi gelip Resûl-ü Ekrem'e anlattı. Pey­gamber Efendimiz, ashâb-ı Bedir'den ibn-i Fihrî ile birlikte ikisini Beni Neccâr'a gönderdi. Kaatili biliyorlarsa kısas için Mıkyes'e tes­lim etmelerini, biliniyorlarsa diyetini vermelerini emretti.

Benî Neccâr: «Allah'ın Resulüne senVan ve tâaten, kaatüi bil­miyoruz, fakat diyeti verelim.» dediler. Ve topladıkları yüz deveyi Mıkyes'e teslim ettiler.

İki arkadaş Medine'ye dönerlerken şeytan yolda Mıkyes'e ves­vese verdi: «Kardeşinin diyetini kabul edeceksin de kendine baş kakmacağı yapacaksın öyle mi? Yanmdakini öld:'ir. Cana can ol­sun. Diyet de kâr kalsın.» dedi.

Ve İbn-i Fihrî'nin gaafil bir zamanını yakaladı. Bir kaya par-çasiyle başını parçalıyarak öldürdü. Sonra devolerden birine bin­di. Ve diğerlerini sürerek Mekke'ye yollandı. Yolda şöyle söyleni­yordu:

«Onun yerine Fihrî'yi katlettim. Ve diyetini Neccâr oğullarına yüklettim. Gel keyfim gel. İlk evvel putlara dönen de ben oldum.»

Âyet-i Kertme bu vak'a üzerine nazil oldu.

Mıkyes, Mekke'nin fethine kadar yaşadı. Mekke fethedildiği gün Resûlullah, Hazret-i Hamza'nın kaatili Vahşi'ye kadar hemen bütün Kureyşlileri afv buyurduğu hâlde Mıkyes'i afvetmedi. Mür­ted kaatll o gün, Kâ'be'nin örtüsüne yapışmış olduğu hâlde aman verilmeyerek katledildi. [94]

 

94 (Ey îmân edenler! Allah yolunda (cihâd için) sefer etti­ğiniz zaman (mü'mini, kâfirden ayırdetmek hususunda) vuzuh arayın  (çok dikkatli davranın, acele etmeyin.) 

Size İslâmca selâm verene: «Sen mü'min değilsin.» demeyin. Bununla dünyâ hayâtının menfaatini (mal ve ganimetini) arıyor­sunuz. Halbuki Allah Teâlâ'nm katında nice nice ganimetler var.

Ki sizi mal için bir mü'mini öldürmekten müstağni kılmalıdır. Bu ganimetleri dikkat ve ihtiyatla hareket ederek vuzuh ariyanlar, ve bu kabîl katillere tenezzül etmiyenler alır.

Siz de evvelce onlar gibiydiniz. (Kelime-i şehâdet izhâr ve ilân ederek malınızı ve hayâtınızı muhafaza etmiştiniz.) Allah Te­âlâ, Dînde istikâmet ve sebat verdi (de necat buldunuz.) O hâlde, işin vuzuh peyda etmesini bekleyin (acele etmeyin). Şübhesiz Al­lah Teâlâ, sizin bütün yaptıklarınızdan haberdârdır.

Fedek ahâlîsinden Mirdas bin Nehiyk tek başına Müslüman olmuştu. Fedek'te ondan başka Müslüman yoktu. Bir gün, Gaalib ibn-i Fadâle kumandasında bir seriyye buraya gitmişti. Bunu ha­ber alan bütün Fedek'liler kaçtı. Yalnız Mirdas, Müslümanlığına i'timâd ederek kaldı. Vaktâ ki seriyyenin atları göründü. Mirdas, koyunlarını dağın bir kenarına çekti. Ve seriyyeyi «La ilahe illal­lah Muhammedün resûlüllah.. Esselâmü aleyküm» diyerek karşı­ladı. Fakat Üsâme ibn-i Zeyd, şebâdetine i'timâd etmiyerek Mir-das'ı Öldürdü. Ve koyunlarını alarak Medine'ye getirdi. Resûlül-lah'a haber verdiler. Üsâme'yi şiddetle azarladı: «Siz, O'nu malı­na göz dikerek öldürdünüz.» buyurdu. Sonra bu Âyeto Kerîmeyi okudu:

Üsâme: «Yâ Resülallah! Onun şehâdet getirmesi Ölüm korku-sundandı» diyerek kendisini müdâfaa etmek istedi.

Resûl-ü  Ekrem:   «Sen,  O'nun  kalbini  mi  yardın  ki,  sözlerini ölüm   korkusiyle   söyleyip   söylemediğini   biliyorsun?»   buyurdu.

Sunun üzerine Üsâme: «Yâ Resülallah! Benim için istiğfar et!» diye ricaetti.

Resûl-ü Ekrem: «Lâ ilahe illallah, demişken nasıl olur?» diye

Üsâme'ye de'faatle itâbetti.

Üsâme demiştir ki: «Bunu mütemadiyen tekrar etti, o derece­ye geldi ki, keşke evvelce Müslüman olmamış olsaydım da, bugün olsaydım, diye temenni ettim. Sonra hakkımda istiğfar eyledi. Ve bir kul azâd et diye emir buyurdu.»

Âyet-i Kerîmenin bu münâsebetle nâzü olduğu rivayet edilir. [95]

 

95 (Mü'minlerden bir özrü olmaksızın oturanlar, Allah Teâ-îâ yolunda mal v&_ canlariyle cihadedenlerle beraber olamazlar.)

Mal ve canlariyle cihâd edenleri, Hak celle ve alâ özürleri yüzünden oturanlar üzerine bir derece üstün kıldı. Gerçi Hak cel­le ve alâ, ikisine de Cennet'i va'detmiştir. Fakat, cihâd edenlere oturanların üstünde pek büyük bir ecir ihsan buyurmuştur. [96]

 

96 (Kendi  katından  yüksek  dereceler,  mağfiret  ve  rahmet (vermiştir.)   Allah-ü âzlmüşşân Gafur ve Rahîm'dir.) [97]

 

97 (Mekke ahâlîsinden)   o kimselere ki   (hicret vâcib iken hicret etmeyip Mekke'de müşriklere muvafakat etmek suretiyle) nefislerine zulmetmektelerken, ruhlarını kabzettikleri zaman, Me­lekler:  «Ne hâldeydiniz,»   (mü'minlerden mi, yoksa    müşriklerden . miydiniz?)   diyecekler.     Onlar  cevâb  verecek:   «Biz     yeryüzünde (Mekke'de)   zayıf  ve  zebûn  insanlardık.»   Tekrar,  Melekler: «Al­lah Teâlâ'nm arzı geniş değil miydi?  (Muhacirin Medine ve Habe­şistan'a hicret ettikleri gibi)  siz de bir yere hicret edeydiniz.» di­yecekler. İşte bunlar, yurtları Cehennem olanlardır. Cehennem ise ne kötü uğraktır. [98]

 

98 (Ancak erkekler, kadınlar ve çocuklardan gerçekten za'f ve acz içinde olanların yerleri Cehennem değildir. Ki onlar hic­ret için hiçbir çâreye muktedir değillerdir. Gidecek yolları da bil­mezler.) [99]

 

99 (Allah  Teâlâ'nın  onları,  lütuf  ve  keremiyle  afv  buyur­ması mesuldür.  Allah-ü  azîmüşşân  çok  afvedici  ve  yarlıgayıcıdır. ) [100]

 

100 (Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek çok yer ve genişlik bulur.)

Ve her kim Allah Teâlâ ve Resulüne hicret kasdiyle evinden çıkar da, sonra kendisine (yerine varmadan) ölüm erişirse, ecri indallah sabit olur. Allah-ü azîmüşşân Gafur ve Rahîm'dir.

Rivayet edilir ki: Bundan önceki üç Âyet-i Kerime nazil olunca,  Resûl-ü  Ekrem  bunları  Mekke  Müslümanlarma  göndermişti. Cenda  Cyâhûd Cündüb)   bin Damre   (R.A.), Âyet-i Kerimeyi işitti­ği vakit oğullarına:

«Vallahi, ben istisna edilen sınıftan değilim. Ne hicret için çâ­re bulamıyan, ne de yolları bilmiyen bir adamım. Bu gece Mekke'­de yatmam.» demişti. Halbuki hasta ve pek ihtiyar bir zâttı.

Oğulları kendisini ve yatağını bir deveye yükliyerek yola çı­kardılar. Ten'ıym denilen mevkie geldiği vakit, vefat edeceğini hissederek sağ elini, sol elinin üzerine koymuş:

«Allah'ım! Bu senin, bu da Resulünün. Resulün sana ne ile be-yat ettiyse, ben de Öyle beyat ediyorum.» demiş ve ruhunu teslîm etmişti.

Haberi ashâb duydukları zaman:

«Medine'de vefat etseydi, ecri çok olurdu.» demişlerdi. Âyet-i Kerîme, bunun üzerine nazil olmuştur. [101]

 

101 (Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman kâfirlerin size bir fenalık yapacağından korkarsanız, namazı kısaltmanızda (öğle, ikindi ve yatsı namazlarını ikişer rek'at kılmanızda) üzerinize bir vebal yoktur. Kâfirler sizin apaçık düşmanlarınızdır. )

Yolculukda namazı kısaltarak, dört rek'atlı farzları ikişer kıl­mak bilittifâk caizdir. Ancak, kısaltmayıp, tamam kılmanın caiz olup olmaması ihtilaflıdır.

Ekseri ulemâya göre; kısaltmak vâcibdir. îmâm Mâlik ile Ha-nefîlerin mezhebi budur. Şâfiîlere göre; yolda namazları tam rek'­atlı kılmak caizdir. Yalnız, kısaltmak efdaldir.

Sefer mesafesi dahî ihtilaflıdır. Ba'zılarma göre; gidilecek yer uzak olsun, yakın olsun, namazı kısa kılmak caizdir. Bu kavi Hz. Enes (R.A.)'den rivayet olunmuştur. Fukahâ'nın umûmu yakın mesafede kısa kılmanm caiz olmadığını söylemişlerdir. Kısa kıl­mak caiz olan mesafe Evzaî'ye göre; bir günlük yoldur. İbn-i Ömer'­le ibn-i Abbas (R.A.)'a göre onaltı fersahdır, ki imâm Mâlik'le îmâm Ahmed'in mezhebleri budur. Şafiî'ye göre, iki günlük; Hanefilerle Sevrî'y göre üç günlük mesafedir. [102]

 

102 (Onların içlerinde olup da namaz kıldırdığın zaman ton­ları ikiye ayır) bir kısmı seninle beraber namaza dursun (bîr kısmı da düşman karşısında bulunsun) silâhlarını da yanlarına al­sınlar. Bir rek'at namaz kıldıktan sonra düşman karşısına gitsin­ler (namazda durur gibi dursunlar, sizi gözetsinler) müteakiben namaz kılmamış olan kısmı gelsin (ikinci rek'ati) seninle kılsın, Âletlerini ve silâhlarını da alsınlar. (Silâhlı olarak bir rek'at kıl­sınlar. Sonra yine bu suretle münâvebe ederek namazı tamamla­sınlar). Kâfirler, sizin silâh ve eşyanızdan gaflet etmenizi isterler, ki birdenbire üzerinize baskın yapsınlar.)

Korku Namazının nasıl kılınacağı hakkında muhtelif rivayet­ler vardır:

Hanefîlere göre; asker iki fırkaya ayrılıp, biri İmâmla birlikte namaza durur, silâhlarını da yanlarına alırlar. Ötekiler, düşma­nın karşısında nöbet beklerler. Namazda olanlar, îmâmla bir rek'­at kılınca, namazlarım -bozmadan düşman karşısına giderler. Bu -sefer ötekiler gelip, İmâmla bir rek'at kılarlar. Teşehhüd'ü oku­duklarında İmâm selâm verir. Onlar, selâm vermeden düşman karşısına giderler. Ötekiler gelip, ikinci rek'ati Teşehhüdle kılar ve selâm verirler. Aynı şekilde, ötekiler de gelip bir rek'at kılar ve selâm "verirler.

Şayet yağmurdan müteezzi, yâhûd hasta olursanız, silâhla­rınızı bırakmanızda beis yoktur. Fakat son derece ihtiyatlı bulu­nun.   (Düşmandan korunun.)

[ Muhakkak ki Allah Teâlâ, kâfirlere rüsvây edici bir azâb hazırlam'iştır.

Kelbî'nin Ebû Salih'ten rivayetine göre: Resûl-ü Ekrem, Benî Enmâr'a harb için gazaya çıkmıştı. Bir yerde konakladılar. Düş­mandan hiçbir kimse göremedikleri için ashâb silâhlarını bırak­tılar. Resûl-ü Ekrem de silâhlarını çıkarmıştı. Bir 'ara defi hacet için kafileden uzaklaştı ve dereyi geçti. Hava bulutlu idi. Yağmur serpeliyordu. Derken, dere, birdenbire taştı. Resûlüllah ile ashâb arasında bir hâil oldu. Resûl-ü Ekrem de bir ağacın altına oturdu.

Gavres bin El-Hâris-il-Muhâribî, Resûl-ü Ekrem'i yalnız görün­ce yalınkılıç üzerine yürüdü: «Seni, katletmezsem Allah beni kat-, letsin.» dedi. Baş ucuna dikildi. Ve: «Şimdi seni, benden kim kur­tarır, yâ Muhammed!» diye haykırdı.

Resûl-ü Ekrem:

«Allah azze ve-celle» buyurdu. Sonra: «Yâ Rabbî, beni bu kâ­firden halâs buyur.» diye duâ etti.

Bu sırada Gavres, kılıcım kaldırıp Resûlüllah'ı vurmak istedi. Fakat iki küreğinin arasına şiddetli bir sancı saplanarak yüzüko­yun yere yuvarlandı ve kılıcı elinden düştü.

Efendimiz, yerden hemen Gavres'in kılıcını aldı ve:  «Ey- Gavres! Beni, şerrinden Allah Teâlâ kurtardı ama, benim elimden şim­di seni kim kurtarır?» buyurdu.                                                    

Gavres: «Hiç kimse!» diye cevâb verdi.

Sallallahü aleyhi ve sellem: «Allah Teâlâ'nın birliğine ve be­nim Peygamberliğime şehâdet edersen kılıcını sana veririm.» bu­yurdu,                                                                                             

Gavres: «Hayır! Fakat ilelebet seninle dövüşmiyeceğime, ve aleyhinde hiçbir düşmana yardım etmiyeceğime söz veririm.» diye cevâb verdi.

Efendimiz de kılıcım ona iade etti. Gavres:

«Vallahi sen benden çok hayırlısın!» dedi.

Resûl-ü Ekrem:  «Ben, ona senden çok lâyıkım!»  buyurdu.

Sonra Gavres dönüp arkadaşlarının yanına gitti.

«Sana ne oldu ki Muhammedi öldürmedin?» dediler.

Macerasını anlattı. Bunun üzerine ba'zıları îmân ettiler. Re­sûl-ü Ekrem de daha bir müddet suyun çekilmesini bekledikten sonra ashabının yanma döndü. Hâdiseyi hikâye' etti. Ve Ve Iâ cünâha aleyküm.» Âyet-i Celüesini tilâvet buyurdu.

işte «İhtiyatlı bulunun» emri, böyle ansızın bir baskına uğra­maktan . korunmak içindir. [103]

 

103 (Artık,   namazı   kıldığınız   (bitirdiğiniz)   zaman   ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzereyken hep Allah Teâlâ'yı anın.)

Yani ayakta düşmana kılıç sallarken, oturduğunuz yerde ok atarken ve yammz üzere yaralı yatarken; Allah Teâlâ'yı teşbih, tah-mîd, ve temcîdle zikredin.

[Sükûn ve emniyet bulduğunuz zaman ise namazı erkânını tâ­dil ve rek'atmı tamamlıyarak edâ edin. Zîrâ namaz, mü'minler üze­rine muayyen vakitlerde yazılı bir farzdır. [104]

 

104  (Düşmanınız olan kavmi tâkîb  etmekte zaaf göstermeyiniz.)

Âyet-i Kerîme, Ebû Süfyan Uhud'da ric'at ettiği vakit, takibi­ne gönderilen ba'zı ashabın yaralarından şikâyet etmesi üzerine nazil olmuştur.

Siz (yaralarınızdan) acı duyuyorsanız, onlar da şübhesiz si­zin duyduğunuz gibi (yaralarından) acı duyuyorlar. Halbuki siz Allah Teâlâ'dan onların umamıyacakları şeyleri umuyorsunuz. Al-lah-ü azîmüşşân, yaptıklarınıza Alîm, emir ve nehyinde Hakîm'dir. [105]

 

105 ( Biz, sana Kur'ân'i  (Hak Teâlâ'nm sana vahyettiği veç­hile insanlar arasında hükmetnıekliğin için)   hak olarak inzal et­tik. Hâinler lehine hasîm olma.   (Müdâfaada bulunma).

Beni Zafer'den Tu'me bin Übeyrik, komşusu Katâde bin Nu'-man'ın bir zırhım çalmıştı. Onu bir un dağarcığının içine koymuş, Zeyd bin Semin adında bir Yahûdinin evine saklamıştı. Dağarcık delikti. Yolda un izleri görünüyor ve bu izler, Tu'me'nin evinden O'na yataklık edenin evine kadar gidiyordu. Tu'me, zırhı çalmadı-, ğma yemin etti. Halbuki iz, mes'eleyi açıkladığı gibi, Yahudi' de Tu'me'nin aleyhine şehâdet etmekteydi. Bu, Benî Zafer'in ağrına gitti. Tu'me'nin lehine şâhidlik ettikleri gibi, Resûl-ü Ekrem'den de berâetini istediler. Efendimiz, bu ısrar karşısında biraz temayül eder gibi oldu. Bunun üzerine, bu Âyet-i Celüe nazil oldu. [106]

 

106  (Hak Teâlâ'dan mağfiret iste. Allah Teâlâ (O'ndan mağ­firet dileyene)  Gafur ve Rahîm'dir.) [107]

 

107  (Nefislerine   hıyanet   edenlerden   taraf   mücâdele   etme. Allah-ü azîmüşşân, hıyanette  ısrar edip günâh  yüklenenleri sev­mez. ) [108]

 

108 (Halktan   (haya edip)   gizlerler de Allah Teâlâ'dan giz­lemezler. Halbuki Allah Teâlâ'nm hoşlanmıyacağı tezvirleri gece­leyin terfcîb ederlerken   (O)   berâberlerindedir,  Allah-ü azîmüşşân, bütün yaptıklarını ilmi ile kuşatır. )

Tu'me Müslümandı. Hırsızlık etmemiş olduğuna nasılsa ye-mîn etmişti? Benî Zafer, aralarında konuşmuş, Resûl-ü Ekrem, Tu'­me'nin yeminine inanır, fakat, Yahûdinin (küfrü yüzünden) sözü­ne ve yeminine  iltifat etmez,  demişlerdi. [109]

 

109 (Ey  Zafer  oğulları!)   Siz   öyle   kimselersiniz  ki   dünyâ hayâtı uğruna hâinler için mücâdele ettiniz. Ama Kıyamet Günü (azâb olunurken)  kim onlar lehine Allah Teâlâ ile mücâdele ede­bilecek? Veya kim onları, Allah Teâlâ'nm azabından himaye ede­cek? ) [110]

 

110 (Kim ki bir kötülük yapar veya nefsine zulmeder de Al­lah Teâlâ'dan mağfiret dilerse, Allah-ü azîmüşşân'ı Gafur ve Ra­him bulur.) [111]

 

111 (Kim  bir  günâh kazanırsa,  onu  ancak kendi  aleyhine kazanmış olur, Allah-ü azîm üş şan Alîm ve Hakîm'dir.) [112]

 

112 (Kim bir kabahat (küçük günâh) veya bir günâh kaza­nır da sonra onu bir günahsıza isnâd ederse muhakkak ki, bir büh­tan ve apaçık bir günâh daha yüklenmiş olur. ) [113]

 

113 (Allah Teâlâ'nm senin üzerinde fadl-ü rahmeti olma­saydı, onlardan bir taife, seni bile doğru bir hükümde şaşırtmayı kurmuştu. Halbuki onlar, ancak nefislerini şaşırtırlar. Sana bir za­rar da yapamazlar. (Nasıl yapabilirler ki) Allah Teâlâ, Kitab'ı ve hikmeti inzal etti. Ve sana bilmediklerini öğretti. Allah-ü azîmüş-' şân'ın, senin üzerindeki fazlı pek büyüktür.) [114]

 

114 (Onların  fısıldaşmalarmm  çoğunda  hayır  yoktur.  Meğer ki sadaka vermeyi, bir iyilik etmeyi veya insanlar arasını düzelt­meyi emredenlerinki olsun. )

Peygamber   (S.A.V.)  Efendimiz buyurdular:

«Size oruç, sadaka ve nafile namazdan efdal olan bir ameli ha­ber vereyim mi?

Ashâb:  «Evet, yâ Resûlallah!» dediler.

Efendimiz (S.A.V.): «İki kişi arasındaki husûmeti gidermek, aralarını düzeltmektir.» buyurdular.

Kim Hak Teâlâ'nm rızâsını istiyerek bunu yaparsa (Âhiret-te) Biz, O'na pek büyük bir ecir vereceğiz. [115]

 

115 (Bir kimse ki, O'na doğru yol zahir olduktan sonra Re-sûlüllah sallâllahü aleyhi ve selleme muhalefet  eder,   (i'tikâd ve amelde)  mü'minlerin yolundan geriye tâbi' olursa; Biz, O'nu dön­düğü tarafa çeviririz. Cehennem'e atarız. Cehennem ise, ne fena karargâhtır.)

Bu Âyet-i Kerime, Talhâ bin Übeynk hakkında nazil olmuş­tur. Hırsızlığı sabit olduktan sonra elinin kesileceğinden korkarak Mekke'ye  kaçmış,  irtidâd etmişti. [116]

 

116 (Allah Teâlâ, kendisine eş tutulmasını mağfiret etmez. Ondan gayrisini, dilediği kimse için mağfiret buyurur.)

îbn-i Abbas (R.A.)'dan rivayet, edildiğine göre: Efendimize ih­tiyar bir A'râbî gelip dedi ki:

«Yâ Resûlallah! Ben günâha boğulmuş bir ihtiyarım. Fakat Allah /Teâlâ'yı bilip îmân getirdiğimden  beri O'na hiçbir şeyi eş tutmadım. Ondan gayri kimseyi dost edinmedim ve bir mâ'siyet işlemedim. Bir an bile Allah Teâlâ'dan kaçmayı ve kurtulmayı dü­şünmedim. Şimdi günâhlarıma nadim ve tevbekâr olarak huzuru­na gelmiş bulunuyorum. Allah indinde benim hâlim nice olur?»

Âyet-i Kerîme, bu soru üzerine nazil olmuştur.

Kim Allah Teâlâ'ya şirk koşarsa, muhakkak doğru yoldan uzak bir dalâle sapmıştır. [117]

 

117 (Mekkelilerin) Allah Teâlâ'dan gayriye ibâdetleri an­cak dişi putlardır. (Lât, Menât, Uzzâ gibi). Böylece onlar, ancak çok inâdçı "bir Şeytan'a tapmış olurlar.

Müşrikler, putlarını dişi sayarlardı. Bu sebeble, onlara hep di­şi adlar koymuşlardı. Meleklerin de dişi olduğuna inanırlardı. [118]

 

118 (Ki Allah Teâîâ, onu rahmetinden tardetti. O da şöyle dedi: Celâlin hakkı, için kullarından muayyen bir nasîb edinece­ğim. ) [119]

 

119 (Ve onları idlâl edeceğim. (Muhakkak doğru yoldan saptıracağım ve hayât uzundur, Kıyamet yoktur gibi) mutlaka olamayacak kuruntulara boğacağım. Ve onlara emredeceğim: Hay­vanlarının kulaklarını yaracaklar.

Putlara adanacak hayvanların kulaklarım kesmek müşrikle­rin pek revaçta olan âdetlerindendi.

E Ve yine onlara emredeceğim: Allah Teâlâ'nm yarattığını bo­zacaklar.

Çocukların başında putlar nâmına bir tutam saç bırakmak, vücûda döğme yapmak, insanları hadım, hayvanları iğdiş etmek, gayr-i tabiî cinsi münâsebette bulunmak, birtakım mahlûkatı ma1-bûd edinmek; helâli, haram; haramı, helâl saymak, iyiye kötü, kö­tüye iyi demek, hayır yerine şer işlemek, velhâsıl İslâm Dîninin emrettiği şeyleri bozmak gibi.

Kim Allah Teâlâ'yı bırakıp da Şeytan'a İtaat eder, O'nu dost edinirse muhakkak apaçık ziyana uğramıştır. [120]

 

120 (Şeytan)  onlara  (ömür uzunluğu ve özenilecek şeyler) va'deder. (Âhireti unutturur ve kâh fakirlikle korkutur. Allah yo­lunda infâkı ve süa-i rahmi terkettirir.) 

Olmayacak emellere, ümitlere düşürür. (Dirilmek, Cennet, Cehennem yoktur, diye emniyet verir).

Ve fakat Şeytan'ın bütün va'dettikleri gururdan başka bir şey değildir.

Gurur. İnsanın boş, bâtıl şeylere i'timâd ederek aldanmasıdır. Şeytan'ın bütün va'dleri gururdan başka bir şey ifâde etmez. [121]

 

121 (îşte  onların  varacakları  yer Cehennem'dir. Oradan .(kurtulmak için) kaçacak bir yer de bulamıyacaklardır. [122]

 

122 (îmân edip de sâlih ameller işliyenleri ise (ebediyen çık­mamak üzere) altından nehirler akan Cennetlere koyacağız. Al­lah Teâlâ'mn dosdoğru va'didir bu. Allah-ü azîmüşşân'dan daha doğru sözlü kim olabilir?) [123]

 

123 (Ey Müslümanlar! Allah Teâlâ'nın va'dettiği sevaba) ne sizin boş arzularınız, ne de Kitab ehlinin kuruntulariyle erişil­mez,  (Belki îmân ve salih amelle erişilir). 3

Rivayet edildiğine göre: Müslümanlarla Kitab ehli birbirlerine övünmüşler. Her biri kendilerinin Allah indinde daha üstün oldu­ğunu iddia etmişler.

Kitab ehli:

«Bizim Peygamberimiz, sizin Peygamberinizden evvel, Kitabı­mız da sizin Kitabınızdan evveldir. Ve biz, İbrahim Aleyhisselâm'ın Dînindeyiz. Binâenaleyh, sizden üstünüz. Cennet'e de bizlerden başkası giremez.» demişler.

Buna karşılık Müslümanlar:

«Hayır, bizim Peygamberimiz, Peygamberlerin sonuncusudur. Hâtem'ül Enbiyâdır. Kitabımız da sizin Kitablarmızdan sonradır ve onlara hâkimdir. Cennet'e biz, sizden lâyıkız. Yalnız bizim dî­nimizde olanlar Cennet'e girebilir.» diye cevâb vermişler.

Âyet:i Kerime, bunu reddetmekte, Allah Teâlâ'nın va'dettiği ecre ancak imân ve sâlih amelle erişilebileceği beyân buyurul-maktadır.

Kim bir kötülük yaparsa onunla cezalanır. Ve O, kendisine Allah Teâlâ'dan gayri ne bir dost ne bir yardımcı bulamaz. [124]

 

124 (Erkek veya kadın kim mü'min olarak sâlih amellerden bir şey işlerse, işte  onlar Cennet'e  girerler.  Hurma  çekirdeğinin yivi kadar bile gadre uğratılmazlar. ) [125]

 

125 (Kimdir o kimseden daha güzel dinli, ki iyilik eder olduğu hâlde, tam bir ihlâsnle kendini Allah Teâlâ'ya teslim etmiş ve Allah Teâlâ'yı bir tanıyan İbrahim'in dînine tâbi olmuştur. Allah-ü azîmüşşân, İbrahim Aleyhisselâm'ı dost edinmiştir.) [126]

 

126 (Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah Teâlâ'nmdır. Allah-ü azîmüşşân'm ilmi ve kudreti her şeyi kaplamıştır. ) [127]

 

127 (Senden kadınlar hakkında fetva istiyorlar. De ki: On­lar hakkındaki fetvayı size Allah Teâlâ veriyor. Yazılmış hakları olan mîrâsı kendilerine vermediğiniz ve nikâhlamayı da isteme­diğiniz öksüz kızlar, küçük çocuklarla yetimlere karşı hakkaniyeti bırakmamanız hakkında işte Kitabda okunup duran Âyetler! Ha­yırdan daha ne yaparsanız, şübhe yok ki Allah-ü azîmüşşân, onu, da bilir.) [128]

 

128 (Şayet bir kadın kocasının ezâ, cefâ ve yatağını terketmek gibi serkeşliğinden veya herhangi bir sebebîe kendisinden yüz çe­virmesinden endişe ederse, aralarında barışıp uyuşmalarında iki­sine de vebal yoktur. Sulh (ayrılık ve husûmetten) hayırlıdır. Ne­fislerde nekeslik meyli vardır. Eğer güzel geçinir, serkeşlik, yüz çevirmek ve haksızlık etmekten sakınırsanız; muhakkak Allah-ü azîmüşşân, her ne yaparsanız haberdardır.) [129]

 

129 (Kadınlarınız arasında adaleti gözetmeye ne kadar ceh-detseniz, muktedir olamazsınız. Bari birine büsbütün meyledip, di­ğerini ne dul ve ne kocalı gibi, askıda bırakmayın! Eğer uzaklaşır ve bundan sonra haksızlıktan sakınırsanız, şübhe yok ki Allah-ü azîmüşşân, geçen hatâlarınıza mağfiret ve hâlinize merhamet edi­cidir.) [130]

 

130 (Karı-koca birbirlerinden ayrılırlarsa, Allah Teâlâ, lutf-u kereminden her birini, diğerinden müstağni kılar. Şübhesiz Al­lah-ü azîmüşşân, fazıl ve rahmeti geniş, emir ve nehyinde hakime­dir.)

Kadına da, erkeğe de hâllerine uygun bir eş verir. [131]

 

131 (Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah Teâlâ'nındır. Celâlim hakkı için sizden önce Kitab verilenlere de, size de «Al­lah Teâlâ'dan korkun (şirk ve küfürden sakının)» diye emrettik.)

Eğer kâfir olursanız göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah Teâlâ'nındır. (O, sizin küfür ve isyanınızla mutazarrır olmaz. Şü­kür ve takvanızla faydalanmadığı gibi, Belki takva ve tâatle em­retmesi size rahmet etsin içindir, yoksa ona ihtiyacı olduğu için değil). Allah-ü azîmüşşân, her şeyden müstağnidir. Ve hamd-ü se­na da O'na lâyıktır. [132]

 

132 (Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah Teâlâ'mndır. (Güvenilecek) bir vekîl olarak da Allah-ü azîmüşşân yeter. ) [133]

 

133 (Ey insanlar, dilerse sizi giderir, diğerlerini getirir. Al­lah-ü azîmüşşân buna da hakkiyle kaadirdir.) [134]

 

134 (Kim dünyâ sevabı isterse bilsin, ki dünyâ    sevabı da, Âhiret sevabı da Allah Teâlâ'nın yanındadır. Allah-ü azîmüşşân, onların  sözlerini  işitici,  yaptıklarını  ve  niyyetlerini  görücüdür.)

Sâdece dünyâ mükâfatına göz dikmek akıllıca bir hareket de­ğildir. Dünyâ mükâfatını da verecek başkası değil, yine Allah Te-âlâ'dır. Bu i'tibârla bir de Âhiret mükâfatının varlığını düşünerek Cenâb-ı Hakk'a yalnız dünyâ mükâfatı için niyaz etmemeli, hiç olmazsa «Rabbena âtinâ fiddünyâ haseneten ve fiyKâhıreti hase-neh» diyerek ikisini de.istemelidir.

Daha doğrusu, Âhireti istemelidir. Zira, bu hâlde fazla olarak dünyâdan da nasîb alınır. Nasıl ki Allah için mücâdele eden dün­yâ ganimetinden de mahrum kalmaz. Âhiret sevabına dâ erer. Fakat ganimet için harbe gidenler gibi sırf dünyâ peşinde koşan­lar bunu bulurlarsa diğerinden mahrum kalarlar. [135]

 

135 (Ey îmân edenleri Adaleti ayakta tutanlar velev kendi­nizin, velev ana, babanız veya en yakınlarınızın aleyhine de olsa, zengin veya fakır de bulunsa Allah için    şâhidlik edenler olun!

(Zengine hürmet, fakire merhamet ederek hakkı gizlemeyin). A1lah Teâlâ, onları (zenginle fakiri, yâhûd hakkında şehâdet edileni) himayeye  sizden evlâdır.)

Nefsinizin havasına uyarak Hak'tan sapmayın. Şayet dilini­zi eğer (dosdoğru şehâdetten kaçınır) yâhûd büsbütün yüz çevi­rirseniz,  Allah Teâlâ,  bütün yaptıklarınızdan  haberdârdır. [136]

 

136 Ey îmân edenler!  Allah Teâlâ'ya,  Resulü Muhammed sallallahit aleyhi ve selleme, O'na indirdiği Kur'ân'a ve O'ndan ön­ce inzal ettiği (Tevrat, încîl, Zebur ve sair) Kitablara İmânınızda sabit ve dâim olun.

Kim, Allah Teâlâ'ya, Meleklerine, Kitablarma, Peygamber­lerine, Âhiret Gününe (veya bunlardan birine) kâfir olursa, mu-hakak hidâyetten uzak bir dalâlete düşer. [137]

 

137 (Onlar ki îmân ettiler ve sonra kâfir oldular. Sonra yi­ne îmân ettiler ve yine küfre gittiler. Sonra da küfürlerini artım­dılar. Allah Teâlâ, onları mağfiret edecek değildir. Doğru bir yola hidâyet edecek de değildir.)

Âyet4 Kerime Yahudiler veya münafıklar, yâhûd tekrar tek­rar irtidâd edenler hakkında nazil olmuştur. [138]

 

138 ( Münafıklara müjdele. Onlar için elim bir azâb vardır.) [139]

 

139 (Onlar  ki  mü'minleri  bırakıp,   kâfirleri  dost  edinirler. İzzeti onların yanında mı arıyorlar? Bütün izzet ve galebe Allah-ü azîmüşşân'mdır.) [140]

 

140 (Allah  Teâlâ,  size  Kitabta:   «Allah'ın  Âyetlerinin  tekfir ve istihza olunduğunu işittiğiniz vakit, tâ ki onu bırakıp başka bir söze dalıncaya kadar, yanlarında oturmayın. Zîrâ o zaman, siz de onlar gibi olursunuz.» diye bir Âyet indirdi.)

Allah-ü azîmüşşân, münafıkların ve kâfirlerin hepsini Ce-hennem'de bir araya toplayacaktır.

Rivayet edilir ki: Ömer ibn-i Abdül-Azîz (R.A.), şarâb içtik­lerini gördüğü bir topluluğu dövdürmüştü. Meğer içlerinde oruçlu bir Müslüman da varmış. Bunu kendisine haber verdikleri zaman: «Bu da onlardandır.» demiş ve bu Âyetle istidlal etmişti. [141]

 

141 (O münafıklar sizin hâlinizi gözetirler. Allah Teâlâ'dan, size bir zafer (ve ganimet) ererse: «Biz (sizin dininizde ve) sizmle birlikte cihâdda değil miydik? (Bize de ganimetten hisse verin») derler.)

Şayet kâfirlere bir zafer hissesi düşerse, o vakit de onlarat «Biz, size galebe etmez miydik? Sizi tutmaya, öldürmeye kaadir değil miydik? (Kalblerine zaıf verir sözlerle ve müzaheret etmiyerek) mü'minlerin savletini üzerinizden defetmedik mi? (Bizi de ganimete ortak edin» derler.

Allah Teâlâ, Kıyamet Günü onlarla sizin aranızda hükmü­nü verecektir. Allah-ti azîmüşşân, kâfirlere mü'minler aleyhine asla bir yol vermiyecektir.

Münafıklar, kalblerinde küfrü gizliyerek zahiren mümin görünüyor ve bununla Allah Teâlâ'yı aldatmak istiyor­lar. Allah Teâlâ da onların cezalarını verir.

Kıyamet Günü, Sırat'ı geçerken onlara da mü'minlere verilen nûr gibi gösteriş nuru verilir. Mü'minler ellerindeki nurlarla Sı­rat'ı geçerlerken, onların nuru sönüp  karanlıkta kalır, Cehen-nem'e düşerler.

Namaza kalktıkları vakit de, tembel tembel kalkarlar, hal­ka gösteriş yaparlar. Yoksa Allah Teâlâ'yı pek az zikrederler,  (O ila halk arasında sade dilleriyle). [142]

 

143 (Onlar îmân ile küfür arasında    tereddüd ederler. Ne mü'minler ve ne kâfirlerdendirler. (Tasdik etmezler ki mü'min ol­sunlar, küfürlerini açıklamazlar ki kâfir denilsinler). Allah Teâlâ, kimi şaşırtırsa Sen, O'na artık asla yol bulamazsın.) [143]

 

144 (Ey imân edenler! Mü'm inler i bırakıp da kâfirlerle dost­luk etmeyin. Onları dost edinerek Allah Teâlâ'ya kendi aleyhiniz­de (azabınızı mu'cîb olacak) apaçık bir hüccet vermek ister misi­niz? ) [144]

 

145 (Şübhesiz münafıklar, Cehennem'in en aşağı katanda­dırlar. Sen onlar İçin azâblarını meneder bir yardımcı bulamaz­sın.)

Zira kâfirlerin en habisi, en sefilidirler. Dinde samimiyetsizlik, günâhların en büyüğü ve en kötüsüdür. [145]

 

146 (Meğer ki (nifaktan) tevbe ve hâllerini islâh etsinler. Al­lah Teâlâ'ya sımsıkı sarılsınlar. Tâatlerini de Allah için hâlis kü-smlar. İşte onlar mü'minlerle  (dünyâda ve Âhirette) beraberdirler. Allah-ü  azîmüşşân,  mü'minlere  pek  büyük bir  ecir verecektir.) [146]

 

147 (Şayet Allah Teâlâ'ya îmân edip verdiği ni'metlere şük­rederseniz niçin size azâb etsin. Allah-ü azîmüşşân, şükredenlerin mükâfatını verici, ve onların ne yaptıklarını bilicidir.) [147]

 

148 (Allah Teâlâ, fena sözün açıklanmasını sevmez. Meğer ki mazlum olsun. Allah-ü azîmüşşân, her şeyi işitici ve bilicidir, )

Allah Teâlâ, ne fiil ve ne sözle, gizli aşikâr kötülüğün hiçbi­rini sevmez. Ancak zulme uğrayanları istisna buyurmuştur. Hak­kına tecâvüz edilen kimse, feryâd ve zâlim aleyhine bağıra bağıra beddua edebilir. Yâhûd ondan tazallüm ederek kötülüklerini söy­leyebilir. Hattâ kötü sözlerine misliyle mukabele edebilir.

Bir gün Efendimizin huzurlarında bir adam, Hazret-i Ebû" Bekr'in yüzüne karşı sövmüş, O da birkaç kere sükût ettikten son­ra, nihayet mukabele etmişti.

O âna kadar oturmakta olan Resûl-ü Ekrem, Ebû Bekr muka­bele edince hemen ayağa kalkmıştı.

Hazreto Ebû Bekr  (R.A.)  sordu:

«O, bana söverken oturuyordunuz. Fakat ben mukabele edin­ce ayağa kalktınız.» dedi.

Resûlüllah   (S.A.V.):

«Bir Melek, senin tarafından cevâb veriyordu. Sen mukabele edince, Melek gitti, Şeytan geldi. Şeytan gelince, ben de oturma-dım.» buyurdu.

Âyet-i Celüenin, bu hâdise üzerine nazil olduğu rivayet edilir. [148]

 

149 (Bir hayrı açıklar veya gizlerseniz, yâhûd size yapılan bir kötülüğü afveder (muâhaza etmez) seniz şübhe yok ki, Allah-ü azîmüşşân  afvedicidir,  her şeye kaadirdir.) [149]

 

150 (Onlar ki Allah Teâlâ ile Peygamberlerine kâfir olurlar; Allah Teâlâ ile Peygamberlerini ayırdetmek isterler (Allah'a ina­nıp, Peygamberlerine inanmak istemezler), Peygamberlerin ba'zı-sına inanır, ba'zısma inanmayız, derler. Böylece îmânla, küfür arasında bir yol tutmak isterler. ) [150]

 

151 (İşte bunlar, muhakkak kâfirdirler. Biz, bu kâfirler için rüsvây edici bir azâb hazırladık.) [151]

 

152 (Allah Teâlâ'ya ve Peygamberlerine îmân edenlere  ve Peygamberlerinden  hiçbirisinin   arasını  ayırdetmiyenlere  gelince, Allah-ü azimüşşân,  onların   (Kıyamet Günü mev'ûd olan)   ecirle­rini verecektir. Allah Teâlâ, Gafur ve Rahîm'dir. ) [152]

 

153 (Kitab ehli, senden üzerlerine bir Kitab indirmeni ister­ler. Onlar, bunun daha büyüğünü Mûsâ Aleyhisselâm'dan istemiş­lerdi:, «Allah Teâlâ'yı bize aşikar göster» demişlerdi. (Bu muhal is­tekleri ve inadla)  nefislerine zulmetmeleri yüzünden onları yıldı­rım çarpmıştı.)

Bilâhare (Mûsâ Aleyhisselâm'ın nübüvvetine delâlet eder asa ve saire gibi) kendilerine açık âyetler ve deliller geldikten son­ra da buzağıyı ilâh ittihâz ederek, ona taptılar. Nihayet tevbe et­tikleri için bunları afv etmiş ve Musa'ya aşikâr bir hâkimiyet ve nüfuz vermiştik. [153]

 

154 (Mîsâka bağlanmaları için Tûr'u üzerlerine kaldırmış ve «O şehrin kapısından eğilerek girin. Cumartesi günü de haddi as­mayın» demiştik. Kendilerinden ağır bir mîsâk almıştık.)

Yahudiler, Tevrat'ı kabul edip, emirlerine âsi oldukları vakit; Allah, onların üzerine Tûr'u çadır gibi kaldırmış ve onlara Mûsâ Aleyhisselâm'm dilinden: «Erîhâ kapısından bellerinizi bükerek girin!» demişti. Dâvûd veya Mûsâ (A.S.)'m dilinden onlara Cu­martesi günü balık avlamayın ve diğer haram ettiğimiz şeyleri yapmayın! demiş. Ve bunun için kendilerinden ciddî söz almıştı, Bu söz: «Allah'ın emrini işittik ve itaat ettik.» demeleri idi. Sonra, bu sözü bozdular.. [154]

 

155 (Fakat   onlar     mîsâklarım  bozdular,   Allah     Teâlâ'nın Âyetlerini inkâr  ettüer,  Peygamberlerini   nahak yere  öldürdüler, kalblerimiz kılıflıdır dediler (de Biz de, bu sebeble onlara lâ'net et­tik.)

Hayır,  Allah  Teâlâ,  küfürleri  yüzünden     onların  kalblerini mühürlemiştir. Bu sebeble  (pek azı müstesna)

îmâna gelmezler. [155]

 

156 (Yine   (îsâ'ya)  küfürleri ve Meryem aleyhinde söz söy­lemeleri, O'na pek büyük bir iftirada bulunmaları yüzünden (kalb­lerini nıühürledik.) [156]

 

157 (Ve Biz, Allah Teâlâ'nın resulü Meryem oğlu îsâ'yı öl­dürdük» demeleri sebebiyle de (onları rahmetimizden kovduk). Halbuki onlar, O'nu ne katlettiler ne de astılar! Fakat (öldürülen ve asılan adam) kendilerine îsâ gibi gösterilmişti. Bu sebeble» O'-nun hakkında ihtilâfa düşenler de katli hakkında bir şekk ve şübhe içindedirler. Onların zanmna uymadan başka O'na dâir hiçbir bilgileri yoktur.  îsâ'yı yakînen katle dememişlerdir. ) [157]

 

158  (Allah Teâlâ,  onu kendine     refetti.  Allah-ü  azîmüşşân Azız ve Hakîm'dir.) [158]

 

159 ( Kitab  ehlinden  hiçbiri  yoktur  ki,   celâlim  hakkı  için, ölümünden evvel  ona   (îsâ Aleyhisselâm'ın,  Allah Teâlâ'nın kulu ve resulü olduğuna) mutlak îmân edecek olmasın.  (Fakat bu imân kendilerine  fayda  vermiyecektir.)   Kıyamet  Günü   o,   aleyhlerine (Yahûd'un tekzîblerine ve Nasârâmn Allah'ın oğlu diye iddia

ve iftiralarına)  şâhid olacak.) [159]

 

160, 161 (Yahûd'un (mîsâkı bozmaları, Allah'ın Âyetlerine küfürleri, Meryem'e iftiraları. îsâ'yı katlettik diye iddiaları ile) za­limlikleri, birçoklarını Allah Teâlâ'nın yolundan çevirmeleri, neh-yedildikleri hâlde ribâ almaları ve halkın mallarını haksız yere yemeleri sebebiyledir, ki helâl kılman birçok güzel ve temiz şey­leri kendilerine haram ettik. Ve içlerinden kâfirlere elîm bir azâb hazırladık. ) [160]

 

162 (Lâkin (Abdullah bin Selâm ve arkadaşları gibi) içlerin­den ilimde rüsûh sahibi olanlarla (Muhacirin ve Ensârdan) müz­minler, ki gerek sana indirilen Kur'ân'a ve gerek senden önce in­dirilen Kitablara îmân ederler, namazı dosdoğru kılarlar, zekât verirler, Allah Teâlâ'ya ve Âhiret Gününe inanırlar. îşte, onlara pek büyük bir ecir vereceğiz. ) [161]

 

163 (Biz,   Nûh  Aîeyhisselâm'a  ve   ondan  sonra  gelen  Pey­gamberlere vahyettiğimiz ve İbrahim, İsmail, İshâk, Ya'kûb ve ev-lâdlarına, îsâ, Eyyub, Yûnus, Hârûn ve Süleyman Aleyhisselâmla-ra vahyeylediğimiz ve Davud'a Zebur'u verdiğimiz gibi sana da (yâ Muhammedi)  öyle, vahyeyledik. ) [162]

 

164 (Ve o Peygamberler gibi ki, ba'zılarmm kıssalarım ev­velce sana bildirdik. Kıssalarını bildirmediğimiz Peygamberler de gönderdik.  Allah-ü  azîmüşşân,   Mûsâ  Aîeyhisselâm'a  hitâbederek konuştu. )

Ebû Zerr (R.A.) der ki: Resûl-ü Ekrem sallallâhü aleyhi ve sellemden Peygamberlerin adedini sordum. Buyurdular ki:

«İçlerinden üç yüz on üçü risâlete mümtaz olmak üzere yüz-yirmidörtbindir.» [163]

 

165 (Biz, Peygamberleri Cennetle müjdeleyici ve Cehennem­le korkutucu olarak gönderdik. Tâ ki (Kıyamet Günü) Peygamberlerden sonra insanların Allah Teâlâ'ya karşı (Ey Rabbimiz! Eğer dünyâda, bize peygamber göndermiş olsaydın, Sana îmân ve ita­at ederdik gibi özür diye ileri sürebilecekleri) bir bahaneleri ol­masın. Allah-ü azîmüşşân, Azız ve Hakîm'dir.) [164]

 

166 (Onlar senin nübüvvetini inkâr ettiler) fakat Allah Te­âlâ, sana inzal ettiği Kur'ânla şahadet eder,  (Onu beyân ve isbât eder) ki onu kendine hâs olan ilmiyle indirdi. Melekler de şahadet ederler. AUah-ü azîmüşşân'ın şahadeti kâfidir. ) [165]

 

167 (Onlar ki kâfir olup, insanları Allah yolundan çevirdi­ler. Şübhesiz, Haktan uzak bir dalâlete sapmışlardır.) [166]

 

168 (Onlar ki kâfir olup zulmettiler, Allah Teâlâ,  onları mağfiret edecek değildir. Doğru yola iletecek de değildir.) [167]

 

169 (İletilecekleri yol, ancak Cehennem yoludur, ki orada ebe­diyen kalırlar. Bu ise, Allah Teâlâ için pek kolaydır.) [168]

 

170  (Ey insanlar! Şübhe yok ki size Eabbiniz celle şâuüh'den. Peygamber (Muhammed aleyhisselâm) hakla (Kur'ân je ke-lime-i şahadetle) geldi. Artık O'na îmân edin ki hakkınızda ha-S olsfn Eğer kâfir olursanız (bilin ki) göklerde - yerde ne varsa hepsi Allah Teâlâ'nmdır. (O, sizden gamdır Ku runuzden mutazarrır olmaz. îmânınızla faydalanmadığı gibi) Allah-u azımüşşân, Alîm ve Hakîm'dir.) [169]

 

171 (Ey Kitab ehli! Dîninizde haddi aşmayın. Allah Teâlâ'ya karşı hak olmayanı söylemeyin.)

Yahudilerin dinde hadlerini aşması îsâ (A.S.) hakkında -hâ­şâ- zinadan olmuştur, demeleridir. Hıristiyanların haddi aşmala­rı ise, O'nun hakkında dört  sınıfa ayrılmalarıdır.  Bunlar Ya'kûbiyye, Melkâiyye, Nestûriyye ve Markosiyye nâmları ile anılırlar, îlk iki fırka Hz. îsâ için hâşâ Allah'dır, dediler. Nestûriyye fırkası Hz. îsâ, Allah'ın oğlu, Markosiyye ise, üçün üçüncüsü ol­duğunu söylemişlerdir. (Üçten murâd: Allah, Hz. îsâ ve annesidir.)  Mesih îsâ, Meryem'üv oğlu sadece,  Allah Teâlâ'nın resulü­dür. Ve kün kelimesiyle Meryem'e ilkâ olunmuş mahlûkudur. Ve Allah Teâlâ'dan (sair ruhlar gibi) bir rûhdur.

Artık Allah Teâlâ'ya ve Peygamberlerine îmân edin. Allah, üçtür demeyin. Bundan vazgeçin. Hakkınızda hayırlı olur.  Allah Teâlâ, ancak tek bir ilâhtır. Çocuğu olmaktan münezzehdir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Birliğine kendi şehâdeti kâfidir. [170]

 

172  (îsâ Aleyhisselâm Allah Teâlâ'ya kul olmaktan asla çe­kinmez. En yakın Melekler de öyle.)

"Zira Allah Teâlâ'ya kul olmak, sonsuz bir şereftir. Mezellet ve çekimsedik Allah Teâlâ'dan gayriye kulluk etmekte  olur.

Rivayet edilir ki: Vefd-i Necrân, Resûlüllah'a gelmişler: «Bizim sahibimize ne için ayıb isnâd ediyorsun? O, Allah'ın kuludur diyorsun»  demişler.

Aleyhisselâtü vesselam:

«Allah'a kul olmak, îsâ Aleyhisselâm'a bir âr ve ayıp değildir.buyurmuş. Âyet-i Kerîme bunun üzerine nazil olmuştur. Kim Allah Teâlâ'ya ibâdetten çekinir ve kibirlenirse, bilsin ki yarın hepsini huzurunda toplayacaktır. (Ve cezalarını verecek­tir.) [171]

 

173 (Amma îmân edip sâlih ameller işleyenlerin sevâblarını tamâmiyle Ödeyecek ve bunu fazl-u kereminden daha da artıra­cak.   (Cennette gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insanoğ­lunun  tasavvur  ve  tahayyül  edemiyeceği  şeyler  ihsan buyura­cak).

Amma Allah Teâlâ'mn ibâdetinden onu kibirlerine yedire-meyip çekinenleri elim bir azâb ile cezalandıracak. Onlar, Allah-ü azîmüşşân'dan gayri ne bir dost ve ne bir yardımcı bulamayacak­lardır.        [172]

 

174 (Ey insanlar! Size Rabbiniz celle şânüh'den bir burhan (Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem) geldi. Size apaçık bir nûr indirdik  (ki Kur'ân-ı Kerîmdir). [173]

 

175 (Allah Teâlâ'ya imân edip de O'na sarılanları O, tarâf-ı ilâhisinden bir rahmet ve inayete idhâl edecek, ve kendisine varan doğru bir yola götürecektir.) [174]

 

176 (Senden fetva isterler. Dekis Allah Teâlâ, size kelâle (babası ve zürriyeti olmayan adamın mirası) hakkında

Bu Âyet-i Kerîme, Câbir bin Abdullah (R.A)'ın bir sorusu üzerine nazil olmuştur.

Eğer zürriyetsiz bir erkek ölür de (ana-baba bir veya baba bir) bir tek kız kardeşi kalırsa terekenin yarısı onundur. )

Ana bir kardeş, bu hükmün dışındadır. O, terekenin altıda bi­rini alır.

Eğer mîrâsçı erkek kardeşse, babasız ve çocuksuz ölen kız kardeşinin bütün malına vâris olur.

Eğer aynı şartlarla kalan kız kardeşi iki veya daha ziyâde ise terekenin üçte ikisini alırlar.

Şayet mirasçılar, aynı şartlar dâhilinde, erkek ve kız kardeşlerse, bu takdirde,  erkeğe,  kadına nisbetle iki pay verilir.

Allah Teâlâ, yanümıyasınız diye size hükümlerini açıklıyor. Allah-ü azîmüşşân, her şeyi hakkiyle bilir. [175]

 



[1] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/294.

[2] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/294-295.

[3] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/295-296.

[4] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/296.

[5] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/296.

[6] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/296-297.

[7] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/297.

[8] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/298.

[9] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/298.

[10] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/298.

[11] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/299.

[12] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/299-300.

[13] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/300-301.

[14] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/301.

[15] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/302.

[16] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/302.

[17] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/302.

[18] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/303.

[19] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/303.

[20] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/303-304.

[21] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/304.

[22] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/304.

[23] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/305.

[24] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/305-306.

[25] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/306.

[26] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/307-308.

[27] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/308.

[28] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/308.

[29] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/308-309.

[30] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/309.

[31] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/310.

[32] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/310-312.

[33] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/312.

[34] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/312-313.

[35] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/313-314.

[36] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/314-315.

[37] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/315.

[38] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/315.

[39] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/315.

[40] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/315.

[41] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/316.

[42] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/316.

[43] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/316.

[44] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/317.

[45] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/317.

[46] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/317.

[47] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/318.

[48] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/318.

[49] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/318-319.

[50] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/319.

[51] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/319.

[52] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/319-320.

[53] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/320.

[54] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/320.

[55] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/320-321.

[56] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/321.

[57] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/321.

[58] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/321.

[59] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/322-323.

[60] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/323-324.

[61] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/324-325.

[62] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/325

[63] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/326.

[64] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/326.

[65] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/326-327.

[66] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/327.

[67] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/327-328.

[68] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/328.

[69] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/328.

[70] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/328.

[71] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/328-329.

[72] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/329

[73] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/329.

[74] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/329

[75] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/330.

[76] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/330.

[77] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/330-331.

[78] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/331.

[79] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/332.

[80] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/332-333.

[81] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/333.

[82] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/333-334.

[83] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/334.

[84] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/334.

[85] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/334-335.

[86] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/335.

[87] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/335.

[88] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/336.

[89] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/336.

[90] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/337.

[91] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/337.

[92] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/338.

[93] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/338-340.

[94] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/340-341.

[95] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/341-342.

[96] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/343.

[97] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/343.

[98] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/343.

[99] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/343.

[100] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/344.

[101] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/344.

[102] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/345.

[103] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/345-347.

[104] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/348.

[105] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/348.

[106] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/348.

[107] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/348.

[108] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/348-349.

[109] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/349.

[110] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/349.

[111] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/350.

[112] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/350.

[113] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/350.

[114] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/350.

[115] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/351.

[116] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/351.

[117] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/351-352.

[118] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/352.

[119] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/352.

[120] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/352-353.

[121] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/353.

[122] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/353.

[123] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/353.

[124] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/354.

[125] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/354.

[126] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/354-355.

[127] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/355.

[128] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/355.

[129] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/356.

[130] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/356.

[131] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/356.

[132] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/356-357.

[133] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/357.

[134] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/357.

[135] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/357.

[136] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/358.

[137] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/358-359.

[138] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/359.

[139] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/359.

[140] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/359

[141] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/359

[142] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/360.

[143] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/360-361.

[144] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/361.

[145] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/361.

[146] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/361.

[147] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/362.

[148] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/362.

[149] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/362.

[150] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/363.

[151] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/363.

[152] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/363.

[153] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/364.

[154] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/364.

[155] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/365.

[156] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/365.

[157] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/365-366.

[158] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/366.

[159] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/366.

[160] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/366.

[161] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/367.

[162] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/367.

[163] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/367-368.

[164] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/368.

[165] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/368.

[166] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/368.

[167] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/368.

[168] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/368-369.

[169] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/369.

[170] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/369.

[171] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/370.

[172] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/370.

[173] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/371.

[174] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/371.

[175] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/371-372.