49 - HUCURÂT SÛRESİ

 

Medine'de nazil olmuştur,  18 âyettir.

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adiyle[1]

 

1 (Ey îmân edenler! Allah Teâlâ'mn ve Resulünün huzurun­da (sözde ve işte) öne geçmeyin! Allah Teâlâ'dan korkun! Zira O, (sözlerinizi) işitir ve (yaptıklarınızı) hakkıyle bilir)

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi hakkında birkaç rivayet mevcûddur:

Buhârfnin Abdullah ibn-i Zübeyr'den rivayet ettiğine göre Resûlüllah'a Beni TemînVden bir hey'et gelmişti. Hazret-! Ebû Bekir (RA.): «Onlara Kata' ibn-i Ma'bed'i emir yapınız» dedi. Hazret-i Ömer (R.A.) ise: «Akra ibn Hâbis'i emir yapınız.» de­di. O da: «Hayır! Sana muhalefet etmek istemedim» diye cevâb ver­di. Münâkaşa ettiler. Sesleri yükseldi. Bunun üzerine bu âyet-i nazil oldu. Maamâfîh, yine Buhârî ve şâirlerinin rivayetlerine göre, bu münâkaşa bundan sonraki âyetin nüzulüne sebeb olmuştur.

2 (Ba'zı kimseler, Kurban Bayramı günü Resûlüllah'tan ön­ce kurban kesmişlerdi. Aleyhissalâtü vesselam  onlara  iadesini emir buyurdu. Bu âyet nazil oldu. Keşşafın nakline göre, kurban­larını Bayram namazından evvel kesmişlerdi.)

3 (Resûl-ü  Ekrem     Sallallahü  aleyhi  ve  sellem  Efendimiz, Medine'de karar kıldıktan sonra pek çok hey'etler geliyor, birçok mes'eleler soruyorlardı.  Ve çok konuşuyorlardı.  Resûlüllah başla­madan, mes'eleye başlamaktan nehyolundular.)[2]

 

2 (Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinden yüksek çıkarmayın. Ve O'na söz söylerken, birbirinizle yüksek sesle ko­nuştuğunuz gibi, konuşmayın. Farkında olmaksızın amelleriniz heder olur.)

Bu âyet-i celîlenin nüzulünden sonra, Ebû Bekir ve Ömer (R. Anhümâ) Cenâb-ı Peygamberle yüksek sesle konuşmaz olmuşlardı.

Ashâb-ı kiramdan Sabit bin Kays da, ağır işittiğinden yüksek sesle konuşurdu. Bu âyetin nüzulünü müteâkib huzûr-u Nebeviye gelmemeye başladı. Aleyhissalâtü vesselam Efendimiz, kendisini arattırarak: «Bize, niçin gelmez oldun?» dedi. Sabit: «Yâ Resûlal-lah! Allah Teâlâ sana bu âyeti inzal buyurdu. Benim ise, sesim kuvvetli. Amelim heder olup da ateş ehli olmaktan korktum.» diye cevâb verdi.

Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem: «Hayır! Sen o mevkide değilsin. Hayır ile yaşıyorsun, hayır ile öleceksin. Sen, Cennet eh-lindensîn.» buyurdu.

Diğer bir rivayete göre; Resûlüllah, ona: «Diler misin ki, ha­yâtında hamîd, memâtmda şehîd olup, Cennet'e giresin.» buyurdu. O da: «Allah Teâlâ ve Resulünün müjdesine razıyım. Ve artık öm­rüm oldukça sesimi, sesinin üstüne çıkarmam.» dedi.

Sabit bin Kays'in Müseyleme harbinde şehîd olduğu mervidir. [3]

 

3 ( Resûlüllah'm   yanında      tnehye muhalefetten   sakınarak, edebe riâyet  eyliyerek)   seslerini yavaşlatanlar,  o  kimselerdir  ki, Allah Teâlâ kalbierini takva için imtihan etmiştir. Onlar için mağ­firet ve pek büyük bir ecîr vardır. ) [4]

 

4 (Hücrelerinin arkasından sana nida    edenlerin pek çoğu aklı ermez kimselerdir. )

Hücrelerden murâd, Hâne-i seâdetin odalarıdır. Her biri zevcât-i Peygamberîden birine âid olmak üzere dokuz oda idi. Eme-vîlerden Abdülmelik'in oğlu Velîd zamanında, onun emriyle, Mescid-i Nebeviye ilhak edilmiştir.

Nida edenlere gelince: Benî Temîm'dendiler. Yetmiş seksen ki­şilik bir hey'et hâlinde Cenâb-ı Peygamberi görmek üzere Medi­ne'ye gelmişlerdi. İçlerinde Zibrikan ibn-i Bedr, Utarid ibn-i Hâ-cib ibn-i Zurare, Kays ibn-i Âsim, Kays ibn-i Haris, Amr ibn-i Et-hem, Akra' ibn-i Habis vardı. Bir öğle sıcağında Mescîd-i Nebevî'ye gelmişlerdi. Resûlüllah henüz hücrelerinde uyuyordu.

«Yâ Muhammedi  Bize çık!»  diye  bağırdılar. Bunun üzerine Fahr-i Âlem uyandı ve hücrelerinden dışarı çıktı.             

Akra' ibn-i Habis: «Yâ Muhammedi Benim medhim Zeyn, zem-mim şeyndir.» dedi.

Resûlüllah:  «Veyl sana!  Öyle olan Allah Teâlâ'dır!»  buyurdu. Derken halk mescide toplandı. Benî Temim:  «Hatibimizle, şâi­rimizle sana müşâare ve mufâhare edeceğiz.» dediler.

Aleyhissalâtü vesselam Efendimiz: «Ben şiir ile gönderilmedim.

Mufâhare ile de emrolunmadım. Fakat haydi bakalım.»  buyurdu.

Zibrikan içlerinden bir gence: «Haydi kavminin fezâilinden intihâbet, söyle.» dedi. O da kalktı, bu mevzuda bir hutbe irâdetti.

Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem, Sabit ibn-i Kays'a, ki hatibi idi:

«Kalk, cevâb ver!» buyurdu. Sabit de güzel bir hutbe ile mu­kabele etti.

Zibrikan, diğer bir gence: «Kavminin fazlını anlatacak birkaç beyt söyle.» dedi. Ona da Hassan ibn-i Sabit cevâb yerdi.

Bunu müteâkib Akra' ibn-i Habis, bir şiir inşâdetti. Akra'a da yine Hassan mukabelede bulundu.

Bunun üzerine Akra' ibn-i Haris: «Vallahi, bilmem bu ne iş­tir dedi, hatibimiz söyledi. Bunların hatibi daha güzel söyledi; Şâ­irimiz söyledi. Bunların şâiri daha şâir, daha güzel söylüyor.»

Sonra kalktı. Aleyhissalâtü vesselam Efendimize yaklaştı. Ve: «Eşhedü en lâ ilahe illallah ve inneke resûlüllâh» dedi.

Efendimiz de: «O hâlde, bundan evvel olan sana zarar vermez. buyurdu.

Bir kısım müfessirler, bu âyetin Benî Anber hakkında nazil ol­duğunu söylerlerse de, Benî Anber de, Benî Temîm'in kollarından biridir. [5]

 

5 (Şâyed onlar,  sen yanlarına çıkıncaya kadar saoretselerdi haklarında daha hayırlı olurdu. Bununla beraber, Allah Teâlâ Gafûr'dur, Rahîm'dir. )

Bu ve bundan evvelki âyet-i kerîmenin Beni Anber hakkında nazil olduğunu söyleyenlere göre, Resûl-ü Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz, tu kabileye bir seriyye gönderdi. Ve bunun gelmekte olduğunu haber alan kabilenin erkekleri, ailelerini bıra­kıp kaçtı. Seriyye de sâdece kadınları esîr alarak Medine'ye ge­tirdi. Bilâhare Benî Anber'den bir topluluk, esîr olan ailelerini sa­tın almak için Medine'ye, Mescîd-i Nebevi'ye geldi. Aleyhissalâtü. vesselam Efendimiz hücrelerinde uyumaktaydı. Bağırarak Resûlül-lah'ı uyandırdılar.

Resûl-ü Ekrem, maksâdlarmm ne olduğunu sordu. Anlattılar. Efendimiz de içlerinden birini hakem ta'yîn etti. Ve: «Hükmet!» buyurdu. O da: «Ailelerimizin yansını bize sat ve yarısını bağışla.» dedi.

Efendimiz de: «Öyle olsun!» buyurdu. Eğer istical etmeyip de sabretmiş olsalardı, hepsini kendilerine bağışlayacaklardı. Âyet-i celîle, bu sebeble nazil oldu. [6]

 

6 (Ey îmân edenler! Şâyed bir fâsık size bir haber getirirse (birdenbire kapılmayın). Onu tahkik edin. Yoksa bilmeksizin bir kavme zarar verirsiniz de, sonra yaptığınıza nadim olursunuz. )

Rivayet edildiğine göre; Resûl-û Ekrem sallallahü aleyhi ve seîlem Efendimiz,  Hicretin dokuzuncu yılında,  Velîd bin  Ukbe'yi zekâtlarım toplamak üzere Benî Mustalık'a göndermişti. Ve bir saygı nişanesi olmak üzere halk, çoğu atlı olarak, Velîd'i karşıla­maya çıkmıştı. Meğer Velid'le Mustalık oğulları arasında evvelce bir adavet varmış. Kendisini öldürmeye geliyorlar zanniyle korka­rak hemen geri dönmüş ve Resûlüllah'a: «Onlar, irtidâd etmişler, bana zekâtı vermediler.» demişti.

Bu haber, Aleyhissalâtü vesselam Efendimizi hiddetlendirmiş, o kadar ki Mustalık oğullariyle gaza etmeye bile niyyet etmişler­di. Bu âyet-i celüe, bu münâsebetle nazil oldu.

Bilâhare Fahr-i Kâinat, bir mikdâr askerle Halîd ibn-i Velid'i Benî Mustalık'a göndermiş ve: «Keyfiyeti tahkik et, şâyed kendi­lerinde îmânlarına delâlet eden şeyi görürsen zekâtlarını al, gel, ve illâ haklarında küffâra edilen muameleyi tatbik edersin.» bu­yurmuşlardı.

Fakat Halîd bin Velîd irtidâdlarına delil olabilecek hiç bir şey görememişti. Ezan okuduklarını ve hattâ teheccüd dahî kıldıkla­rını müşahede etmişti. Hiçbir i'tirâza ma'rûz kalmadan, zekâtlarını alarak, Resûl-ü Ekrem Sallallahü aleyhi ve sellem Efendimize av­det eylemişti. Bu suretle, Velîd'in hatâ ve iftirası meydana çıkmış oldu. [7]

 

7  (Ve "bilin ki aranızda AHah'm Resulü var. Şâyed o, çoğu işlerde size itaat etseydi, siz elbette mihnet ve helake düşerdiniz. )

Fakat Allah Teâlâ, size îmânı sevdirdi ve kalblerinizde onu (apaçık âyetler, kat'î burhanlarla)  tezyin eyledi.

Ve size küfrü, fışkı, isyanı çirkin gösterdi. îşte (tezyîn-i îmân ve tenzîh-i küfürle)  rüşdünü bulanlar bunlardır. [8]

 

8  (Bu da, Allah Teâlâ'nın fazl ve ni'meti sayesindedir. Al-lah-ü  azîmüşşân,   hakkıyle   Alîm'dir,   Hakîm'dir.) [9]

 

9  (Eğer mü'minlerden  iki taife     birbirleriyle  vuruşurlarsa, (nasihatle, Allah'ın hükmüne daVet ederek)   hemen aralarını bu­lun, barıştırın.)

Şâyed biri diğerine teâddi edecek olursa, Allah Teâlâ'nın em­rine dönünceye kadar, o teâddi edenle vuruşun!

Eğer (teâddi eden taraf, Allah'ın emrine) dönerse, artık ada­letle aralarını bulun! Her husûsda adi ve hakkaniyet dâiresinde hareket edinl Allah Teâlâ, adalet edenleri sever.

Bu  âyet celîlenin,  Evs ve  Hazrec     arasında  hadis  olan bir. vak'a üzerindj nazil olduğu mervidir. [10]

 

10 (Müzminler,   ancak  birbirlerinin   (dîn)   kardeşidirler.   O hâlde, iki kardeşinizin aralarını    ıslâh edin. Ve Allah Teâlâ'dan korkun.   (Hükmüne  muhalefet  etmeyin)   ki  rahmet  olumasmiz.) [11]

 

11 (Ey îmân edenler!  İçinizden bir kimse, başka bir kimse ile alay etmesin. Olur ki, Allah indinde alay edilenler, alay eden­lerden daha hayırlıdır. Kadınlar da,  diğer kadınlarla  alay etme­sinler. Berikiler, ötekilerden daha hayırlı olabilir.)

Bu âyet-i celîlenin nüzul sebebi hakkında muhtelif rivayetler vardır: Beni Temîm'den bir topluluk, Bilâl-i Habeşi, Habbâb, Am-mâr, Suheyb, Ebû Zerr, Huzeyfe'nin âzâdlısı Salim gibi zevatla is­tihza etmişlerdi.

Hazret-i Âişe, Zeyneb bint-i Huzeymet-el Hilâlîyye'nin kısalığı ile alay etmişti. Keza Hazret-i Âişe ile Hazret-i Hafsa, Ümm-ü Se­leme hazretlerinin kısa boyluluğunu konuşmuşlardı.

Hazret-i Safiyye, bir gün Resûlüllah'a gelmiş: «Kadınlar, bana ey Yahudi kızı Yahûdî diye söz atıyorlar.» diye şikâyet etmişti. Re-sûlüllah da: «Neye babam Hârûn, amcam Mûsâ, kocam da Muham-med'dir demedin?» buyurmuştu,

Ebû Cehil'in oğlu İkrime Müslüman olmuştu. Ba'zı kimseler: «Bu, bu ümmetin Fir'avr'unun oğlu» demişlerdi Gücüne gitti ve Resûlüllah'a şikâyette bulundu.

Bütün bu vakıaların âyet-i celîlenin nüzul sebebi olduğu riva­yet edilir.

Birbirinizi ta'yît etmeyin! Yekdiğerinizi kötü lâkablarla ça­ğırmayın! îmân ettikten sonra fâsıkhk ne çirkin addır. Kim ki bu menâhiden  tevbe  etmezse  zâlimlerden  olur.

Bir hadis-i şerîfde:

«Mü'minin, mü'min kardeşi üzerindeki haklarından biri de onu sevdiği ismiyle çağırmasıdır.» buyurulmuştur.

Aleyhissalâtü vesselam Efendimiz çoğu ashabını güzel lâkab­larla yâdederlerdi, Hazret-i Ebû Bekir: Sıddîk, Hazret-i Ömer: Fârûk, Hazret-i Hamza: Esedullah, Halîd ibn-i Velîd: Seyfullah lâkablariyle telkîb olunmuşlardı. [12]

 

12 (Ey îmân edenler! Zannın birçoğundan ictinâbedin. Zîrâ, zanmn ba'zısı ağır günâhtır.)Tecessüs de etmeyin.

Mü'minlerin eksikliklerini bulacağız, açık delîl ve emareler el­de ederek zan ve yakın husule getireceğiz diye câsûs gibi inceden inceye yoklayıp araştırmayın da zahir olanı tutun. Allah'ın örttü­ğünü, örtün.

Bir hadîs-i şerîfde:

«Müslümanların eksikliklerini, ayıblarını, tetebbu' etmeyin. Zira kim, Müslümanların ayıblarını tetebbu ederse, Allah Teâlâ da, onun aybını tetebbu' eder. Nihayet evinin içinde bile onu re­zîl ve rüsvây eyler.» buyurulmuştur.

Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Ömer (R.A.), geceleri Me­dine'de" dolaşır, şehri teftiş ederdi. Bir gece, bir evde tegannî eden bir adamın sesini işitti ve duvardan aşarak içeri girdi. Adamın yanında bir kadın, bir de şarab testisi olduğunu gördü.

«Ey Allah'ın düşmanı!» dedi. «Sen, ma'siyet yapacaksın da-, Allah, seni setredecek mi sandın?»

Adam: «Acele etme, ey Emîrelmü'minîn» diye cevâb verdi. Ben, bir ma'siyet yaptımsa, Allah'a karşı sen üç ma'siyet yapmış bulu­nuyorsun. Allah Teâlâ «Tecessüs de etmeyin.» (Hucurât Sûresi; âyet: 12 buyurdu. Sen tecessüs ettin. Allah Teâlâ: «Birr-ü takva, evlere arkalarından girmek değildir.» (Bakara Sûresi; âyet: 189) buyurdu. Sen duvardan aştın. Allah celle şânuhu: «Kendi evleri­nizden gayri evlere, sâhiblerinden izin almadan ve selâm verme­den, girmeyin.» (Nür Sûresi; âyet: 27) buyurdu. Sen, benim üze­rime izinsiz girdin.»

Bunun üzerine Hazret-i Ömer: «Nasıl, şimdi afvedersem, sizde bir hayır var mı?» Yânî, sen de beni afveyler, tevbe eder misin? dedi. O da:  «Evet!» dedi.

Ve müteakiben Hazret-i Ömer, derhâl adamın evini terk etti:

Ve bir kısmınız, bir kısmınızı gıybet de etmesin!

Gıybet: Bir kimsenin gıyabında hoşlanmıyacağı bir şeyi söy­lemektir,

Hazret-i Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem, gıybeti şöyle ta'rîf buyurmuşlardır:

«Gıybet nedir, bilir misiniz?»

«Allah ve Resulü daha iyi bilir.»

«Mü'min kardeşiniz hakkında hoşlanmıyacağı bir şeyi söylemenizdîr.»

«Yâ Resûlallah! Eğer söylediğimiz şey mü'min kardeşimizde varsa yine gıybet olur mu?»

«Söylediğiniz şey mü'min kardeşinizde varsa gıybet etmiş olur-sunuzl Şâyed yoksa, bu takdirde de, iftira etmiş olursunuz, ki if­tira, gıybetten daha kötüdür.»

Rivayete göre Peygamber  (S.A.V.)  gaza veya sefer ederse bir muhtacı iki zenginin yanma verirdi. Muhtâc olan, onlara hizmet eder-, yiyecek ve sair ihtiyâçlarını hazırlardı. Bir seferde Selmân-ı Fârisî (R. A.)'ı iki zenginin yanma vermiş. Fakat Hz. Selmân uyu­ya kalmış. Yemek filan hazırlayamamış. Kendisini Üsâme   (R.A.)' ye göndermişler. Onun yanında da yiyecek bir şey bulunmamış. Sahabeden bir çoklarına gönderseler de hiç birinde bir şey bulun­mamış. Bunun üzerine, onu gönderen iki zengin-, «Seni, suyu çok bir kuyuya göndersek kurutur da susuz gelirsin...» demişler. Son­ra Hz. Üsame'nin yanında bir şey bulunup bulunmadığını araştı­rarak  Resûlüllah   (S.A.V.)'in  huzuruna  gelmişler.  Peygamberimiz (S.A.V.), kendilerine:  «Aceb, neden sizin ağzınızda et eseri görü­yorum.» demiş.

Vallahi biz, bugün et nâmına bir şey yemedik Yâ Resûlâllah! demişler.

Hayır,   Selmân'la Üsame'nin   etini  yediniz!»   buyurmuşlar.

Âyet-i kerîme, bu sebeble inmiş.

İçinizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte bak tiksindiniz. (Din kardeşini gıybet de, ölü kardeşinin etini ye­mek gibidir.) O hâlde Allah Teâlâ'dan korkun (da gıybet etmeyin). Allah-ü Zülcelâl, gıybetten tevbe edenlerin tevbelerini kabul eder, rahmetine erdirir. [13]

 

13 (Ey İnsanlar!  Biz sizi bir erkekle bir dişiden  (Âdemle Havva'dan, yâhûd her birinizi bir anayla bir babadan)  yarattık. Ve sizi birbirinizle tamşasınız diye büyük topluluklara ve ka­bilelere ayırdık. (Hepiniz eşitsiniz.  Binâenaleyh,  neseble  öğünme-yin). Muhakkak ki, Allah indinde en şerefliniz, en ziyâde mütte-kî olanınızdır.  Gerçekten Allah-ü  azîmüşşân,  her  şeyi  Alîn,  her şeyden haberdârdır. [14]

 

14 (Çöl Arapları «îmân. ettik.» dediler. De ki: «Siz, îmân et­mediniz.  Belki İslâm'a geldik, inkıyâd etâk.»  deyin. Henüz îmân kainlerinize  girmedi. )

Şâyed Allah Teâlâ ve Resulüne (ihlâs ile) itaat ederseniz, Allah Teâlâ, amellerinizin ecrinden bir şey nakzetmez. Allah Teâ­lâ, mutî'lerîn günâhını mağfiret ve onlara fazliyle rahmet eder.

Benî Esed'den bir topluluk bir kıtlık senesinde yükleri ve aile­leriyle Medine'ye gelerek Müslüman olduklarını söylemişler ve Resûl-ü Ekrem'e: «Biz, sana mallarımızla, ailelerimizle geldik. Fa­lan falan kabileler gibi seninle harbetmedik.» demişlerdi. Böylelikle Cenâb-ı Peygamberi minnetdâr bırakmak istemişlerdi. Hal­buki, kalben îmân etmiş değillerdi. Ancak ganimet hevesiyle in­kıyadı menfaatlerine uygun bulmuşlardı.

Âyet-i celîle, bu sebeble nazil olmuştur. [15]

 

15 (Mü'minler, ancak o kimselerdir ki, Allah Teâlâ ve Re­sulüne îmân ettiler. Sonra da îmânlarında asla şübheye düşmedi­ler. Mallariyle,     canlariyle  Allah  yolunda  cihâd  eylediler.  İşte, îmânlarında sâdık olanlar bunlardır.) [16]

 

16 ( De ki «Allah Teâlâ'ya mı dîninizi öğretiyor  (haber ve­riyor)  sunuz? Halbuki O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini bi­lir. Allah-ü azîmüşşân, her şeyi Alîm'dir.   (O'na hiç bir şey gizli kalmaz.) [17]

 

17 (Onlar, sana İslâmlariyle imtinân ediyorlar. De ki: «Müs­lüman olmakla bana minnet yüklemeyin.  Belki,  îmân iddiasında sâdıklardansanız, Allah Teâlâ, size imtinân eder ki, size îmânı mu­vaffak kılmıştır.) [18]

 

18 (Şübhesiz  Allah  Teâlâ,  göklerin  ve  yerin  gaybıni  bilir. Ve Allah Teâlâ, bütün amellerinize Basîr'dir.) [19]



[1] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 4/199.

[2] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 4/199-200.

[3] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 4/200.

[4] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 4/201.

[5] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 4/201-202.

[6] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 4/202.

[7] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 4/202-203.

[8] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 4/204.

[9] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 4/204.

[10] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 4/204.

[11] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 4/204.

[12] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 4/204-205.

[13] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 4/205-207.

[14] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 4/208.

[15] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 4/208.

[16] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 4/209.

[17] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 4/209.

[18] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 4/209.

[19] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 4/209.