81- Münakaşası Yapılan Mes'eleler: . Sünnet Ve Re'y
82- Ashabın Re'y Île Amelî Kabulü
84- Ashab-ı Kîrâm'ın İkî Usul
Takîbî
85- Tabiin Devrinde İhtilâfın Artması
87- Bîrleştiklerî Ve Ayrıldıkları Nokta
89- Ebü Hanîfe Devrinde Sünnet Ve Re'yin Yaklaşması
Hz. Peygamber'in âhirete irtihallerinden başlıyarak îmâm
Şafiî'nin yaşadığı asra kadar gelip geçen fukahâ iki
kısma ayrılır. Birinci kısım re'y ve kıyas fukahâsı diye anılır, diğerleri de rivayet ve Hadîs fukahâsı namiyle meşhurdur.
Ashabın fukahâsı arasında re'y
fukahâsı diye şöhret bulanlar olduğu gibi rivayet vö Hadîs ehli olanlar da vardı. Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn de böyle idi. Sonra müctehid
imamlar, Ebû Hanîfe, îmâm
Mâlik ve diğer fukahânın da böyle olduklarını
görüyoruz. Kimisi re'y ve kıyasla meşhur, kimisi Hadîsde şöhret sahibi olmuştur. Bunu kısaca da olsa biraz
açıklayalım:
Şehristânî el-Milel ve'n-Nihal'de diyor ki: «îbâdât, muamelât vesâirede
hâdiseler ve vukuat sayılmayacak kadar çoktur. Şu cihet de malûm ki, her
hâdise hakkında bir nas gelmemiştir ve buna imkân da
yoktur. Naslar mahduttur. Halbuki hadisler sonsuzdur,
sonsuz olan bir şey sonu olanla nasıl tahdit olunur ve bir kaide altına
alınabilir? öyle olunca içtihad ve kıyasa olan lüzum
ve zaruret kendiliğinden meydana çıkar. Hâdiselerin hükmü içtihadla
beyan olunmak icabeder.» Hz.
Peygamber'in âhirete intikallerinden sonra Vahy kesilmiş olduğundan Ashab
sonu kesilmeyen hâdiseler karşısında kaldılar. Ellerinde Allah'u
Teâlâ'nın Kitabı ve Resulünün Sünneti var. O yeni
hâdisenin hükmünü bulmak için evvelâ Kitaba baktılar. Eğer sarih bir hüküm
bulamadılarsa o zaman Hazret-i Resûl'ün Süneline müracaat ettiler. Hz. Peygamber'in bu gibi hâdiselerde emsaline ne hüküm
verdiğini anlamak hususunda As-hâb-ı Kirâm'ın hafızalarına baş vurdular. Eğer bu hâdise hakkında
bir Hadis bulamazlarsa o zaman kıyasa gittiler, re'yleriyle
içtihad yaptılar. Hâkim nasıl ki, evvelâ Kanunda
sarih bir hüküm arar, kanunun metnine bağlıdır. Kanunda bir hüküm bulamazsa o
zaman önündeki dâva hakkında hakkaniyet ve insaf, dairesinde adalete uygun
gördüğünü tatbik eder.
îşte fukahânm tuttuğu yol budur. Hâdiseyi önce kitap ve sünnete
tatbik ediyorlardı. Onlarda bulamazlarsa o zaman içtihat yo-Iiyle
kıyasa gidiyorlardı. Hz. Ömer, Ebû
Musa el-Eş'ârî'ye yazdığı mektupta bu noktayı çok
güzel anlatıyor ve diyor ki: «Kitapta ve, Sünnette bulunmayanlardan gönlüne
yatışmayanları gayet iyi anla. Benzer mes'eleleri ve
misli olanları iyi tanı, ondan sonra işleri birbirine mukayese yap.»
Ashâb-ı Kiram re'y yoliyle içtihad ve kıyası kabul
etmişlerdir. Yalnız onu kabul edip alma miktarı birbirine uymaz. Bir kısmı çok
almıştır, diğer bir kısmı daha az almıştır. Hattâ Kitap ve Sünnet'-te bulunmıyan hususlarda re'y ve kıyasa gitmeyip tevakkuf edenler, bii- şey yapmadan duranlar da vardır.
îşin doğrusu ve
açıkçası şudur: Ashab-ı Kiram Kitap ve Sün-net'e
itimatta ittifak halindedirler. Eğer onlarda bulamazlarsa o zaman meşhur olan
Ashabın fukahâsı içtihad ve
kıyas yoluna giderlerdi. Ashâb'ın bir kısmı. Hadîsi
Şerifi Resûl-i Ekrem'den işittikleri gibi belki aynen belleyememiştir diye
rivayetten çekindikleri gibi, belki yanılırım korkusiyle
kendi re'y ve içtihadiyle
fetva vermekten sakınanlar da olurdu. îmrân b. Husayn şöyle derdi : «Eğer istemiş olsam Resûî-i Ekrem'den hiç ara vermeksizin iki gün Hadîs rivayet
edebilirim. Fakat beni bu rivayetten alıkoyan şey şudur : Ashâb'dan
bir kısım zevat, ben nasıl dinledimse Resûlullah'-tan
Hadîs dinlediler. Öyle Hadîsler rivayet ediyorlar ki, dedikleri gibi hiç de
değil! Onların karıştırdıkları gibi ben de karıştırmaktan endişe ediyorum.» Ebû Amr eş-Şeybânî
diyor ki : îbn-i Mes*-ûd'un meclisinde oturdum. Öyle sık sık
: Peygamberimiz dedi ki, demezdi. Hadîs rivayet ederek : Peygamberimiz buyurdu
dedi mi; onu bir titreme alırdı. (Böyle dedi, buna benzer, buna yakın bir-şey
dedi) derdi. Abdullah b. Mes'ûd, Resûlullah'ın
lisanında yalan söylemektense kendi re'y ve
içtihadıyla fetva verip hata etse bile o hatanın mes'uliyetini
yüklenmeyi tercih ederdi. Bir mes'ele hakkında kendi
içtihadiyîe fetva verdiği zaman : «Bu benim
re'yimdir, eğer doğru ise Allah'tandır. Eğer hata ise kusur benimdir» derdi.
Bir mes'ele hakkında verdiği hüküm ve fetvaya uygun
bir Hadîs-i Şerifi Ashabdan biri rivayet ederse bunu
duyunca sevinçten uçardı. Nasıl ki, mufavvaza mes'elesinde böyle idi. Mufavvaza
için mehr-i misille hükmetmişti. Ashabdan
bâzıları Resûî-i Ekrem'in de bu mes'elede
onun hükmü gibi hüküm verdiğini söylemişlerdi. Buna çok sevinmişti.
Re'y. ve içtihadîariyle hüküm
verenleri beğenmiyen ikinci sınıf. Kitap ve
Sünnet'ten delil olmaksızın Allah'ın dîninde hüküm yürütüyorlar diye
kızıyorlardı.
Hakikaten Ashâb-ı Kiram dînî gayret ve vicdanlarından aldıkları
kuvvetle iki şeyi gözönünde tutuyorlardı.
1- Hz. Peygamber'in söylemediği bir şevi yalancılıkla söylemiş
olmak korkusundan, çok Hadîs rivayetinden
çekmiyorlardı. Dehlevî Huccetu'l
lâhil'l-Bâliga kitabında
şunu naklediyor: «Hz.
Ömer Ensar'dan bâzı zevatı Küfe'ye gönderiyor. Onlara
dedi ki: Siz Kûfe'ye gidiyorsunuz. Onlar Kur'ân okurken sesleri etrafı tutan bir cemaattır. Size gelir, Hadîs sorarlarsa Hadîs rivayetini biraz
az yapın,»
2- Ashâb-ı Kiram, Hz. Peygamber'den
menkul bir eser rivayet olunmıyan hususta re'y ile hükümden çekinirlerdi. Bunda kendi re'yleriyle birşeyin haram veya
helâl edilmiş olması endişesi vardı. Fakat hâdiselerin hükmünü beyân için
yapılacak başka iş de yoktu. Onun için Ashabın bâzıları Hz.
Peygamber'den Hadîs rivayet ederek esere bağlanmayı tercih ettiler. Bâzıları da
Hz. Peygamber'den bir eser ve Hadîs rivayet olunmıyan hususlarda kendi re'y
ve içtihadîariyle hüküm verme yolunu tuttular.
Bununla beraber ^ğer re'y
ile hüküm verdikten sonra bu hususta bir Hadîs bulunduğunu öğrenirlerse derhal
o rey'den döner, Hadîsi alırlardı. Ashâbdan birçokları böyle hâdiselerle karşılaşmışlardır. Hz. Ömer de böyle yapmıştır.
Ashâbdan sonra onların talebeleri olan Tabiîn gelmiştir. Onların
devrinde de iki şey ortaya çıkmıştır :
1- Müslümanlar birçok fırkalara ve gruplara
ayrılmıştır. Aralarında şiddetli ihtilâf fırtınaları esmeğe başlamıştır. Bu
ihtilâfların tesirleri de çok şiddetli olmuş gayet ağır neticeler doğmuştur.
Taraflar karşılıklı birbirlerine küfür, fısk ve isyan
damgasını basmışlar, birbirlerine kılıç çekmişler, kan bile dökmüşler-, dir. islâm birliği
parçalanmıştır. Ümmet: Haricîler, Şia, Ehl-* Sünnet
fırkalarına ayrıldı. Manzara çok hazindir. Emevî
saltanatım tutanlar ve ona karşı duranlar olduğu gibi ümmetin üzerine çöken bu
belâlara -sabırla fitnelere kanşmayıp bir köşede
sakin sakin duranlar da bulunuyor. Hariciler de
aralarında birçok kısımlara bölündüler : Ezârıka, İbâziye, Necdât ve daha bir sürü
isimler aldılar. Şiâ tfa birbirine uymaz kısımlara
bölündü. Hattâ bir kısmı Öyle kanaatlere saplandılar ki, İslâmiyet dairesini
aştılar. Şîâ arasında öyleleri vardır ki, Müslümanları ifsat etmek için dıştan
İslâm görünmüşlerdir. Maksatları îslâmı esasından
sarsmaktı. Böylece kendi milletlerinin eski devİeî ve
hâkimiyetlerini tekrar diriltmek, hiç olmazsa en azından kendi hâkimiyetlerine
son veren Müslümanlardan öc almak istiyorlardı.
Bunların bir neticesi
olarak ortaya çıkan dîn! müşkiîlerden biri de Hz. Peygamber'in lisanından yalan Hadîs rivayet etmenin
çoğalmış olmasıdır. Bu iş samimî îman sahiplerini cidden düşündürmeğe başladı.
Bu kabil uydurma Hadîsleri önlemek için çare aradılar. Ömer b. Abdüîâziz. Hadîslerin toplanıp yazılmasını düşündü. Sahih
ve doğru Hadîsleri toplayıp tesbit etmek lâzım geliyordu.
2- Medine'nin ilmî üstünlüğü azalmağa yüz
tutmuştur. Sa* hâbe
zamanında bilhassa fıkhî içtihadlarda
altın devri sayılan Hz. Ömer devrinde Medine-i
Münevvere, Ashabın ulemâsının ve fuka-hâsımn yuvası idi. Medine haricine çıkanlar bile orayla
ilmî bağlılıklarını devam ettiriyorlar, ortaya çıkan yeni bir mes'ele hakkında Medine ile fikir müdavelesi
yapıyorlar» daima yazışıyorlardı. Hz. Ömer'in
siyaseti, Kureyş'in ekâbirinin Hicaz topraklarından
dışarı çıkmasına müsaade etmezdi. Muhacirin ve Ensâr'm
ekâ-biri ancak onun müsaadesiyle merkezden
ayrılabiliyorlardı. Onların daima gözönünde
bulunmalarını isterdi. Hz. Ömer'in vefatından sonra
Ashabın ekâbiri diğer memleketlere yayıldılar. Her birinin fıkıhta takip
ettiği bir usûlü vardı. Her biri bir çığır açtı, bir ekol kurdu. Sonra Tabiîn
devri geldi. Bunlar Medine'de kalan veya oradan ayrılan fukahânın
talebeleri demektir. Bunlar bulundukları şehirlerin fukahâsı
oldular. Böylelikle bulundukları muhît icabı görüş ayrılıkları başladı. Her
biri bulunduğu mahallin örf ve âdetlerini nazan itibare alırdı. Her muhitin kendine mahsus mes'e-leîeri vardı. Bundan başka
Tabiîmden olan fakîh o muhîte gelen Sahabînin fıkıhtaki metodunu tâbi idi; onun rivayet ettiği
Hadîslere uyardı. Bu gibi sebeplerle muhtelif fıkıh görüşleri ortaya çıktı. Herbiri Kur'ân-ı Kerîm'den ve
Peygamber'in Sünnetinden yardım-îanıp dîne uygun
fetva vererek hakkı arıyordu.
Sahabe devrinden
bahsederken gördük ki, onlar fıkıhta
iki çığır takip ediyordu. Bunlardan birincisinde: Re'y
ve içtihad çoktur, rivayet azdır. Fakat sahih bir
Hadîs bulunursa içtihaddan sonra yine rivayete
dönerlerdi. Yâni rivayet olmayınca içtihada giderdi. İkincisinde : Rivayete çok
yer verilir, ondan ayrılmazlar, Allah'ın dînine kendi re'yini
karıştırmaktan kaçınmak için rivayet olmıyan hususta
fetva vermemeyi tercih ederlerdi. Tabiîn devrine gelince bu iki usûl arasındaki
aralık daha genişledi. Her iki taraf kendilerinden önceliklere nisbetle birbirlerinden çok daha uzak-' laştilar.
Rivayet yolunu tercih edenler, kendi yollarına daha çok sarıldılar. Ortalığı
kaplayan fitnelerden korunmayı ancak bunda gördüler, Sünnete sarılmaktan başka
çare bulamadılar. Diğerleri ise baktılar ki, Hz.
Peygamber'in lisanından Hadîs uyduran yalancılar türedi, yalan hadîsler
çoğaldı. İslâm fütuhatının genişlemesiyle Müslüman olan yeni milletlerle yeni
fikir temasları başladı. Yeni hâdiselerle karşılaşıldı. Burada gözden kaçmaması
gereken diğer bir nokta daha var : Tabiînin ekserisi mevâîîdendi.
Onlar eski medeniyetlerin sahihleri olan milletlerin mirasçısı idiler. Eski
bir kültürleri vardı. Bunu da taşıyorlardı. Böylelikle iki yol arasındaki
mesafe daha genişledi. Halbuki eskiden bu iki yol birbirine çok yakındı,
aralarında yalnız bir çizgi vardı.
İhtilâfın esası
Sürmeli delil olarak kabul etme işi değildir. Çünkü onda müttefiktirler. Asıl
ihtilâf re'y ve kıyası kabul edip ona göre hüküm
verip vermeme hususundadır. Ehl-i Hadîs re'y ve kıyası ancak bir zaruret halinde, rauztar kaldıkları zaman alıyorlardı. Keza vuku bulmayan
hâdiseler hakkında peşin hüküm vermiyorlardı. Anvak
vuku bulan hâdiseler için hüküm ve fetva veriyorlardı. Vâki olan mes'eleîeri atlayıp farazi mes'elelere
geçmiyorlardı. Ehî-i re'ye gelince mademki Önlerindeki mevzu hakkında bir hadîs
bulamıyorlar, öyleyse önlerine getirilen ve hal bek-
-leyen
bu mes'eîe hakkında re'y ve
içtihadyoliyîe hüküm vermek lâzımdır. Onlar, hem de
yalnız vâki olan mes'eleler hakkında hüküm
çıkarmakla iktifa etmiyorlar, vâki olmamış mes'eîeleri
de farz ederek vukuu muhtemel mes'eleler için re'y ve kıyas voliyle peşin hükümler hazırlıyorlardı.
Dikkat edilirse görülür ki, Ehl-i Hadîsin ekseri
Hicaz'da idi. Çünkü orası Ashâb-ı Kirâm'ın
vatanı ve vahiy diyarıdır. Oralarda sakin olup onlarla görüşen tabiîn, çok
kıyas ve re'y taraftan olmıyan
Ashâbdan ders aldılar. Çok re'y
kullanan Sahâbînin talebesi olan da onun re'ylerini rivayet etmekle iktifa etti, daha ileri geçemedi. Re'y ve kıyascıların çoğu Irak'da
yetişti. Çünkü onîar Abdullah îbn-i
Mes'ûd'dan ders aldılar. O ise, belki yanılırım
endişesiyle, Hz. Peygamber'den Hadîs rivayet etmekten
biraz çekinirdi. Halbuki kendi re'yiyle içtihaddan çekinmezdi. Şayet içtihad
yaptığı mevzuda sahih bir Hadîs duyarsa derhal içtihadından dönüp Hadîsi delil
olarak alırdı.
Hadîs râvîlerinin ekserisi Hicaz'da idi. Irak ise felsefe ve eski
ilimler yatağı idi. Eskİdenberi birçok mektepler
kurulmuştu. Bu gibi şeylere alışık olanlar re'y ile içtihad yolunu tutarlar. Bilhassa orada Hadîs rivayeti
için lâzım gelen şartlar da azdı. Bu gibi sebeplerle Irak'da
rey ve kıyas aldı yürüdü.
Tabiîn devrinde rev ve ictihaîn fukahâ ile muhaddis fukafıâ arasında ihtilâf boşluğu genişledi. Tebe-i Tabiîn ve mezheb sahibi
olan müctehitler devri gelince aradaki mesafe daha da
arttı. Mezheb sahipleri olan müctehitler
devrinin başlarında bu ihtilâflar son derece şiddetli idi. Fakat iki taraf
birbiriyle görüşüp mübaha-selere
girişince birbirine yaklaşmağa başladılar, karşılıklı fikir teatîsi yaptılar.
Hadîs ehli tevakkuf mevkiinden çıkıp bâzı hallerde re'y
kıyası almak zorunda kaldılar. Re'y ve ictihadcılar da, Hadîslerin tedvîn olduğunu, sıhhat
derecelerinin incelenip tesbite başlandığını görünce
Hadîse yaklaştılar, re'ylerini Hadîsle teyide
başladılar. Fetva verdikleri zaman bilmedikleri bir Hadîsi sonradan duyunca
hemen re'y ve içtihadlanndan
dönerek Hadîsi kabul ettiler.
Bu konuyu biraz daha
izah edelim. Çünkü bu devir, fıkhın geliştiği, islâm
hukukunun işlendiği mühim bir devirdir.
Bu asırda Hz. Peygamber namına mevzu Hadîsler uydurma işi durmuş
değildi. Çeşitli fırkaların kendi görüşlerini sözle müdafaa etmek için
harekete geçmeleri, bu fırkaların kendi görüşlerine
göre uydurdukları Hadîslerin şuyûuna, herkesçe
duyulmasına, Müslümanlar arasında yayılmasına sebep oldu. Kadı Iyâz bu yalancıların bâzısının ismini yererek Peygamber'în
lisanından yalan söylemeleri sebeplerini şöyle anlatıyor: «Onlar birkaç
türlüdür. Bir kısmı Peygamber'in asla söylemediği sözü uydurur, bunu ya zındıkların yaptığı gibi istihfaf ve dîni küçültmek için
yapanlar olduğu gibi, dîne hizmet ve sevap kasdiyle
yapanlar da olmuştur. Bâzı cahillerin, fazâile dair,
teşvik için Hadîs uydurmaları böyledir. Bunu garip şeylere nam kazanmak için
yapanlar da olmuştur. Bâzı fasık hadîsciler
gibi. Mezheb taassup ve gayretleriyle de Hadîs
uyduranlar vardır. Bid'atçıların, mezheb
mutaassıplarının uydurdukları hadîsler gibi. Ehl-i hevânın gözüne girmek, yaptıklarını doğru göstermek için
Hadîs uyduranlar olmuştur. Bu sınıfların her biri Hadîs ulemâsı ve ilmi Rical
erbabı nezdinde bellidir. Bunlardan bâzıları Hadîsin
metnini uydurmaz, fakat zayıf olan sened yerine sahih
ve meşhur bir sened uydurur. Bâzıları senedleri ters çevirir, senede ilâveler yapar, değiştirir.
Bunu başkalarını garip göstermek veya kendinden cehaleti gidermek için yapar.
Bâzıları doğrudan yalan söyler. İşitmediğini işittim diye iddia eder, görüşmediği
kimse ile görüşmüş gibi söyler, onlardan Hadîs rivayet eder. Bâzıları Sahabenin
sözlerini veya Arapların hikmetli sözlerini Arap hükemâsının
vecizelerini Peygamber'e nisbet eder.»[1]
Mezheblerin kurulduğu ve içtihad
devirlerinde bu yalan dalgasının kabarması iki şeye sebep olmuştur :
1- Sahih
Hadîsleri çürüklerinden ayırmak için muhaddis-ler, Hadîsleri inceleyip
doğru rivayetleri ayırmağa koyuldular. Bunun için
Hadîs rivayetlerini incelemeğe, râvîlerin ahvâlini yakından öğrenip tanımağa başladılar.
Doğruyu, doğru olmıyandan seçip ayırdılar.
Doğru olan râvîleri de doğruluk derecelerine göre sıraladılar, sadâkat mertebelerine ayırdılar.
Hadîsleri incelediler. Yalnız senedleri değil, metin tenkidi de yaptılar. Onları dînen
biz-zarura maruf olan şeylerle, doğruluğundan şüphe
edilmeyen meşhur Hadîslerle ve Kur'ân-ı Kerîmle mukayese edip karşılaştırdılar.
Onlara muvafık olanları kabul ettiler. Uyrmyanlan
bir yana bıraktılar. Sonra büyük
imamlar sahih Hadîsleri toplayıp yazmağa başladılar. îmâm Mâlik Muvaîta'ı yazdı. Süfyân b. Uyeyne el-Ce-vâmi'
fi's-Sünen ve l'-Âdâb'mı
topladı. Süfyân-ı Sevrî
fıkıh ve Hadîse dair el-Câmiü'1-Kebîr'ini telif etti.
2- Ehl-i re'y rukahâsı,
mevzu Hadîslerin çokluğundan yalana düşmek korkusuyla re'y
ve kıyas yoluyla fetva vermeyi çoğaltılar. Kıyasçılık
çoğaldı.
Irak, geçen asırlarda
olduğu gibi hâlâ re'y ve kıyas merkezi olmakta devam
ediyordu. Çünkü orada yetişen fukahâ, re'y ve iç-tihadla meşgul olan
Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn fukahâsmdan
ders almışlardı. Şâh VeliyyuIIah Dehlevî,
Huccetu'l-Lahi'l-Bâliga kitabında Ehl-i Hadîsi
zikrettikten sonra diyor ki:
«imam Mâlik ve Süfyân-ı Sevrî zamanında onların yanısıra diğer bir zümre vardı ki, mes'ele hallinden
korkmuyorlar, fetva vermekten çekinmiyorlardı. Onlar, din binası fıkıh
üzerine kurulmuştur, fıkhı neşretmek lâzımdır, derlerdi. Hz.
Peygamber'in Hadîslerini rivayetten ise çekinirlerdi, bir yanlışlığa düşmekten
endişe ederlerdi. Hattâ Şa'bî şöyle demiştir:
«Peygamber'den gayrisine sözü isnad etmek bize daha
kolay!» İbrahim Nahaî de şöyle dedi: «Abdullah şöyle
dedi, Alkame böyle dedi demeği biz daha severiz.»
Hadîs ehlinin seçtiği usul üzerine fıkıh mes'eleleri
çıkarmak için onların ellerinde Hadîsler yoktu. Diğer yerlerdeki ulemânın
ak-vâline bakmağa, onları toplayıp incelemeğe gönülleri yatışmıyordu,
kendilerini bundan müstağni görüyorlardı. Kendi imamları tahkîkin en yüksek
derecesinde bulunduğuna inançları vardı. Kalbleri
kendi adamlarına çok bağlıydı. Alkame bunu şu
sözlerle ifade eder: «Onlarda Abdullah b. Mes'ud'dan
daha sağlam bir surette araştıran birisi var mıdır?» Ebû
Hanîfe de şöyle demiştir: «Jtbrahim,
Sâlim'den daha fakîhtir. Eğer Sahâbelîk fazileti olmasa
Alkame, Ibn-i Ömer'den daha
fakîhtir bile derdim.» Onlar, hâiz nMukîarı fetânet, hads ve zihnin sür'at-ı intikali
sayesinde arkadaşlarının kavilleri ve usulleri üzerine mes'elelerin
cevabını çıkarmağa kadir oluyorlardı. Herkes yaratılış kabiliyetine göre kolayca
iş görür. Her taife kendi nezdinde olanla ferahlanır.
Onlar da tahric kaidelerine göre fıkhı hazırladılar.»
Görülüyor ki. Şah Velivyullah Dehlevî'ye göre ehl-i re'y ve içtihadın Irak
halkı arasında yetişmesine sebep, onların fetvanın lüzumuna kail olarak mes'elelerden ve cevaplarından yılmamalan-dır.
Keza ilm-i fıkıh, dînin binası olduğuna inanıyorlar. Resûlullah'-tan Hadîs rivayetinden korkuyorlar, diğer
yerler ulemâsının ak-vâlini almıyorlar, kendi üstadlanna
şiddetle taraftar olup bağlanıyorlar ve onlann
kavillerine göre mes'eîeleri hallediyorlar.
Iraklıların daha fazla
re'ye. Hicazlıların ve Şamlıların daha fazla Hadîse
bağlanmalarına sebep ne olursa olsun, biz yukarıda işaret ettiğimiz veçhile,
burada tekrar söyliyelim ki: Ehl-i
re'y ile Ehl-i Hadîs Kitap
ve sahih Sünneti alma hususunda ittifak üzeredirler. Bundan sonra ayrıldıkları
cihet şudur: Ehl-i Hadîs re'y
ve kıyastan çekinirler, Resulûllah'tan rivayetten
çekinmezler. Hakkında Hadîs olmıyan bir hususta re'yi kabule mecbur olurlar. Ehi-i
re'y ise ekseriyetle Hadîs rivayetinden çekinirler,
fetva vermekten çekinmezler, onun mes'uliyetini
üzerlerine alırlar. Fetva verdikten sonra o hususta sahîh bir Hadîs bulurlarsa re'yîerinden dönerler, Hadîsi alırlar. Buna dair haberler
pek çoktur.
Yine usûl farkından
olarak ehl-i re'y zayıf
Hadîsleri kabul etmezler. Ehl-i Hadîs ise mevzu
olduğuna delil bulunmadıkça, onları kabul ederler. Bu devirde ehl-i Hadîsin imamı olan îmam Mâlik Munkati',
Mürsel, mevkuf olan Hadîsleri ve Medine halkının
amelini delil olarak kabul ederdi. Ancak bunlardan biri bulunmazsa sa o zaman re'y ve kıyasa
giderdi.[2]
Ibnü'I-Kayyim, Î'lâm'ul-Muvakkiîn'de diyor ki, îmam Mâlik Mürsel,
Munkat'ı Hadîsleri ve belagatı (bana ulaştı diye
rivayet olunanları) ve Sahabe kavillerini kıyasa tercih eder.»[3]
Çeşitli fikirlerin
çalkalandığı bu asırda Hadislerin «ıbulü etrafında
kurcalanan mes'eleler böyle İdi. Bu hususta
birbirleriyle çarpışan görüşler vardı. Bir taife Hadîsi delil olarak alnii; ordu. Çünkü onun Peygamber'e nisbetinden
şüphesi vardı. Bir kısmı ise Kur'ân'ı anlamak hususunda
Hadîsten faydalanıyor, fakat onu ahkâmda itibar etmiyorlar, hüküm hususunda
delil tutmuyorlardı. Bu iki taife de târih sah ifeler
in den silinmiştir. Diğer iki taife İse devam etmiştir. Bunlardan biri re'y ve kıyası çok kullanıyor ve ancak zayıf olmıyan Hadîsleri kabul ediyor, senedinde şüphe etmiyor. Ehl-i Hadîs ise her nevi Hadîsi kabul ediyor. İmam Şâî'ye gelinceye kadar bu iki bölük arasındaki boşluk çok
derindi.
Ebû Hanîfe'nin asrında bu iki
zümre birbirine yaklaşmağa başlamıştı. Çünkü iki taraf ders almak, müzakere
yapmak, münakaşa ve münazarada bulunmak için bir arada toplanmağa, bir yere gelmeğe
başlamışlardı. Birbiriyle görüşmeler ve buluşmalar onları yekdiğerine
yaklaştırıyordu. Zaten bunların ekserisi din şulesini parlatmak emelinde idi.
Bu arzularında samimî idiler. İlimlerin tedvini başlayınca her iki taraf da
birbirlerinin eserlerini okumağa başladılar. Birbirlerinin görüşlerini yakından
tanıdılar. Ardı arasş kesilmeyen hâdiselerin çokluğu,
Hadis ehlinin re'y ve kıyası kabul etmek zorunda
bıraktı. Sahih Hadîslerin toplanıp seçilmesi, onları tanıma işinin
kolaylaşması, re'y ve kıyascılarm
Ashabın Hz. Pey-gamber'den
rivayet ettikleri Hadîslerin ekserisine kolayca muttali olmak imkânını bulması,
muhtelif diyarlardaki halkın rivayet ettikleri Hadîsleri öğrenme hususundaki
kolaylıklar. Bütün bunlar sayesinde ehl-i re'y denen kıyascıîarın elinde
büyük miktarda Hadîs toplandı. Bu sebeple onlar da Hadîsleri tanıyınca Hadîs
ehline yaklaş-
Ebû Hanîfe'nin talebelerinden
ve ehl-i re'y fukahâsmdan olan îmam Ebû Yûsuf
Hadîs Öğrenmeğe koyuluyor, Hadîs ezberliyor, re'y ve içtihadlarına Hadîsten şahit getiriyor, önce kail olduğu
bir re'y ve içtihadı Hadîse mugayir çıkarsa ondan
dönüyor, Hadîse uygun bir görüş ortaya atıyordu. îbn-i
Cerîr Taberi onun hakkında
diyor ki: «O, Hadîs ezberlemekle mâruftu. Muhaddisin
dersine gelir, elli, altmış Hadîs ezberler, sonra kalkar, onları halka ezberinden
yazdırırdı.» Ebû Hanîfe'nin
ikinci şakirdi ve arkadaşı olan îmam Muhammed Hadîs öğrenmeye başlıyor. Sevri'den Hadîs öğreniyor sonra üç sene İmam Mâlik'in
dersine devam ediyor ye ondan Hadîs alıyor. Böylece ehl-i
re'y ile ehl-i Hadîs
arasındaki açıklığın daraldığını, birbirlerine yaklaştığını görüyoruz.
Bundan sonra İmam
Şafiî devri gelince, o ehl-i re'y
ile ehl-i Hadîs arasında birleşme halkasını teşkil
eder. Ehl-i Hadîs mesleğini aynen almadı ve onların
yalan olduğuna delil getirmedikçe her Hadîsi kabul etmelerini benimsedi. Ehl-i re'yin mesleğini de aynen
almadı. Re'y ve kıyas dairesini onlar gibi çok geniş
tutmadı. İçtihad kaidelerini bir kayd
ve usûl altına aîdi. Yolunu biraz daralttı; aynı zamanda içtihadı
kolaylaştırdı, herkesin boğazından geçecek bir hâle
getirdi. Şah Velîyyullah Dehlevî,
Huccetu'lla-hi' Bâliga'da İmam Şafiî hakkında şöyle diyor:
«Şafiî, Hanefî ve
Mâliki mezheblerinin kuruluşlarının başlarında
yetişti. Her iki mezhebin usûl ve füruunun tertibi
ile teşekkülünü gördü. Kendinden öncekilerin yaptıklarına şöyle bir baktı.
Öyle bâzı şeyler gördü ki, işte bunlar onu, onların yolunda koşmaktan
dizginlemiştir, o yolda yürümekten alıkoymuştur.»
îmanı Şafiî'nin nelere
bağlandığını, onu nelerin dizginlediğini izah etmenin yeri, onun fıkhından
bahseden eserdir.
Re'y ve kıyascı fukahâ ile Hadîs fukahâsi
arasındaki ihtilâfları kısaca anlatmış bulunuyoruz. Fakat etrafında söz ve
münakaşa cereyan eden re'y, hangi re'y idi. Aralarındaki müşterek illet dolayısiyle
hakkında nas olan bir hâdisenin hükmünü, hakkında nas bulunmayan bîr hâdiseyi veren fıkıh kıyası mıdır?
Sahabe ve Tabiîn devirlerinde re'y kelimesinin
mânâsım" inceleyenler bunun daha geniş mânâda kullanılmış olduğunu
görürler.
Bu yalnız kıyasa
münhasır değildir. Kıyasa da, kıyastan başkasına da şâmildir. Bir mezhebîerin başlangıcına, teşekkülleri zamanına kadar
inersek orada da ayni şeyi buluruz. Bu kelime umumî mânâda kullanılmıştır. Hezheblerin ortalarına doğru geldikçe, her mezhebin
kabulüne cevaz verdiği re'yi, başka başka tefsir ettiklerine şahit oluyoruz.
îbn-i Kayyım, Sahabeden ve Tabiînden naklolunan re'yi şöyle açıklar: «Türlü emarelerin tearuzu hâlinde
doğru olanı bulmak için fikir ve teemmül voliyi*- araştırdıktan sonra kalbin
gördüğü, karar, kıldığı şeydi.»
Hakikaten Sahabe ve
Tabiînin ve onların raesleğince gidenlerin
fetvalarına bakan kimse görür ki, re'y kelimesinin
mânâsı, nas bulunmadığı hususlarda fakının vermiş
olduğu fetvaya şâmil bulunmaktadır.Bu fetvasında, fakih,
dînin ahkâmiyle bağdaşacak bir hükme dayanır,,
veyahut da hakkında nas bulunan bir hükme
benzediğinden, ikişer zeri
birbirine ilhak eder. Bu itibarla re'y: kıyasa, istihsâna,[4] mesâlih-i mürseleye ve Örfe şâmil
sayılır.
Ebû Hanîfe ile arkadaşları
kıyası, istihsânı ve örfü alırlardı. Mâîik'in arkadaşları istihsânı ve
mesâlih-i mürseleyi ahrlardı. Bu mezheb mesâlih-i mürseleyi almakla
meşhurdur. Onun için muhtelif asırlarda halkın ihtiyaç ve ahvaline uygun
gelmiştir. Halbuki o, az kıyas yapan bir mezhebtir,
onu çok almaz. Bu açığı mesâlih-i mürsele
ile kapati-. Mâlikiyye
mezhebi istihsâna da geniş yer verir* Hattâ fmam Mâlik: «îstihsam ilmin onda
dokuzudur» demiştir. Fakat bunların hepsi, nas,
Sahabe fetvası ve Medine halkı ameli bulunmadığı zaman onca muteberdir.
İmam Şafiî'ye gelince;
itimat olunur bîr nas yokken ahkâm için mürsel istidlali cari buldu. Fakat hüküm verme hususunda bu
çığın alelıtlak muvafık görmedi. Şeriatta mücerred re'y yoktur.
Ancak hükmü mahsus olnııyan bir emir, hükmü nasla
bildirilen bir emre ilhak olunmak yoliyîe olursa
makbuldür. Bu halde, re'y netice bakımından nassa hamletmektir, şeriatta, bid'at
demek değildir. Fakat hükmü nasla bildirilen bir
emir illetine istinat ettirmeksizin mutlak olarak istidlal yapmak ve ahkâmı
mutlak surette ta'lil etmek, işte şeriatta bid'at olan budur. Bunun içindir ki, Şafiî kıyas İçin
kaideler ve Ölçüler koymuştur. Onu müdafaa etmiş ve kuvvetlendirmiştir. Hattâ
kıyas kaideleri yazmakta ve isbat etmekte Hanefîyye'den bile üstündür. Onun için Râzî
şöyle demiştir: Şayanı hayret olan cihet şudur ki, Ebû
Hanîfe'nin dayanağı kıyas idi. Düşmanları çok kıyas
yapıyor diye onu zemmediyorlardı. Halbuki Ebû Hanîfe'nin kıyasını isbata dair
bir yaprak olsun yazı yazdığı ne ondan ne de ashabından biri tarafından
naklolunmuş değildir. Takrirlerinde bu hususta delil şöyle dursun, bir işaret
bile zikrettiğini söyleyen yok. Kıyası inkâr eden düşmanlarının de-Kilerine
cevap verdiği de söylenmiyor. Bu mes'elede ilk
konuşan ve deliller getirip isbat eden îmam Şafiî
olmuştur.»
[1] Bu bahis için bak: Muhammed Hudarî,
Tarihu, Teşrîi'I İslâmi, S. 82.
[2] Burada bir noktayı açıklamak lâzım geliyor, tmam Mâhk w hâ-disci fukaha re'y
ve kıyastan kaçınmalarına rağmen ttm-i Kayyim ve başkalarının dediği gibi, Kur'ân
veya dıger bir Hâdise veyahut da Külli olan bir asla
muhalefetinden dolayı, bâzı tıadislerl reddederlerdi şâtıbî Muvâ-fakat'mda
bu mevzua güzel bir fasıl ayırmıştır Orada diyor
ki" Hz Alşe, İbn-i Abbas, Ömer b. Hattab gibi müctehidler güçlüğü
giderme kaidesi gibi İslâm asıllarından bir külli kaideye mtmalefetinden
dolayı bâzı Hadîsleri reddetmişlerdir. Çünkü boyla bir asla muhalif olmaları,
bunların Peygamber'e nisbetinin doğru olmadığını
söylemeğe onlarca bir sebep sayılırdı, îmam Mâlik de bu asla itimad etmiştir Rivayet olunan Hadîs, eğer Kur'ân'a veya katî olan Sünnete veyahut umumî bir asla
muhalif ise onu reddederdi. Meselâ köpeğin yaladığı bir kabı yedi defa yısamak hakkında İmam Mâiik'in
dediklerine .bakın Hadîs var. fakat hakikati bilinmiyor, diyor ve bu Hadîsi
zayıf buluyor Köpeğin tuttuğu av yeniyor ağzınnı suyu
neden kerih görülüyor? diyor Satışta meclis muhayyerliği hakkındaki Hadise dair
sözü de bu asla dayanır O Hadîsi zikrettikten sonra şöyle diyor: «Bizim
indimizde bunun maruf bir haddi belli di-gil bu
hususta amel olunacak bir emir de yok». Yânı meclisin müddeti meçhuldür. Eğer
birisi meçhul bir müddet için muhayyerlik şart fcnşsa
bu ıcmâen batı Mır. Şerân şart olması caiz oîmıyan bir hüküm şer'an nasıl
katidir O, bu zannî Hadîse muarızdır... Zannî olan kafiye kargı duramaz Yine Mâlik: «Bir kimse,
üzerinde tutacak oruç borcu ularafc ilürse ondan Ötürü oğlu oruç tutar.» Hadîsini nazarı ltibare almadı «Babanın borcu olsa onu ödemez miydin?
Hadîsini delil tutmalı. Çünkü bu «Hiç kimse başkasının yükünü taşımaz, insan
için çalıştığından b^şka bir şey yoktur», âyetleriyle
bildirilen külli kaideye muhaliftir. Sedd-ı 'ierayl aslına dayanarak. Hadîsin şöhretine rağmen
Şevvalden alt) gün oruç tutmayı neh-yetti. Kur'ân-ı Kerim'in: «Sizleri emziren analartrnz.>
asıma istinaden 'rızada (emzirmede) ne beş, ne de on emzirmeyi itibare f-lmadı Mâliki mezhebinde
bunun emsali çoktur.
Umumî asılara muhalif
oları Hadîsleri İmam MâHfe ûe
reddPdlv.r Sâ-tıbî bunu söyle tahlil ediyor: «Zira asıllar kafidir, h.aber-i vâhid ise zanıdir.Şatıbi umumî asıllara
muhalif olan haber-ı âhıdi alıp almama hususunda
imamların İhtilâflarını naklederek şöyle diyor: İbn-ı
Arabı diyor ki, haber-i vâhid,
şeriatın kaidelerinden bir asla muhalif olursa onunla amel caiz midir? İmam
Şafiî caiz olur diyor îmam .Malik bu mes'elede
tereddüt etmiştir. Onun meşhur kavline göre: Eğer bu Hadîsi diğer bir kaide
takviye ve teyit_ederse,_o zaman caiz olur Yalnız oaşına
Hadîsi terkeder.» Burada köpeğin*'yaladığı kabın terr izlenmesi hakkında Mâlik'in görüşünü anlattıktan sonra
devam ederek diyor ki:
«Çünkü bu hadîs iki
büyük asla muhalif düşüyor. Dirisi: aOniantı
tuttukları avları yeyiniz!» âyet-i kerlmesidir.
İkincisi de: İllet-i taharet. temizlik sebebi diri olmaktır. Diri olan
temizdir. Köpek ise diridir. Araya Hadisi rîbâ
kaidesiyle çarpışsa da onu örf kaidesi teyid
etmektedir... Irak ehli Musarrat (2) Hadisini
reddettiler. Asıllara , muhalif gördüğü İçin İmam Mâlik'in kavli de Öyledir. O
da reddeder. Çünkü bu tazminat kaidesine aykırıdır. Zira bir şeyi telef eden
onu ya misliyle, veyahut da kiymetiyle
öder. Başka cinsten olan bir yiyecek ile, başka bir şeyle ödemez (bk. Şâtıbî Muvafakat, c. III,
s. 10 ve devam, Dimaşkî tsbı).
1) Arâyâ Hadîsinden
maksat şudur, Zeyd b. Sâbit'ten rivayet olunuyor. Peygamberimiz kuru hurmaların,
ağaç üzerindeki hurmalarla mübadelesine
cevaz vermiştir. Bunların miktarı
tahmin ile tayin
olunur. Tahminde miktar az-çok farklı olacağından bu alış verişte ribâ şüphesi va/dır. Birisi
diğerinden fazla, noksan olabilir. Fazlalık ribâsi
var demektir, akat Peygamberimiz güçlüğü kaldırmak
için buna ruhsat vermiştir. Çünkü bir ailede fazla
miktarda kuru hurma bulunur, fakat taze yaş hurma yoktur. Değişmek ister. Bu
hususta Örf câridir. Buna müsaade vardır. Bu, aslında bir nevi atiyye sayılır, birbirlerine ihsanda bulunmuş olurlar.
2) Musarraf
Hadisine gelince, Ebû Hüreyre'den
rivayet olunan Hadistir. Daveler ve koyunlar
satılacakları zaman sütlü görünsünler diye onları sağmıyarak
yelinlerine sütü toplamaktır. Böyle bir hayvan satın
alan kimse onu sağdıktan sonra az sütli olduğunu gördüğü zaman muhayyerdir, isterse
hayvanı ge-ri çevirir ve
sağdığı süt İçin mal sahibine bir sa'hür-ma verir. Bu hadîsin rnuktazasmı fukahanın çoğu reddetmişlerdir ve Hadîsi zayıf bulmuşlardır.
Bu misâllerden çıkan
netice şudur: Hadis fukahası da kendilerince doğru
olan bir İslâmî asla muhalif buldukları bâzı
Hadisleri reddediyorlar ve onları zayıflıyorlardı. îmam Mâlik Hadisleri, Münkati Hadisleri, kabul etmekle beraber, Kitap ve Sünnetten
malûm bir kaideye muhalif olan Hadisleri almıyor. Ancak bir kaide bulunmıyaa yerde Hadisi alıp onu re'y
ve kıyasa üstün tutuyor.
[3] Ibn-i Kayyim,
İ'lâmul - Muvakklîn, e. I,
s. 2.
[4] Hanefiyye fukahasindan olan Ebû Hasan Kerhi' tstlhsan şöyle tarif eder:
«Emsaline vermiş olduğu hükmü isbat eden birinci
delilden ayrılmasını icabeden daha kuvvetli bir
delil sebebiyle, müctehidin o benzerlerine vermiş
olduğu hükmü, buna da vermekten vazgeçmesidir.) Bâzı fu-kahanın,
kısaca: «İstihsan gizli kıyastır» demeleri de bu
tarife girer. Mâliki mezhebi İstihsânı şöyle tarif
eder: «Külli bir delil mukabelesinde cüz'i maslahatı
almaktır.> Maksat, mutlak surette maslahat değildir. Belki istidlal tarafını
daha kuvvetli kılan maslahattır. Bu tarif İbn-i El-Arabi'nİn Ah-kâmü'l Kur'an'daki «İstihsan İki
delilden en kuvvetli olamyle ameldir» tarzındaki
sözüne de uygundur. Mâlikiyye'nin bu tarihi Hanefiyye'nin tarifine yaklaşmaktadır, şâtıbi
Muvâfakatta diyor ki: »îstihsânm
iktizası, mürsel İstidlali kıyasta takdim etmektir,
çünkü istihsan yapan kimse mücerred
zevkine ve arzusuna müracaat etmiyor, bu gibi mes'eleleıin
emsalinde şâriin maksadı ne olduğu hakkındaki
bilgisine müracaat ediyor, şeriatın ruhuna bakıyor. Meselâ bir mes'elede kıyas öyle bir hükmü icabeder
ki, bu başka bir cihetten ya da bir maslahatın
fevtine, veyahut da bir fesadın celbine sebep olacak mahiyettedir. İşte böyle
olan kıyas istihsanla bırakılır.»
Mesâlİhı mürsele, aklın kabul ile
aldığı maslahaüer, faidelerdir.
Şeriatın asıllarından birisi onun igasıni veya
itibar edilmesini, göstermemiştir. Şeriatın İlgisini gösterdiği şey ise, bu
münasip vasfından dolayı ittifakan makbuldür ve bu
kıyas içine girer.
îstihsan ile Mesâlih-i mürpele, Mâlikiyye nazarında
mânaca birbirine yakındır. Bakr-ana, onlar Mesâlih-i mürseleyi, külli bir
delil mukabelesinde cüz'İ maslahatı almaktır, diye
tarif ediyorlar. Buna göre : istihsan, Mâlikiy-ye'ye göre mesâlih-i mürseleye çok
yaklaşıyor. Aralarında ince bir fark kalıyor. Belki de İmam Mâlikten
naklolunan şu: «İstihsâli, ilmin onda dokuzudur» sözünden murad
mesâlih-i mürseldir.
Bizce onlar, birini kabul edip diğerlerini reddeden Hanefiyye
görüsüne göre başka başka şeylerdir. Fakat Mâlikiyye nazarında birbirine yakındırlar, aradaki farkı,
İnşallah yerinde beyan edeceğiz.