132- Bu Esaslara Göre Buldukları Deliller
134- Hulefantın Mütezîleyî Himâyesi
135- Çağdaşları Arasımda Mutezilenin Mevkii
136- Fukahânın Ve Muhaddîslerîn
Mutezileyi İthamı
137- Mutezilenin Münazaraları Ve
İlmi Kelâm
139- Dinsizler Ve Zındıklarla Münakaşala
140- Fukahâ Ve Muhaddîslerle Mücadeleleri
Mutezile fırkası Emevîler devrinde ortaya çıktı. Fakat asıl Abbasîler
devrinde uzun zaman İslâm efkârını meşgul etti.
Hulefâ-yı Râşidin
zamanında ve Emevîler devrinde Irak'ta muhtelif
dinlere mensup birçok milletler sakin idi. Bunların içinde Irak'ın eski
sekenesi olan Geldâniler, İranlılar, Hıristiyanlar,
Yahudiler ve Araplar vardı. Bunların çoğu Müslüman olmuştu. Bâzıları
Müslümanlığı, kafasında yerleşmiş olan eski malûmatın ışığında anladı ve ona
içine sinmiş olan renge göre yeni bir renk verdi. Onun anlayışına göre bir
akîde ortaya çıktı. Bâzıları Islâmı, safi
kaynağından, temiz menbamdan aldı. Gönlüne sâfiyet-i
asliye-siyle yerleştirdi. Fakat şuurunu ve arzulan
hâlis değildi. Farkına varmadan eskiye meyil arzuları uyandırdı. Psikoloij bilginlerinin dedikleri gibi, şuur altı yoluyla
eski sezgiler sızıyordu. Onun için EnuVül-Mü'minîn Hz. Ali zamanında islâm ülkelerinde fitneler coşup kaynaşmağa başlayınca,
Irak'ta uyumakta olan o eski arzular yer yer yeniden
uyandı. İçlerinde gömülü olan fikirler açığa vuruldu. Irak'ta ve etrafında
Hâriciler ve Şia meydana çıktı. İşte bu re'y ve görüş
kaynaşması içinde Mutezile fırkası da türedi.
Ulemâ bu fırkanın ne
zaman çiktiğıada ihtilâf etmişlerdir. Bâzıları onun
ilk meydana çıkışını şu hâdiseye bağlar: Hz. Ali'nin
oğlu Hz. Hasan, Müslümanlar arasında boş yere kan
dökülmesin diye Hilâfeti Muâviye'ye bıraktığı zaman, Hz. AH taraftarlarından bir kısmı siyasetten çekilerek
kendilerini ibadet ve itikat umuruna verdiler. Ebu
Hüseyin tarâifî: (Ehl'ül-Ehva vel-Bidâ)
adlı kitabında bunlar hakkında diyor ki:
«Bunlar kendilerine
Mutezile nammı verdiler. Zira Hz.
Ali'nin oğlu Hz. Hasan Muâviye'ye
bî'at edip bütün umuru ona teslim edince bunlar
Hasan'dan da, Muâviye'den de, hattâ bütün halktan
ayrıldılar. Evlerine çekildiler. Mescitlere kapandılar. İlim ve ibâdetle
meşgul oluruz, dediler.»
Ekseriyete göre
Mutezilenin başı. Vasıl b. Atâ'dır. Hasan Bas-ri'nin
ilim meclisinde bulunuyordu. O çağda bütün zihinleri kurcalayan büyük günah
irtikâbı mes'elesi ortaya atıldı. Hasan Basri görüsünü söyledi. Vasıl, üstadı Hasan Basri'ye muhalefet elti Ve büyük günah işleyen mü'min değildir, o küfür ile'îman
arasında bir mertebededir, dedi ve
üstadının meclisinden ayrılarak başka bîr
ders halkası kurdu.
Bunun için onlara, ayrılan mânâsına, Mntezile
denildi.
Müsteşriklerden
bâzıları ise onlara Mutezile denilmesinin sebebini başka buluyorlar: Onlar
dünyadan yüz çevirmiş, kendilerini ibadete vermiş muttaki kimseler, dünyadan
ayrılmışlar, dünyadan yüz çevirip uzlete çekilmişler mânâsına gelen bir vasıf
imiş! Fakat bu fırkaya mensup olanların hepsi böyle değildir ki, içlerinde mâsiyet işlememiş kimseler de var, muttakîler de var.
Bâzıları ebrârdan İse, bâzıları fâcırlerden.
Ebû Hasan Hayyat (întisar) kitabında diyor ki : Bir kimse Mutezilenin esası
olan beş aslı kabul etmedikçe, Mutezile ismini almağa hak kazanmaz. Onlar da:
1- Tevhide 2- Adalet, 3- Vaad ve vaîd, 4- îki mertebe arası, 5- Mârufla emir, kötülükten nehiydir.
Bir insanda bu beş haslet tam olarak bulunursa o Mutezile mezhebinin esası bu
beş şeydir. Bu yoldan ayrılan onlardan olamaz. Bu beş asıldan herbîri-ni kısaca bahsedelim :
1- Tevhid : Mutezile mezhebinin Özü budur. Ebû
Hasan Eş'-ari'nin Makâlât'ül-îslamiyyin kitabında dediği gibi tevhid
demek: Allah birdir, O'nun misli yoktur, işitir, görür fakat cisim, suret, şahıs,
cevher, araz da değildir, Renk, koku, tat, hareket, hurudet,
rutubet gibi şeylerden uzaktır, bunlar cevher ve arazın" vasıflarıdır. O herşeyî ihata eder, içine alır, mahlûklardan hiçbirinin
vasıflarıyla O vasfolunmaz. O akla gelen her
tasavvurun üstündedir... Âlim, Kaadir, Hayy olarak devam eder, Gözler O'nu görmez. Vehimler onu
ihata edemez.. Tek kadîm olan odur. O'ndan başka Tanrı yoktur. O'nun ortağı ve
dengi yoktun Yarattıklarını yaratmakta O'nun yardımcısı yoktur. Yarattıklarını
eski bir örnekten alarak yaratmış değildir.[1]
Mutezile tevhid hususunda gayet titiz davranır. Allah eşyadan hiç
birine benzemez. Cisim ve cihetten münezzeh olduğundan âhı-rette
Allah'ın gözle görülmeyeceğine kânidirler. Onlarca Sıfat, Zattan başka
değildir. Yoksa kadîmlerin çok olması icap eder. Taad-düd-i kudemâ ise bâtıldır. Onlara
göre Kur'an mahtûktur. (Bu
bahis biraz kısaltılmıştır.)
2- İkinci
esasları adalettir. Mes'ûdi, Murûcuz-zehep'de bunu şöyîe açıklıyor: «Allah'u Teâlâ fesadı sevmez,
kulların ef'alini yaratmaz, Allah'ın verdiği
kudretle kullar Allah'ın emir
ettiklerini işlerler. O ancak murat ettiğini emreder. Kerih gördüğü şeyi
*ıeh-yeder. Emir ettiği iyilikleri sever. Nehyettiği kötü şeyden uzaktır. Tâkatları
olmıyan şeyleri
kullara emretmez. Güçleri yetmiyen şeyi
onlardan istemez. Bir kimse ancak Allah'ın verdiği kuvvetle elini yumup açar.
Onlara bu kudreti veren Allah'tır. İsterse alır yok eder. Dileme halkı itaata mecbur eder, mâsiyyetten meneyler. Buna kaadv.-.İir. Bunu yapmıyor, çünkü o zaman kulları imtihana çekmenin
mânâsı kalmaz.»
Bu eMila;
kul fi'linde muhtar değildir, diyen Cehmiye'ye cevap vermiş oluyor. Bunu zulüm sayarlar. Çünkü
bir şahsa bir şeyi hem emir etsin, hem de ona muhalefete zorlasın, böyle emirde
mânâ yoktur. Bir şeyden nehyedip sonra da onu yapmağa
mecbur tutmak olmaz. Cebriye ise buna kail, bu asla dayanarak kul kendi
fi'lini yaratır, dediler. Fakat Allah'ın acizden tenzih elmek mânâsını da düşünerek bu, Allah'ın kulda yarattığı
ve ona verdiği kuvvetlerle olur, hakikî Halik O'dur dediler. Bu kuvveti kula
veren Allah'tır, Allah bu. verdiği kuvveti geri almağa, kaldırmağa kaadirdir. Teklif umuru tam olsun diye bu kuvveti kula
vermiştir.
3- Va'd ve vaîd : Yani iyilik
yapanlara sevap vaad
etmek kötülük işleyenlere azap vermek demektir. Tevbe
etmedikçe, büyük günah işleyenleri affetmez.
4 -
îmanla küfür arasında bir mertebe
tâyini mes'eîesi ise şudur: Şehristânî
bunu şöyle anlatıyor: «Vasıl îbn-i Atâ demiş ki: iman
bir takım iyi hasletlerin mecmuundan ibarettir. Bunlar kimde varsa sahibine: mü'min, denir. Mü'min medih ismidir. Fâsikta bu
vâsıflar toplanmaz. O medih ismine lâyık değildir, ona mü'min denilmez.
Fakat fâsık, kâfir de değildir. Çünkü keiime-i şahadeti söylüyor, diğer hayırlı işler de yapıyor,
fakat o büyük günah işlemiş olduğu halde tevbe
etmeden bu dünyadan giderse Cehennem ehlinden olur. Çünkü âhirette
iki zümre vardır: Bir zümre Cennette, diğer zümre Cehennemde. Fakat fâsıkın azabı biraz hafif olur. Kâfirlerin üstünde bir
yerde bulunur.»[2]
5- İyilikle
emir, kötülükten nehy esasına gelince islâm dâvasını neşretmek için bunu yapmak mü'minîere vâcibdir. Sapmışlara
doğru yolu göstermek, azgınlar) irşad etmek lâzımdır.
Herkes bunu gücünün yettiği kadar yapar. Söz ve kalem sahipleri sözle ve
kalemle; kılıç sahipleri kılıçla vu vazifeyi
yerine.getirir.
Mutezile, akideleri
izahta, naklî delillere değil, aklî delillere dayanırlar, akla itimatları o
kadar fazla idi ki, bunu ancak şeriatın emirlerine olan hürmetleri tahdit
edebilirdi. Her mes'eleyi akla vurrular,
aklın kabul ettiğini alırlar, kabul etmediğini bırakırlardı. Onlara bu tarzda akılla
araştırma usulü şu yollardan gelmiştir:
a- Irak'da ve İran'da
bulunmaları, buralarda eski medeniyetlerin ve kültürlerin seslerinden izler
kalmıştır,
b- Arabın gayri
soylardan olmaları, ekserisi mevâlidendi.
c- Muhaliflerine cevap verme zorunda kaldıklarından
akla müracaatları.
d - Yahudilerle,
Hıristiyanlarla temasları olduğundan eski felsefe görüşlerinin çoğu onlara
geçmişti.
Akla itimat etmeleri
neticesi olarak onlar eşyanın hüsün ve kubhu mes'elesinde: Güzel ve çirkin olmaları hususunda akıl ile
hüküm verir aklı hâkim yaparlardı: Maarifin iyi olduğunu akıl bilir. Maarif
akıl nazarında vâcibdir. Nimeti verene şükretmek, bunu
başkasından duymadan önce de insana lâzımdır. Güzellik ve çirkinlik güzel ve
çirkin olanın birer zâti sıfatıdır.[3]
Cübbâî diyor ki: «Her mâsiyet ki, Allah'u Teâlâ onu emir etmesi
caizdi, onu nehyettiği için çirkin oldu. Allah'ın
mubah kılması caiz olmıyan mâsiyet
ise lizâtiht kabihtir,
cehalet gibi. Allah'u Ttâlâ'mn
emir etmemesi de caiz olan herşey Allah emir
ettiğinden dolayı güzel olmuştur. Ancak emir edilmesi caiz olan şeyleri ise li-zâtihi güzeldir.[4]
Buna göre Allah'a şâlih ve aslah yani yararlı ve en
yararlı olanı yaratmak lâzımdır, dediler. Cumhur ise şuna kaildi: Allah'u Teâlâ'dan ancak sâlih ve faydalı şeyler sâdır olur ve lâzım olan da budur. Allah'u Teâlâ'nın yaptığı herşey sâlihtir, faydalıdır.
Sâlih olmıyan bîr şeyi yapmak Allah hakkında mümkün
değildir.
Mecûsi, Sâbiî, Yahudi, Hıristiyan ve sair çeşitli milletler İslama girdiler. Kafalarına eskiden o dinlerin talimatı
dolmuştu. Bunlar onların iliğine, kemiğine işlemişti. îslâmı
da onların ışığı altında anladılar. İçlerinde Öyleleri vardı ki, kuvvet
korkusundan Müslüman görünüyor, içinde başka şeyler gizliyordu. Bunlar Müslümanlar
arasında dîni bozacak şeyler yapmağa akidelerde şüphe uyandırmağa başladılar.
Allah'ın inzal buyurmadığı fikir ve re'yle» ri araya sokuyorlar. Onların ektikleri tohumlar meyve
vermeğe başladı. İslâm adını taşıyan yıkıcı ve bozguncu bir zümre türedi. Mücessime, Müşebbihe, zındıklar
bunlardandı. Mâkulü, bilen menkûlü anlayan bir sınıf bunlara karşı Îslâmı müdafaaya koyuldu. İşte Mutezile de dîni müdafaa eâenlerdendi.
Yukarıda saydığımız
beş esas da, muhalifleriyle aralarında cereyan eden şiddetli münakaşalarda kendi
görüşlerini müdafaa için ortaya çıkmıştır. Arzettiğimiz
şekildeki tevhîd esası, Müşebbihe
ve Mücessimeye red içindir.
Adalet esası Cehmiye'ye red
içindir. Va'd ve vaîd Mürcieye cevap içindir. İki menzile arasında bir derece
ise, küçük - büyük her günah işleyeni tekfir eden Hâricilere karşı müdafaa
içindir.
Abbasî, Halifelerinden
Mehdi zamanında Horasan'h Mükanna*
ortaya çıktı. Ruhların tenasuhuna kaildi. Bir sürü
halkı azdırdı, peşine taktı. Mâveraünnehir'e yürüdü.
Mehdi onlara galip gelme uğruna çok güçlüklerle karşılaştı. Onları araştırıyor,
kılıç kuvvetiyle onların işini bitirmeğe çalışıyordu. Fakat kılıç bir fikri
öldürmez, bir mezhebi söndürmez. Fikre fikirle mukabele edilir. Bunun için
Mehdi bunlara cevap vermek, karşı koymak için Mutezileyi harekete geçirdi.
Onların şüphelerini çürütmek, dalâletlerini ortaya çıkarmak için Mutezile
deliller buldu ve bu yolda yürüdüler.
Mutezile Emevîler devrinde çıktı. Emevîler
onlara hiç dokunmadılar. Çünkü Mutezile kargaşalık çıkarmıyor, ayaklanmağa davet
etmiyordu. Bunlar fikir ve kanaatsahibi bir zümre
idi. İşleri: Delile delil ile mukabele etmekti. Umuru doğru Ölçülerle ölçmek
istiyorlardı. Siyasete karışmıyorlardı. Görünüşte onların delili sözdü, ok
değil, silâhlan delil idi, kılıç değil.
Mes'udî, Murûcuz-zeheb'de naklediyor: Yezid b. Velid Mutezilenin re'y ve
fikrinde imiş. Onların beş prensibinin doğruluğuna itikat edermiş.
Abbasîler devleti
kurulunca, ilhâd ve zındıklar seli anadan taşmıştı.
Abbasî Halifeleri, Mutezileyi zındıklara ve mülhidlere
karşı çekilmiş bir kılıç gibi buldular ve bu keskin kılıcı körletmek istemediler.
Mutezilenin ilhâda karşı açtığı savaşı söndürmediler.
Me'mun gelince Mutezileye daha çok temayül gösterdi. Onlan kendine yaklaştırdı, fukahâ
ile Mutezile arasındaki ihtilâfı kaldırmak için aralarında münazaralar
yaptırıp onlan birleştirmek istedi. Fakat onun
gibilerinden hiç beklenmiyen bir hataya düştü : Fu-kahâyı ve muhaddisleri hükümet
kuvvetiyle Kur'ân'ın mahlûk olduğu mes'elesinde Mutezilenin akidesini kabule zorladı.
Hâkimiyet kuvveti, re'y ve kanaatlere tahakküm için
değildir. Fikirler cebr ve şiddetle Öldürülemez.
İnsanlar zorla başka şeye itikada sürüklenip kanaatleri değiştirilemez. Mademki
dinde zorlama yoktur, ikrah ve cebr haramdır,
insanları öyle bir akîdeye zorla sürüklemek nasıl olur ki, akîdeye karşı
gelmekte küfür değil de, tenzih daha kuvvetlidir. Me'mun
fukahâyı Kur'ân mahlûktur
demeğe zorladı. Bâzıları inanarak değil de korkudan bunu kabul etti. Bâzıları
ise bu hususta işkencelere katlandı, zindanlara atıldı. Yine akîde ve kanaatlerinden
başkasını söylemediler. Kanaatlerinden dönmediler. Halk-ı Kur'ân
mese'Iesi denilen bu fitne Me'mun'un
vasiyeti üzerine Mu'tasım ve Vâsık
zamanlarında da aynı tempoda devam etti. Vâsik bu meesleye bir de şunu ilâve etti. Mutezilenin dediği gibi âhirette Allah'ı kulların göremeyeceğine inanmağa zorlamağa
başladı. Mütevekkil gelince bu zorlamaları ortadan kaldırdı. Bu işleri tabiî
seyrinde bıraktı, insanlar beğendikleri görüşü almakta serbest kaldılar.
Fukahâ ve muhaddisler. Mutezileye
şiddetle hücum kampanyası açmışlardı. Mutezile iki kuvvetli düşman
arasında kalmıştı.
Bir tarafta zındıklar
ve mülhidler, diğer tarafta fukahâ
ve muhad-dislcr. Bakarsın, fııkah: sırası düştükçe hemen Mutezileye hücum ederler,
îmam Şafiî, Ahmet b. Hanber vesaire kelâm ilmini ve ke-lâmciîar usuliylc
ilim tahsil edeni zemmederler. Bundan maksatları Mutezileyi kötülemektir.
Acaba fukahânın Mutezileden hoşlanmamalarının sırrı
nedir? Bu her iki sınıf da dîne yardım etmek isterken neden böyle oluyor?
Halbuki her ikisi de dîni müdafaada ellerinden geleni esirgemiyorlardı. Bence
bu düşmanlığın sebeplen dencbiîeck müteaddit şeyler
bir araya gelmiş ve bu düşmanlığı körüklemiştir. Onlardan bâzıları şunlardır :
1- Mutezile,
dînî ak'idleri anlayışta selef-i sâlİh
yolundan ayrıldılar. Allah'ın sıfatlarını bilmek, îman edilmesi gereken akîdele-ri öğrenmek isteyen
herkes bunları Kur'ân'dan alırdı, ona baş vururdu.
Başka bir şeye bakmazlar ve Kitap'tan başkasına gönülleri yatmazdı. Akaidi Kur'ân-ı Kerîm'in âyetlerinden anlarlardı. Her hangi bir hususta şüpheye
düştüler mi, Arap dilinin özelliklerinden faydalanarak şüphelerini yine âyetle halletmeğe çalışırlardı. Yine
anlayamazlarsa bu defa burada dururlar, daha ileri gitmez, fitneye düşeriz,
haktan saparız endişesiyle başka birşey yapmazlardı.
Bu tarz hareket, Arapların tabiatına
mülayim geliyordu. Ve onlara
yetiyordu. Çünkü onlar ümmî bir milletti. îlim, felsefe, mantık ehli
değildirler, fakat Mutezile bu usulden ayrıldılar. Aklı her şeyde ölçü tutup
onu hâkim yaptılar. Araştırmalarında aklı esas tuttular. Akıllariyle
her işin künhünü ve mahiyetini anlamağa kalkıştılar. Bunların hepsi, bu tarz
şeylere alışık olmıyan fukahâya
bir sadme tesiri yaptı. Mutezileye lisanla hücuma başladılar, onlar hakkında
kötü şeyler yapıp dağıttılar. Halbuki
Mutezilenin ekserisi bir
Avrupalı bilginin dediği gibi idiler: «Biz Mutezileden dîne aykırı bir ses
işitmedik. Onlardan duyduğumuz ses: Allah'a ve onun kullarıyla olan alâkasına yakışmıyan herşeyle mücadele eden
dindar bir vicdanın sesidir.»
2- Mutezile
zındıklarla, putperestlerle, vesaire ile durmadan mücadele ediyorlardı. Her
mücadele bir nevi meydan harbi demektir.
Harbe giren kimse harbde kullanılan usulleri almak zorundadır.
Düşmanın harb plânlarım ve kullandığı silâhları bilmelidir.
Bu itibarla düşmandan bazı şeyler, alır karşısındakinden bâzı şeyler ona da
geçer. Mutezile de mücadele ettiği düşmanlarının fikir ve görüşlerinin bir
dereceye kadar tesiri altında kalmış olabilir. Niberg
bu hususta şöyle demektedir: Büyük bir düşmanla meydan savaşına giren kimse
savaş şartlariyîe düşmanın ahvaline bağlıdır.
Düşmanın harekâtını, kalkıp konmasını
adım adım takip etmelidir. Düşmanın hileleri
bile ona tesir eder. Fikir meydanında da bu böyledir. Fikirlerin meydana
gelmesinde dost kadar düşmanın da tesiri vardır. Birşeyle
fazla uğraşan onun içine düşer. Bâzı Hanbeliler
kendisini mülhidlere cevap hazırlamağa vakfeden, bu
işe veren arkadaşlarının kendilerini kaptırdıklarından şikâyet ederler. Bu
mücadelelerin tesiriyle bâzı Mûtezil I ilerin re'y-lerinde umumî yoldan bâzı
ayrılışlar olması çok mudur?»[5]
3- Akaidi
bilmek hususunda Mutezilenin akla dayanan bir yolu vardı. Sade nassa itimat etmezlerdi. Yalnız mes'ele,
hükm-i şer'î veya hükm-i
şer'î ile münasebeti olan bir bahis olursa o zaman başkadır. Evet ekseriya
itimatları akla idi. Akim türlü meyilleri var. Sırf akıllarına uymaları
yüzünden hatalara düştüler. Mutezile imamlarından Ebû
Huzeyl'in şu sözleri buna misaldir: «Cennet halkı
ihtiyar sahibi değildirler. Çünkü ihtiyarlan olsa mükellef olmaları icabeder. Halbuki âhiret teklif
yeri değil, mükâfat yeridir.» Bunda yanılıyor. Çünkü ihtiyar sahibi olmak, behemal teklifi icab etmez. Ebû Huzeyl'in bu sözünden
döndüğünü Hayyât nakleder. Bu türlü çarpık
düşünceler, Mutezileden bâzılarının ağzından çıkıyordu. Bunlar halk arasında
yayılıyor, bunları duyan halk onlardan
soğuyordu.
4- Mutezile,
ümmet arasında yüksek mevkii olan büyük adamlarla mübahase
ve mücadele yapıyorlar, onlar hakkında sözlerini sakınmıyorlardı. Bakın Câluz, Hadîs ve fıkıh ulemâsına nasıl çatıyor:
«Hadîs ulemâsı ve bir
de avam sınıfı taklit ederler... Taklit akılca makbul bir şey değildir. Kur'ân taklidi nehyeder... Abidler ve zâhidler bizde çoktur,
diyorlar, Hâricilerin sayısı onlardan azken yalnız Hâricilerin âbidlerinin sayısı onlardan daha çoktur...» Bu tarzdaki
sözlerle diğer mezheb erbabına dil uzatmaları, halkın
Mutezileden soğumasına sebep olmuştur.
5- Abbasî
Halifelerinden bâzıları Mutezile
taraftardı. Bu mezhebi kabul ederek onlara yardımda bulundular. Taraftarlıklarım ileri götürerek halkı
Mutezile mezhebini kabule zorladılar. Bu uğurda fukahâya
ve muhaddislere işkence yaptılar. Onların böyle
işkenceye maruz kalması halkın şefkatini tahrik etti. Mazluma acımak sânından
olan insanlar onlara acıdılar ve bu işkencelere sebep olan Mutezileye
kızdılar,, bunlar sizin başınızın altından kopuyor, diye onlara kin
bağladılar. Çünkü onlar Hulefâ ve Ümerâ ile görüşüp
onlara bu fikri işliyor, bu işkencelere onlar sebep oluyor du...
Hattâ Mutezile» fukahâya ve muhaddislere
eza ve cefa yapan lan müdafaaya çalışıyorlardı.
Meselâ Câhız'ın şu sözlerine bakın:
«Biz ancak delil
olmaksızın kimseyi tekfir etmeyiz. Ancak töh met
altında olanları imtihan ederiz, deneriz. îtham altında olanla] hakkında
soruşturma açmak, zan altında bulunanları imtihana çekmek, kapalı örtüyü
yırtmak, saklıyı meydana çıkarmak nev'in-den
değildir. Her keşif, aybı açmak ve her imtihan
tecessüs sayıl saydı kadı bunu yapanların başında gelmek icap eder. İnsanların
kusurlarım ve ayıplarını mahkemede en çok o soruşturup araştırır.»[6]
Maddî kuvvetlerin
yardımına ve himayesine sığman fikirlerin hezimete uğraması muhakkak bir şeydir.
Çünkü maddî kuvvete dayanmanın sonu dağılmaktır ana caddeden çıkmaktır. Böyle
bir kuvvete güvenenlerin işi tersine döner, çünkü insanlar nazarında kıymeti
kalmaz, eğer delil kuvvetli olsaydı, hâkimiyet kuvvetine ve yardımına muhtaç
olmazdı, derler. Zorlama ile fikirler tutunamaz.
6- îlhâd
taraftarlarından çoğu, bozuk fikirlerini yavrulamak için Mutezile arasında
elverişli yuva bulabiliyordu. İslama fitne
sokuyorlar, Müslümanlar arasına fesat saçıyorlardı. Mutezileyi kendilerine
siper yapıyorlardı. Onların bu kötü maksatları ve ha-bîs
garezleri anlaşılınca Mûtezüiler onları aralarından
kovardı. İbn-i Ravendi onlardan sayılırdı. Ebû İsa Verrak, Ahmed-b. Fadl Hadsi onlara mensup
idiler. Halbuki bunların hepsi îslâmda görülmedik
şeyler çıkardılar, kötü şeyler getirdiler. Bunların içinde Müslümanların
akidelerini bozmak için Yahudilerin satın aldıkları, vicdanlarını
kiraladıkları kimseler de vardı. Bunlar baştan Mutezileden aynlsalar
da stirdükleri leke Mutezilenin adını kirletirdi.
Mutezile onların kendilerinden olmadığını söyleseler de sürülen leke kolay kolay çıkmazdı. Çünkü töhmet zihinlerde temize çıkarmaktan
daha çabuk yerleşir.
Fukahânm ve muhaddislerin Mutezileye
hücumları çok şiddetli oluyordu. Onları her şeyle itham ediyorlardı. Hanefiyeden İmam Muhammed b. Hasan Şeybânî
Mutezile arkasında namaz kılan kimsenin namazını iade etmesinin lâzım geldiğine
dair fetva verdi, imam Ebû Yusuf, onları zındıklardan
sayardı. îrnam Mâlik onların şahitliğini kabui etmezdi. Haklarında türlü sözler söylendi, onları fıskla haram şeyleri irtikâpla itham ettiler. Çünkü husûmet
şiddetlenince ölçüsünü kaybeder, iş söğüşmeye varar. îki taraf birbirine haklı haksız söz söyler, İleri
geri çatar. Mutezileye yöneltilen ithamların çoğu insaf ölçüsünü aşıyordu. îşe
tarafgirlik ve taassup karışıyordu. Her taassup anlayış ve idrâk yollarından
birini mutlaka kapayıp tıkar. Dîninde töhmet altında bulunan bâzı sapık
kimseler Mutezileye yamansa da Mutezilenin iyi tarafları hiç yok değildir. îslâmı ilk müdafaa edenler onlardır. Vâsıl b. Atâ'nın
adamları îslâm ülkelerine dağılarak dinsizlere karşı
dîni müdafaaya koyuldular. Amr b. Ubeyd, zındıklarla amansız savaş yapıyordu. Onlara ateş
yağdırıyordu. Beşşâr b. Bürdün
dostu idi. Fakat onda dinsizlik sessizce onu Bağdad'dan
sürgün ettirdi. Ve ancak Amr'm Ölümünden sonra Bağdad'a dönebildi. Ömer b. Ubeyd[7] hakkında
Câhız şöyle diyor: «Onun ibâdeti bütün fukahâmn ve muhad-dislerin ibadetine denk gelir.»
Halîfe Vâsık, veziri olan Ahmed b. Ebî Duâd'a sordu:
— Neden Mutezileden olanları, başkaları gibi
kadı ve hâkim tayin etmiyorsun?
— Onlar bunu kabul etmiyorlar ki. Meselâ Ca'fer b, Mübeş-şir'e onbin dirhem gönderdim,
onları kabul etmedi. Kendim kalkıp onun ayağına gittim. Yanma girmek için
müsâade istedim. Müsâade etmedi. Ben de izinsiz olarak girdim. Kılıcına
sarılarak:
— izinsiz girdiğinden seni öldürmek helâldir,
dedi. Ben de geri dönüp kaçtım.
Öylelerine kadılığı nasıl kabul ettirebilirim.
Halbuki bu Ca'fer ihtiyaç içinde kıvranıyor. Bâzı dostları ona iki
dirhem verdi. Onları kabul etti. Bunun üzerine ona:
— Onbin dirhemi geri
çevirirsin, iki dirhemi alırsın, bu ne? dediler.
— Onbin dirhemin
sahipleri olan fakirler ona benden daha müstahaktirlar,
onlar milletin parasıdır. Bana bu iki dirhem kâfi. Bunlara ihtiyacım var. Allah
bana bunları istemeden gönderdi. Şüpheli ve haram olan dirhemlerden beni
kurtardı.
İşte onların içinde böyleleri vardı, şüpheli şeylerden çekinirlerdi. Helâl olmıyan yollarla toplandı diye sultanın parasını kabul
etmez, hediyeyi geri çevirir. Dostundan gelen helâl ve temiz iki dirhemi alır.
Bunlardan anlıyoruz
ki. Mutezile içinde de zühd ve takva sahipleri
vardı. Mutediller bulunurdu, fakat azdılar.
Mutezilenin
düşmanlarıyla yaptıkları münazara ve mübâhase-lerden kelâm ilmi meydana çıktı. Bu münazaralar Rafızîler,
Mecûsîler, Putperestler, dinsizlerle yapıldığı gibi fıkıh ve Hadîs ulemâ-siyîe de yapılırdı. Bu münazaralar dairesinin merkezi
Mutezile idi. Üç asır, İslâm camiasını mücadeleleri ve münazara 1 ariyle meşgul ettiler. Onların meclisleri ümerâ, vüzerâ ve ulemâ ile dolup taşıyordu. Fikirler orada
birbiriyle çarpışıyor, mezhepler birbirleriyle boğuşuyor, cevaplar hazırlanıyor
,lslâm düşüncesi burada silâhlanıyordu. İran, Yunan
veya Hind fikir kırıntılariyîe
bu meclisler süsleniyordu. Mutezile bu münazaralarda hususî bir temayüz gösteriyordu.
Hüküm çıkarma yolları başka başka olsa da netice itibariyle
dînin davet ettiği gayeye varıyorlardı. Başlıca vasf-ı
mümeyyizleri şunlardır:
1- Taklitten
uzak kalmaları: Araştırmadan, incelemeden rastgele
başkasına tâbi olup körü körüne takip etmiyorlardı. İsimlere değiî, re'y ve kanaatlere hürmet
ediyorlardı. Söylenene değil, hakikata bakıyorlardı.
Onun için birbirlerini bile taklit etmediler. Onların tuttuğu yol şu idi: Her
mükellef, dinde içtihadının bulduğu şeyi alır, onunla amel eder. Onun içindir
ki, bu kadar çok kollara ayrılmış olsalar gerektir, her şahıs bir fırka reisi
sayılmıştır: Şu isimlere bakın:
Vasiliye,[8] Hüzeyliye[9], Nazzâmiye[10], Hâtitiye[11], Bişriye[12], Muammeriye[13], Müzdariye[14], Sümâniye[15], Hışâmiye [16], Câhızıye [17], Hayyâtiye [18], Cübbâiye.[19]
2- Akaidi isbatta akla itimat etmekle beraber dînin ulu caddesinden dışan çikmasınlar diye Kur'ân-ı Kerfm'in yardımına sığındılar.
Ayetlerden faydalandılar. Hadîs
bilgileri çok değildi ve akait hususunda Hadîsi delil almazlardı.
3- Devirlerinde
tercüme olunan ilimleri aldılar, ve bu ilimlere hizmetleri de oldu. Düşmanlarına
karşı bu ilimlerden yardımlanarak cevap hazırladılar. Kelâm meydanında karşılanndakîlere galebe için bunlardan faydalandılar. O
devirde Arap aklım besleyen yabancı kültürleri almış olan her Müslüman
Mutezileye katıldı. Çünkü dînî ruh ile tevhîd ve
tenzihe çok Önem veren ve aklın ihtiyacını karşılayan felsefî fikirleri
birleştiren Mutezilenin görüşü onlara uygun geliyordu. Mutezile arasında bir
çok seşkin muharrirler, üstün âlimler, anlayışlı
feylesoflar çıkmıştır.
4- Fesahat
ve belagat sahibi, edebiyatçı idiler, içlerinde beliğ hatipler vardı. Münazara
ve mübâhasa yaparken dilleri belagata alışmıştı.Vâsıl
b. Atâ büyük bir hatip, psikolojiye vâkıf bir âlimdi. Hazır cevaptı, sözlerini
kolayca hazırladı. Nazzam, zeki ve beliğ bir zattı.
Keskin lisanlı , düzgün sözlü bir şair ve edipti. Ebû
Osman Amr Cahız hakkında
Sabit b.Kurra şöyle diyor: «Cahız
Müslümanların hatibi, kelâmcıların üstadıdır, Mütakaddîm ve mütaahhirinin en seçkinidir. Kalbur üstüne gelenlerdendir.
Konuştuğu zaman belagatta Sehbâni andırır. Münazara
ve mübâhase yaparken münazara üstadı Nazzamı hatırlatır. Kitapları çiçek bahçesi, risaleleri
meyve yüklü dallar gibi. Mübâhaseye giriştiklerini mağlûp eder, kimse onun karşısına
çıkamaz.» .
1- Rafızîler,
Putperestler,, Cehmiye ve diğer bid'atçılar
Mütezile ile münakaşa yapmışlardır.
2- Fukaha ve muhaddisler.
Evvelâ Mutezilenin
dinsizler, zındıklar, cehmiye ve saire ile yaptıkları
münakaşaları ve mücadeleleri nakledelim-
Emevîlerin, son ve Abbâsîlerin ilk devirlerinde zmdıklar, sapıklar çoğaldı. Bunlar bâzan
maskelerini indirip hakikî hüviyetler meydana çıkarlar, bâzan
İslâm kisvesine bürünerek kendi prensiplerini Müslümanlar arasında yayarlar,
kimse farkına varmadan zehirlerini saçarlardı. Bunların îslâma
düşmanlığı hepsinden daha fazla idi, zararları çok olurdu. Çünkü bâzıları
onlara aldamyor, onların yaldızlı sözlerine
kapılıyordu. Mutezile bunlarla çetin bir savaşa koyuldu ve onları her meydanda
mağlûp etti. Vâsıl b. Atâ arkadaşlarını îslâm
merkezlerine yayarak zındıklarla mücadeleye başladı. Kendisi de müdafaa
ediyordu. Eserleri arasında Maniliğe karşı bir reddiyesi vardı. Onun arkasından
gelen arkadaşları da ayni şekilde hareket ettiler. Münakaşalarını kuvvetli
delillerle yapıyorlardı. İkna kuvvetleri çoktu. Düşmanları onların kuvvetli delillerine
karşı kaçamak bulamıyor, teslimden başka çare kalmıyordu. Bu münakaşalarla bir
çoklarını ikna ediyorlardı. Ebû Huzeyl
Allâf'ın eliyle üçbinden
fazla mecûsî Müslümanlığı kabul etmiştir. O
münazarada son derece maharet sahibi bir zattı.
Mutezilenin münazaarlanna ve nasıl kuvvetli deliller bulduklarına
örnek olmak üzere bâzı misaller nakledelim: tntisar'da
şöyle deniyor: «Maniler sıdk ile yalanı ayrı
sayarlar. Sıdk hayırdır, nurdandır, yalan, ise serdir
ve zulmettendir, derler. İbrahim Naz-zam onlara sordu:
—Bir ihsan bir söz
söylese ve o söz de yalan olsa, bu yalanı söyleyen kimdir? .
— Zulmettir, dediler.
— O adam söylediği bu yalana pişman olup
da: Ben yalan söyledim ve bununla
kötülük işledim derse (yalan söyledim ve kötülük işledim) diyen kimdir?
Buna ne cevap
vereceklerini şaşırdılar. Çünkü bu fazileti zulmet işleyemez.
— Yalan söyledim ve
kötülük işledim diyen nur ise, bu yalan olur. Çünkü yalan söyleyen o değildir.
Yalan serdir, nurdan şer sadır olmuş olur. Bu sizin sözünüzü çürütür. (Eğer
yalan söyledim ve kötülük işledim) diyen zulmet derseniz baştan başa yalan
söylemiş, sonra da doğru söylemiş olur/ yani ondan hem doğru, hem de yalan
sadır olmuş olur. Halbuki sıdk ve yalan sizce birbirine
zıddır, zulmetten hayır sadır olmaz...»
Bakınız, geniş
bilgisiyle münakaşa yaptığı kimseleri nasıl yakalıyor, onlara çıkar yol
bırakmıyor. Çıkış yerlerini tutuyor ve onları susturuyor. Mutezile Rafızîlerle
ve diğerleriyle de aynı tarzda münakaşa yapıyordu. Aralarında şiddetli
münakaşalar cereyan etmiş olmasına rağmen birbirlerine iyi muamele
yapıyorlardı. Ulemânın ahlâkına yakışan budur. Geniş gönüllü ve müsamahalı olmalıdır.
Ruhiyat eserlerinin
vardığı neticeye göre ihtilâf hâlinde olan iki taraf eğer akidede birbirlerine
yaklaşırsa, mücadele daha şiddetli olur.[20]
Burada da bu böyle
olmuştur. Çünkü Mutezile ile fukahâ arasında ihtilâf
yeri azdır. Bunların tashihi kabildir, birbirini tekfir edecek mahiyette
değildir. Birini dinden çıkaracak birşey yoktur.
Bununla beraber bunlar arasında mücadele gayet şiddetli olmuştur. Birbirlerine
çok atıp tutmuşlardır. Belki de yukarıda geçen sebebe şunlar da ilâve
olunabilir: Bu ihtilâf aklî ve mantıkî idi, dinde düşünüş tarzlarına aitti. Fukahâ ve muhaddisler dîni Kur'ân ve Hadîsten alıyorlardı. Onlar akıllarını, kitabın naslarını anlamak ve Peygamberden naklolunan Hadîslerin
sahibini öğrenmek için kullanıyorlardı. Dîni bu yolların dışında Öğrenmek
onlarca hatadır. Mutezile ise akideleri aklî kıyasla isbat
etmeği caiz görüyor, dînî bir nassa muhalif olmadıkça
bununla amel ediyorlardı. îslâm akaidini isbatta mantık, felsefî bahisleri kullanıyorlardı, Fukahâ ise buna karşı idiler. Ayakları kayıp şaşırmasınlar
diye nas üzerinde duruyorlardı. Çünkü akıl
aldanabilir ve şaşırır.
Bu onlar arasında
ihtilâf yoktu demek değildir. Mutezile ile muhaddisler
arasında bir çok cüz'î mes'elelerde
ihtilâf vardı. Fakat akidelerin özünde ve esasında ihtilâf yoktu*. Onun için
Mutezile fukahâyı ve muhaddisleri
tekfir etmez, onlar da Mutezileyi tekfir etmezler, yalnız bid'atçı
sayarlar.
Onların mücadeleleri
işte böyle iki nevi usul ihtilâfından ileri geliyordu. Halk-ı Kur'ân mes'elesindeki
ihtilâflarına bak. Görürsün ki, Mutezile tevhid ve
tenzihten başka hiçbir kayıta mukayyet olmaksızın aklî kıyaslar arkasından
koşmakta, onları delil tutmaktadır. Fukahâ ile muhaddisler ise tevakkuf ediyor, kitap ve sünnetten Has bulunmıyan hususta gayet çekingen davranıyor. Cumhur halk fukahâ ve muhaddislerin arkasında
idi.
Abbasîler devri ilmî
münazaralar ve mübâhaseler asrı idi. Bu münazaralar
b,elâgat ve fesahat gösterisi meydanı halini almıştı.
Herkes mehâretini orada gösterirdi. Akaide dair mübâhase ve münakaşalarda Mutezile daima koşuyu
kazanıyordu.
Mutezilenin münazara
meclisleri pek çoktu. Ümeranın yanında, mescidİerde
ders halkalarında, münazara ve mübâhaseye elverişli
her yerde münazara yaparlar, mübâhase meclisleri
kurulurdu. Fakat bu münazaraların çokluğuna nisbetie
bize kadar naklolu-nanlar
azdır. Belki de bu şundan ileri gelmiş olacak. Mutezile Mütevekkil devrinde ve
ondan sonraki devirlerde daima takibe uğramış, baskı altında kalmıştır.
İslamların çoğu cumhur halk onlardan hoşlanmamıştır. Bu yüzden onların
eserlerinin çoğu zayi olmuş, münazaraları bize kadar gelememiştir. Bugüne
kadar kalanlar, azlığına rağmen, onların mücadeleci ruhu, mübâhase
kuvveti hakkında bir fikir vermeğe kâfi gelmekte, onların mücadeleci bir zümre
olduğunu göstermektedir.
[1] Ebü Hasan Eş'âri, Makâlât'ül-İslâmiyyîn.
[2] Mutezile îmanla küfür arasında bir dereceye kail
olmakla beraber büyük günah sahibini zimmîlerden
ayırmak için Müslüman adını verirler. Mutezileden İbn-i Hadîd diyor ki: «Biz büyük günah sahibini mü'min
saymakla beraber diğer zimmîlerden onu ayırmak için ona bu adı veririz. Bununla medih ve sena,
mânası kasdetmeksizin bu ismi vermeği caiz
görürüz. (Nehc'ül-Belâga şerhi).
[3] Şehristânl, EI-Milel vel-Nihal.
[4] Eş'ari Makalâfül-İslamiyin
[5] întisar'ın Önsözü.
[6] Ubeydullah b. Hassan, Fusul-i Muhtara Min Kütüb-i Câhiz.
[7] Halife Mansur bu Amr'ı son derece sever ve sayardı. Ölünce onun hakkında bir
mersiye söylemiştir.
[8] Vâsıl b. Ataya uyanlar.
[9] Ebû Hüzeyl
Allâf'ın taraftarları.
[10] İbrahim Nazzam'ın
taraftarları
[11] Ahmet b. Hâit'in taraftarları.
[12] Biçir b. Mûtemer'in
adamları.
[13] Muammer b. İyâd
taraftarları.
[14] Ebû Musa îsa
b. Müzdar'm taraftarları.
[15] Sümâme b. Eşres'in taraftarları.
[16] Hişam b. Ömer'in
taraftarları.
[17] Edip Ebû Osman Câhız'in taraitarlan.
[18] Ebû Hüaeyin
Hayyât'ın taraftarları.
[19] Ebû Ali Cübbaî'nin
taraftarları
[20] Bunu Gustave le Bon, Arâ vs Mütekâdât eserinde
söylüyor.