98- Ebü Hanîfe'nîn Sünneile
İstidlali Mes'elest
99- Kıyası Sünnete Asla Takdim
Etmez
100- Delil Olarak Aldığı
Hadîsler: Mütevatir Hadîs
102- Haber-i Vâhît, Haber-İ Hâssa
103- Haber-i Vahidin Hüccet
Olması
105- Ebû Hanîfe Haber-1 Vahidi
Delil Alan Fukahâdandır
106- Haber-i Vahidin Kabulüne
Misaller
107- Haber-i Vâhîdîn Kabulü Îçîn
Şartlar: Zabt Ve Adalet
108- Haber-i Vâhîdle Kıyas Tearuz
Ederse
109- Muhaddîsler Haber-Î Vâhîdî Kıyasa Takdim
Ederler
110- Râvî Âdil Ve Fakıh İse
Haberi Kıyastan Öne Alınır
111- Ebû Hüseyin Basrî'nîn Güzel
Bîr Îzahı
112- Her Devirde Ulema Kendi Usulüne Uymfyan Haber-i
Vâhidleri Kabul Etmemiştir
113- Îbn-i Abdulber'e Göre Ebû
Hanîfe'nîn Görüşü
114- Fahr'ül-Îslâm Pezdevî'ye
Göre Ebû Hanîfe'nîn Görüşü
116- Haber-i Vâhîdîn Kıyasla
Tearuzunda Ulemanın Çeşîtli Görüşleri
118- Haberi Vâhîde Muhalif
Kıyasların Sebebî
119- Irak Fıkhının Hususiyetleri
120- Muhtelif Fıkıh
Medreselerînîn (Ekollerinin) Kurulması
121- Irak Fukahâsının
Rivayetlerinde Dikkatli Hareket Sebebleri
122- Irak Fukahâsının Kur'ân'a
Verdiği Önem
123- Haberi Vâhid Usule Dayanan
Kıyaslara Tercih Olunur Mu?
124- Kati Ve Zannî Olan Deliller
125- Haber-i Vâhîd Hakkında Ebû
Hanlfe'nîn Görücünün Hulâsası
126- Ebû Hanîfe'ye Göre Mürsel
Hadîsin Hüccet Olduğu
127- Hanefiyyece Mürsel
Hadislerin Kabulüne Misaller
128- Mevsuk Râvilerin Mürsellerî
Makbuldür
129- Ebû Hanîfe Asrında Mürsel
Hadîs Rivayeti Çok Şuyû Bulmuştu
130- Ebû Hanîfe'ye Göre
Kîtabullahtan Sonra Gelen Delîl Sünnettir
Ebû Hanîfe'nin
(ıadıyailahu anh) hüküm verirken itimat ettiği ikinci delili Sünnettir. Mertebe
itibariyle Kitaptan - Kur'ân'-dan sonra gelir. Zira dînin esası, asıl ana
direği, feyizli kaynağı Ki-tap'tır. Sünnet ondan sonra gelmektedir. Sünnet,
Kitab'ın umumî ve küllî esaslarını boyan eder, ona yardımcıdır. O, Kitab'a tâbidir.
Sünnetin Kitab'tan sonra gelen bir delil olduğuna dair eserler çoktur. Muaz b.
Cebel'in Hadîsi de bunu gösterir. Hz. Peygamber, Hz. Muaz'ı Vali gönderirken :
— Ne ile hükmedersin,
diye sordu. Muaz da :
— Allah'ın Kitabiyle,
dedi.
— Kitab'ta buîamazsan?
—Resûlûllah'm Sünnetiyle
.hükmederim.
— Onda da bulamazsan?
— Kendi re'yimlc ietihad ederim.
Burada, Kitap'lan
sonra Sünnet gelmektedir.
Hz. Ömer de Kadı
Şureyha şöyle yazmıştır: «Sana bir nıes'e-le arzolundukta Kitabullah ile
hükmet. Kilabullah'ta delili bulunmayan bir emir olursa ResûIûllah'ın
Sünnetinde olanla hükmet.» Abdullah b. Mcs'ud diyor ki: «Sizden birinize hüküm
için bir mes'e-le arzolunursa, Allah'ın kitabında olanla hükmetsin; eğer
Kur'ân'da delili bulunmayan bir mes'ele gelirse, Rcsûlullah'ın hükmettiği gibi Sünnetle
hüküm verirsin,» Abdullah b. Abbas'tan da buna benzer sözler rivayet
olunmuştur.
Ebû Hanîfe'nin de
fıkıhda mukarrer tuttuğu yol budur. Ebû Hanîfe'nin hüküm verirken esas tuttuğu
asıllardan bahsederken geçen sözümüzün başında izah ettiğimiz veçhile, bunu Ebû
Hanî-fe bizzat böylece tasrih etmiştir. Hanefiyye fukâhası delâleti kat'i olan
Kur'ân'la sabit şeyle zannî olan Sünnetle sabit şey arasında fark
yapmaktadırlar. Kur'ân'la sabit olan emirler farzdır. Zannîyül-sübut Sünnetle
sabit emirler vâcibtir. Nehiyler de buna göredir. Delâleti kat'i olan
Kur'ân'la nehydilenler haramdır. aZnnî olan Sünnetle sabit olan nehiyler
kerâhet-i tahrimiye ile mekruhtur. Zira hem sübut ve hem de istidlal bakımından
mertebece Sünnet Kur'ân'dan sonra gelmektedir.[1]
Ebû Hanîfe'nin fıkhı
mes'eleleri hallederken Sünnete ne derece itimat ettiği hususu fukahâ arasında
münakaşa mevzuu olmuştur. Onun Hadîse itimadını az göstermek istiyenlerden-
bâzıları -onun kıyası Sünnete takdim ettiğini bile iddia etmişlerdir.
Bunu etraflıca izah
etmek uzun boylu incelemeğe muhtaçtır. Onun hallettiği mes'eleleri, rivayet
ettiği Hadîsleri araştırmalı, Hadis rivayet olunan mesele hakkında onun fıkhı
görüşü nedir, bunu bilmeli. Hadîse uygun mu, yoksa muhalif mi düşüyor? Eğer
Hadîs bulunan şeyde görüşü muhalifse bunu Hadîsi bilerek mi yaptı, yoksa Hadîs
ona ulaşmamış mıydı? Hadîsi bildikten sonra muhalefet ettiyse, kitaptan veya
meşhur Hadîsten bir asla dayanarak mı muhalefet etti; yoksa böyle bir asla
dayanmaksızın mı? Bunları incelemek büyük bir cehd sarfını ister. Bunları
hakkiyle beyan eden ve izhar etmek demek Ebû Hanîfe'nin fıkıh görüşünü tam bir
surette beyan etmek demektir. Bu suretle onun fıkhının muhayyer vasıfları
meydana çıkar. Onun hakkında söylenen öğü-cü ve yerici sözlerin nasıl olduğu
görülür. Bu büyük imanın fıkıhtaki usulünü inceliyen usul ulemasının takdir
ettiklerine yönelmeden fürû' mes'delerinden Sünnete itimadı derecesini
Öğrenmeğe kalkışmadan önce İmâm-i A'zam'a edilen bir ithamı reddedelim ki, o da
kıyası haber-i vahide takdim etmek, bâzı ulema nezdinde sıhhati kabul edilen
Hadîsleri reddeylemek mes'elesidir.
Ebû Hanîfe, Allah ona
bol bol rahmet eylesin, sağlığında daba Sünnete muhalefetle itham olunmuştur.
Ölümünden sonra onun kadrini küçültmek istiyenlerin bunu sık sık ileri
sürdüklerini gö-rüyoruz. Ebû Hanîfe bizzat kendisinden bu töhmeti
reddetmektedir. Rahmetli şöyle derdi: «Bizim kıyası nassa takdim ettiğimizi
söyleyen yalan söylüyor ve bize iftira ediyor. Nas bulunduktan sonra kıyasa
ihtiyaç mı kalır?»[2]
Bu sözüyle Ebû Hanîfe
işin hakikatini bildirmektedir. Diyor ki, nas bulunmadığı zaman ancak kıyasa
baş vurulur, nas bulunursa kıyasa gitmeğe hacet kalmaz.
Hattâ Ebû Hanîfe şunu
da tasrîh etmiştir ki: «Şiddetli zaruret olmadıkça kıyas bile yapmaz. Şöyle
diyordu: «Biz ddetle zaruret varsa ancak o zaman kıyas yaparız. Zira
mes'elenin delilini evvelâ Kitaptan, Sünnetten veya Ashab-ı Kiramın
fetvalarından aranız. Onlarda delil bulamazsak meskût bırakılan bu mes'eleyi de
hakkında nas olanlara kıyasla hüküm veririz.»[3]
Başka bir rivayette
şöyle demektedir: «Biz evvelâ Kitap'tan alırız. Ashabın ittifak ettikleriyle
amel ederiz. Eğer ihtilâf ederlerse o zaman aradaki müşterek illet dolayısiyle
bir hükrnü diğerine kıyas ederiz, tâ ki mânâ açık olsun.»[4]
Allah razı olsun, Ebû
Hanîfe'nin şöyle dediği rivayet olunur: «Biz evvelâ Kitabullah ile, sonra
Resulünün Sünneti iîe amel ederiz. Sonra Ebû Bekir'in, Ömer'in, Osman'ın ve
Ali'nin sözleriyle amel ederiz.»
Başka bir sözünde
şöyle diyor: «Anamın, babamın başı için Resûlullah'tan gelen can başüstünedir.
Bizim ona asla muhalefetimiz yok. Ashabdan gelenleri ihtiyar ederiz.
Başkalarının dediklerine gelince, onlar adamsa bizler de adamız.» (Yâni onlar
gibi biz de ietihad ederiz.)
Rivayet olunduğuna
göre. Halife Ebû Cafer Mansur ona mektup yazarak, «Bana ulaştığına göre sen
kıyası, Hadîse takdim eder-mişsin» demiş. Ebû Hanîfe buna şöyle cevap vermiş:
«Yâ Emîr'el-Mü'mînîn, iş size ulaştığı gibi değildir. Ben evvelâ Kitabullah ile
amel ederim. Sonra Resulünün Sünnetiyle, sonra Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali
Hazretlerinin hükmettikleriyle, sonra diğer Ashabın ahvâliyle hüküm veririm,
Sonra da, eğer aralarında ihtilâf varsa, kıyas yaparım... [5]
İmâm-ı A'zam Ebû
Hamfe'den bu hususta rivayet olunan söz-îer bunlardır. Görülüyor ki, ona
yapılan iftira ona kadar gelmiş. O bunu reddediyor, inkâr ediyor, hem de
şiddetle reddediyor. Halifeye gönderdiği cevapta bunu kaydederek tarih
huzurunda resmen tescil ediyor. Onun için kesin olarak diyoruz ki, Ebû
Hanîfe'nin Mezhebi kıyası Hadîs üzerine asla takdim etmez, hattâ cesaretle şunu
söyliyebiliriz ki, Müslüman fukahâsı arasında kıyası, sahih Hadîs üzerine
tercih eden asla yoktur. Bir rivayeti reddederler, Kur'ân-ı Kerîm'e ve din
esaslarından birine muhalif râvinin sözünü kabul etmezler. Fakat bunun mânâsı
kıyası Hadîs üzerine tercih etmek, Hadîsi bırakıp ta kıyası almak değildir.
Belki de bunun mânâsı, din, ahkâmından kat'i olan bir esasa ve fikrî hüküm nizâmına
muhalif olan rivayeti tasdik etmemek demektir. Çünkü zan-nî olan delil, kat'i
olan asıl Önünde duramaz. Kat'i olan alınır, zannî olanın sıhhati kabul
edilmez. Bunun izahı ileride haber-i vâhid bahsinde gelecektir.
Şimdi îmâm-ı A'zam'ın
hangi Hadîsleri kabul ve hangilerini reddettiğini beyâna başlıyalım:
Hadîs ve usul uleması
râvilerinin sayısına göre Hadîsleri üç kısma ayırırlar; Mütevâtir, meşhur ve
haber-i vâhid olan Hadîsler. Hicretin ikinci asrında haber-i. vâhidlere
(Ahbâr-ı Hâssa) tabir olunurdu.
Mütevâtir Hadîsi ve
haberi Fahr'ül-ÎIâm Pezdevî şöyle tarif eder:
«Yalan üzerinde
anlaşmalarına ihtimal verilmiyecek ve sayılmayacak kadar sayısı çok bir
cemaatın rivayetine mütevâtir denir. Bunlar hem çokluk ve hem de adaletleri ve
yerlerinin ayrı ayrı olmaları bakımından yalan üzerinde birleşmelerine ihtimal
bile verilmez. Onun için rivayetleri doğrudur. Yalnız bu rivayetin baştan
somına kadar böyle gelmesi şarttır. Bu cemaattan yine böyle bir cemaatın nakli
lâzımdır. Kur'ân-ı Kerîm'in nakli işte böyle olmuştur. Beş vakit namaz, namaz
rek'atlerinin sayısı, zekâtın miktarı, benzerleri de böyle naklolunmuştur.[6] (1)
Mânâ bakımından
mütevalir Hadîsler mevcuttur. Fakat metni aynen rivayet olunmuş mütevatir Hadîsler
nâdirdir. Ve tevatüründe ittifak hâsıl olmamıştır. Lâf zan tevatüre misâl şu
Hadîs-i şeriftir: «Bilerek, benim üzerimden yalan söyleyen kimse cehennemdeki
yerine hazırlansın.» Manen mütevâtire misâl çoktur: «Ameller niyete göredir.
Her kişi niyet ettiğine göre karşılık bulur. Bir kimse Allah ve Resulü için
hicret,ederse hicreti Allah ve Resulüne olur. Hicreti elde etmek istediği
dünyalık veya almak istediği bir kadın için olursa, o zaman da hicreti onlara
olur,»
Mütevatir Hadîs iîm-i
yakîni icabeder. Ulemanın ekserisi «Mütevâtirden hâsıl olan ilim, müşahadeye
dayanan ilim gibidir.» demişlerdir. Bir kısmı İse: «Mütevatir olan haber yakın
değil, tu-mânîten icabeder» derler. Tumânînetin mânâsı onlara göre şüphe ve
vehim arız olma ihtimalini taşır. Bu görüşlerini şöyle izah ederler : Tevatür
bir takım haber-i yâhidlerin bir yere toplanmasiylc meydana geliyor. Haber-i
vâhidlerin her biri teker teker yalan olma ihtimali vardır. Bu muhtemellerin
birbirine katılmasiyle ihtimal kesilmiş olmaz. Eğer ihtimal kesilmiş olsa ve
bir araya toplanmakla yalan muhal olsa, caiz olan şeyin gayri mümkün olması
icabeder. Zira caiz ve mümkün olan yalan gayri mümkün oluyor. Bu ise bâtıldır.
Bâtıla götüren şey de bâtıldır. Yâni yalan ihtimali kesilmek de bâtıl olur.
Mantık da, ameli vakıalar da bunu te'yit ederler.
Doğru olmiyan
haberlerin topluluk arasında t e vâ türen yayıldığı, kabul edildiği, halkın
seleften bunu böylece aldığı olmuştur. Halbuki bunun çürük olduğu meydandadır,
yalan olduğuna delil vardır.
Cumhur ise mütevatir
haberin müşahadc gibi ilm-i yakın ifade ettiğini şöyle isbat ederler: insanlar
fıtratları icabı buna alışmışlardır. İnsanlar babalarını mütevatir haberlerle
bilirler. Oğullarını da müşahade ile görüp bilirler. Kıble-Kâbe cihetini
tevatürle bilirler, evlerinin yönlerini müşahade ile bilirler. Demek tevatür
de müşahade gibi sağlam bilgi kaynağıdır.
Mantık görüşleri de
insanların eskidenberi kabul edip uyuştukları bu cihetin doğruluğunu isbat
etmektedir. İnsanlar çeşit çeşit tabiatlarda, türlü türlü meşreblerde
yaratılmışlardır. Uyuşup birleşemezler. Eğer bir haberde birleşirse bu ya
işitme suretiyle olur, yâni hepsi onu Öyle işitmiştir. Veya bu uydurma bir
şeydir. Hepsinin ayni şeyi uydurması olamaz. Çünkü öyle sayılmıyacalc kadar çok
kalabalık bir insan kitlesinin ayni şeyi uydurup onda birleşmeleri mümkün
değildir. Öyle olunca bu birleştikleri haberi behemehal duymuş ve işitmiş
olmaları lâzımdır. Böylece mütevâ-tir haber kat'i ilim ifade etmiş olur.[7]
Mütcvâtir Hadîsler Ebû
Hanîfe'yc göre şüphesiz ki hüccettir, delildir. Tevâtüren bilinen haberi inkâr
etliği duyulmamıştır.
Meşhur Hadis, birinci
veya ikinci tabakada bir râvi tarafından rivayet olunup da sonra yalan üzere
ittifak etmelerine ihtimal vcrilmiyen bir cemaatın rivayet ettikleri Hadîstir.
Keşf'ül-Esrâr sahibi diyor ki:
«Hadîsin meşhur
olmasına itibar ikinci ve üçüncü hicret asir-îanndadır. Muteber üç asırdan
sonra meşhur olmağa itibar yoktur. Çünkü sonraları bütün haber-i vâhidler
şöhret bulmuş, yayılmıştır, fakat onlara meşhur denilmez. Onlarla kitaba
ziyade yapmak caiz olmaz.
Hadîs ve usul
ulemasınca Hadîs-i meşhurun tarifi budur. Meşhur Hadîse müstafiz de denir.
Meşhur Hadîsin hükmünde ihtilâf olunmuştur. Bir kısmı onu haber-i vâhid
hükmünde sayıp oni'n gibi zan ifade eder, demişlerdir. Ve amel hususunda delil
tutmuşlardır. Hanefiyye ulemasından bâzı tahric sahiplerine göre ise, meşhur,
mütevâtür gibidir, yakın ifade eder, yalnız müşahede gibi zaruret yoliyle değil
de istidlal suretiyle ifade eder. Yine Hanefiyye ulemasından bir kısım tahric
sahiplerine göre ise: İlm-î yakın değil de, tumânînet ifade eder. Mütevâtirin
altında, haber-i vahidin ise üstündedir. Onunla Kitaba ziyade yapmak caiz
olur.
Görülüyor ki, Ebû
Hanîfe'nin mezhebindeki tahric uleması meşhur Hadîsle Kitab'a ziyade
yapılmasında birleşiyorlar. Çünkü o haber-i vâhid olan Hadîslerden daha
kuvvetli bir mertebededir. Yalnız ilm-i yakîn ifade etme hususunda mütevâtir
derecesine ulaşıp ulaşmamasında ihtilâf etmişlerdir. Onunla
istidlal etme ve
Kitab'a ziyade yapma hususunda ise müttefiktirler.
Meşhur Hadisle Kitab'a
yapılan ziyadelerden biri reem cezasıdır. Bu meşhur Hadîsle sabittir. O da:
«Dul dulla zina yaparsa yüz değnek ve taşla recm cezası vardır.» Hadîsidir.
Yine meşhur haberle sabittir ki, Hz. Peygamber, Mâiz zina yaptığı zaman onu
recm etmiştir. Mest üzerine mest etmek de Hz. Peygamber'dcn meşhur olarak
nakille sabittir. Yemin kefareti orucunu birbiri ardı sıra tutmak da, Abdullah
b. Mes'ud'dan rivayet olunan Hadîs-i meşhurla sabittir. Âyete ziyade bunlarla
yapılmıştır..
Bunlardan görülüyor
ki, Ebû Hanîfe'nin Mezhebindeki iürû' mes'eîelerini inceliyen tahric sahipleri
onlara bakarak, Ebû Hanîfe'nin meşhur Hadîsleri yakîn mertebesinde veya ona
yakın bir derecede tuttuğuna hükmediyorlar. O derece ki, Ebû Hanîfe meşhur
Hadîsle Kur'ân'ı tahsis yapıyor, onunla Kur'ân'dakı ahkâma ziyade ediyor,
demektir. Tahric sahiplerinin tevatür gibi yakîn ifade edip etmemesi
bakımından meşhur Hadîsin kuvvet derecesinde ihtilâf etmeleri, rivayet olunan
fürû' ahkâm mes'eleîerinde tesirini göstermiyor.
Haber-i vâhid denen
Hadîse gelince - Şafiî ve onun arasındakiler, buna (Haber-i Hâssa) derler - bu
bir veya iki veya daha ziyade kimsenin rivayet edip şöhret derecesine
ulaşmıyan Hadîstir. Haber-i vâhid olan Hadîslerin Hz. Peygamber'e ittisali
zann-ı râcıh üzeredir, yoksa ilm-i yakîn yoliyle değildir. Onun için ulema bunlar
hakkında : «İttisal var, fakat şüpheli» demişlerdir. Keşfül-Es-râr sahibi şöyle
diyor: «Bu haberin ittisalinde sureten ve manen şüphe vardır. Sureten şüphenin
sübutu şöyledir: Hz. Peygamber'e ittisal kat'i olarak sabit olmuş değildir.
Manen şüpheye gelince: Ümmet onu kabulle karşılamadı... Bunlarda adede itibar
yoktur. Yâni haberin vârisinin müteaddil olması, haber tevatür ve meşhur
derecesine ulaşmadıktan sonra, onu haber-i vâhid olmaktan çıkarmaz.»[8]
Haber-i Vâhid denen
Hadîslerde böyle bir ittisal şüphesi mevcut olduğundan, ictihad yapılan
asırlarda bunlarla ihticac yapmağı, hunları hüccet tutmağı inkâr eden
müetehitler bulunmuştur.[9]
Zira Hz. Pcygamber'in
lisanından yalan Hadîs uyduranlar çoğalmış, sahih Hadîsler, sahih olmayanlarla
karışmış. Hadîsin Hz. Pcygambcr'c ittisali şüphesine bunlar da karışınca onu
hüccet saymamışlar. İmam Şafiî bu gibi adamlarla Basra'da bu hususta
münakaşalarda bulunduğunu söylüyor. Basra, eskidenberi Mutezilenin yuvasıdır.
Orada muhtelif dinlerden, türlü fırkalardan adamlar vardı. Bu söze kail
olanhir yâni haber-i vahidi delil olarak al-miyanlar şüphesiz ki, Şafiî'den
Önce de mevcuttu. İmâm-ı Ebû Ha-nîfe'nin asrında da vardı. Zira Peygamber
lisanından yalan söylemek, sahih olan ve sahih olımyan Hadîsleri ayırd etmek
Ebû Ha-nîfe zamanında da bütün şiddetiyle hüküm sürüyordu. Onun zamanında
Hadîsleri ölçen kaideler henüz tamâmiyle kurulmuş değildi. Sahih Hadîsler
henüz toplanmamıştı. Çeşitli hevâ've delâlet sahipleri takını takım her yerde
mevcuttu. Her grup kendisini haklı görüyordu. Ümmet ise fukahâsı ve
muhaddisleriyle, kendini korumağa çalışıyordu. Onlar da bu zifiri karanlık
ortasında ümmete Hak yolu gösteriyor, ışık tutuyorlardı.
Onun için cumhur
fukahânm görüşü, haber-i vâhid olan Hadîs eğer mevsuk ve âdil bir kimse
tarafından rivayet edilirse onu kabul etmekti. Onu itikat hususunda değilse def
amel hususunda delil ve hüccet sayarlardı. Zira itikat, şüphe bulunmiyan yakînî
deliller üzerine kurulmak lâzımdır. Çünkü itikat demek, delile dayanan kat'î
ve sarsılmaz bir bilgiye kanmak demektir. Onun için şüpheli olan zannî bir şey
bunda delil olamaz. Amel ise tercih üzerine kurulur. Mutlak ihtimâli kaldırmak
değil de, delilden neş'et etmiyen ihtimâli nefi' etmek kâfi gelir. Hadîsi
rivayet edenin âdil,
mevsuk bir kimse
olması doğruluk cihetini yalan cihetine galip kılar. Yalan ihtiniali delilden
neş'et etmemiş olur. Delilden neş'et etmîyen ihtimâle ise itibar yoktur.
Doğruluk ihtiniali delili te'yit eder. Onun için muktezasiyle amel lâzım gelir.
İnsanlar dâvalarında, muamelelerinde ve işlerinde bu yol üzere yürürler. Eğer
bu işler hiç şüphe ihtimali olmıyan delillere dayanmak lâzım gelseydi, bütün
işler dururdu, insanların, umuru muattal kalırdı, bir hakka hükmedilemez, bir
bâtıl def olunamazdı. Çünkü ihtimalsiz delil bulmak güç.
Ebû Hahîfe - Allah
ondan razı olsun - haber-i vâhid Hadîsleri kabul eden ilk fukahâdandır. Onları
hüccet olarak alır, onlara baş vurur, şayet görünüşe muhalif bir sahih Hadîs
bulursa, görüşlerini onlara göre düzeltir. Hz. Ömer'in fetvasını öğrenince
kölenin verdiği aman hakkındaki görüşünden nasıl döndüğünü yukarıda söylemiştik.
Haber-i vâhid voliyle kendisine rivayet olunan Sahabe fetvası hakkında böyle
hareke teden Ebû Hanîfe'nin, ayni yolla rivayet olunan Peygamber'in Hadîsi
hakkında nasıl hareket edeceğini siz söyleyin. Haber-i vâhid Hadîsleri nasıl
delil olarak alıp kabul ettiğine misâl getirmek istemiyoruz. Okuyucunun Önünde
İmam Ebû Yusuf'un Kitab'ül-Âsân ile İmam Muhatnmed'in Ki-tab'ül-Âsân
durmaktadır. Bu iki kitaba şöyle serî' bir göz atış, Ebû Hanîfe'nin haberi
vâhidleri nasıl kabul ettiğini, fıkhım onların üzerine nasıl kurduğunu,
onların nassile nasıl amel ettiğini, onlardan hükümlerin illetlerini nasıl
çıkardığını, sonra kıyas uydukça olara nasıl kıyas yaptığını, insanların maslahatına
nasıl çalıştığını okuyucuya açıkça göstermeğe kâfidir. Biz değerli okuyucuya
o iki kitaba bakmağı tavsiye ederiz. Bu iki kitabın sıhhatın-da, nisbetinde
asla şüphe yoktur.
Ebû Hanîfe bunları
talebeleri arasında böylece takrir ederdi. Onlar bunları üstadlanndan aldılar.
Görüyoruz ki, imam Muham-med (EI-Asl) kitabında haber-i vahidin delil olduğunu
isbat için sahih asardan deliller getiriyor. O, Hanefiyye Mezhebi usulünü bilen
herkesin malûmu olduğu veçhile, mezhebin görüşünü aynen nakleder, en ince
teferruatına kadar düşünceleri tasvir eder. As-hab-ı Kiram'ın haber-i vâhidleri
nasıl kabul ettiklerine ve Peygamber'in onları bu hususta nasıl takrir ve
ikrar ettiğine dair Hz. Peygamber'in sözlerinden, Ashabın haberlerinden bir
sürü delil gösteriyor. Hz. Peygamber'in irtihalinden sonra haber-i vahidi
kabulu kimse inkâr etmemiştir. Bâzıları yalnız bu hususta ihtiyatlı davranmış
olmak için bâzan haber-i vahidi başka bir haberle tevsik etmek ister veya
yeminle takviye eder. Bütün bunlar gönlü yatışsın, kalbine kanaat'gelsin
diyedir. El-Asl'da istihsan babında bunları hep zikretmiştir.
Irak fıkhının habcr-i
vahide nasıl itimat ettiğini göstermek için sana o kitaptan kısaca bâzı
örnekler verelim:
îmam Muharnmed,
ninenin mîrası hakkında Mugire b, Şa'be'-nin haberini naklediyor. Hz. Ebû
Bekir'in Önünde Hz. Peygam-ber'in nineye altıda bir hisse verdiğine şahadet
etti. Ebû Bekir de ona: «Seninle beraber başka bir şahit daha göster» dedi, O
da Muhammed b. Seleme'yi getirdi. O da ayni tarzda şahitlik yaptı. Bunun
üzerine Hz. Ebû Bekir nineye altıda bir hisse verdi. İşte bu bir onda haber-i vahidi kabul etti. Yalnız başka
bir
Rivayet olunduğuna
göre Hz. Ömer b. Hattab'ın yanında Ebû Musa El-Eş'arî şu Hadîs-i şerifi rivayet
eder : «Biriniz üç defa izin istersiniz de izin verilmezse dönüp gitsin.» Hz.
Ömer, Hz. Peygam-ber'in böyle buyurduğuna başka bir şahit daha getir! dedi. O
da Ebû Said Hudri'yi getirdi O da ayni surette şehâdet etti.
İmam Muhammed bu iki
haberde Ebû Bekir'in ve Ömer'in şahit isteme mese'îesini şöyle izah ediyor: «Bu
şahitleri onlar ihtiyaten istediler, yoksa bir kişinin haberi kâfi idi.»
İmam Muhammed haber-i
vahidin kabulü hususuna, kocasının diyetinden kadının mirasçı olmasına dair,
Hz. Ömer'in Hadîsiyle de delil getirir. Hz. Ömer baştan kadına ondan mîras
vermiyordu. Nihayet Dahhâk b. Süfyan Kilâbi, Hz. Peygamber'in ona Eşyem
Dababi'nin diyetinden eşine mîras vermesini yazdığını haber verdi. 0 da onun
sözünü kabul etti.
Yine imam Muhammed şu
rivayeti söylüyor: Hz. Peygamber Dihyet'ül-Kelbî'yi İslama davet için bir
mektupla Kayser'e gönderdi. Bu da bir delil idi. Hz. Ali'nin de şöyle dediğini
naklediyor: «Hz. Peygamber'den işitmediğim bir Hadîsi bana başka birisi söylerse,
ondan bunu duyduğuna yemin ettirirdim. Yalnız Hz. Ebû Bekir Hadîs rivayet
ederse o doğru söyler.» îmair Muhammed bunu rivayet ettikten sonra şöyle izah
ediyor: «Yemin istemesi Hz. Ali'nin ayrıca bir mezhebidir. Hattâ o şahide bile
yemin ettirirdi, davacıya beyyine ve şahitle birlikte yemin ettirirdi. Râviden
de yemin isterdi. O bununla şunu demek isterdi: Râvi'nin haberi yeminiyle
tezkiye edilmiş olur. Lâkin hakkında zevçlerden her birinin şehâdetleri gibi
yekdiğerini tezkiye içindir. Yalandan masun olmıyan bir kimsenin haberi yeminle
tezkiye edilmedikçe hüccet olamaz. Ancak Hz. Ebû Bekir müstesnadır. Zira Hz.
Peygamber'in ona sıddîk demesi onun haberini tezkiye etmeğe kâfidir.»
İşte îmam Muhammed'in
din umurunda haber-i vahidin kabul edildiğini isbat için getirdiği misâllerden
bir kaçı bunlardır. Hilâl, aybaşı haber-i vâhidle sübut bulur, bir şeyin haram
veya helâl olduğuna deli! olur: Bu tmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin Mezhebinde
kabul edilmiş bir kaidedir. Talebelerine bunu takrir etmiş, onlar da bunu kabul
ederek almışlardır. Din bahsinde haram ve helâl hususunda bir çok deliller
getirmektedir ki, onlardan bir kaçım yukarıda zikrettik. Ebû Hanîfe'ye göre din
umurunda haber-i vâ-hid kabul edilince haber-i vâhid olan Hadîslerin hüküm
İstinbatın-dan kabul edilmemesi nasıl olur da makul sayılır? Bu Hadîslerin
bâzan müteaddit yollarla rivayet edildiği de olur.
Ebû Hanîfe'den rivayet
olunan füru' mes'elelerden ve onun usulünden anlaşılıyor ki, haber-i vâhid olan
Hadîsleri delil olarak almakta ve onları kabul etmektedir. Kıyasları ve
kaideleri için onları sened tutmaktadır. Gerek Ebû Hanîfe ve ashabı ve gerekse
onlardan gelen Hanefiyye fukahâsi, rivayetin kabulü için, diğer fukahâ ve
bütün muhaddisler gibi râvı de adaleti ve zabtı şart koşarlar. Yalnız Hanefiyye
zabtın mânasını tefsirde diğerlerinden daha titiz ve şiddetli
davranmaktadırlar. Meselâ Fahr'ül-îslâm Pezdevî usulünde bunu gayet ince tefsir
etmektedir. Orada diyor ki:
«Zabta gelince: Bunun
tefsiri şöyledir: Sözü lâzım geldiği gibi dikkatle işitmektir. Sonra onun
mânasını murat olunduğu vecih üzere anlatır. Sonra onu büyük bir dikkatle
hıfzetmektir. Sonra onu hıfzında tutmağa devam edip eda edinceye kadar,
nefsine itimat etmiyerek onu arasıra müzakere yoliyle kontrol etmektir...
Zabt iki türlü olur: 1- Metnin aynı ibareyle ve lügat
mânâ-siyle bellenmesi, 2- Buna ilâve
olarak fıkıh ve şeriat mânâsını da bilmesi. Bu zabtın en kâmil olanıdır. Zabt
mutlak olarak söylendi mi kâmil mânâsına gidilii. Onun için yaratılışında veya
müsamaha gösterişinde gafleti fazla ulan kiirsenin haberi hüccet olarak kabul olunmaz.
Zira onda zabtın birinci kısmı yoktur. Yine bunun içindir ki, muâraza hâlinde,
fıkıhla maruf olan kimsenin rivayeti, fıkıhla maruf olmıyamn rivayetine tercih
olunur.»[10]
Bundan da görülüyor
ki, Hanefiyye zabtı gayet ince tefsir etmektedirler. Onun kâmil ve tam
mânâsını, râvinin fakıh olmasına şâmil tutmaktadırlar. Bununla beraber
rivayetin kabulü için râvinin fakıh olmasını şart koşmazlar- Yalnız onu tercih
hususunda muteber tutarlar, îki rivayet birbiriyle tearuz ederse: Râvilerden
biri fakıhtır, diğeri ise fakıh değil, işte o zaman fakıh olan râvinin
rivayetini tercih ederler. Çünkü o daha belleyişli, daha ince araştırıcı ve
dîni daha çok anlayışlıdır.
Râvinin fıkhı dolayısiyle
tercih edilişim Ebû Hanîfe'nin İmam Evzâî ile yaptığı bir mübahasede Ebû
Hanîfe'nin lisanından duymaktayız. O münazarayı nakledelim:
«Süfyan b, Uyeyne
rivayet ediyor: Ebû Hanîfe ve Evzâî Mekke'de Dâr-üI-Hayyâtinde buluştular.
Evzâî Ebû Hanîfe'ye dedi ki:
— Siz rükûa varırken
ve rükûdan kalkarken neden ellerinizi
kaldırmıyorsunuz? Ebû Hanîfe şu cevabı verdi:
— Çünkü Resûlullah'ın rükûa giderken ve rükûdan
doğrulur-ken ellerini kaldırdığına dair sahih bir rivayet yok ta ondan kaldırmıyoruz.
— Nasıl olur, Zührî Sâlim'den, o da babasından,
o da Resû-lullah'tan olmak üzere rivayet etti ki, Hz. Peygamber namaza başlarken
rükûa varırken ve rükûdan doğrulurken
ellerini kaldırdı.
— Hammâd İbrahim'den,
o da Alkame'den ve Esved'den, onlar da îbn-i Mes'ud'dan rivayet ettiler kî;
Hz. Peygamber ancak namaza başlarken ellerini kaldırırdı. Ve bunu artık
yapmazdı. Bunun üzerine Evzâî dedi ki:
— Sana Sâlim'den, babasından Hadîs rivayet
ediyorum. Sen kalkıp bana Hammâd, İbrahim'den şöyle şöyle rivayet etti diyorsun.
Ebû Hanîfe'nin cevabı şöyle oldu:
— Hammâd, Zührî'den daha fakıh idi. İbrahim
Nahaî de Sâlim'den daha fakıh ti. Alkame de Abdullah b. Ömer'den aşağı değildir.
İbn-i Ömer'in Sahabelik fazileti varsa Esved'in de bir çok faziletleri
vardır.»
Bu rivayetin sonu
başka türlü de rivayet olunur, şöyle ki:
«ibrahim Sâlim'den
daha fakıhtır, eğer Sahabelik fazileti olmasa, Alkame, Abdullah b. Ömer'den
daha fakıhtır, Abdullah ise o bildiğin Abdullah[11] Yâni
Abdullah b. Mes'ud'un fıkıhtaki derecesine bu zikrolunmalardan hiç biri
yetişmez.»
Bu münazara da bize
gösteriyor ki, Ebû Hanîfe tercih esnasında râvinin fıkhını göz önünde
tutuyordu. Daha fazla fakıh olanı, fıkıh bilgisi az olan üzerine takdim ederdi.
Onun için fakıh ohnı-yan râvinin rivayeti, fakıh olanın rivayetine tearuz
edemez. Çünkü birinci daha iyi beller, daha kuvvetle hıfzeder, daha kâmil olarak
anlar, uyulmağa daha lâyık olur.
Bu münazaranın işaret
ettiği diğer cihet şudur: Her fakıh kendisinden ilim aldığı ve rivayet ettiği
muhaddisten yana olmakla, onun tarafını tutmaktadır. Bu ise muhît taassubunun
menşeidir. Daha ince bir tabirle: Her muhitin, oraya gelen Sahabeden aldıkları
ve rivayet ettikleri Hadîsleri tutmağa başlamaları demektir.
Şems'ül-Eimme Serahsî,
Ebû Hanîfe nezdinde rivayetin azlığını zabt hususundaki şiddetiyle izah ediyor
ve bir de bunun sebe* bini Hadîs rivayetini az yapan selef-i saliha uymasında
buluyor. Ve şöyle diyor:
«Ebû Hanîfe'nin
rivayetleri azdır. Hattâ ona bâzı dil uzatanlar, onun Hadîs bilmediğini bile
söylerler. Halbuki iş hiç de onların sandıkları gibi değildir. O asrında en
iyi Hadîs bilendi. Fakat zabtın kemâl şartına riâyet ettiğinden onun rivayeti
az olmuştur.»[12]
Görülüyor ki, Ebû
Hanîfe haber-i vahidi kabul ediyor ve onu almakta asla tereddüt etmiyor. Fakat
mezhebinin fukahâsının, râvinin zabtı işinde ortaya çıkardıkları gibi, gayet
titizlik gösteriyor. Rivayetler tearuz ettiği takdirde fakıh oîan râvininkini
tercih ediyor. Râvilerin içinden fukahânın Hadîsini diğerlerinkine takdim
ediyor. Daha fakıh olanın Hadîsini de daha az olandan ileri tutuyor.
Ulema arasında ihtilâf
mevzuu olan cihet şudur: Ebû Hanîfe'-ye göre haber-i vâhid kıyasla tearuz
ederse kıyasa muhaliftir diye haber-i vâhid reddolunur mu' Kıyasa muhalefet
Hadîste illet sayılır mı? Yoksa kıyası oirakıp Hadîs mi kabul olunur. Çünkü nas
oian yerde kıyasa yer yoktur. Fakıh râvinin Hadîsi kabul olunup da diğerleri
red olunur? Yoksa kıyas kapısını kapamadıkça bu şartla o da kabul edilir mi?
işte görüşlerin
çarpıştığı noktalar bunlardır. Evvelâ ulema arasında ihtilâf yeri şudur:
Kıyasa veya islâm fıkhından maruf her hangi bir umumî asıl ve kaideye muarız
olan haber-i vahidin kabul edilip edilmiyeceği ciheti. İkinci olarak Ebû
Hanîfe'nin bu husustaki durumu nedir ve hangi görüş acaba onun re'yidir. Biz
evvelâ ihtilâfı anlatalım, sonra da ikinci noktaya gelerek rivayetlerin ışığı
altında Ebû Hanîfe'nin görüşünü anlamağa çalışalım.
Yukarıda geçtiği üzere
haber-i vâhidle kıyas tearuz edince bu hususta ulema ihtilâf etmişlerdir. Hadîs
uleması ve fukahâsmca haber-i vâhid kıyasa takdim edilir. Çünkü kıyas ve re'y
nas bulunmayan hususta muteberdir. Halbuki haber-i vâhid dahi olsa mademki
bii1 nas mevcuttur, öyleyse kıyasa yer yoktur. Çünkü kıyasa ancak zaruret
halinde gidilir. Burada Hz. Peygamber'e nisbet edilen bir nas bulunduğundan
zaruret yok demektir. Hem kıyas zan-nîdir. Haber-i vâhid de sübut itibariyle
zannîdir. Hz. Peygamber'e nisbet olunan bir zan ile bir fakıha nisbet edilen
zan tearuz edince mantık, Hz. Peygamber'e nisbet olunanı tercihi icabeder. Hz.
Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali gibi kibar ashab onlardan sonra da kibar tabiîn,
kendi görüşlerine muhalif bir Hadîs naklolunca hemen re'ylerinden dönerlerdi.
Meselâ Hz. Ömer kadına kocasının diyetinden mîras vermezdi, fakat Dahhâk
Kilâbi Hadîsini rivayet edince bu re'yini terketti. Abdullah b. Ömer de Râfi'
b. Hadîc'in rivayet ettiği Hadîsle müzâraa hakkındaki görüşünden döndü. Ömer
b. Abdulaziz ayıpla red esnasında mahsulün bayia reddine hüküm etmişken «Haraç
damanladır» Hadîs-i şerifi rivayet olunca bu hükmünü bozmuştur. Bunların
benzerleri sayılmryacak kadar çoktur.
işte Hadîs fukahâsınm
mesleki budur. Hadîs bulunduğu zaman onlar kıyasa yer vermiyorlar, isterse bu
Hadîs haber-i vâhid olsun. Râvinin fakıh olmasını da şart koşmuyorlar. Kıyasa
muva-fık olmasını da aramıyorlar. Sonraları imam Şafiî bu mesleğe girmiş, bunu
Risalesinde tamamiyle beyan etmiştir. Onun içindir ki, umumî asıllara ve maruf
kaidelere muhalif bulunduğundan dolayi imam Mâlik'in bâzısını reddetmiş olduğu
bir çok Hadîsleri kabul etmiş, onları delil olarak almıştır. Kur'ân âyetlerini
ve meşhur Hadîsleri araştırarak bunu söyliyen Hanefiyye fukâhasından Ebû Hasan
Kerhî'dir.
Hanefiyye fukâhasından
îsa b. Ebân da diyor ki: Eğer haber-i vahidin râvisi âdil ve fakın olursa onun
haberini kıyasa takdim etmek vâcibdir. Yoksa ictihad mevzuu olur. Buna delil
olarak şunları zikreder:
Sahabe arasında kıyas
kabul edip fakıh olmıyan râvinin haber-i vahidini reddetmek meşhur bir iştir.
Abdullah b. Abbas, Ebû Hureyre'nin ateş değen şeyin abdesti bozduğunu rivayet
ettiğini duyunca :
— Ateşte ısıtılmış sıcak suyla abdest alsak, bu
abdest olmaz mı? demiştir.
Keza yine onun :
«Cenazeyi taşıyan kimse abdes't alsın» diye rivayet ettiğini İşitince:
— Kuru çubuklara
değmekle abdest bozulur mu? demiştir.
Hz. Ali de (Berva)
Hadîsini kıyasla reddetmiştir ki, o da mihir tesmiye edilmiyen kadın, kocası
ölünce mihri misil alır, Hadîsidir. Buna benzer haberler Ashabdan ve tabiînden
pek çok rivayet olunur.
Yine buna delil olarak
şunları zikrederler: Kıyas, Sahabenin ve selefin icmaı ile hüccettir. Haber-i
vahidin ise Hz. Peygambere ittisalinde şüphe vardır. Öyleyse icmâen sabit olan,
kıyasla sabit olan, haber-i vâhidle sabit olandan daha kuvvetli olur. Kıyas haber-i
vâhidden daha kuvvetle sübut bulmuştur. Çünkü râvi yanılabilir, yalan söylemek
ihtimâli vardır. Halbuki kıyasta böyle bir-şey yok. Kıyasın tahsise de ihtimali
yoktur. İhtimali olmıyan delil ihtimâlli olandan elbette daha evlâdır.
işte onlar böyle bir
sürü delil bulup getiriyorlar ki, neticede bunların hepsi haber-İ vahidi
zedeleyicidir, şayet mukaddimeleri doğru ise. Hem bunlar yalnız fakıh olmıyan
râvinin haberi hakkında da değil, umumîdir. Ancak şunu da kaydedelim ki,
delillerin esası mukaddemelerinde düşünülecek yerler vardır. Çünkü bunlar
hepsi kıyas, kat'idir, onda ihtimal ve şüphe hiç yoktur, esası üzerinden
yürümektedirler. Halbuki kıyasa her cihetten ihtimal girebilir. Çünkü kıyasın
esası: Hükme medar olan vasfı (illeti) bulup çıkarmaktır. Halbuki nasla
bildirilen şeyin vasıfları arasından bu vasfı tâyin etmek bir emr-i zannîdir.
Zira hükümde müessir olan bu vasıf olması ihtimali olduğu gibi, bu vasfın
olmaması da ihtimal dahilindedir. Belki "hükümde müessir başka bir
şeydir. Bundaki ihtimal de haber-i vâhiddeki ihtimalden az değildir. Belki
bundaki ihtimal ondan daha kuvvetlidir. Çünkü sübutun aslına girmektedir,
halbuki haber-i vahide dahil olan ihtimal asılda değildir. Çünkü şüphe yanılma
ve unutma gibi arızî şeylerden geliyor. Halbuki aslolan: zabtı, belleyişi
yerinde bir şahısta bunların bulunmamasıdır.
Kıyasın bâzan haber-i
vahide takdim eden bu görüşü izahı bırakmazdan önce şu ciheti belirtmeliyim
ki: «Onlar, râvi Sahabî fa-kıh olmadığı takdirde kıyas, onun rivayet ettiği
haber-i vâhidlerin hepsine takdim olunur, demiyorlar. Belki de râvi fakih
olmadığı takdirde kıyassa muhalif olan haber-i vâhid birdenbire reddolun-maz,
müctehid onda i'mâl-i fikir eder, ictihad yapar, eğer bu habere tahric vechi
bulursa, meselâ kıyas kapısını büsbütün kapamıyorsa, onu kabul eder. Bakarsın
bir kıyasa muhaliftir, fakat bâzı bakımdan başka bir kıyasa uygundur, o zaman
da terk zabtı sağlam olan râvinin haberi terk olunmaz, ancak her bakımdan
kıyasa karşı ise o zaman zaruretten bırakılır.» sözlerinin mânâsı budur.
Bütün bunlar, râvi
âdil olduğu takdirdedir. Fakat râvi mechulse, adaleti bilinmiyorsa, böyle olan
râvinin kıyasa muhalif olan haberi bu görüş sahiplerine reddolunur, kıyas
alınır, Müctehid de her hangi bir suretle kıyasa uygun bir çıkış aramağa
uğraşmaz.[13]
Fahr'üMslâm, Isâ b.
Ebâ'nm bu görüşünü müdafaa etmektedir. Hattâ bu görüş, Ebû Hanîfe'nin ve
ashabının görüşü olduğunu bile iddia etmiştir. Bizim bu husustaki görüşümüz
başkadır. Onu bu mevzuun sonunda açıklayacağız.
Ebû Hüseyin Basri
haber-i vahidin muhalefeti mes'elesini gayet güzeî izah etmektedir. O kıyası
dört kısma ayırmaktadır:
1- Kat'i
nassa dayanan kıyas : Mensus olan hüküm, sübutu kat'i olan bir nasla sabittir,
illet de bu nasta tasrih edilmiştir veya nasta söylenmiş gibidir. Böyle bir
esasa dayanan kıyasa, haber-i vâhid
tearuz edemez. Çünkü bu kıyasla sabit olan, nasla sabit olmuş hükmündedir.
Nasla bildirilen hüküm kat'i illet nasta soy leniyor, haber-i vâhid ise
zannîdir, kat'i nas önünde duramaz. Ha-ber-i vâhid reddolunur. Hz. Peygamber'e
nisbeti doğru değilmiş demek olur.
2- Kıyas
zannî bir asla dayanır, illet de nasla değil de, istin-bat voliyle sabittir. Bu
takdirde arada tearuz varsa haber-i vahit kıyasa takdim edilir. Çünkü haber-i
vâhid hükme sarahatiyle delâlet ediyor, kıyas ise hükme bilvasıta delâlet
eder. Kıyasa her bakımdan zan girmektedir. İlletin istinbatma zan giriyor,
kıyasın dayandığı asıl da zannî idi. O da haber-i vâhid gibi sübut
bakımından da zannî. Böylelikle onu her taraftan zanlar kaplamış oluyor.
Haber'i vâhid kıyasa
tercih olunur.
Ebû Hüseyin Basri'ye
göre birinci kısımda haber-i vahidi, ikinci kısımda da kıyası reddetme
hususunda ulema arasında ic-ma1 vardır.
3- Kıyasın
aslı zannî bir nasla sabittir, illet de bu zannî nas-da tasrih edilmiştir. Bu
halde haber-i vâhidle kıyas arasında tearuz olur. Bu takdirde haber-i vahidin
kıyas üzerine tercih edilmesinde ulemanın icma'ım müellif iddia ediyor. Çünkü
sübut bakımından her ikisi de zannî, fajtat haber-i vahidin hükme delâleti sarahat yoliyledir.
4- İllet
tasrih edilmeyip çıkarılmıştır. Kıyasın dayandığı asıl kat'idir, Kur'ân veya mütevâtir
Hadîstir. İşte bu suret ulema arasında ihtilâf mevzuudur.[14]
Ebû Hüseyin Basri'nin
kıyasın haber-i vahide muârazası hakkında zikrettiği kısımlar bunlardır. îlk
üç kısımda gösteriyor. Fakat ulema, fukahâ arasındaki ihtilâfı böyle bir
suretle kaydet-meksizin mutlak olarak zikrederler.
Hakikaten, İmam
Şafiî'yi ve ondan sonra gelen Zâhiriyve fu-knbâsmı bir tarafa ayırarak,
görüyoruz ki, Sahabe asrından baş-lıyarak ietihad asırlarının sonuna kadar
bütün fukahâ, Kur'ân' dan veya meşhur Hadîslerden aldıkları her hangi bir usul
ve esas f;âideye muhalif olan haber-i vâhidlcri bırakmışlar ve onların Hz.
Peygamber'e nisbetini kabul etmemişlerdir.
Hz. Âışe: «Ailesinin
ağlaması yüzünden ülü azap görür.» Hadîsini reddetmiştir. Çünkü Kur'ân-ı
Kerîm: «Hiç kimse başkasının günahını yüklenmez,» diye bir esas koymuştur.
Keza «Gözler onu kavrayamaz» Âyetinden anladığına göre Hz. Peygamber'in Kabbını
görmesi Hadisini reddetmiştir. Yine o İbn-Abbas'ia birlikte: Ebû Hureyre'nin
rivayet ettiği Kaba daldırmadan önce elleri yıkama Hadisini reddetmiştir.
Çünkü İslâm ahkamının mec-mûmdan anlaşılan bir asıl vardır ki, o da güçlüğü
kaldırmak kolaylık göstermektir. Bunda ise güçlük olduğundan bu esasa aykırıdır.
Buna benzer misaller çoktur.
Medine fukahâsının
üstadı olan İmanı Mâlik Hazretleri de umumi asıllara muhalif olan bâzı haber-i
vâhidleri reddederdi. '(Üzerinde oruç borcu olan bir kimse ölürse velisi ondan
ötürü oruç tutar.» Hadîsini reddetmiştir. Ganimetin taksiminden önce deve ve
koyun efi pişirilmiş olan çömleklerin dökülmesi hakkındaki Hadîsi, güçlüğü
gidermek esasına dayanarak reddetmiştir. İhtiyacı olanlara taksimden önce yemek
yemeğe müsâade etmiştir. Ibn'ül-Arabî diyor ki: Hadîs sabit olduğu halde
sedd-i zerâyi
aslına dayanarak
Şevvalden altı gün oruç tutmaktan menelmiştir... Köpeğin yaİadîğı kabı, bir
temiz toprakla olmak şartivle, yedi defa yıkamak lâzımdır diyen Hadîsi
reddetmiş ve şöyle demiştir: "Hadîs bize kadar geldi. Fakat hakikati
nedir, bilmiyorum.» Ibn'ül-Arabî diyor ki, çünkü Hadîs iki esasa muâzırdır;
Birisi «Av köpeklerinin tuttukları avı yeyin» Âyeti, diğeri de: Temizlik illeti
biriliktir. Köpek de diridir. îmarn Mâlik de Irak fukahası gibi Mu-sarrât
Hadîsini reddetmiştir ki o da şudur: «Develeri ve koyunları,, yelinîerine süt
toplasın diye sütlerini sağmamazhk yapmayın. Böyle bir hayvan alan müşteri,
sağdıktan sonra sütü az bulursa muhayyerdir, isterse onu ahkor, isterse
reddeder, süt için bir sâ burma da verir.» Çünkü bu: Haraç tazminledir,
kaidesine aykırıdır. Birde b\r şeyi telef eden ya onun mislini verir, yahutta
kıymetini verir. Başka cinsten bir yiyecekle o borç ödenmez. Mâlik bu Hadîs
hakkında şöyle diyor: «O Mutâvat'da yoktur, sabit de değildir.»
Bu nakl.
ettiklerimizden görülüyor ki, Hicaz ehlinin imamı olan Sünnet fakıhı Mâlik
Hazretleri de kat'i bir kaideye muhalif bulduğu haber-i vâhidleri bazan
reddetmektedir.
Kıyasa muarız olan
haber-i vâhidler hakkında ulemanın görüşleri ve ihtilâfları bunlardır. Şimdi
bu karışık ve kalabalık gö-. rüşler içinde Ebû Hanîfe'nin görüşünü bilip
Öğrenmek istiyoruz.
Bu mes'elede Ebû
Hanîfe'nin görüşünün hakikati nedir, bunda ulema ihtilâf etmişlerdir. İbn-i
Abdulber şöyle diyor: «Hadis ulemasından bir çokları, âdil râvİlerin haber-i
vâhidlerinden çoğunu reddettiğinden dolayı Ebû Hanîfe'ye taanda bulunmağı caiz
görürler. Zira o, nezdinde toplanan Hadîslere ve Kur'ân'ın mânasına bu haber-i
vâhidleri arzederdi. Onlara uymuyanları reddeder ve ona şaz adım verirdi.»
Bu sözden çıkan netice
şudur: Ebû Hanîfe Kur'ân-ı Kerîm'in mânasına muhalif olan Hadîsleri reddederdi,
ister nasdan alınmış olsun, isterse ahkâmın illetlerini araştırmak suretiyle
çıkarılmış olsun. Kur'ân'm mânalarına ve herkesçe kabul olunan hadîslere
uygun düşmiyen Hadîslere şaz adını
veriyor.
Fahr'ül-îslâm, Ebû
Hanîfe'nin ve ashabının mezhebini şöyle anlatıyor: Haberi vahidin râvisi maruf
Ashabdan biri olursa, meselâ: Hulefâyi Râşidîn (Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman ve
Ali), Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Ömer, Zeyt b. Sâbİt, Muâz b. Cebel,
Ebû Mûsâ el-Eş'arî,
müminlerin anası Hz. Aişe ve emsali gibi fıkıh ve dikkati iie meşhur olan
Ashabdan birisi rivayet ederse, o zaman kıyas üzerine tercih olunur. Şayet Ebû
Hureyre, Enes b. Mâlik ve Emsali gibi adalet ve hıfz ile maruf; fakat fıkıh ile
tanınmamış bir Sahabî tarafından rivayet edilirse, eğer kıyasa uygun düşerse
onunla amel olunur .kıyasa muhalif ise ancak zaruret ve kıyas babını kapaması
sebebiyle terk olunur. Fahr-üi-îsîâm bu sözünü şöyle açıklıyor: Bunun izahı
şöyledir: Hz: Peygamber'in Hadîsini bel-lemek gayet mühimdir. Manen nakil
aralarında şayi idi. Eğer râvinin fıkhı noksansa, Uz. Peygambcr'in Hadîsinin
mânâsını iyi kavrayamaz, onu güzel ihata edemez. Ondan bazı şeylerin gitmesinden
emin olunmaz. Ona böyle bir şüphe arız olur, halbuki kıyasta bu yoktur.
İhtiyatlı hareket olunur. Râvinin fıkhı noksansa, sözünden maksadımız
mukayesedir, yoksa onları hâkîr görmek Allah korusun, aklımızdan bile geçmez.
İmam Muhammed, Ebû Hanîfe Hazretlerinden onun Enes b. Mâlik'in mezhebini hüccet
tuttuğunu, onu taklit ettiğini nakleder. Ebû Hureyre'yi elbette daha muteber
tutar. Bizim ashabımızın mezhebi şudur: Onların emsalinin Hadîsleri red d
olunmaz. Ancak kıyas kapısı tıkanırsa o zaman başkadır. Çünkü kıyas kapısı
tıkanırsa Hadîs, kitabı veya meşhur Hadisi nâsih olmuş olur, icmâa muarız olur.
Nasıl ki Ebû Hureyre'den rivayet olunan Musarrat Hadisi böyledir.»[15]
İmâm-ı A'zam Ebû
Hanîfe'nin ve ashabının mezhebi olmak üzere Fahr'ül-tslâm'm zikrettikleri
bunlardır. Fakat Tahrir şerhi Takrir ve Tahbirde zikrolunanlar bunlara uymaz.
Orada Ebû Ha-nîfe'nin Mezhebinin de Şafiî ve Hadîs fukahâsının mezhebleri gibi
olduğu kaydolunuyor ki: Haber-i vâhid kıyas üzerine mutlak surette takdim
edilir, ister râvi fakih olsun, ister olmasın, ister kıyas kapısı tıkansın,
ister tıkanmasın. İşte oradaki ibare aynen şöyledir: «Haber-i vâhid kıyasa tearuz
ederde aralanın te'Iif de mümkün olmazsa ekseriyete göre haber mutlak surette
takdim olunur, Ebû Hanîfe, Şafiî, Ahmed b. Hanbel böyle diyenlerdendir.»[16]
Bu naklettiğimizden
görülüyor ki, kıyasla haber-i vâhid teâruz
ettiği zaman Ebû Hanîfe'nin füru' mcs'elelerden çıkarılan görüşleri hususunda
ulema ihtilâf etmişlerdir. îbn-i Abduîber'in sözü, Ebû Hanîfe'nin kıyası
takdim ettiğine işaret ediyor. Fahrül-ts-lâm yukarıda kaydettiğimiz izahatı
veriyor. Diğerleri ise onun her ahvalde haber-i vahidi taktım ettiğini
söylüyor. Hatla haberle kıyas arasını bulmak mümkün olmasa, râvi fakıh olmiyan
bir Sa-habî dahi olsa böyle yapıyormuş.
İşin doğrusu bu
hususta Ebû Ilanîfe'den türlü türlü füru' meseleler nakîolunmaktadir.
Bâzısında Hadisi alıyor, kıyası terk ediyor. Diğer bâzısında kıyası alıyor,
haber-i vahidi bırakıyor.
Birinci neviden olarak
şunları kaydedelim: Habcr-i vahidi alıp kıyası terk ediyor: Namazda kahkahayla
gülmek abdesii bozduğuna dair Hadîsi alıp kıyası terk ediyor. Rivayet-
olunduğuna göre kör bir adam bir kuyuya yuvarlanmış, Hz. Peygamber de Ashabiyle
namaz kılarlarmış, bâzıları gülmüşler. Hz. Peygamber onlara abdest alıp
yeniden namazı kılmalarını buyurmuş. Namaz kılarken kahkahayla gülmenin
abdesti bozması kıyasa muhaliftir. Çünkü kahkaha namaz dışında abdesti bozmaz.
Zira abdesti bozan, mahallerden çıkan birşey değildir. Bununla beraber Ebû Hanîfe
ve ashabı bu haberi tercih edip almışlar, haber-i vahidi kıyasa takdim etmişlerdir.
Namaz kılarken kahkahayla gülmek abdesti bozar demişlerdir. Namaz dışında
bozmasa da burada haber-i vâ-hid kıyasa tercih olunmuştur.[17]
Yine bu neviden biri
de Ebû Hureyre'nin Hadîsidir. Bir kimse orucunu unutarak yiyip içse orucu
bozulmaz. Bu Hadîsi Ebû Hureyre rivayet eder. Bu bir habcr-i vâhiddir. Kıyasa
takdim olunmuştur. Kıyasa göre yiyip içmek orucu bozar. Ebû Hanîfe bu haber-i
vahidi kıyasa takdim ettiğini tasrih etmiş ve şöyle demiştir: «Eğer bu rivayet
olmasaydı, kıyasla bozulur derdim.»
Bu nev'iden misâlleri
pek çoktur: Onları saymağa lüzum da yok. Zira fıkıhta mukarrer bir kaidedir ki
Hadîsle kıyas terk olunur ve buna istihsan namı verilir.
îkinci nevi misâller:
Yani haber-i vahidi bırakıp kıyasla amel olunan mes'eleler de vardır. Yukarıda
zikri geçen[18] develeri ve koyunları
sütlü göstermek için sağmamak Hadîsi bu nevidendir.
Bu haber kıyasa
muhalif olduğundan reddedilmiş, kıyasla
amel olunmuştur.[19]
Memeye süt toplansın
diye sağmamayı ayıp ve akdde aldatma da saymıyorlar. Müşteri kendisi aldanryor,
hurma [20]Hadisi
de bu nevidendir. Onu da Zeyd b. Sabit rivayet eder. Hz. Peygamber hurma
üzerindeki hurmaların götürü-pazar kuru hurma ile mübadelesine müsâade
etmiş... Ebû Hanîfc ve ashabı kıyasa muhalif diye bu Hadîsi reddederler. Çünkü
hurma ribâ cereyan eden mallardandır. Ancak misli misline olursa caizdir,
fazlası haramdır. Halbuki götürü satışta ribâ şüphesi vardır, haram olur.
Kur'â Hadîsi de bu
nevidendir. Hadis şöyle rivayet olunur: Aliı köleyi, efendileri öldürürken azat
etmiş, başka malı da yok, üçte birine tasarruf edebileceğinden Hz. Peygamber
köleler arasında kur'a çekmiş, ikisine isabet etmiş, dördü köle olarak kalmışlar.
Ebû Hanîfe bu Hadîsi reddediyor. Çünkü; kıyasa muhaliftir; Çünkü efendileri
boşaymca azatlık bu kölelerin hepsine vâki oldu .îcmâen sabittir ki azatlık
bir defa vâki oldu mu artık bozulmaz. Hürriyet ve neseb öyle şer'î
hakikallerdir ki bir defa sabit oldular mı bozulmazlar. Öyle ise bu altı
kölenin hepsi de azat olmuştur. Yalnız ölen kimsenin tasarrufu malının 1/3 ün
de câri olduğundan dört kölenin kıymeti nisbetinde mirasçılar bu altı köleden
para isterler. İşte kıyasa muhalif olduğundan haber-i vâhidleri Ebû Hanîfe
böyle rededdiyor.
Fakat burada şunu
kaydedelim ki, ikinci misâlde haber-i vâhid reddolunuyor. Halbuki onu Zeyd b.
Sabit rivayet ediyor. O ise Sahabe arasında fıkhı en iyi bilenlerdendir. Ferâiz
ilminde yüksek bir mevkii var. Onun rivayet etmiş olduğu Hadisin red sebebi kıyasa
muhalefet olmaz. Çünkü fakın olmiyan râvinin haberi reddo-
lunur. Halbuki Zeyd b.
Sabit fakıhtır, hem de ne fakıh! Öyleyse bu tahlil doğru değildir.
İşte bir kısım misâl
getirdik. Bâzılarında haber-i vâlıîd alınıyor, kıyas bırakılıyor, diğerlerinde
kıyas alınıyor, haber-i vahi d terk ediliyor. Umumî ve küllî kaidelere
uyuluyor. Bunlara benzer misâller daha çoktur.
Önümüze iki türlü
görüş çıkıyor : Biri İsâ b. Ebân'm görüşü ki; ona göre, haber-i vahidin reddi
sebebi, kıyasa karşı olması ve râvinin de fakıh olmamasıdır. İkincisi
Kerhî'nin görüşü ki; ona göre de Ebû Hanîfe âdil ve mevsuk olan râvinin haber-i
vahidini daima tercih etmektedir. Şayet o bâzı haber-i vâhidleri red-dettiyse
bu kıyasa muhalefetinden başka bir sebepledir.
Getirdiğimiz misâller
ışığında ve Ebû Hanîfe'nin bize kadar ulaşan sözleri ışığı altında şimdi bu iki
görüşü birbiriyle ölçelim. Şunda şüphe yok ki gösterilen misâller ve Ebû
Hanîfe'nin naklolunan sözleri İsâ b. Ebân'ın ve Fahr'ül-İslâmın çıkardıkları
neticelere uymamaktadır. Bu da üç sebepten
ileri geliyor:
1- Kahkaha
Hadîsini Ma'bed Cühcnî rivayet ediyor.
Halbuki o fıkıhla maruf olmıyan bîr râvidîr. Hadîsin meşhur olduğunu iddia hiç
delile dayanmamaktadır.
2- Hurma
Hadîsini Zeyd b. Sabit rivayet ediyor. Eğer fakıh olrmyan râvinin Hadîsi kıyasa
muhalif olması re d sebebi olsaydı, onların kaidesince bunun kabul edilmesi lâzımdı. Çünkü, fakıh olan râvinin Hadîsi kıyasa muhalif de
olsa, muvafık da oîsa kabul olunur diyorlar. Zeyd b. Sabit ise fakihtır.
3- Oruçlu
kimse unutarak yeyip içse orucu bozulmaz
Hadîsi hakkında; Ebû Hanîfe bunu
kabul ettiğini ve kıyası reddettiğini söylüyor. Hadîsin râvisi Ebû Hurcyrc'dir, Fahr'ül-İslâm ve İsâ b. Ebân onun Ashabın
fukahâsından olmadıkını söylüyorlar.
Demek kıyasa muhalifte olsa burada gayri fakıh râvinin Hadîsi kabul olunuyor.
Bunlardan başka şu
cihette var. Ebû Ifanîfe'den ve ashabından nakloîunana göre: Kıyas nas olmıyan
yerde yapılır. Kıvasa muztar kalınca gidilir. Onun için bizce Fahr'ül-İslâm'ın'
ve îsâ b. Ebân'ın ortaya attıkları Ebû Hanîfe'nin görüşünü ';ım açıklıyor
değildir.
Biz, Ebû Hanîfe'nin
re'yi haber-i vâhid dahi olsa Sünneti; illeti müstenbat olan kıyasa tercih
etmektir, deyen görüşü kabul fdiyoruz. Ulemanın ekserisi de Ebû Hasan Kerhî'nin
çıkardığı görüşe meyletmişlerdir. Keşf'ül-Esrâr, Ebû Hasan Kerhîden m şöyle
naklediyor:
«Bu söz (Yâni îsâ b.
Ebân'ın sözü) bizim ashabımızdan naklolunmuş değildir. Onlardan naklolunan
kavil, haber-i vahidin kıyasa takdim edilmiş olduğudur. Görmüyor musun, onlar
oruçlu kimse unutarak yiyip içerse orucunun bozulmadığı hakkında Ebû
Hureyre'nin haberiyle amel ediyorlar, halbuki bu kıyasa muhaliftir. Onun için
Ebû Hanîfe: «Eğer rivayet olmasaydı kıyasla bozulur derdim» demiştir. Ebû
Yusuf'tan naklolunduğuna göre o Mu-sarrat Hadîsini kabul etmiştir. Müşteriye
muhayyerlik hakkı tanımıştır. Ebû Hanîfe'nin şöyle dediği sabittir: «Allah'tan
ve Resulünden gelen can baş üstüne.» Seleften hiç birisinden râvinin fakıh
olmasının şart koşulduğu duyulmamıştır. Anlaşılıyor ki bu söz, sonradan
çıkmıştır. Yeline süt biriktirme ve hurmayı götürü mübadele ve emsali Hadîsler
için şöyle cevap veriyor: Bunlarla ameli bizim ashabımız, kitaba ve meşhur
Hadîse muhalif olduklarından dolayı terk etmişlerdir, yoksa râvinin fakıh
olmaması yüzünden değil. Çünkü satılık hayvanı sağmak Kitap ve Sünnetin zahirine
muhaliftir.[21] Ağaç üzerindeki hurmaları
mübadele keza Sünnete muhaliftir, yoksa râvinin fakıh olmaması yüzünden
reddedilmiş değildir. Şu da var ki biz Ebû Hureyre'nin fakıh olmadığını kabul
edemeyiz. O fakıh idî. içtihat şartlarından hiç biri onda noksan değildi.
Sahabe zamanında fetva verirdi. O zaman yalnız fakıh müctehit olanlar fetva
verebilirdi. Ashab-ı Kiramın yücele-rindendi. Hz. Peygamber ona hıfzla dua
etti. Allâhu Teâlâ da duasını kabul buyurdu. En çok hadîs belleyenlerden oldu.
Hadîsleri ve namı âleme yayıldı.»[22]
Bu tahlilden
çıkardığımız netice şudur: Ebû Hanîfe illeti r.ıüstenbat olan kıyası, vasıflar
tearuz edip emareler uyuşmayınca Hadîse tercih etmezdi. Râvi olan Sahabî fakıh
değilse haber-i vahidi kıyasa takdim ettiğine dair sonradan mezhep
adamlarının, daha doğrusu bâzılarının çıkardıkları neticenin îmam'ı A'zam Ebû
Ranîfe'ye nisbeti
doğru değildir. Çünkü bu onun dayandığı esaslara uymuyor, ondan naklolunan sözlere
muhalif düşüyor, onun hallettiği mes'elelere aykırı geliyor.
Ebû Hanîfe'den
naklolunan öyle mes'eleler buluyoruz ki, onlar haber-i vâhidlçre muhaliftir.
Acaba onlara bilerek mî muhalefet etti? Onları bilmiyorsa acaba neden terk
edip başkalarını delil tuttu?
Bunlara cevap
verebilmek için şu i-ki şekli farzedelim:
Şöyle farzedersek iş
hiç dolaşık olmaz: O Hadîsleri bilmiyordu, onun için içtihat ederek re'yle
hüküm verdi. İçtihat ve is-tinbat ederken o Hadîsler malûmu olsaydı, onları gqz
önünde tutar, nazarı itibare ahr, mes'elelerin hükümünü onlara göre verirdi!
Böyle farzetmek kolay birşey, fakat buna Hanefî Mezhebindeki içtihatların
büyük kısmı sağlam olmıyan bir esasa dayanmış oîur. Onun için haber-î vâhidlere
her muhalefet ettiği yerde bu faraziyeyi yürütemeyiz.
Onun için başka türlü
düşünmek ve bu haber-i vâhidlerden bâzısına bilerek muhalefet ettiğim farzetmek
icabediyor. Hüküm verirken o haber-i vâhidleri bildirdi, fakat bâzı bakımdan
onları reddediyordu. Bâzı ulemanın dediği gibi, bu reddin sebebi râvi
Sa-babînin fakıh olmaması, kıyasa karşı gelmesi değildi.
Hz. Peygamber'e nisbet
olunan bâzı rivayetleri Ebû Hanîfe Hazretlerinin ne gibi sebepler altında
reddettiğini anlıyabilmek için Irak fıkhının içtihadını bütün nevileriyle şöyle
bir gözden geçirmemiz icabediyor :
Ebû Hanîfe nazarında
ilim olacağı olan Küfe fıkhı; Abdullah b. Mes'ud, Ali b. Ebû Tâlib ve Ömer b.
Hattâb (Allah cümlesinden razı olsun) hazerâtının fetvalarına dayanmaktadır.
Hz. Ali Efendimiz Hilâfeti esnasında Kûfe'de ikamet ederken ilmi oraya yayıldı.
Abdullah b. Mes'ud'un hayatının uzun bir kısmı orada geçti. Ibn-i Mes'ud
içtihad ve fetva yolunda Hz. Ömer'in meslekini tutuyordu. Re'ye kıymet veren bu
zatların ilmi Kûfe'de yayıldı. Ashabın fukahasından olan bu büyük simaların
fıkhım Kûfe'de Kadı Şureyh, Alkame b. Kays, Meşruk b. Ecda' gibi zatlar alıp
neşrettiler. İbrahim Nahaî de onlardan aldı. Ebû Hanîfe'nin üstadı olan Hammâd
geldi, bu zikrolunan zatlardan İbrahim'in aldığı fıkhı alıp talebesine aktardı.
Bununla beraber Hadîs ehline daha yakın olan Şa'bî'nin ilminden de kattı. Fakat
Hammâd'da; Hz. Ümer, Hz. Ali ve îbn-i Mes'ud'un fıkhını hâmil olan ibrahim
Na-Jıaî'nin tesiri daha çoktur.
Madem ki ibrahim Nahaî
Hammâd'a bu üç zatın (Ömer, Ali ve îbn-i Mes'ud Hazeratmm) fıkhım nakletmiş,
Hammâd da sonra o fıkhı öylece Ebû Hanîfe'ye aktarmıştır, Öyleyse onların
Hadîs Lenkidî hakkındaki düşünce tarzları ve rivayete gösterdikleri son derece
dikkat ve titizlik görüşü behemehal naklolunmuş, onlara geçmiştir. îbn-i
Mes'ud, Hz. Peygamber'in bir Hadîsini naklederden, onun demediği bîr şeyi
nakletmiş olmak korkusuyla kendini bir titreme alırdı. Re'yle fetva vermekten
çekinmezdi. Hz. Ömer de, Hz. Peygamber'in demediği birşey söylerler de yalan
yaparlar korkusuyla halkı az rivayet etmeğe davet ederdi. Hz. Ali, âdil ve
mevsuk dahi olsa Hz. Peygamber'den bir Hadîs rivayet eden kimseyi rivayetini
yeminle tezkiye etsin diye yemin vermeğe davet ederdi. Bundan yalnız Hz. Ebû
Bekr'is-Siddîk'ı müstesna tuttu. İşle onlar, Hadis hakkında böyle titiz
davranırlardı.
Madem ki Ebû Hanîfe
bunların kendisine naklolunan fetvaların ve hüküm verme tarzlarının tesiri
altında kalmıştır, öyleyse râvilerin rivayetlerini kabul hususunda
gösterdikleri fazla dikkat tarzı da onun üzerinde aynı tesiri bırakmış olacağı
şüphesizdir. Râvileri tanımazsa, adalet derecelerini bilmezse elbette titiz davranır.
Belki de Ebû Hanîfe sözlerini gönlü yatışmadığı bâzı kimselerin rivayetlerini
reddetmiştir, her nekadar bunu açıklamıyorsa da, red sebebi bu olsa gerektir.
Zira o, kimseye dil uzatmaz, insanlar etrafında şüphe uyandırmak istemezdi.
Gönlünün yatıştığı şekilde fetva verip onların rivayetlerini bırakmakla iktifa
etti, ses çıkarmadı.
Hakikaten Tabiîn ve
Tebe-i Tabiîn devirlerintJe .:ikıh ekollerinin kısımlara ayrılması sebebiyle
her ekol kendi râvilerine fazla itimadîa sarıldı. Başkalarının naklettikleri
ilim ve rivayetleri öyle kolay kolay kabul etmezlerdi. Bu hususta Şahveliyyullah
Dehlevî şöyle diyor:
«Tabiîn ulemasından
her bir âlimin kendi seviyesine göre bir mezhebi oldu. Her memlekette bir adam
meydana çıktı. Meselâ Medine'de Said b. Musayib ve Salim b. Ömer, bu ikisinden
senra 7,ührî, Kadı Yahya b. Said, Rebia b. Abdurrahman geldi. Mekke'de
Atâ b. Ebî Rebâh
meydana çıktı, Kûfe'de İbrahim Nahaî ve Şa'bî doğdu. Basra'da Hasan Basri,
Yemen'de Tavus b. Keysân, Şam'da Mekhûl yetişti. Halk, ilim aşkiyle yanan
ciğerlerinin susuzluğunu söndürmek şevkiyle onların ilimlerine sarıldılar. Bu
ulemanın rnezhebleri ve tahkikatları kendiliklerindendir. Onlardan fetvalar
sordular, mes'elelerin hallini istediler. Onlardan hüküm vermelerini
dilediler. Onlar da bunu yaptılar, Said b, Museyyib, İbrahim Nahaî ve emsali
bütün fıkıh bablan hakkında bilgi sahibi idiler. Fıkhı toplamışlardı. Her babda
seleften aldıkları bir usulleri vardı. Said b. Musayyip ve arkadaşları Mekke
ve Medine halkının fıkıhta en kuvvetli olduğuna kani idiler. Onların mezhebi
erinin esas dayandığı: Abdullah b. Ömer'in, Hz. Aişe'nin ve Abdullah b.
Abbâs'ın fetvâlariyle Medine kadılarının verdikleri karar ve hükümlerdir.
Allâhu Teâlâ'nm nasib etliği kadar onları topladılar, sonra onları ibret ve
mukayese nazariyle gözden geçirip incelediler.»
«İbrahim Nahaî ve arkadaşlarına
göre ise: Abdullah b. Mes'-ud ve arkadaşları fıkıhta en kuvvetli, en müdakkîk
idiler. Nasıl ki Alkame, Mesruk'a şöyle demiştir; «Onlardan bir tanesi olsun Abdullah
(İbn-i Mes'ud) tan daha kuvvetli midir?» Said b. Musayyib Medine fukahâsmm
konuşan lisanı idi. Hz. Ömer'in hükümlerini, Ebû Hureyre'nin Hadîslerini en iyi
belleyen o oldu. İbrahim Nahaî ise Küfe fukahâsımn lisanıdır.[23]
Böylece her Sahabenin
rivayetlerini, fetvalarını, hükümlerini, içtihat yollarım ve kıyas tarzını alan
her muhît onların tesirinde kalarak her muhitin kendine mahsus bir görüşü oldu,
muhît ayrılıkları başladı. Her muhitteki fukahâ, menkul ve müstenbat fıkıh
hükümlerini kendinden öncekilerden tevarüs etti. Ve işte bu muhit ayrılığı
yüzünden her mühît kendi ulemasının naklettiklerine, hükümlerine ve
fetvalarına daha çok itimat etti. Her muhi-lm halkı, orada daha fazla şüyu,
bulan Hadîsleri, fetvaları aldı ve fukahâ onlara göre hüküm verdiler. Başka
muhitte kabulü pek kolay değildi. Herkes kendi muhitinde olana daha güveniyordu.
Yukarıda Şahveüyyullah
Dehlevî'nin ileri sürdüklerinden, Ebû Hureyre'nin rivayetleri Irak fıkhında
neden bu kadar azdır ve ayni mevzuda Ebû Hureyre'den rivayet olunmuş Hadîs
varken neden Irak fukahâsi yine kıyasa gitmiştir, bunu anlamış oluyoruz. Zira
Ebû Hureyre'nin rivayet ettiği Hadîsleri belleyip hafz ve rivayet edenler Said
b. Museyyip ve Medine'liler olmuştur. Kûfe'li-ler Abdullah b. Mes'ud'un
Hadîslerini ve fetvalarını belleyip rivayete kendilerini vermişlerdir. îsa b.
Ebâ'nin ve Fahr'ül-îslâm'ın dedikleri gibi Ebû Hanîfe'nin Ebû Hureyre
Hadîslerine bâzan muhalefeti, onun fıkhı olmayışından değil ,bu Hadîslerin
muhît ayrılıkları yüzünden Irak halkına ulaşmamış olmasındandır. Çünkü muhît
ayrılıkları araya öyle setler çekiyor ki onları aşmak biraz güç oluyor.
Sonraları ise ekoller
birbiriyle karıştı, tanıştı, fukahâ ulema temasa geçtiler, bir memlekette olan
Hadîsler başka memlekete de yayıldı. Görüşler birbirine yaklaştı. Her biri
diğerinde olanı aldı. Irak fıkhıyla Hicaz fıkhı karıştı. Muhtelif
istikâmetlere yönelimler birbirine yaklaşmağa başladı. Fakat bunlar Ebû
Hanîfe'den sonra oldu.
Muhît başkabği
yüzünden olan türlü yönelimler sebebiyle h j muhît kendi fukahâsımn rivayetine
muhalif olan başka muhitin rivayetini reddederdi. Çünkü talebeler -daLnâ
üstadlarından aldıklarını tercih ederler. Bundan başka üstadlanni tanımış ve
onlara gönülleri yatışmış olduğundan onların rivayetlerini elbette hiç tanımadıkları
kimselerin rivayetlerinden daha üstün tutarlar. Onların meslekleri,
üstadlarının mesleğine uygundur.
Irak fukahâsı rivayeti
kabul hususunda sıkı davranmağı Abdullah b. Mes'ud, Ali b. Ebû Tâlib, Ömer b.
Hattâb gibi Ashabın ulularının mesleğinden aldılar. Bu sebeple Sahabe fetvasını
Hz, Peygamber'e nisbetinde şüphe ettikleri rivayete tercih ederlerdi. Hattâ
Küfe fukahâsımn âsâr Hadîse en fazla sarılanlarından olan İmam Şa'bî bile şöyle
derdi:
«Peygamber
zikrolunmaksızın Ali bize daha sevgilidir.» yâni Hadisin nisbetinde şüpheli
olduğu halde Hz. Peygamber dedi demektense güvenerek Hz. Ali dedi demek bana
daha sevgilidir, çünkü Hz. Peygamber'e bilmiyerek yalan söz nisbet etmekten korkardı.
Rey fukahâsımn imamlarından olan İbrahim Nahaî şöyle diyor: «Abdullah dedi ki,
Alkame dedi ki demek bize daha sevgilidir.»[24]
Görülüyor ki onlar
rivayeti kabul hususunda gayet titiz hareket ettiklerinden, Hz. Peygamber'e
nisbetinde şüpheli oldukları bazı rivayetleri reddedip Sahabi fetvalarını
aldılar.
Irak fukahâsının
rivayeti kabul hususunda bu kadar şiddetli hareket etmelerinin diğer bir sebebi
de şudur: Onlar Hadîs rivayeti işinde.titiz davranan Sahabeden ilim
aldıklarından başka, Irak, gerek Tabiîn ve gerekse onlardan sonra gelen Tebe-i
Tabiîn ve diğer fukahâ zamanlarından muhtelif din erbabının ve çeşitli
fırkaların merkezi idi. Bütün Şia fırkaları, Haricîler, Mürcie, Ceh-ıniye,
Kaderiyye hep orada idi. Dehrîler ve zındıklar da orada çık> ti. Bunlar din
ile eğlenmek ve kendi grublannı desteklemek için Hz. Peygamber'in ağzından yalan
uydurup, yalan Hadîsler söylüyorlardı, Peygamberin demediklerini rivayetten
çekinmiyorlardı* Irak fukahâsı bunları gördüler, Hz. Peygamber adına yalandan
Hadîs uydurduğuna şahit oldular. Bu sebeple Hz. Peygamber'e yalan nisbetinden
kaçınmak için onlarda şüphe uyandı. Yalan nîs-bet etmemek için rivayetten
kaçındılar. Günahtan korktular. Din umurunu gayet iyi muhafaza etmek için
yalnız tanıdıkları ve ilmî usullerini doğru buldukları kimselerden rivayeti
kabul ettiler. Bu yüzden öyle rivayetleri reddettikleri oldu ki, onlar
tanıdıkları kimselerce mevsukturlar. Fakat Irak'lılar onları tanımadıklarından
reddetmişlerdir. Çünkü Iraklılar çok yalan Hadîs uydurulduğunu gördüklerinden
çok titiz idiler, hassas davrandılar.
.
Görüyoruz ki, Irak
fıkhı kelimelerin —elfâzm— umum ve şümulünü alıyor. Kur'ân-ı Kerîm'in
beyânlarına sarılıyor. Yine yukarıda geçen bahislerde öğrendik ki, onlara göre
Kur'ân-ı Kerîm'in hâslarının beyâna ihtiyacı yoktur. Bu itibarla hâssın mevzuuna
dair olan Hadîsleri kabul etmediler. Hicaz fukahâsınca, o Hadîsler hâssın
beyanı kabilindendir. Fakat Iraklılar onları almıyor. Onlarca Kur'ân' hâsları
açık olup beyâna hiç ihtiyaç bulunmadığından hâssı beyan eder mânada olan
Hadîslerin Hz. Peygamber'e nisbetini reddederler. Bu da râviîerin çoğunun
rivayetinde şüphe etmelerinden ileri gelmiş olacak.
Yine onlarca haber-i
vâhidler, Kur'ân-ı Kerîm'in umumlarına muânz olacak bir dereceye yükselemezler.
Bunun için haberi vahid âmmı tahsis edemez. Kur'ârı'm umumları şümulü üzere yürür.
Ve ona -muhalif olan rivayetin Hz. Peygamber'e nisbeti red-dolunur. Çünkü
Hadîs Kur'ân-ı Kerîm'in nassını nesih
edemez.
Tahsîs ise onlara göre nesih mertebesine
yakındır. Hattâ Ashab-tian ve Tabiînden bîr çokları tahsîs yerine nesih
tabirini kullanırlardı. Onların hükmüne göre Kur'ân'daki âmlara haber-i vâhid
muarız olamaz, çünkü rivayette şüphe vardır. Hâs da onlarca beyâna muhtaç
değildir. Rivayetlere böyle bir zanla baktıklarından i'ctvâ verirken
hükümlerini Kur'ân'm eîfâzmm umumundan veya hususundan aldılar. Bu mevzuda
başkalarınca sıhhati kabul olunan Hadîsler de mevcuttur. Onlarca sıhhati sabit
olmadığından almadılar. Sonra gelenler zannettiler ki. Hadîs dururken kıyasla
hüküm vermeleri kıyası haber-i vahide takdim etmelerinden ileri geliyor.
Halbuki mese'le hiç de öyle değil.
Demek, oluyor ki, Ebû
Hanîfe kıyası haber-i vahide alelıtlak tercih ediyor değildi. Zira Ebû
Hanîfe'nin kıyaslarına muhalif bulunan haber-i vâhidler esasında bu
rivayetlerin doğruluğunu bilerek kıyas onlara tercih etmiş değildir. Kıyasla
amelin sebepleri, bâzılarına kısaca işaret ettiğimiz veçhile bambaşkadır.
Şunu da söyleyelim ki,
öyle kıyaslar yar ki, İslâm Şeriatının ^hkâmmm mecmûu'ndan alınmıştır, ulema
onları kabulde birleşiyor, kat'ı naslar o usulü beyan ve ifade ediyor, bu usul
kat'î usule dayanan kıyaslara da takdim olunur mu? Bu usullere dayanan
kıyaslan bu hususa dair varit olan haber-i vâhidlere bakarak reddeder miyiz?
Acaba Ebû Hanîfe bu gibi usule dayanan kıyaslan, haber-i vahide taâruz ediyor
diye reddeder miydi? tetkik isteyen noktadır. Ebu'I-Hüseyin Kerhî yukarıda
söylediğimiz gibi, kıyasın illeti nasta varsa veya kat'î bir asla
dayaniyorsa-ki asi kat-i olunca feri' de kat'î olur-böyle olan kıyasın haber-i
vahide takdim edildiğinde ulemanın ittifak üzere olduklarını söylüyor. Böyle
olan haber-i vâhid şaz addolunur diyor. Acaba Ebû Hanîfe de bu ittifak eden
ulema arasında mıdır?
İşte bu noktanın biraz
aydınlanması ve izahı icabetmektedin. Yorucu tafsilâttan kaçınarak kısaca İzaha
çalışalım:
Şeriatın dayandığı
deliller iki kısma ayrılır: Kat'î deliller, zannî deliller. Şüphesiz ki haber-i
vâhidler zannî olan kısmmdan-dır. Bütün fukahâ arasında ittifakh bir mes'eledir
ki, zannî delil ile kat'î delil birbiriyle.karşılaşınca kat'î olan alınır,
zannî olan bırakılır. Bu kaide akla uygundur, menkul da bunu kabul eder.
Menkulün özü budur. Din umurunun kat'î olarak malûm olanları yanında zannî
olanları zaif kalır. Kat'î olana muarız olan zannînin hükmü şaz sayılır, metni
bozuk, râvileri çürük addolunur.
Kat'î deliller: Kat'î
olan veya nasla sabit değilse de dînin sabit ahkâmının mecmuundan alınan umumî
kaidelerdir: Dinde güçlük yoktur. Kimse kimsenin günahını yüklenmez. Sedd-i
zerayi, kaideleri ve emsali gibi şeriatın birinci kaynağı olan Kur'ân'm
bildirdiği kaideler böyledir. İlletleri kat' bir asılla bildirilen kıyaslar da
kat'îdir. Ahkâm-ı Şer'iyyenİn mecmuundan alman kavaid-i külliye bunlar hep
kat'îdir. Cumhur ulemaya göre böyle nasîara ve bu usule dayanan kıyaslarla
haber-i vâhîd reddolunur. O hallerin Hz, Peygamber'e nisbeti kabul olunmaz.
Bâzılarının çıkardığı şekilde, hüküm verirken haberi biliyorsa Ebû Hanîfe'nin
bâzı. haber-i vâhidleri reddetmesi, diğer bâzılarını kabul eylemesi işte buna
göre ayarlanır. Meselâ Ebû Hanîfe unutarak yiyip içenin orucu bozulmadığı
hakkındaki haber-i vahidi kabul ediyor. Zira bu her ne kadar kıyasa muhalifse
de her hangi bir kat'î asıla taâruz etmiyor. Şatıbî diyor ki:
Ebû Hanîfe namazda
kahkahayla gülmek abdesti bozar Hadîsini kıyasa takdim etti. Çünkü mes'elede
icmâ' yok... Kur'a Hadîsini reddetti,[25]
çünkü usule muhaliftir. Usul ise kat'idir, haber-i vâhid zannîdir. Azatlık
kölelerin hepsine şâmildir. Azatlık bir yerde vukubuldu mu onun reddi mümkün
olmadığına icmâ' vardır.»[26]
Ebû Hanîfe'nin,
Kur'ân'm nassiyle veya kat'i surette fer'de de mütehakkık olan nasla sabit bir
illetle tearuz ettiğinden dolayı satılık hayvanın yelinine süt toplama Hadîsini
ve böyle diğer Hadîsleri reddederken
dayandığı bir nokta vardır.
Usûle muarız olan
zannî Hadîsler hakkında ulemanın görüşlerini Şâtıbî, İbn'ül-Arabî'den şöyle
naklediyor: «Îbn'ül-Arabî de: d; ki: Haber-i Vâhid Şeriat kaidelerinden
herhangi birine muhalif olursa onunla amel caiz olur mu? Ebû Hanîfe amel caiz
olmaz, dedi; İmam Şafiî caizdir, dedi: İmam Mâlik ise mes'elede tereddüt etti;
onun sözü meşhurdur: Ona göre muteber olan şekil şudur: Eğer Hadîsi diğer bir
kaide destekliyorsa onu alır, eğer Hadîs yalnız kalırsa terkeder. Meselâ
köpeğin yaladığı kabın temizlenmesi mes'elesine bakalım: Mâlik diyor ki: Bu
Hadîs iki büyük asla karşıdır: Biri: «Onların tuttukları avları yeyin.»
Âyetidir. Diğeri deher diri olan temizdir, köpek de diridir, demek ki o
temizdir.»
Hurmaları ağacın
üstünde iken götürü - Pazar satmağa gelince; vakıa ribâ kaidesi buna
çarpmaktadır, fakat Örf kaidesi bunu destekliyor. Ebû Hanîfe ise aynı illetten
dolayı yaş hurmanın kuru hurma ile satılmasını meneden Hadîsi almadı.»[27]
Burada Ebû Hanîfe'nin
re'yi ile İmam Mâlik'in re'yi arasındaki fark zikrolunuyor: Ebû Hanîfe kat'i
olan aslı takdim ediyor. Mâlik ise Hadîsi başka bir kaide desteklemediği
takdirde aslı takdim ediyor.
Fakat işin doğrusu
şöyle olmak gerek: Eğer Hadîse başka bir kaide muvafık olup onu destekliyorsa o
zaman her bakımdan usul muhalif olmamış olur. Belki iki asıl kaide birbirine
taâruz eder. Asıllardan biri Hadisin mevzuuna uygun ikinci asıl ise Hadîse aykırı
demektir. Şüphesiz ki Hadîsin mevzuu böyle olunca Ebû Hanîfe'ye göre bu Hadîs
usule muhalif denemez. O takdirde Ebû Hanife katı bir aslın desteklediği
haber-i vahidi asla reddetmiyor,her hangi bir asla uygun olmayıp şaz haber-i
vahidi reddediyor. Hurma Hadîsinde Hanefiyye ile Mâlikiyye arasındaki ihtilâfın
esası: Hanefiyye bir asla uygun olan Hadîsi reddediyor da Mâli-kiye onu
reddetmiyor, mes'elesi değildir, belki ihtilâfın esası bu Hadis, Hanefiyye
nazarında daha kuvvetli olan meşhur bir Hadîsle taâruz edince, meşhurla amel
olunur, haber-i vâhidle değil. Burada da öyledir. Demek bu mes'eîe kıyas
babının dışındadır.
Haber-i vâhidler
hakkında Ebû Hanîfe'nin görüşünün özeti şudur: Haber-i Vâhid kıyasa taâruz
etmiyorsa kabul eder. Eğer kıyasa muhalifse, bakılır; eğer kıyasın illeti zannî
bir asıldan alınmışsa veya asri kat'i de olsa illet yannî ise veyahut kat'i
asıldan alınmış, fakat feri'de tatbiki zannî ise yâni kıyasa bir zannîlik
karışıyorsa yine haber-i vahidi alır, kıyası bırakır. Çünkü haber-i vâhid de
her ne kadar zannî ise Hz. Peygamber'e nisbet olunuyor. Peygamber'inSünnet'i,
Şeriatı beyan ve ahkâmını tafsîi edicidir.
Fakat haber-i
vâhidler, kat'î olarak sabit olan Şeriat usulünden umumi bir asla muarız ise
ve bunun fer'a tatbiki de kat'i ise o zaman Ebû Hanîfe kıyası alıyor, haber-i
vahidi zaif sayıyor, Hz. Peygamber'e nisbetini kabul etmiyor. Şüphesiz olan
umumî kaideyle hükmediyor.
Demek oluyor ki,
Hanefiyye Kur'ân'ın umumlarını alıp Ktır'-ân'ın hâslarım da beyâne muhtaç
görmediklerinden, Küfe râvile-rine ve Irak fukahâsma tam güvenleri olup Medine
râvilerinin rivayetleri Irak'a ulaşmamış bulunduğundan bu gibi sebeplerle bâzı
haber-i vâhidierin bulunduğu yerde Ebû Hanîfe'nîn Kur'ân'ın umumlarını ve
kıyası alıp onlarla amel ettiği naklolunmuş tur.
Mürsel Hadîs: Hadîsi
rivayet ederken duyduğu kimseyi atlayıp doğrudan Hz. Peygambcr'dcn rivayet
olunan Hadistir. Meselâ Tâbi olan râvi, Sahabi olan râviyi zikretmeyip, Hadîsi
kimden duyduğunu söylemeyerek doğrudan: «Hz. Peygamber buyurdu, dedi» diye
rivayet eder. Bu tarife göre Mürsel Hadisi Tabiî rivayet eder. Fahr'ül-îslâm
bunu daha geniş tutar ve: Peygamber'e kadar olan senedi zikrolunmıyan Hadîse
Mürsel namını verir.
Bu tarife göre Sahabeden
biri bizzat Resûl-i Ekrem'den işit-meyipte diğer bir Sahabîden duyduğu Hadîsi
(Peygamber dedi) diye rivayet ederse bu Sahabenin Mürseli olur. Tabii Sahabîyi
zikretmezse Tabiînin Mürseli olur. Her asırda âdil ve mevsuk râvi senedi
athyarak Mürsel Hadîs rivayet edebilir. Hanefiyye diyor kî: Ashabın, Tabiîlerin
Mürsel olarak rivayet ettikleri Hadîsler kabul olunur. Onlardan sonrakilerin
Mürselleri kabul olunmaz. Hanefiyyenin bu görüşüne karşı diğer iki görüş
vardır: Birisi muhaddislerin büyük bir gurupun re'yi olup Müslim Sarihi Nevevî
onu cumhur muhaddisinin görüşü addediyor. Takrib şöyle kaydediyor:
«Mursel, Cumhur-ı
muhaddisine göre zaîf Hadîstir. Fukahâ' nin ve usul sahiplerinin çoğu buna
şöyle delil getiriyorlar: Râvi meçhul olunca onun hâli bilinmediğinden dolayı
rivayeti kabul olunmuyorsa, Mürsel olan rivayet evveliyetle kabul olunmaz. Çünkü
senette râviyi Hz. Peygamberle birleştiren râvinin Tabiî veya sahabî olması
ihtimali vardır. Tâbi olunca zaif olmak ihtimali olduğu gibi mevsuk olma ihtimali
de mevcuttur. Senette zikrolun-inıyan bu Tabiînin Sahabîden veya zaif veya
mevsuk bir Tabiîden rivayet etmiş olması ihtimâli vardır. Bütün bu ihtimallerle
beraber onun hüccet ve delil olmasına imkân yoktur.»
fkinci görüş İmam
Şafiî'nin görüşüdür. O da Mürselleri iki şartla kabul ediyor:
1- Mürsel
Hadîsi rivayet eden Tabiî bir çok Ashabİa görüşmüş olan kibar-ı Tabiînden
olacak, Said b. Museyyab gibi. O, As-habdan bir çoklariyle görüşmüştür.
2- Mürsel
Hadîsi takviye eden karineler bulunacak. Meselâ;
a) Ayni
Hadîs diğer bir sencdle muttasıl olarak rivayet olunur. Bu Mürselin en
kuvvetli olanıdır.
b) O mânada
ulemanın kabul ettiği başka bir Mürsel
rivayet olunur. Bu ikinci derecedir.
c) EhM
ilimden bâzı kimselerin Mürsel Hadîstekine uygun olarak fetva vermiş
olmalarıdır.
işle bu-tarzda bir
şeyle Mürsel Hadîs takviye olunmuyorsa o zaman amel hususunda kabul edilmez,
kimseyi ilzam eden bir de-lii olamaz.
Şartlan bulunduğu
takdirde Hadîs-i Mürseîle amel kabul olunursa da yine müsned kuvvetinde
değildir. Çünkü senedi Hz, Pcy-gamber'den kopmuştur. Hz, Peygambere senedi
muttasıl olan Hadîs gibi hüccet olamaz. İmam Şafiî bu hususta diyor ki: «Mürselin
ismi açıklandığı zaman rivayet etmekten çekinen bir kimseden alınmış olmak
ihtimali vardır. Eğer onun gibi başka bir Mürsel Hadîse uygunsa her ikisinin
ayni yerden çıkmış olmaları ihtimâl vardır, öyle ki tesmiye olunsa kabul
edilmez.»[28]
Mürsel Hadîs
hakkındaki mezhepler bunlardır. Görülüyor ki Hanefiyye Mezhebi Mürsel Hadîsleri
kabulde gayet geniş kapı açıyor, hattâ Teba-i Tabiînin mürsellerini alıyor.
Sahabe devriyle birleşen Tabiînin mürsellerini kabul etmekle kalmıyor, üçüncü
asra gelerek Tebaı Tabiînin Mürselini de kabul ediyor.
Ebû Hanîfe'ye nisbet
olunan Müsnedîere ve El-Âsar kitaplarına şöyle seri' bir bakış bu iu bize açık
olarak göstermektedir. Meselâ İmam Yusuf'un Kitab'ül Âsâr'ından her hangi bir
sahifeyi
açsan, orada Ebû
Hanîfe Hazretlerinin delil olarak Mürseİ Hadîsleri görürsün.
Bâzı misâller gösterelim:
a) Ebû
Yusuf'tan o Ebû Hanîfe'den, o Zeyd b. Ebî Enîse'den, o da Mısır halkından bir
adamdan, diyor ki: Bir gün Hz. Peygamber çıktı, bir eline ipek, bir eline altın almıştı: Bunlar Ümmetimin
erkeklerine haram, kadınlara helçl dedi.»[29]
b) Ebû Yusuf'tan,
o Ebû Hanîfe'den, o Heysem'den, o da Peygamber'den rivayet eden bir. kimseden naklolunur: Ramazan, ayı girince Hz.
Peygamber çok namaz kılar, orucunu tutardı
Ramazanın son on günü olunca izarını kuşanır, geceleri ibadetle geçirirdi.[30]
c) Ebû Yusuf'tan,
o Ebû Hanîfe'den, o Hammâd'dan, o İbrahim'den, Hz. Peygamber Efendimiz Hz.
Âişe'ye buyurdular ki:
— Ebû Bekir'e söyle, halka namazı kıldırsın.
Ebû Bekir bu emri
alınca Hz. Aişe dedi ki: Babam ihtiyardır, kalbi yumuşaktır, Hz. Peygamber'in
makamına durunca dayanamaz, Hz. Ömer'e emretsin, dedi.
Hz. Âişe diyor ki:
Bunu Peygamber'e arzettim bana tekrar:
— Ebû Bekir'e söyle, halka namazı kıldırsın,
dedi. Bunu ona ulaştırınca bu defa haber saldı: Sen ve.Hafsa bana yardımcı
olun, Ebû Bekir ince ve yumuşak kalblidir, deyin: Ömer'e emir buyursun, dedi.
Bu defasında Hz. Peygamber:
— Siz Yusuf'un dostlarısınız, Ebû Bekir'e
emret, buyurdu. Böylece namaz kılındı. Hz. Peygamber de biraz hafifledi. îki
kişiye dayanarak namaza çıktı. Hz. Âişe: «Senin takatin yok, kendini
yoruyorsun!» dedi. Hz^ Peygamber de:
Benim göz bebeğim namazdır, dedi ve mescide girdi. Ebû Bekir, Resul-i Ekrem'in
geldiğini hissetti ve geri çekilerek yerini ona vermek istedi. Hz. Peygamber,
de ona işaret ederek: Yerinde dur, dedi. Hz.
Peygamber oturdu, Ebû Bekir onun sağında ayakta durdu., Hz. Peygamber
tekbir aldı, sonra Ebû Bekir tekbir aldı, onun tabiriyle cemaat da tekbir aldı.
Ebû Bekir Hz. Peygamber'in namazını takip ederdi, cemaat da Ebû Bekir'in
namazına uyardı.[31]
d) Ebû Yusuf'tan,
o Ebû Hanîfe'den, o Hammâd'dan, o İbrahim'den, Hz. Peygamberden rivayet
ediyor: Buyurmuştur ki: «Hayvanların
kendiliğinden yaptığı zarar hederdir, kuyu kazarken veya yer altından maden
çıkarırken düşüp Ölen hederdir.[32]
e) Ebû
Yusuf'tan, o Ebû Hanîfe'den, o Heysem'den, naklediyor: «Hz. Peygamber
Efendimiz Asefanda ihramda iken Hz. Meymûne ile evlendi.[33]
Bunların hepsi Ebû
Hanîfe'nin rivayet ettiği Hadîslerdir. Görülüyor ki, o ikinci ve üçüncü tabakanın
Mürsellerini de kabul etmektedir. Hanefiyyenin ondan sonra Mürselleri kabulü
onun re'-yine uyaraktır, yoksa bunu onun füru' meselelerinden çıkarmak
suretiyle atmış değildir. Ondan yayılan rivayetlerin sarahatma uymuşlardır, bu
cihet açıktır. Yalnız şunu belirtelim ki: Ebû Hanîfe iyice tanıdığı ve
mesleklerini beğendiği kimselerin Mürseîle-rini kabul ederdi. Onlara güveni
vardı, şüpheye yer yoktu. İbrahim Nahaî üstadının üstadıdır. Ebû Hanîfe onun
tesiri altında kalmıştır. Onun fıkhını rivayet eder, ona bâzan muhalefet,
bâzan muvafakat eder. Her iki halde
de ona
güveni vardır. Onun rivayet ettiklerinde
şüphesi yoktur. Irak vaizi olan Hasan Basri'ye de ayni itimadı vardı. Ebû
Hanîfe'nin Mürsellerini kabul ettikleri hep böyle mevsuk kimselerdir. Ebû
Hanîfe'nin böyle mevsuk kimselerin Mürsellerini kabul eîmesi, alelıtlak her
Mürseli kabul ettiğine delâlet etmez. Öyleleri vardır ki ondan muttasıl
senetle yapılan rivayet bile kabul değildir, nerede kaldı ki Mürselleri kabul
olunacak. Onun için
diyoruz ki, Ebû
Hanîfe'nin rivayet ettiği kimselerden Mürselleri kabul etmesi her Mürseli
kabul ettiğini göstermez. Şüphesiz ki o, Mürseli kabul ederken râvisi olan
Tabiînin veya mevsuk kimselerden olmasını göz Önünde tutmuştur. Onların ancak
mevsuk kimselerden rivayet ettiklerini, zaif rivayetleri almadıklarını bilir.
Gönül yatışmıyacak kimselerin rivayetleri alınmaz. Onun için Ebû Hanîfe her Tabiînin
veya Tebe-i Tabiînin Mürsellerİni kayıtsız ve şartsız delil olarak kabul ediyor
demek doğru olmaz.
Öyle anlaşılıyor ki
Ebû Hanîfe Hazretlerinin asrında Mürsel Hadisleri kabul etmek olağan bir işti.
Çünkü Ebû Hanîfe'nin görüştüğü mevsuk Tabiîler veya onların talebeleri. Hadîsi
bir çok Sahâ-
bîden rivayet
ettikleri zaman isimleri saymayıp Sahabeyi zikretmediklerini sarahaten
söylerlerdi. Hasan Basri şöylo derdi; «Dört Sahabe bir Hadîsi rivayette bir
araya toplandı mı ben onu Mürsel olarak rivayet ederim.» Yine o diyor: «Size
bana filân rivayet etti diye adiyle söylersem o zaman bilmiş olun ki o yalnız
onun Hadîsidir. Ne vakit: Resûlullah dedi, dersem, bilin ki onu ben yetmiş
veya daha çok Sahabiden işitmişimdir.» A'meş'in şöyle dediği naklolunuyor:
«îbrahim Nahaî'ye: Bana Abdullahtan bir Hadis rivayet ettiğin vakit onu
senediyle şöyle, dedim. Cevabında dedi ki:
— Filân Abdullah'tan
bana şunu rivayet etti dersem, bil kî onu bana yalnız o kimse rivayet etmiştir.
Fakat Abdullah dedi, dersem anla ki, onu bana birden çok kimseler rivayet
etmiştir.»
Yine anlaşılıyor ki,
Hz. Peygamber'e yalan Hadis isnadı ço-ğalmazdan önce Tabiîn arasında Mürsel
Hadîs rivayeti yapanlar çoktu. Fakat yalan hadîsler çıkınca râvi belli olsun,
meşrebi bilinsin diye ulema senedi zikretmek zorunda kaldı. Bu
hususta^Mu-hammed b. Şîrin şöyle diyor: «Biz. fitne, fesatlar kopuncaya, kadar
Hadîsi senediyle söylemezdik.»
îşte Ebû Hanîfe
Mürsclleri bu mülâhazalar altında kabul etti. Yâni Mürsel Hadîsi rivâvet
edenlerin mevsuk olması şarttır. Ebû Hanîfe'ye nisbet olunan Hadîs kitaplarını
araştıracak olursak görürüz ki, ona göre Miirsıl Hadis haber-i vâhid ile aynı
mertebededir. Mürsel ile haber-i vâhid teâuz edince, iLi haber-i vâhid
birbiriyle tearuz ettiği zaman uyulan tercih kaidelerine göre tercih
yapmaktadır. Ondan sonra ise Hanefiye uleması Mürsel ile haber-i vâhid tearuz
edince ne yapılacağında ihtilâfa düştüler. Bâzıları Mürseli takdim eder,
bâzıları muttasıl olan haber-i vahidi takdim eder. Burada söz uzundur. İsteyen
yerinde baksın. Zira o
tafsilât Ebû
Hanîre'nin tâbi olduğu yolla hiç alâkadar değildir. Onun usulü hakkında bize
bir fayda sağlamaz.
Sünnet hakkında Ebû
Hanîfe'nin görüşleri bunlardır. O Sünneti, Kitaptan sonra gelen bir delil
olarak alıyor ve onu fıkhına esas yapıyor. Gönlünün güvendiği mevsuk râvilerin
rivayetleri \arsa onlara sarılıyor, onların sözlerinde hiç şüpheye yer vermeden
delil tutuyor. Sünneti kıyasa takdim ediyor. Haber-i vahid elan Hadîs'leri
Kur'ân'ın umumlarından sonraya bırakıyor. Dinde mukarrer bir kaide olup
Müslümanların icmâen aldıkları bir .kaide, ile haber-i vâhid tearuz ederse,
bunun Peygamber'e nisbeti şüpheli oluyor. Şeriatın sabit ve mukarrer
kaidesinden çıkmış şaz bir rivayet olarak kalıyor ve onu almıyor. Böyle yapan
yalnız Ebû Hanîfe değildir. Cumhur fukahâ da onunla beraber ayni şeyi yapıyor.
Hadis fukahâsınm üstadı olan fmam Mâlik de bunlardandır. Şunu da bilelim ki
Ebû Hanîfe; Kitaba, meşhur Sünnete ve mukarreraM dîniyyeye aykırı olmıyan
haber-i vâhidleri ve Mürsel Hadîsleri kabul etmekte tereddüt etmez.
[1] Sübut ve delâlet bakımından delilleri ve hükümleri
şöyle taksim ederler:
1 - Subutu ve delâleti
kat'i olanlardan farz ve haram sabit olur.
2- Sübutu kat'i
delâleti zanni Hanlarla vâcib ve kerâhat-ı tahrimiyye sabit olur.
3 - Sübutu zannî,
delâleti kafi olanlarla Sünnet ve kerâhat-i tenzihiyye sabit olur.
4 - Sübutu ve delâleti
zanrü olanlarla müstahab mendub, sabit olur. Bu gibi ıstılahlar itibarîdir.
Mezheplere göre değişir. (Mütercim)
[2] İmam-ı Şa'rânî, Mizan,-c. I, s. 15.
[3] İmam-ı Şa'rânî, Mizanı, c. I, s. 15
[4] İmam-ı Şa'rânî
Mizan. c, s. 15
[5] İmam-ı Şa'rânî
Mizan. c. I, s. 52.
[6] Fahr'ül-îslâm Pezdevî, Usul,cüz II, Keşf'ül-Esrâr
Haşiyesinde s. 681. O adaleti ve memleketlerin ayn ayrı olmasını şart koşuyorsa
da Cumhura göre bunlar her eserin şartlarından değildir.
[7] Bak. Keşfül-Esrâr, cüz. III.s, 613.Ulemadan bazısına
göre tevatür yakia ifade eder, fakat müjşahade gibi zaruri olarak değil,
Allah'ın birliğini tanımak gibi istidlal suretiyle delâlet eder. Diyorlar ki:
İlim, mahsus bir emir hakkında yalan üzere ittifaka onları sevkeden bir sebep
bulunmiyan habercilerin bildirmeleriyle hâsıl olur. Böyle olan bir şeyin yalan
olmıyacağmı biliriz. Doğru olması lâzım gelir. Eğer tevatürle bilinen çey
müsahade gibi zaruri ilim olsaydı onda İhtilâf etmezlerdi. Nasıl ki bir şeyin
cüzlerinden daha büyük olduğunda, mevcudun ma'dum olmadığında ihtilâf
etmiyorlar. Tevatürde ihtilâf edince onun zaruri olmadığı anlaşıldı. Tafsilât
için Keşf-ül-Esrâ-r'a bak.
[8] Abdülaziz Buhâri, Keşf ül-Esrâr, cüz. II, s. 990.
[9] îmam Şafiî'nin (İr.mâ'ul-llim) de kaydettiğine göre bu
hususta münakaşa yapanlar Basra'lılar ."ir. Diğer taraftan görüyoruz ki,
ulema bunu Cubbâî'ye nisbet ederler. Ali Cubbâi üçüncü asrın sonunda, dördüncü
asrın başlarında yaşamıştır. Mutezilenin üstadlarmdandır. Haber-İ'vahidi
hüccet tutmağı aklen reddeder. Onun şüphesi şöyledir: Şeriatım vâzıı olan
Alîahu Teâlâ bu şeriatın şüpheye yer bırakmıyan bir yolla insanlara tebliğe
kaadirdir. Zira tebliğin iktizası onun haber-i vâhid gibi şüpheli bir yolla
değil, şüphesiz bir surette isbmdtr. Şia'dan bazıları haber-i vâhid. olan
Hadîsi hüccet tutmağı, akılla değil, nakli bir delile dayanarak reddetmek
isterler. O da Cenâb-ı Halik'm: Bilmediğin bir şeyin izinden gitme!» Ayet-i
Kerîmesidir.
[10] Fahr'ül-İslâm Peşrevi Usul, cüz n, s. 717.
[11] Şahveliyyullah Dehlevî, Huccetu'Ilah'il-Bâliga, c. I, s;
143.
[12] Keşfül-Earâr, cüz. H, s. 718.
[13] Tafsilât İçin bak: Keşfül-Esrâr, c. II, s. 698 ve
devamı.
[14] Tafsilât için bak: Keşf'ül-Esrâr, c. I, s. 699-700.
Burada şunu da hatırlatalım ki, Amİdî ve İbn-i Hâcib diyorlar ki, muhtar
olan İllet nasla sâbitse, kıyas habere tercih olunur. Zannîlikte mü-sâvt olurlarsa
müctehid o zaman tevakuf eder, iki nas arasında câri muâ-raza kaidelerini
tatbik: eder. İllet eğer müstanbat illet ise haber-i vâhid kıyasa takdim
olunur. (Bak: Tahrir, c. II, s. 300).
[15] Keşfül-Esrâr sahibi Hadîsin, kıyasa muhalefetinde
icmâi, Ha-dîs-i meşhuru ve Kitabı nesih etmesirâ şöyle anlatır: Her cihetten
kıyasa muhalif olmakla zaruret tahakkuk ederse, o zaman haber-i vâhid terk:
olunur. Şayet onu alıp da kıyasa terketse. Hadisin Kitabı nâlslh olması
icabeder. «Ey basiret sahipleri itibar edin.» Ayeti kıyasla ameli icabeder.
Hadis-i meşhuru neshetmesi de Muaz Hadisidir. îcmâa muarız olması da, ümmet
kıyasın, hüccet olduğunda müttefiktir.
Kıyası reddedenler İlk üç asırdan sonra çıktılar. Onların muhalefetine önem
verilmez. Keşfül-Esrâr, c. II, s. 700.
[16] Feth'ul-Kadi rsahibl Kemal b. Hummam'm tahrirî şerhi
olan Takrir, c. n, s. 308, bak: Ebû Hasan Kerhî'nin Mezhebi budur. Çokları
buna meylediyor ve bunu Ebû Hanîfe'den ve ashabından naklolunanlara uygun sayıyorlar.
[17] Kıyasa muhalif olan Hadisi Ebû Hanife reddeder
diyenler bunun Meşhur olduğunu
söylerler.
[18] Yukarıda 117 No: Iu bahse ve birinci kısmın (88) No:
lu bahsindeki (2) işaretli nota bak.
[19] Fahr'ül-İslâm bu Hadisin asıl kaidelere muhalif
olduğunu şöyle anlatıyor:
1- Süt karşılığı olarak
bir sâ' hurma vermeği emrediyor, süt satın alıp teslim aldıktan sonra
sağılmıştır. öyle olunca müşterinin
malıdır, çünkü müşterinin mülkündedir.
Onu ödemek lâzım gelmez, taaddî
yoktur. Onu akitle de Ödemez olmaz,
çünkü damân-ı akt, teslimde nihayet bulur. Ondan E*:nra hâtal sütleri ödemiyor.
Bu daj sonra sağılmıştır.
2- Memedeki süt, karındaki hami gibidir. Daman
lâzım gelmez.
3- Mal dahi olsu yapağı gibi satılana tâbidir.
4- Tazmin akd sebebiyle olsa, onun mukabili paradan düşmek lâzım gelir.
Taaddî sebebiyle olsa mislini veya kıymetini vermek ister. Her halde hur.nayla
ödenmez.
[20] Birineci bölümün (88) No: lu bahsindeki (l)işaretli
nota bak.
[21] Bu hadîsin muhalif olduğu Ayet şudur: «Size her kim
tecavüz ederse siz de ona size yaptığının misliyle tecavüz edin.» Tazminin
kıymetiyle veya misliyle olacağına dâir hadîs-i şerif vardır.
[22] Abdülaziz Buhari Keşfül-Esrâr, c. II, s. 103.
[23] Şahveliyullah Dehlevî, Huccet'ullaiı'il-Baliga.
[24] Şahveliyyullah DehJevî, Huccet'uIIah'İl-Bâliga, c. I,
s. 151
[25] Ölüm hastalığında azat edilen
altı köle arasında
kur'a çekilir, çünkü yalnız ikisi
doğrudan azat olur. Ölenin malının 1/3 üne sözü geçer.
[26] Şâtıbî, Muvafakat, c. III, s. 23 Kahire
Matbaat'üî-Ticâriye.
[27] şâtıbi, muvafakat, c. III, s. 24. aynı baskı.
[28] İmam Şafiî, El-Risale.
[29] Ebû Yusuf, El-Âsâr, s. 236.
[30] Ebû Yusuf, El-Asar, s. 41. Heysem Tebe-i Tâblindendir.
Zeyd b. Enlse 124 veya 125 senesinde ölmüştür. Tebe-i Tâbiîndendir. Aradaki boşluğa
bakın.
[31] Ebü Yusuf, El Asar, s. 5?7. Senetteki ibrahim,
Hammâd'm üstbdı elan İbrahim Nahaî'dir. Tâbiîndendir, Hammâd da Ebû Hanîfe'nin
üstadi* Hammâd b. Ebî Süleymandır.
[32] Ebû Yusuf, El-Asar, s. 89.
[33] Ebû Yusuf, El-Asâr, a. 116.