167- Îstıhsânı Çok Kullanması,
Bundan Dolayı Ona Hücumlar
168- Îstihsân Hakkındaki
İhtilâflar
170- Kıyas İstîhsânı, Kıyâsı Hafi
: İstîhsân
171- İkîncî Nevî İstihsân:
Sünnet, Îçma' Ve Zaruret Îstihsânları
173- Kıyas İle İstihsân Taâruz
Ederse
İmam-ı A'zam Ebû Hanîfe,
istihsânı delil olarak çok alırdı. Onda ona kimse
yetişemezdi. Hattâ îmam Muhammed şöyle demiştir: «Ashabı onunla kıyaslarını
münakaşa yaparlardı. Fakat, ben istihsân yapıyorum,
dediği zaman artık ona kimse karışmazdı.» Kıyas kabil oldukça kıyas yapardı.
Fakat kıyas yakışmayınca da istihsân yapar, halkın
muamelâtını göz önünde tutardı.
Fahr'ül-îslâm Pezdevî'nin
yazdığı istihsân babına yaptığı talâ-katinda Keşf'ül-Esrâr sahibi
şöyle diyor:
«Bilmiş ol ki,
Müslümanlara dil uzatan bâzıları, istihsân alarak
kıyası terk ettiklerinden dolayı Ebû Hanîfe'ye "ve ashabına taan
ediyorlar.» Edille-i Şer'iyye:
Kitap, Sünneti îcmâ'ı Ümmet ve Kıyas olmak Üzere
dörttür. İstihsân beşinci bir kısım oluyor ki, onun
şer'î delillerden olduğunu Ebû Hanîfe
ve ashabından başka din adamlarından kimse tanımıyor, diyorlar. Buna delil de
yoktur. Bu arzu üzerine söz söylemektir. Kıyası bırakıp istihsânı
almak, hevâ ve nefsân
arzular yolunda hücceti terk etmek demektir, bu bâtıl bir şeydir...
Istihsânla bıraktıkları kıyas eğer şer'î bir delil ise, şer'î
delil daima haktır Haktan sonra ötesinde dalâlet vardır. Eğer bâtıl ise bâtılın
terki vâcipdir. Ve onunla meşgul olmağa değmez...
Onlar bâzı yerlerde diyorlar ki, biz kıyası alır, istihsânı
terkederiz Bâtıl olan kıyası alıp nasıl amel
ederler?... İşte bunların hepsi yersiz yapılan taanlar
ve maksada vukufsuzluktan yapılan hücumlardır. îmâm-ı A'zam
Ebû Hanîfe öyle kadri
büyük, takvası kuvvetli bir zattır ki dinde mücerred
arzu üzerine asla birşey söylemez. Şer'an delil bulunmıyan bir şeyi istihsân edip de onunla amel etmekten o çok uzaktır. Üstad, Allah rahmet etsin, istihsân
kelimesinden murat olunan mânâyı beyan etmek ve bu taanlan
def için hakikati meydana çıkarmak maksadiyîe bu
babı yazmıştır.[1]
Bu sözlerden
anlaşılıyor ki, istıhsâna delil olarak almasından
dolayı Ebû Hanîfe şiddetli tenkîdlere maruz kalmıştır. Çünkü onların zanmnca bu kaidesiz, rabıtasız dinde fetva vermektir. Nassa isfinad etmiyen
ve ondan olmıyan her fetva nassm
hududundan çıkmak ve hevâ ve hevesi Şeriat ittihaz
etmek sayılır.
Gerek Ebû Hanîfe zamanında ve gerekse
sonraki asırlarda ulema istihsân hakkında ihtilâf
etmişlerdir. îmâm-ı Azam Ebû Hanîfe'nin
çağdaşı olan İmam Mâlik şöyle diyordu; «İstihsân, ilmin
onda dokuzudur.» Sonra gelen İmam Şafiî ise: «istihsân
yapan kendisi teşri yapıyor demektir.» diyor ve (Kitab'ül-Ümme)'de-(Istihsânın İbtâli) unvanı altında ayrıca bir bahis yazarak onun bâtıl
olduğunu isbat için delil göstermeğe uğraşmıştır.
Orada diyor ki: «Dîni hüküm ve fetva ya nasla olur veya nassa hamletmek
ile olur. Re'y ile ictihad
kıyastan başkasiyle olamaz. Çünkü o nas üzerine hamletmektir. îstihsân
ise bâtıldır. Çünkü o ne nas-tan almaktır, ne de nas üzerine hamletmektir.»[2]
Fakat fukahânm bu derece ihtilâfa düştükleri istihsân
hangi İstihsândır? Burada ihtilaf Hadîs fukahâsiyle rey fukahâsı arasında
da değildir. Hadîs fıkhının merkezi olan Medine imamı Mâlik onu ilmîn onda dokuzu
sayıyor, talebesi Şafiî ise, onun bu hükmünü bozuyor ve istihsânın
bâtıl olduğunu isbat için kitabında ayn bir bahis yazıyor.
Hanefiyye fukahâsı, Ebû Hanîfe'den naklolunan istihsâm beyan ederek istihsân
suretiyle yapılan ictihadla halloîunan
meseleler için kaideler vazetmişlerdir. Onların yaptıkları tariften ve kurdukları
kaidelerden de görülüyor ki, Ebû Hanîfe'nin
yaptığı istih-sânlarda asla nassa
Iciyşsa karşı geîîş yoktur,
belki istihsân onlara sarılmaktan ileri geliyor. Ebû Hanîfe'nin delil olarak
aldığı istihsân, itibar edilmesi lâzım gelen illetin
tamimi, halkın maslahatlarına aykırı geldiğinden bunu önlemek için, kıyası men
için yapılan istihsândır. Veyahut da nassa veya icmâa muhalif olan
kıyası önlemek ve şer'an muteber olan illetlerin
tearuzunda gidilen istih-sânlardır. Niza mevzuunda
tesiri daha kuvvetli olan tercih olunur. Zahir ve aşikâr olmasa da o almir. îstihsân zaten bir nev'i hafî kıyastır.
Ebû Hanîfe'nin ve ashabının
kabul ettikleri istihsâni tarifte, fukaha ihtilâf etmişlerdir. Bâzıları onu şöyle tarif
ederler :
«îstihsân
kıyâsın mucibinden, ondan daha kuvvetli bir kıyasa udul
etmektir.»
Bu tarif istihsâmn bütün nev'ilerine şâmil
olmuyor. Çünkü bâzı istihsânlarda kıyasa değil de, nassa veya icmâa gitmek vardır.
Bence en güzel tarif Ebû Hasan Kerhî'nin
şu tarifidir:
«İstihsân,
birinciden udûlü iktiza câen
daha kuvvetli ve vecihten dolayı bîr mes'eleyc
benzerlerine verdiği hükmü vermekten müetehidin udûi etmesidir.»
Yapılan tarifler
içinde bunu istihsân en güzel tarifi buluyoruz. Çünkü
bu, istihsâmn her nevine şâmildir, onun esasını ve
özünü beyan etmektedir. Çünkü istihsâmn esası hükmün muttarid bîr kaideye muhalif olarak gelmesidir. O kaideden
ayrılış, hükmü Şeriata daha yakın kılar, o kaidelere göre verilen hükümden bu
daha doğru olur. îstihsâna itimad,
mes'eîede kıyasla istidlalden daha kuvvetli olur. îstihsânın sureti ve aksamı ne olursa olsun daima kullî bir kaide mukabilinde, velev nisbî
olsun, cüz'î olan mes'ele-dc yapılır. Fıkıh, umumî kaideye dalmak Şeriatın ruhundan
ve mânâsından uzaklaştırmasın diye bu cüz'İ mes'eîeîerde istihsâna baş
vurulur.[3]
Hanefiyye istihsânı iki kısma
ayrılır.
1- Kıyas istihsânı : Şöyle ki, mes'elede birbirine karşı gelen iki türlü iktiza eden
iki vasıf bulunur. Bu vasıflardan biri zahirdir. İlk göze çarpan odur. İstilâhta kıyas dediğimiz budur.
2- Diğerinde
ise gizli bir vasıf vardır, onun başka bir asla iltihakını icabettirmektedir.
İşte istihsân budur. Yânı mes'eîenin
hükmüne bakınca fakih bu her iki vasfın oraya intibak
ettiğini görür. Yalnız birisi zahirdir, bu mes'elenin
benzerlerinde işlemez. Fakaî benzerlerinde ıttırad gitmiyen bu hafi vasıf bu
mes'elede ameîi icabeder. Onun için Şems'ül-Eimme istihsânın bu'nevi hakkında şöyle diyor:
«îsühsân
hakikatta iki türlü kıyastır. Birisi"aşikârdır,
tesiri zaiftir, buna kıyas denir. Diğeri hafidir,
tesiri kuvvelidir, buna istihsân namı verilir. Yani kıyasen müstahsendir, tercih
hafî, vazıh olması, açıklık ve kapalılık bakımından değil, tesirin kuvveti ile
yapılır.»[4]
Görülüyor ki bu türlü istihsân, re'y fukahâsının yaptıklarına ve onların ictihad
usullerine tamamen uymaktadır. Çünkü onlar ahkâmm
illetlerini naslardan alıyor, sonra o ahkâmı umumîleştiri-yorlar. Kıyasta
olduğu gibi. Sırası oluyor, bir mes'elede iki illet
tearuz ediyor. Zira iki vasfın da oraya tatbiki mümkün. Fakat birinin tesiri zaif, kendisi zahir, çünkü bütün benzerlerine tatbik olunmuyor.
Fakıh tesiri kuvvetli olanı alır, çünkü onun neticesi
daha kuvvetlidir. İşte istihsân dedikleri budur. Hakikatta ise bu kıyas mahiyetindedir.
Buna misâl şudur:
Müşteri malıp satan da parayı teslim almadan önce
paranın miktarında ihtilâf etseler, kıyasa göre burada müşteri iddia ettiği
fazla para için yemin ettirilir. Çünkü onlar miktarda ittifak ettikten sonra bu
ziyadede ihtilâf ediyorlar. Bayi ziyadeyi iddia ediyor, müşteri inkâr ediyor.
Umumî kaideye göre beyyine davacıya, yemin de inkâr
edene düşer. Kıyas olan budur. Fakat bu mes'elede
müşteri gibi bayiden de yemin istenir. Çünkü onlardan her biri birşey iddia ediyor, diğeri de onu inkâr ediyor demektir.
Bayi ziyade para iddia ediyor, müşteri ikrar ettiği parayla satılan malı kabz ve tesellüme hak kazandığım iddia ediyor. Bu ^bakımdan
ikisi de müddeî oluyor. Bayi bu istihkakı inkâr ediyor,
müşteri fazîa parayı inkâr ediyor. Bu itibarla her
ikisi de dâvâlı durumdadır, ikisine de yemin ettirilir. İkisinden birinin isbat edecek delili yoksa böyle yapılır.
Fakat ihtilâf, kabz yapıldıktan sonra olursa onlar yine îstih-sânen yemin ederler. Fakat
bu dcfaki yemin kıyas istihsâniyle
değil de vârid olan Hadîsledir. Hazreti Peygamber:
«Bayi' ile müşteri ihtilâf ederlerse, mal de. durursa yemin ederler ve
aldıklarım reddederler.» buyurmuştur.
Bundan anlaşılıyor ki,
kabzdan önce istihsân hafi
illet içindir. Bundan dolayı bu hüküm, ihtilâf kabzdan
önce olunca bütün akideler teşkil olunur. Hattâ ihtilâf akdi yapanlardan
biriyle diğerinin veresesi arasında olsa bile böyledir. Çünkü istihsân hafî olan illet dolayısiyle
yapılır. Buna kıyasta işaret etmiştik. Kabzdan sonra
ise istihsân Hadîs sebebiyledir. Yalnız bey'a münhasırdır. Bizzat âkidler
arasında olan ihtilâf hâlinde de böyledir,
îstilısânın bu nev'ine misâllerden biri
de yırtıcı kuşların arttığı mes'elesidir. İçtikleri
suyun artığı temiz mi değil mi. Zira yırtıcı kuşlar, etlerinin yenmemesini ve necis olması bakımından yırtıcı hayvanlara benzerler.
Yırtıcı hayvanların artıkları necis olduklarından
kartal, doğan gibi yırtıcı kuşların
artıklarının da necis olması lâzımdır. Kıyasın
mucibi budur. Fakat burada daha ince bir kıyas yapıyor: Yırtıcı hayvanların
artıklarının necis olması, ağızlarında salyeleri var. Salye ete bitişik.
Et necis olduğundan salye
de necistir, salye de suya
karışıyor. Yırtıcı kuşlar ise suyu gagala-riyîe içer,
salyeîeri suya değmez, gaga kemiktir, necis değildir, necaseti hâmil de değildir. Onun için
artıkları pis olmaz. Yalnız ihtiyaten kullanılması mekruhtur, demişlerdir.
Şüphesiz bu hafî olan illeti imâl etmektir. Niza konusu olan mese'lede bunun tesiri daha kuvvetlidir.
İstihsânın ikinci kısmında istihsâna
sebep zahir olan illetten tesiri daha kuvvetli olan hafî illet değildir. Fakat
başka bir sebep vardır ki, onun esası kıyasa muarız hafî sebep değil, kıyasın
şer'i kaynaklara muarız olması veya îslâmın riayet
ettiği umura karşı bulunmasıdır.
Bu ahvalde kıyasa
muarız olan ya Hadîstir, ya
icmâ'dır veya zarurettir ki, o alınmadığı takdirde
insanlar büyük güçlükler ve meşakkatler içinde kalır. Ve bu itibarla kıyas üçe
bölünür: Sünnet istihsânı, icmâ'
istihsânı ve zaruret istihsânı.
1- Sünnet istihsânı; Kıyasın reddini icabeden
bir Sünnetin bulunmasıdır. Unutarak yeyip içen kimsenin orucunun bozulmaması hakkıdaki Hadîs-i Şerif gibi. Kıyasa göre orucun bozulması
lâzımken Ebû Hanîfe bu
Hadîs için kıyası reddetmiştir.
2- İcmâ' istihsânı: Başka türlüsü
için icmâ' inikad etmiş
olduğundan bir mese'lede kıyasın terk olunmasıdır.
İstisnam sahih olduğunda Müslümanlar arasında icmâm
vukuu gibi. Kıyasa göre istisnain batıl olması gerektir. Çünkü akd yapıldığı vakit ortada mahalli akd
yoktur. Fakat insanlar bu muameleyi her vakit yapıyor, onun yapılması âdet
olmuş. Bu, icmâ' hâlini almıştır, bununla kıyas terk
olunur. Daha kuvvetli bir delilden ötürü kıyastan vaz
geçilmiştir.
3- Zaruret istihsânı: Ortada öyle, bir zaruret var ki bu müctehidi kıyası terke mecbur bırakıyor. Meselâ su
kuyularının ve havuzların temizlenmesi mese'lesi bu
nevidendir. Çünkü kıyasa bakarak, Keşf'ül-Esrâr sahibinin
dediği gibi, kuyuları temizlemek mümkün olmaz. Zira havuz ve kuyu temizlemek
için ona su dökemeyiz. Havuzun içindeki ve kuyudan kaynayan su, pis suya
karışınca o da pislenir. Suyu çekerken daldırdığımız kova da pis suya temasîa pis olur. O necisli
haliyle suya dalıp çıkar, hâsılı kıyasa bakarsak suyu temizlemeğe imkân yok.
Zaruretten dolayı kıyasın mûcibesiyle ameli bırakıp
-istihsâli alındı. Zaruretler bâzı tekâlifi düşürmekte müessir olur. Burada da
öyle olunmuştur. Fıkıh kitaplarında beyan olunduğu veçhile necasetine göre
muayyen miktarda kova su çekince kuyu temiz olur.
Burada da kıyas şer'i
bir delile veya küllî bir asılla terk oluyor. İnsanlara kolaylık için
zaruretler tüzünden bâzı yasak olan şeylerden yasak
kalkıyor.
Hanefiyye usûl-i fıkıh kitaplarının yazdığı ve anlattığı
veçhile işte istihsân budur. Fukahâ
onun kaidelerini buldular, tatbik ettiler. Muhtelif mes'eleleri
hallettiler. Bunların esasını da fürû' mes'e-lelerden aldılar. Bize bu kaidelerin mazbut ve doğru
olduğunu söylemekten başka birşey kalmıyor.
Şüphesiz ki,delillerin
taâruz mese'lesi Ebû Hanîfe Hazretlerinin
nazarından kaçmıyordu. Kıyas uygun düşmeyince, halkın muamelâtına muvakıf olmayınca onu terk ederdi. Hadîs karşısında kıyası
bırakırdı. Memleketindeki fukahânin ittifak
ettiklerine şiddetle tâbi olurdu. Şüphesiz ki, bu sebeple de kıyaslarını
bırakırdı. îşte kıyasların tatbiki bâzı mes'elelerde
yakışıksız düştüğünden o muttarid illet kaidesinden
ayrılıp kıyasını terketti ve ulema buna istihsân adını taktı. îşte Ebû Hanîfe indinde asıl budur. Bunları her ne kadar zabdedip kaide haline sokup tarif etmese ve aksamını vazeylediği ondan naklolunmasa da onun tatbik ettiği
usuller bunlardır.
İstihsân bahsini kapamazdan önce, Hanefiyse
Mezhebinin tah-ric
ulemasının daldığı bir mes'eleye temas etmek
istiyoruz: Kıyasın mucibi ile istihsânın çarpıştığı
meselelerde biri kıyas, diğeri istihsân olmak üzere
iki re'y mi var sayılacak? Istİhsânı
almak kıyası almaktan daha râcih mi denecek? Böyle
yerde kıyas, kabul eden kimse mercuh kavli almış mı
addolunacak? Yoksa Ebû Hanîfe'den
yalnız bir kavil mi var, o da istihsâna uygun olan
mıdır? denecek.
Bu soruyu cevapta
benim görüşüm şudur: Kıyası almak Ebû Hanîfe'nin re'yi olamaz. Çünkü
onda böyle şey naklolunmuş değildir: Demediği bir sözü ona isnad
edemeyiz. Çünkü Ebû Hanîfe'den
naklolunan kavle göre onun mesleği şudur: Kıyas yakışmadığı zaman onu bırakır, istihsana gider. Tatbikatını iyi görmediği için de-liî olarak almadığı kıyas hakkında nasıl olur da onun böyle
bir re'yi olur. Kendisi kıyası çirkin bulduğundan
almıyor. İstihsânın nevilerinden biri de kıyası
bırakıp Hadîsi almaktır. Hiç bir kimse Hadîs bulunduğu için kıyası terkettiği mcs'cl.e hakkında Ebû Ha-nîfe'nin kıyasa uygun oîan bir re'yi vardı diyemez.
Kendisi Hadis bulunduğundan kıyası terkettiğini sarahatan söylüyor, İcmâ'dan ve
zaruretten dolayı kıyası terketme hakkında da ayni
şeyler söylenir. O bunlardan Ötürü kıyasın mucibini bırakıyor. Nasıl olur da
kıyası almak onun kavlidir, denebilir?
'Bunun yanlış olduğunu
Serahsî şöyle açıklıyor: «Ashabımızdan bâzı müteahhırîn zannediyorlar ki, istihsân
yapılan yerde istihsân-I? amel evlâ olmakla beraber
kıyasla amele de cevaz vardır. Buna göre bu bir vehimdir. Zira bütün kitaplarda
geçen ibare: «Biz burada kıyası terkettik.» sözüdür.
Terk olunanla amel caiz olmaz. Hattâ bâzan «Şu kadar
ki, ben bunu çirkin görüyorum» denir. Şer'an amel
caiz olan şey kabih görülür mü? Bu küfür olur. îstih-sân karşısında kıyas terk olunur. Çünkü kavinis karşısında zaif düşer. [5]
Hak Sübhânehu ve Teâlâ en ivi bilir.
[1] A. Buharı, Keşf'ül-Esrar, c.
VI.
[2] İmam Şafii, Kitab'ül-Üm.
[3] Hanefiyyeye göre istingan
böyledir. Mâiikiyeye göre istihsâmn,
tarifinde Mâlikîler de ihtilâf etmişlerdir. İbn-üI-Arabi şöyle tarif eder: Bâzı nıuktezalannda
taâruzundan dolayı istisna ve ruhsat yoliyîe delili terk etmeği tercih etmektir. Ve istihsâni dört kısma ayırır: 1-
örften dolayı delili terk, 2- tema için delili terk, 3- Maslahattan dolayı
terk, 4- Kolaylık ve meşakkati kaldırmak için delili terk. tbn-ül-Enbarî bu tarifi reddederek diyor
ki «imam Mâlikin isuhsâna kail olması, yukarıda geçen
ır.ânaya değildir, belki de külli bir, kıyas
mukabilinde cüa'i maslahatı istimal etmesidir. C, Mürsel istidlali kıya::a takdim eder. Misâli de şudur:
Muhayyerlik şar-tiyle bîr mal aldıktan sonra Ölse, veresesi
bunu ksfbul ve rçdde
ihtilâf etseler, Eşhep diyor ki: Kıyasa göre.bu
satış fesholur-ur. Fakat bayi' kabulden imtina" ederse vt; reddedenin nasibini de satışa razı olanlar kabul
ederse, istihsânen caizdir.
İbn-i Rüşdün istihsâni
tarifi de buna yakındır. Diyor ki: aÇok istimal
olunan istihsân ki kıyastan daha umumî oluyor,
hükümde gulûv ve mübalâğaya götüren kıyası bırakıp
oraya mahsus olmak üzere hükümde müessir olan bir mânadan dolayı ondan udûl etmektir.»
Şüphesiz ki bu tarifler
bir gayede birleşiyor ki o da: Müctehid fakıhi cüz'iyattan bahsederken
kıyasın ittıradına uyarak onu aynen, tatbikle mu-kayyed
olmıyacaktir. Kitap ve Sünnetten bir nassa muhalif düşmedikçe bu cüz'i
mes'elede daha güzel ve maslahata uygun gördüğü
şekilde fıkhl takdirini yapar. Buna göre bu iki tarif
Mâlikilerin diğer tarifine yaklaşır: Müetehidin
içenden beğenmediği ve ibarenin müsait olmadığı ve meydana çıkarmağa müetehidin muktedir bulunmadığı bir delildir. Bugünkü tabiriyle
istihsân kanunun ruhuna bakmaktır. Bunda' itimad müetehidin fıkıh
anlayışının kemâline ve Şeriat ahkâmını iyi kavramış olmasınadır. İbarenin
müsait olmaması tâbirinin mâ'r.asi, maslahat veçhile
delil göstermek mümkün değil demektir.
Hülasa Mâlikiye göre istihsân,
cîelil-i küllü mukabilinde cüz'i
maslahatı alıp onunla ameldir. îstihsân ile mesâlih-i mürsele arasındaki
farka gelince: Mesâlih-i mürsele:
Delil buîunmıyan bir yerde, müsbet
veya menfi mesele hakktnda hususî delil yokken
maslahatı itibar edip almaktır- İstihsân ise Kitap
ve Sünnetten olmiyan bir küliî
delilin tatbik olunacağı yerde cüz'i mes'ele hakkında maslahatı alıp o külli delili bırakmaktır.
[4] Şems’ül Eimme
Serahsi, Mebsut. c. X, s.
145. Orada istihsân hakkında şöyle diyor: «tstihsan kıyası terk edip insanlara daha muvafık olanı
"almaktır. Bazılarınca şöyle, de denilmiştir; İst İhsan, havassın ve
avamın yâni herkesin başına gelebilen hâdiselerin akhâmında
kolaylık göstermektir. Şöyle de denilmiştir: Geniş olanı almak ve rahat elanı
aramaktır. Bu ibarelerin hepsinin neticesi kolaylık için güçlüğü bırakmaktır.
Dinde asıl budur. Allahu Teâlâ
şöyle buyurur: «Allah size kolaylık, size güçlük mu-rad
etmeze. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
«Dinimizin en hayırlı olması kalıyhktjr...»
Bunun izahı şöyledir:
Kadının her yeri avrettir, kıyasın* zahiri budur. Hz.
Peygamber buna işaret ederek: «Kadın mesture avrettir.* buyurmuştur. Sonra
hacet ve zaruretten dolayı kadının bâzı yerlerine bakmak mubah kılınmıştır. Bu
insanlar için daha uygun olmuştur.
Hanefi fıkhının şârıhı olan Serahsî, istihsânm kolaylık ve
kıyasta mübalâğayı men.' için meşru olduğunu açıklıyor.
[5] Abdülaziz Buhârî, Keşf-üI-Esrâr, c. IV, s. 124