51- Ebû
Hanîfe'nin Kttab'ül-Hıyel Adlı Bir
Eserî Yoktur
52- İmam Muhammed'tn Bu İsimde Bîr Kitabı Olup
Olmadığı Mes'elesî
53- Îki
Kitabın İncelenmesinden Çıkan Netice
54- Hîle Ne Demektîr? Îbn-T Kayyim'în Hîleyî Üç Neve
Taksimi
55- Hanefiyye Mezhebi İmamlarından Mütekaddlmîn
Hileleri Hangî Nev'idendir?
56- Fukaha, İbâdet Mes'elelerinde Asla Hîle Yolu
Göstermemişlerdir
57- Hllelerîn Dört Kısım Olduğu
58- Yeminlerden
Kurtulmak Îçîn Bulunan Çareler Ve Mîsâllerî
59- Akîdlerde
İhtiyat Kabilinden Olan" Hileler Ve Misâlleri
60- Akldlerin Maksatlarîyle Akîd Ahkâmını
Birleştirmek Îçîn Yapılan Hileler
61- Bâzı Kaidelerin Engellediği Hakların İsbatı İçîn
Bulunan Çareler
62- Bu Hileler Bîr Hakkı Îptal İçin Değîl Îsbatda
Kolaylık İçindir
63- Şuf'a Hakkını Iskat Îçîn Hilede İhtilâf
64- Zekât Hîlesînde Ebü Yusuf'la Muhammed Arasındakî
İhtilaf Ve Bundakt Şüphe
65- Hîle'î Şer'îyye Hakkında Garplıların Yanlış
Görüşü
66- Ebü Hanîfe'nîn Arkadaşlarının Hileleri Hakkı
Müdafaa İçindir
Ulemanın ekserisi, Ebû Hanifc'dcn bir takım fıkhı
hileler, çareler naklolunduğunu söylemektedirler. Dara düşüp sıkışanlara
bunlarla fetva verirmiş, onları şer'an mukarrer
kaidelere uygun bir- fıkıh hükmü ile darlıktan kurtarmağa çahşırlarmiş.
Menakıb kitapları, onun bu kabil darda kalanlara
çıkış yolu gösteren mes'e-îelcrini
naklederler. Bunların bir kısmı yemine ve nezirlere aittir, başka mevzuda
olanları da vardır.
Bazıları Ebû Hanîfe'nin hilelere ait bir
kitabı olduğunu iddia ederler. Güya bu kilaptaki'crlc
halka şeriat ahkâmından ve fıkıh kayıtlarından kurtulmaları için yol göstermiş.
Hattâ Abdullah b. Mübâıck'in şöyle dediği rivayet
olunuyor:
«Her kimin nezdincle Ebû Tîanîfe'nin
(Kitab’ül Hıyel) olup da
onu kullanır, onunla fetva verirse; onun hücceti bâtıl olur, karısı ondan boş
düşer.» Yine îbn-i Mübârek'in şöyle dediği naklolunur:
«Her kim Ebû Hanîfe'nin (Kitab'ül-Hıyel)'ine bakarsa Allah'ın
haram kıldığını helâl, helâl kıldığını da haram etmiş olur.»
Fakat, ortada böyle
bir kitap yoktur. Şimdiye kadar böyle bir kitap bulunmamıştır. Ortada kitap yok
ki, onu inceleyip bu hilelerin neler olduğunu, nerelere kadar uzandığını
bilelim. Bunlar bazı mezheb takdiyâtmm
darlıklarını genişletmek ve din güçlük değil, kolaylık olması itibariyle
kolaylık için şeriat dairesinden çıkmamak şartiyle
bazı hükümler vermek suretiyle yapılmış şeyler midir? Yoksa dîne karşı gelip
din ahkâmından kaçıp kurtulmak için kapı açmak ve şeriat vecîbelerini yerine
getirmeyip, bu dünyada ahkâmı iskat etmek kabilinden
midir?
Böyle bir kitap
bulamadık. Onun için Ebû Hanîfe'nin
dediği iddia olunan hileleri öğrenmek hususunda itimad
edilecek bir kaynak ortada yoktur.
Böyle bir kitabın
ortada bulunmaması, yukarıda da anlattığımız veçhile, Ebû
Hanîfe zaten fıkha ait bir eser yazmayıp talebelerinin
ondan bâzı notlar tuttuğu bir gerçek olması, bütün bunlar bize, Ebû Hanîfe'nin bu isimde bir
kitap yazmadığı hükmünü verdiriyor. Bizim bu hükmümüzü takviye edici ve böyle
bir kitap yazmış olduğu iddiasını çürütücü bir cihet de şudur: Kendisinden
yukarıdaki sözler rivayet olunan Abdullah b. Mübarek, Ebû
Hanîfe'yi hakkiyle takdir eden talebelerindendir
Şam'da Ev-zâî'ye, Ebû Hanîfe'nin re'ylerini kıymetini,
fıkıhtaki mevkini anlatan odur. Mekke'de Dâr'ül-Hayyâtîn'de buluşup
görüşmelerini temin eden, yukarıda geçtiği gibi,
aralarında münazara cereyan ederken bulunan odur. Ebû
Hanîfe'ye gönülden bu kadar bağlı olan ve hattâ
«ilmin sözü» diye vasıflandıran Abdullah b. Mübarek, sonradan kalkıp da: «Kim
ki Ebû Hanîfe'nin Kitab'ül-Hıyel'ine bakarsa
Allah'ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını haram etmiş olur.» der mi?
Hayır hayır, bu olamaz. Mademki durum böyledir. Bu sözün
ona nisbeti değildir. Böylelikle Ebû
Hanîfe'nin (Kitab'ül-Hiyel) adlı bir eseri olduğu dâvası temelinden çöker. Çünkü
bu dâvanın temeli bu rivayettir, iddia buna dayanmaktadır. Halbuki bunun boş
bir iddia olduğu Abdullah b. Mübârek'in diğer sabit sözleriyle meydana çıkmış bulunuyor
Ebû Hanîfe'nin hilei şer'iyeye dair bir kitabı
olmadığı sabit bir hakikattir. Fakat talebesi İmam Muhammed'in bu mevzuda bir
kitabı olduğunu görüyoruz. Belki de bunda Hanîfe'nin halka
kolaylık olsun, güçlük olmasın diye çıkardığı bazı hükümleri rivayet etmiş
olabilir.
Bu kitabın îmam
Muhammed'e nisbeti birinci asırdanberi
etrafında şüphe uyanan bir'mes'eledir.İmam
Muhammed'in talebesi bile bu kitabın ona nisbetini kabuî etmekler. Ebû Süleyman Cüzcânî bu kitabın îmam Muhammed'in olduğunu inkâr ediyor
ve şöyle diyor: «Birisi İmam Muhammed Hıyel adlı bir
kitap yazdı, derse onu tasdik etme, ona inanma. İnsanların elinde olanı Bağdad sahafları toplamıştır. Cahiller bunları, küçük düşürmek
için bizim ulemamıza nisbet ediyorlar. Nasıl olur da
imam Muhammed, eserlerinden birine böyle cahillerin işine yarayacak bir isim
verebilir? Bu hiç olur mu?[1]
Ebû Süleyman, imam Muhammed'in talebesüıdendir.
Üstadı imam Muhammed'in bu isimde bir kitabı olduğunu böyle şiddetle inkâr
ediyor, elbette bu inkârı muteber tutulur. Fakat İmam Muhammed'in talebesinden
diğer bir ikinicsi, Ebû Hafs bu kitabı üstadına nisbet
eder. Onun eseri olduğunu söyler. Serahsî de bu sonuncusunu
tercih edip daha doğru olan budur, diyor.[2]
Şems'ül-Eimme Serahsî'nin
bu terc'hine bir muhalefetimiz yok. Fakat içimizden
bir ses yükseliyor: Bizzat İmam Muhammed'in talebesinden biri bu kitabın
üstadına nisbetini inkâr ediyor, onun Bağdad sahaflarının toplaması olduğunu söylüyor, vakıa
diğer bir talebesi bu nisbeti kabul ediyor. Biz bu
hakikati meydana çıkarmak ihtiyacını duyuyoruz.
Talebesi Ebû Süleyman, İmam Muhammed'in bu isimde bir eseri
olmasını uzak buluyor. Yalnız bu kadarla iktifa etse, Ebû
Süleyman bu ismi tmam Muhammed'in verdiğini inkâr
ediyor, derdik. O eserde toplanan malûmatın nisbeti
sahih kalabilirdi. Ebû Hafs
o mes'elelerin toplandığı bu isim verilmesi münâsip
olacağını düşünmüş ve bu ismi o vermiş olabilirdi. Fakat Ebû
Süleyman eserin içindeki malûmatın Bağdad sahafları
tarafından toplanmış şeyler olduğunu tasrih ediyor. Demek böyle bir te'life imkân kalmıyor. Bu takdirde biz de Ebû Süleyman gibi bu eserin Bağdad
sahaflarının toplaması olduğunu söylüyoruz. Kitapdaki
malûmatı topladılar. Bunlar kulaktan kulağa imam Muhammed'e nisbet
olunmağa başladı, bu nisbetten istifade ederek onu
talebesinden biri olan Ebû Hafs'a
arzettiler. O da içindeki malûmatın kendisinin
hocasından duyduklarına uygun olduğunu görerek bunları kabul etti ve ikrar
eyledi. Böylelikle bu eser imam Muhammed'e Ebû Hafs tarafından nisbet edilmiş
oldu. Bu suretle o da onun üstadından naklettikleri arasına girmiş oldu. Ancak
böylelikle imam Muhammed'in iki talebesinin bu sözlerinin arasını birleştirmek
kabil oluyor. Gönül buna biraz yatışıyor.
İmam Muhammed'den
böyle bir (Kitab'ül-Hıyel)
rivayet olunuyor. Eserin ona nisbeti hakkında söylenenleri
nakletmiş bulunuyoruz. Bu nisbet tercih ediliyor. Bu
(Kitab'ül-Hryel) müstakil
bir haU de bulunmuştur. Hâkim Şehîd
bunu El-Kâfî unvanlı eserinde ihtisar etmiştir. Şems'ül-Eimme Serahsî de Mebsut'da bunu şerheylemiştir.
Eserin tmam Muhammed'e nisbetinin
sıhhat derecesi ne olursa olsun, ondaki malûmat Ebû Hanîfc'nin ashabı arasında geçen hilelerin nev'ilerini bize açıklamakta ve Ebû
Hanîfc'nin güçlüklerden çıkmak için bulduğu yolları
göstermekte olup bunları ondan talebeleri almışlar ve onların benzeri mes'eleleri onlara göre işlemişlerdir. Ah-med Hassâf'ın da böyle bir hîle
kitabı naklolunmaktadır. O, İmam Muhammed'in kitabından daha geniştir. Onda
daha çok mcs'eîe var-aır. O
her nevi' hîle suretlerini beyan etmektedir.
Bu iki kitapta onları
incelemek bize Ebû Hanîfe'nin
bulduğu hilelerin = çârelerin hangi nevi'den olduğunu göstermektedir: Haram
olan şeyleri helâl eden, yoksa güç olanlara kolaylık gösteren nevi' mi? Veya
bunlar hukukuna ihtiyat ve şeriatte genişlik
kabilinden mi, yoksa zahirî amellerle şeriatın gayesini ihmal etmeğe birer
vesîle midirler? Daha umumî bir tabirle: Bu iki kitabı incelemek Ebû Hanîfe indindeki hilelerin
mânasını açıklayacaktır.
Bu iki kitapta onları
Öğrenmeğe başlamadan önce, veya daha umum bir sözle Ebû
Hanîfe'den naklolunan Mirleri tanımağa girişmeden
evvel, mütekaddimîn ve müteahhırin
fukahâ Örfünde (hîle) kelimesinin mânasını ve nelere
denildiğini beyan edelim:
îbn-i Kayyim Cevziye, fukahâmn hîle nâmını
verdiği "şeyleri üç kısma ayırıyor:
1. Kısım :
Haddizatında haram olan bir şeye ulaşmak için gizli yollardan gitmek, işe
şeklen şer'î bir mâhiyet vermek, zahiren şer'î naslan
tatbik eder görünmek, maksat haram olan o şeyi ki-lab'a
uydurup işlemektir, insanların mallarını bâtıl yoldan almak için yapılan
hîleler, şer'î olmiyan birşeye
şer'î imiş mahiyetini verip işlenen hileler; muhallinin hülle nikâhı yapması
bu kabildendir. Nikâh akdi yapılırken âkil ve baliğ olduğu halde kadının nî-kâhmi feshettirmek için
velîsine izin vermediğini iddia ederek hileye sapması, akdi feshettirmek için
bâyi'in akid yapılırken mala mâlik olmadığını, asıl
mâlikin akde izin vermediğini iddia ede-lek hîle
yapması, İbn-i Kayyim'e
göre, hep bu kabildendir.
îbn-i Kayyim bu kısım hakkında
şöyle diyor: «Bunlar ve bunlara benzer hilelerin büyük günah ve en çirkin
haram şeylerden olduğunda bir Müslüman asla şüphe etmez. Bunlar Allah'ın diniyle
oynamak, onu eğlence yerine koymaktır. Bunlar haddizatında yalan ve iftira
olduklarından bizzat haramdır.. Sonra maksat ve gaye bakımından da haramdırlar:
Zira bir hakkı iptal etmek mak-sadiyle
yapıyorlar.»[3]
Bir halikı iptal etmek
için vesile olarak kullanılan her hîle haramdır. Hattâ o vesile haddizatında
helâl olsa bile, hakkı iptal ettiğinden haram olur. Bazan
hilenin zâtı haramdır, çünkü yalandır, iftiradır. Fakat bir hakkı isbat, bâtılı red için ondan
başta çare yoktur. Nasıl ki bir kimse üzerinde sabit bir hakkı inkâr ediyor,
onu isbat edecek olan beyyinedir,
şahit olacak beyyine de yok. O zaman hileye baş
vurulsa, bu hîle caiz sayılır mı? Çünkü maksat helâl. Fakat vasıta haram bir
şey. Gayenin meşru olması vasıtayı da meşru kılar mı? Karşı taraf bâtıla baş
vurur hakkı inkâr ederken, hakkı isbat için bâtıl
kullanılır mı? îbn-i Kayyım buna şöyle cevap veriyor:
«Burada gaye değil, vasıta dolayısiyle günahtır, tşte bu gibi hususlar İçin şu Iladîs-i
şerif söylenmiştir: , «Emaneti sana emniyet edene öde, sana hıyanet edene ren hıyanet etme.»
2. Kısım:
Hîle meşrudur, onun götürdüğü netice de meşru' bir iştir. Hîle burada ondan
zahiren maksud olan gayeye bir ve-sîle olarak
kullanılır. Şâir'in vazettiği bütün sebepler, şer'î icapları yerine getirmeğe
vasıta olan şeylerin cümlesi bu nev'e girer. Bu
çerçeve dahilindeki hileler şer'î esbabı helâl kazanca vasıta yap-niakla ve onları bu güzel maksatta son gayesine kadar
kullanmakla olur. Bu gayet güzel bir tedbir olup yapan medhe
lâyık sayılır, zernme değil. Böyle bîr şeyle fetva
veren kimse hâlis helâl olan bir şeye fetva vermiş olur. Bunlar öyle güzel
şeylerdir ki, fukahâ-mn
tarifine göre, bence bunlar hîleden bile sayılmamalıdır.
3. Kısım:
Bir hakkı isbat etmek veya zulmü gidermek üzere bu iş
için konulmamış olan mubah bir yoldan çare aramaktır. Burada vasıta mubahtır,
fakat bu iş için değil, başka bir iş için mevzudur. Burada doğru maksat için
ondan istifade olunmak isteniyor. Bu iş için konulmuş, fakat farkına vastlmayacak bir vasıta da olabilir. Bu kısım hîle ile
bundan önceki ikinci kısım arasında' fart vardır. Onda vasıta yapılan şey
zahiren maksada götüren bjr şeydir, o yola piren
mahut bir yol tutmuş sayılır. Bu ki-sırnda ise vasıta
başka bir şeye götürmek üzere mevzudur, veya gayet kapalıdır. O yolu tutarak
mevzu olmıyan bir şeye varılır. Bunun misâli şudur:
Bir kimse iki serte müddetle bir ev kiralıyor. Bu müddet zarfında mûicren ona gadrederek: tcâra
vermek hakkı olmadığını veya ondan önce başkası tarafından kiralanmış bulunduğunu
ileri sürerek gayri meşru' yollarla îcâra feshetmek istemesinden korkuyor.
Bunun için ihtiyatla hareket ederek müstecir, kâr ettiği şey için teminat
verir. îcârda bir müstahlık çıkar veya fâsid olduğu anlaşılırsa parasını ister.»[4]
Ebû Hanîfe'ye nisbet olunan hîle nevi'lerini, ondan bu fıkıh tarzını alan
ashabının buldukları çareleri doğru tanımamız için bunu bilmeliyiz. Acaba
bunlar: Helâl ve haram seçmiyerek şân'ın maksadını
yıkan, teşrî, etmiş olduğu ahkâmla, yaptığı tekâlifte gütmüş olduğu yüksek
gayeleri bozan nevi'den mi? Yoksa şer'in gözettiği maksatları kolaylaştırmak,
yoluna fıkhî kayıtlar durmaksızın şer'î haklara
kolayca ulaşmak yollarını göstermek kabilinden midir? Zira bâzı ahvalde bu
gayelere ulaşmak güç olur* Hileler bu halde o kayıtları, bağlan .kaldırmak
kabilinden sayılır ,bazan bir mezhebin bazı fıkhî şartlarının harfiyen inceden inceye tatbiki, haksızlığı
veya bazı hakların zâyî, olmasını mûcib olabilir.
Halbuki İslâ-mın ridâyetine uygun olarak hukukun gerçekleşmesi lâzımdır...
Ahmet Hassâf'ın (Kitab'ül-Hıyal ve'l-Mehâric)'i
ile İmam Mu-hammed'e nisbet
olunan Kitâb'ül-Hiyel'i
dikkatle inceleyince şu neticeye varılıyor kî, Hanefiyye
mezheb imamlarının hileleri birinci nevi'den değil,
ikinci nevi'dendir. Yâni yukarıda beyan ettiğimiz İbn-î
Kayyim'in kaydettiği hîle kısımlarından üçüncü
kısımdandır. Bunlar bir hakkı yerine getirmek veya bir zulmü defetmek için
mubah bîan yolda bulunmuş çarelerdir. Bu yol o maksat
için gösterilmiş değildir, fakat o maksada ulaştıncıdu.
Naklolunan bu hileleri
taksime başlamazdan Önce bir mülâhazayı kaydetmek istiyoruz ki, o yukarıda
belirttiğimiz cihetin doğruluğunu göstermektedir. O mülâhaza şudur: Bu iki
kitaptaki hîleler arasında ibâdetler babında tek bir hîle bulamadık. Yalnız
zekât hakkında bir hîle var ki, onu da zikredeceğiz. İbâdetleri, bu imamlardan
naklolunan hîleler çerçevesi dışında bırakmak gösteriyor ki, onlar bu
hileleriyle şer'İH maksatlarına karşı gelmek ve tekâlifin
zevahirine uymak gibi bir gaye gütmediler. Çünkü ibâdetlerin esası niyettir.
İbâdetler niyetlere bağlıdır. Niyeti Allah bilir. İbâdet Allah ile kulu
arasındadır. Onun hesabım Allah tutar*' Allah her şeyi bilicidir; onları olduğu
gibi haber verir. Ne yerde, ne gökte O'nun ilminden zerre mikdarı
birşey kaçmaz. D'nun ilmi
her şeyi sarmıştır, ibâdette hak olan kul ile Tanrısı arasındadır. Kulun
niyetine göre ibâdetin mükâfatını verecek olan Allah'tır. Bu işe hîle karışmaz.
Hicreti, Allah ve Resulü için olanın hicreti, Allah ve Resûlnnedir.
Hicreti evleneceği bir kadın veya elde edeceği bir dünyalık için ise eline geçecek odur. îşte böylece ibâdetlerde niyetin dışına
çıkılmaz. İbâdet niyete göredir. Bunlar hileye girmez.
Zekâta dair naklolunan
tek bir hileye gelince; o da umurun en doğru olanını, yüksek maksadını
araştırma nev'indedir, alelade bir hîle değildir. O
da şudur: Bir kimsenin bir adama borcu olsa, alacaklı zekât vermeğe bu
borçludan daha lâyıkım bulama-sa,
ondaki alacağına mahsuben zekâtım ona vermek istese nasıl yapılır? Burada bâzı
fıkıh şartları, onun şeriat maksadına uygun olan gayesine bir sed gibi karşı çıkıyor. Maksadı muhtaca zekât vermek, fakat
fıkıh şartına göre zekâta müstahak olan fakire zekâtı teslim ederken, niyet
etmek lâzımdır. Burada böyle bir niyet yok, çünkü teslim yok. Hassâf bunun hilesini, çaresini anlatıyor:
«Bir adamın bir
fakirde alacak parası olsa, bu alacağına bedel o fakire zekâtını verip o
parayı zekâtına mahsup etmek istese, buna ne dersin? Bu zekâta sayılmaz, dedi.
Bunun yolu nasıldır? dedim. Şöyle cevap verdi: Bunun yolu şöyledir: Borçlu olan
kimseye, sana olan borcu mikdarı bir para verirsin,
bunu zekâttan hesap edersin, borçlu bunu aldıktan sonra borcuna mahsuben sana
verirse bunda bir beis yoktur. Borçluya verdiği parayı zekâttan saymakla
zekâtını ödemiş olursun. Borçlu olan kimsenin eğer or
tağı varsa, yâni iki kişiye borçlu ise zekât olarak
verdiği paranır yansım diğer alacaklıların almasından
endişe ederse o zaman şöy le
yapılır: Borçlu olan kimse alacaklıya borcu kadar bir para hi
be eder, alacaklı parayı kabzettikten sonra borçluya
iade eder ve bunu zekâtından sayar, zekâtım vermiş olur. Sonra onu borcun dan
ibra eder, o da borcundan kurtulur, ortağı buna karış maz.»[5]
Bu mülâhazayı burada
kaydetmekten maksadımız, Hanefiyye mezhebinin ilk
imamları hile yaparken bununla bir teklifi ortadan kaldırmak, Allah'ın
emrinden kaçınmak istemediklerini göstermek istiyoruz. Onlar şeriatın ahkâmını
zahiren tatbik eder görünüp de içlerinden o ahkâmın meşruiyetini ve hikmetini
bozacak, yüksek gayelerini saracak gi?li bir maksat ve niyet gözetmiş değildirler. Hileleri
dînin ruhuna aykırı değildir.
îmam Muhammed'in ve Hassaf'ın kitaplarında naklolunan hileleri dikkâtle gözden
geçirip inceleyecek olursak bu hileleri dorl nevi' altında toplamak kabildir:
1- Yemine, nezire ait olanlar; ekserisi talâk yeminleri hakkındadır.
2- Akidîcre dair sorulan suallere müftünün yol gösterir ce-vuplan. Bunlardan maksat,
ileride herhangi bir hakhı zayi olmasın diye ihtiyat
kabilinden işi teminat altına almaktır.Veya akid
sebebiyle hor hangi bir zarara uğramaktan kaçınmaktır.
3- Âkidlcrin meşru, olan, günah sayılmıyan
maksatları ile akidlerin
sıhhati için fufcahânm ileri sürdükleri şartlar
ve kayıt-^ lar
arasını fe'lif edip onları birleştirmek.
4- Fıkıhta
muharrer prensipleri korumak için kurulan bâzı kaidelerin araya girip engellediği
sabit haklan elde etmek için yol göstermek ve ahkâm-i şer'iyye ile
insanların oynamasını menetmek İçin çareleri bildirmek, işte fukahâ hileleri bu gibi maksatlarla ortaya çıkarmışlardır.
Birinci kısım
yeminlere dair hileler olup bunlar pek çoktur. Bunların içinde Ebû Hanîie'den rivayeti sabit
olanlar da vardır. Bu hilelerden maksat, kızgınlık haliyle yapılan yeminlerden
kurtulmak için şer'î bir çare bulmaktır. Çünkü yeminde ısrar etmekle güçlük
çıkar. Yeminden kurtulmak için böyle bir çare aramaktan başka yol yoktur. Zira
yeminler çok defa kızgınlık hâlinde kendini tutamıyarak
öfkeyle yapılır. Şöyle yapacağım, böyle yapmazsam şöyle olsun gibi galiz
yeminler verir. Öfkesi geçip, aklı başına gelince
yaptığına pişman olur, fakat iş işten geçmiştir. Kendi başını dara soktuğuna
nedamet getirir.
Bâzan talâka yemin eder, yeminden dönerse talâk vukûbula-cak, talâka yemin dört mezheb fukahâsı arasında da
muteberdir. Yeminde devam ederse karısından ayrılmak var, yemini nazarı itibare almazsa haram işlemiş olacak. İşte burada fukahânın hîle adını verdikleri çare imdada yetişiyor. Bu
yeminden kurtulmak için çare bulan, yol gösteren fakıh,
şeriatın her hangi bir hükmünü yıkmıyor, gayesine karşı gelmiyor. Bir adamı
sıkıntıdan kurtarıyor, dili kaymış olan bir mü'minin
hatasını düzeltiyor, darda kalana genişlik gösteriyor, ortadan bir güçlüğü
kaldırıyor. Bu kabil hileler meşru birer çare ve müstahsen
birer iştirler.
Bu hususta iki misal
verelim:
1- İmam
Muhammed'e nisbet olunan Kitâb'ül-Hıyeî'de şöyle deniyor: Bir adam, filân kimseden elbise
satın almam, diye yemin else, sonra yemininden denmeksizin o adamdan elbise
satın almak istese şöyle yapar: Bir adamı tevkil eder, vekili gidip elbiseyi
alır. Bu halde yeminini bozmamış sayılır. Çünkü, alım satımda akid vekile îzafe olunur. Akid
hukuku ise, müvekkile aittir. Örfe göre alım satımda akdi yapan kimse o işi
yapmış sayılır. Yeminler de örfe göre tefsir olunur. Filancadan almam, diye
yemin etmek: bizzat onunla akid yapmam demektir. Başkasının
ondan almasına şumulü yoktur, başkası için yemin
veremez; vekilin almasına yeminin şümulü yoktur.
îmam Muhammed, bu mes'elede böyle bir hal çaresi bulurken bu hilesinin
yeminle oynamak ve yemin kelimelerinin tefsirinde abes yere uğraşmak kabilinden
olmamasına son derece dikkat ederdi. Onun için diyor ki: Yemin eden kimse
Halife, Vali gibi âdet ve örfe göre bizzat alım satımda bulunmıyan
bir kimse olursa, vekile aldırdığı takdirde hânis
olur, yeminini bozmuş sayılır. Çünkü kendisi ahş-verişte
bulunmadığından, daha yemin ederken bu yemin vekilinin almasına şâmil
olmuştur.
Harun Reşid, îmam Muhammed'e bu mes'eleyi
sorduğunda:
— «Sen böyle yaparsan
yemininde hânis olmuş olursun, dedi. Yâni bizzat akdi
yapanlardan değilsin. Nasıl olsa vekilin alacak. Yemin doğrudan doğruya
vekile gider. Vekilin almasiyle dönmüş olursun.»[6]
Bu misâlden görüyoruz
ki, hîle bir işi zahir emre göre şâriin hükmü üzere
kılmakla kalmıyor, onu maksuda uygun bir hâle çevirip kolaylık gösteriyor.
2- İkinci
nevi' misâl: talâk yeminine ait bir çare bulmağa aittir. Bu da Ebû Hanîfe'den naklolunmaktadir: «Kendisine şu mes'ele
soruldu: Bir adam kazısına: Benden hulû' istesen de
ben de seni hulû' etmezsem benden üç talâkla boş ol,
demiş. Karısı da gece olmazdan önce senden hulû'
istersem kölelerim âzad, malım sadaka olsun, diye
yemin etmiş. Bunun çaresi nedir?
Sual bu. Görülüyor ki,
karı-koca söz yarışına çıkmışlar gibi. Eiri üç talâka
yemin veriyor, diğeri kölelerim âzad, mallarını sadaka
olsun diye yemin ediyor. Kendi ağızlariyle
kendilerini böyle çep-çevre bağlıyorlar. Ya talâk vuku bulacak, yahut da köleler âzad,
malları sadaka olacak. Başka yol yok. Her ikisi de onlar için güç geliyor,
söylediklerine pişman oluyorlar. Ne yapmalıdır. îşte Ebû
Hanîfe bu güç duruma gayet basit ve kolay bir çare
buluyor. Hiç bir taraf günaha girmeksizin ve şeriatın gayesine karşı gidilmeksizin
onları bu dil kayması nev'inden olan sözlerinden
şöyle kurtarıyor; Kadına:
Kocandan hulû yapmasını iste, diyor. Ve kadın da kocasına hitaben:
— Senden hulû
istiyorum, diyor Kadının kocasına dönerek:
— Ona şimdi şöyle
cevap ver: «Seni, bana bin dirhem vermen üzere hulû'
ettim, diyor.» Ve adam da böylece söylüyor.
Ebû Hanîfe bu defa kadına:
— Ona şöyle cevap ver:
«Böyle hulû'u ben kabul etmem, de» Kadın da: kabul
etmem diyor. Bunun üzerine Ebû Hanîfe
kadına:
— Kalk kocanla
birlikte git, her ikiniz de yemininizi yerine getirmiş oldunuz, diyor.[7]
Görülüyor ki, buradaki
hîle, yeminde kullandıkları kelimeleri, onların maksatlarına münâfî olmaksızın söyletip tenbihte
bulunmağı aşmıyor. Kadın hul'û bedelini kabul
etmemekle iş hallolup gidiyor. Böylece onları güç durumdan kurtarıyor. Gazap
hâlinde kendilerini tutamıyarak öfkeyle söylenen
sözlerin bir aile ocağını yıkmasına mâni oluyor. Daraltıcı görüşlere meydan
vermiyor.
Ulemanın hîle ünvânı altında topladıklarından ikinci nevi' hî-leler akde dair olup bunlar
arasında akde terettüb eden umurda ihtiyatlı hareket
için âkidin akdi yaparken zikretmesi gereken, fu-kahânın beyan ettiği şartlar da vardır. Diğer taraf bunları
belki ak idle oynamak ve zarar getirmek için kullanabileceğinden ihtiyat
lâzımdır.
Bu kısım için de iki
misâl verelim. Onlardan görülecektir ki, Hanefiyye
mezhebi imamları buldukları bu hilelerle günahtan kaçınarak şeriatın ruhuna
uygun hareket etmektedirler.
1- Birinci
misâl îcâra ait olsun. Hanefiyye fıkhına göre îcar
özürlerle fesholunur. Bu özürlerin mânâsını gayet
genişlettiler. Hattâ bu kaide diğer tarafın hakkiyle oynamak ve onu zarara sokmak
istiyenlerin elinde bir koz gibi kullanılmak istendi.
Onun için îcâr akdi yapanlardan bâzıları, mucir özürle fesih talebinde bulunmasın
diye, kendileri için ihtiyat tedbirleri düşünmüşlerdir. Zaruret olmadıkça
îcârı feshetmezler.
icar yapılan hilelerden
birini Kitâb'ül-Hıyel
kaydeder: Icânn ilk müddetinde ücret az yapılır, son
müddetlerinde
ücret arttırılır.
Meselâ îcâr akdi üç sene müddetle ise birinci sene için 20, diğer iki sene için
ikiyüz olarak gösterilir. Bu takdirde mucir, her
hangi bir mazeret ileri sürerek îcârın feshini istemez. Meğer ki zaruri bir hal
olursa, o zaman başkadır. Çünkü son senelerde îcâr bedelinin çok olması, onu
müddetin sonuna kadar akdi tutmağa teşvik eder. Çünkü akdin devamında menfaati
vardır. Ancak bu menfaati elden çıkarmağı göze aldıracak bir zaruret ve mûcib sebep varsa o zaman akdi bozmağa kalkışır.
Mebsut burada şunu da zikreder: Bu halde iş, Kadı tbn-i Ebî Leylâ'nın re'yini kabul eden bûzi kadılara
arz ve murafaa olunur. Ona göre îcâr bedeli akid
yapılırken her ne kadar muayyen müddetlere tevzî' edilmiş olsa da buna bakılmaz
ücret bütün müddetlere müsavi surette tevzî' edilir. Bu halde bu hilenin
faydası kalmıyor. En ihtiyatlı hareket tarzı burada şudur: îcâr iki pazarlıkla
yapılır. Birinci müddete az ücret konur, ikinci müddete daha yüksek ücret
konur.[8] Eğer
birinci müddete îcân feshederse mucir kendisi zarar
görür. Müstecir zarara uğramaz. İkinci müddette feshederse yine böyledir.
2- İkinci
misâl şudur: Bir kimse diğer birine diyor ki, sen bir ev satın al, sen satın
aldıktan sonra ben senden onu muayyen bir kârla satın alacağımı va'd ediyorum. Ve dolgunca bir kâr gösteriyor. Meselâ evi
sen bin'e al, ben senden bin beşyüze alacağım.
Kendisine ev alması
emir olunan kimsenin ev almak arzusu yok. Evi alırsa, kendisine almağı emreden
adamın cayıp evi alamamasından korkuyor. Hiç lâzım değilken evin kendisinde
kalması endişesi var. Bu halde ne yapmalı, kendisi için ihtiyatlı bir hîle olarak
şum: söylüyorlar: Evi sahibinden satın alırken muavven bir müd-met muhayyer
olmak şartiyle alır[9]. O
müddet zarfında evi satmağa hakkı vardır. Eğer evi isteyen adam o müddette
satın alırsa iş tamamdır. Hem evden kurtulur, hem de kâr etmiş olur. Eğer almağı
emir eden adam muhayyerlik müddetinde satın almazsa beyi' feshoîunur,
o da kurtulduğuna şükretsin..
îşte hilelerin ikinci nev'ileri bu kabil şeylerdir. Bunlarda şâ-riin gayelerinden birini boşa çıkarmak, bir hükmü İptal
etmek, herhangi bir prensibi yıkmak asla yoktur. Bilâkis bunlarda şahsın
hukukiyle ileride oynanmasın dîye tedbir almak, haklan korumak gayesi
gözetilmiştir. Bunlar hakkı korumak için yol göstermektir. Fıkhın akidler hakkında ahkâmını en mükemmel bir surette tatbik
etmektir. Halkın bu yollardan nasıl faydalanacaklarım beyandan ibarettir.
Üçüncü kısım hileler,
şer'in bâzı maksatlariyle Hanefiyye
Mezhebi fukahâsının tesbit
ettikleri bâzı akid hükümleri arasını birIeştîrmek gayesiyle yapılanlardır. Zira fuknhâmn akicîde şart edilmesine
icaz verdikleri bâzı şartlar öyle tahdit edici bir daire içindedirler ki, akidlerden birinin arzu ettiği bir hakkı içine almazlar. O
hakları korumak için aralarında bir takım şartlar kararlaştırsa-lar bu defa da akid ya fâsid veya mülga olur. îşte
bunun içindir ki, evvelki imamlar âkidde herhangi bir
şart koşmak isteyenler için çareler gösterip hîle yolları bulmuşlardır. Bu
şartlan icabına ihtiyaten riayet olunmak lâzım gelir. Buna iki misâl verelim:
1- Bir adam
parasını diğer bir şahsa verip şirket voliyle iş-letmek
istiyor[10].
Fakat işi yapacak olan ortağının parayı yemesinden, bir oyun yapmasından
korkuyor. Parayı teslim, ederse emin sayılır, emin ise zâmin
olmaz. Akidde tazmini şart koşsa bu şart sahih olmaz,
akdi bozar. Şimdi bu adam iki şey arasındadır: Ya
şirket kurmaz, bundan vazgeçer. Bunda ise hem kendisine, hem de diğer ortağı
olacak adama zarar vardır. Çünkü ikisi de bu parayla kurulacak işin sağlayacağı
menfantlardan malırum
kalacaklardır. Eecr parayı teminatsız verirse malı
zayi' olmak tehlikesine mâruzdur. Bu durumda ne yapmalı? Bu halde hîle yolu
şöyledir diyorlar: Sermaye sahibi parayı ortağına karz
= ödünç olarak verir, yalnız bir dirhemini istisna edip onu şirkete sermaye
diye verir. Sonra ödünç verdiği parayla onu şirkete ortak yapar. Şirketi
işletip Cenâb-ı Hakk'm
ihsan edeceği kârı aralarında muayven nisbette paylaşacaklardır, işte böyle yaparlarsa sahih
olur. Çünkü ödünç para alan kimse parayı kabzetmekle
para sahibine zâmin olmak icabeder.
Hem böylelikle işi görecek adam parayı daha dikkatle işletir, çünkü zarardan
kendisi de zarar görecektir. Sermaye mik-darı farklı
da olsa şirket sahihtir. Kâr ise kararlaştırdıkları şartlara göre paylaşılır.
Nasıl ki Hz. Ali de şöyle buyurmuştur:
Kâr ikisinin
şartlarına göredir. Noksanlık sermayeye aittir. İster ikisi çalışsın, ister
biri çalışsın, hep müsavidir. Kâr, paylaşılır[11].
Şirkette sermayeyi korumak için buîunan çare budur. Fukahâya göre bu caiz birşey
değildir. Çünkü şart koşmak sahih değildir.
Fakat bâzan bu ihtivac basıl olur. Bu hile
hacet ve zaruret Sünnetin nassmdan alınmış bir hüküm de değildir. Bu maslahata göre
içtihadı bir emirdir. Akidler arasında tazminatı
şart koşmak da maslahata uygun olunca
bu hîle neden caiz olmasın. Biz arzu ederdik ki, fukâha
tazminat şartına cevaz versinler. Fakat onlar kaideleri ıttirad
üzere yürüsün diye bu şarta cevaz vermiyorlar. Böylelikle de bu hileye
başvurmak zorunda kalıyorlar.
2- İkinci
misâl de sulha aittir. Bedel-i sulhu muayyen bir şahsın zâmin
olması sulhta şart koşulsa, bu şart sulhu bozar. Çünkü sulh mübadeledir.
Mübadele âkidlerini, âkîdlerden
birinin menfaatına olan şartlar bozar. Çünkü bunda
aldatma vardır. Onun için ihtiyaç zamanında buna da bir hîle bulmak zorunda
kalmışlardır. Şöyle ki:
«Kefil orada hazır
bulunur ve zâmin olur. Zira bu şartla sulh akdi sahih
olmaz. Kefilin zâmin olup olmıyacağı
bilinmez. Kefil bulunup da zâmin olunca aldanma
ihtimâli ortadan kalkar. Kefil hazır olmazsa o zaman şöyle yapılır: Eğer filân zâmin olursa sulh oluyorum der ve sulh tamam olur. Yoksa
aralarında sulh yapılmaz. İşte musâleha akdini böyle
yaparlarsa sulh tamam olur. Zâmin olunca ortada
aldanma kalmaz.»[12]
Görülüyor ki bu iki
hîle, bâzı ahvalde, maslahat ve ihtiyaçla uyuşup birleşemiyen
bâzı akid kayıtlarından kurtulmak için başvurulmuş
çarelerdir, ihtiyat ihtiyacı bu hilelere sevk ediyor. Hem akid
ittifakla yapılmış oluyor, hem de iki tarafın maslahatları gözetiliyor ve
meşru' gayelerden de asla inhiraf edilmiyor.
Dördüncü kısım
hilelere gelince bunlar, bâzı kavaid-i fikhiyyenin, sübûtunu engellediği bir hakkı ilzam için
yapılan hilelerdir, îiînî ve ahlâkî hükümler, nıaksad ve gayeye tâbi olduğundan bu halde buradaki hile ve
dînî ve ahlâkî fazilet emirlerine muvafıktır. Çünkü bunlar hakkı ehline
ulaştırmak ve hakkı zayi' olmaktan korumak içindir. Bunlara dair üç misâl
veriyoruz:
1- Sabit bir
kaidedir ki, ölüm hastası olan bir kimsenin vereseden birisine borç ikrarı
ancak veresenin izniyle nafiz olur. Çünkü bunda mal kaçırmak ihtimâli var.
Hakikaten eşine veya mirasçılardan herhangi birine borcu varsa, bunu ancak
ikrar yoliy-le isbat edebilecek, başka yol yok. Mirasçılar bu ikrara belki
izin vermezler, hattâ ekseriya tenfiz etmezler.
Böylece mirasçının hakkı zayi' olur, borçlu olarak ölenin de zimmetinde bu hak
kalır.. Allah indinde bundan mes'uldür. Fukahânın bu fıkıh kaidesi borçlunun zimmetinin berâeti ve hakkı sahibine edâ etmesi arasına giriyor; hâli
oluyor. Ya fukahâ kaidelerini
bozacaklar, halbuki bu kaide mirasçılar için ihtiyaten kurulmuştur, tâ ki biri
diğerinden Allah'ın taksim ettiğinden fazla miras almasın. Çünkü ölüm
hastalarının böyle miras kaçırdıkları oluyor. Bu kaideyi bozmak, miras nizamını
himaye için konmuş olan bu ihtiyatı altüst etmek olur. Öyle ise burada yapacak
şey şudur:
Zayi' olmasından
korkulan hakkı sahibine ulaştırmak, hastanın zimmetini Allah huzurunda
kurtarmak ve miras nizamını korumak için bir hîle bulmak, bir çare aramak.
îşte bu hileyi Hassâf, Kitâb'ül-Hıyel ve'1-Mehâric'de şöyle anlatıyor:
«Hasta olan adamın karısına yüz dinar veya daha çok borcu olsa, hakkını almak
için çare şudur: Kadın güvendiği bir adamı fretirir,
hasta ona borç ikrar eder ve der ki: Kanm şu adamda
alacağı olan yüz dinarı kabzetmek için, beni vekil
etti, o yüz dinarı şu adamdan aldım. Böylece kendi üzerine borç olan yüz dinarı
ikrar etmiş olur. Bu ikrarla kadın yüz dinar kocasının malından doğrudan
alamaz. Fakat kadın, hastanın bu ikrarına dayanarak o adamdan parayı ister, o
adam da kadının parasını kendisinden aldığını ikrar eden hastadan ister. Çünkü
o, Ölen hasta benden bu kadının olan yüz dinarı aldı ve bunu ikrar etti
diyebilir. Bu borcunu da Ödemeden öldü. Şimdi kadın benden bu parayı istiyor,
halbuki hen kadının olan o parayı ölen adama verdim,
nasıl ki kendisi bunu böylece ikrar etti. Şimdi o borcu malından istiyorum,
diye müracaat eder ve bu isteği yerine getirilir. Bu adam kendisinden yemin
istenilmesinden korkarsa o zaman kadın bu adama bu yüz dinara bir elbise satar,
adam borçlanmış olur, yemin ederken doğru yemin etmiş olur.»[13]
Görülüyor ki fukahânın hîle namını verdikleri bu yol, hakkı elde etmek,
her iki tarafın hakkını yerine getirmek için bulunmuş güzel bir çaredir.
Mirasçıların hakkını korumak ve hastanın terekesini mirasçıları arasında
adaletsiz bir surette taksim etmesine mâni olmak için konmuş bir ihtiyat
kaidesi, burada uygun gelmiyor ve hakkın -hak sahibine ulaşmasına hâil
oluyorken onu da hîle voliyle hallediyorlar.
2- ikinci
misâl şudur: Bir kadını kocası boşamış, kadının kocasından alacağı vardır,
fakat şahit de yok. Adam borcunu inkâr ediyor ve yemin de ediyor,. Kadın
adamdan hakkını alabilmek için ne yapmalı? Burada şöyle bir hîîe
yolu var: Kadın kocasından id-det nafakası alıyor ya İşte bir fırsattır, iddetim
bitmedi diye iddet müddetini uzatır, alacağına muâdil
olacak kadar fazla nafaka alır, böylelikle hakkım almış olur. Hanefiyye mezhebi imamları bu hî-leyi
kabul ederler.'Diyorlar ki: Kadın böyle yaparsa olur. Çünkü kadın kocasından olan
hakkı cinsinden birşey eline geçirdi mi kocasının
haberi olmadan da onu alabilir. Burada da öyle. Bu yolla hakkını alma çaresini
bulmuş olur. Kocası ona her ne kadar iddet nafakası
diye veriyorsa da o bunları alacağına mahsuben alıyor. Her ne yoldan olursa
olsun kocasından borcuna mahsuben para almak kadının hakkıdır. Buna mâni
yoktur. Kadı, iddetinin bitmediğine kadından yemin
isterse, o da başka bir şey kastederek yemin etse olur. Çünkü o mazlum
olduğundan niyetine bakılır. Başkasının iddetini kastederek
iddet bitmedi diye yemin edebilir.[14]
Bundan da görülüyor ki
bu hîleler hakkı elde etmek ve isbat eylemek İçindir,
yoksa başkasının hakkını zayi' ettirmek için değildir.
3- Bu zikredeceğimiz misâli, menakıb
kitapları ve başkaları Imâm-ı A'zam
Ebü Hanîfc'den
nakletmektedirler. Bu en münasip ve en rnuvafık olanı
seçmek ve aile ahvaline ve aile efradı arasındaki alâkalan en güzel şekilde
tanzim etmek, kabilinden bir çare bulmaktır. Hassâf
anlatıyor: Ebû Hanîfe'ye
şöyle bir hâdiseyi sormuşlar: iki kardeş evlenmişler ve iki kız kardeşi
almışlar. Düğün gecesi yanlışlıkla kadınlar nikâhlı olmadıkları erkekle zifafa
girmişler. Sabah olunca işin farkına varmışlar. Herkes mahcup olmuş. Ebû Hanîfe buna şöyle bîr hal
çaresi bulmuş: îkisi de nîkâhlı oldukları kadınları boşarlar ve sonra zifafa girdikleri
kadını nikâhlarlar.[15]
İmam Muhammed'in ve Hassâf'ın Kitâb'üî-Hıyel'indeki hileleri araştırma neticesi bulduğumuz hîle ve
nevileri bunlardır. Bu misâller okuyucuya gayet açık bir surette gösteriyor
ki, fukahâ bu hîlelerle fıkıh kaidelerinden herhangi
bir kaideyi yıkmağa asla kas-detmiyorlar. Belki bunun
aksine fıkıh kaidelerini en güzel yolda tatbiki gösteriyorlar, dar kayıtlar
içinde kalanlara kolaylık buluyorlar, bâzı kaidelerin araya girip kapadığı
yolları açarak hakka götürüyorlar.
Ebû Hanîfe'nin açmış olduğu bu
hîle = çare bulma çığırında yürüyen Hanefiyye fukahâsı, bunu hiç bir zaman şâriin
maksatlarına karşı gelmek için vasıta yapmamışlardır, böyle bir maksatları
yoktur. Onlar bu yollarla o maksatların gerçekleşmesine çalışmışlardır.
Yukarıda verdiğimiz misâllerden görülüyor ki, Ebû Hanîfe ve ona tâbi' olanlar, bu hileleriyle şâriin maksatlarının kolayca tahakkukunu nasıl
araştırıyorlar ,onlara asla karşı durmuyorlar. Şeriat ahkâmını îslâmın gayesine uygun olarak kolaylaştırıyorlar. Çünkü din
kolaylıktır, onda güçlük yoktur.
Şuf'a hakkından mahrum etmek hususunda hîle caiz olup olmadığı
hususunda imam Ebû Yusuf'la îmam Muhammed arasında
ihtilâf olduğunu görüyoruz. Ebû Hanîfe'nin
bu hususta görüşünü zikretmiyorlar. Biz o İki imamın görüşlerini arzedeceğiz. Onlardan da görüyoruz ki, Ebû
Hanîfe'nin açtığı bu çığırda gidenler buldukları
hilenin şâriin maksatından
birine karşı gelmemesi için nasıl gayret sarfediyorlar,
ne kadar ince arıyorlar. Yoksa Şuf'a hakkında hilenin
cevazı etrafında bu ihtilâf kopmazdı.
îmam Ebû Yusuf diyor ki, şuf'a hakkını
düşürmek veva arzusunu kırmak için, hak:ki fiyatı
gizleyip de meydanda yüksek bir fiyat göstermek suretiyle hîle yapmakta bir beis yoktur. Yalnız
bunun suf'adan önce olması lâzımdır. îmam Muhammed'e göre ise.
bu, şiddetle mekruhtur.
îmam Muhammed'in
nokta-i nazarı açıfctır. Çünkü: Şuf'a
hakkını bu yolda düşürmeğe çalışan kimse, Cenab-ı Hakk'm meşru kıldığı bir hakkı hükümsüz bırakmağa
çalışıyor, demektir. Bu ise caiz değildir. Şuf'a
hakkını düşürmeğe çalışan kimse başkasının hakkım zayi ettirmeğe çalışıyor,
demektir. Halbuki o hakkı ona sâri' tanımıştır. Başkasının hakkına tecavüz
etmek caiz olamaz. Sâri' şuf'a hakkını tanırken,
şefi' olacak kimseden zararı defetmeği hedef tutmuştur. Şimdi onu İskata çalışan kimse, şâriin
defetmek istediği zarara yol açıyor demektir. Bu ise asla caiz değildir.
Şuf'a hakkını istemeden önce şuf'ayı
düşürmek için hîle yapmakta bir beis görmiyen Ebû Yusuf'un noktai nazarı ise şudur:
Şuf'a hakkını düşürmek için hîle yolu arayan kimse bunu
kendinden bir zararı defetmek için yapıyor. Kişinin kendinden zararı defetmeğe
çalışmasında hiç bir beis yoktur. Defettiği zarar ise rızası olmaksızın evin
ondan alınmasıdır. Mülküne bir zarar geliyor. Onun men'ine çalışmak meşru' bir
şeydir. Şuf'a hakkını istemeden önce şefîa gelecek zarar her vecihten ihtimalli bir zarardır.
Çünkü şefî' bu müşteriden ya zarar görür veya görmiyebilîr. Zarar geleceği farzolunsa
bile bu zarar ya vuku' bulur veya vuku 'bulmıynbilir. Öyle oîunca
müşteriye vâki mutahakkık bir zararı defetmekte bir
beis yoktur, çünkü bunun karşısında sakıt olan hak, ihtimalli bîr zarara
dayanmaktadır. Bu ise kat'îdir.
Mebsut sahibi Serahsî'nin
naklettiğine göre zekâtın farz olmasının men için hîle Ebû
Yusuf'la Muhaınmed arasında böylece ihtilaflıdır.
Zekâtın farz olmasını önlemek için hîle havelân-ı
havilden - sene dolmazdan önce paranın bir kısmını sadaka verip zekât
nisabından düşürmek suretiyle olur. imam Ebû Yusuf
buna cevaz veriyor. îmam Muhammed ise bunu menediyor.
Sarahsî, Ebû Yusuf'tan
naklen şöyle diyor: «Ebû Yusuf, Emâlî'de
buna şöyle delil getiriyor: Bir adamın 200 dirhemi olsa, sene dolmağa bir gün
kala bir dirhemini sadaka verse, bu mekruh olur mu? Bir dirhem sadaka vermesi
sene olduğu zaman zekât nisabı bulunmasın da zekât lâzım gelmesin diyedir.
Bunun mekruh olduğunu, günah olduğunu söyleyen bir kimse yok.»[16]
Zekâtın farz olmasına
mâni olmak için Ebû Hanîfe'den
hiç bir hîle naklolunmuş değildir. O büyük imamın zühd
ve takvası, din hususunda meiâret! böyle ibadetle ilgili'bir mes'elede hîle aramasına
mânidir. Hat.c Ebû Yusuf'a nisbet
olunan bu sözün sıhhatine bizim içimiz bir türlü yatışmıyor, gönlümüz inanmak
istemiyor. Zira Ebû Bekir'in (Allah ondan razı olsun)
uğrunda harbettiği bir mes'elenin
vâcib olmasına mâni olmak için insanlara kolaylık
göstermekten biz Ebû Yusuf'u tenzih ederiz, onun dînî
duygusu bunun üstündedir. Emâlî'nin bu rivayetinde
bizim çok şüphemiz var. Emâlî kitapları rivayet
bakımından birinci derecede gelen kaynaklardan değildir.
Ebû Hanîfe'ye nisbet olunan bâzı hileleri zikretmiş bulunuyoruz.
Bunların bâzısını o kabul etmiş, onları almış
veya o yolu göstermiş
ve bunlarda bir beis görmemiş olabilir, bunlar hep ihtimal dahilindedir. Ebû Yusuf'a nisbet olunan garip
hilelerden birini de zikrettik ve onun hakkındaki re'yimizi
de açıkladık.
Bunlara bakınca
görüyoruz ki, hakikaten Ebû Hanîfe
Hazretlerinden rivayet olunan tek bir hîle yoktur ki, onda şâriin
maksat ve gayelerinden birine karşı gelmiş olsun. Dînin hükümlerinden birini
yıkmağı kasdeden tek bir hilesi gösterilmez. Onun
hileleri hep kolaylık ve genişlik göstermek kabilindendir, dînin kolaylık olduğunu
beyan eder. Fakat bâzı Avrupalı bilginler hîle-i şer'iyyeden
bahsederken diyorlar ki: îslâm fukahâsını
hîîeye sevkeden âmil şudur:
Onlar istinbat eyledikleri fıkıh ahkâmında idealist
gibi hareket ediyorlardı. îdeal bir örnek vermek istiyorlardı. Fakat hayattaki
işler bu ideal ile birleşmiyordu. îşte bu idealleriyle amelî hayattaki
tatbikatı birleştirmek için böyle bir yol buldular ve hîlei
şer'iyye meydana çıktı»
Daha sonra diyorlar ki,
hile îslâmda tekıyyeye müsâsildir. Bu ise zahiren fslâmi
inkârdır. Veyahut da Müslüman olmiyan bir Hükümetin
işkencesinden korkarak gayri îslâraî bir yol tutmaktır.
Bu, zaruret zamanı mubah olan bir şeydir. Hîle de bu kabilden sayılabilir.
Demek müsteşrikler
nazarında hîle, şekil itibariyle şeriatın istediklerine uygun, fakat netice
itibariyle dînin nüfuzu ve sultası dairesinden çıkmak ve ahkâmından kaçınmak
gibi bir şey olur.
Hîlei şer'iyye hakkında
Avrupalıların görüşü budur. Muteah-hırînin zahiren şeriatın emirlerine uyup hakikatta ahkâm-ı şer'iyyeden
kurtulmak için icadettikleri hileler hakkında bunlar
bir derece doğru olabilir. Fakat Ebû Hanîfc'den ve onun ashabından, evvelki imamlardan
naklolunan hileler hakkında bunlar asla doğru olmaz. Çünkü onların hileleri
hakka vusul içindir. Akidleri takyid
ettikleri kayıdlarla hükümlerin şer'in gayesine uygun
bir halde birleşme-smi temin maksadiyle
yapılmıştır. Yoksa onlardan uzaklaşmak İçin değildir. Onlar halka kolaylık
göstermek, öfkeyle yemin ederek kendilerini güç bir duruma soktukları zaman onları
kurtarmak için bulunmuş çarelerdir. Başkalarının oynamasından haklarını korumak
ve isbat için ihtiyat yollarını bildirerek riayeti
gereken şartları göstermek içindir.
Bu büyük imamların
hileleri, şâriin maksadını yıkmaz, yalnız zahiri
şeriata uydurmak için değildir. Şeriatın maksatlarını, dînin ruhunu tahakkuk
ettirmek, teklifleri kolaylaştırmak, güçlükleri kaldırmak içindir. Böylece
gayet uygun ve iyi bîr fıkıh yolu bulundu. Akid
kaideleri ve şartları kolayca tatbik edildi. Halkın ahvâlini iyi tanımak,
onların maslahatlarını bilmek bu işi daha kolaylaştırmış oldu.
Bu imamlar,
hilelerinde şeriatın gayesini yıkan bir şeyin asla bulunmamasına çok
çalışıyorlardı. Bunun için canlı misâlini şuf'a
hakkını talebden önce düşürmek için hile yapılıp yapılmıyacağı hakkında Ebû
Yusuf'la Muhammed arasındaki ihtilâfta görüyoruz. İmam Muhammed bu hileye
müsâade etmiyor .Ebû Yusuf -yerinde beyan ettiğimiz
veçhile- bu hilede bir beis görmüyorsa da, bunun şuf'anın
talebinden önce obuasını ileri sürüyor. Böylece herkesin hakkına riayet ediyor.
[1] Şems'ûl-Eimme
Serahsî, Mebsut, c. 30, s.
209.
[2] Hassaf, Hiyel
ve Meharic, Şaht tab'ı.
[3] İbn-i Kayyim
Cevzî, Î'lm'ül-Muvakkıîn, c. III, s. 394.
[4] İbn-i Kayyim
Cevzî, Î'lâm'iü-Muvakkıîn c. III, s. 394.
[5] Ahmet Haarâf, EI-Hıyel ve'1-Mehâric, s. 103, Y. Şaht tab'ı Almar
ya. Bu son surete göre fakir olan borçlunun iki
kimseye borcu vardır. Alacağı nisbetinde zekât
verince diğer alacaklı da bu paraya ortak çıkar o da alacağı nisbetinde hisse alır. Zekât veren ise kendi alacağına
mahsuben vermek istiyor. Bunun için hibe yoluna gidilir, alacaklı da borcundan
ona ibra eder. Hassâf, zekâta şu hileyi de zikreder:
1-Malı oîmiyan bir fakirin kefeni için zekâtından vermek istese,
zekâtı teslim şartı bulunmadığından bu olmaz. Bunun hilesi şudur: Zekâtı ölür.
ün ehline verir, onlar da bunu kefen almak için sarfederler.
2- Mescid inşasına zekâtından vermek istese teslim bulunmadığından zekât sa::it olmaz. Fakat zekâtı olan parayı oranın ful.ahâsına verir, or.lar da mescidin ir,şrs;na sarfederler.
Haösân, ihtiyatlı hareket ederek diyor ki: Fukaraya
verse onlar da camiin inşasına verseler bunda beis yoktur. Parayı verirken: Bu
cami içindir demez, bu size. zekâttır, der, olur biter.»
[6] Şems'ül Eîmme
Serahsî, Mebsut, c. 30, s.
232
[7] Ahmet Hassâf, Hıyel Mehâric, s. 96, Şaht tab'ı Almanya
[8] Şems'ül-Eimrae
Serahsî, Mebsut, c. 30,
s. 216.
[9] Aynı eser.
[10] Bu, fıkıhta mudârebe denen,
bir nevi şirkettir. Parayı biri verir, diğeri İş görür. Kâr aralarında malûm
bir nisbette paylaşılır. Bu esnada sermaye azalırsa,
sermaye sahibinin hesabmadır. Diğeri ona karışmaz.
[11] Şems'ül-Eimme
Serahsî, Mebsut, c. 30, s.
238.
[12] Serahsi, Mebsut,
c. 30, s. 224.
[13] Ahmet Hassâf, Hıyel ve Mehâric, s. 101.
[14] Serahsî, Mebsut,
c. 30, s. 338. Son kısım gösteriyor ki bir kimse zahirin gayri birşey niyet ederek hâkimin önünde yemin ederse, mazlum ise
günah değildir. Mazlum değilse günah olur. Çünkü başkasının hakkım kaybettirir.
Mazlum ise kendisinden zulmü defetmeğe çalışır.
[15] Hassâf, Hıyel
ve Mehâric s. 96.
[16] Serahsî, Mebsut,
c. 30, s. 240.
Mebsut sahibi böyle eliyor. Ben, Emûlî'nin
Ebû Yusuf'tan rivayetinde mütereddidim, onu kabul
edemem. Emâli zahir-i rivâye
kuvvetinde değildir. Birinci derecede gelen kitaplardan da değil ki onun Ebû Yusufa nisbetinde
şüphe editsin. Ebû Yusufun bir ibâdetin vücubuna
mâni olmak için hîle yapacağını biz çok uaak
buluyoruz. Burada ki şeye ten bili etmek
1- Zekât; hilesi, vöeûbıı men içindir, vilcubdan
sonra Iskat için değil. Bunu imamlardan birisi söylememiştir.
2- Ebû Hanife'den
zekatın vücubu ve şuf'a
hakkım Iskat için bir hile naklolunmuş değildir. Hanlfe'nin
bulduğu hileler böyle şüphe uyandırıcı şeyleren çok
uzaktır.