84- Tahric Ve Tercih Ne Demektir?
85- Tahricîn Îstînad Ettigî Usul
86- Tahrîc Mes'elelerî Îmâm-ı A'zam'a Nîsbet
Olunabîlîr Mî? Îbn-i Abîdîn Ne Dîyor?
87- Tahric, Fıkıhta Bir Merhale Ve Hamledir
88- Tercih Nedir, Muhtelif Rivayetler Arasında Tercih
Nasıl Yapılır?
89- Katlinin Şahsiyetine
Bakarak Kavillerin Tercihi Usulü
90- Delilin Kuvvetîne Bakarak Tercih Usulü
91- Îstihsanla
Kıyas Karşılaşınca Tstîhsan Tercîh Olunur
92- Tahrîc Yoluyle Mes'ele Halline Olan Îhtîyaç
Tahric denince haklarında mezheb
imamlarından bir kavil bi-Iinmiyen
hâdiseler için bir hüküm bulup çıkarma kastolunur.Tahric yapan bu hükmü doğrudan şer'i naslardan
ictihad edemez. Mezheb fukahâsınm umumî kaidelerine ve usulüne göre onlann kavillerinden çıkarır.
Tercih ise mezheb imamlarının muhtelif kavillerinden birini seçmek
veya onlardan naklolunan muhtelif rivayetlerden râcih
olanı almaktır.
Tahricî mezhebde muharic nâmını alan tahric erbabı
yapar ki, onlar müctehid-i mukayyed
tabakasındandırlar. Tercihi ise tercih sahipleri dediğimiz mezheb
fukahâsı yapar. Bunlar tercih yollarını bilirler. Re'yler ve rivayetlerin hangisi kuvvetli, hangisi daha kuvvetsiz
olduklarını tanırlar. Bunlann mezheb
imamları tarafından hükmü bildirilmemiş mes'eleler
hakkında ictihad yapmağa, hüküm vermeğe selâhiyetleri yoktur. Mezheb müctehitlerinin kavillerine muhalefet edemezler. Bunlar
yalnız râcih olanı .vazgeçilenden temyîz etmek,
kuvvetli ve zayıfı seçmek, rivayetlerin hangisi sahih, hangisi zaif bunu beyân etmek kudretini ve seîâhiyetini
taşırlar. Mezhebde müctehidler
tabakalarını beyân ederken bu iki tabakayı anlatmıştık.
Tahric işi, mezhebde muteber umumî
usul üzere yapılır, mezheb müctehidlerinin
akvâline göre çıkarılan hükümler onlann
fürûruna benzer. Çok defa bu gibi hükümleri örf ve
âdete uydururlar. Onun için çok defa bu hükümlerin umumî örften veya hususî örften
neş'et ettiğini görürsün. Beyi' ve icârelere dair hükümlerde şu ibareleri bulursun: «Mâverâünnehir'de veya diyâr-ı Rum'da = Anadolu'da örf
böyle câridir.» Bu ve emsali sözler gösteriyor ki, mes'e-leierde ictihad yapılırken örfün
büyük nüfuz payı vardır. Bâzan yalnız örf müessir
olur, müessir olmazsa, hiç değilse bir kıyası diğer kıyasa tercih için âmil
olur.
Tercih ashabının
yaptıkları yalnız bunlara münhasır kalmış değildir. Onlar bu hududu aşarak
eskilerin fetva verdikleri mes'e-lelerde
de fetva verdiler ve onlara muhalefet ettiler. Çünkü zamanın icapları bu
değişikliği iktiza etmiştir. Yalnız bunlar, geçmiş müctehidlerin
Kitap ve Sünnetten bir nassa veya nas
gibi vazıh bir kıyasa istinad etmedikleri mes'elelerde olabilir. Yoksa muhalefet edemezler. Değişen,
daha ziyâde örfe dayanan mes'eîelerdir. Meselâ eski Fukahâ: Ma! sâhabi
mülkünde hürdür, istediği gibi tasarruf eder, diye fetva vermiştir. Komşu ile
komşu arasındaki münasebetlere, şuf'a hakkı müstesna
olmak üzere, mahkemeyi karıştırmamışlar. Bu komşuluk münasebetlerininttanzîmini
dîne ve ahlâka bırakmışlardı. Sonraları insanlar bozulup fesad
alıp yürüdüğünden din duygusu zayıfladı, bâzı mülk sahipleri mülkündeki ta-sarrufiyle komşusuna fahiş zararlar vermeğe başladı. Müteahhırûn fukahâ gelince bu
hâli gördüler. Düşündüler ki, Ebû Hanîfe
kaza bakımından mâlike bu hürriyeti verirken kom'şusuna
karşı münâsebeti tanzim ve takyidi din duygusuna bırakmıştı. Din duygusu
zayıflayınca bu münâsebetler çığırından çıktı. Eğer Ebû
Hanîfe Hazretleri sağ olsaydı şimdi başka türlü fetva
verir ve komşu hakkını müdafaa için nıal sahibinin
tasarrufunu bir kayıd altına alırdı. Onun için müteahhırûn yeni bir hüküm verdiler ve: Komşusuna fahiş
zarar veren her tasarruftan mal sahibini menettiler. Komşular arasındaki
alâkayı tanzim için bu gibi ahvâlde mahkeme müdahale eder, dediler.
İşte bu sözlere örf
esâsına göre, mçzhebde tahric
erbabının veya müctehidlerin, icabına göre,
geçmişlere muhalefet için nasıl yol bulduklarını izah etmiş bulunuyoruz.
Bu re'yler
ki, ister mezheb imamlarından hükümleri naklolunmamış
hâdiseler hakkında verilmiş hükümler olsun, isterse Örfün değişmesine ve fukahâca mâteber usûle binâen
imamlara muhalif olarak verilmiş hükümler olsun, her ikisi de mezhebin akvâ1 gibi
itibâr olunur ve Hanefiyye fıkhından bir cüz sayılır.
Fakat bunlara Ebû Hanîfe'nin
kavli demek doğru olmaz. îbn-i Âbiden bu hussuta şöyle diyor:
«Hâsılı ashabının
İmâm-ı A'zama' muhalif olan kavilleri, muteber meşâyih-üstadlar tarafından
tercih olundukları takdirde, mezhebin kavli olmaktan çıkmazlar. Tıpkı bunun
gibi, zamanın de-
ğişraesi veya zaruret ve saire îcâbiyle
yeni örf ve âdete göre üstad-lanri
verdikleri hükümler bu mezhebin kavli olmaktan çıkmış değildir. Çünkü onların
bu tercihi, kendileri nezdinde delilin râcih olmasından ileri gelir, tmâm-ı
A'zam tarafından buna izin verilmiştir, o, deîîle bakın, demiştir. Zamanın değişmesine ve zarurete binâen
verdikleri hükümleri de böyledir, eğer o hayatta olsaydı bunları nazar-ı
itibâra alarak onların dedikleri gibi derdi. Onların kail. oldukları re'y, yine îmâm-ı A'zam'ın
kaidelerine göredir ve onun mezhebinin muktezâsıdır.
Ancak bunlarda: Ebû Hanîfe
şöyle diyor, denilmemek lâzımdır. Yalnız sarahaten ondan rivayet olunanlarda:
Ebû Hanîfe böyle dedi,
denilebilir. Bunlarda: Ebû Hanîfe'-nin mezhebinin muktezâsı budur,
şöyledir, denebilir. Onun kaidelerine ve onun kavline kıyas yaparak bâzı ahkâm
çıkarma suretiyle üstadların yaptıkları tahricler de böyledir. Ebû Hanîfe'ye nis-bet olunmaz, anca'k: Onun kavline kıyasla bu şöyledir, böyledir, denir.
Bunların cümlesinde Ebû Hanîfe
dedi, denilemez. Evet, unun mezhebi denir, fakat bu onun mezhebinin ehlinin
kavli veyahut da onun mezhebinin muktezâsıdır,
manasınadır.»[1]
Ebû Hanîfe Mezhebinde tahric böyledir. Ve fıkhın gelişmesine sebep olmuştur. Çünkü
usûlünün uysallığı ve bilhassa Örf ve âdete dayanan aslı, bu mezhebin önüne
geniş bir saha açmıştır. Bütün hâdiseleri karar, insanların ihtiyaçlariyle,
zamanın icablariyle uyuşup birleşir. Geçmiş ulemanın
akıllarının mahsulüyle, düşünce serbestisiyle genişleyen bu fıkıh ufku
insanların ihtiyaçlarım karşılamış ve tahric erbabı
bu vasıflariyle içtimaî dertlerin devasını
bulmuşlardır.
Bizim kanaatımızca, eğer bu mezhebde tahric kapısı bulunduğu hal üzere serbest olsaydı, ve tahric erbabı da eskilerin yükseldikleri fıkıh ufkuna
yükselebilselerdi, mezhebin kavâid ve usûlünden
dışarı çıkmamak kaydiyîe ve Kitab
ve Sünnetin sabit naslanna karşı gelmemek şartiyîe, zamanın müşküllerine çare bulmak, zamanın
icaplarına ve iktizâlarına uygun hükümler istinbât
eylemek mümkün olurdu. Bu şartların mahsûlü olan re'yler
Hanefiyye mezhebinden sayılırdı. Fakat insanlara
durgunluk geldi, donup kaldılar ve bunu İslâm fıkhının donukluğu zannettiler.
Halbuki bu hiç de böyle değildir.
Hanefiyye mezhebinde tercih ameliyesi, gayet güç ve mühim bir
iştir. Fukahâ, kendilerini onun çerçevesi ile mukayyed bilerek bu mühim işi başarmışlardır, yaptıkları
tercihler, onların muntazam bir fıkıh aklına, disiplinli bir çalışmaya sâhib olduklarını göstermektedir. Delillerin kuvvetlisini
ve zayıfını tanıyorlardı, icâbında hüküm çıkarmağa, müctehidlerin
içtihadından mes'ele almağa kudretleri vardı. Fakat
sonradan onlarla yaptıkları arasına sed-ler çekildi.
Tercih denince
umumiyetle şu iki şeye şâmil olur: 1-
Muhtelif rivayetler arasında tercih yapmak, 2- Muhtelif kaviller arasında tercih etmek, bunların hepsinin yolu
ve usûlü vardır. Rivayetler arasında tercih yapmak, evvelâ bu rivayetlerin
bulunduğu kitapların derecesine göre olur. Eğer bu rivayetlerden biri Zâhir-i Rivâye kitaplarında bulunursa o kabule daha lâyıktır.
Diğerlerinde-ki rivayetlere bakılmaz. Meğer ki, oradakiyle tearuz olmıya. Fetâ-vâ-vi Hâmiyye'de deniyor ki:
«Zâhir-i rivâyeden başka rivayetler alınmaz. Ancak
usûle muvâfıksalar alınır. Eğer bir.mes'ele Zâhir-i rivâye kitaplarından başkasında ise, bizim ashabımızın
usûlüne muvafık olduğu takdirde onunla amel olunur.»
Demek oluyor ki,
gayr-ı zâhir-i rivâyeyi takviye edici zâhir-i rivâyeden bir şahit varsa o zaman kabul olunur. Usûle uygun
olursa tahrîcinde zâhir-i rivâyeye
muvafık demektir. Usûle muhalif olursa iki taraftan da zaaf sarmış demektir:
Senedi ve rivayeti ba-kımından
zayıf olduğu gibi mezhebin umumî usûlüne muhalif olmakla şâz olması bakımından
da zayıftır.
İki rivayet de aynı
konuda iseler: Meselâ ikisi de Zahiri rivâ-yede
mevcutsalar, veya başkasından olsa da usûle muarız değilse-ler,
birini şâz i'tibâr etmeğe imkân yoksa, o zaman en
sahih rivayet aranır: Râvilerin kuvvetine bakılırsa
ona mülâbis karineler aranır; taharri esbabına dikkat
olunur. Tercih edici birşey bulunmazsa, o takdirde
zamana bakılır, hangisi daha eski bir hâdiseye bağlı ise onun zamanca evvel oîduğu anlaşılır ve diğer ikinci bir kavil olduğundan o
kabul edilir, birinci kavilden rücû' edilmiş demek
olur. Eğer hangisinin daha sahih olduğunu araştırma bir netice vermezse, o
zaman bu iki kavil müsavi kalır ve delil kuvvetiyle tercih yapılır. Bu iş de
muhtelif akvâl arasında tercih yapma kabilinden
olur.
İşte tercih ashabı,
muhtelif rivayetler arasında tercihi bu suretle yaparlar. Muhtelif kaviller
arasında tercihe gelince bu da iki" suretle olur: 1- Sözü söyleyenin şahsiyetine bakarak tercih yapılir,
2- Delilin kuvvetine bakarak tercih
olunur. Zaruret, hacet veya Örf îcâbı yapılan tercih de bu ikinci kısma
dahildir. Çünkü bunlar da delile bakarak tercih sayılır.
Kailinin derecesine
bakarak tercihte diyorlar ki: Bir mes'elede Ebû Hanîfe ile Ebû Yusuf ve Muhammed'in re'yleri
birleşiyorsa üçünün re'yi muteber olur. Ancak bir
zaruret veya örf bulunup da onların muteber usûlüne göre muhalefeti iktizâ eder
ve o re'yin esası da zannî
olan bir kıyas olursa o hal müstesnadır.
îmam Ebû Yusuf'tan veya îmam Muhammed'den biri Ebû Hanîfe ile ayni re'yde olursa o zaman Ebû Hanîfe ile birleşen tara fin re'yi, diğer tek kalan tarafa, beyân ettiğimiz hudud dâhilinde, tercih edilir. Eğer üçü de ayn ayrı birer re'ye İcail olurlar, yine aynî hudud
dâhilinde, Ebû Hanîfe'nin re'yi-diğerlerine tercih edilir. Çünkü o mezhebin baş
imamıdır. Burada zaruret veya Örf gibi bir saik yoktur. Mezhebin evvelki müctehidleri birinin delilinin kuvvetli olduğunu beyân
etmemişler, kabulü evlâ.oîan budur, dememişlerdir.
Öyle olunca mezhebin üstadı olan.Ebû Hanîfe'nin re'yi muteber olarak
kalır.
Ebû Hanîfe bir re'yde, Ebû Yusuf'la Muhammed
başka bir re'yde olurlarsa, eğer fetvayı veren kimse mezhebde müetehid tabakasından
ise, hangi tarafın kavlini tercih ettirmeğe îcâb eden
bir-şey bulunursa onu alır. Şayet müetehid değilse:
.İçlerinde AbduU. lah b.
Mübarek de bulunan bir kısım ulemâ îmâm-ı A'zam'ın
kavlini tercih eder, diyorlar. Diğer bir kısım ulemâya göre.ise fetvayı veren
kimse dilediğinin kavlini seçip alır. Ulema birinci kavlin, daha sahih olduğunu
söylerler. Kâdıhân bu mes'eleyi
gayet güzel açıklamıştır. Şöyle ki;
«Bir mes'ele bizim ashâb-ı mezhebimiz
arasında ihtilaflı olduğu takdirde bakarız; Eğer Ebû
Yûsuf'dan veya Muhammed'den bi:
rişi Ebû Hanîfe ile beraber ise o zaman Ebû
Hanîfe'yle re'yi yâni Ebû Hanîfe'nin ve onun re'yi alınmış olur. Çünkü şartlar tam ve sa-vab olduğuna-deliller
birleşmiştir. Eğer Ebû Yûsuf'la Muhammed bir kavil
üzerinde Ebû Hanîfe ye
muhalif olurlarsa bakarız: Eğer bu ihtilâf, zâhir-i adalete hükmetmek gibi zamanın
ve'asrın değişmeşinden
doğan bir ihtilâf ise", insanların hal ve sânı değiştiği göz-önünde
tutularak Sahibeynin kavli alınır. Ziraat, muamelât
gibi hussularda yine onların kavli seçilir [2],
çünkü muteahhırîn bunun üzerinde icmâ'
etmiştir. Bunlardan başkasında müetehid müfti muhayyerdir. Re'yinin
yatıştığı ile amel eder. Abdullah b. Mübarek ise Ebû
Hanîfe'nin kavli alınır diyor.»
Ulemânın ekserisine
güre Ebû Hanîfe'nin kavli
tercih olunur. Ancak mezhebde müetehid
olan fakın, mucip sebeplerden dolayı başka bir kavi! tercih ederse bu hal
müstesnadır. Onun için İbn-i Nüceyn
şöyle diyor:
Gerek Sâhibevnin ve gerekse onlardan birinin kavli Ebû Hanîfe'nin kavline tercîh
olunmaz. Ancak bir mûcib sebep varsa o zaman tercih
olunur ki, o da ya İmam-ı A'zam'ın
delilinde zaaf bulunur, veyahut zaruret ve teamül icabı olur, müzâraa ve muamelâtta Ebû
Yûsuf'la Muhamrned'in ikisinin kavillerinin tercih
olunduğu gibi. Yahut da bu ihtilâfın sebebi zamanın ve asrın değişmesinden
ileri gelmiş olabilir. Eğer Ebû Hanîfe
Sahibeynin yaşadığı asırda olanları görseydi onların re'yini muvafık bulurdu. Zâhir-i adaletle hüküm vermemek
bunun bir misâlidir,»
Bunların cümlesi, o mes'ele hakkında Ebû Hanîfe'den naklolunmuş bir re'y
bulunduğundadır. Ebû Hanîfe'den
rivayet olunmuş re'y yoksa mezhebde
müetehid olan fakîha göre
tercîh edici bir delil de' bulunmazsa, o zaman Ebû
Yûsuf'un kavliyle fetva verir. İmam Ebû Yusuf'dan da naklolunmuş bir re'y
yoksa o zaman îmam Muhammed'in kavliyle, imam Züfer'in
kavliyle, sonra Hasan b, Ziyad'ın kavliyle fetva
verir.
Eğer mezheb ashabından birinden o mevzuda^ bir rivayet yoksa o
zaman onlardan sonra gelen mezhebde müetehid olan tahric ashabının
onların kavillerinden çıkardıkları re'y kabul olunur
ve onların bu kavli mezhebin re'yi olur. Eğer tahric yapanlar da aralarında ihtilâfa düşerlerse Tahâvî ve onun tabakasında bulunan kibar fukahânın ekseriyetinin kavli alınır. Eğer tahric ashabının da mes'ele
hakkında bir re'yi yoksa o zaman yapılacak iş
hakkında
El-Hâvî sahibi şöyle
diyor: «Müfti mes'eleyi tedebbür ile inceler, her yönden bakar, doğruyu bulmak için
çalışır, mes'ele hakkında götürü konuşmaz, mevkiine
ve şerefine yakışanı söyler. Allah'tan korksun, Allah onu gözetliyor. Zira bu
büyük bir iştir. Câhil ve şakilerden başkası onda cür'et
gösteremez.»
Bu sözlerden
anlaşılıyor ki, ne imamlardan, ne onların talebelerinde ve ne de tahric ashabından hakkında bir nas
bulunmıyan bir mes'ele
karşısında kaldığı zaman, müfti olan zat, nas bulunmamasını bahane ederek fetva vermekten kaçınamaz.
Mes'eleyi teemmül ve tedebbür
ile tedkikten geçirir, içtihad
yapar, mezhebin usûl ve fürûuna uygun olarak onu
halleder, bir hükme bağlar. Bu ise her zaman muharricler
= tahric erbabı bulunmasını îcâbeder.
Çünkü hâdiselerin sonu yoktur. Her hâdisenin ise bir hükmü olması lâzımdır. Bu
ise her asırda en azından mezhebde müctehid muharricler
bulunmasıyla kabil olur. Halbuki bu, mezhebde İctihad kapısının kapalı olmasına muhaliftir.
Bu sözlerimizde delile
bakmaksızın tercih usûlünü beyân ettik. Delile bakarak tercihe gelince: Bunu tahric kudreti olan mezhebde müctehid yapar. Mütekaddîmin akvâlinde ihtiyar edilecek yerde bu usûl câridir. Ebû Hanîfe'nin re'yi mi, yoksa Sâhibeynin re'yi mi, veyahut da örfün iktizâ ettiği mi? Bu akvâl arasında bî ri seçilir.
Delilin kuvvetine göre
tercih : Mukarrer, mazbut, sabit kaide tere hangisinin daha yakın olduğunu
şayet hüküm zaman ve asrın değişmesiyle değişen bir mevzuda ise o zaman
fetvanın verildiği asrın ruhuna daha uygun olanı beyan etmek suretiyle yapılır.
Mezhebde muharric olanlar,
ihtilâf ânında mezhebde râcih
olan sâbU re'ylerde karar
kılmışlardır. Onları kitaplara yazıp tesbit etmişlerdir.
Kendilerinden sonra gelenlere akvâl arasında tercih
etmek kapısı kapanmıştır. Hattâ nas bulunmıyan mese'lelerde ictihad yapamazlar. Halbuki mezhebin gelişmesi, her hangi
bir asırda tahric yolunun kesilmemesi iktiza ederdi.
Geçmiş muharriclerin yaptığı bu iş devam etmeli idi.
Yukarıda işaret
ettiğimiz bir şeyi burada tekrar hatırlatmayı münasip buluyoruz. îmâm-i A'zam'dan istihsân naklolundu mukıyas
bırakılır, alınmaz. Çünkü Serahsî'den naklettiğimiz
veçhile, kıyastan vaz geçilmiştir.
Ve haddizatında mâkul olan da budur. Lâkin mezhebde bâzan mezheb imamlarından iki
imamın iki re'yi olur. Birisi kıyastır, diğeri istihsândır; Fukahânm dediğine
göre burada da istihsanla amel olunur. Çünkü müstahsen olan kavil râ-cih demektir. Yalnız bâzı mes'eleleri
bundan müstesna tuttular ve onlarda kıyasın râcih
olduğunu söylediler. Bâzıları bunları onbir mes'ele olarak saydı, bâzıları daha çok olduklarını söyler.[3] Bunlardan
başka yerlerde istihsân kıyasa takdim olunur. Râcİh rey sayılır.
Hanefiyye mezhebinde tercih işte budur. Bundan önce tahri-ci de beyân etmiştik.
Doğrusu mc/hobin gelinmesi ve terakkinin son
merhalesine yükselmesi için tercih ve tahrîc babını
açmak zaruridir.
Fakat bunlar
kapanmıştır. Müteahhırînc, geçmişlerin 'ercih ettiklerine tâbi olmaktan başka bir şey kalmadı.
Hükmü haıckında mezhebde
bir nas bulunmayan mes'eleler
hakkında ietihad yapamazlar. Mezhebin akvâii tedvin olunmuş kitapları tertip edilmiştir. Her Hanefîyc onlara mutlak surette tâbi olmak düşer. Bu büyük
mezhebe ihlâs ve samimiyet sâliklerinin
geçmişlerin izinden yürümelerini icabeder. Çünkü
baştan ne ile yararlı olduysa, sonu da onunla salâh bulur. Tahric
kapısının iki kanadı da açılıp hakkında nas
bulunmayanların hükmü verilmeli, nas bulunanlar da tenkih olunmalıdır. Doğruyu en iyi bilen Alîâhu Teâlâ'dır.
[1] İbn-i Abidin
Resm'ül-Müftî, s. 25
[2] Kâdihan asır ihtilâfından
ileri gelme ihtilâflarda Sahibeynin kavli ahnır diyor. Halbuki ister Ebû Hanife'nin, ister Sahibeynin
olsun bu asırda daha muvafık olan re'y alınır, demeli
idi. Çünkü Ebû Hanife'nin
reyi asra daha uygun olabilir. Onun görüşünce Sahibeynin
re'yi daha muvafık demek oluyor. Ziraat ve
muamelâtta Sahibeynin re'ylnl
tercih ettiler, demekle, müetehid İhtiyar edemez
demiş gibi oluyor. Halbuki müc-tehid
müfti daima ihtiyar edebilir.
[3] Nesefî bunları Menâr hafiyesinde saymıştır; onlardan birkaçı şunlardır:
Bir malın rehin olduğuna dair iki kimse beyyine
getirseler, tarih de söylemeseler, kıyasa göre bu beyyineler
sakıt olur, Ebû Hanife'nln
reyi budur, fetva da bununladır. İstihsâna göre mal
rehindir. Bir akar gasbolunsa tanzim lâzımdır. Kıyas
budur, Ebû Yusuf bunu almıştır. İstlh-sana
göre tazmin yoktur. Muhammed bunu. almıştır...