Âlemlerin Rabbi olan
Yüce Allah'a (C.C) hamd ve sena, Ümmî Peygamber
Muhammed (S.A.V) efendimize, bütün ehl-i beyt ve ashabına sa-lât ve selâm olsun.
Daha önce ben,
yaygınlaşması ve takip edilmesi açısından İslâm cemaatini paylaşan dört
mezhebin imamları hakkında eserler yazmıştım. Her biri hakkında bir cilt ayırmış ve bu ciltte o imamın hayatını, yaşadığı asrı.
Mimini, fıkhını, hüküm çıkarma (istinbat) metodlannı genişçe ele almıştım. Aynı zamanda bu yazdıklarımı
Kahire Üniversitesi Hukuk Fakültesi'n-de İslâm Hukuku
Yüksek L
Allah (C.C) beni bu fikhî ve tarihî kitapların çıkarılmasına muvaffak kılınca,
dört İmamı takip eden tabakalardan, her hangi bir imama bağlı olmayan bağımsız
veya bir mezhebe bağlı bulunan (müntesip) müçtehidler-den
bazılarını araştırma konusu yapmaya yöneldim. Bunu, İmamiyyenin
imamı Cafer b. Muharnmed, Zeydiyyenin
imamı, Zeyd b. Ali, Zahiriyye'-nin imamı, Ebu Davud ve kaynak ve deiillendirmede
Zahiri fıkhının imamı olan Endülüslü İbn-i Hazm gibi diğer imamların hayatlarını tetkikten önce
yaptım.
Dört imamdan sonra,
onların metodlan üzerinde olan müçtehidleri
şunun için incelemeyi tercih ettim: Böyle bir inceleme İslâm fıkhının incelenmesi,
geçirdiği safhaların öğrenilmesi, dört mezhebin İmamlarının dikmiş olduğu
ağaçların meyvesinin toplanması demektir. Bu sebeple bu araştırma, müstakil
değil tamamlayıcı yeni bir başlangıç değil başlangıcın sürdürülmesi demek
olmaktadır.
Bu karara vardığımda
aklıma, düşüncesi, görüşü ve gidişatı ile asrını meşgul eden bir imam geldi.
Bu imamın yaşadığı toplum içinde görüşlerini yansıtan sesi dalgalanmış bazı
akıllar onları kabul ile benimsemiş, bazılarının havsalası almamış ve
reddetmişlerdi. Muhalifleri ona mani olmak için karşı koymuşlar, taraftarları
ise arka olmuşlardı. O ise böyle ikili bir toplum İçinde dönmüş, dolaşmış,
mücadele ve müdafaasını sürdürmüştü. Toplum, bu iki gurubun peşinden
gidiyordu. Onun şahsı ve beyan gücüne, cesareti ve keskin diline olan
tutkuları, kendilerine galebe çalıyor, ortaya koyduğu bu ümmetin durumunu
yenileyen ve dinini başladığında olduğu gibi taptaze haline döndüren
görüşlerine duydukları hayranlık onları sarıyordu.
İşte bu şecaat sahibi
imam, herkesçe takdir edilen mevkilerin pek çok eserlerin sahibi Takiyyüddin b. Teymiyye'dir. Allah'dan (C.C) yardım dileyerek onu incelemeye başladım.
Onun incelenmesi, bir neslin incelenmesidir. Onun araştırılması, zifiri
karanlıkları aydınlatan, ışıktan bir şulenin anlaşılmasıdir.
Çünkü fikhî ve itikadî
sahada şu anda İslâm aleminden bir topluluk bütün hükümlerinde, kanunlarında
şeriat yolunu tutarak onun görüşlerini benimsemektedir. Nitekim biz Mısırlılar,
evlilik, vasiyyet ve vakıf kanunlarında onun
görüşlerinden çokça istifade etmiş bulunuyoruz. 1929 tarih ve 25 sayılı
kanunun içerdiği konulardan çoğu onun görüşlerinden alınmış, tercihlerinden
iktibas edilmiştir. Vakıf kurmanın şartları, ve vasiyyetlerle
ilgili Vakıf ve Vasiyyet Kanunundaki hükümlerde yine
onun görüşlerinden iktibas,edilmiştir.
Sonra bu büyük imamın
incelenmesi bize, hayatla içice olan, kalbi, aklı ve fikri; kitap ve sünnete,
peygamberi hidayete ve selef-i salihe (R.A) bağlı
olan ideal fakihin bir suretini [örneğini)
verecektir. O, Kur'ân-ı Kerim'in ve Sünnet-i Nebeviyye'nîn hükümlerine yapışarak selim bir sele-fî
düşünce getirmekte, hayatın gerçek müşkillerini doğru
bir kıstasla ele almakta ve çözüm aramaktadır. Hatta o, yorucu ve zorba hayat
tarlasına kitap ve sünnetten çıkardığı yararlı tohumlan ekmiş, ekin bitmiş ve
meyve çıkmıştır. Bu ekin, Allah'ın (C.C) izni ile her an meyve vermeye devam
etmektedir.
İşte biz, bu alim,
yazar, hatip, kalem ve beyan gücünü taşıdığı gibi kılıç ve mızrak da taşjyan mücahid fikir adamını
incelemeye koyulduk. Hayatını yaşadığı asrın ruhunu yansıtmasını ve devrindeki
etkisini inceleyeceğiz. Sonra bir kelâmcı olarak akaidle
ilgili görüşlerini, bir fakih olarak da fıkıhla
ilgili görüşlerini, içtihadını bağlandığı usul kaidelerini ve Hanbeli fıkhı ile olan ilgisinin boyutlarını araştıracağız.
Allah'tan (C.C) yardım
diliyor, bizleri muvaffak kılmasını niyaz ediyoruz. O'nun yardımı olmadan
hiçbir şey bizim için kolay olmaz, hiçbir hedefe de ulaşamayız. Ojıe güzel dost ve ne güzel yardımcıdır.
Muhammed Ebu Zehra[1]
1- İbn-i Teymiyye, 7. hicri asrın
son üçte biri ile 8. asrın ilk üçte, biri arasında yaşamıştır.
Alimler arasında bir
alim ve fetva vermede kendisine başvurulan bir kaynak olarak ortaya çıkmasından
beri insanlar onun hakkında ikiye ayrılmışlardır. Kimi O'nu medhu sena etmiş, kimi de kötülemiştır.
Bu durum zamanımıza kadar devam etmiştir.
İnsanlardan bir kısmı
O'nu taktirde aşırı gitmiş, hatta O'nu büyük imamlardan daha yüce bir mertebeye
çıkarmışlar, O'nu Ebu Hanife,
İmam-i Malik, Imam-ı Şafii, ve el-Leys
gibi Ümmetin büyük dehalarının üzerinde tutmuşlardır. Bir kısmı ise Onun için içtihad mertebesine ulaşamadığını ileri sürerek içtihad ettiği konularda haddini aşmış olduğunu, boyundan
büyük işlere kalkışmış bulunduğunu zannetmişlerdir. Hatta bazıları, O'nun din
dairesinden çıktığını, öncekilerin bağlandıkları kayıtlardan sıyrıldığını, dine
tecavüzde bulunduğunu zannederek O'nu küfürle itham etmişlerdir.
Eski ve yeni
müşahedeler göstermiştir ki, insanların kiminin yücelterek kiminin de kötüleyerek
hakkında ihtilâfa düştükleri bir kimse mutlaka yüce birisi olmalı, bir dehaya
sahip olmalıdır ki, bakışlar ona yönelsin ve gözler ona çevrilsin. Netice
itibari ile yakınları ve dostları olmalı, ayrıca onun kusurlarını araştıran,
eksiklerini sayıp döken O'nu tenkid fırsatını
kollayan düşmanları olmalıdır.
İşte İbn-i Teymiyye böyle birisi idi.
Gerçekten büyük bir şahsiyyetti. Çağdaşlarından
hiçbirinde toplanmayan vasıflar onda bir araya gelmişti. Zeki ve zarifti. Deha
sahibi, güçlü bir müellifdi. O beliğ bir hatipti. Kuvvetli
bir araştırmacı idî. Eskilerin söylediklerini görmüş, geçmişden
haberdar bir alimdi. İbn-i Teymiyye'ye
kadar eskilerin sözlerini zaman olgun-laştırmiş,
tecrübeler tehzib etmiş denemeler onları yarı duru
hale getirmişti. İbn-i Teymiyyenin
basireti, eskilerin sözlerinin özüne nüfuz etmiş, onların derinliklerine dalmış
inceliklerini öğrenmişti. Rivayetleri araştırmış, farklı görüşleri birbiri ile
mukayese etmiş, zamana uygulamıştı. Bütün bunlarla beraber o, küllî kaideleri
idrak ile cüzziyyata rapt
etmeyi, çeşitli dağınık meseleleri toplayıp onları tek bir asra sığdırmayı da
başarmıştı. .
2- Önünde
geçmişten miras olarak kalan fıkhî ve aklî serveti
araştırması ve incelemesi, İbn-i Teymiyye'yi
seleften kaİan servete zıt düşen şeylerin aleyhine
hükmedecek bir hakim ve meselelerinde ihtilaflı konuları hailü
fasi edecek bir kadı haline getirdi. Böylece İbn-i Teymiyye ihtilaflı
meselelerde hüküm verirken normal bir
kadının hüküm.verişi gibi davrandı. Hükme kaynak olacak deliller onu sevkediyordu. Kendisi bu 'delilleri sevketmiyordu.
Beyyineler kendisini yönlendiriyor fakat o asla delilleri
yönlendirmiyordu. Delilleri de ancak Allah'ın kitabı
Peygamberin (S.A.V) sünneti Sahabe'nİn(R.A)
eserleri oluyordu.
O'nun metodu
sahabelerin kaza ve hükümlerinde takip ettikleri me-toddan başkası değildi. Allah'ın (C.C) kitabına, sünnete ve
sahabe tatbikatına uygun bulduğu şeyi destekler ve O'nu yaymaya çalışırdı. Muhalif
bulduğu şeyi de -sözün sahibi kim olursa olsun- karşı çıkar ve batıl olduğunu
ortaya koymaya çalışırdı. Bu yüzden yıkmaya çalıştığı bu tür görüşleri
benimseyen birçok grup, onunla mücadele etmek, Ö'na
karşı kıyam etmek, O'hu taşkınlıkla ve haddi aşmakla
suçlamak üzere harekete geçmişlerdir.
3- İbn-i Teymiyye sadece fer'î
meselelerle ilgilenip, bunların ihtilaflı konularına hükümler getirmekle
kalmadı. İlm-i Kelâm'la ilgili olmak üzere usul konularına da daldı. Kur'ân-ı Kerim'in mahluk olup olmaması, Allah'ın kudret ve
iradesi yanında İnsanın kudret ve iradesi İle İlgili, geçen dönemlerde Cehmiyye ve Kaderıyye'nin ortaya
atıp kızıştırdıkları meseleler hakkında konuştu. Sıfatlarla ilgili müteşabih âyetler hakkında söz etti. Allah Taalayı «istiva» ile vasıflandırdı.
Bütün bu meseleleri
ancak Kitap, Sünnet, Sahabe ve büyük tabiilerin metodlarına
kendini mukayyed (bağımlı) sayan usulü ve dosdoğru
olan aklın hükmü ile araştırdı ve inceledi. Sahabe ve büyük tabilerden sonra
gelenlerden, ilmî derecesi ve tarihi yeri ne olursa olsun, hiç kimsenin görüşü
ile kendini bağımlı saymadı. Tabi bu konuda Ebu'l-Hasen el-Eşarî'-ye muhalefet
etti.
O'nun ulema arasında
yeri herkesçe malum olup tabileri de pek çoktur. Hatta İbn-i
Teymiyye'nin yaşadığı dönemde alimlerin büyük çoğunluğunu
Eş'arİler teşkil ediyordu. İbn-i
Teymiyye, Eş'ari ve Maturidi'lerin irade meselesinde Cehmiyye
gibi düşündüklerini söyledi. Tabi böyle olunca da, bu iki mezhebin tabileri ona
açıktan bir düşmanlıkla hücuma geçerek kendisini
taşkınlıkla, doğru yoldan çıkmakla ve sapıklıkla suçladılar. Aralarında ardı
arkası kesilmez bir savaş başladı. İbn-i Teymiyye onların sözle ve delille haklarından geliyordu.
Muhalifleri de ondan, zindanlarda zulmetmek ve sultanları aleyhine kışkırtmak
sureti ile öfkelerini alıyorlardı.
4- Fakihler ve
kelâmcılardan olan hasımlarını
kendi üzerine çekmekle yetinmedi. Aksine hakkı savunan sesini, sesleri
çok yüksek olan, halk üzerinde büyük bir etkinlikleri bulunan başka bir gruba
karşı da yöneltti, onları tenkid etti. Bunlar
sofilerdi. İbn-i Teymiyye
bunlara açıktan cephe aldı, sülük ettikleri yolların hatalarını açıkladı.
Onlara karşı yaygın bir savaş İlân etti. Onların gözbağcılıkla ve halkı hak
yoldan saptırmakla suçladı. Tabileri arasında saydıkları evliya ve salih kişilerle tevessülde bulunmayı tenkid ederek bunu,
kendilerini Allsh'a
yaklaştırmak için mah-luk'un Allah
katında bir şefaatçi
edinilmesi kabilinden saydı.
Nitekim müşrikler de Allah'ın [C.C) kendilerinden hikâye yolu ile
bildirdiği âyette avm şeyi söylüyorlardı. «Biz onlara
(putlara) ancak bizi Allah'a yaklaştırmaları için tapıyoruz» (Zümer; 3)
diyorlardı.
Bu noktadan hareketle İbn-i Teymiyye tepkisini artırdı
ve mücadelesini şiddetlendirdi. Sofiyye'den,
sapıklıklarını ortaya koymanın mümkün olduğu hiçbir konuyu bırakmadı. Hepsini
açıkladı. Kendisi ile Sofiyye arasında münakaşalar
şiddetlendi. O'nunla
münazara ve mücadele için bir sraya geldiler. Hiçbir durumlarını gizlemiyor, hatta içinde
hiçbir şey saklamıyor, herşeyi ortaya döküyordu.
Öyle ki, O'nun cesaret ve cür'eti, bütün insanların
huzurunda mahlûkattan hiç bir kimseden hatta bütün mah-lukatın efendisi Hz, Muhammed'den
(S.A.V) bile İstiânede bulunup
yardım dilemenin sahih olmadığını ilân etme derecesine ulaştı.
Bunu, büyük
kalabalıkların önünde haykırdı.
Görüşlerini açıklarken halk ile seçkin
zümre arasını ayırmıyordu. Alimlere söylediğini halka
da söylüyordu. Çünkü bunun din olduğuna inanıyordu. Emri bi'i-Maruf
nehy-i ani'l-Münker (iyiliği tavsiye kötülüklerden sakındırma) görevi ister halktan olsun ister
tahsilli kişilerden olsun, itikadında sapıklık bulunan herkesin irşad edilmesini gerektiriyordu. Hatta halkın doğru yola
ulaştırılması daha gerekli idi. Alim kimseler onların irşadından meşguldü.
Alim, irşada ve yolu aydınlatmaya kadir olduğu halde halk yoldan saparsa
onların veballerinden bir kısmı da o alime yüklenirdi. Bu konuda İbn-i Teymiyye Hz. Ali (R.A)'nin «Alimler niçin
öğretmediniz diye sorguya çekilmedikçe, cahiller niye öğrenmediniz diye şorgul emrazlar.» sözü gibi düşünüyor
ve amel ediyordu.
5- Delillerine
sonsuz güven duyan, büyük alim İbn-i Teymiyye görüşlerini hiç kimseden çekinmeden rahatça
açıklıyordu. Allah O'na apaçık bir dil, hikmet dolu bir kalp ve güçlü bir kalem
vermişti. Bu anlattıklarımızla yetinmedi,
Şia fırkasına da kalbi
İle, kalemi ile, dili İle sert bir hücumda bulundu. Çünkü İbn-i
Teymiyye bunların İslâm düşmanları, haçlılarla
işbirliği içinde olduklarını ve müslümanlarin
sırlarını, onlara açtıklarını sezmişti. Yine bunların Moğollarla meskun ahaliye
karşı işbirliği ve dayanışma içinde olduklarını, ele geçirdikleri müslümanlan onlara teslim ettiklerini ve müslüman topraklarını peşkeş çekip fitne ve fesat
çıkardıklarını öğrenmişti. Moğollarla kılıçla savaşan atlı kahraman İbn-i Teymiyye bu Şia taifesine
karşı güçlü kalemi keskin dili ile kılıç sıyırmış, yorulmadan usanmadan
usullerini reddetmeye, delillerini iptal etmeye başlamış, içyüzlerini ortaya
koyacak r
Devrindeki Batiniyye, Şîa ve Hâkimiyye fırkalarının,
Nusayrilerin hallerinde, gizli usullerinde, İbn-i Teymiyye ve diğer muasırları, kendilerini onların
haklarında zanda bulunup, şüpheye sevkedici şeyler
görüyor, haklarında dolaşan söylentileri kabul ediyorlardı. İbn-i Teymiyye'nin onlar
hakkındaki hükmü de bütün bu söylentilerle uyum arzediyordu.
Şöyle ki bunlar durumlarını saklıyorlar, başkalarına açmadıkları şeyleri kendi
aralarında ve cemaatleri içinde gizliyorlardı. Sırlarını saklamada aşırı bir
gayret sarfediyorlar İslâm cemaatinden olan önderlere
ve büyüklere suikast için faaliyet gösteriyorlardı. Bunların eserleri altıncı
ve yedinci asırlarda ortaya çıktı ve kulaktan kulağa yayıldı. Artık durum gizli
kapaklı değildi. Müslümanlarla haçlılar arasında harp bütün şiddeti ile
kızışmış halde devam ediyordu. Bütün bunlar İbn-i Teymiyye ve muasırlarının Şia fırkaları hakkında zanda
bulunmalarını haklı çıkaran ve
kolaylaştıran nedenlerdir.
6- İbn-i Teymiyye bütün bu fırkalara
karşı koymuştu. Bu yüzden bunların arasında, kendilerini telâfi etmek için onun
hakkında kötü sözler çıkaran, tenkitçi kimselerin bulunması şaşılacak birşey değildir. Asıl şaşılacak olanı İbn-i
Teymiyye'nin korkusuzca davetine ve fırkaları kendi
üzerine çekmeye devam etmesidir. O'nun yıllar boyu hapishane köşelerinde
kalması tuhaf değil, asıl tuhaf bulunacak husus muhaliflerinin kendisine,
elleri ve kılıçları ile tecavüzde bulunmamaları idi.
Mısır'da ders verirken
Sofilerin halkı kışkırtması neticesinde sadece bir defa vaki olan ve bazı
ellerin eza etmek için bedenine uzatıldığı ve sür'atle
tekrar kendilerine çevrildiği eza hariç İbn-i Teymiyye'ye bunca muhaliflerinin ellerini bedenî işkence
etmek için uzatmamalarının sebebi neydi?
Sebeb şuydu: İbn-i Teymiyye ihlâslı bir adamdı.
Hayata herkes tarafın; dan sevilerek başlamıştı. Halk için olsun, seçkin zümre
için olsun ihlâsı aşikârdı. O Allah (C.C) yolunda
kılıcı ile cihad eden fakih
ve alimdi. Sadece ilmi, kalemi ve dili ile cihad
etmekle kalmamış aksine Moğollarla savaşmak için kılıcını kınından
sıyırmıştır, İlim ve siyasette cesur ve atılgan olduğu gibi, savaş alanında da
cesur ve kahramandır. Dimeşk'ten bir heyetin başında
Moğol hükümdarı Kazan Han'a gitmiş, ordusunun ülkede bozgunculuk ve fesad çıkarmasına mani olmasını istemişti. O'na cesur bir kalb ile hitap etmiş ve bu katı asker hükümdarın
diktatörlükle ortaya koyduğu işleri gerçek vasfı ile yüzüne karşı dile
getirmekte en ufak bir tereddüd göstermemiştir.
Halkın başına gelen
bir musibette onlarla beraber koruyucu bir zırh idi. Halkı dili ile, kalemi
ile, kılıcı ile, müdafaa ederdi. Onların sıkıntılarına iştirak ederdi. Bu
yüzdendir ki bütün kalbler ona kulak verir, gönüller ona doğru meylederdi. Bunlar, onun
sözünün kabulünü kolaylaştırırdı. Her ne kadar ulema katında alışılmış ve maruf
olan bazı şeylere muhalefet ederek karşı koymuş İse de amelleri onun dininin
doğruluğuna, imanının kuvvetine şahiddi. Amellerin
nefislerde dikkat uyandırması, sözlerin etkisinden daha fazla olurdu. Bunun
ötesinde, saygı duyulan kuvvetli bir şahsiyeti, cezbedici
tatlı bir ruhu, şefkat ve merhametle
çarpan bir iradesi vardı. Bütün bunlar, onu insanların arasında, kendine has
bir mertebe ve şerefe sahip kılıyor, söylediklerini tutmalarını sağlıyordu veya
en azından ona muhalefet ederlerse, saldırıda
bulunmuyorlardı. Bunlara delillerinin
parlaklığı, ifadesinin fasihliği, belagatının kuvveti de eklenince, onu dinleyenlerin
nasıi bir tesir altında olduklarını anlarız. Bütün
bunların ötesinde o, saf kaynaktan, kıyamet gününe kadar yegane kaynak olma özelliğini
sürdürecek olan Allah'ın kitabı ve Rasulünün
sünnetinden delil ve görüşlerini alıyordu.
Dinleyenlerin akıllarını sonsuz muhabbet alanına götürüyordu. Çoğu
halk ona kulak veriyor, mest oluyordu. Çoğu seçkin tabakadan olan kimseler de
onun delilleri ile ikna oluyorlardı.
Bu yüzdendir ki, bu
büyük alime karşı tuzaklar hazırlayanların, sultanın yanında aleyhine dolaplar
çeviren kimselerin muasır alimlerden oluştuğunu görüyoruz. Bu alime karşı
halktan gelen bir ayaklanma görmüyoruz. Sadece tabii olmayan ve hasımları
tarafından ortaya konan amillerin tesiri altında Mısır'da meydana gelen basit
bir olay vardır. Böyle bir olay Suriye'de meydana gelmemişti. Çünkü orada
büyük-kücük herkes onun mertebesini yakından
tanıyordu. Mısır'da ise halkın çoğu tarafından bilinmiyordu. Bu yüzden de
halkı aleyhine kışkırtmak kolaydı.
7- Buraya
kadar bahsettiklerimiz bu parlak şahsiyetten bazı görüntülerdir. Biz bu
çalışmamızda bizi O'na götürecek anahtarı elde etmeye, özelliklerini öğrenmeye,
hakikatini, künhünü elde etmeye, ilgili haberleri sonuna kadar araştırıp
incelemeye çalışacak küçüklüğünden rüşdüne erinceye,
sonra güçlü bir adam en sonunda da yüce bir alim oluncaya ve bu minval üzere
cereyan eden hayatını başından sonuna kadar inceleyeceğiz.
İbn-i Teymiyye'nin hayatı
açıktır. Hakkında genişçe yazılmış bilgiler vardır. Çünkü gerek hayatında ve
gerekse ölümünden sonra ona bel bağlayan samimi talebeleri O'nun hayatını
derinlemesine araştırmışlar ve başına gelen olayları, başkaları ile girdiği
mücadele ve savaşları etraflıca yazmışlardır. Bunlardan bazıları, bunları
vakıaya uygun objektif bir hakşla nakletmiş ve
olaylara haya! mahsûlü mübalağalar eklememişlerdir. Çünkü bunlar olaylara şahid olmuşlar ve gözleri Ne görmüşler müşahede ve
gözlemlerini yazmakla yetinmişlerdir.
Vakıaların hayal
mahsulü eklentilerle genişletilmeden serdedilmesi,
araştırmacıya, o şahsın ilmî bir İncelemeye tabi tutulmasını kolaylaştırır;
neticeleri öncüllerine irca eder, fer'İ meseleleri aslına döndürür ve eserleri
müessirlerine bağlar, böylece inceleme kolaylıkla sürer, gider.
Bu yüzden İbn-İ Teymiyye'nîn hayatını
incelerken dört imamın hayatını inceleme sırasında menakip
yazarlarının kaleme aldıkları biyografilerde, haklarındaki gerçek bilgilere
vakıf olmak için gerekli araştırma sırasında karşılaştığımız zorluklarla
karşılaşmıyoruz. Çünkü imamların hayatları İle ilgili kitaplarda mübalağa
edilmekte, makul gayr-ı makul medih ve senalar!:,
dolu bulunmaktadır. Dolaytsı ile toplanılıp yazıya
dökülen malumat arasında da gerçek olanları seçip ayırmak
çok zor ve güç olmuştu.
Ama burada biz, İbn-i Teymîyye'nin hayatını çoğu
durumlarda müba-Isğsdan
uzak olarak doğru bir şekilde kaleme alınmış, hazır bir vaziyette buluyoruz.
Farklı kaynaklarda mübalağalı ifadeler arasında karşılaştırma yapmak kolay
olmaktadır.
8- İbn-i Teymîyye'nin insanî
şahsiyetini yaşadığı vakıalardan çıkarıp ortaya koymanın kolaylığı yanında,
onun ilmi şahsiyetini öğrenme yolunda karşımıza başka bir zorluk çıkmaktadır.
Gerçekten O'nun ilmî şahsiyetini ortaya koymak oldukça zordur. Hatta İmam Ebu Hanife, İmam Malik v.b. gibi
büyük imamların ilmî şahsiyetlerini ortaya koymaktan daha zordur. Çünkü onların
zamanında ilim ağızdan alınıyordu. Zira ilim, hafızalarda saklı olup henüz
kitaplara girip satırlara dökülmemişti. Dolayısı ite İmam'ın ilmi şahsiyetinin
nasıl oluştuğunu öğrenmek kolaydır.
Biz evvelâ ilmî
şahsiyetini öğrenmek istediğimiz imamın hocalarını ve bunların metodlarmı araştırırız. Hocaların tanınması talebesinin
aldığı şeyleri öğrenmemizi kolaylaştırır. Aldıkları ile bizzat kendisinin
ortaya koydukları bilgileri tesbitten onun geride
bıraktığı ilmî eserin ölçüsünü öğrenmemiz mümkün olur. Hareket noktamız;
gerçek alimin, kendisinden önceki alimlerin bıraktıkları ile kendini yetiştirip
kendinden sonrakilere yeni gıdalar takdim eden kişi olduğu prensibidir.
Eskilere getirdiği yenilikler O'nun ilmî şahsiyetini teşkil eder.
İbn-i Teymiyye 7. asırda
gelmiştir. Bu dönemde mezhepler tedvin ve-dilmiş, sünnet, ilgili kitaplarda
yeterince toplanmış, çeşitli ilimler kocaman kocaman kitaplar İçinde dercedilmiştir. Felsefî, dini, lugavî
ve tarihî bütün ilimlerden hepsi tedvîn edilmiş bulunuyordu.
Dolayisıyle İbn-i Teymiyye'nin
ilim aldığı hocaları bilmek artık kolay değildi. Çünkü sadece yaşayan
kimselerden olmamış, aksine kendinden nesiller önce geçmiş bulunan alimlerden
de insanlığa miras bıraktıkları
kitaplar vasıtası ile
ilim almıştı. Talebenin İiitn elde etmek için
araştıracak, üzerine kapanacak, okuduğu nice kitaplar vardır ki, [adetçe]
kendisini karşısına alıp da okuttuğu hocalardan daha çoktur.
9- İbn-l Teymiyye hiç kuşkusuz pek
çok hocadan ilim aimıştir. Onlardan hadis, lügat
ilimleri, tefsir, fıkıh ve akaid gibi dinî ilimleri
ve zamanında bilinen daha başka ilimleri okumuştu. Çevresi, ilimleri bizzat ehlinden
alma imkânını kendisine bahşediyordu. Çünkü ailesi ilmin beşikliğini
yapıyordu. Babası ve dedesi büyük alimlerdendi. Dedesinin Hanbelî
usulü ile ilgili kıymetli ve meşhur kitapları vardı. Hanbelî
fukahastndan
olup fıkıhta güçlü bir
alimdi.
Ne var ki biz, İbn-i Teymiyye'nin sadece
kendilerinden şifahen ilim aldığı hocaları ile yetinmediğini kabul etmek
zorundayız. Hatta İbn-î Teymiyye'nin
düşünce ve aklının oluşmasında ve gelişmesinde en büyük pay, bizzat araştırıp
okuduklarına aittir. Çünkü O
hocalarından hiçbirinin bilmediği,
temas etmediği yenilikler
getirmiştir. İbn-i Teymiyye'nin bütün fıkhı mukayeseli olarak ve hükümlerin
teşri hikmetlerine, kendilerinden gözetilen gayelere vâkıf
olarak incelemiş olduğunu görüyoruz. O'nun
İslâm Toplumu içerisinde
bilinen İslâmî
mezheplerin usullerine tam vakıf olduğunu görüyoruz. Ö'nu
İyi bir araştırmacı ve inceleyici olarak buluyoruz. Sonra O'nun kendisine ait
derin felsefî düşüncelerinin bulunduğunu
ve bunlardan kabule şayan ve uygun bir teşri felsefesi çıkardığını görmekteyiz.
Bu durumda, O'nun
mutlaka asrında pek parlak bulunan aklî, felsefî ve dinî bütün eserleri
okuduğunu kabul etmemiz gerekmektedir. O'nun feylesofların kitaplarını, bunlara
reddiyelerini, Gazali'nin, İbn-i Rüşd'ün
vb. kitaplarını okuduğunu kabullenmek durumundayız. Hatta biz Kelâm ilminde bazan metodik açıdan Gazali ile
arasında fikrî bir uygunluğun mevcudiyetini görüyoruz.
Bunların bir tesadüf
eseri olması mümkün değildir. Yine İbni Teymiyye Ihvan-ı Safa'nın, bazan sapıtarak bazan doğru tutarak İslâm Şeriatını inceledikleri r
Böylece İbn-i Teymiyye tedvin edilmiş
olan bütün İslâmî İlimleri incelemiş oluyordu. Bu
konuda pekçok haber vardır. İbn-i
Teymiyye sonra bu okuyup incelediği ilimlerden kendi
nesli ile kendinden sonra gelecek nesilleri yenileyecek canlı kuvvetli bir
unsur çıkarmıştı.
Hatta o sadece İslâmî araştırmalarla da yetinmeyip başka dinleri de
incelemiştir. Sanırız, buna en güzel delil el-Kavlu's-Sahih
fî men beddele dîne'l-Mesîh»[2] adlı kitabıdır. Çünkü bu kitap kendisinin,
Hıristiyanlığın doğuşunu ve gelişmesini kendi zamanındaki durumunu çok İyi bilen bir yazardan çıktığını ortaya
koymaktadır.
10-
İşte biz Ibn-i Teymiyye'nîn ilmî
şahsiyetini incelemedeki zorluğu burada
buluyoruz. Çünkü O'nun ilim aldığı kaynakları aklım beslediği ve böylece
düşündüklerini ortaya koyduğu akli gıda çeşitlerini saymaya güç yetiremeyiz.
İster bunları
kesinlikle bilelim, isterse biimeyelim, şu kesindir
ki, tarihin İbn-i Teymiyye
adına ölümsüzlük defterine tescil ettiği ilmî külliyatı (el-Mecmûatu'I-ilmiyye) kendi
sahasında tek eserdir. İbn-i Teymiyye
buradaki metodunda, ne tabi bir mukaliid ne de birilerine
benzemeye çalışan kişidir. Kendinden önce geçen hiçbir kimseye benzemeyen
tamamen fikrî istiklale sahip birisi olarak kaleme almıştır.
O her ne kadar
öncekilerin ilminden istifade etmişse de kendi nefsinde kalıbını, kendi
düşüncesinde İstikametini bulan bir düşünce getirmiş idi. Aynen cesedin her
türlü gıdadan istifade edip de sonunda, gıdalan-diğı her unsuru ihtiva eden bir karışımı meydana getirmesi
gibi. Ama bu karışım vücutta bulunan özelliklerden dolayı ne alınan gıdalardan
biridir ne de onlardan birine benzer bir şekil almamaktadır. İşte İbn-i Teymiyye böyle idi.
İnşallah bu hususu
gücümüz yettiğince açıklamaya çalışacağız.
11- Bu büyük alimin
hayatını ve ilmî şahsiyetini
ortaya korken karşılaştığımız
güçlüklerden biri budur. Karşımıza engel olarak çıkan bir diğer güçlük daha
vardır. O da içinde yaşadığı dönemdir. İbn-i Teymiyye'-nin yaşadığı asır
hadiselerin çokluğu, birbirini takibi, çeşitlerinin çokluğu ile temayüz eder.
İslâm devletleri küçük devletçikler
haline dönüşmüş, birbirleri arasındaki
münasebetler sertleşmiş, herbiri
diğerinin üzerine çullanmak için
fırsat kollar olmuştu.
Devlet zulme dönüşmüş,
saltanatın sabit bir yeri kalmamıştı. Hükümran sülâleler çoğalmış, saltanatı
elde etmek için birbiri ile yarışanlar artmıştı. Herkes saltanat istiyor,
ordusu olan herkes devlete göz dikiyordu. Böylece otorite parçalanmış, işler
sarsılmıştı. Müslüman halk kitlesi saltanatı elde tutmak isteyenlerle,
bunların elinden almak isteyenler için mücadelelerini sürdüren kimseler
arasında yağma edilmiş ve paylaşılmıştı.
Haçlılar, İslâm
yurduna saldırıp, kötü niyetlerini gerçekleştirmek istediklerinde Mısır ve
Suriye sultanlarından gayret sahibi melikler bulunmuş ve onlara mani
olmuşlardı. Müslümanlar henüz bir nefes almamışlardı ki, Moğollar sanki her
tepeden sel gibi akan Ye'cüc ve Me'cûc
kavmi gibi İslâm alemini istilâ
etmişlerdi.
Gizlice faaliyetlerini
sürdüren fırkalar Müslümanların daha fazla bölünmesi için desiseler kurmaya
başlamışlar, aradaki ayrılıkları körükleyen dolaplar çevirir olmuşlardı.
Ufukları aşarak dünyada İslâm Cenneti olan
Endülüs'e doğru
yöneldiğimizde daha korkunç bir manzara ile karşılaşıyorduk. Mülk, küçük küçük devletçiklere bölünmüş hatta her şehir başlı başına
bir devlet halini almıştı. Düşmansa hepsini bir biri ardı sıra avlıyordu.
Nihayet bu asırdan sonra hepsini tükete tükete son
kalıntıyı da acımadan merhamet etmeden denize çökmüştü. Ateşten su bekleyenden
başka hangi ahmak düşmanlardan rahmet bekleyebilirdi?
İşte bu durum İmân
dolu bir kalbe sahip olan İbn-i Teymiyye*nin yaşadığı asrın kısa bir özetidir. İnsan çevresinin
çocuğu, asrının bir ürünüdür. Aynen iyi bir tohum gibi güzelce yetişebilmesi
için mutlaka uygun bir iklim ve tohumu besleyecek bir toprak olması gerekir.
Başka yerde bitmez. Dahi insan da aynıdır- İçinde yaşadığı asırla alışverişte
bulunur, acısından tatlısından alır, faydalanır, sonra ıslahına yönelir. Bu
yüzden bu büyük fakihin elemleri ile yakından
ilgilendiği içinde yaşadığı bu asra şöy-ie bir göz atmak gerekmektedir. Bu asrın incelenmesi ise
çeşitli yönleri ve farklı türden incelenmesi gereken hususları olduğu için hiç
de kolay değildir.
12- Biz İbn-i Teymiyye'nin hayatını ve
içinde yaşadığı asrı inceledikten sonra onun ilmini incelemenin kolay bir iş
olmadığını göreceğiz. Çünkü İbn-i Teymiyye
geçen imamlar gibi mütehassıs değildi. Mesela Ebu Hanife fakihdi ve sadece fakih olarak bilinirdi. Her ne kadar hayatının ilk
dönemlerinde kelâm ilmine, bir dalışı olmuş ise de o ilmi kelâmdaki hilâ-fi bir tarafa atarak fıkıhta ve ahkam istinbatında derinleşmeye kendisini vermişti. İmam Malik fakih ve muhaddisti, ve fıkıhla
hadisin arası tamamı ile henüz ayrılmamıştı. İmam Eş-Şafiİ
her ne kadar fakih ve edip ise de asıl fıkıh ve
usulünde derinleşmişti. Bu yüzdendir ki bu imamların ilmî yönlerini incelemek
kolaydır. Çünkü sadece bir yönden ibarettir. Diğer yönler ise kendilerinin
birer mütehassıs olarak değil de müslüman alimler
olmaları sıfatı ile benimsedikleri görüşlerden ibarettir.
İbn-i Teymiyye'ye gelince durum
farklıydı. Onun fıkıh alanındaki yükselişleri onu zamanın fakihi
yapmış, kelâm ilmindeki yükselişleri ise onu bu sahada en belirgin bir şahsiyet
yapmıştır. Kur'ân-ı Kerim'e getirdiği tefsirler ve
usulü tefsiri İncelemesi, usule dair metodîar koyması
onu müfessirler safına katmıştır. Bütün bu ilimlerde kendisine ait araştırma ve
incelemeye dayanan görüşleri vardır, ki her ne kadar kendisi bu görüşlerin
selef mezhebi olduğunu, kendisinin ortaya koyduğu bir bid'at,
kendisince ilk kez söylenen bir yenilik olmadığını; aksine, İslâm'ın taptaze
olduğu ve senelerin üzerine taklid ve unutulma
tozlarını kondurmadığı şerefli dönemindeki İslâm'a dönüş olduğunu söylüyorsa
da bu görüşleri ilk defa ortaya atan kişi kendisi sayılır.
Bu durumda O'nun
ilmini ortaya koyabilmek için bütün bu ilmi yönlerini incelemek ve bu
ilimlerdeki yükselişini muasırlarına muhalefet ettiği konuları öğrenmek
gerekmektedir. Yalnız ilmî yönlerinden birini bırakıp diğeri ile yetinmek,
sadece fıkhî yönünü İncelemek ve kelâm ilmindeki ortaya
koyduğu görüşleri terketmek doğru olamaz. O zaman biz
incelememizde, O'nun hayatından büyük bir bölümünü, bu konudaki görüşlerinden
dolayı kınandığı ve bu yüzden birkaç sene hapiste kaldığı hayatının önemli bir
kısmını ihmal etmiş oluruz. Yine o devrinin en büyük fakihi,
muasırlarının da zikrettiği gibi fıkhî çalışmaları
ile içtihad mertebesine ulaşmış müçtehid
ve bu konuda dört imama muhalefet etmiş, talak ve benzeri meselelerle ilgili
verdiği fetvalardaki muhalefeti yüzünden hapiste vefat etmiş biri olup dururken
onun sadece kelâmı yönünü incelemekle yetinmek ve fıkhını ele almamak da yine
doğru olmayacaktır.
13- Diğer
yönlerini ihmal etmeden O'nu bir fakih olarak
incelemeye tabi tuttuğunuzda bu kez O'nun içtihaddaki
mertebesini tayin etmek hiç de öyle kolay bir iş olmayacaktır. Çünkü İbn-i Teymiyye ilk öğreniminde Hanbelî mezhebine mensupdu ve Hanbelî mezhebi ile olan ilgisini de hiçbir zaman kesmemişdi. Hanbelî mezhebini
uyulması en güzel mezheb ola-rak
telâkki ediyordu. Çünkü bu mezheb diğer mezhepler
içinde selef-i sa-İihine en
çok bağlı olanı idi. İnşallah yerinde bahsedeceğimiz için bu hususu açıklamaya
da gerek yoktur.
İbn-i Teymİyye'nin bütün ailesi
Hanbelî idi. Hanbelî fıkhı
ve usulünde babasına ve dedesine ait bir eseri tamamlamıştı: Hanbelî alimleri, Hanbelî
mezhebindeki usul kitaplarından birmin Teymiyye ailesine ait «Müsvedde» olduğunu zikrederler. Söz
konusu Teymiyye oğullan Şeyh Mecdud-din,
oğlu Abdulhalim ve torunu Şeyhu'l-İslam
Takiyyuddin'dir ki bizim inceleme konumuz bu
sonuncusudur.
Kendisine ait, Hanbelî mezhebinde bulunmayan tercihleri bulunmasına rağmen
İbn-i Teymiyye yetişmesi
ile, ailesi ile, fıkhı kültürü ve incelemedeki meyli ile Hanbelî
idi. Bununla birlikte, Kitap, Sünnet, Sahabe fetva ve kazaları alanlarında
kendine ait tercihleri bulunuyordu ve bu tercihlerinde mezhep sahibi dört imam'm hepsine de muhalefete ulaşan neticelere varmıştı.
Talakla yemin ve bununla talakın vuku bulmamasına dair verdiği fetvası tek
lâfızla birden veya tek bir meclisde ayrı ayrı verilen üç telakin tek bir talak sayılacağına dair
fetvası bunlardandır. İbn-i Teymiyye
bu ve benzeri meselelerde dört mezhep dahilinde torcihte
bulunma dairesini aşarak Kitab'a, Sünnete ve Sahabe
kavillerine yönelmiş ve bunlardan başkasına iltifat etmemiştir.
Durumu bu olduğuna göre
şimdi onun İçtihaddaki konumu hangi mertebede
olacaktır. Dört İmam veya Ebu Hanife'nin
ashabı Ebu Yusuf, Mu-hammed
b. Hasen ve Züfer b. Huzeyl (ki bizim kanaatimize göre bunlar mutlak müctehiddirler] gibi mutlak müçtehid
midir? Yoksa ne kadar furuda Hanbelilere
hatta bütün dört mezhep imamlarına muhalif neticelere ulaşsa da usulde Hanbelî mezhebine bağlı ve bu mezhebin metodu üzerinde yürüyen
bir müntesib müçtehid
midir?
Bu durum İbn-i Teymİyye'nin Ahmed b. Hanbel ve diğer imamlara
muhalefet ettiği feri meselelerin araştırılmasını bu feri meselelerde
ulaştığı, hükümleri üzerine bina ettiği usullerin tedkikini
bu usullerin Hanbeli mezhebi usulleri ışığı altında
ele alınmasını gerektiren bir meseledir. İncelemeden sonra eğer kendi
usullerinin Hanbeli usullerinin genel kapsamı içine
girdiğini, bu mezhebin metodlarından uzak olmadığını
görürsek, O'nun bir müntesib müçtehid
olduğunu kararlaştırırız. Çünkü bu durumda Hanbelî
mezhebi usulleri ile mukayyed olacak, bu mezhebe müntesib bulunacaktır. Yok böyle değii
de bazı meselelerde muhalif olarak üzerine çeşitli hükümler bina ettiği
usulleri yeni türden usuller olup Ahmed b. Hanbel'in usullerinin genel kapsamı dahiline girmiyorsa, o
zaman da İbn-i Teymİyye'nin
Hanbeli mezhebini taklid ve
ona int
İşte bu neticeye
ulaşmak da ancak onun fıkhî görüşlerini derin bir
araştırma ve incelemeye tabi tutmaktan sonra mümkün olacaktır. Böyle bir
araştırmada biz, genel olarak onun fıkhının kıymetini özel olarak da kendinden
öncekilere muhalefette bulunduğu meselelerdeki içtihadının mesafe ve sınırını
öğrenmiş olacağız.
14- Ulaştığı
neticelerin ilmî değerini ortaya koymanın yolu onun kitap ve r
Başkalarına nisbetle ilminin yüceliğinin ortaya çıkması için muhalefet
ettiği konularda kendinden başkalarının görüşlerini de mutlaka incelememiz
gerekecektir. Çünkü ancak iki delilin karşılaştırılması ile görüşlerden
hangisinin daha
Yine Ibn-i Teymiyye Halku'l-Kur'ân (Kur'ân'ın mahluk olup olmaması) konusunda söz söylemiş ve
bu konudaki görüşleri aydınlatmıştı. Doiayısı ile bu
meselenin geçirdiği devrelere temas etmemiz gerekecektir. Ve bunun gibi daha
niceleri... Böylece görülüyor ki bu konudaki yolculuk bir naylt
zor olacak ve incelenecek olanlarla hayli uzayacaktır. Bunun ortaya konmasına
Allah Teala'dan başka da hiçbir yardımcı yoktur.
Buraya O'nun İslâm'ı
yabancı unsurlara karşı savunmalarına da işaret etmeyi unutmamalıyız. Nitekim
Kıbrıs'taki bazı hıristiyanlarm İslâm'ın prensiblerine hücumiarı sırasında
İslâm'ı onların hücumundan korumaya ve kalemi ile onlarla mücadele etmeye
koyulması ve Moğollar'a karşı kılıcı ile savaşması
bu kabildendir.
Biz burada kudreti yüce olan Allah'a sığmıyor ve bizi yardımı ile desteklemesini, hidayet ve tevfikine mazhar kılmasını temenni ediyoruz. O dilediği şeye kadirdir. [3]