BİRİNCİ KISIM... 1

ÎBN-Î TEYMİYYE'NİN HAYATI 1

(H, 661 — 728) 1

Doğumu Ve Ailesi 1

İbni Teymiye'nin  Yetişmesi 4

Öğretim Çalışmalarina Başlaması 10

İlim Kürsüsünden Savaş Alanına. 16

Atlı Kahraman ve Alim İbn-i Teymiyye: 22

İbn-i Teymiyye'nin Karşılaştığı Sıkıntılar. 26

İbni Teymîiye'nin Karşılaştığı Birinci Sıkıntı 30

İbni Teymiyye’nin Mısır’da Ders Vermesi 37

İbn-i Teymiyye'nin Karşılaştığı İkinci Sıkıntı 40

İbn-i Teymiyye'nin Kahire'deki Derslerine Geri Dönmesi 46

İbn-i Teymiyye'nin Suriye'ye Dönmesi 50

İbn-i Teymiyye'nin Karşılaştığı Büyük Sıkıntı 55

Araştırmalarına Dönüşü. 56

İbn-i Teymiyye'nin Karşılaştığı Son Sıkıntı 56

İbn-i Teymiyye'nin İlmi Ve Kaynakları 62

İbn-i Teymiyye'nin Vasıfları 65

İlim Tahsil Ettiği Hocalar. 75

İbn-i Teymiyye'nin İlme Yönelmesi 81

İbn-i Teymiyye'nin Asrı 85

1.  Siyasî Durum.. 85

B.  Sosyal Durum.. 104

C. Fikrî Hayat 108

1.  İlmî Araştırmalar. 110

İslam Mezhepleri 117

Şia. 119

Zeydiyye. 120

Keysaniyye. 121

İmamiyye-İsna Aşeriyye. 121

İsmailiyye. 122

Nusayriyye. 124

İtikadı Fırkalar. 125

1. Cebriyye (Cehmiyye) 126

2.  Mu'tezile. 127

Eş'ariler. 132

İbn-i Teymiyye Zamanında Tasavvuf 140

Sonuç. 148

 

BİRİNCİ KISIM

 

ÎBN-Î TEYMİYYE'NİN HAYATI

(H, 661 — 728)

 

Doğumu Ve Ailesi

 

15- Şeceresi: Ahmed Takiyyuddin Ebu'I-Abbas b. eş-Şeyh Şihabuddin Ebi'l-Mehasîn Abdulhalim b. eş Şeyh Mecduddin Ebi'İ-Berekât Abdus-seiâm b. Ebî Muhammed Abdullah İbn Ebi'I-Kasim el-Hıdr b. Mu-hammed b. el-Hıdr b. Ali b. Abdullah'tır. Bu aile, İbn-i Teymiyye ailesi [1] olarak bilinir. Hicrî 66 senesinde Rebiu'l-Evvel ayının 10. günü [2] doğ­muştur. Doğumu İslâm'ın en eski devirlerinden beri felsefe ve filozofla­rın beşiği, sabiîliğin ve sabiîlerln. merkezi bulunan Harran şehrinde olmuş­tu. Yedi yaşına kadar ömrünün ilk yıllarını burada geçirdi. Moğolların Har­ran'a baskınları nedeniyle buradaki ahali memleketlerini terkederek kaç­tılar. İbn-i Teymiyye ailesi de Harran'dan hicret edenlerdendi. Bunlar Dı-meşk'e göç etmişlerdi. Yollarda da düşman eksik olmamıştı. Can güven­liği yoktu. Yolculuk esnasında büyük sıkıntılar çektiler. Geceleri kaçarak yol aldılar.

Bu aile, bir ilim ailesiydi. En değerli malları kitaplarıydı. Kitaplar alim­ler için maddi bir servettir, gıdadır, en nefis zinettir. Bir yerden bir yere yolculukta taşınması pek zordur. Üstelik bu taşınma bir kaçış olursa işin zorluğunu siz düşünün. Taşıyacak yeterli yük hayvanı olmadığı ve hayvan­lar üzerinde taşınması da zor olacağı için bu kitapları bir araba üzerinde taşımışlardı. Kağnılarının yol alamaması üzerine neredeyse düşman onlara yetişecekti. Allah'a sığınıp ondan yardım istediler ve zalim düşmandan kur­tuldular.

16- Allah'ın lütfü ile Dimaşk'a ulaştılar ve güven içinde orada ka­rar kıldılar. Bütün bu olayları gören, işiten ve anlayan, kuvvetli sağduyu sahibi bir kişi de şahid olmuştu ki, bu henüz çocuk olan Ahmed Takiyyud-din idi. Moğolların bozguncu hücumlarındaki büyük dehşeti görmüştü. Gü­ven içinde yaşayan ahalinin canlarını kurtarmak için kaçışlarındaki büyük korkuyu görmüştü.. Çoğu kez de kaçışlarında canlarını    kurtaramiyorlardı. Sonra bu çocuk ailesinin yol meşakkatini nasıl göğüslediklerini, en değer­li varlıklarını (kitaplar) taşırken karşılaştıkları güçlükleri, görmüş, ve özün­de ta küçüklüğünden beri Moğoilara karşı bir kin, tecavüze karşı bir hoş­nutsuzluk duygusu yerleşmişti. Bu başlangıç nedeniyle daha sonra yaptığı hareketlerdeki bazı sırlan anlıyoruz. Kendisi büyüyüp kuvvetli biri oldu­ğunda Moğollarla savaşmak için büyük güçlere komuta ediyordu.

Halbuki onlar İslam'ı kabul ettiklerini ilân etmişler ve benimsemişler­di. Durumları diğer müslüman gruplardan herhangi bir grubun durumu gibi olmuştu. Ancak İbn-i Tevmiyye onların mazilerindeki zulmü, yeryüzünde yıkıcı ve bozguncu faaliyetlerini görmüştü. Bu yüzden de onlar müslüman olsalar bile onların bâği olduklarını, tevbe edinceye veya haklarından ge­linceye kadar kendileri ile savaşılması gerektiğine inandı ve işte bunun için de bir de haklarını çiğnedikleri, topraklarında ifsatta bulundukları mil­letlerin, onların egemenlikleri altından çıkmaları için onlarla savaştı.

17- Okuduğum tarihçiler İbn-i Teymiyye ailesinin mensup olduğu ka­bileden  bahsetmemektedirler. İbn-i Teymiyye'yi  ailesinin  ilk vatanı olan Harran'dan başka bir yere nisbet de etmemekteler. Arap    kabilelerinden herhangi  birine de nisbet etmiyorlar. Bu durum O'nun Arap olmadığına işaret eder. Veyahut da O'nun Arap kabilelerinden bir Arap olarak bilinme­diğine delâlet eder. Bu yüzden anlayabiliriz veya zannî bir tahmin yürüte­biliriz ki o Arap değildi belki de Kürttü.

Kürtler, himmet sahibi, kahraman ve sert bir millettir. Ahlâklarında kuvvet ve hiddet vardır. Kürtlere ait bütün bu sıfatlar, alimlerin bolluğunda, mütefekkirlerin hüzünlü hallerinde, araştırmacıların sükuneti içinde yetiş­miş olmasına rağmen tam ve açık bir şekilde İbn-i Teymiyye'de meccut-tur.

Hicrî 6. ve 7. asırlarda Kürtlerin İslâm'ı ve müslümanları savunmaları konusunda yüksek bir mevkileri vardır. Haçlılara karşı Müslümanların en ön saflarında durmuşlar ve ilk saldırıyı karşılamışlardır. Sonra da haçlıları islâm'a tahakküm etmekten ümidlerini kestirinceye kadar takip eden diğer çarpışmalarda bulunmuşlar veya en azından onların kılıçlarında gedikler açmışlar, güç ve kuvvetlerini kırmışlardır. Nihayet Mısırlılarla birlikte haç­lıları ülkelerine mağlup olarak döndürünceye kadar mücadelede bulunmuş­lardır.

Tarihçiler İbn-i Teymiyye'nin annesi ve mensup olduğu kabilesi hakkında da bir şey zikretmiyorlar. Büyük bir ihtimalle annesi Arap değildir. Oğlu­nun şerefi kemâl buluncaya kadar yaşamış ve oğluna cihadında yardımcı olmuştur. İbn-i Teymiyye Mısır'da tutuklu iken annesine iyilik, şefkat, ihlâs ve imanla dolup taşan mektuplar yazardı.

18- İbn-i Teymiyye'nin ailesi Dimeşk'e göçtü ve orayı yurt edindi. Büyük alim nereye giderse gitsin Hak'ka kılavuzluk ve İrşad makamını bu­lur. Takiyyuddin'in babası eş-Şeyh Şihabuddİn'de aynı şekilde olmuştu. Sırf Dımeşk'e ulaşmış olmakla fazileti yayılmış, şöhreti her tarafa ulaşmıştı. Dİraset, talim, va'z ve irşad için Dimeşk'ın en büyük camiinde bir kürsü­sü oldu ve eş-Sükkeriyye Daru'l-Hadis'İnin idaresini üstlendi. Artık kendi­si de orada oturuyor ve oğlu Takiyyuddin'i de orada yetiştiriyordu.[3]

Bu büyük alimin derslerinde dikkate şayan hususlardan biri de ders­lerini anlatırken yazılı kağıtlardan veya takip edeceği bir kitaptan ya da hattrlatıcı mahiyetteki notlardan istifade etmemesi idi.

Bu O'nun hafızasının kuvvetine, beyan gücüne ve kalbinin sebatına delâlet eder. Bunlar, aynısı ile oğlunda da görülen özelliklerdir. Bu O'nun en hususî özelliklerinden olup, bu özelliği İle delil ortaya koymakta, hasmı, delili lehine kendisini desteklemekte ve münazaracı arkadaşları getirdiği delile şaşkınlık göstermektedirler.

İbn-i Teymiyye doğup büyümüş babasını ilim ve şerefden böyle bir de­rece üzerinde bulmuştu. Bu durum O'nu ilme yönelten bir sebeb İdi. As­lında bütün aile ilim tevarüs etmiş, ilimle İştigal etmiş ve ilme meyilli ol­muşlardı. Dedesi Mecduddin büyük bir alimdi. Hanbelî fıkhında tahriç er­babı alimlerden sayılırdı, Hanbeli usulüne dair kıymetli kitapları vardı. İlim uğrunda birçok ülkelere yolculukta bulunmuş, ders vermiş, fetva vermiş, ilim talipleri kendisinden istifade de bulunmuştu.[4]

Kendisinin ahkâma dair Kitâb el-Müntekâ adlı bir eseri de vardır. Ken­disi, ilimi amcası Fahruddin'den almıştır. O da alim, hatip ve vaiz biriydi. Büyük ciltler halinde bir Kur'ân Tefsiri yazmıştı. Bağdad'ın Hatibi ve vaizi olan İbn-i Cevzi'ye talebelik etmiş ve orada vaizlik için üstadının yerine geç­miştir. [5]

 

İbni Teymiye'nin  Yetişmesi

 

19- Takiyyuddin ibn-i Teymiyye'nîn ailesi, bir ilim aiîesidir. Beyan gücü ve hafıza kuvveti ile temayüz etmiştir. Bu aile kendisini İlme vakfet­miştir. Böyle bir ilmî çevrenin tabii bir neticesi de bu ailede yetişen bir

gencin ilme yönelmiş olmasıdır. Çocuk Ibn-i Teymiyye'de böylece küçük­ken ilme yönelmiş daha ilk yaşlarından itibaren Kur'ân-ı Kerim'i ezberle­dikten sonra hadis ve lügat ezberlemeye fıkhı hükümleri öğrenmeye ko­yulmuştur. Zamanın imkân verdiği ölçüde bunları da hıfzetmiştir. Küçüklü­ğünden beri kendisinde üç meziyet temayüz etmiştir ki bunların semeresi büyüklüğünde tamamlanmış ve ortaya çıkmıştır.

Birincisi; gayreti, çalışması, ilim ve dirasetle meşgul olmaya yönel­mesi, çocuklar gibi oynayıp onlar gibi boş şeylerle oyalanmaması.

İkincisi; etrafında cereyan eden herşeyi İdrak edip bellemek suretiyle gönlünün ve kalbinin açılması. Böylece bu çocuğun sadece hıfz eden ezber­leyen biri olarak kalmayıp halktan ve hayattan kopmamış olması,

Üçüncüsü; ise keskin hafızası, uyanık aklı, doğru bir düşünce tarzı, ve sür'at-i intikalidir.

20- O'nun hafızasının gücü arkadaşlarının dilinden düşmezdi. Hat­ta şöhreti çocuk halkalarından öte büyüklerin halkalarına ulaşmıştı. Dimeşk ve etrafında yaşıyanlar O'nun zekâ ve maharetini konuşur, şöhretini herkes duyardı.

«Ukud ed-Durriyye fi Manakîb-i Ibn-f Teymiyye» adlı kitapta hafızası hakkında şöyle denmiştir:

«Büyük alimlerden bazılarının sırf îbn-i Teymiyye'yî görmek için Dimesk'e geldiklerine rastlanır. Bunlardan biri şöyle anlatır.: Ahmed b. Teymiyye denilen bir çocuktan bahsedildiğini işittim. Çok süratli bir hafıza gücü varmış. Belki O'nu görürüm diye buraya geldim. (Konuştuğum) bir terzi bana, burası O'nun mektep yolu. Şimdiye kadar daha gelmedi. Gelene kadar buyur yanımızda otur... dedi. Biraz oturdum. Bu arada çocuklar geçiyordu. Terzi Helep'H Şeyh'e: Yanında bü­yük levha olan çocuk var ya, işte o Ahmed b. Teymiyye'dir dedi. Şeyh çocuğu çağırdı. Çocuk yanına geldi. Şeyh levhayı elinden aldı ve şöyle bir baktı. Sonra; «— Çocuğum bunu sil de sana yazman için bir şeyler söyleyeyim» dedi. Çocuk dediğini yaptı. Şeyh yazması için hadis metinlerinden onbir veya onüç hadis söy­ledi. Sonra bunları oku dedi. Yazdıktan sonra şöyle üzerinde bir düşünmekten fazla mühlet vermedi ve levhayı kendisi aldı. Çocuk dinle dedi. Ve şeyhin az ön­ce kendisine imlâ ettiği hadis metinlerini duyabileceğin en güzel biçimde okudu. Şeyh «— Çocuğum şimdi bunu sil» dedi. Çocuk sildi ve O'na geçtiği çeşitli senet­leri yazdırdı. Sonra «— Bunları oku» dedi. îîk kez yaptığı gibi yaptı ve okudu. Şeyh bunun üzerine şöyle diyerek kalktı: «Eğer bu çocuk yaşarsa, mutlaka O'nun büyük bir yeri olur. Çünkü bunun böyle bir benzeri görülmemiştir.»

21- Bu, O'nunla karşılaşan bîr şahıstan nakledilen bir vakıadır ve ravisi de öğrencilerinden biridir. Anlatılan bu vakıa mübalağadan ari ve aşırılıktan uzak gözükmektedir. Çünkü İmam Malik'ten gelen pek çok haber teyîd etmiştir ki, O îbn-i Şihab'dan otuz küsur hadis dinlerdi de aynı mec­liste onları okurdu. Bu dinledikleri arasında Sakife hadisi de vardı. (Uzun bir hadisti). Eğer ortada bir fark varsa bu fark iki asır arasında olmalıdır. İmam Malik'in yaşadığı asır ezberleme devri îdi. O dönemde itimad hafı­zaya olup kitaplara değildi. Böyle bir telakki tabi ki hafızayı kuvvetlendire­cek ve besleyecekdi. Çünkü tecrübe neticesinde herkesçe benimsenen hu­suslardandır ki, fazla kullanılan organ kuvvetlenmekte ve güçlenmektedir. İbn-i Teymiyye'nin yaşadığı döneme gelince bu devir tedvin devridir, her şeyin yazı ile tesbit edildiği, yazıya itimad edildiği bir dönemdir. Hafıza­larda saklanan bilgiye değil de satırlarda hıfzedilen bilgilere itimad esas olduğu için bu anlayış tabii netice olarak hafızayı kuvvetlendirmeyecektir.

Durum ne olursa olsun, İbn-i Teymiyye'ye Allah Taala'nın küçüklüğün­den beri belleyici bir hafıza vermiş olduğu sabittir. Psikolog ve eğitimci­lerin de ifade ettikleri gibi hafıza, zekânın güçlülüğünü veya zayıflığını gösteren en önde gelen ölçüdür. Öyle görünüyor ki hafıza gücünü İbn-i Tey­miyye, ailesinden almıştır. Daha önce de gördük kî, İbn-i Teymîyye'nin ba­bası Dimeşk'te en büyük camide derslerini herhangi bir kitaba dayandırma­dan anlatarak açıklıyordu. Akranı ve arkadaşları arasında bu özellik sadece ona hastı. Çocuk babasının sırrıdır. Dolayısı ile İbn-i Teymiyye'nin, baba­sının sahip olduğu özelliklere sahip olmasında, kendisi ile fakihler, kelâm alimleri, sofiyye, Şia ve daha başkalarından oluşan muhalifleri arasında iyice kızışan mücadeleler nedeniyle hafızasının daha kuvvetli ve parlak ol­masında şaşılacak bir durum yoktur.

22- Bu çocuk küçüklüğünden beri ve daha henüz yaş iken pınarla­rından içerek, bizzat kaynaklarından alarak ilme yönelmiştir. Hayatının ilk başlarında başka bir mesleğe yönelip de sonradan ilme döndüğü bilinme­mektedir. Bunu böyle düşünmek bile makul değildir. Çünkü O'nun ailesi il­me, hatipliğe, va'za, furuda, ve usulda eser vermeye kendim hasretmiş bir ailedir. Bu araştırmada dedelerinden bazıları ile babası hakkında ki haber­lerden onların özel bir yeri olduğunu öğrenmiş oldun.    Dİmeşk'teki bazı medreselerde hadis derslerini verdiğini belirtmiştik. Bu durumda akla uy­gun olan İbn-i Teymiyye'nin küçüklüğünden beri İlme /önelmiş olmasıdır. Çünkü  başka türlüsü tasavvur olunamaz.  Üstelik babası Ebu  Hanife'nin babası gibi tacir değildi. Ebu Hanife bu yüzdendir ki, ömrünün ilk yıllarında bu işten vazgeçip kendisini ilim tahsiline verinceye kadar çarşıya, pazara çıkıyordu. O'nun kendisini ilme vermesini de, kendisinin î!m kafasına sa­hip zarif bir genç olduğunu gören Sa'bî tenbih etmişti. Kendini ilim tahsi­line verse de «Ebu Hanife» adlı kitabımızda belirttiğimiz gibi ticaretten ve tüccarla olan alakasından tamamen el £tek çekmemişti.

23- Takiyyuddin'in babası (bu günkü tabiri ile) hadis kürsüsü baş­kanı olduğuna göre, oğlunun İlk üzerine eğileceği derslerin Kur'ân-ı Kerim'i ezberledikten sonra hadis ezberlemesi, hadis rivayeti alması, hadisleri bizzat ravilerinden elde etmesi büyük hadis şeyhlerinden hadis kitaplarını se­ma yolu İle alması; İmam Ahmed'in Müsned'i, Sünen-i Ebû Davud es-Sicis-tanî, Camîut-Tîrmizi, Sünen-î İbn-i Mace ve Sünen-î ed-Darekutni gibi büyük hadis divanlarını dinlemiş olması gerekir. İbn-i Teymiyye bunlardan herbi-rini birçok defa dinlemiştir. Hadis alanında ezberlediği ilk kitap bazı mua­sırlarının dediği gibi İmam el-Humeydî'nin «el-CerrT beyne's-Sahîhayn adlı eseridir.[6]

Çağdaşları hocaları hakkında şöyle demiştir:

«îbn-î Teymiyye'nin dinlediği şeyhleri ikiyüzden daha çoktur. İmam Ahmed'in Müsned'ini defalarca dinlemiştir»[7] .

Şüphesiz ki bütün bunların İbn-İ Teymiyye'nîn küçüklüğünde kolaylık ile ve sıkıntısız bir şekilde hazırlanmış olması, babasının makamından do­layı oluyordu. Babası hadis riyasetinde ondört sene kadar kalmış böylece, kendisini bu riyasete lâyık kılan şahsi liyakatindan ve bu makama ulaş­masına kendisine İmkân veren ilmî derecesinden daha fazla, makamı saye­sinde hadis şeyhleri üzerinde bir nüfuz kazanmıştı. Hatırlanacağı gibi kendî Moğol baskınlarından kaçarak Dimeşk'e gelmiş, ülkesinden çıkarılmış biri idi.

24- İbn-İ Teymiyye'nin babası hadisin yanında başka ilimler de oku­tuyordu. Matematik (riyazet) okutmuş, Arapça ve dil ilimleri İle özel bir şekilde ilgilenmiştir. Sanki bu ilimlerde ihtisas yapıyormuşcasma üzerinde durmuş, önceki devrelere ait Arap" haberlerini İslâm devletinin parlak gün­lerine ait pek çok nesir ve manzum edebiyatı ezberlemiş, nahiv'de açık bir üstünlükle temayüz etmiştir. O kadar ki Sibeyeyh'in Kitab'ı üzerinde mütâ­lâalarda bulunur. Araştırıcı ve tenkidçi bir tarzda okurdu. Başka kitaplar-daki mütalalarına dayanarak bazı konulara muhalefet ederdi. Tenkitlerinde karşı çıktığı görüşler delilsiz olmazdı. Savunduğu görüşlerde, delilden hüc­cetten hali olmazdı.

Bunların yanında Hanbelî fıkhını okutur bu büyük mezhebin seyrini araştırırdı. Bu konuda babası ne güzel yönlendirici idi; Hadis alimlerinden ve hadiste temayüz edenlerden olduğu gibi Hanbelî fıkhında da İleri ge­lenlerden bulunuyordu.

İlimle dolu bu denizin ortasında Kur'ân Tefsirini öğrenmeye özlem du­yuyor, tefsir konusunda yazılan ansiklopedik mahiyetteki eserlere müra­caat ediyor, araştırıcı bir kafa; ancak sahih haberle, sağlam lügatla hakîm akılla, uyanık kalple ve yerli yerince düşünce tarzı ile kendisini mu-kayyed bilen hür bir fikirle onları okuyordu.

25- İbn-İ Teymiyye bu dersler içinde yürüyor, alim babasının gölge­si altında ergenlik çağına ulaşıyordu. Kendisine eğer büyük ölçüde fayda veren bir bağlılık varsa o da babasına olan bağlılığı idi. Eskiden kendisini ilme yönlendiren kimseden ve nasıl yöneldiğinden sorulduğunda Ebu Hani-fe şöyle demişti: «Ben ilim ve fıkıh merkezinde idim. İlim ehli ile oturup kalktım ve fukahadan birine yapıştım.»

Ebu Hanife'nin bahsettiği bu bağlılık Takiyyuddin için de gerçekleş­mişti. O babasına yapılmış ulemadan ders görmüş ve her ilim pınarından almıştır. Dımeşk bir ilim merkezi İdi. Çünkü bu şehir doğuda ve batıda ule­manın sığındığı iki şehirden ikincisi idi. Birincisi Kahire'dir. Endülüs'teki ulema işkence ve zulme uğradıktan, Endülüs müslümanları parçalanıp bö­lündükten, düşmanları bu bölük pörçük müslüman guruplarını parça parça yutmaya başladıktan sonra buralardaki alimler bölük bölük canlarını Kahi-re'ye attılar. Oradaki müslümanların, ulemayı gayet güzel ağırlayan, onları barındıran, onlara maaş bağlayan, onlar için vakıflar kuran idarecilerinin gölgesinde kendilerine himaye bulmak için Kahire'ye sığındılar.

Moğollar doğudan baskınlar düzenleyip İslâm ülkelerini istilâ edip bu­raları fesada verince, hilafet merkezi ellerine düşecek kadar İslâm ülke­lerini zabtedince, buralardaki alimler ilimleri ile Dimeşk'e sığındılar. Bun­lardan bazıları burasını kendine yurt edindi. Zaten Dımeşk'in kendine has ilmi bir şerefi vardı. Bazıları da Moğolların ve başkalarının hücumlarından iyice uzaklaşmış olmak için Mısır'a geçtiler.

26- Şu halde Dımeşk İbn-i Teymiyye'nin döneminde alimlerin yu­vası idi. Bu yüzden İbn-i Teymiyye ailesi bu şerefli yuvaya sığınan ve orada yer edinen ailelerdendendiler. İdareciler bu aileye ilmin hakkını veriyor, onları zirveye ve en üste çıkarıyordu.

Dımeşk'te hadis medreseleri vardı ve buralarda en-Nevevî İbn-i Dakik el-İyd, el Mızzî, ez-Zemelkânî, ve bazı alimler Hz. Peygamber'in (S.A.V.) ha­dislerini rivayet ediyorlar, senetlerin ricalini, hadis metinlerini derinleme­sine araştırarak tedriste bulunuyorlar, birbirleri ile karşılaştırıyorlardı. Ha­disler bir araya toplanmış ve tedvin edilmişti. Hadis incelemeleri delilli olu­yor, istikraya tabi tutuluyor ve derin bir araştırma ile yürütülüyordu. Kütüp­haneler bu asırda yapılan araştırmaların ortaya koyduğu büyük kitaplarla dolup taşmıştı. Hatta öyleydi ki, hadis bablarından herhangi bir babı oku­yan kişi, o babda varid olan hadislerin tamamını, garibiyle, haseniyle, sahibi ile zayıfı ile hem de her birinin sıhhat mertebesine, destekleyici varyant­larına, tearuz halinde olanlarına tenbihle birlikte birarada toplanmış bula­biliyordu. Böylece çalışma yapacak kişiye o konuda doğruyu arama işi en hafif bir külfet ve en az bir çaba ile gerçekleşmiş oluyordu. Tabi bu, araştırıcının, sağlam, doğru bîr akla, usul, tahriç ve istinbat kuralları ile kayıtlı selim bir mantığa malik olması ile beraber olacaktı.

Hadis medreselerinin yanıbaşında fıkıh medreseleri de vardı. Bîr ta­rafta Hanbelî fıkhı medreseleri varken, diğer tarafta da, Şafii fıkhı med­reseleri bulunuyordu. Eyyübİler, Şafii medreselerine özel bir itina göster­mişlerdi. Salâhaddin Eyyubi (R.A.) Şafii mezhebinin mutaassıp bir münte-sibi idi. Bu yüzden de Şafii fıkhını Dimeşk'te ve Kahire'de yüceltmişti.

27- Fıkıh ve hadîs dîraseti yanında akaid de tedris ediliyordu. Eyyu-biler Akaid konusunda Ebu'l-Hasen el-Eş'arî'nin mezhebini yaymak İçin bü­yük bir çaba gösteriyorlar ve bu mezhebin tabi olunulması vacip olan sünnet yolu olduğuna, metod olarak benimsenilmesi gereken yegâne mes­lek olduğuna inanıyorlardı. Bu mezhebin doğuda olduğu gibi batıda da ya­yılma üstünlüğü vardı.

Hatta öyle ki, Eş'ari mezhebine muhalif HanbelÜerin inanmakta olduk­ları akideden başka hiçbir akide kalmamıştır, [8] Hanbeliler akaîd tedrisa­tında, fıkıh tedrisatındakî metodlarına dayanıyordu. Nasıl ki fer7 hüküm­leri naslardan çıkarıyorlarsa, itikadı konuları da naslardan istihracda bulu­yorlardı. Çünkü din bu ikisinin toplamından ibaretti. Bunlardan bîrini elde et­mek, öğrenmek için, girilen yola kuşkusuz ikincisini istihraç için de girile­cektir.

Eş'ariler ise akaîd konularında istidlal ve mantıkî burhan yolunu be­nimsiyorlardı. Çünkü imamları Ebu'l-Hasen el-Es'arî hayatının ilk dönemin­de mütezilî olarak yetişmiş onların istidlal yollarım iyice öğrenmiş sonra ulaştıkları neticelerde onlara muhalefet etmiş; onlarla hüccet ve burhanla, iyice bildikleri yolla, mücadelede bulunmuştur. Bu yüzden Eş'ari'nîn me-todları ile Mutezile'nin metodları her ne kadar neticeler farklı da olsa bir-ieşiyorlardı. Eş'ari onlarla en iyi kullandıkları silâhla mücadele ediyordu. Kendisi bu silâhları kullanmada mahirdi. Akideleri isbat ve anlama konu­sunda Hanbelilerle Eşariler arasında bu metod farklıiığındandir ki Eş'ari medreseleri bir tarafta, Hanbeli medreseleri de diğer tarafta temayüz etaralarında kelâmî münakaşalar (mücadeleler) olmuş Eş'ariler Hanbe-r'i tecsimle (Allah'a cisim isnadı) ithamda bulunmuşlardır.

28- Fıkhî ve itikadî medreseler arasında Hanbelilere ait Cevzİyye medresesi, Sükkeriyye Medresesi, gibi özel medreseler vardı.

Nitekim yine Ebu Ömer b. Kudame'nin inşa ettiği Ömeriyye medre­seleri de bulunuyordu. Kur'ân ve fıkıhla iştigal eden fakihler için bina edil­mişti.[9]

İşte bu Hanbeli medreslerinde İbn-i Teymiyye öğrenim görmüş, baba­sının gölgesinde, ve gözetiminde O'nun yönlendirmesi altında tahsilini sür-dürmüştür. Tabi mutlaka Eş'ariler'i de görmüştür. Onlar Hanbeli'lere hü­cumda bulunuyor, onları tecsim ve teşbihle suçluyorlardı. İbn-i Teymîyye onların cedel metodlarını, akaid alanında kullandıkları felsefî akdî metod-la aklî metodu birleştiren ders usullerini elde etmiş, her iki metodu da in­celeyerek iyice vakıf olmuştu. Yine o bu meyanda mantığı, bu ilme ait öner­me ve kıyas çeşitlerini de öğrenmişti.

Çalışma ve araştırmaya mani olacak herhangi bir engel yoktur. İnsan aklı araştırıcıdır. Öğrenmek ve bilgiye ulaşmak ister. Gayret sahibi genç Takıyyuddin mutlaka kendini Eş'arîler'le mücadeleye hazırlamış olmalıdır. Onlarla tartışmaya başlamadan önce de tabî, zaruri olarak hak mı, yoksa batıl mı olduğuna hükmedebilmek için onların bilgilerini öğrenmiş olmalı­dır. Çünkü bir şey hakkında hükmetmek O'nun tasavvurunun bir neticesi ve fer'idir. Böylece Eş-arilerin yöntemleri hakkında kendisinde bilgi oluşmuş, ister lehlerine isterse aleyhlerine olsun onların araştırma ve cedel me­todlarını öğrenmiş olmalıdır ki; eğer muhaliflerse kendi silâhları ile onlar­la mücadelede bulunması mümkün olsun. Zira her zaman, hasma, hasmı­nın silahı ile mukabele edilir. Yine hakkından gelmek ve batıl görüşlerini bertaraf edebilmek için, Eş'arilerin mücadele ettikleri Mutezile'nin görüşle­rine de muttali olmuş olması gerekmektedir. Sonra da Gazzali'nin —kendi­si Eş'ari'nin görüşlerini benimseyenlerdendir— tutarsızlıklarını ortaya koy­mak için mücadeleye giriştiği filozofların görüşlerini öğrenmiştir.

O bütün bu süreç içerisinde aklını beslemiş, idrak gücünü genişletmiş, düşüncesini parlatmış ve kendisini her fırkanın ileri gelenleri ile mücade­leye hazırlamıştır.

29- Biz bu faraziyeleri, realitenin desteklemediği hayali ihtimaller olarak ileri sürmüyoruz. Aksine O'nun risalelerine ve kitaplarına baktığı­nızda naklin ve âsârın görüldüğü gibi felsefî yapıya sahip düşünen derin. bir idrak, ve nüfuza sahip mütefekkir bir aklın parladığım göreceksiniz. İs­terseniz onun hakkında İslâmî akilciliğin, derîn düşüncenin en doğru örne­ğini veren bir ilim adamıdır diyebilirsiniz. Çünkü filozof sadece diğer filo­zofların kuruntuları, düşünce ve hayalleri içinde dolaşıp duran kimse değil­dir. Bilâkis hakikatları ortaya koyan, onları düşünen derin İdrak gücüne sa­hip bir akılla müdafaa eden faraziye ve takdirinde derin bir isabet gücüne sahip olan kişi de aynı şekilde filozoftur. İsterse O belirlenmiş dinî haki­katlerden bahsetsin, tesbit edilmiş sabit Kur'ân ve Resulullah'in hadisle­rinden alınan hükümlerle konuşsun, bu O'nun filozof olmasına mani değildir. Hatta biz Tehafü't-ü'l-felasife (Filozofların Tutarsızlığı) adlı eserini yazarken Gazalinin, Tehafütü't-Tehafüt adlı eserin sahibi !bn-i Rüşd'den az olmayan derin düşünce ve nüfuz gücüne sahip bir filozof olduğunu kabul ediyoruz.

Felsefe sadece benimsenen görüşlerden ibaret değildir, aksine felsefe idrak derinliği, ince ve güzel düşünce, hakikati elde etmek için ihlâs de­mektir. Bütün bunlar İbn-i Teymiyye'nin yazdıklarında vardır. O, kendisi böy­le bir tavsife razı olmasa da müstakim düşüncesiyle dini filozoftur.

30- Biz O'nun çalışmalarına vakıf olmak için fıkhı yazılarına şöyle bir baktığımızda, mütekaddimin ve müteehhirinin görüşlerini, kiyasçilann kıyaslarını, esercilerin eserlerini, tahriç erbabının, derinliklerini bilen her meselenin fıkhım arzeden herşeyden haberdar, araştırmacı bir fakihin kar­şımıza çıktığını, eserlerinde araştırılarak incelenerek ele alınan, neticele­rin ön hazırlıklarına, furuun usulüne, müsebbeblerin sebeblerine irca edil­diği, şeriatın özünü hükümlerinde gözettiği maksat ve gayelerinin anlaşıl­ması amacıyla açıklayan mukayeseli bir fıkıh göreceğiz.

İbn-i Teymiyye'nin fıkhının ayrı bir özelliği daha vardı: Sahabe görüş­lerini bilmeye, istikra ve araştırma ile onların fıkıhlarında mevcut yönel­meleri öğrenmeye son derece hırs gösteriyordu. Özellikle de İlim, tecrübe, diraset ve araştırma zihniyeti ile temayüz eden Ömer b. Hattab, Ali b. Ebi Talip, Abdullah b. Abbas gibi sahabilerin fıkhını öğrenmeye bütün gücünü sarfediyordu. Ayrıca Said b. Müseyyeb, İbrahim en-Nehal, el-Kasim b. Mu­hammed ve benzerleri gibi seçkin tabiilerin fetvalarını öğrenmeye de son derece hırslı idi. İşte bu çalışmaların ışığı altında ve bu hırsla, derin ve nüfuz gücüne sahip akli ile seçmiş olduğu ba^i neticelere ulaşmıştır ki, bunlar dört mezhepde olmayan veya onlardan alınmayan görüşleridir. Bir defada tek bir, sözle verilen üç talakın veya peşi peşine verilen üç talakın bir talak sayılması, talaka yeminin talak sayılmaması ve inşallah ilerde fık­hından bahsederken açıklayacağımız meselelerden daha başkaları gibi gö­rüşler bu meyanda olan görüşlerdendir.

31- Kısaca arzetmek gerekirse genç İbn-i Teymiyye kendisini üstün bir şekilde yetiştirmiş, asrında geçerli olan ilimleri öğrenmek sapasağlam Öğrenmediği hiçbir kısım bırakmamıştır. Muas:Harından biri O'nun hakkın­da şöyle demiştir:

«Allah (C.C.) Davud (A.S.)'a demiri yumuşattığı gibi, O'na da ilimleri yumu­şatmıştır. O'na herhangi bir fenden sorulduğunda, O'nu gören ve dinleyen O'nun ihtisas alanının o olduğunu ve o daldan başkasını bilmediğini zanneder ve hiç kimsenin o dalı onun gibi bilemeyeceğine hükmederdi. Diğer mezheplerden olan fukaha, O'nunla birlikte oturduklarında kendi mezhepleri hakkında daha Önce bilemedikleri konularda O'ndan istifade ederlerdi. O'nun biri ile münazara ediple yenildiği bilinmemektedir. Herhangi bir ilimde -ister şer'i ilimlerde olsun ister diğerlerinde- konuşup da o ilmin erbabına, mensuplarına üstün gelmemesi vaki değildi. Güzel tasnif konusunda da üstün bir maharete sahipti.»

İşte bu, küçüklüğünde ve gençliğinde uğraştığı geniş kapsamlı çalış­maların meyvesidir. Bu çalışmaların neticesinde nihayet layık olduğu şana ulaşmış, devrini ve nesilleri harekete geçirmiş, İslâm'ı tecdid etmiş, nasıl taptaze başladı ise öylece yenilemiş ve özerine birikmiş asırların tozlarını izale etmiştir. İslâm'ın hakikatini idrake ve gayesini anlamaya muvaffak ol­muştur. [10]

 

Öğretim Çalışmalarina Başlaması

 

32- Ahmed güçlü bir delikanlı oldu, kalbi marifetle doldu, kusursuz bir adam oldu. Halbuki yaşıtları henüz ilk çocukluk yıllarını yaşıyor, haya­tın gafleti içinde ömürlerini geçiriyorlardı. Kendisi daha önce geçenlerin bilgileri ile beslendikten ve kalbinde meyveler vermeye başladıktan sonra bilgi ve irfanı ile başkalarını gıdalandırmaya başladı. Allah Teala'nın nefsi­ne, kalbine ve aklına bahşettiği kabiliyet ve idrak güçlerine ek olarak ken­disine yüklediği kutsal görevi yerine getirmek için kendine güvenerek Al­lah'ın yardımına sığınarak ileri atıldı. Allah (C.C.) bu iş için lütfettiği te­fekkür gücü ve derin kavrama yeteneği ile O'nu buna hazırlamıştı. Zaman O'nun gibisine muhtaçtı. Böylesine karanlık bir dönem ortasında, İslâm'ı doğru anladığı İçin yolu aydınlatacak ve Hz. Peygamberin (S.A.V.) getirdiği şekli İle insanlara sunacak birisine şiddetle ihtiyacı vardı. İbıı-i Teymiyye için mekân hazırlanmış, oturması gereken kürsü boşalmıştı.

Şöyle ki, Dımeşk'te Camii Kebir'de kürsüsü bulunan ve bazı medre­selerdeki hadis kürsülerinin başkanlığına sahip olan babası 682 H. yılında vefat etmişti. Ahmed o sırada yirmi bir yaşında bulunuyordu. İbn-i Kesir, e!-Bidaye ve'n-Nihaye adlı eserinde O'nun tedris işini babasının vefatından bir sene sonra üstlendiğini ve babasının ilim meclisine oturup O'nun yerine geçtiğini söylemektedir. Buna göre İbn-i Teymiyye tedris işini yirmi iki yaşında iken yüklenmiş, İbn-i Dakik el-İyd ve benzerleri gibi Dimeşk med­reselerinde ve Camii Kebir'de tedrisatta bulunan o dönemin seçkin hadis imamlarına denk olarak tedris kürsüsüne oturmuştur.

33-  Muasırlarından biri olan ez-Zehebî O'nun beden ve ruh yapı­sını şöyle anlatmıştır:

«Beyaz tenli, siyah saçlı ve sakallı idi. Saçları kulak yumuşaklarına ulaşırdı. Gözleri konuşan iki dil gibi idi. Orta boylu idi. îki omuz arası genişdi, yüksek sesli idi. Konuşması fasih okuması seri idi. Kendisi de hiddetli idi. Fakat bu hid­detleri hilmi İle örter, etkisiz hale getirirdi. O'nun kadar Allah'a yalvaran O'ndan yardım isteyen O'na yönelen bir kimseyi görmedim».

İşte sahip olduğu aklî meziyetlerinin ötesinde, bu beden ve ruh yapı-sına ait vasıflar O'na hususi bir heybet kazandırıyor, kendisi ile konuşanla­ra karşı tesir ve nüfuz gücüne sahip kılıyordu. Kulağını dinlemek için O'na veren kimse çok geçmeden kalbini ve duygularını da O'na teslim ediyordu. İbn-i Teymiyye bu şahsî vasıflarla, bu yeteneklerle bu medreseler ve yaygın ilim ortamında öne geçti ve Cami-i Kebir'de fasih bir dil ile ders vermeye  başladı. Gözler O'na yöneldi, dinleyenler O'na gönülden kulak verdiler. O'nu dinleyenlerden bir çoğu bağlanarak, şiddetli arzu duyarak ve beğenerek O'na talebe oldular. Bunların içinde sadık havariler derecesinde samimi olanlar vardı. O'nun dersleri aynı görüşü paylaşanları, muhalifleri, bid'atçiları, ehli sünetten ve Şia'dan herkesi biraraya topluyor, her fırka O'nun derslerini dinlemeye geliyordu. Talebeleri çoğaldı. Dinleyenleri arttı. İlmî meclislerde adından çokça söz edilmeye başlandı.

Bu halde o, araştırma ve öğrenmeden muazzam idrak gücüne sahip bir akıl, kuvvetli bir hafıza ve hür seiim bir düşünce île ilim ve irfanını artır­madan da geri durmadı.

34- O'nun derslerinin, her ne kadar çeşitli konuları içerse de bir or­tak yönü, tek bir amacı vardı: İslâm'ın yabancı fikirlerle bulanmadan saf olarak alındığı, mensuplarının, İslâm'hk örtüsü altında gizlenerek hem es­ki kültürlerini ihya etmek, hem de müslümanların kendi dinlerini, anlayış­larını ifsad etmek gibi bir taşla iki kuş vurma kabilinden diriltmeye çalış­tıkları yok olmuş mezhep ve İnançların ele alınmadığı, ilk asırda yaşayan Ashab-ı Kiram'ın üzerinde bulunduğu (selef-i salihin yolunu) ihya etmekti. Gerek akaid gerekse usul ve furuda sahabe devrindeki anlaşılan ve yaşanılan İslâm'a ulaştıran yolu metod olarak benimsiyordu. Vardığı hük­mün, sahabenin üzerinde olduğu görüş  olduğuna  inandığında O'nu  deli! ve burhanla müdafaa eder, aklının ve araştırmalarının ortaya koyduğu aklî ve naklî delillerle ortaya kor, yaşanan hayattan ve insanlar arasında cari olan teamüllerden habersiz kalmazdı.

Bu konuda İbn-i Teymiyye bütün ilmî kozlarını ortaya kordu. Büyük alimlerden O'nu görenler hemen O'nu beğenirlerdi. Büyük Muhaddis İbn-i Dakik'l-İyd —ki hadiste ve hadis ilimlerinde devrinin hücceti oluyordu— O'nu görmüştü ve şöyle demişti:

«Bütün İlimleri iki gözümün önüne toplamış bir adam gördüm. Onlardan is­tediğini alıyor, kullanıyor, istediğini de bırakıyor.»

İbn-i Dakiki'l-İyd İlk kez O'nu gördüğünde ve sözünü işittiğinde ken­disine şöyle demişti:

«Zannediyorum ki Allah Taala artık senin gibisini yaratmıyor» [11].

Bu bilgi ve irfan, bu hasletler, ve bu apaçık üstünlük ortaya çıktığında İbn-i Teymiyye henüz otuz yaşlarında bulunuyordu ve aleyhinde söz söyle­mek için kendisini dinleyen alimlerin ve talebelerin kendisine yöneldikleri birisi olmuştu. Samimi öğrenciler O'ndan istifade etmek için O'na koşu­yorlardı. O da bütün bunları düşüncesi ile kalbi ile, ihlâs ve mükemmel be­yan gücü ile doğruya yönlendiriyordu.

35- İbn-i Teymiyye İslâm'ı iik devrine döndürmeye çalışması ile çok­larının beğenisini kazandığı gibi birçoklarının da muhalefetini kazanmıştır, O'nun fikirlerine katılanlar vardı. Bunların çoğu talebelerinden ve O'na gö­nül verenlerden yani kendisini takip eden nesildendi. İbn-i Teymiyye bunla­rın nefislerinde, ilk başlattığı gibi, İslâm'ı yeni ve taze halinde döndürme çalışmaları ile bu tecdidi kabul edebilecek kabiliyet ve verimliliği buluyor, onlarda gelecek nesilleri aydınlatacak nuru görüyordu. Aynı şekilde fikirle­ri uykularından uyandırmak, azimleri durgunluklarından kurtarmak isteyen her reformcu gibi gençlere yöneliyor ve onlara fikir ve görüşlerini yayıyor­du. Çünkü yarın onların günü idi. O gençlere sözünü söylerken hem zama­nını hem de geleceği aydınlatıyordu.

Talebeleri O'na muvafakak ediyorlarsa, bir çokları da muhalefet ediyor­du. Bazılarının O'nun sözlerinden göğsü daralıyor, hazmedemiyorlardı. Ba­zıları ise muhalefet etmekle birlikte; «Müçtehiddir, hata da eder isabet de eder.» diyor. O'nun bazı görüşlerine, tekfir etmeden günahkâr demeden karşı çıkıyordu.

Buna göre şöyle diyebiliriz: İbn-i Teymiyye'nin sözlerini değerlendir­mede insanlar üç kışıma ayrılmıştır:

1. Tarafları ve destekleyicileri olan grup.

2. O'nunla mücadele eden ve O'na karşı koyan grup (Bunlardan bazı­ları O'nu tekfirde bulunuyordu.)

3. Üçüncü grup ise bazı görüşlerinde kendisine muvafakat ediyor, ba­zılarında da muhalefet ediyordu. Birinci grup O'nun hakkında övücü sözler söylemiş, Ö'nu ictihad mertebesinin en üstüne çıkarmışlardır. İkinci grup ise    O'nu  kötülemekte, tenkit etmekte   aşırı gitmişlerdir. Üçüncüler ise bu iki aşırı grubun arasında bulunuyorlardı. Bu yüzden her iki grup da onlardan hoşlanmıyorlardı.

Üçüncü gruptan olan Zehebî bu konuda şöyle demektedir:

«O'nun ile beraber olan ve tanıyanlar benim O'nun hakkını teslim etmediği­mi söylerler. O'na muhalif ve karşı olan kişilerle benim O'nu övmede aşın gitti­ğimi söylerler. Ben O'nun hem dostlarından, hem de muhaliflerinden eziyet gör­düm. Ben O'nun masum olduğuna inanmıyorum. Hatta O'na aslî ve fer'î birçok meselede muhalifim. Çünkü, ilminin genişliğine, aşırı şecaatine, zihninin akıcılı­ğına, dinin yasaklarına olan saygısına rağmen yine de diğerleri gibi bir insan idi. Münakaşa  esnasında kendi  aleyhine  düşmanlık duygularını uyandıran bir  hid-

 Prof. Ör. Muhammed fîbu 2ehra

det ve gazap kendisine arız oîur, hasımlarına, şiddetle çatardı. Eğer öyle olma­saydı hakkında herkes sözbirliği ederdi. Çünkü hasımlarının büyükleri O'nun il­mine boyun eğiyorlar ve Onun uçsuz bucaksız bir deniz, misli bulunmayan bîr hazine olduğunu itiraf ediyorlardı. Şu kadar ki, O'nu ahlaken ve davranışları açı­sından tan edip ayıplıyorlardı. (Hz. Peygamber (S.A.V.) hariç) herkesin bazı söz­leri kabul görür, bazıları da terk edilir.»

36- İşte bunlar, en büyük İslâm tarihçilerinden biri ve dikkatli bir araştırıcı olan muasırının da yukarıda açıkladığı gibi İbn-i Teymİyye'nin görüşleri karşısındaki insanların kutuplaştıkları gruplardır. Zehebî muha­liflerinin muhalefetlerinin, O'nunla olan şiddetli mücadelelerinin ve O'na yönelttikleri ithamların İbn-i Teymİyye'nin hiddetli huyu, sözünün sertliği ve hasımlarına çatması yüzünden ortaya çıktığını ileri sürmektedir. Belki de öyleydi. Hatta biz Onda bir hiddet ve şiddetin bulunduğuna kesinlikle hük­mediyoruz. Bu Onun sözlerinde belirmektedir. Ancak Ona karşı olanların muhalefetinin ve bu muhalefetin Onunla açıktan savaşa dönüşmesinin tek sebebinin bu olduğunu zannetmiyoruz. Aksine O'nun münakaşaları ancak kendisine karşı düşmanca cephe aldıkları zaman hiddet şekline dönüş­müştür. O hakkında görüş ileri sürdüğü hükümleri, selefi salihin devrindeki olduğu haline döndürüyordu. Görüşleri bid'at değildi. Aksine kendi ve da­kik bir araştırıcının nazarında bunlar birer sünnetti.

Asrında bulunan sofilerin gözbağcılığı ve pek çok tevilleri, akaîd ko­nularında ve bunları anlama yollarında, ahkâmda ve tahriç usulünde hakim olan mutlak taklidin yaygınlığı İçerisinde, her türlü taklitten kurtularak Al­lah'ın kitabı ve resulünün sünneti ile amele, selefi salihinin yoluna davet eden birinin sözü makbul, düşüncesi sağlam olamazdı. O'nunla mutlaka mücadele etmek, cephe almak lâzımdı. Özellikle muhtelif fırkalardan kendi asrında yaşayanlar O'nun tuttuğu yolda, kendilerini, tatmin edecek bir şey göremiyorlardi. Aksine İbn-i Teymiyye onların içyüzlerini ortaya koyuyor­du. Dolayısı ile muhalefet etmek mutlaka gerekliydi. Getirdiği metod üze­rinde görüş birliği etmiş olmaya imkân yoktu ve rıza gösterilmesi mümkün değildi. Muhalefet, münazara ve mücadele olunca düşmanlık ve açıktan harbetmek kaçınılmazdı. Özellikle de, inandığı davaya medreselerde ev mescidlerde umum halka ve seçkin kimselere davetten geri durmuyorsa el­bette buna mani olmak gerekti.

Şüphesiz dost düşman herkes O'nun ilmi kudretinde, lisan.ve cedel gücünde, öğrenme dehasında görüşbirliği etmişlerdi. Ne var ki, birçokları bu kudrette kendilerine açılan bir savaş görüyorlardı. Dolayısıyla cephe al­mak gerekiyordu. Çünkü bunlar O'na cephe almakla bir varlığı ve vücudu bulunan dini bir grup olmaları vasfı ile mevcudiyetini sürdürdükleri kendi varlık ve vücudlarını savunmuş oluyorlardı.

37- O derslerinde öğrettikleri ve, cami-i kebirde her cuma günü bü­yük halk kitlesine verdiği derslerle yetinmiyordu. Yazılı olarak kendisine başvurulan merci olmuştu ve bunlara yazı ile cevap veriyordu. Bunlar ta­nlar arasında yayılıyor ve meşhur oluyordu. Müstensihler bunları çoğal­tıyordu. Bunlar yazılı malzemeye geçerek her gün etrafa yayılıyordu. Sade ağızlardan duymakla yetinilmiyordu.

Hama halkı O'na bir mektup yazarak Allah Teala'nın Kur'ân-ı Kerim'de kendini tavsif ettiği sıfatlardan, istivadan, Evesia kürsiyyuhu's-semavati) âyetindeki kürsünün Allah'a olan nisbetinden ve benzeri meselelerden sor­muşlardı. Bunlara «Hameviyye Rİsalesi»'ni yazarak cevap verdi. Bu risa­lede Eş'ari'lere (müteşabihat hususundaki] metodları konusunda muhale­fet etmektedir. Muhalifleri O'nu nakzetmeye yeltendiler ne var ki, O'nun fasahatine karşı koyacak güçleri yoktu. Hemen Eş'ari veya Maturidi olan, __kî bu ikisi bu konuda birleşen iki mezheptir— Hanefî kadısına şikayet et­tiler. Hadisenin anlatılmasını, İbn-i Teymİyye'nin talebesi olan Hafız b. Ke-slr'e bırakalım. İbn-i Kesir Tarihinde 698 hicri yılının olaylın içinde anlatı­yor:

«Fukahadan bir grup îbn-i Teymİyye'nin aleyhine kıyam ederek Hanefi kadısı Celâleddin'in huzuruna çıkarılmasını istediler. Fakat îbn-i Teymiyye gelmedi, ül­kede Hama halkının sormuş olduğu Hameviyye diye adlandırılan akide risalesi hakkında yaygara koparılmıştı. îbn-i Teymiyye kendisine karşı kıyam edenlere haber göndererek bir araya gelmelerini İstedi. Birçoğu gizlendi. Çağırdıklarından bir grup akide risalesine karşı çıktılar. Diğerleri sustu. Cuma günü olduğunda Ibn-i Teymiyye adeti üzere Cami-Î Kebir'e gitti. «Şüphesiz ki sen yüce bir ahlâk üzeresin» âyetini tefsir etti. Sonra Cumartesi günü Kadı îmamuddin ile bir ara­ya geidi. îleri gelenler de Kadının yanında topladılar. Hameviyye Risalesini ince­lediler. Bazı yerlerini münakaşa ettiler. îbn-i Teymiyye pek çok sözden sonra on­ları susturacak şekilde cevap verdi. Sonra da çıkıp gitti. îşler düzeldi. Ortakhk yatıştı. Kadi lmamuddin'in inancı güzeldi ve kendisi iyi niyetli İdî.[12]

İbn-i Teymİyye'nin kendisine yöneltilecek sorulara huzurunda cevap vermeyi kabul ettiği, Kadı İammuddin, Şafiî Kadısı oluyordu. Belki de İbn-i Teymiyye O'nda hakkı kabu! etmemeye dair bir kasıtı olmadığı, hüküm vermede tarafsız olduğu ye sözü dinleyip en güzeline uyan birisi olarak gör­düğü için tartışmanın yapılmasını kabul etmiştir. Ama Hanefi Kadısı Ce-laleddin hakkında aynı iyi düşünceyi bulamamıştı. [Bu yüzden de huzuru­na çıkmamıştır).

38- Bu fitne selâmetle sona erdi. Ufak tefek şeyler hariç Ibn-i Tey-miyye'ye bu fitneden dolayı eza ve cefa dokunmadı. Biz burada şimdilik bu fitnedeki mevzulara girmek İstemiyoruz. Çünkü gerek Hameviyye Risalesi olsun gerekse benzerleri Allah'ın lütfü ile İbn-i Teymİyye'nin görüşleri ve fıkhı bahsine ulaştığımızda araştırmamızın mevzuunu teşkil edecektir. Şim­di biz burada O'nun hayatını, başına gelenleri, yolun önüne çıkardığı engelleri, hasımlarını karşılamada tuttuğu yollan ve bu uğurda tahammül et­tiği şeyleri ortaya koymaya çalışıyoruz.

Bu olayda dikkati çeken bir husus da şudur: îbn-i Teymiyye'nin başına gelen mihnet halktan gelmemiş, aksine ileri gelen seçkin zümreden gelmiş­tir. İtiraz bayrağını taşıyan bizzat Hanefî Kadısı olmuş ve bazı idareciler de O'na yardımcı olmakla kendisine katılmışlardır. Yaygaracıları bu İtikadın yasaklanmasına çalışmışlardır. İnançlara delil ve burhanla değil de yaygara ve propaganda ile cephe alınmıştı. İbn-i Teymiyye'nin hayatı boyunca ço­ğunlukla Suriye halkının kendi yanında olduğunu göreceğiz. Halktan Onun yoluna karşı çıkmayı üstlenen kişiler mezhep mutaassıplarıdır. Mısır'da ce­reyan eden bazı hadiseler hariç halkın O'na eziyet etmeğe iştirak etmedik­lerini görüyoruz.

Niye böyle olmasmdı? Çünkü halk bu büyük alimin ancak ve ancak apaçık salah-i hal üzerinde olduğunu ve imanla coşan bir kalpten fışkıran gayret-i diniyye ile dolu bulunduğunu görmüşlerdir. O'nu ancak Hakk'a yar­dımcı olan ve kendilerine şefkat duyan, onlara bir zarar gelmemesi için çır­pınan ve onlara merhamet eden birisi olarak görmüşlerdi. Alimlerle ihtilâf ettiği zaman halk, İbn-i Teymiyye'nin dilinde Allah Resulünün (S.A.V.) ha­dislerinin dolup dolup boşandığını, imamlarının bu konuda çok rahat ol­duğunu ve söylediği hadislerin Rasulullah'a ES.A.VJ nisbetîni delillendiren bu şerefli sünnet aliminin dilinden hadislerin zorlanmaksızm döküldüğünü görmüştü. Hangi delil Peygamber (S.A.V.) sözü önünde durabilir? Eski veya yeni hangi söz Allah Rasulü ES.A.V.)'in sünneti önünde tutunabilirdi?

Dikkat çeken bir başka nokta da şudur: Bu hadisede Hanefî Kadısı fit­neyi körüklemekte, Şafii kadısı da söndürmektedir. Mısır'da İbn-i Teymiy-ye'ye karşı kinleri tahrik eden ve harbi kızıştıran kişinin de Maliki Kadısı olduğunu bulacağız. Şafüler İbn-i Teymiyye'ye karşı olan bu fitneye çok nadir katılmışlardır. Acaba durum niye böyleydi? Belki de konu ile ilgili sır şöyle izah edilebilir: Hanbelilerin Suriye'de kendilerine ait özel bir konumları vardı ve onlar Ahmed b. Hanbel'in Şafii'nin talebesi olması itibari ile Şafii'­lere yakındılar. Hatta İbn-i Subki Ahmed b. Hanbeli Şafii fukahasından ol­mak üzere Tabakatında zikreder. İbn-i Teymiyye'nin başına gelenlerden ba­zıları Hanbelilerin Eş'ariler ve Maturidilere muhalefetinden kaynaklanıyor­du. Hanbelilere yakın olan (Şafüler) onlara karşı taassubdan uzaklaştılar. Her ne kadar muhalifleriyle onlara karşı anlaşmış olsalar bile, kendilerine insaflı davranıyorlardı,

39- Zikri geçen hadise anlatıldığı şekilde sona ermiş, bu fitne ile il­gili münakaşalar ancak yedi sene sonra tekrar ortaya çıkacak şekilde süku­nete ermişti. Aslında ulemanın susması Ibn-İ Teymiyye'den ve görüşlerin­den razı olduklarından değildi. Çünkü Moğollar Şam'ı kuşatmışlar ve ülke büyük bir sıkıntı  Moğolların bu bastonlar., onların ilme hücum etmelerine mani olmuştu.

Allah ‘ın (C.C)  İlimle mümtaz kıldığı İbn-i Teymiyye’ye  gelince, o derse gibi hiçbir şey yapmadan kadere boyun eğmemiştir.Aksine hala genç olan İbn-i Teymiyye _o zamanlar 38 yaşlarında bulunuyordu_kalemle ve dille değil de bizzat kılıç ve mızrakla harbe  katılmanın gerekliğini hissetmiştir.Böyle cesur alim harp meydanına atılmış sadece ilimde ve görüşler serdetmekte cesur sadece fikir ve akliyatta kuvvetli değil aynı zamanda kahraman bir süvari, parmaklarında kalem taşıdığı gibi omzunda kılıç da taşıyan güçlü bir savaşçı olduğunu isbat etmiştir. [13]

 

İlim Kürsüsünden Savaş Alanına

 

40- Ibn-i Teymiyye derse ve araştırmaya, vaaz ve irşada, dini Rasulullah (S.A.V.)'a indirildiği şekilde ve selefi salihinin (Allah Onlardan razı olsun) anladığı gibi saf ve arındırılmış olarak açıklamaya kendini vermiş­tir. Bununla beraber hayatta olanlarla ilişiğin! sürdürüyor, dünyadan bi-ha-ber kalmıyordu. Hisbe (iyiliği emir kötülükten alıkoyma) görevini yerine ge­tiriyor, duyurulmasını gerekli gördüğü şeyleri idarecilere tebliğ ediyor, bun­dan kaçınmıyordu.

693 senesinde bir Hıristiyan'ın Hz. Peygamber'e (S.A.V.) sövdüğü ve alevilerden birine sığındığı, O'nun da bu hırıstiyanı halkın gazabından hi­maye ettiği haberi İbn-i Teymiyye'ye ulaşmıştı. Takiyyuddîn bunun sükutla karşılanmasının iyi olmayacak bir haber olduğunu gördü ve Darü'l-Hadis şeyhi ile birleşerek Dimeşk saltanat naibine gittiler. Bu konuda kendisiyle konuştular. Saltanat naibi Hınstiyanın huzura getirilmesi için haber gönder­di. Hıristiyan beraberinde bir bedevi ile birlikte huzura çıktı. Bedevî topla­nan halka kaba sözler söyledi. Bu yüzden de halk onları taşa tuttu. Bu ha­diseden dolayı İbn-i Teymiyye ve arkadaşı halkı kışkırtmakla itham edilerek eziyet gördüler. Ardından hmstîyan suçsuzluğunu lsbat ettikten sonra müs-lüman olmuş ve sajtanat naibi de İbn-i Teymiyye ve arkadaşından ö^ür dile­yerek onları razı etmiştir.[14]

Bu hadîse bize gösteriyor kî dersleri bu büyük alimi umumi diyanet işlerinden, bunlara hücumda bulunanlara karşı durmak ve onları korumak­tan alikoymamiştt. Yine o bu uğurda Allah yolunda hiçbir kişinin kınama­sından korkmuyordu. O, Muhammed'e (S.A.V.) söven kimseyi himave ede­ne karşı galeyana geliyor ve bu uğurda valiyi göç duruma sokuyordu. Eğer bu umurda bir ezaya maruz kalırsa sabırlı bir mü'mînîn dayandığı gibi ta­hammül ediyordu.

41- Ancak bu arîzî hadise ve benzerleri, İbn-î Teymîyye'nîn yapılan saldırılar esnasında devletin ve halkın yardımına koşmak için ortaya koydu­ğu gayretlerin yanında hiçbir şey değildir.

Moğollar 699 yılında Suriye topraklarına girdiler. Nasır b. Kalavun'un askerlerini yenilgiye uğrattılar. Kuvvetli bîr darbe ile perişan ettikten son­ra darmadağınık ettiler. Allah'ın (C.C.) takdiri yerini buluyordu. Yapacak bir şey yoktu. Mısır, ve Suriye (Şam) orduları kaçıyorlardı. Mısır'a doğru pan atarak Dımeşk'i geçmişlerdi.

Moğol orduları böylece Dimeşk kapılarına dayanmıştı. Ahalisi müthiş bir korku içindeydi. Şafii kadısı îmamuddin, Maliki Kadısı ez-Zevavî ve da­ha başka büyük alimlerden, ileri gelen ve eşraftan pek çoğu Mısır'a kaçmış­lardı. Hatta öyle ki, şehir de idarecilerden ve büyük din adamlarından kin> se kalmamıştı. Sadece tek bir alim halkla beraber kalmış, kaçmamış, şehir­den çıkmamıştı. Çünkü O'nun kendisi ile kaçması arasına giren bir kalbi vardı.[15] Böyle bir sıkıntı anında halkı yapayalnız teselli edici biri bu­lunmadan terketmeden alıkoyan bir şuuru, insanların işlerini anarşi içinde, hakimsîz nizamsız bırakmaya engel bir inancı vardı. Yağma ve soygunculuk hüküm sürer olmuştu. Hatta ahlâksızlardan ve hırsızlardan oluşan mahpus­lar hapisten çıkmışlardı. Bunlar ikiyüze yakındılar. Güçlerinin yettiği şey­leri yağmalamışlardı. Bunlar gibi diğer ahlâksız ve bozguncular da aynı du­rumda idiler.

İbn-i Teymiyye şehrin ileri gelenlerini topladı; ve durumu kontrol al­tında tutmak için, Dimeşk'e girmekten el çekmeleri konusunda Moğol hü­kümdarı ile konuşmak üzere gidecek heyetin başında kendisinin bulunma­sı hususunda onlarla anlaştı. .

42- Ibn-i Teymiyye heyetle birlikte gitmiş ve Moğolların hükümdarı ve komutanı bulunan Kazan Han [16] İle görüşmüştü. Allah (C.C.) İbn-i Tey­miyye'yi heybet, iman ve takva örtüsüne bürümüştü. Bu görüşmede hazır bulunanlardan birisi durumu şöyle tasvir etmektedir:

«— îbn-i Teymiyye İle birlikte ben de görüşmede hazır bulundum. Hüküm­dara karşı adalet konusunda Allah'ın (C.C.) âyetleri, Hz. Peygamber'in (S.A.V.) hadisleri İle başladı, konuşmaya, sesini yükseltiyor ve kendisine yaklaşıyordu. Buna rağmen hükümdar O'na yöneliyor, dediklerine kulak veriyor, gözünü O'na dikiyor ve O'ndan yüz çevirmiyordu. Sultan, Allah Taala'nın (C.C.) kalbine doldurt-tuğu heybet ve muhabbetin şiddetinden bu alimin kim olduğunu sormuş ve:

— «Doğrusu ben O'nun ne bir benzerim, ne de O'nun kadar kalbi sebat sahi­bi, kalbimde O'nun sözü kadar tesir bırakan etkin birini görmedim. Kendimi şim­diye dek O'nun gibi hiçbirine boyun eğer görmedim. Hali, ilmî ameli ne derin!» demiştir.»[17].

Tercüman yolu  ile söylediklerinden bazıları şunlardır: «Kazan'a de ki: _Sen kendinin müslüman olduğunu iddia ediyorsun. Bize ulaştığı kadarı h     berinde bir kadı, bir İmam, bir şeyh ve müezzinler vardır. Baban ve den    kâfir idiler. Buna rağmen onlar senin yaptığım yapmadılar. Onlar anlaşma tılar   sözlerini tuttular, sense anlaşma yaptın, uymadın, söz verdin, sözünde durmadın, ve zulmettin..»

İbn Teymiyye bu konuşmadan sonra hüsnüniyetinden dolayı Kazan Ha-nı'nm huzurundan hürmet ve taltif görerek çıkmıştır.[18]

Geçici bir süre için de olsa bu karşılaşma hayırlı netice vermiş, Dı-mesk'e girilmesi bir süre ertelenmişti. İnsanlara güven gelmiş ve korku­lan zail olmuştu. Kazan Han hayır vaadde bulunmuş ve eman verdiğini ilân etmişti. Fermanı ülkede baştan sona dolandırmıştı. Ancak şehir, halkından silâhların, atların ve gizlenen malların teslimini istemişti. Sekiz gün son­ra askerlerin şehir dışında ifsatları çoğalmış ekinleri, hayvanları telef et­mişlerdi. Bu yüzden de yiyecekler azalmıştı. Mısır sultanlarının hizmetinde ve Moğolların yardımda bulunanlardan birisi Dimeşk kalesi muhafızlarını kalenin teslimine razı etmeye çalışmış ancak bu şiddetli sıkıntı içerisinde şehir halkının dostu ve güvencesi olan İbn-i Teymiyye'nin teşviki ile bun­dan kaçınmışlardı. Ne var ki asker bazı Şia tarafları ile birlikte Salihiyye'de harekete geçmiş ve burada fesad çıkarıp bozgunculuk yapmaya başlamışlar, kendilerinin müslüman olduklarını iddia ettikleri halde bazı camileri yak­mışlar, insanları öldürmüşler ve müslüman kadınlarını esir alarak alıp gö­türmüşlerdi. Onların Dimeşk'e mutlaka gireceği haberi herkese ulaşmıştı.

İbn-i Teymiyye Kazan Han'la buluşmak üzere ikinci defa tekrar yola çıkmış fakat vezirler görüşmesine engel olmuşlardı. Kazan Han şehre Mo­ğolların girmeyeceğine dair söz vermişti. Fakat onlar oraya girmişler ve sözü bozmuşlardı. Sonra da çıkmışlardı. İbn-i Teymiyye'nin esirlerin kurtarılması, sonra da Moğolların Suriye'yi terketmeleri konusunda övgüye de­ğer çabaları vardır. Burada bîr noktaya daha parmak basıyoruz. İbn-i Tey-miyye esirleri kurtardığında müslüman esirlerle birlikte müslüman olma­yan zimmî esirleri de birlikte kurtarmıştır.

43- Hicrî 700 senesinde insanlar kulaktan kulağa Moğolların Suri­ye'yi ele geçirmeye niyetlendiklerini ve Mısır'a girmeye kararlı bulunduk­larını duydular. İlk defasında olduğu gibi ahali kaçmaya başladı. Bu defa­sında bir yaygara üzerine kaçıyorlardı. Halbuki ilk defasında gözleri ile gördüklerinde kaçmışlardı.

İbn-i Teymiyye geçmiş dönemde Moğollarla barış yolu ile mücadele etmişti. Çünkü onlara karşı insanlardaki zayıflıktan ve onların her türlü si­lâh ve harp hazırlıklarına sahip olmaları, ülkelerde baştan başa savaşmış ve nice boyunları uçurmuş olmaları yüzünden onlara harp açmaya mukte­dir değildi. Üstelik onların müslüman olduklarını bağî olmadıklarını zan­nediyordu. Ama şimdi durumları belli olmuştu. Fırsat da vardı.

İbn-i Teymiyye meydana sözle değil kılıçla atılmak istemişti. Aynı se­nenin Saf er ayrnın ikinci gününde kalabalıklar onu kendi komutanları ola­rak dinliyorlardı. Bu defa onlara sırf vaaz olsun diye ders vermiyor, onlara cihaddan bahsediyordu. Cihad konusunda varid olan âyet ve hadisleri oku­yor, kaçmaya yeltenmekten nehyediyor müslümanların ülkelerini ve servet­lerini müdafa uğrunda infakta bulunmaya teşvikte bulunuyordu. Onlara ül­kelerini terkederek kaçma uğruna harcanacak ve bu yüzden zayi edilecek malların Allah fC.C.) yolunda harcandığı zaman daha hayırlı olacağını beyan ediyor ve Moğollarla cihad etmeyi bu kez herkese vacip görüyordu. Çünkü harbi en iyi harp defeder idi. Onların barışlarında (zarardan başka) bir fay­da yoktu.

Bu konuda toplantılar devam etti. Ülkeden hiç kimsenin müsaadesiz çıkmaması ilân edildi. Böylece ahalî yola çıkmaktan geri durdular ve kalp­leri yatıştı. İbn-i Teymiyye bu toplantılarla yetinmedi. Aksine insanların sükunete ermeleri için kendilerine gönderdiği apaçık delillerle dolu kitaplar da yazdı.[19] Mısır Sultanı, Nasır'm Moğolları karşılamak için ülkesinden Çıkmaya azmettiği, deniz gibi dalgalanan ordusunun ırz ve namusu koru­yarak, İslâm diyarını müdafaa etmek için bu taraflara doğru yönelmiş ol­duğu haberi de onlara daha fazla güven ve sükun verdi.

Ne var ki bu güven uzun sürmedi. Yaygaracıların, Moğolların Haleb'e doğru ulaştıklarını yaymaları ve aynı zamanda Sultan Nasır'm da Mısır'a dönerek seferden vazgeçtiği haberini ulaştırmalarıyla korku ve huzursuz­luk tekrar geri döndü.

44- Hakim ve idare edilenler arasında bir fark olmadan herkss kor­kular içinde, kahraman, inançlı ve güçlü Takiyyuddin b. Teymiyye ye yö-Idler   Suriye ordusu karşısına çıkarak onları savaşa ve harp meydanı-"a sevketmeye çalıştı. Onlara Allah'ın (C.C.) nusret ve zaferini vadetti ve şu âyeti okudu:

«Kim kendisine verilen ceza kadar ceza verirse ve kendisine yine de saldırılırsa and olsun ki Allah O'na yardım edecektir. Allah şüphesiz affe­der ve bağışlar.» (22. Hac, 60)

Emirler ve saltanat naibi ondan Mısır'a gitmesini ve Sultan'ı buralara gelmeye teşvik etmesini İstediler. Ancak İbn-i Teymiyye, Suitan'a ancak askeri ile birlikte, ganimet yerine geri" dönmeye razı olarak Kahire'ye dön­mesinden sonra ulaşabilmişti. Toplanan askerler dağılmış, vakit çoktan geçmişti. Vera sahibi kahraman İbn-i Teymiyye ileri atılmış, sultanı ve emirlerini hazırlık yapmaya ve ordu toplamaya teşvik etmişti. Bu meyanda hiddetle ve serî bir ifade ile şu hak ve faydalı sözü söylemiştir:

«Eğer siz Suriye'den ve himayesinden yüz çevirirseniz faiz de O'nu koruya­cak ve himaye edecek, emniyet zamanlarında da gelirlerini toplayacak bir Sultan bulur, tayin ederiz. Farzedeüm ki siz Suriye'nin hakim ve idarecileri değilsiniz, fakat onlar sizden yardım istediler. Bu durumda sizin onlara yardım etmeniz vacip olur. Kaldı ki sizler oranın hakim ve sultanlarısınız, onlar sizin tebanızdır ve siz onlardan mesulsünüz.»

Sonra emirlerin kalplerine cesaret dolmuş ve bu hallerinde devam et­mişler nihayet sultan ordusu ile Suriye topraklarına doğru yola çıkmış­tır. [20]

İbn-i Teymiyye bu amaçla Şam'ı terkedince, ahaliyi bir korku bürümüş­tü. Çünkü yaygaralar iyice artmış, tereddüd ve kaçamak sureti ile yenilgi­yi kabul etme fikri yayılmıştı. Şehir valisi gücü yetenlerin şehri terkedip çıkabileceklerini ilân etmişti. Bereket versin ki İbn-i Teymiyye bu baykuş sesine halkın icabetinden evvel tekrar dönmüş ve kalpler eski sükunetine dönmüştü. Şehir halkına üç yönden güven vermişti: Güven ve teselli kay­naklan olan İbn-i Teymiyye dönmüştü. Sultanın yola çıktığını kesin olarak öğrenmişlerdi. Üçüncü olarak da Moğolların düşmanlarının savaş için ge­rekli hazırlıkları yaptıklarını ve gerekli tedbirleri aldıklarını hissetmeleri, kendilerinde bir zayıflık hissetmeleri ve bu zafiyet içerisinde Heri çıka­mayacaklarını hissetmeleri gerekçesi ile bu seneki niyetlerinden vazgeç­miş olmaları keyfiyyetinin kuvvet kazanması idi.

45- İbn-i Teymiyye tekrar derse ve ilme döndü. O Melik ve Sultan­larla karşılaşmak, kalabalıklara ve ordulara hitabette bulunmak gibi zaruri haller dışında kısmen de olsa ilimden ayrılmadı. Dimeşk'in basma gelen bu mihnet İbn-i Teymiyye'yi sadece bir alim olarak değ fi Dimeşk'in kahra­manı ve önde adamı olarak ortaya çıkarmıştır. Belki ilimde bir ölçüde ken­disine denk olan birisi bulunabilir. Fakat bu mihnet içindeki kahramanlı-ğında O'na denk olacak hiçbir kimse yoktur. Böylece O'nun cesaret ve kah­ramanlığı devlet ve halk katında yerleşmiştir. O'nu bu duruma getiren de ilminin ötesinde O'nun yüce himmeti, şecaati, sabrı, hak ve fazilete olan inancı olmuştur.

Dimeşk'in en önde gelen adamı ve hakimlerinin 699'da kaçması, üze­rine tayin edilmemiş hakimi olduğunda fazilet ve ahlâkı ikame etmiş, kö­tülük yapanlara karşı gösterilen tepki sözle ve kalple değil fiille yapılma­ya başlar olmuştu. Çünkü İbn-i Teymiyye şehirde otorite sahibi olmuştu. Fuhuş yuvalarını ve içki evlerini görmüş, bizzat kendisi ve arkadaşları -o anda artık şehrin idarecileri olmuş oluyorlardı- şarap kaplarını kırmaya, kırbalarını yarmaya şarapları dökmeye başlamışlar ve fuhuş İçin tutulan iş yerlerinin sahiplerine tazir cezası vermişlerdi.[21] Bu durum toplum tarafından memnuniyetle karşılanmıştı. Çünkü onlar Kur'ân hükümlerinin uygulandığını ve peygamber CS.A.V.) devrinin geri döndüğünü görmüşler­di.

Hukukun kaza gücü yolu ile ikamesi, kendisine güç gelirse o zaman ikna gücünü İkame ederdi. O bu yolda daha güçlü, daha muktedirdi. Mo­ğol askerleri 699 yılında Dimeşk'e girdiğinde burayı fesada vermişlerdi. Dağlık kesimde bulunan kimseler Moğollarla işbirliği yapmış ve onlara yardımcı olmuşlardı. İbn-i Teymiyye onlarla savaşmak üzere üzerlerine yü­rümüş, reisleri kendisine gelerek kendilerini irşad etmelerini ve doğruyu göstermelerini istemişlerdi. İbn-i Teymiyye onlara öğüt verdi ve tevbe et­melerini istedi. Onlara doğruyu gösterdi. Ordu malından almış oldukları şeyleri geri iade etmeyi üstlendiler. Onlara ek olarak Beytü'l-Mâle girmek üzere pek çok mal vermelerini de kararlaştırdı. Topraklarını ve ekilen ara­zilerini kendilerine İkta eyledi. Oysa ki bunlar bundan önce orduya itaat etmiyor, teba olarak vecibeleri ve Resulünün (S.A.V.) haram kıldığı şeyle­ri haram saymıyorlardı [22].

46- İbn-i Teymiyye için sıkıntılar idari otoritenin elinde toplanma­sı ile sona ermişti. Açıkça görünüyor ki, mihnet zail olduktan sonra da, İbn-i Teymiyye'nin hak, kuvvet, ahlâk güzelliği ve ilim gücü ile kazanmış olduğu otoritenin kendisinden alınmadığı görülmektedir. Hükme ehil kılan resmî bir makamı olmadığı halde hakimlerin mercii bulunuyordu. Ne ka­dı idi ne de vali. Bununla birlikte yetenekleri, yüce himmeti ve ilmi ken­disini diğerlerine efendi kılmıştı.

701. Hicrî senesinde bazı Yahudiler için bir toplantı yapıldı ve bun­ların da benzerleri diğer Yahudi ve Hıristiyanlar gibi cizye ödemeye katıl­malarını mecbur kıldılar. Bunlar kendilerinden cizyenin kaldırıldığını ifade eden Allah Rasulü (S.A.V.) tarafından kendileri için tanzim edildiği iddia edilen yazılı bir vesika getirdiler. Fukaha bu vesikaya vakıf olunca O'nun İfadelerindeki fahiş hatalardan dolayı uydurma ve yalan olduğunu açıkla­dılar. İbn-İ Teymiyye bu konuda Yahudilerle mücadelede bulundu. Onların hata ve yalanlarını vesikanın düzme ve sahte olduğunu kendilerine gös­terdi. Böylece cizye  ödeme mecbur oldular.

İbn-i Teymiyye kazandığı otorite ile bazı hadleri de ikame ediyordu. Hasetçilerinden bir gurup O'nu şikayet ederek kendisinin hadleri ikame ettiğini, tazirde bulunduğunu, çocukların başlarını tıraş ettiğini söylediler. Bizzat kendisi de kendisinden şikayetçi olanlar hakkında konuştu. Vali İbn-i Teymiyye'nin yaptıklarına evet deyince fitne bu halde iken yatışmış oldu [23].

İbn-i Teymiyye'nin elde etmiş olduğu bu yüce mertebe hasetçilerin hasedini ve kindarların kinini körüklüyordu. Bunlar emirlerin katında O'na olan kinlerini kusmak için imkân bulamamışlardı. Çünkü düşman kendile­rini tehdid ediyordu. İbn-i Teymiyye'nin derecesi İş ciddiyete bindiği, du­rum kötüleştiği ve sıkıntıların birbirini bastırdığı zaman öğrenilmişti. Sö­zün daha etkin olması için ona bu açıdan tuzak kurmak istemişlerdi.

Saltanat naibine bir mektup .gelmişti. İçinde îbn-i Teymiyye ve berabe­rindeki ulemadan ve ileri gelenlerden daha başkalarının Moğollara nasi-hatta bulundukları, onlarla yazıştıkları onlarla işbirliği edenleri destekle­dikleri yazılı idi. Ne var ki Saltanat Naibi ilk bakışta O'nun düzme olduğu­nu anladı ve kimin yazdığını araştırdı. İçeriğini araştırmaya ihtiyaç duy­madı. Mektubu yazan kişiyi de elini kestirmek sureti ile şiddetli bir biçim­de cezalandırdı.[24]

 

Atlı Kahraman ve Alim İbn-i Teymiyye:

 

47-  Moğollar bütün kuvvetleri ile 702 yılında Suriye'ye geldiler ve Di-meşk'İ kuşattılar. Yaygaracılar yaygaralar kopardılar, kalpler yerinden oy­nadı. Mısır ve Suriye orduları Moğollarla karşılaşmak üzere hazırlandılar. Tereddüd ve hezimet propagandacıları insanların kalplerine korku saçıyor­lardı. Ancak alimler, kadılar, ve emirler düşmanı karşılayacaklarına ve Di-meşk'ten kaçmayacaklarına and içmişlerdi. İbn-i Teymiyye kalpleri teskin ediyor ve«Kimin üzerine saldırılırca Allah mutlaka O'na yardım edecektir.a (Hac 60) âyetini tevil ederek ve inanarak onlara zafer vadediyordu. Hatta O Allah'a yemin ederek ve inanarak onlara zafer vadediyordu. Hatta O Allah'a yemin ederek mutlak sîz muzaffer olacaksınız diyor. Emirlerden biri: «İnşallah de.» dediğinde dediğinde: «— Ben bu vadi Allah'ın [C.C.) irade­sine talik ederek değil tahkiken söylüyorum diyordu.

Kalpler huzur bulmuş, ve sükunete ermişti. Ancak hezimet propagan­dacıları bu kez insanlara başka bir açıdan, dinî açıdan yaklaşıyorlardı. Müs­lümanlarla nasıl savaşabilirlerdi? Çünkü bu helal değildi. Bunu sanki ken­dileri savunmada değil de hücumda buiunuyoriarmiş gibi söylüyorlardı. İş-te o zaman İbn-i Teymiyye meselesinin dinî yönünü açıklayarak ileri atı­lıyordu. Şöyle diyordu: «Bunlar Hz. Ali (R.A.) ve Muaviye'ye karşı çıkan ve kendilerini hilâfette her ikisinden de daha çok hak sahibi gören haricilerin cinsindendir. Bunlar İse hakkı istemede kendilerini müslümanlardan daha çok hak sahibi görüyor ve müslümanlann işledikleri günah ve zulümden dolayı onları ayıplıyorlar, halbuki kendileri diğer müslümanları ayıpladık­ları şeylerden kat kat fazlasını istiyorlardı. İbn-i Teymiyye onlar hakkın­daki sözüne devamla şöyle diyor:

«— Eğer beni o tarafta görürseniz başımın üzerinde mushaf-ı şerif de olsa beni öldürünüz».

Böylece İbn-i Teymiyye kalplerdeki azimleri harekete geçirdi ve şe­hir halkının gönüllerini teskin etti. Sonra soylu atının sırtına binerek bir savaşçı olarak harp alanına çıktı. O'nun gibi birisine halkı cihadda sebata çağırıp da kendisinin topukları üstüne dönüp kaçması yaraşmazdı. Aksine kalabalıkların önüne düştü ve Dımeşk yakınlarında bulunan Mercu's-Se-fer'e gitti. Tarihte Şakhab savaşı diye anılan çarpışma 702 senesi Rama­zan ayında başladı. İki taraf karşılaştı. Atılgan süvari savaşarak ölüm mey­danına daldı. O, savaşması ve davranışları ile etrafındakilerin kalplerini güçlendiriyordu. Savaş alanında yerini almadan evvel sultanla karşılaşmış O'nu ve ordusunu Allah (C.C.) yolunda cihad, hakkı ortaya koymak, ve sal­dırganları geri uzaklaştırmak konusunda gayretlendirmişti. Kendinin dön­mek üzere olduğunu söylemişti ki Sultan kendisinden savaş alanında ken­disi ile birlikte durmasını İstemişti. Fakat O' Sünnet herkesin kendi san­cağı altında durmasıdır. Biz Suriye ordusundanız. Ancak onlarla durabili­riz' demişti. Orduyu ve komutanlarını savaşa karşı güçlü olmaları için oru-i cu bozmaya teşvik etti. Onlara Hz. Peygamber'in (S.A.V.) sahabüere söy­lediği: «Muhakkak siz düşmanla karşılaşacaksınız. İftihar etmeniz sîzi daha güçlü kılacakıtr.» hadisini rivayet etmiştir. Kendisi ordunun etrafında ve askerlerin arasında dolaşıyor ve savaşmaya daha güçlü olmaları için oruç­larını bozmalarının daha efdal olduğunu göstermek için onların önlerinde birşeyler yiyordu.

Savaş başlamış ve vuruşma şiddetlenmişti. İbn-i Teymiyye savaşa biz­zat iştirak etmişti. Kendisi ve kardeşi ölüm meydanına cesaretle atılmış ve savaşmıştı. Suriyeliler ve Mısır ordusu savaşın hakkını veriyorlardı. Ramazanın dördüncü günü savaş bütün gün boyu devam etmiş, İkindi vaktine  Mısır ve Suriye ordusu üstün gelmiş, Moğol ordusu kaybetmişti. Dilara ve tepelere sığınmaya başladılar. Sultan Nasır'ın ordusu veya da-h*9|âyık bir ifade ile İbn-i Teymİyye'nin ordusu Moğolları arkalarından vu-uvor onları tek yaydan oka tutuyorlardı. Tan yeri ağarıncaya kadar takip devam etmişti. Böylece keder ve tasa dağîlmış bundan böyle Moğol teh­likesi zail olmuştu. Bu onların hezimeti tadışlarınm ikinci defası ve artık son hücumları oluyordu. Doğunun ve batının korkulu rüyası idiler. Ta eski devirlerden beri süregelen sert akınları yeryüzünü değiştiren şiddetli yer sarsıntılarına benzerdi. Nitekim bu ifadeyi bunların gerçekleştirdikleri bas­kınların dehşetini tasvir sırasında Gibbon kullanmıştı. O şöyle diyordu: «Bazı İsveç sakinleri Rusya yolu ile bu Moğol tufanının haberlerini işit-mişlerdi de adetleri olduğu üzere İngiltere'de ava çıkmaya Moğol korku­sundan cesaret edememişlerdi.[25]

48- Gördüğünüz gibi Suriye ve Mısır ordusu galip gelmişlerdi. Al­lah (C.C.) takva sahibi, marifet sahibi İbn-i Teymİyye'nin Allah'a yemin ile bu kez mutlaka Moğolîarı yeneceklerine dair olan vadini gerçekleştirmiş ve muzaffer olmuşlardı. Ancak İbn-i Teymİyye'nin uyanık kalbi düşünen ak­lı ve basiret sahibi gözleri, Moğollarla iki defadır işbirliği eden Şia'dan bir grubun üzerine doğru bakışlarını çeviriyordu. Bunlar Şia'nın batini koluna mensup taifelerdi. Bazıları «Hakimiyye» diye bir kısmı da «Nusayriyye» diye adlandırılıyorlardı. Dağlık bölgelerde ikamet ediyorlardı. Bunlardan bir kısmı da tarihte «Haşşaşin» diye adlandırılanlardı. Birinci defasında Mo­ğollarla işbirliği etmişler, fesat ve bozgunculuğa, esirler almaya, kadın­ları ve çocukları kaldırmaya ve yaymacılığa onlarla birlikte iştirak etmiş­lerdi. İkinci defasında da yaymacılığa oniarla birlikte iştirak etmişlerdi. İkinci defasında da her ne kadar birşey ele geçiremeseler de yine onlarda işbirliği yapmış, yardımlaşmalardı.

İbn-i Teyrrîiyye'nin gözleri bunlara çevrilmişti. Çünkü O'nun iktikadı-na göre bunlar münafıktılar, müslüman değildiler. Yine O'nlar devletin ba­şına musibetlerin gelmesini kollayan, düşmanla işbirliği yapan, bir kısmı devlet aleyhine casusluk yapan, fırsat kollayan Mısır-Suriye devletinin böğ­ründe bir dikendiler. Bu konuda Allah'ın lütfü ile biraz söz edeceğiz.

Bunlar civarlarında oldukça bölge sakinlerinin güvenliği yoktu. Sultan Nasır onlara ders vermeye karar verdi ve adamlarından bir grupla gitti. Yanında nakibu'l-eşraf da vardı. Onların arkasından ordu geldi. Eli silâh tutanlarla savaştılar, doğadaki ağaçlan kestiler. Onlardan bir kısmını tev-beye davet ettiler ve İslâm şeriatı ile ilzam ettiler. Bu minval üzere hak­larında muamele edilmesi için fermanlar çıkmıştı. İbn-i Teymiyye Sultan

Nasir'a bir mektup yazarak kendisini bu Şiiler hakkında uyardı ve onların durum ve hallerinin içyüzünü kendisine açıkladı. Onların müslümanlar aleyhine Moğollarla ve Hıristiyanlarla işbirliği ettiğini bildirdi. Bu mektup­ta şunlar vardı:

«Moğollar ülkeye geldiği zaman müslüman askerlerine sayılamayacak kadar kötülük ve fesatta bulundular. Kıbrıs ehline (heyet) gönderdiler. Ve bazı sahil kısmına malik oldular. Haçlı bayrağını taşıdılar. Kıbrıs'ta müslü-manlann atlarını ve silâhlarını ele geçirdiler. Sayısını Allah'tan (C.C.) başka kimsenin bilmediği müslüman esirlerini Kıbrıs'a taşıdılar. Sahildeki pa­zarları yirmi gün sürdü ve burada müslümanları, at ve silahlarını Kıbrıslı­lara yani müslümanlarla harp halinde olan haçlılara sattılar. Moğolların gel­mesi ile sevindiler. İslâm ordusu Mısır diyarından çıkınca onların rezillik rü s vay hk felâketleri ortaya çıktı. Sultanın gelmesi ile Allah (C.C.) İslâm'a büyük bir zafer nasib edince aralarında birbirine taziyede bulunacak hale geldiler. Bu Şia taifesinin ortaya koyduğu bu ve bundan daha büyük (hadi­seler), Cengiz Han'ın İslâm ülkesine açılmasının, Hulâgû'nun Bağdad'ı is­tilâ etmesi ve Haleb'e gelmesinin, Salihiyye'yi yağmalamasının ve daha başka İslâm'a ve ehline gösterilen düşmanlık çeşitlerinin sebeblerinden biri oluyordu.»

İbn-i Teymiyye mektubunda yine şöyle diyordu:

«Bu çevrede ve diğer yerlerde komşuları bunların kötülüklerinden bir türlü emin değillerdi. Her gece bunlardan bir grup aşağılara iniyor ve sa­yısını ancak Allah'ın (C.C.) bildiği binbir türlü fesat çıkarıyorlardı. Bunlar yol kesiyorlardı. Canilerden işitilip görülen en vahşi yollarla meskun ahali* yi korkutuyorlardı. Kendilerine Kıbrıslı hıristiyanlar geliyor bunlar onları ağırlıyor ve onlara müslümanlann silâhlarını veriyorlardı. Bunlar müslü-manlardan salih birini ele geçirirlerse onu ya öldürürler ya da soyarlardı. Onlardan çok azı bir yolunu bulup ellerinden kendisini kurtarabilirdi.»

Bunlar İbn-i Teymiyye'nİn şu Şia taifesi ile ilgili üzerlerine yürüyüp, kendilerine hücum edilmesi ve İslâm şeriatı ile ilzam edilmeleri üzere Sultan'ın fermanları çıkartmasının yerli yerinde bir hareket olduğunu gös­termek için yaptığı tavsiflerinden bazılarıdır. Bunlar, güven içindeki insan­lara eza kaynağı, savaşçılar için de bir tehlike unsuru oluyorlardı. Ağaçla­rını kesmelerini de şöyle izah ediyordu. Hz. Peygamber (S.A.V.) Nadir Oğul­larını kuşattığı zaman, sahabeleri onların hurma ağaçlarını, kesip yaktıkla­rı için Sultan'ın ordusu da bu Şiilerin ağaçlarını kestiler. Haoet anında ağaç kesmenin mamur yerleri tahrib etmenin caiz olduğuna alimler ittifak et­mişlerdir.

Bunlar masum canları öldürmekten daha önemli değildi. Çünkü bu Şia tayfası gizlendikleri yerlerden tamamen ortaya çıkmamışlar ve dağda yaşayabilme imkânından ancak ağaçlarının kesilmesi sırasında ümitlerini yi tirmişlerdir.  Yoksa onlar  yerlerini  bilmek mümkün olmayacak    biçimde  saklanıyorlardı.

49- İste bunlar onların yaptıklarını beyan eden İbn-i Teymiyye' nin sözleridir. O adamlarından bir bölüğe komuta ederek, bu dağlarda yaşayan batinî Şia taifesinden Hakimiyye ile Nusayriyye fırkaları üzerine yürümüş,

onlarla savaş etmenin gerekçelerini ortaya koymuştur. İbn-i Teymiyye'nin yaşadığı devirdeki fırkalarla ilgili bahsimizde bu Şii taifelerine temas edeceğiz

Kendilerini Şii aleviliğe nisbet eden bu taife, mektupda da belirtil­diği gibi, müslümanları, fırsat kollayan Hıristiyan haçlılara satıyorlardı. Moğollari isteklerinin ötesinde aşırı bir bozgunculuk ve ifsada teşvik edi­yorlardı. Suriye bölgesinin gizli kapaklı yerlerini, sırlarını açıklıyor, casus­luk ediyorlardı. Müslüman ve takva sahibi İbn-i Teymiyye bunlara taham­mül edemiyor, onların üzerine yürüyor, eli silâh tutanları ile savaşıyor, ağaçlarını kesiyordu.

İbn-i Teymiyye'ye dokunan en büyük acı müslümanlann haçlılara sa­tılmasından kaynaklanıyordu. Bu dinî bir taassubdan değildi. Çünkü müs-iümanin satılması haram, gayr-i müslime satılması ise küfürdü. Haçlılar müslümanlarla harp halinde İdiler ve böyle bir ortamda müslümanları düş­manlarına satmak dinden çıkmaktı ve hiçbir fırka veya mezhep ayrılığı bu­na bir mazeret teşkil edip temize çıkaramazdı. Zimmilerin dahi esir edil­mesine tahammül edemeyen ve müslümanları kurtarmak için çaba sar-fettiği gibi onların kurtarılması için de gayret eden İbn-i Teymiyye'nİn dini duyguları kendilerini İslâm'a nisbet etmekle birlikte hür müslümanın sa­vaş meydanında çarpıştığı düşmanına satılmasını asla hazmedemezdi.

Bu yüzdendir ki İbn-i Teymiyye bu taifeyi ifsâd, tecavüz ve desisele­rinde kendi başlarına bırakmamıştı. Ancak haklarından gelebilmiş miydi? O bunların güçlerini kırmış, dağdaki topluluklarını yok etmişti. Fakat tümden izele edememişti. Bu dağlarda toplanmadı iseler kuytu yerlerde daha baş­ka yerlerde bir araya gelmişlerdi. Her halükârda İbn-i Teymiyye onlardan hakkaniyet adına intikam almış ve haklarından gelmişti.    ,

50- İbn-i Teymiyye'nİn otoritesi hakimiyetini devam ettirdi. Çünkü halk O'nu kendilerinin yardımcısı görüyor, idareciler de kendilerine destek buluyorlardı. Derslerini vermeye devam ediyordu. Hiç bir makam ve mev-kiyi istemiyor, aksine devlet makamlarından uzak durmaya devam ediyor­du. İbn-i Dakik 702 yılında vefat ettiğinde Kamiliyye Daru'i-Hadis'i meşi­hatında bulunuyordu. İbn-İ Teymiyye O'nun yerine Şeyh Kemaleddin eş-Şe-risi'nin tayinini işaret etmişti. Yine tercih ettiği kimselerin hatipliğe ve çeşitli  medreselerin başkanlıklarına getirilmesine işarette bulunmuş (ve bunlar yapılmıştı.) Bunlar H. 703 yılında oluyordu.[26]

İlmî ve edebî otoritesiyle sadece şeyhlerin tayinini işaret etmekle ye­tinmiyor bazan tazir işlerini de yükleniyordu. Belki de tazir işlerini irşad ve İslah kabilinden sayıyordu. Haşşaşin (afyoncular) diye adlandırılan ba-tınî dedelerinden biri huzuruna çıkarılmıştı. Saçları uzamış, tırnaklarını bı­rakmış bıyıklarını adamakılii uzatmıştı. İbn-i Teymiyye bunun saçlarını kı­salttı, bıyıklarını topladı, tırnaklarını kesti. Sahabeye ve diğer mü'minlere kötü söz söylemeyeceğine, akli uyuşturan afyon almayacağına, diğer ha­ramları işlemeyeceğine, zimmilerle düşüp kalkmayacağına dair tevbe et­tirdi. Rüya tabiri ve bazı malumatı bulunmadığı konularda konuşmayaca­ğına dair kendisinden bir teminat mektubu aldı.

51- Bid'at ve dine ters düşen şeylerin izalesine yöneldi. Öğrendi ki bir kaya ziyaret edilmekte ve adaklarda bulunulmaktadır. Adamları ile oraya gitti. Beraberinde kayaları kesen taşçıları da vardı. Bu ziyaretgâh ya­pılan kayayı parçaladı ve yıktı. Böylece müslümanlaru bunun günahından kurtardı.[27]

Sonra kendisini ehli tasavvufun iç yüzünü ortaya koymaya verdi. (Ona göre) bunlar halka etki etmek İçin gözbağcılığını bîr yoi olarak kullanıyor­lardı. Bunlara yaygın bir savaş açtı. Özellikle de bunlardan bazıları, Suriye'­ye hücumları ve burada bozgunculuk ve fesadda bulunmaları sırasında Mo­ğollarla işbirliği etmişlerdi. Bunların en cahilleri, es-Seyyid Ahmed er-Ru-faî'nin tabilerinden olan rufailerdendi. İbn-i Teymiyye bir defasında bun­larla münakaşa etmiş ve gözbağcılıklarını ortaya çıkarmıştı. Şöyle ki bun­lar halka, Seyyid Ahmed er-Rufai'nin bereketi sebebi ile kendilerine ate­şin dokunmadığını söylüyorlardı. Bunlar ateşe giriyorlar fakat kendilerine dokunmuyordu. Çünkü vücutlarını yanmayan bir madde ile sıvıyorlardı. Bu kerametlerini İbn-i Teymiyye'nin de hazır bulunduğu Saltanat Naibinin hu­zurunda göstermek istediklerinde İbn-i Teymiyye onlara:

«Ateşe girmek isteyen kimse Önce hamama girsin vücudunu güzelce bir yıka­sın, sirke ve çöğenle iyice oysun. Eğer sözünde sadıksa bundan sonra da ateşe girsin» dedi.

Bunu duyan Şeyhleri;

«Bizim hallerimiz ancak Moğolların yanında revaçtadır. Şeriat katında geçer­li değildir.»

demiş böylece içyüzleri yani Moğollarla işbirliği içinde olmaları durumu da açığa çıkmış, bu davranışları ve vatan düşmanian ile işbirliği halinde olmaları yüzünden şiddetli bir biçimde tepkiye ve takibe maruz kalmış­lardır. [28]

 

İbn-i Teymiyye'nin Karşılaştığı Sıkıntılar

 

52- Bu başlıkla O'nun küçüklüğünü kastedmiyoruz. Hapsedildiği yer­de bile hürmet görmüş ikram ve izzet içinde yaşamıştır. Nereye gitmişse, orada saygı ve ihtiram görmüştür. Biz sıkıntı sözüyle O'nun hapsedilmesi­ni, çıkış ve davet hürriyetinin kısıtlanmasını kasdediyoruz.

İbn-i Teymiyye'nin şerefi zirveye ulaşmıştı. Adı her yerde duyulmuş­tu. Aslında O'nun gibi birinin bu durumda gururlanması beklenirdi. Fakat gurur O'nun kalbinin yanından bile geçmemişti. Bunu anlamak için sizin şunu bilmeniz yeter. Mısırlıların Moğolları bozguna uğratıp, dağıtmaları, ve perişan bir vaziyette geldikleri yere geri döndermeleri doiayisı ile nail oldukları şeref esasında işte bu takva sahibi alime aitti. Kalpleri sözü ile sabit kılan, azimleri ruhu île kuvvetlendiren, büyük kalabalıklar, ordular toplayan, bizzat savaş meydanına dalan, harp meydanına itici ruhu, atan kalbi, yükselen azimeti idi. Devleti dıştan gelecek tehlikelere karşı koru­muş, içte müslümanların İşlerine engel olan, yaptıklarını düşmanlarına ulaş­tıran, sırlarını açığa vuran kimseleri her ne kadar kökünü kazimasa bile baş eğdirmek sureti ile izale etmiş ve devleti korumuştu.

Moğol kayasının en sonunda Şam topraklarında parçalandığını bilen kimsenin mutlaka bu son olaydaki birinci sebebin vera ve takva sahibi alim alim İbn-i Teymiyye olduğunu bilmesi gerekir.

Bütün bu başarı ve şöhrete rağmen gurur onun kalbinden bile geçme­di. Çünkü gurur ile iman bir arada bulunamazdı. Gurur şeytandan imansa Rahman'dandir. Allah O'nun kalbini "gurur ve hasedden arındırmış kendisi­ne demirden bir azim, etkin, kuvvetli bir dil, yüksek bir irade vermiştir. Bütün bunlar İslâm'ın ve müslümanların faydası içindi. O'nun şeref ve mertebesi, bu açılardan kendi seviyesine ulaşamayan kimselerin kin ve hasetlerini tahrik ediyordu. Özellikle de o dönemde alimlerin maaşları Bey-tülmal'den veriliyordu. Alimlerin, Sultan'a yakın olanların alimlerin maaş­ları konusunda etkisi bulunurdu. Daha önce de gördük ki İbn-i Teymiyye'­nin -her ne kadar aziller konusunda herhangi bir dahli olup olmadığı bilin­miyorsa da- atamalar konusunda görüşü alınıyordu. O bunları sadece Allah'­ın rızasını kazanmak için yapıyor hiç bir kimseden bir mükafat veya teşekkür beklemiyordu. Kendisi için herhangi bir makam tercih etmemiş, bilâ­kis doğruyu gösteren vaiz ve şerefli bir müderris olmaya razı olmuştu.

53- İbn-i Teymiyye'nin yükselmesi çoklarının kinlerini, bazı alimle­rin kendisi ile mücadeleye girişmesini tahrik etti. Özellikle de bazı ma­kamlara yapılan tayinlerde kendisine danışıldığını görmeleri bu kini büs­bütün artırmıştı. Halk katında da şeref ve mertebesi vardı. Halk onun ya­tıştırması ile sükun buluyor, onun gösterdiği yoldan gidiyor, onun görü­şüne ve çağrısına boyun eğiyordu. Bunlar İbn-İ Teymiyye'yi yücelten se-beblere bakmıyorlardı. Çünkü onları kendileri yapmamışlardı. Eğer İbn-i Teymiyye'de tam olarak bulunan güçlü irade ve niyyet kendilerinde de ek­siksiz bulunsa idi, kendilerinin de onun gibi mertebeleri olurdu. Ne var ki bunlar sebeblere değil de neticeye baktılar. Tabi razı olmadılar ve bu du­rum onların hasetlerini körükledi.

Ibn-i Kesir bu konuda tarihinde şöyle diyor:

«îbn-i Teymiyye'nin devlet katındaki yakınlığı, emr-i bi'1-ma'ruf ve nehy-i ani-1 münker konusunda sivrilmesi, halkın kendisine tabi olması ve O'na karşı mu­habbetleri, tabilerinin çokluğu, hakkı ikame etmesi ilmi ve ameli yüzünden fu-kahadan bir kısmı O'nu çekemiyorîardı.»

Bazı alimler, bu büyük alimi Allah'ın kendisine bahşettiği üstünlükten dolayı haset ettiler. O'nun gibi bir başkası halk ve ileri gelen tabaka ka­tındaki ulaştığı mertebeden dolayı haset edilmemişse bu onun gibi bir baş­kasının olmamasmdandtr. Çünkü hasedin çıkış noktası varlıktır. Bir şahsın üstünlükleri arttıkça O'nun hasetçileri de artar. Hasetçilerin işleri yarışta geri kaldıkları zaman Allah'ın lütfundan bahşettiği şeyler yüzünden diğer insanları çekememektedir. Hasedi, çekilemeyen kişideki üstünlükle haset-çideki acizlik körükler. İbn-i Teymiyye'nin yaşadığı devirde, O'nun sahip olduğu üstünlüğün sebeblerinde, kendisi ile atbaşı gitmeye güç yetirecek kimse yoktur.

54- Haset kendisine ateşlendirecek odunu bulmuş, hasede duçar kalan da bu ateşle yanmıştı. Çünkü Takıyyuddin b, Teymiyye'nin dilinden düşmeyen hak söz, ancak garazı olmayan kimselerin dostluğunu ceibedi-yor, pekçok grupları ise kızdırıyordu. Şia ile harbetmek için askerlere ko­muta etmiş ve orduları, onlarla kendisinin irşad ve çağrısı üzerine savaş­mıştı, ağaçlarını kesmişti. Şimdi bunlar her ne kadar halktan gizleniyorlar­sa da kalplerinin derinliklerinde tutuşmaya hazır bulunan koru körükleye­rek kin ve haset ateşini alevlendirmek için ileri gelen kimselere koşacak­lardı.

Sofİyye  ile de çatışmıştı. Mutasavvıfların  imamı ve feylesofu  olan Muhyiddin el-Arabı hakkında ağzına ne gelirse söylemiş, fikri ve görüşlerini yıkmaya başlamıştı. Öbür taraftan da sofileri göz bağcılıktan alıkoymak n'-yi idarecileri aleyhlerine teşvik etmişti. Bunlar da saltanat naibine gi-İfrek Şeyhin kendilerine hücumlarına mani olmasını ve kendi hallerine karışmamasını temin etmesini rica etmişlerdi.

Saltanat naibi konu ile ilgili kendisi ile görüştüğünde İbn-i Teymiyye «Bu mümkün değildir. Mutlaka müslümanlardan herkesin sözlü ve fiilî ola­rak Kitap ve Sünnetin altına girmesi gerekir. Kim bunlardan uzaklaşirsa mutlaka onu düzeltmek gerekir, demiş ve «sofiler kendilerini değiştirme­dikçe onlara karşı çıkmaya ve yaptıklarının yanlış olduğunu haykırmaya devam edeceğim,» demiştir.

Bu sofi taifesi, galeyana gelen, kalpleri öfke ile dolduran kinleri tah­rik eden sürekli şikayetle emirleri rahatsız eden kimselerdendi. İbn-i Tey­miyye'nin etrafında yaygaralar kopanyorlardı. Ne var ki o mücadeleci, kuv­vetli ve münazaracı idi. Sofiyyenin halini üstün ve kahir delillerle ortaya koyuyordu. Üstelik halk da onu tutuyordu. Buna rağmen idareciler her ne olursa olsun bu tür mücadelelerin çoğalmasını istemezler. Böyle birisi bel­ki de fitnelere sebebiyet verebilirdi, hasetçiler zehirlerini kusmak için böy­le ortamları fırsat bilirlerdi.

55- İbni Teymiyye'nin akaid konusunda fakihlere muhalif olan pek çok görüşleri vardı. 698 senesinde Hama ehlinin sorularına cevap verdiği Hameviyye Akide Risalesi hakkında kendisi ile münakaşa etmeye başla­dılar ve bazı idarecileri üzerine kışkırttılar. Ne var ki, ülkeyi Moğol buna­lımı sarmış ve hasetçiler firar etmişlerdi. İbn-i Teymiyye ise bu bunalıma karşı meydana atılmıştı. Yıldızı mükemmeîİeşmeye, hadiselerin karanlığı, işlerin karmakanşıklığı içinde etrafı aydınlatmaya başlamıştı. Geçen bir gün yoktu ki, hasetçilerin hasetlerini tahrik etmemiş olsun. İbn-i Teymiy­ye'nin mevkiinin büyüklüğü mertebesinin yüksekliğinin şiddeti hasedi daha da arttırmıştı.

Alimler, işler düzelinceye kadar susmuşlar ve sonunda kendisi ile bir­likte hesaplaşmaya başlamışlardı. Aleyhinde sözler atmaya başlayıp onu kendilerine muhalefet etmekle, kendilerine hücumda bulunmaları, ve her davranışında kendilerine tarizde bulunmakla itham etmeye başlamışlardı.

Şu anlatılan bu türden bir olaydır: Yağmur kesilmiş ve ekinler kuru­luştu. İnsanlar hadis-i şerif okumak sureti ile Rablerinden yağmur tale­binde bulunmuşlardı. İbn-i Teymiyye'nin tabilerinden biri, Buhârî okumaya başlamış ve Ef âli İbâd (Kulların fiilleri) kitabını okumuştu. Bu kitapta Ceh-miyye'ye reddiye bulunuyordu. Fukahâ O'nun kendilerine tarizde bulundu­ğunu anladılar. Çünkü kendileri Eş'arî idiler. İbn-i Teymiyye ise Ebu'l-Ha-sen el-Eş'arî'yi Cebriyye'den addediyordu. Hemen İbn-i Teymiyye'nin bu tabîsini Şafii Kadı'ya şikayet ettiler o da onu hapsetti. Haber İbn-i Teymiyye'-ye ulaştı ve hapishaneye giderek onu ordan çıkardı.[29]

56- Hanbeliler bir tarafta, diğer fukaha ve ulemada bir tarafta bu­lunuyordu. Daha önce buna biraz temas etmiştik. Hanbeliler belirttiğimiz gibi Ebu'l-Hasen el-Eş'arî ve Ebu'l-Mansur el-Maturİdî'nin yollarına tabi ol­muyorlardı. Hanbeliler dışındaki diğer fukaha itikâdî konuları bu iki İmam'ın vasıtasıyla anlıyorlardı. İbn-i Teymiyye ortaya çıkmıştı. Kendisi Hanbeli mezhebi üzere yetişmiş, genelde fıkhı metod olarak Hanbelî mezhebini be­nimsemişti. Kendisini Hanbeli usulüne yönelten tenkitleri savunmaya ada­mış ve kendilerinin Haşviyye gibi Mücesisme veya Müşebbihe oldukları töhmetini nefyetmişti. Kendilerinin akaid konularını anlamada füru mese­lelerinde de olduğu gibi hadise tabi olduklarını belirtmişti. O, Hanbelİleri yücelten ve otoritelerini güçlendiren kendine has özel mertebesinden do­layı, karşılarında yer alan ve durumlarını küçük gören fukahanın gazabını üzerine çekti. Hanbeliler, her ne kadar gayrî resmî de olsa İbn-i Teymiyye'-nin himmet ve gayreti ile emretme ve yasaklama salâhiyetine sahip ol­muşlardı. Bu durum, hasımlarının galeyana gelmesi, mücadelenin kızışma­sı ve idarecilere sığınılması gibi hususların sebeblerinden bir diğerini teş­kil ediyordu.

57- Burada, mutlaka zikri gereken bîr hususu belirteceğiz. Şeyh İbn-i Teymiyye'nin huyunda ve lisanında bir hiddet vardı. Öyle görünüyor-ki, bazı-hallerde muhaliflerinin itirazlarından söylediği bir söz veya yazdığı bir görüş etrafında mugalata yapmalarından huzursuz oluyor, sıkılıyor ve onlara «Bu cehalettendir», «Bu anlamamaktan kaynaklanmaktadır» «Bunlar sadece yaşlan ilerlemiş olan ulemâ cinsindendir», gibi sert ve ağır sözler sarfedivordu. İbn-i Teymiyye, hasımlarının yaşında değildi. Çünkü bu ha-ri^ Ve mücadelelerin başladığında henüz 44 yaşını geçmemiş bulunuyor-H^Mücadeleler 705 senesinde başlamıştı. Muhalifleri, kendisinden yaşlı •a' bazıları artık ihtiyarlık döneminde bulunuyordu. İbn-i Teymİyye'nin tutu­mu bunlara ve tabilerine ağır geliyordu.

Daha önce Zehebi'nin bu konuda şöyle dediğini nakletmiştik.

«îbn-i Teymiyye'ye bahis esnasında, diğerlerine kendi aleyhine düşmanlık duygularının ekilmesine sebeb olan bir hiddet ve gazap kendisine arız olur,, ha­sımlarına şiddetle çatardı. Eğer Öyle olmasaydı hakkında herkes sözbirliği eder. di. Çünkü hasımlarının büyükleri O'nun ilmine boyun eğiyorlar ve O'nun uçsuz bucaksız bir deniz, benzeri bulunmayan bir hazine olduğunu itiraf ediyorlardı.»

Konuşma esnasındaki bu hiddeti, O'nun düşmanlarını ortaya çıkarmış idi. Biz, Zehebi'nin dediği gibi eğer bu hiddet olmasaydı hakkında herkes sözbirliği ederdi demiyoruz. Kendisi ile diğerleri arasındaki muhalefet mutlaka kaçınılmazdı. Sandığım kadarı Üe Ona duydukları hasedin kesin olarak olması gerekiyordu. Şu kadarki hiddeti bunu ortaya çıkarmıştı. As* lında hasedlerinin ortaya çıkmasında asıl faktör açıktan düşmanlık ve en­gelleyici bir göğüs darlığı hissetmeksizin O'na eza ve cefa etme isteği idi.

Her ne kadar hased kalplerini kemirse de dinî duyguları, O'na eziyet ve cefa etmekten veya eziyete mâruz bırakmaktan kendilerini engelliyor­du. Ancak İbn-i Teymiyye kendilerine sert sözlerle çıkış yapınca O'na ezada bulunmak kendilerine kolay geliyordu. Çünkü savunma psikolojisi bunu mubah gösteriyordu. Durum cedel ve hilaftan artık hileler hazırladıkları düşmanlığa dönüşüyor ve sözü ile yaraladığı nefislerinin öücünü alıyorlardı. [30]

 

İbni Teymîiye'nin Karşılaştığı Birinci Sıkıntı

 

58- O tarihte, bir grup alim ile Takıyyuddin (îbn-i Teymiyye) ara­sındaki düşmanlık şiddetlendi. Onlar, İbn-i Teymiyye'ye karşı tuzak kurma­yı kararlaştırdılar ve O'nun etrafında fitneler koparmaya teşebbüs ettiler. Fakat iki şey İbn-i Teymiyye'yi onlardan koruyordu:

Birincisi: Valiler, O'nun hakkında iyi düşünüyorlardı. O'nu ssmimi, din-dar ve büyük bir âlim olarak tanıyorlardı. Aslında bunlar, O'nun ve diğer alimlerin rimî seviyesini tesbit edebilecek ve ihtilâfa düştükleri konular-lar kimin haklı olduğunu ve ihtilâfın kaynağının ne olduğunu anlayabilecek kadar bilgili değillerdi. Çünkü bu durum, onların güç ve kuvvetlerini aşıyor­du. Bu valiler, Türk asıllı idiler. İşgal ettikleri mevki ve makamları, kültür­leri ile değil, askerî bilgilen sayesinde elde etmişlerdi.

İkincisi: îbn-i Teymiyye'nin Suriye'deki halk arasındaki itibarı büyük­tür. O'nun bu bölgedeki itibarı, elde edilebilecek mevki ve itibarlarının kat kat üstündeydi.

Onlar, İbn-i Teymiyye'ye dil uzatmak istediklerinde çeşitli sıkıntılara mâruz kalırlardı.

İbn-i Teymiyye'nin halk arasındaki itibarından dolayı ve fitnelerden çe­kindikleri için her ne kadar valiler, güçleri yettiği kadar O'nun düşmanla­rına yardım etmeye meylediyorlar ise de O'nun düşmanlarının eli en fazla O'na tâbi olan bazı kimselere ulaşabiliyordu.

59- Fakat valilerin, O'na yardım etmekten ypz çevirmeleri ve kav­ganın Suriye dışında cereyan etmesinden dolayı, düşmanları O'nun haysi­yetine dil uzatıyorlardı. Bazen de, O'nun hakkındaki kötü emellerine ula­şıyorlardı ve hileleri en son haddine varıyordu. İbn-i Teymİyye ile hasım­ları arasındaki çekişme, Mısır'da canlanmıştı. Çünkü İbn-i Teymiyye'ye de­ğer veren ve O'na verdiği önem ve itibar nedeniyle komutanları tarafın­dan da kendisine önem verilen İhn-i Teymiyye'nin koruyucusu Sultan Na-sir'ın saltanatı ve otoritesi Mısır'da zayıflamıştı. Komutanları O'na karşı çıkmaya başlamışlardı. Böylece Mısır'daki valiler, o tarihte O'nun mezhebi aleyhinde yapılan dedikoduları, dinlemeye başladılar.

Suriye'de İbn-i Teymiyye ve muhalifleri arasında tartışma için düzen­lenen, O'nun akidesini kabul etmek, O'nun düşünce ve görüşüne uymayı kabul etmekle sona eren [31]toplantıdan sonra İbn-i Teymîyye Mısır'a gitmek üzere çağrılmıştı. Bu çağrı, bir mektupla yapılmıştı. Mektupta şu ibareler vardı: «Biz, Şeyh Takiyyuddin İbn-i Teymiyye'nin ilmi konularının tartışıldığı meclisleri düzenlendiğini işitmiş bulunuyoruz. O'nun hangi hu­suslarda meclisler düzenlediği ve selef mezhebi üzerine olduğunun habe­ri bize ulaşmıştır. Biz bu mektubumuzla, O'nun kendisine nisbet edilen şeyden uzak olduğunu ispatlamak istiyoruz.»

Sonra İbn-i Teymiyye'nin Mısır'a gelmesini kendisinden isteyen bir mektup daha geldi. İbn-i Teymiyye alışageldiği adeti üzere önemli işlere yöneliyor ye onlarla yüzyüze gelme hususunda hiç tereddüt etmiyordu. O, hem düşüncesinde hem de savaş meydanında cesur İdi. O, Mısır'a gitmek İçin oyalanıp gecikecek değildi. Fakat Sultan'ın vekili, Mısır'da O'nun için hazırlanmış tuzaktan haberdardı.

O'nun Suriye'de kendisine uyan insanlar ve yardımcıları sayesinde şerefli ve güçlü olduğunu, vali nezdindeki değerini biliyordu. Bunun İçin de Mısır'a gitmemesini ona tavsiye etti. Ve ona şöyle dedi

 «Bu hususlar için ben Sultani, mektuplasacagım ve problemleri halledeceğim.

Fakat O, bu teklifi kabul etmiyordu. Fakat bu hareketleri, kendisi için hazırlanan tuzaktan haberdar olmamasından ileri gelmiyordu. Çünkü o, iş­lerin sonunu (perde arkasındaki şeyleri) dışından anlayan akıllı ve zeki bir insandı. Fakat O, Mısır'a gitmesinin halk için faydalı olacağını ve oraya gitmekle düşüncelerinin yayılacağını  biliyordu.  Mısır'da O'nun fikirlerine tabi olan kimse bulunmadığından O'nun Mısır'da kendi fikirlerine tabi ola­cak kimseleri yetiştirmesi gerekirdi. Bu hususta işkence görecek olsa bile O'nun için Hz. Peygamber de güzel bir örnek vardır. Çünkü Hz. Peygam­ber dâvası uğrunda, öyle sıkıntılar çekmişti ki bunlar, halkı iyiliğe davet eden ve kendisine uyulan kimselere her türlü eziyeti çekmeyi kolaylaştırı­yordu. O, Suriye'de kalırsa ikram ve saygı görecektir. Öyle ise Mısır'da saygısızlıkla karşılaşsın bu saygısızlık da Suriye'de kendisine gösterilen saygının zekâtı olsun. Bütün bunların ötesinde, O delillerinin kuvvetli ol­duğunu hisseden ve yüce Allah'ın izniyle aşağılık değil, değer ve kıymet­ler elde edeceğine inanan yürekli bir âlim idi.

İbn-i Teymiyye, kendisine güvenen kararlı kimseler gibi Mısır Valisi­nin bu isteğine olumlu cevap vererek «Benim Mısır'a gitmemde çok büyük, faydalar vardır.» dedi. Çok kalabalık halk kitleleri O'nu uğurlamak için top­landı [32]. Halk, sızlayarak ağlıyarak İbn-i Teymİyye'yi uğurladı. O da gü­ven, sükunet ve ümit içinde onlara veda etti.

60- İbn-i Teymîyye Mısır'a hareket etti. Bu hadise, 705. hicrî yılın­da oldu. O, nerede konakladıysa nur ve hidayet kaynağı oldu. Gazze'ye uğ­rayınca Gazze camisinde büyük bir ilim meclisi düzenledi. Orada hikmetli derslerinden bir ders verdi. İlim O'ndan ayrılmadı. Yüce ve çok bilen Al­lah'a güvenerek yoluna devam etti. Nihayet, Allah'tan yardım dileyerek ilim ve marifeti neşretmek gayretiyle Kahire'ye girdi.

Düşmanları O'nu karşılamak İçin malzeme hazırlıyorlardı. İyice tedbîr almışlardı. Onlar, Kale'de düzenlenen bir mecliste İbn-i Teymiyye ile kar­şı karşıya geldiler. Kadılar ve devlet büyükleri de bu mecliste toplandı­lar.

İbn-i Teymiyye konuşmak istedi. Hasımları konuşma kabiliyetinin ve sözlerinin çok etkili olduğunu bildikleri için O'na kavuşma fırsatını verme­diler. O'nu itham ederek O'na karşı cephe aldılar. Malikî kadı Zeynüddin b. Mahluf, O'nun aleyhinde iddialar ileri sürme vazifesini üstlendi. Ve ibn-i Teymiyye'nin, «Yüce Allah'ın gerçekten Arş'ı üzerinde oturduğunu, ve Yüce Allah'ın gerçekten Arş'ı üzerinde oturduğunu, ve Yüce Allah'ın

İnsanlar gibi harf ve seslerle konuştuğu» görüşünü ileri sürdüğünü iddia etti. Bunun üzerine îbn-i Tsymiyye, Yüce Allah'a hamd ve sena etmeye başladı. O'na denildi ki, «Bu iddialara cevap ver, hutbe okuma» İbn-i Tey-miyye bu toplantının tartışma için değil, yargılama için olduğunu anladı. Ve «Benim hakkımda karar verecek hakim kimdir? dedi. O'na Maliki ka-dısıdir» denildi. İbn-i Teymiyye O'na «Sen benim hasmım olduğun halde-hakkımda nasıl karar verebilirsin? dedi» Bunun üzerine Malikî kadı çok kızdı O'nun bu cevabından dolayı merhum şeyhi hapsetti.

İbn-i Teymiyye kuyu olarak bilinen hapse atıldı. Kardeşleri, Şerefuddîn ve Zeynüddin ve onunla birlikte hapsedildiler.

61- İbn-i Teymiyye, Maliki Kadı Zeynüddin bin Mahluf'un hakemli­ğini kabul etmemekde haklı idi. Çünkü söz konusu Zeynuddin, özellikle hal­kın ve fakihlerin inanç ve düşüncelerinden ayrı düşünen ve değişik görüş­lere sahip olan âlimler hakkında verdiği hükümlerde kaba davranıyordu. Mesela h. 701 yılında, Şeriat'ın hükümlerini bozduğu muhkem âyetlerle alay ettiği ve bazı müteşâbih âyetlerin diğer bazı âyetlere ters düştüğü­nü iddia ettiği gerekçesiyle O'nun huzurunda büyük bir âlim yargılanmış­tı. O, mahkeme sonunda söz konusu alimi idama mahkum etti. Halbuki adı geçen âlim, apaçık üstünlük ve fazilet sahibi olup bütün alimler, O'nun hakkında iyi düşünüyorlardı.

Söz konusu âlim, asrında yaşayan hadis alimlerinin hocası olan Ibn-i Dakikik'l-îyd'den yardım isteyince ve O'ndan «Benim hakkımdaki görüşün nedir?» diye sorunca o şöyle dedi: «Ben seni faziletli ve alim olarak tanı­rım» demişti. Fakat senin hakkında Kadı Zeyneddin hüküm verecektir, İbn-i Dakîkik'l-İyd'in bu şahitliği âlim için faydalı olmadı.

Hatta verilen idam cezası hafifletilmedi. Adı geçen Maliki Kadı'nın H. 685-78 yılları arasında 33 yıl, Kadılık makamında kalması hayret edile­cek bîr şeydir.

Acaba âlimlerin fetvaları ve görüşlerinden şüphelendiği zaman onlar hakkında idam kararını veren bu Maliki Kadı'nın kendisi hakkında hüküm vermesine itiraz etmesi İbn-i Teymiyye'nİn üstün zekâ ve aklından mı ileri geliyordu? Belki O bu durumun farkına varmış olabilirdi.

Sonra her ikisinin arasında düşünce ve fikir açısından çelişki vardı. Çünkü İbn-i Teymiyye ve adı geçen Maliki Kadı'nın fikirleri tamamen birbi­rine ters düşüyorlardı. Şöyle ki İbn-i Teymiyye, Kitap ve Sünnet atmosfe­rinde dolaşıp uçuyordu. Ayrıca ister halkın görüşlerine uygun olsun ister uygun olmasın Selefi's-Salihin'in görüşlerini benimsiyordu. O, ölmeden ön­ce Yüce Allah'ın kitabına Hz. Peygamber'in (S.A.V.) sünnetine muhalif olan, halkın fikir ve davranışlarını değiştirmek ve bu iki esas kaynağa gö­re rayına oturmak istiyordu. O, alışılmışın kölesi değildi. O, Allah'ın (C.C.) hükmüne göre hükmediyordu.

Fakat adı geçen Maliki kadı, Ebu'I-Hasen El-Eş'arî'nin tesbit ettiği görüşlere bağlı idi.O'nun görüşleri dışındaki diğer görüşleri açıkça zayıf ve delâlet (sapıklık) sayıyordu. O, düşüncesi  ve  metodundan   dolayı     İbn-i Tevmiyye'nin hasmı idi. İbn-i Teymiyye hakkında O'nun hükmüne başvur-k akıl isi değildi. Özellikle bu kavgadaki tartışma ve münakaşalar delil 1713 burhanlarla yapılan tartışmalardan  ibaretti.  Mahkemelerdeki şahit ve dehllerle yapılan tartışmalar gibi değildi. Düşüncesi ve aklıyla yalnız el-Es'arî'nin mezhebinin çerçevesine yerleşmiş bulunan ve O'nun görüşlerini asmayan bir kimse, İbn-i Teymiyye'nİn delilleri hakkında nasıl hüküm ve­rebilirdi?

Üstelik Maliki Kadı, İbn-i Teymiyye yi işin başında İtham etmişti. Bir şahsın hem hasmını itham etmesi hem de O'nun hakkında karar vermesi akıl isi değildir. Çünkü bunlar, birbirine zıt iki şeydir. Başkasını itham eden kimse, cezayı gerektiren delilleri serdeder. İtham edilen kimsenin, kendi görüş ve düşüncelerini açıklamasını kolaylaştıran karşıt delilleri ge­tirmesi lâzımdır. Kadı ise her iki tarafın delillerine göre hükmeder. Maliki Zeynüddin ise, bizzat İbn-i Teymiyye'yi itham etme vazifesini üstlenmiş­ti ve itham edilen kimsenin delil getirerek haklı olduğunu isbatlamasına en­gel olmuştu.

Böylece O, kadı değil, İbn-i Teymiyye'nİn hasmı oldu. Takıyyuddin İbn-i Teymiyye O'nu, bu durumla itham etti ve O'nun hüküm vermesine en­gel oldu. Aslında sözkonusu Kadı'nın bu işi başkasına havale etmesi gere­kirdi. Yani İbn-i Teymiyye'ye hasım olmayan bir Kadı'ya havale etmesi ve sözkonusu ithamla uğraşması gerekirdi. Fakat O, hemen İbn-i Teymiyye'yi itham etti ve O'nu hapsetti.

62- İbn-i Teymiyye, H. 705; yılı Ramazan ayında hapsedildi. Suriye halkı Mısır'da O'nun başına gelen bu olaya üzülüyorlardı. Kadı'nın eziyet ve zararı İbn-i Teymiyye'nİn mensup olduğu Hanbelilerede sıçradı. İbn-i Kesir Hanbeliler'in başına gelen eziyetleri rivayet ederek şöyle demiştir:

«Mısır'daki Hanbeli'ler, büyük sıkıntılarla karşılaştılar. Bunlardan biri şudur: Hanbeli Kadısının ilmi az idi. Sermayesi azdı. Bundan dolayı, Hanbelilerin başı­na birçok sıkıntılar geldi, ve onların durumu değişti.[33]

Fakat Hanbelilerin başına gelen felâketler, Hanbeli Kadı'nın cahilliğin­den mi ileri geldi? Veya bunun sebebinin, İbn-i Teymiyye ile üç Kadı'nın görüşlerini temsil eden Maliki Kadı arasındaki olay olup ilmi seviyesi dü­şük olan söz konusu Hanbeli kadının Hanbelileri müdafaa edemeyip diğer mezheplerin mensuplarında olduğu gibi onları kuvvetli ve güçlü kılabilme-diğinden mi İleri geldi? bilmiyoruz. Anlaşıldığına göre asıl sebep budur,

Çünkü Takıyüddin'in hapsedilmesi, Mısır'daki Hahbeli'Iere yapılan eziyetler ile Suriye'deki taraftarları ve tabiilerine yapılan eziyetlerin hepsinin aynı zamanda olması bunu ispatlayan bir delildir.

63- İmam İbn-i Teymiyye, bir sene kuyunun dibinde hapiste dur­du. Bir sene geçtikten sonra Ramazan gecesi, O'nu kuyudan çıkarmak için bazı vicdanlı kimseler harekeie geçtiler. Kahire Vali'si Emir Salar, Hanefî, Maliki, Şafii Kadıları ve bazı fakîhlerle bir toplantı yaptı. Ve İbn-i Teymîy-ye'nin hapisten çıkarılması için onlarla konuştu. Kahire Valisi, büyük İmam'ın hapiste kalmasının adalet, din, ve ahlakla bağdaşmayacağına ina­nıyordu.

Halbuki İbn-i Teymiyye, haik kitlelerine komuta etmiş, orduları hare­ket ettirmiş, ölüm için korkmadan ileri atılmış olup, Suriye ve Mısır hal­kının düşman ordularına karşı kazandığı zaferlerle biten şiddetli mukave-temetin ruhu idi. Fakat Kadılar ve Fakihlerin ruhunda İbn-i Teymiyye'yi ha­pisten çıkarmak için Kahire Valisinin ruhundaki İtici güç yoktu. Buna rağ­men Onlar, Valiye karşı koymadılar. Çünkü onların seciyesinde yaratılmış olan kimseler, emirleri hoşnut etmeğe çalışırlardı. Veya en azından valile­ri kızdırmıyorlardı. Bundan dolayı onlardan birisi İbn-i Teymİyye'nin hapis­ten çıkarılmasına muvafakat edeceğini söyledi ve bunun için de bazı şart­lar ileri sürdü: Bu şartlardan birisi: İbn-i Teymİyye'nin ilân ettiği itikatla İlgili konulardan geri döneceğine dair garanti vermesiydi. Orada toplanan­lar bu görüşü kabul ettiler. İbn-i Teymiyyeyle konuşmak üzere O'nun mec­lise gelmesi için bir elçi gönderdiler. İbn-i Teymiyye bu teklifi kabul et­medi. Çünkü O, onların dâvasını isbat edecek delillerle İkna olmak için kendisinden deliller istemediklerini iyi bilirdi. Çünkü onlar İbn-İ Teymİyye'­nin inanmadığı şeyleri O'na kabul ettirmek istiyorlardı. Altı defa O'na elçi gönderildi. İbn-İ Teymiyye onların yanına gitmemeye kesin karar verdi. On­ların çağrılarına iltifat etmedi. Böylece, Onlar, dağıldılar. İbn-i Teymiyye'-de hapiste kaldı. İbn-i Kesir bu'olaydan sonra İbn-i Teymİyye'nin hasımla­rı hakkında şöyle demiştir:

«Onlar, sevap kazanmadan dağıldılar.»

Onlar, delilsiz olarak defalarca İbn-i Teymİyye'nin kendi görüşlerin­den vazgeçmesini ve İnancına aykırı görüşleri ilân etmesini O'na teklif et­tiler. Halbuki O, kendi görüş ve fikirlerinin hakiki iman ve gerçek İslâm inancı olduğuna inanıyordu. Sanki onlar, İbn-i Teymiyye'yi; «devamlı ha­pis hayatı» ile «inanç ve imanını değiştirme» arasında tercih yapma husu­sunda serbest bırakmışlardı. İbn-i Teymiyye onlara Hz. Yusuf (A.S.)'ın söy­lediği sözlerle cevap verdi: «Ey Rabbim zindan benim için, bunların tek­lif ettiklerinden daha iyidir. (Yusuf Sûresi, 12/33).

64- İbn-i  Teymiyye, kendi  üstünlüğünü  ve ilmî  değerini bilmiyen Mısır'da hapiste geçirdiği müddet içinde belki Mısır, İftihar ettiği zaferde İbn- i Teymİyye'nin çalışma ve faaliyetlerinin rolünü de bilmedikleri o tarihte

Suriyeliler, en büyük alimlerinin, iftihar kaynağı olan zatın, sıkıntı zamanlarında kendilerinin sığınağı ve güven kaynağı olan bu büyük alimin basına gelenlerden dolayı üzüntü İçindeydiler. Bu hususta, halk ve emirler

aynı şeyi hissediyorlardı.

Hatta İbn-i Teymiyye hapishaneden bazı akrabalarına bir mektup gön­derdiği zaman, bu mektubun geliş haberi emire ulaşınca emir hükümet temsilcisini mektubu arayıp bulmak için gönderirdi. Ele geçirdiği bu mek­tubu halka okurdu ve İbn-i Teymiyye'yi överdi, O'nun ilminden faziletinden, zühdünden, dindarlığından ve cesaretinden bahsederdi. O'nun gibi değerli ve O'ndan daha cesur kimse görmediğini bildirirdi.   İbn-i   Teymiyye bir mektubunda; kendisinin sultanın hiçbir elbisesini ve sultanın bahşişlerini kabul etmediğini ve bunlarla kirlenmediğini yazmıştı. Bu durum O'nun de­ğerini arttırdı. Suriye'de O'nun güzel ahlâkından bahsedilir ve O övülürdü. Mısır'da ise O hapiste eziyet çekiyordu. Çünkü Suriye O'nun faziletini, gayesini ve Mimini görmüş ve O'nu anlamıştı. Mısır'a gelince; Mısır halkı O'nun ne değerini ne de cesaretini bildi. Her ne kadar bazı İleri gelenler O'nun bu hususiyetlerini  biliyorlardı.  Fakat onlar,  O'nun bu özelliklerini halktan gizli tutuyorlardı. Çünkü ileri gelen Fakih ve Hadisçiİer fikir ve me-todda O'nun görüşlerine katılmıyorlardı. İbn-İ Teymİyye'nin propagandası­nı yaptığı görüş ve fikirlerinden onların içi sıkılırdı. Valiler, her ne kadar O'nun bazı üstünlüklerini bilseler de O'na eziyet verme hususunda halkı alimlere katılmaya razı ediyorlardı. Daha doğrusu O'na yapılan eziyetleri görmemezlikten gelmeye ve halkt  O'na yardım etmek için çalışmamaya razı etmeye çalışıyorlardı.

65- Belki Suriye'den gelen haberler ve Suriye halkının İbn-i Tey­miyye için çektiği üzüntüler, Mısır hükümdarlarını zaman zaman O'nun hakkında iyi düşünmeye sevkediyordu. Nihayet onlar, İbn-İ Teymiyye'yi eziyetten kurtarmaya teşebbüs ettiklerinde Mısırlı alimler ortaya koyduk­ları şartlarla İbn-i Teymİyye'nin hapisten çıkmasına engel oldular. İbn-i Teymiyye de bu şartlan kabul etmedi.

Sultan'in Kahire'deki temsilcisi Salar'da İbn-i Teymiyye ile âlimlerin arasını bulmaya teşebbüs etmişti. Böylece İbn-i Teymiyye tartışma isteği­ni reddedince onunla beraber hapishanede bulunan iki kardeşini ilmî mü­nakaşa İçin meclise getirtti. Maliki Kadı İbn-i Mahluf onlardan birisi o!an Şerefuddin ile tartışmaya başladı. Aralarındaki tartışma uzadı. İbn-i Kesir bu konuda şöyle diyor:

«Şerefuddin, nakli delil ve bilgi ile Maliki Kadıya galip geldi. Maliki Kadı'-nın bazı batıl iddialar ileri sürdüğü bir çok yerde Şerefuddin O'nun hatalarını tesbit etti. Tartışmaları, Arş. Allah'ın Kelâm'ı, ve (Hz. isa'nın) gökten inmesi gibi konular hakkındaydı»[34].

Tartışmadan sonra her ikisi de kardeşlerinin yanına tekrar hapisha­neye atıldılar. Her iki kardeşin Maliki Kadı'yi yenmeleri hayret edilecek bir olay değildir. Çünkü onlar, ilmi ecdadlanndan ve seleflerinden miras yoluyla slan o büyük Teymiyye ailesi idiler. Onların ikisi fikrini ve sözleri­nin değişik mânâlarını en güvenilir bir şekilde bilen kimselerdi. Allah (C.C.) onların hepsinden razı olsun.

66- İki kardeşiyle ilmî tartışma yapılırken İbn-i Teymiyye hapsinde ikamet ediyor oradan ayrılmıyordu. Tartışma İçin çağrıldığı halde hapisten çıkmıyordu. Çünkü O, dehşetin bulunduğu yerde ve kendisi hür asil oldu­ğu halde bu asaletinin korunamayacağina inandığı meclislerde ilmî tartış­ma yapmıyordu. Daha önce mezkur kadılar ve fakihler huzurunda Ona ko­nuşma hakkı verilmediği İçin onlara karşı muzaffer olamamıştı. O, müna­kaşa için Meclise gelenlerin apaçık delillerle razı olabilen ve hakkı ara­yan kimseler olmadığına inanıyordu.

Aksine onlar, mutaassıp idiler. İbn-i Teymiyye'nİn delilleri onların şid­det ve öfkesini arttırdı. Onlar, İbn-İ Teymiyye hakkında katıca hükmediyor­lardı. Onların sözlerini reddeden veya en azından onları zulümden alıkoyan kimse bulunmuyordu.

Bu durum, İsa b. Mühenna adındaki bir Arap hükümdar iktidara gelin­ceye kadar devam etti. O, İbn-i Teymiyye'yi takdir ediyor ve O'nun üstün­lüğünü biliyordu. Çünkü O Suriyeli idi. O yetkililerden izin aldıktan sonra-hapishaneye gitti. Hapisten çıkması ve saltanat temsilcisi «Salar»ın evi­ne gitmesi için İbn-i Teymîyye'ye yalvardı. İbn-i Teymiyye, hapiste 18 ay kaldıktan sonra H. 707 yılı 23 Rebiu'l-evvel günü hapisten çıktı. İbn-İ Tey­miyye hapiste kaldığı bu müddet içinde kınında bekleyen bir Hindistan kı­lıcı gibi sağlam ve sıhhatli kalmıştı.

Nihayet İbn-i Teymiyye, Saltanat temsilcisinin sarayına çıktı. Sultan, İbn-i Teymiyye'nİn asaletini ve keremini zedelemeden, konuşmasına engel olmadan ve O'nu herhangi bir hükümle tehdit etmeden O'nun münakaşa etmeleri için hocalara haber gönderdi. Onlar, ilmî tartışma için toplanınca İbn-i Teymiyye sevindi ve gönlü rahat oldu. Hakiki tartışma İbn-i Teymiyye'nİn hapisten çıkmasından iki gün sonra başladı. Ondan önce ise küçük meseleler hakkında tartışma yapıldı. Fakihler, O'nunla ilmî müca­dele etmek için geldiler. Fakat kadılar, bu meclise gelmekten çekindiler, çünkü onlar, O'nunla mücadele etmek istemiyorlardı. Bilakis O'nun hakkın­da hüküm ve karar vermek istiyorlardı. Onlara göre bu mücadele, halledil­mesi gereken bir düşmanlık dâvası gibiydi.

Onlar,bu mücadelenin sünnet ve Kitap'tan alınan deliller e tespit edilen OnIar, bu ~^t ojduğunu bHmiyorlardı. Ayrıca, bir kimsenin, an-len din, konulardan £ret ^          aWt deHllerle takviye ettiği oranda

cak sözünü ^'f^ceğlnl de bilmiyortard,. Onlar, münakaşa e meye dindS fZ S! l«Xa SSc seçik konuşmas.yla, delilleriyle, delillerinin başladılar. ^^^ lle onlar, hayrete düşürdü. kuweti ve sWQ™*™etler ,ieri sürerek ilmî tartışma meclisine gel-Kadılar, W* «T^bazılar, da diğer mazeretleri  ileri sürdüler.

medİ'r ToZ     S b* mazeretlerinin olduğunu söylüyor  O da İbn-i ibn. Kesir  onlannd.g                   

Teymiyye nın yüksek   miyecekIerini bilirlerdi. Bu mazeretlerin  fl£« bildiği halde, saltanat temsilcisi onların mazeretin,  e t  ve güçlerinin yetmediği birşeyi onlara teklif etmedi. [35]

 

İbni Teymiyye’nin Mısır’da Ders Vermesi

 

67- İbn-i Teymiyye, serbest bırakıldı. Hür bir arap ona hapishane kapısını açtı. İbn-i Teymiyye, kendisi gibi hür olan birisinin eliyle hürriyete kavuşmayı kabul etti. Canlarını ve ruhlarını, şeriatı doğru şekilde anlama­larına engel olan bağlarla bağlayan kimselerin eliyle hürriyetine kavuşma­yı kabul etmedi. Suriye halkını sevindiren bu hürriyetten sonra, bununla sevinen ve neşelenen bazı Suriye şairleri marşlar söylediler.

İbn-i Teymiyye'nin önünde iki yol vardı:

Ya asalet ve şeref yurdu, sevinç ve üzüntüsünde kendilerine katıldığı ailesinin vatanı olan Suriye'ye dönecekti, veyahut Kahire'de kalıp, hapis yüzünden neşredemediği ve insanlar arasında neşretmesinde bir çok fay­daları umduğu prensiplerini neşredecekti.

O'nu saltanat temsilcisinin yardımıyla esaretten kurtaran Hüsameddin b. Mühemâ İsâ, selâmetini tercih etmesini ve Suriye'de başlattığı çalışma­larını tamamlatması için Suriye'ye dönmesini tercih ediyordu. Saltanat temsilcisi ise: halkın İbn-i Teymiyye'nin faziletini, ilmini görmeleri O'ndan faydalanmaları ve Suriye halkı gibi Mısır'liların da O'nun medresesinden mezun olmaları İçin O'nun Mısır'da kalmasını tercih etti.

Herhalde ikinci görüş, İbn-i Teymiyye'nin isteğine uygun geldi. Çünkü o halka faydalı olmayı fikirlerini yaymayı düşünüyordu. O, daha önce de tartışma yerinin Mısır olmasını tercih etmişti. Çünkü O Mısır'da bir çok faydalı hizmeti gerçekleştireceğini umuyordu.

O büyük âlim, insanları hidayete getirmek ve onları irşâd etmekten başka nasıl bir maslahat umabilirdi? Fakat Mısır'daki zihinler, Suriye'deki zihinler gibi O'nun sözlerini kabul etmeye hazır değildi. Çünkü O, Suriye halkı ile birlikte imtihan vermişti, bollukta ve darlıkta onlara katılmıştı, ve Suriye halkının sükunet kaynağıydı. Bütün bunlar, Suriye halkının zihin­lerini O'nun davetini ve hidâyetini kabul etmeye hazırladı. Mısır halkına gelince onlar, İbn-i Teymiyye'nin kabiliyetini bilmiyorlardı. O'nu tecrübe etmemişlerdi. O'ndan önce, Mısır hocaları, O'nun aleyhinde öyle şeyler söylemişlerdi ki: Mısır halkını O'nun söylediklerinin akıl tarafından kabu! edilemeyecek şeyler olduğu İnancına sahip etmişlerdi. Mısırlılar, O'nun Suriye halkının kabul ettiği gibi rahatça sözlerini kabul etmediler.

Özellikle Mısır'Iı hocalar O'nun başına bir şeyin gelmesini bekliyor-iar ve pusular kuruyorlardı. Fakat İbn-i Teymİyye, kendi adeti üzere cesa­retle davetçi, hidâyet rehberi ve mürşid olarak öne atıldı. Suriye'deki med­resesi gibi içinde düzenli olarak ders vereceği özel bir yeri yoktu. O Mı­sır'da camilerde ve minberler üzerinde dağınık bir tarzda ders veriyordu. Bu derslerinde bazı Kur'ân âyetlerini yorumluyordu. Halkın faydalanacağı ve ileri gelenlerin kulağına ağır gelmeyecek vaazları veriyordu.

Müştebihât ile ilgili görüşleri ve tartışma konusu olan fikirlerine ge­lince bu fikirleri Kahire'deki Salihiyye medresesi gibi özel medreselerde yürütüyordu. O, medresede tartışma için üç ders meclisi düzenlemişti İbn-i Teymiyye, bu tartışmalı derslerde fikirlerini delillerle apaçık bir şekilde açıklıyordu. Bu fikirleri, bazı kimseler kabul ediyor, bazıları da reddediyordu.

68- İbn-i Teymiyye, altı ay veya daha uzun bir müddet insanları (kendi görüşlerini kabul etmeye) çağırmaya ve onlara vaaz ve nasihatta bulunmaya devam etti. O'nun vaazını dinleme esnasında camiler, insanlar­la dolup taşıyordu. Nihayet büyük bir halk kitlesi O'ndan faydalandı. On­lar İbn-i Teymİyye'nin, kalbi ve aklıyla alemlerin Rabbi Allah (C.C.) için ça­lışan samimi bir âlim olduğunu anladılar.

İbn-i Teymİyye'nin bu altı aylık müddetten sonra ki durumunu ele alıp incelemeden önce burada iki hususu belirteceğiz: Birincisi; İbn-i Teymiyye hapisten çıktıktan sonra kendine eziyet ve işkence eden herkesi affetti. Bu hususu, Dimaşk'a gönderdiği bir mektupta yazdı. Böyle bir hareket, an­cak akıllı, geniş kalpli büyük âlimin şanına yakışan doğru bir harekettir. Aff meselesini, Dimaşk'a gönderdiği bir mektupta yazmıştı: Mektubunda şöyle bir ifade kullanmıştı:

«Allah (C.C.) sizlerden razı olsun. Bildiğiniz gibi ben, taraftarlarımız şöyle dursun, müsîüraan halktan hiçbir kimseye açıkça veya. gizlice eziyet ve işkence yapılmasını istemiyorum. Müslümanlardan hiç kimseyi kınamıyorum. Bilâkis on­ların şahsiyetine göre herkese eskisinden daha fazla değer veriyorum, onlan takdir ediyorum, seviyorum. Bir insan ya müetehid olur veya hatâ eder veyahut günah işler. Birincisi, sevap kazanır ve yaptığı hizmeti övülür. İkincisi ise, ietihad et­mekle sevap kazanmakla birlikte hatâ ettiğinde hatası affedilir. Üçüncüsünü ise Allah (C.C.) bizleri, O'nu ve diğer müslümanları affetsin.»

İbn-i Teymiyye bu mektubunda yine devamla şöyle demiştir: «Bana İftira etmesi, zulmetmesi veya hakkıma tecavüz etmesinden dolayı hiç kimseden intikam alınmasını istemiyorum. Çünkü ben bütün müslümanlara hak­kımı helâl ettim. Ve ben, bütün müslümanlar için hayırlı işler dilerim. Kendi nefsim için de hayır isterim. Bana iftira eden ve bana zulmedenlere benden taraf hakkım helâl olsun,».

İkinci husus: Burada kaydetmek  istediğimiz ikinci  husus, İbn-i Tey­mİyye'nin annesine karşı şefkatli olması, O'nu sevindirmeye ve O'na İyilik yapmaya teşebbüs etmesidir. O, hapisten çıktıktan sonra Mısır'da ikâ-t etmeyi tercih edince annesinin bu kararından memnun olamayacağı-me fQrWınriavdı   Çünkü annesi, O'nu gözleriyle görmek istiyordu. Bundan dolayı İbn-i Teymiyye annesine şöyle bir mektup yazdı:

Ahmed b. Teymiyye'den mutlu annesine, Yüce Allah nimetleriyle gözlerini ay-d * 1 tsın ve sana kereminden bol bol ihsan eylesin. Seni Cennet cariyelerinden evlesin   Allah'ın selâmı rahmeti ve bereketi üzerinize olsun:

Biz kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a hamd ederiz. Yalnız O, hamd edilmeye lâyıktır. O'nun gücü her şeye yeter. Yüce Allah'tan peygamberlerin so-nuncusu ve muttakilerin önderi Hz. Muhammed (S.A.V.)'e ailesine ashabına salat ve selâm etmesini dileriz.

Size yazdığım bu mektup, Yüce Allah'ın kıymetli ihsanı ve büyük gizli ni­metleri hakkındadır. Bu nimetler için Allah'a şükrederiz ve O'ndan faziletini artır­masını dileriz.

Yüce Allah'ın (C.C.) nimetleri her zaman çok ve boldur ve O'nun ihsanlarının sayılması mümkün değildir.

Şimdi Mısır ülkesinde ikamet etmemizin zarurî sebeplerden ileri geldiğini bilirsiniz. Biz bu fşleri ihmal ettiğimizde din ve dünya işlerimiz bozulur. Vallahi biz isteyerek sizden uzaklaşmayı tercih etmiyoruz. Eğer yanınıza gelmek için kuşlar, bizi taşısalardı biz onlara binip yanınıza gelecektik. Fakat vatanından uzaklaşan kimsenin mutlaka bir mazereti vardır. Eğer siz, işin iç yüzünü bilsey­diniz Allah'a şükürler olsun, bu anda vatanımdan uzaklaşmamdan başka bir tek şeyi tercih etmeyecektiniz. Biz, bir ay olsa bile Mısır'da ikamet etmeyi ve yerleş­meyi kasdetmiş bir durumda değiliz. Bilâkis, her gün kendimiz ve sizin için hayır diliyoruz. Bize hayırlı dualarda bulunmanızı dileriz. Yüce Allah'tan (C.C.) bize ve müslümanlara hayırlı ve uğurlu şeyleri takdir etmesini dileriz.

Yüce Allah, kalbimize aklımıza ve hayalimize gelmeyen, iyilik, rahmet, hida­yet ve bereket kapılarını bize açmıştır.

Biz her an yolculuğa çıkmayı istiyoruz. Yüce Allah'tan hayırlısını bize nasip etmesini dileriz. Hiç kimse bizim, dünya ile ilgili işlerimizi sizin yanınızda bulun­maya tercih ettiğimizi asla zannetmesin. Bilâkis yakınınızda bulunmamız daha faydalı olduğu zaman, din işlerim bile bu duruma tercih etmiyoruz. Fakat Öyle önemli işler vardır ki; onları ihmal ettiğimizde herkesin zarar göreceğinden en­dişe ediyoruz. İşin içinde bulunan kimse, içinde bulunmayan kimsenin göreme­yeceği şeyleri görür.

Sizden yegâne İsteğimiz bizim için çokça dua etmenizdir. Yüce Allah her şeyi bilir, fakat biz bilmiyoruz. O'nun gücü her şeye yeter. Fakat bizim gücümüz yet­mez. O, gizli olan şeyleri çok iyi bilir. Hz. Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurmuş­tur:^ «İnsanoğlunun Allah'ın (C.C.) kendisine verdiği şeye razı olması O'nun mut-luluğundandir. İnsanoğlunun, Allah'tan hayırlı şeyler dilememesi ve rmk taksi­matında Allah'ın kendisine verdiği şeye razı olmaması O'nun bedbahtlığındandır.» iuccar yolculuğa çıkar, malının zayî olmasından korkar. Malının tamamını sarfe-amceye kadar bir yerde yerleşme ihtiyacını duyar, İçinde bulunduğumuz durum anlatılamayacak kadar önemli ve büyüktür. Yüce Allah'ın (C.C.) kuvvet ve kud­retinden başka hiçbir güç ve kuvvet yoktur.

Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi sizin üzerinize, evde bulunan büyük ve küçük herkese, aile fertlerine ve bütün talebelerimizin üzerine olsun. Alemle­rin Rabb'ı Allah'a hamd ve senalar olsun. Efendimiz Hz. Muhammed'e (S.A.V.) âli-^e ve ashabına salât ve selâmlar olsun.»

69- Bu, İbn-i Teymiyye'nin annesine yazdığı mektubudur. O, bu mektubunda şefkat ve merhamet döküyor. İbn-i Teymiyye, bu mektubunda belâğatinin alâmetlerini ortaya koymuştur. O, düşünce yönünden ulaştığı ilmî makamından taviz vermeden; anlaşılması ve takdir edilmesi için, mek­tubunda kolay ve anlaşılır ifadeler kullanmıştır.

Bu mektubuna değer vermemizin iki önemli sebebi vardır: Birincisi: İbn-i Teymiyye'nin «Biz burada, bir ay kadar yerleşmeyi bile azmetmedik.» tarzındaki ifadesidir. Bu  ifade, O'nun hapisten çıktıktan sonra  Kahire'de kalmayı tercih ettiğine delâlet etse bile bu kalmanın devamlı olarak ora­da yerleşme şeklinde olmadığına delâlet eder. Bilâkis O asıl vatanı, ailesi ve arkadaşlarının yurdu, dâva ve rehberliğinin fışkırdığı yer alan*Suriye'ye dönmek üzere Kahire'ye geçici    olarak yerleşmek   niyetindeydi. İkincisi: İbn-i Teymiyye'nin şu sözüdür: «İşin İçinde öyle büyük işler vardır ki: On­ları ihmal ettiğimizde halkın ve özel şahısların zarar görmesinden korkuyo­ruz.» İbn-i Teymiyye'nin ihmal edildiklerinde herkesin zarar görmesinden korktuğu büyük meseleler nelerdir? Şüphesiz ki bu meseleler, dinî mese­leler, dinî insanlara açıklamak ve Hz. Peygamber (S.A.V.)'in getirdiği şek­liyle vahiy indiğinde yaşayan ve vahyin mânâ ve gayesini anlayan salih seleflerimizin anlayışlarına uygun bir şekilde dînî gerçeklen halk arasın­da yaymaktan ibarettir. Bu hususların İhmalî, herkese zarar verir. Umumî zararı,  insanların delâlete sapmasıdır.  Hususi zararına gelince,  âlim  bir şeyi  insanlara açıklamadığı zaman  bu ihmalin mesuliyetini  çeker. Sonra ortada diğer özel bir zarar daha vardır. O da îbn-i Teymîyye Mısır'a gelir­ken dinî yönden İtham ediliyordu. Kendisini bu ithamdan kurtarmak, halk ve özel kişiler nazarında dinî yönden ithamdan kurtularak Mısır'dan ayrıl­ma hakkına sahipti.

Bundan dolayı O, insanlara doğru yolu göstermek ve gerçek dînlerini onlara açıklamak için medreselerinde ve emirlerin meclisinde Mısır'ın ile­ri gelen âlimleri ile tartışmak üzere Kahire'de ikâmet etti. [36]

 

İbn-i Teymiyye'nin Karşılaştığı İkinci Sıkıntı

 

70- İbn-î Teymiyye, tekrar ailesinin yanına dönmek niyetiyle Kahi­re'de yerleşti. Fakat Yüce Allah, O'na hesabından daha uzun bir müddet Mısır'da yerleşmesini ve zaman bakımından birinci belâya yakın diğer bir belâyı da O'na takdir etti. Fakat bu ikinci belâ, fbn-i Teymiyye'nin eğitim, araştırma, ders ve vaaz vermesine enge! olmadı. Bu yeni sıkıntının - her ne kadar son sıkıntı değilse de - sebebi, İbn-İ Teymiyye'nin halk ders ver­meye devam etmesidir.

İbn -i Teymiyye, her ne kadar bu dersleri düzenli vakitlerde ve bir yer­memiş olsa bile Mısır halkından kendi fikirlerini telkin ettiği bazı d6ı Mer edindi. İbn-i Teymiyye Mısır'da Sofilerin kuvvetli bir otorite kur­ulduklarını gördü. Onlar, vahdet mezhebine inanıyorlardı. Bu mezhep, ^UŞe°varoIan ve sonra meydana gelen, yaratıcı ile yarattıklarını birleşti­ren bir mezheptir.

Bu görüş, Hind felsefesi ve Hind tasavvufunun özünü teşkil ediyordu. H 638 yılında ölen Muhyiddin b. el-Arabî bu tasavvuf! görüşü aşağıdaki şi­irde açıkça belirtmiştir.

Ey eşyaları kendi nefsinde yaratan kimse.

Sen, yarattığın şeyleri, ihtiva ediyorsun.

Sen, Varlığı sende sona eren şeyleri yaratıyorsun.

İster dar ister geniş olsun her mahlukta sen varsın.

İbn-i Teymiyye, Mısır'daki Sofilerin bu mezhebin propagandasını yap­tıklarını gördü. Bu görüşten etkilenenlerden biri de H. 632 tarihinde ölen Mısır'ın meşhur Şairi İbnu'l-Fâriz'dir. Selefi görüş sahibi İbn-i Teymiyye, söz konusu mezhep hakkında konuşmak istedi. Bazı Sofiler

«Biz ilâhî zatla irtibat kurduğumuz ruhî terbiye haline ulaştığımız zaman, iba­detleri yerine getirme sorumluluğundan kurtulup yüksek bir dereceye kavuşu­ruz,» diyorlardı.

İbn-i Teymiyye, bütün bunları gördükten sonra kuvvetli delilleri ve sağlam mantığıyla bu fikirlere karşı koydu. Bu tasavvuft mezhebe ve men­suplarına karşı mücadele etmeye başladı. Söz konusu Sofiler, hükümdar­lar nezdinde otorite sahibiydiler. Daha önce Salahaddin Eyyübî onlara bir Tekke yaptırmıştı. Hângâh, Sofilerin içinde ibadet ettikleri ve insanlar­dan ayrı yaşadıkları yerdir. Salahaddin Eyyübî'den sonra, İbn-i Teymiyye' ye değer veren ve O'nun üstünlüğünü kabul eden Nasır b. Kalavun da H. 723 yılında O'nun için Seryakavs'da bir Hângâh yaptırdı.

İbn-i Teymiyye, Mısır'lılara göre çok değerli olan İbn-i Arabi'yi tenkid ederken Mısır Hakimi İbn-i Ataullâh es-Sîkenderî O'nu emirlere şikayet etmeye koyuldu. Sofiler de, İbn-i Teymiyye'yi şikayet etmek için guruplar halinde Kale'ye gittiler. O'nun, şeyhlerine küfrettiğini ve onları, halkın gö­zünden düşürdüğünü söylediler. Bunun üzerine Sultan Adliye binasında il­mi bir meclisin düzenlenmesini emretti. İbn-i Teymiyye'ye halk senin için bu mecliste toplanmış denildiği halde, O, soğukkanlı korkusuz, ve cesa­retli bir şekilde bu meclise geldi. Adıgeçen meclise giderken «Allah, bize yeter ve O ne güzel vekildir» diyordu. İbn-i Teymiyye bu mecliste hasım-lariyia tartıştı. Açık hüccet ve delillerle hasımlarını susturdu.

Orada apaçık bir dille ve anlaşılan sözlerle konuşarak kendisini sa­vundu. Sonunda hasımlarına karşı apaçık bir zafer kazandı.

71- Daha sonra, Sofilerin İbn-i Teymİyye aleyhinde yaptıkları top­lantı ve şikayetler çoğaldı. İbn-i Teymiyye, onlara karşı    koymaktan   aciz kalmadı. Sofiler, halkı İbn-i Teymiyye aleyhine tahrik eden bazı sebebleri bulmuşlardı. O, yalnız Allah (C.CJ'tan yardım ve imdâd istenebileceğini söylüyordu. Hatta Peygamber (S.A.V.)'den bile yardımın ve imdadın isten-nemeyeceğini söylüyordu. İbn-i Teymiyye İbn-i Ataullah el-Askerî ile tar-ııştığı bir mecliste bu konu dile getirildi. Orada bulunan cemaattan bazıla­rı «Bu fikrin bir sakıncası yoktur» dediler. Baş kadı ise bunun «edebsiz-lik» olduğunu söyledi. Fakat bu görüşün, küfür olduğunu söyleyemedi. Dev­let, bu vaziyette zor duruma düştü. Mısır'da çekişme ve mücadeleler ço­ğaldı. Devlet bu olayları yatıştırmak için O büyük ve takva sahibi îmam'a yönelmekten başka bir çare bulamadı. Böylece O'nu üç şey arasında ter­cih yapma hususunda serbest bıraktı: Ya doğum yeri ve vetanı olan Di-maşk'a  geri  dönecekti. Veya   İskenderiyeye   gidecekti. Ancak O'nun  Di-maşk ve İskenderiye'de kalması bazı şartlara bağlanmıştı. Muhtemelen bu şartlardan birisi O'nun İnanç ve fikirlerini yaymamasiydı. Üçüncü husus ise; hapse girmeyi kabul etmekti. İbn-i Teymiyye, hapse girmeyi tercih et­ti. O, hapse girmeyi tercih ederken, dâvası uğruna vücudunun hapsedilme­sini tercih ediyordu. Fikir ve dilinin bağlanmasındansa hapsi tercih etmiş­ti. Çünkü bu bilginin ruhunu dolduran hürriyet, bir yerden diğer bir yere intikal etme hürriyetinden ibaret değildi. O'nun ruhundaki hürriyet, düşün­ce hürriyeti, dolaşma hürriyeti, fikir ve görüşlerini yayma hürriyeti şek­linde idi. Gerçekten ve doğru mânâda hür olan kimse, görüş ve fikir hür­riyetinin, vücudunun hürriyetinden daha Önemli  olduğunu anlayan kimse­dir. İbn-i Teymiyye hapse girmeyi tercih etti. Fakat O'nun talebeleri ve ta­raftarları, O'nu ileri sürülen şartları kabul ederek Dîmaşk'a gitmeyi tercih etmeye zorladılar. Bu konuda O'na ısrarla yalvardılar. Îbn-İ Teymiyye, on­ların bu ricasını kabul etti ve H. 707 yılı Şevval ayının 18, günü Posta atı­na bindi ve yola çıktı. O, yolculuğa çıkar çıkmaz aynı O'nu geri çevirmek içîn peşinden adam gönderdiler ve Mısır hükümeti hapsedilmesinden baş­ka bir şeye razı olmaz dediler. İbn-i Teymiyye; Dimaşk'a gittiğinde orada arkadaşları ve taraftarları  arasında bulunacağını o vakit kendisine zorla kabul ettirdikleri şartları reddeceğini hissettiler. Böylece onlar tehdit si­lâhına başvurdular.

Fakat kendisine hapis edileceğini haber veren şahıs, baş kadı İdi. An­laşıldığına göre O'nu hapsetmek için kadılar görüşbirliğine varmamışlar­dı. Halkın fikirlerine ters düşen fikirlere sahip olan kimselere karşı katı davranmaya meyilli olan Zeynüddin bin Mahluf bu kadıların arasında yok­tu. (Şimdi) Kadıların meclisinde yapılan konuşmaları sîze sunuyorum:

Bazı kadılar: «Devlet hapisten başka bir şeye razı olmaz.» dediler. Bunun üzerine baş kadı:  «îbn-i Teymiyye'nin hapiste durmasının faydası vardır» dedi "nesl^ Maliki Kadı Şemseddin'den devletin  İbn-i Teymiyye'yi hapse  atmak isteğine dair hükmetmesini istedi. Bu maliki kadı, Zeynüddin b. Mahluf'un tipinde istegmeO, «îbn-i Teymiyye'nin bir suçu tesbit edilmemiş ki bu hük-

Rac Kadı, aynı konuda hüküm vermeyi Maliki kadısı Nured-mîî verevim'

ez-Zevâvî'den istedi. Bu Kadı da hüküm vermediği gibi Ona bir cevap dahi îşte'bu safhada îbn-i Teymiyye, durumu çıkmazdan kurtardı. Ve «Ben hapse gireceğim Maslahata binâen bunu yapacağım.» dedi. Bunun üzerine, Nureddin ez-Zevavî- «O, emsallerine uygun olan bir yerde hapsedilmelidir» dedi. — O'na «Dev­let ancak O'nun gireceği hapsin ismi verildikten sonra hapse girmesine razı olur» denildi. O'ndan sonra İbn-i Teymiyye, kadılara ait hapishaneye gönderildi ve ken­disine hizmet edecek bir kimsenin yanında bulundurulmasına izin verildi.[37]

72- Bu karşılıklı konuşmalardan ve varılan neticeden, Mısır alim­lerinin, !bn-i Teymiyye taraftarı oldukları, O'na zarar veya eziyet verecek herhangi bir şeye teşebbüs etmeye razı olmadıkları açıkça anlaşılıyor. Hat­ta onlar, dilleriyle O'nu takdir ediyorlardı ve O'nun üstünlüğünü itiraf edi­yorlardı. Mısır'li alimlerin tutumunda acaba neden böyle tuhaf bir deği­şiklik meydana geldi? Altı ay önce İbn-i Teymiyye kale kuyusundan (hapis­hane) onların rızası olmadan çıkmıştı. Fakat şimdi de onların rızası olma­dan hapse giriyordu. Ve onlar İbn-i Teymiyye'ye şefkat göstermek istiyor­lardı?

Şüphesiz bu adamların her iki duruşma meclisinde fikirlerinin değiş­mesinin bir sebebi vardır. Fakat İbn-İ Teymiyye hakkındaki düşünce ve fi­kirleri değiştiren ayrı iki sebebin bulunduğunu açıklamamız gerekir. Veya en azından bu iki sebep, görüş ayrılığını kavgaya hatta düşmanlığa vara­cak şekilde değiştirdi. Bu iki sebepten birincisi şudur: İbn-i Teymiyye, Mısır alimleri ve halkı önünde delillerini ileri sürdü. O, apaçık konuşan ve fikirlerini açıklayan bir hatip idi. İleri sürdüğü delilleri, yorumlama ve açıklamasında zorluk çekilmeyen ve tahriç edilmelerinde haddi aşmadığı Kur'ân âyetleri ve Hz. Peygamber'in (S.A.V.) hadislerinden ibaretti.

Bilâkis O, âyetleri, Hz. Peygamber'den rivayet edilen -konu ilö ilgili-hadislerle yorumluyordu. İbn-i Teymiyye kuvvetli, doğru aklı ve keskin zekâsıyla onları yönlendiriyordu. Şüphesiz O'nun bu şekilde davranması­nın onların kaibleri üzerinde büyük bir etkisi olmuştu. Onlar, O'nun fikir­lerini kabul etmeselerdi bile O'na düşmanlık da yapamiyorlardı. İkinci se­bep: Bu defa yapılan savaş, İbn-i Teymiyye ile Sofiler arasında yapıldı. İlk asırlardan itibaren Sofiler, bir çok hususta fakihlere [İslâm hukukçularına) muhalefet ediyorlardı.

Çünkü Sofiler, ruhu terbiye etmek için, Kur'ân-ı Kerim ve Sünnet hu­kukunu ve İlk âlimlerin olaylardan çıkardıkları hükümleri kabul eden İs-lâm Hukukçularının ve Fakihlerin asırlardan beri tesbit ettikleri hüküm­lerden tamamen ayrı ve değişik bir metodlan vardı.

Sonra, bu iki gurup, halk üzerinde otorite kurmak İçin kavga ediyor­lardı. Bu guruplardan her birisi, halkın yalnız kendi otoritesi altında ol­masını istiyordu.

İbn-İ Teymiyye, Sofilere çatrnca, fakihlerin O'na karşı Sofileri des­teklemeleri düşünülemezdi. Bütün bu sebepler, O'nun hakkında faydalı bir hüküm vermelerine vesile oldu. Hatta bu husus, fakihlerin İbn-i Teymiyye hakkında hüküm vermemelerine sebeb oldu. Nihayet bu büyük Fakih dev­let adamları karşısında Fakihlerî zor duruma düşürmemek için kendisi hak­kında hüküm ve karar verince birçok Mısır âlimi, hapishanede O'na mer­hamet edilmesini istediler.

73- Bu hapis, gerçek anlamda hapis değildi. Bilâkis mecburî ika­met gibiydi. Çünkü ilim öğrenmek isteyen talebeler, sabahtan akşama ka­dar O'nun yanında bulunuyorlardı. Emir ve İleri gelenler O'ndan fetva is­tiyorlardı. İbn-i Teymiyye, hapiste fazla kalmadı.

Nihayet, âlimler ve Kadınların Salihiyye Medresesinde düzenledikleri toplantıda aldıkları bir kararla İbn-i Teymiyye hapisten çıktı. Halk, gece-gündüz O'nun başında toplanmaya başladı. O, fikirlerini ve görüşlerini halk arasında yayıyor ve fetva isteyenlere fetva veriyordu. Bu defa İbn-i Teymiyye'nin sıkıntı çekmediğini görüyoruz. Belki bu defa girdiği rahat hapishane, başına gelecek felâketleri bekleyen Sofilerin gürültü ve patırtı­larından O'nu kurtarmıştı. Muhtemelen, o hapsedilmeseydi, Sofiler, O'nun etrafını saran kalabalık halk topluluğu içinde O'na karşı gizlice, pusu ku­rarak pervasızca O'na saldıracak birisini görevlendirebilirlerdi. Belki bu plân, Başkadı İbn-i Cemâat'ın «Hapiste İbn-i Teymiyye için fayda vardır» sözüyle işaret ettiği bir plândı.

Böylece, o tarihte İbn-i Teymiyye'nin Mısır'daki düşmanlarının sadece Ibn-İ Arabi'nin fikirlerine tabi olan Sofiler olduğunu anlamış oluruz. Çünkü İbn-i Teymiyye bu fikirleri çürütüyor. Ve bu fikirleri söyleyenlere çatıyor­du. Bu, ilk mücadeleden başka bir şey değildi. Bu mücadelede, Sofiler ye­nilgiye uğradılar. Yüce Allah [C.C.) İbn-İ Teymiyye'yi onların şerrinden ko­rudu.

74- İbn-i Teymiyye İle Sofiler arasındaki İkinci savaş. Sultan Na­sır b. Kalavun'un istifa etmesi ve Muzaffer Baybars el-Çasİkir'in yöneti­mi ele almasıyla başladı. Mısır hükümdarının Şeyhi, fikri ve tasavvufî yö­nü ile İbnü'î-Arabi'nin tabiilerinden olan Nasr el-Menbici idi. Bu mücadele, birinci mücadeleden daha şiddetli oldu. Çünkü Mısır Sultanı, İbn-i Teymiyyen!

 n düşmanlarını açıkça destekliyordu. İbn-î Teymiyye de O'na Nasr'ın yen!         özü ile bakıyordu. Karşılıklı fikir teatisinde bulunduktan sonra

«Titan Muzaffer Baybars ve Şeyhi, Nasr el-Menbici çeşitli tedbirler üze-de düşündüler. İbn-i Teymiyyeden kurtulmak için en başarılı yolun O'nu Kahire'den İskenderiye'ye sürgün etmek olduğuna inandılar. Çünkü Kahi-"de O'nu  himaye  eden taraftarları çoğalmıştı. Kahire'deki  Fakihler de O'nu destekliyorlardı. İskenderiye'de ise İbn-i Teymiyye'nin ne bir himaye­cisi ne de bir taraftan vardı. Onlar, İbn-i Teymiyye'den en kolay ve kısa yoldan kurtulmak için O'nu İskenderiye'de hile ile öldürmeyi ümid ediyor­lardı.

İbn-İ Teymiyye, İskenderiye yolculuğuna çıktı. Ibn-İ Teymiyye ile ilgili

haberlerin, O'ndan önce İskenderiye'ye ulaşmış olduğu anlaşılıyor. O, İs­kenderiye'ye ulaşınca orada ders vermeye ve halka vaaz etmeye başladı. O, nereye giderse doğru yolu gösteren nur ve ışık saçan bir lâmba gibiy­di. İskenderiye'de de halk O'nun etrafında toplandı. O'nu sevdi ve O'ndan

faydalandı.

İbn-i Teymiyye Safer ayının son gecesinde H. 709 yılında İskenderiye  yolculuğuna çıkmıştı. Orada yedi ay kadar kaldı. Yanı, İdare tekrar Nasır b. Kalavun'un eline geçinceye kadar İskenderiye'de durdu.

ibn-i Teymiyye'nin İskenderiye'de yaptığı işleri, kardeşi Şerefuddin; İskenderiye'den Samdaki kardeşi Bedreddin'e yazdığı bir mektupta geniş bir şekilde açıklamıştır.

Bu mektuptaki bazı açıklamalar şöyledir:

«Değerli kardeşimiz îbn-î Teymiyye, sınırda nöbet tutmak niyetiyle korunmuş liman şehri İskenderiye'de konaklanmış bulunuyor, çünkü Allah'ın düşmanları, O'nu iskenderiye'ye göndermekle O'nun için bazı tuzaklar kurmayı düşünüyor­lar. Ayrıca İslâm dini ve müslümanlara hile yapmak İstiyorlar. Buraya gelmek, bizim için şeref ve azizlik vesilesi oldu. Onlar, bu sürgünün İbn-i Teymiyye'nin öl­mesine sebep olacağım zannettiler. Onların kötü emelleri, aleyhlerine döndü. Ve bu emelleri her yönden tersine döndü.

Gün geçtikçe Yüce Allah (C.C.) katında ve insanlar nezdinde yüzleri kara çık­maya ve yaptıklarından üzüntü ve pişmanlık duymaya başladılar. Bu şehrin hal­kı, tamamen kardeşimize yönelerek O'na ikramda bulunmaya başladılar. O her za­man, Allah'ın kitabından ve Resulünün Sünnetinden, müminlerin gözünü aydınla­tan âyet ve hadisleri neşrediyor.

Kitap ve Sünnetin neşri, düşmanlara üzüntü vesilesi oldu. Tesadüfen îbn-i Teymiyye İskenderiye'de, yumurtlayan ve yavru çıkaran, eş-Şeb'inîyye ve Arabiyye guruplarını  sapıtan  İblisi gördü.[38]

Ibn-i Teymiyye, İskenderiye'ye gelmesiyle Yüce Allah Onların topluluğunu da dağıttı. Onların toplulukları darmadağınık oldu. Ibn-i Teymiyye, onlann perdele­rini yırttı, onlann kusurlarını ortaya, koydu. Onlardan birçok kurup tevbe etmek istediği gibi onların başkanlarından birisi de tevbe etti. Hem de cahiller, değer­siz kimseler ve çocuklar hariç; Müslüman halk île halkın ileri gelenlerinden emir kadı, fakih, müftü, şeyh ve müctehid gurupların kalbinde İbn-İ Teymiyye'nin sev.! gisi ve saygısı yerleşti. O'nun sözlerini kabul ettiler, emirlerine ve yasaklarına uy­dular. Böylece Yüce Allah'ın (C.C.) dini İskenderiye'de Allah ve Peygamberinin düşmanlarına karşı yüceldi. Düşmanlarımız açıkça ve gizli olarak bütün insan toplulukları içinde özel isimleriyle lanetlendiler. Bu durum, orada ikamet eden Nasr el-Menbiçi'yi de etkiledi. O, anlatılması güç olan bir korku ve zillete maruz kaldı.[39]

75- Yukarıda zikredilen olaylardan anlaşıldığına göre fbn-i Teymiy­ye, nereye yerleşmiş ise hidayet kaynağı olmuştur. Kahire'de bulunan ve yaratid ile yaratan'in birliğine inanan ittihadı Sofiler hayret İçine düştü­ler. Düşmanları Kahire'de hiçbir isteklerini elde edemeyince O'nu İsken­deriye'ye sürgün etmişlerdi. Çünkü orada İbnü'i-Arabî mezhebi    kuvvetli idi ve taraftarları çoktu. Onlar, İskenderiye'de O'nun başına kötülük getir­mek istediler. Böylece yetkili ve yöneticiler tarafından değil, halk tarafın­dan İbn-i Teymiyye'ye zarar verilecekti. Fakat İbn-i Teymiyye, İskenderiye'­de de bu mezhebe saldırdı. Kurd'u İslsm düşmanlarını orada buldu. Kur­du oradan atıncaya kadar mücadelesine devam etti. İskenderiye'deki halk, İbn-i Teymiyye'ye tabi oldu. el-Menbecî, orada İbn-İ Teymİyye'yi avlamak istediği için öfkesinden dişlerini gıcırdatmaya başladı. Fakat İbn-i Teymiy­ye, bu mezhebi ve taraftarlarını avladı ve ei-Menbeci'yi öldürücü bir okla vurdu. Veya en azından O'nun fâaliyetini zayıflattı. Böylece İbn-i Teymiy­ye'nîn bu yolculuğu, içinde kötülük bulunmayan halis iyiliğe dönüştü, İn­sanları hayra çağıran İbn-i Teymiyye, nerede konakladıysa, irşad, hidayet ve ıslâh hareketi için meydanı geniş buldu.

İskenderiye'deki ikameti uzun sürmediği halde orada İslah hareketi gerçekleşti. Çünkü İbn Teymiyye, yedi ay sonra, konakladığı ve gittiği di­ğer yerlerde olduğu gibi İskenderiye'den de güçlü ve şerefli olarak geri döndü.

kında şöyle bîr açıklama vardı. îlk Sofiler, Allah'ın (C.C.) zatında fena olmayı adet haline getirmek istiyorlardı. Şöyleki Sofi, ilâhî nimetlerin kendisini kapla­maya, bu nimetlerin kendisi üzerine dökülmelerine müstehak [40]

 

İbn-i Teymiyye'nin Kahire'deki Derslerine Geri Dönmesi

 

76- İbn-i Teymiyye'nin dostu Nasır b. Kalavun Mısır ve Suriye'deki hakimiyetini tekrar geri aidi. Kendisini azletmeye zorlayan hasmını yendi. Ve Kahire'ye geldi. Hicri 709 yılı Ramazan Bayramı günü Kahire'deki sal­tanat tahtına oturdu. Orada yerleşir yerleşmez İbn-i Teymİyye'yi Kahire'ye neri getirmeyi düşündü. Ertesi gün yani Şevval ayının ikinci günü İbni Tey-miyye'y' Kahire'ye getirecek görevlileri, O'nun yanına gönderdi. İbn-i Tey­miyye, bu mübarek ayın sekizinci günü Kahireye geldi. İmâm el-Hüseyin'in Meshed [şehid düştüğü yer)'ine yakın bir yerde yerleşti. Derslerini verme­ye ve fikirlerini yazmaya başladı.

O, ifâsı gerekli oian ilim hakkı ile imamlığı kendisine geçen dinî konu­ların hakkını vermekten başka hiçbir şeye aldırmadı.

Hakkında kötülük yapmak isteyenler, özür dilemek için O'nun yanına geldiler. O da onların suçlarını' affetti ve onlara şu eşsiz tarihi sözünü söy­ledi: «Bana eziyet veren herkese benden taraf hakkım helâl olsun.»

77- îbn-i Teymiyye'nin cesaretine ve güzel ahlâkına delâlet eden iki önemli hususu değerlendirmeden ve bunlar üzerinde durmadan İbn-i Teymİyye'yi öğrencileri ve müritleriyle yaptığı vaaz ve dersleriyle başbaşa bırakmayacağız.

Birincisi: Zimmiierin kendilerine mahsus bir sembolleri vardır. On­ların sarıkları çeşitli boyalarla boyanmıştı. Onlar, özel bir işaretin bulun­ması şartıyla sarıklarının renginin müslümanların sarıklarının rengi ile ay­nı renkte olmasına müsâade edilmesi için çok mal verdiler. Görüşlerinin alınması için, bu konu alimlere arz edildi. Alimler, Melik Nasır'in bu hu­susu benimsediğini zannettiler ve bu konuya itiraz etmeden sustular. Fa­kat onlar, geveleyip dururken İbn-i Teymiyye konuştu.

«Bu konuda söylenecek söz, serbesttir. Yumuşak bir söz değildir.» dedikten sonra konuşmasını şu sözleri ile tamamladı:

«Padişahlık haşmeti ile oturduğun ilk mecliste, fani dünya malı için zimmileri desteklemekten Allah seni korusun. Mülkünü sana geri verdiği düşmanını yüz üze-n yıktığı ve düşmanına karşı seni muzaffer kıldığı için Allah'ın sana verdiği ni­metlerini hatırla.»

Zimmilerin sarıklarının müslümanların sarıklarından ayrı bir renk ile boyalı olması hususunda niçin İbn-i Teymiyye bu kadar sert ve şiddetli davranmıştı? Halbuki O, Hz. Peygamber'in (S.A.V.) oniara karşı şefkatli davranmayı emrettiğini ve Efendimizin herhangi bir zımmiye zarar   veren kimseden beri olduğunu, bilen doğru ve samîmi bir müslüman idi. Aynı zamanda O, esirleri Tatarlardan kurtardığı zaman, müslüman ve zimmilerin esirlerini birbirinden ayırmarriıştı.

Sanırım İbn-i Teymiyye'yi zimmilerin elbiselerini müslümanlardan ayır­ma hususunda sert ve katı davranmaya sevkeden sebeb, haçlı seferlerin­den geri kalan Hıristiyan casuslarından veya zimmilerin söz konusu Hı-ristiyanlara casusluk yapmasından endişe etmesinden İleri gelmekteydi. Böylece O, Haçlılara taraftar oları zimmilerin zehirlerini, İslâm topluluğuna akıtmamaları için zimmilerin elbiseleriyle tamamen müslümanlardan ayrıl­maları hususunda sert ve katı davrandı.

İkinci durum: Nasır, tekrar iktidara gelince ve işini sağlama bağlayın­ca kendisi aleyhinde düşmanlarına yardım edip onları destekleyen âlim­ler ve kadılardan intikam almak istedi. Bunlar, daha önce Ibn-İ Teymiyye'-ye eziyet veren kimselerdi. İbn-i Teymiyye onların yüzünden onsekiz ay Kale'de hapiste kalmıştı.

İşte burada ilim, din ve fazilet ahlâkına uygun davranışın muhterem İbn-i Teymiyye'de ortaya çıktığını görüyoruz.

Sultan Nasır, kendi düşmanlarına yardım eden alimler ve kadılar hak­kında İbn-i Teymiyye'den fetva sordu. İbn-i Teymiyye, kanlarının akıtılma-sının kendisi üzerine haram olduğuna ve onlara eziyet etmenin helâl ol­madığına dair fetva verdi. Sultan, O'na şöyle dedi:

«Onlar sana da eziyet ettiler ve defalarca seni öldürmek istediler.» Bunun üzerine O değerli alim:

«Kim bana eziyet etmiş ise hakkımı O'na helâl ettim. Kim Allah'a ve Peygam­berine (S.A.V.) eziyet etmişse Yüce Allah (C.C.) O'ndan intikam alacak. Ve ben, kendim için onlardan intikam almak istemiyorum» dedi.

İbn-i Teymiyye, Sultanın isteğinin aksine onları, affetmek ve aleyhle­rine fetva vermekten vazgeçmekle yetinmedi. Bilakis, onları affetmesi için Sultan'a öğüt vermeye başladı. O'na şöyle dedi:

«Şayet sen bunları Öldürürsen bir daha onlara benzeyen kimseleri göremez­sin.»

Sultan, onları affedinceye kadar İbn-i Teymiyye ona yalvarmaya de­vam etti.

İbn-i Teymiyye, bu iyiliği, kadılar ve fakihler İçin yaptı. Onlar arasın­da, O'nun başını isteyen ve O'nun tartışma yapmasına engel olan İbn-i Mahlut'da vardı. Bundan dolayı Kadı İbn-i Teymiyye'yi övdü ve O'nun.hak­kında şöyle dedi:

«fbn-i Teyrniyye gibi kimse görmedik. Biz halkı O'nun aleyhine tahrik ve teş­vik ettik. Fakat O'na gücümüz yetmedi. O'nun gücü bize yettiği halde O bizi af­fetti ve bize zarar vermekten kaçındı.

Böylece Yüce Allah'ın (C.C.) «Sen kötülüğü, en güzel şekilde önle. aranızda düşmanlık olan kimse sana sanki samimî bir dost gibi oluverir>>âyetinin muhtevası açıkça gerçekleşmiş oldu.

78- İbn-i Teymiyye müderris, araştırıcı, müftü, mürşid, ve muallim olarak ilme döndü. Anlaşıldığına göre O, bu defa Kahire'de uzun müddet ikamet etmeyi niyet etmişti. Daha önceki ikametinde kısa zamanda Kahİ-'e'den ayrılmak niyetinde idi. Fakat rüzgârlar gemilerin İstemediği taraf­tan eserlerdi. Yani İşler onun istediği gibi olmazdı. Böylece O, ya hapse­dilir veya sürgün edilirdi. Şimdiki durumda ise yardımcılarının çoğalmasıy­la Yüce Allah (C.C.) O'nu kuvvetli ve güçlü kılmıştı. Yüce Allah (C.C.) O'­na düşmanlarının kuvveti gibi kuvvet verdi. Bundan dolayı O, bazı kitap­larını İstemek üzere ailesine bir mektup gönderdi. Ayrıca bu mektubunda talebelerinden Cemaleddin  el-Mizî'yi  kitaplığından istediği  kitapları   ara­mak üzere görevlendirdi. Bu mektubunda aşağıdaki ibareyi yazmıştı:

«Size bir mektup gönderdim. Bu mektupla sizden, kiliseler hakkında yazdığım kitabımı istiyorum.[41]

 Bu eser, el yazımla yazılmış bir kaç formadan İbarettir. İnşallah bu eseri bana göndereceksiniz. Bu konuda Şeyh, Cemaleddin el-Mîzİ'den yardım isteyiniz. O, kitaplarımın arasına baksın ve istediğim bu eseri bulsun. Aynı şekilde mümkünse (onbir cilt olan) ve Kadı Ebu'l-Hasan'm hattı ile yazılmış bu­lunan et-Kadı Ebu Yalâ'nın ta'lîkİni de bana gönderiniz. Şayet bu kitabın hepsini gönderemiyorsanız baştarafmdan ya bir cilt veya iki ya da üç cilt gönderiniz.» Bunlardan başka istediği bazı kitapların ismini yazdı.[42]

79- İbn-i Teymiyye, ilme, fetva ve derse döndü. Hiçbir şey, O'nun ilmî hayatının safiyetini buiandırmadı. Ancak O'nun düşmanları, sultan ve âlimleri O'nun aleyhine kışkırtmak ve tevsik etmekten aciz olduklarında halka yöneldiler. Halkı O'nun aleyhine teşvik ve tahrik etmeye başladılar. Fakat onlar, İbn-i Teymiyye'nin taraftarlarının sayıca kendi taraftarlarından daha fazla olduklarını unuttular.

Bu kışkırtmdan dolayı, O'nun başına iki olay geldi: Birincisi: Hicri 711 senesi Recep ayt'nın dördünde, düşmanlarının teşvikiyle bir gurup anar­şist İbn-i Teymiyye'yi bir köşeye sıkıştırdılar. Çirkin elleriyle O'nu dövdü-'er. Bunun üzerine İbn-i Teymiyye'nin intikamını (öcünü) almak için Hü-seyniyye halkı toplandı. İbn-i Teymiyye onlara engel oldu. Fakat onlar, bu hususta kendilerine izin vermesi için ısrarla O'na yalvarıp rica ettiler. Ve bu hususta çok konuştular. İbn-i Teymiyye, onlara şöyle dedi:

«Bu hakk ya benim hakkım ya sizin hakkınız veya Allah'ın (C.G.) hakkıd Eğer benim hakkım ise, ben onlara hakkımı helâl ediyorum. Eğer bu hak size at ise, ve siz sözlerimi dinlemezseniz ve konuda benden fetva sormazsanız dilediğin şeyi yapınız.  Eğer Allah'ın (C.C.) hakkı ise, Yüce Allah (C.C.)  dilerse onlardan hakkını alır.»

Bu tartışma esnasında ikindi namazı vakti geldi. O, Camide namaz kılmak için dışarı çıktı. Tekrar kendisine eziyet edilmemesi İçin taraftarla­rı, O'nun camiye gitmesine engel olmak istediler. O, onların sözünü dinle­medi. Ve camiye gitti. O'nun lehine öfkelenen büyük halk toplulukları O'nu takip etti.

İkinci olay: Bu olay da aynı ayda meydana geldi. Bu defa yakışıksız kötü sözlerle İbn-i Teymiyye'ye küfredilerek O'nun şahsiyetine tecavüz edildi. Fakat bu defa O'na tecavüz eden şahıs, bilgisiz ve tecrübesiz cahil­lerden değildi. Bilâkis O'na kötü lâf söyleyen şahıs fakihierdendi. Sonra bu fakih, İbn-i Teymiyye'den özür diledi. Herhalde O, Sultan'in veya halkın kendisini yakalayarak şiddetle cezalandıracaklarından korktuğu için O'n-dan özür diledi. Fakat Şeyh, herşeye rağmen O'nu affetti. Ve kendi inti­kamını almayacağını söyledi.

80- Fakat hâlâ İbn-i Teymiyye tamamen kendini ders ve araştırma­ya vermemişti. Bilâkis Sultan'la bir nevi bağlantısı vardır. Çünkü O, Sultan­dan tamamen ilişkisini kesmeye uğraştığı halde Sultan O'na bu fırsatı ver­miyordu. İbn-i Teymiyye, O'nu aramasa bile Sultan O'nu arardı.

Bu sıkı ilişki esnasında, bazı valiler hakkında Sultan O'nunla İstişare­de bulunurdu. O da hile yapmadan hak sözü (doğruyu) söylerdi. Çünkü hal­kı İdare etmek ve aralarında sdaletie hükmetmek, Yüce Allah'ın (C.C.) Sultan'ın zimmetine koyduğu bir emanetti. Ayrıca Yüce Allah (C.C.), alim­lere, mümkün olduğu kadar hükümdarları irşad etmelerini emretmiştir. İbn-İ Teymiyye'nin tavsiyesi üzerine Hicri 711 yılında en-Nasır, Trablus'un şer'i hakimini tayin etti.

Bazı zalim hakimler, Dımaşk halkına zulmedince onlara hakaret edip çok miktarda malî yükleri yükleyince, bu hakim alimlerin bu konuda her­hangi bir itirazım görmedi. Hatta onlara zulmetti. Bazılarını dövdü. Bu ha­ber İbn-i Teymiyye'ye ulaşınca O, bu valileri Sultan'a şikayet etti. İbn-i Teymiyye'nin tavsiyesi üzerine o, zalim vali azledildi. Diğer eyaletlerde resmî tayinlerde rüşvet yaygın bir hale gelmişti. İbn-i Teymiyye durmadan bu konuyu Nasir'a şikayet ediyordu. Nihayet Nasır, bu konuyu şiddetle ya­saklamak üzere bir mektup yazdt. Bu mektupta şu ifadeler bulunuyordu:

«Hiç kimse, mal ve rüşvet ile herhangi bir vazifeye tayin edilmemelidir. Aksi takdirde iş, ehil olmayanların eline düşer.»

Kısasta halk arasında bir anarşi vardı. Hakim ,karar ve emir vermeden öldürülen kimsenin velileri kısas alıyorlardı.Sultan Nasır,İbn-i Teymiyye’nin tavsiyesi üzerinde katilin hemen öldürmeyeceğiz bilakis şeriat hükmü ile kendisinden kısas alınıncaya kadar takip edileceğine dair bir ferman yayınladı.

Böylece Takiyyuddin İbn-i Teymiyye’nin Sultan ile ilişkisi hakimler için hidayet kaynağı mahkumlar için merhamet pınarı oldu.Ve İmam-Malik’in zamanında;Medine emirleriyle ilişki kurduğu gibi ; İbn-i Teymiyye zamanında da alimlerin emirlerle ilişki kurmaları gerçekleşti. [43]

 

İbn-i Teymiyye'nin Suriye'ye Dönmesi

 

81- İbn-i Teymiyye'nİn Mısır yolculuğu her ne kadar zor ve sıkıntı­lı geçti ise de, uğurlu ve bereketli neticeler verdi. Daha önce Dimaşk'ta Sultan'ın  valisi,  İbn-i  Teymiyye'yi   yolculuktan alıkoymak  istediğinde  ve Sultan'la mektuplaşacağım dediğinde; İbn-İ Teymiyye'nİn de belirttiği gibi O, emir, İbn-i Teymiyye'nİn istirahatını temin etmeye bakıyordu. İbn-i Tey-miyye, İse; halkın fayda ve menfaatini gözetiyordu. Bu iki zatın da bekle­diği şey doğru çıktı. Çünkü İbn-i Teymiyye, çok sıkıntı çekti, yoruldu. Fa­kat insanlar İçin faydalı oldu. Onlara doğru yolu gösterdi. Onları, irşâd ve islâh etti. O, insanlara (halka) doğru yolu göstermek isteyen bu uğurda sı­kıntı çeken ve eziyet görenleri müdafaa eden takva sahibi âlimlere örnek oldu. Hatta İbn-i Teymiyye, kendine eziyet edenleri  müdâfaa etti ve hiç kimsenin onların canına kasdetmesine fırsat vermedi. Kendisine    eziyet edenleri affetmek gayesiyle onlara karşı güler yüzlü muamele ediyordu. Hatta  İbn-i Teymiyye'nİn en büyük düşmanları, O'nun en muttaki ve en seçkin insan olduğuna dair şahitlik ettiler.

82- İbn-i  Teymiyye, Mısır'daki  tebliğ vazifesini yerine getirdikten sonra artık Suriye'ye dönmeyi hak etmişti. Fakat O, Suriye'ye geri dön­medi, Suriye'ye dönme fırsatını elde edinceye kadar Mısır'da istirahat et­mek ve orada yerleşmeye meyletmek için değil, aksine kılıç taşıyan bir mücâhid olarak Suriye'ye dönmek için Mısır'da cihâda devam etti. O, kırk yaşında iken kılıç taşırken şimdi de elli yaşını geçen bir yaşlı olarak yine kılıç taşıyordu.

Şöyleki; Hicrî 712 yılı Şevval ayında Sultan Nasır, Tatarlara karşı koy­mak için kalabalık bir ordu hazırladı. Çünkü tatarların emniyet içinde olan İnsanları rahatsız etmeye ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak fitne çıkar­maya karar verdikleri haberi, sık sık ona ulaşmaktaydı. Nasır bu Cihad'-da İbn-i Teymiyye'yi beraberinde götürmek istedi. İbn-i Teymiyye de oya­lanıp Cihad'dan geri kalacak değildi. O, ailesi arasında istirahat etmek için değil, mücahid ve Suriye'yi savunucu olarak atına binerek oraya yö­neldi.

İbn-İ Teymiyye, Mısır'da yedi yıl ikamet ettikten sonra oradan ayrıl­dı. Mısır halkı O'nu candan uğurladılar. Her ne kadar Mısır'da İbn-İ Teymiyye'ye eziyet yapılmış ise de; bu eziyet, Mısır halkı tarafından değil, bilâkis O'nu kıskanan ve O'nunla yarışanlar tarafından yapılmıştı. Halktan bazıları İbn-i Teymiyye'ye eziyet vermek istedikleri zaman, kalabalık halk toplulukları, O'na düşmanlık eden bu şahıslardan intikam almak üzere onların öldürülmesi için İbn-i Teymiyye'den emir ve işaret bekliyorlardı.

İbn-i Teymİyye (r.a.) Hicri 712 yılı Zilkade ayı başında Dımaşk'a ulaş­tı Kalabalık bir halk kitlesi, O'nu karşılamak için çıkmıştı. îbn-i Teyrniyye'-nin Dimaşk'a gelişi, sıhhatli olması ve O'nu tekrar gördükleri İçin sevin­mişlerdi. Hatta O'nu görmek için kadınlar bile çıkmıştı.

Eski durumu gibi O, Dımaşk halkı için emniyet ve sükûnet kaynağı idi. O, Mısır'dan çıkar çıkmaz. Tatarların hiç beklemeden geri çekildikleri­ne dair ardarda haberleri aldı. Bundan dolayı İbn-İ Teymİyye, ordudan ay­rılıp Beytü'i-Makdts'e gitti. Orada birkaç gün ikamet ettikten sonra Dı­maşk'a döndü. Yukarıda belirttiğimiz gibi O, Zilkade ayının başında Dı­maşk'a ulaştı.

83- İbn-i Teymİyye, Suriye'de ikâmet etti ve orada yerleşti.  İbn-İ Kesir, İbn-i Teymiyye'nin Dımaşk'daki durumu için şöyle demiştir:

«îbn-i Teymİyye, Dımaşk'a ulaşıp orada yerleştikten sonra çeşitli ilimlerle meşgul olmaya, İlmi neşretmeye ve kitapları telif etmeye, halka sözlü ve yazılı uzun fetvalar vermeye ve şer'İ hükümlerle içtihad etmeye başladı. Bazı hüküm­lerde (konularda) dört mezhep imamlarına uygun olarak içtihad eder fetva verir­di. Bazılarında İse; mezhep imamlarının görüşlerine veya mezhep imamlarının meşhur görüşüne muhalif fetva veriyordu.

O'nun, birçok fıkhî tercihlerini, kendi içtihadı ile Kur'ân'dan, Sünnetten çı­kardığı sahabe ve selefin sözleriyle desteklediği ve bunlara göre verdiği fetvalarını ihtiva eden çok miktarda ciltleri teşkil eden eserleri vardır.»

Bu sisteme göre çalıştığına dair diğer bilgiler, O'nun hayatıyla İlgili kitaplarda belirtmiştir. Bu da O'nun Dımaşk'da fer'î meselelere döndüğüne delâlet eder. O, akaîd usulüyle ilgili meseleleri derin ve ince bir şekilde araştırarak noksansız bir şekilde inceledi. Bu konudaki görüş ve fikirlerini ihilesiz ve gizlemeden açıkça ilân etti. Kendi nefsini ardarda gelen sıkın­tılara maruz bıraktı. İleri gelen insanlar, tarafından eziyete uğradı. Niha­yet bu konudaki görüşlerini neşretmeyi tamamladı ve onları delilleriyle jhalka açıkladı. Böylece Allah'ın dinini, kendi inancına göre tebliğ etti. büşmanlarının sesini kıstı, dostlarının sesini kuvvetlendirdi. O'na düş­manlık edenler, sayıca çok olmalarına rağmen O'ndan çekinmeye ve sus­maya başladılar. Bu konudaki zaferi O'na yeterdi.

O'nun yardımcı ve taraftarları, ilk önceleri fikirlerini gizledikleri hal-:!e sonraları Mısır'da ve Suriye'de ortaya koymaya başladılar. O, bu her ki ülkede de çok miktarda taraftarlar elde etti.

O  Mısır'daki vazifesini tamamlayıp Suriye'ye dönünce bütün kuvve­ti !e kendini fetva vermeye ve fer'î konularda kitap yazmaya verdi. Bu du-y     asla O'nun akaid ilmini incelemek ve bu ilmi açıklamadan vazgeçtiği n'asına gelmez. Bîlâkis bunun mânâsı şudur: O, zamanının fer'î mesele­leriyle meşgul oluyordu. Bazen kendisinden akaidle ilgili bîr konu sorulur-O   bu soruya cevap veriyordu. Bu da O'nun en fazla fer'î meselelerle uârasmasina mani olamazdı. O, esas derslerini umumiyetle Hanbeti mez­hebi okulunda veriyordu. Bazen de diğer okullarda ders veriyordu.

84- (bn-i Teymİyye, fer'i delillere yönelip onları incelemeye başla­yınca İmamların ittifak ettikleri görüşe veya onların mezheplerine göre meşhur olan veya. meşhur olmayan görüşlerine muhalif olan bazı neticele­ri elde etti.

Bu yöneliş. O'nun daha Önceleri ferî konulara önem vermediği anla­mına gelmez. Bilâkis, Önceki yönelmesi, kapsamlı bir yönelme şeklindey­di. İkinci derecedeki yönelişinde ise, İbn-İ Teymİyye, ilk kapsamlı yönel­mesinden değişik neticelere varmaya önem vermeye yönelmişti. O, fıkıh ve Hadisle ilgili serveti korumak istedi. Bu malzemeyi, tertipli ve sistemli bir şekilde topladı. Akaidle ilgili ilimleri okuttuğu gibi fıkıh ilmini de okut­tu. Fıkhı, Selefi Salihinin tatbikatı, Kurân-i Kerim ve sünnette geçen hü­kümlere göre düzenledi. Sahabilerin fetvalarında ve sahabenin büyükle­rinden ayrılmayan ve onların uygulamalarını nakleden tabiîlerin fetvala­rında bol bol malzeme buldu. Belki bu husus, O'nun Ahmed b. Hanbel'İn mezhebini beğenmesinin ve ölünceye kadar bu mezhebi sürekli sevmesi­nin yegâne sebebidir. Bu husus, İbn-i Teymîyye'nîn İlk yıllarında bu büyük mezheb üzerine yetişmesinin tamamen üstünde bir husustur. Bundan do­layı İbn-İ Teymiyye'nin şöyle dediğini görüyoruz:

«imam Ahmed, Kur'ân'a, Sünnete, sahabe ve onlara tam olarak uyan tabiile­rin sözlerine diğer müctehidlerden daha fazla Önem veriyordu. Bu nedenle diğer müçtehidlerin nasslara aykın olan sözleri bulunduğu hal de; neredeyse O'nun herhangi bir nassamuhalif olan bir sözü yoktur.

O'nun. herhangi bir zayıf görüşü de yoktur. O'nun Hanbeli mezhebinde, umu-înıyetle en kuvvetli görüşe uygun olan görüşleri vardır. Diğer müctehidlerden ayrı olarak yalnız başına ileri sürdüğü görüşlerinin çoğunda O'nun görüşü tercih edilir. Meselâ ihtiyaç anında seferde vasiyet etme ve diğer meselelerde zimmile-nn müslümanlar hakkındaki şahitliğini kabul etmesi gibi.»

Bu tutumundan, İbn-i Teymiyye'nin büyük İmam, Ahmed b. Hanbel'-ın mezhebini ne kadar beğendiğini anlıyoruz. Bu beğenmesi, O'nun bu mezhep üzerine yetişmesinden dolayı değildir. Bilâkis bu mezhebin O'nun metoduna uygun olmasından ileri gelir.

85- ibn-i Teymiyye'nin, İmam Ahmed b. Hanbel'in mezhebini be-Senmesî, diğer mezhepleri anlamasına ve bu mezheplerin hedef ve gayelerini anlamasına enge! olan muaassıp kimselerin beğenişi, gibi değildir. Aksine İbn-i Teymiyye'nin, İmam Ahmed'in yalnız başına tercih ettiği ve O'nun Kur'ân ve Sünnet'Ie ilgili söylediği her şeyi nazarı İtibare alarak bazan biraz değişik görüşler ileri sürdüğünü görüyoruz. Meselâ İbn-i Tey­miyye'nin, boşama ile ilgili yeminlerde îmam Ahmed'e açıkça ve cesaretle muhalefet ettiğini görüyoruz.

İbn-i Teymiyye, fer'î meselelerde taassuba düşmeye karşı idi. Çünkü O, İslâm fıkhının hepsini derin ve kapsamlı bir şekilde incelemişti. Fıkhî konularda taassuba düşmeyi şiddetle yasaklıyor ve şöyle diyordu:

«Kim, herhangi bir İmam'ın fıkhı görüşüne müteassrp olarak bağlı kalırsa. O, nefsanî arzularının kölesi olan kimselere benzemiş olur. İster, imam Malik, is­ter Ebû Hanife ve isterse Ahmed b. Hanbel'in fıkhî görüşlerine aşırı derecede bağlı olsun. Sonra bu imamlardan herhangi birisine aşırı derecede bağlı olan kim­se, netice itibariyle sözkonusu îmam'm ilim ve dindeki değeri ve yeri ile diğer imamların dindeki değerini birbirinden ayıramaz ve böylece zalim bir cahil olur. Halbuki Yüce Allah (C.C.), bilgili ve adaletli olmayı emredip, bilgisizlik ve zulmü yasaklamıştır. Yüce Allah (C.C.) şöyle buyurur: «O'nu (emâneti) insan yüklendi. Şüphesiz ki insan, zulümkâr ve çok cahildir. (EI-Ahzab, 33/72)» Müslümanlar için­de Ebû Hanife'ye en fazla tabi olan ve O'nun sözlerini en iyi bilen zatlar İmam Ebü Yusuf ve İmam Muhammeddir.

Fakat onlar, uyulması gereken sünnet ve delilleri farklı anladıkları için, neredeyse sayılamayacak kadar çok fıkhî meselelerde Ebû Hanifeye muhalefet et­tiler. Buna rağmen onlar imamlarına saygı göstermişlerdir.»

Teymiyye, hayatının İlk yıllarında (gençliğinde) fıkhı genel olarak oku­duktan sonra şimdi serbest düşüncesi ve geniş ilmiyle araştırıcı ve ince­leyici olarak fıkhı öğrenmeye ve okumaya yöneldi. Ve imamların (Allah onlardan razı olsun) bıraktıkları zengin fıkıh mirasını bir araya topladı.

86- îbn-i Teymiyye, tahsil ettiği ilimle, Kur'ân ve sünnetten ve se­lefi salihin'in eserlerinden öğrendiği bilgilerle taassup boyunduruğundan kurtulup fıkhı hür ve serbest bir şekilde incelemeye yöneldikten sonra O'nun İnsanlar arasında yaygın olan ve dört mezhep sahibi imamın görü­şüne aykırı bazı sonuçlan elde etmesi kaçınılmaz olmuştu. Özellikle O, fıkhı anlayan bir fakih olduğu için, hayatla ilgili işleri çok iyi bilirdi. Ve O, insanların amellerinin şeriata uygun olup olmadıklarını helâl veya ha­ram olduklarını bilmek için fıkhın yegâne ölçü olduğunu biliyordu. Ve O, Allah'ın şeriatının hikmetlerine nüfuz eden bir bilgin idi. Şeriatın kay­naklarını, gayelerini ve hedeflerini iyi bilirdi. Şeriat, insanların hayatına tatbik edildiği zaman O, yalnız nasslara onların hedeflerine, insanların mas­lahatına ve onların işlerini düzene koyan şeylere bağlı kalırdı.

İbn-i Teymiyye, Allah (C.C.)'a yemin edildiği gibi  Talak'ın da yemin vasıtası kılındığını gördü. Ancak, Allah ile yemin eden kimse, yeminini bozduğunda  köle azad etmek, sadaka vermek veya üç gün oruç tutmak sure-t'vie  kefaret verebilirdi.  Fakat bir şahıs taiak  (boşama)  ile yemin etth •"nde bu yeminini bozarsa evi harap olur, karısı boşanmış olurdu ve Al-I h'ın (C.C.) şeriatı çerçevesinde bağlanmış olan kutsal evlilik ilişkisi ke­silmiş olurdu. Bu sonuç, O'nu korkuttu. Halbuki O, hayat ve yaşayanlarla İlişki halinde bulunan bir fakih İdi. Bu konuda O, Kur'ân-ı, Sünnet'i, saha-ve tabiin büyüklerinden olan selefi salihin görüşlerini araştırdı. Erkeğin boşamayı kasdetmeden ve istemeden yalnız yemin İçmek ve sonra bu ye­mini bozmakla evlilik ilişkilerinin kesilmesini gerektiren bir delil bulama­dı   Bu hususu, selefin görüşüne muhalif gördü. Böylece Talak ile yemin etmekle boşanmanın vukubuiamayacağına dair fetva verdi. Ve Talak İle boşamayı bir şeye bağlama durumunda boşama kasdeditiyor, fakat talak iie yemin etmenin, boşama olayından  ayrı bir şey olduğunu anladı. Çünkü boşamayı bir şeye bağlama durumunda boşama kasdediliyor, fakat talak île yemin edilmesi halinde ise boşama kasdedilmiyordu. Bir erkeğin ha­nımını boşamayı kasdetmemesi halinde, boşanma gerçekleşemez. Ayrıca boşama kasdı olmadığı zaman Kitap veya Sünnette boşamanın vukubula-cağina dair herhangi bir delil yoktur. Şaka yapan kimsenin boşamasında olduğu gibi.

87- Ibn-i Teymiyye yemin ile boşanmanın vuku bulmayacağına dair fetva verdi. O'nun bu görüşü, dört mezhep İmam'ının görüşüne muhalif ol­duğu için fakihler bu görüşü hoş bulmadılar. Ve bu görüşe karşı oldukları­nı açıkça Hân ettiler. Bu olay, Hicrî, 718 yılında meydana geldi. Suriye başkadıst, fakihlerin İbn-î Teymiyye'nin bu fetvasına karşı geldiklerini gö­rünce O'nunla bir araya geldi ve Talak He yemin edildiğinde boşamanın vu-kubulmayacağına dair fetva vermekten vazgeçmesini İstedi, İbn-i Tey­miyye, başkadının bu"tavsiyesini kabul etti. Kadının bu tavsiyesi Sultan'in emri ile de desteklendi. (Yani Sultan İbn-i Teymiyye'nin bu fetvayı verme­mesini emretti).

H. 718 yılı Cemazîyel Ulâ ayının başında Sultan'dan İbn-i Teymtyye'ye bir mektup geldi. O, bu mektupta İbn-i Teymiyye'nin bu konuda fetva ver­mesini yasaklıyordu. Sultan'm bu yasağı Suriye'de ilân edildi.

Durum nasıl olursa olsun İbn-i Teymiyye, kısa bir süre bu fetvayı ver­mekten çekindi. Sonra tekrar bu fetvayı vermeye döndü. Oünkü O'nun inan­cına göre fetva vermemek ilmi gizlemek idi. Burada şöyle bir soru akla Gelebilir: «Niçin İbn-i Teymiyye başlangıçta nasihata uyarak fetva vermek­ten çekindi ve sonra fetva vermekten çekinmenin ilmi gizlemek mânâsı­na geldiğini düşündü ve tekrar fetva vermeye başladı?»

Bu durumda verilecek cevabın şöyle olacağını zannediyoruz: «İbn-i Teymiyye, bir konuda geçmiş fakihlerle muasırı olan fakihlerin hepsine muhalif olarak fetva verme hususunda tereddüd ediyordu. İbn-î Teymiyye

gibi takva sahibi ve dindar olan kimseler, bu gibi hallerde tereddüd eder­ler ve nihayet tuhaf fetvaları vermeye teşebbüs etmezler. Nihayet başka-dr, İbn-İ Teymiyye'ye bu alışılmamış fetvayı vermekten vazgeçmesini tek­rar tavsiye edince İbn-İ Teymiyye O'na olumlu cevap verdi. Çünkü başka-dinin bu çağrısı, O'nun vicdanından çıkan bir ses gibi idi. O'nun için İbn-i Teymiyye O'na olumlu cevap verdi.

Sonra araştırma ve İnceleme ile bu konuyu tekrar ele alınca bu fet­vasının doğru olduğuna dair inancı arttı. Bu musibet (talakla yemin etme), yaygın bir hale geldiği için, sağlam dinî temele (delile) dayanmayan bir görüşle adamı karısından ayırmaya razı olmadı. Böylece O, çekinmeden bu konuda fetva vermeye koyuldu. İbn-i Teymiyye, ilk önce âlimlerin nasi-hatina uyarak bu fetvasından vazgeçmiş olabilir. Yasak emri Sultan'dan gelince bu yasağa boyun eğmenin dinî yönden alçaklık olduğunu anladı.

Belki aşağıda zikredilecek olan iki husus, da İbn-i Teymiyye'nin bu konuda fetva vermeye dönmesine sebep olmuştu: a) Bu fetvasına çok faz­la güvenmesi ve talakla yemin etmenin yaygın bir musebit haline gelme­si, b) Sultan'ın O'nun fetva.vermesini yasak etmesi.

İbn-i Teymiyye, kendisinden sonra gelen alimlerin, günah ve isyan ol­duğuna inandıkları konularda padişahlara itaat etmemelerinin gerektiğini belirtmek İçin bu konuda fetva vermeye koyuldu.

88- İbn-i Teymîyye, fetva vermeye dönönce, O'nun tekrar fetva vermeye döndüğü haberi Sultan'a ulaştı. Sultan Nasır, İbn-i Teymiy-ye'nin dostu İdi. Mısır'a döndükten sonra İbn-i Teymiyye'nîn bir gün olsa bile hapiste kalmasına razı olmamıştı. Fakat Padişah'ın otoritesi vardı. Pa­dişahlar, her şeyi kabul ediyorlar fakat emirlerinin reddedilmesini asla kabul etmiyorlardı. Sultan, başkaları tarafından yapıldığında kabul etme­diği (uygun görmediği) şeyleri, İbn-i Teymiyye yaptığı zaman kabul ediyor­du. Fakat O, verdiği emrin reddedilmesini kabul etmiyordu. Özellikle O, bu emrini açıkça vermişti ve halk tarafından bilinmesi için bu emrini İlân ettirmişti. Sultan, İbn-i Teymiyye'ye verdiği değer ve önemden dolayı O'nun yaptıklarını görmemezlikten gelseydi bile, bu davranış, bîr eziyete sabreden kimse gibi olurdu. Mutlaka Sultan'ı uyaracak ve bu durumu O'nun gözünde büyütecek bir kimse bulunabilirdi.

Bundan dolayı, Sultan İbn-i Teymiyye'nin bu konuda fetva vermeye baş­ladığını öğrenince H. 719 yılı Ramazan Ayı'nın 19. günü Ibn-I Teymiyye'ye bîr mektup gönderdi. Bu mektupta îbn-i Teymiyye'ye ait özel bir bölüm vardı. Sultan, bu bölümde O'nun fetva vermesini yasakladığını te'kid edi­yordu. İbn-i Teymiyye, bu fetvası için padişahın huzuruna getirildi ve kı­nandı. Kadı ve fakihlerden bir topluluğun bulunduğu bir mecliste bu kına­ma yapıldı. Onlar, fbn-î Teymiyye'nin bu fetvayı vermekten menedilmesi-ni te'yid ettiler. İbn-i Teymîyye, bu konuda fetva vermekten vazgeçeceğine dair göz vermeden söz konusu meclis dağıldı. Bu nedenle, ^air. Tmjyye boşanma ile ilgili konularda —çekinmeden, sakınmadan ve 'bn ' ticHerden korkmadan—fetva vermeye devam etti. Çünkü O, yöneti-y°ne.n akarak susmayı adet edinmemişti.. O, Allah İçin söylenmesi ge-C'lT şevlerde kınayıcıların kınamasından korkmayan büyük cesur bir âlim M* İbn-i Teymiyye ile doğruyu konuşmak arasında, araştırma ve inceleme yapmaktan başka bir engel yoktu. O, delil ve burhan ile bir şeyi ispatla­dığı zaman, yöneticilerin cezası ve ayıplayanlann ayıplamasına aldırma­dan doğruyu söylüyordu. [44]

 

İbn-i Teymiyye'nin Karşılaştığı Büyük Sıkıntı

 

89- Sultan, İbn-î Teymîyye'nin fetva vermesini defalarca yasakladık­tan sonra O'na defalarca ricada bulunup defalarca O'nu kınadıktan sonra fetva vermeye başladığını öğrendi. Sultan, her ne kadar O'nun fetva ver­mesine göz yumdu İse de, din işleriyle ilgilenen kadılar, fakihler ve müf­tüler İbn-i Teymîyye'nin bu fetvalarına göz yumacak değillerdi. Onlar, İbn-i Teymiyye'nin verdiği bu fetvanın dört İmam'ın icmaina muhalif olduğuna inanıyorlardı. Hatta onlar, bu fetva ile İbn-İ Teymiyye'nin apaçık sapıklık içinde olduğuna inanıyorlardı. İbn-i Teymîyye'nin mevkii, ilmi derecesi ve fazileti, onların bu fikirlerini açıkça söylemelerine engel oluyordu. Çünkü onlar, eğer onunla mücadele etselerdi onları engeller, aleyhlerine delil or­taya kordu. İnsanlar İbn-i Teymiyye'nin görüşünü destekliyorlardı. Bunu de­nemişlerdi. Genç iken O'nu tanımışlar idi. Şimdi ise altmışını aşmıştır ki mutlaka beyanı daha geçerli, kalbi daha kuvvetli ve sözün nüfuzunu temin eden cevap tarzlarını daha iyi biliyor olması gerekir.

İdarî temsilcinin gözetiminde mahkemede bir meclîs akdolundu. Mec­liste dört mezhebe mensup kadılar, fakihler ve müftîler bulunuyordu. İbn-i Teymiyye de geldi ve fetva vermeye tekrar başladığı için üçüncü defa O'na çıkıştılar O'na çıkışmaya İstekliydiler, ama mücadeleye gelemezlerdi. Çünkü O'nun münazaradaki mevkiini, ilimdeki, delilsiz ve sağlam hüccete dayanmadan fetva vermekten kendisini men eden dindeki mertebesini bil­mekteydiler.

Azarlama, rica ve men tekerrür etmesine rağmen O, fetvadan kaçın-rnavınca kalede hapsedilmesine karar verdiler ve İbn-i Teymiyye Sultan gaibinin emriyle hapsedildi. O, [720) senesi Recep Ayı'nm (22) sinden iti­baren beş ay, onsekiz gün hapiste kaldı.

Sultan'ın emriyle buradan serbest bırakılması, (721) yılı Muharrem'i-nin M0) un da olmuştur. [45]

 

Araştırmalarına Dönüşü

 

90- Üstad hür ve serbest, bedenen, akfen, fikren ve fetva vermekte serbest olarak araştırmasına döndü. Hapisten bu tahliyesi fetva hürriyeti­ni ilân etmek demekti. Öyle görünüyordu kî, Üstad'ın tercih ettiği reyden dönmesinden ümit kesmişlerdi. Mezkur meseie ve talâkla ilgili diğer konu­larda fetva vermeye başiadr. Bunun da tekrariyle Üstad'ın verdiği fetvala­rı telif ettiler. Kabul veya redleri arasında fark olmaksızın, ister istemez, memnun veya kızgın olarak dillerini tuttular.

Üstad ders, araştırma ve tasniflerine devam ediyor; yazıyor, tasnif edi­yor, tercih ve İçtihadlarda bulunuyordu. Bunları yaparken de müstakil fikhî görüş sahibi fakihler arasında fıkhî şahsiyete sahip bir müçtehid fakih ol­duğunu gösteren isabetli tercihlere sahipti.

Gerçekten (721) senesiyle başlayan bu devre İbn-i Teymiyye'nin müs­takil fıkhî görüşlerini ortaya koyduğu dönemdir. Önce de açıkladığımız gi­bi bu dönemden önce İtikadı meselelerle, kendi görüşleri ve metodlarına muhalif olanlarla münakaşayla meşgul olmuştur.

Üstad, fıkıh ve öteki çalışmalarına devam etti. Hayatının bu dönemin­de fıkıh başta yer almaktaydı. Bu da fıkıhtaki mertebesini kelâmdaki dere­cesinden daha İleri götüren ölümsüz İz bıraktı. Bu sayede fikri kendi (ya­şadığı) asrında kalmayıp asırlara intikal etti. [46]

 

İbn-i Teymiyye'nin Karşılaştığı Son Sıkıntı

 

91- Üstad Hanbeliye Medresesi veya kıssacilara ait olan kendi Medresesinde derslerine devam etti. Kitaplarını okuyor, gözden geçiriyor; düzeltme .ve ilâveler yapıyordu. Müthiş aklı, çırpınan kalbi ve dinleyenle­rine bereket dağıtan gönlüyle, araştırma ve inceleme yaparak bir kaç se­ne böyle devam etti. Ve nihayet (726) yılı geldiğinde kaleye dönmesi emro-

Zira îbn-i Teymiyye'nin başına belâlar açmak isteyenler veya bazı gö­rüşlerini engellemek isteyenler ya da halk yanında ve idareciler indindeki yerini çekemiyenler O'nun eksiklerini sayıp dökmeye başlamışlardı. Bunla­rın maksatları sayısız, niyetleri farklı idi. Kimse farkına varmaksızın düşün­celerini topluma empoze etmek isteyen sofiler ve râfızîler gibi, O'na oyun oynsmak istiyorlardı. Kimilerinin kalbini çekememezlik yiyor ve bu da mez­kur iki taifenin yaptığı gibi onları oyun düşünmeye sevkediyordu. Bazıları da takva sahibi idiler, fakat hiç bir fakihin söylemediği görüşler ortaya koyduğu için İbn-i Teymiyye'ye engel olmak istiyorlardı. Bu gurupların görüşleri bir noktada toplandı: Her ne kadar her birinin gerekçesi farklı İdiy-?H   üstad'ın söz ve fetva hürriyetinin kısıtlanmasına karar verildi:

 Nefisleri fevkalâde tahrik edeceğini, hürriyet kaynakları ve idareyi ellerinde bulunduran emirlerin kalplerin harekete geçireceğini bildikleri bir .. "Sünu aramaya koyuldular.  Araştırma ve  gözetlemeden   usanmadılar. 7ra bu hür Üstad, önündeki yolu aydınlattığı müddetçe çekinmeden ve korkmadan görüşlerini ilân edecekti. Sahih dinî kaynaklara dayanan delil ve hüccetlerden başkasına asla İtibar etmez, bundan sonra da insanların kabul veya muhalefeti kendisi için önem taşımazdı.

92- Aradıkları yitiklerini İbn-i Teymiyye'nin onyedi yıl önce verdiği

bir fetvada buldular. O, Rasûlullah (S.A.V.)'ın kabrinin bulunduğu Ravza-i Serîfe de dahil olmak üzere, kabirlerin ziyaret edilmesini men ediyordu. Bu fetva şöyle îdi:

«Saİd b. Manşur'un Müsned'inde mevcut bir rivayette, Abdullah b. Hasen b. Ali b. Ebî Talip (R.A) sık sık  Nebî (S.A.V.)'in kabrine uğrayan bir adam gördü. O'na dedi ki: «Rasûlullah (S.A.V.) buyuruyor ki: «Kabrimi uğrak yeri edinmeyin. Bana salât okuyun.  Nerede olursanız  olun salâtuıız  bana ulaşır. Seninle Endü­lüs'teki bir adam arasında hiçbir fark yoktur.  «Sahiheyn'de  Hz. Aise  (R.A.)'dan rivayet  edilen  bir  hadisi  şerifte, irtihaline yakın  yakalandığı hastalığı   (maraz-ı mevti) sırasında Rasûlullah (S.A.V.) şöyle    buyurmuştur: «Allah (C.C.) yahûdi ve hiristiyanlara lanet etsin. Onlar peygamberlerin kabirlerini ibadetgâh edindiler.*» Peygamberimiz onların yaptıklarım  (ümmetine)  yasaklamıştır. Böyle  olmasaydı, kabrini açıkta bir yere yaptırırdı. Fakat ibadet yeri edinilmesini istemedi. Ashap da O'nu (S.A.V.) adet olan uygulama hilâfına açık araziye değil de Hz, Aişe (R.A.)'nn odasına defnetti. Maksat kimsenin O'nun kabrinin yanında namaz kılmama­sı, orayı mescid edinmemesi ve kabrini putlaştırmaması idi. Peygamber (S.A.V.V-medfun bulunduğu hücre Velid b. Abdilmelik zamanına kadar Mescid-i Nebi'dea ayrı olduğundan sahabe ve Tabiin'den hiçbirisi namaz için oraya girmezdi, Kabr'c dokunulmazdı, orada dua edilmezdi. Bütün bu şeyleri  mescidde yaparlardı.  Se~ lef-i salihin Sahabe ve Tabiin, Nebî (S.A.V.)' selâmda bulunmak ve dua etmek is­tediklerinde kıbleye yönelirler, bunları Kabr'e yönelerek yapmazlardı. O'na (S.A.V.) selam durma meselesine gelince: Ebu Hanife bunun için de kıbleye yönelmek görüşündedir. İmamların ekserisi dua ederken Kabr'e dönüleceğine kaildir.»[47]

İbn-i Teymiyye'nin fetvasında bunlar bulunmaktaydı. Bu fetvasında da Selef-i Salih'e dönüp onların kaynağından istifade ettiğini onlardan aldığı görülüyordu.

93- Bu fetvanın uzun zaman öncesine ait olduğu söylendi. Fakat tu­zak kurmak istediklerinde İşlerlik kazandırıldı ve idareciler nezdinde bu fet-Va yasıtasıyle harekete geçtiler. Sünnet-i Nebeviyye'nin dirilticisi bu yüce fakih'in aleyhine İdarecilerdekî eziyet vasıtalarını tahrik ettiler, bunu da bir etki aracı yaptılar. Nebi [S.A.V.)'in gönüllerde mukaddes bir yeri oldu­ğu ve O'nun şahsına dokunan bîr şeyin müslümanın kalbini çabucak hare­kete geçireceğinden, iyice düşünüldü ve bunu Mısır'a, Sultan'a yazdılar. Sultan, Kadıların huzurunda toplanmasını emretti. Sahibinin gıyabında fet­vayı mütalâa ettiler. Fetva'da sözleri tahrif ettiği söylendi. Sultan, rfezdin-de yeri olan iltifata mazhar böyle birisine yakışacak bir hapishanede hap­sini uygun gördü.

C726) Şaban'ınin (7)'sinde emir Dımaşk'a ulaştı ve Üstad'a tebliğ edil­di. Bir binit hazırlayıp kendisini Dimaşk kalesine naklettiler. O'na bir sa­lon tahsis ettiler. Buraya su da temin edildi. Sultan'in izniyle kardeşi Zey-nuddin hizmet etmek için yanında kaldı, maişeti temin edildi.

Üstad tutuklanınca kalpler gizlendikleri yerden çıktı; öğrencilerinde ve dostlarında rahatsızlık başgösterdi, Kâdi'l-Kudat (baş kadı), arkadaşların­dan da bir kısmının hapsedilmesini emretti. Bir gurup insan bunların binit­lere bindirilip aleyhlerine tellâl çağirtılmasını ayıpladılar. Bunun üzerine Üstad'ın seçkin öğrencisi, kendisinden sonra bayrağı taşıyacak olan Şem-suddin Muhammed b. Kayyim el-Cevzİyye dışmdakiler serbest bırakıldı, o da kaleye hapsedildi.

94- Üstad'ın tutuklanması saf hakikat talibi ihlâsli kişilere üzüntü, kendilerinkinden başka görüşlere kalplerinde yer vermeyen, tahammül edemiyen, fikir ve görüşlerinin mağlubu olanlara da sevinç kaynağı oldu. Nitekim nefislerine uyaniar bunu arzularının zaferi, otuz sene kadar süren meşakkatli ve acı bir mücadelenin neticesinde kendilerine gelen bir gali­biyet olarak gördüler ki, bu zaman zarfında Üstad kendi nazarında bid'at olan şeylere karşı Hameviyye risalesi ve benzerleriyle yaygın bir harp aç­mıştır.

İhlâs sahibi alimler Üstad'ın tutuklanmasıyle bütün bid'at ve şahsi arzuların tırmandığını hissettiler. Bunun üzerine Bağdat Uleması Mısır'a, Sultan Nâsır'a, bid'atlere ve bid'atçılara inen bu kılıcın kınına konufmasiy-le İslâm ve müslümanların başına gelen musibeti dile getirdikleri bir mek­tup gönderdiler. Mektupta şunlar yer alıyordu:

«Doğu vilâyetleri ve Irak bölgesi âlimlerinin Şeyhülislâm Takiyyuddin Ahmed b. Teymiyye (Allah O'nu selâmette kılsm)'yî baskı altına almayı başarması müs-lümanlara ağır geldi, dindarlara meşakkat verdi. Mülhidlerin başlan yüceldi, nef-sânî arzularının esirleri ve bid'atçıların gönülleri hoş oldu. Faziletlilerin büyüğü ve âlimlerin önderinin başına gelen, bid'atçıları ve hevâ ehlini sevindiren bu be­lânın büyüklüğünü anlayan bölge âlimleri, bu feci ve çirkin durumu ilettiler. Üs­tad'ın verdiği fetvaları tasvip ettiklerine dair cevaplarını yazdılar. O'nun ilmin­den faziletlerinden ve bazı hallerinden bahsettiler.»

95- Bu mektup iki hususa delâlet etmektedir: Birincisi, -ki İkisinin bel kemiğidir- bu yüce alimin Kitab ve Sünnet'e dönüş daveti bütün "«îlüman bölgeleredir. Görüş ve metodlarının yalnızca Şamlıları hedefle-ekte olduğu söylenemez, bilâkis bütün müslüman muhitlere şamildir. Bü­tün bunların ötesinde mesele Hanbelîlere de has sayılamaz. Zira O'nun islâmî mezheplerden belirli  bir mezhebe dayanmış sayılamıyacağım, ak­lıyla ve kalbiyle İslâm'a dayanmış olduğunu Malikiler, Hanefiler ve Şafii-

ler kabul etmişlerdir.

İkinci olarak da, nefsânî arzularına tabi olanlar daha önce gizlemekte oldukları memnuniyet ve düşmanlıklarını açığa vurdular, içyüzlerini ortaya koydular. Bunlar gizliydiler, bilinmemekteydiler. Bir suç isnad edenin o ithamdan ilk yararlanan olacağına göre, bunların da Üstad'a yaptıkları oyunun ardına düşenler olması gerekir. Emirleri ve kadıları aldatmak için Sünnî mezheplere tabi görünüyorlardı. Oyun tamamlanınca duruma se­vinip memnun oldukları apaçık-ortaya çıktı, ayan-beyan belli oldu.

96- Kaleye götürüldüğünde Üstad memnuniyetini izhar etti. Gös­terdiği bu memnuniyet nteindi, anlayamıyoruz.

«Ben bunu beklemekte idim. Bunda çok hayır ve büyük maslahat vardır.» de­mişti.

Belki ihtiyarlığında -ki 65 yaşına ulaşmıştı- insanların gürültüsünden uzaklaşmaya ihtiyacı vardı ve davetini de tebliğ etmişti. Veya muasırları arasında mücadelesini verip yaydığı, ilânına imkân bulduğunda mutlaka ilân ettiği, apaçık bir Arapça İle beyan ettiği, kalblerdeki kana nüfuz ede­cek tarzda tebliğ edip muvafık olanın kabul ettiği, muhalifin boyun eğdiği görüşlerini sonrakilerin de elde etmesi için tesbit ve tedvin edebileceği bir sükûnete ihtiyaç duyuyordu.

Bundan dolayıdır ki kaleye vardığında, sadece ikamete mecbur kılın­dığı bu hapishanede biribirini destekleyen iki İşe devam etti:

Birincisi: ibadet, hapsin sakinliğnde ve ihtiyarlığında Rabbina müna-cat fırsatı buldu. Ölümün vücuduna yürüdüğünü hissediyordu. Tam bir hu-Şû' ile, ibadete yöneldi. Öyle ki Allah (C.C.) korkusu ve itaatından, ihlâsı, sağlam bir İmanı, tefekkür eden aklî itaatkâr nefsi ile şeriatına bağlılığın­dan sanki O Allah Tealaâyı görüyor gibi oldu ve en büyük zikir olan Kur'-ân-ı Kerim tilâvetiyle gönlünü arıttı.

İkincisi; görüşlerini tashih ve tedvîne yöneldi: Düşünmeye imkân ve­ren bu upuzun zaman içinde önündeki kitaplarına, müracaat edip araştırı­yordu. Bu arada epeyce de tefsir yazdı. Belki de buna sebep sürekli Kur*-an okuması, veya kendisine suallerin gelmesi, ya da araştırma yapması­nın neticesi idi. Muhalifi olduğu konularda da ciltlerle kitap yazdı. Mısır'­daki Mâlikî Kadılardan birisine reddiye olarak kaleme aldığı risale bunlardandır. Bu kadının adı Abdullah b. El-İhnai idi ve. bu yüzden Risaleye de el-İhnaiyye [48] adını vermiştir. Bu Kadıya başka reddiyeleri de vardır,

97- Bu reddiyeler ve eserlerin insanlar arasına çıkacağı veya alim­lere bunların haberinin ulaşacağı kesindi. Alimler bunların keyfiyeti ve dayandıkları deliller hakkında konuşuyorlardı. Reddiyeler sanki sahibi ara­larında imiş gibi insanlar arasında yayılıyor ve toplulukları etkiliyordu. Çünkü yasaklanıp gizlenen bir şey farkedilince ilân edilip açıklanandan da­ha çok yayılırdı. Kişiler O'nu arar, bulur ve itinayla okurlardı.

O zaman Üstad'ın görüş ve fikirlerini engellemek isteyenler O'nun yalnızca şahsını hapsettiklerini; görüş ve fikirlerini engelliyemediklerini an­ladılar. Bu ışığın hapishanenin taşları arasından parlamasını engellemek için idareciler oyunlarını oynayıp yapacaklarını yaptılar. Zira batıl ehli ay­dınlatıcı nura daima düşmandırlar.

Bu gizli ve açık propagandalar neticesi 828 Cemaziyelahirİnin doku­zunda Üstad'ın yanında bulunan kitaplar, kâğıtlar, hokkalar ve kalemler alındı ve çalışmadan kesin olarak mahrum bırakıldı. Aynı yıl Recep ayının başlarında müracaat ettiği veya yazmakta olduğu kitapları Adliye'deki bü­yük kütüphaneye taşındı. Bunlar (60) cilt ve (16) tomar idi. Kadılar ve fakihlere bunlara bakıp ayırdılar ve kütüphanede muhafaza altına alındı.

İbn-i Kesir bu yeni baskının sebebini şöyle anlatır:

«Bunun sebebi kabir ziyareti meselesinde Maliki Kadı et-Takıyye b. el-İhnaî1-nin reddiyesine Şeyh Takıyyuddin'in cevap verip O'nu cahillikle itham etmesi, ilimden nasibinin az olduğunu kendisine bildirmesidir. El-îhnâi durumu Sultan'a bildirdi ve şikayet etti. Bunun üzerine Sultan Üstadın yanındaki malzemenin alın­masını emretti.»[49]

98- Üstad'ın yazması engellenmişti. Düşünmesinin de engellenmek istenmesiyle bu mücahit düşünüre yapılan baskı son haddine ulaştı. Hapis­liğinin iki yılı aşan bölümünde düşündüklerini kaydetmeye devam eden bu mütefekkir yazarın düşünce serbestisinden mahrum edilmesi, düşünmesi­nin baskı aitına alınması, kalbinin kanı ve fikrinin özü olan kitaplarından men oiunmuşluğunu bilmek durumun vahametini anlamanıza yeter. Mecbur kaldığında bazı görüş ve düşüncelerini böîük pörçük kağıtlara kömürle ya­zıyordu. O'nun bu şekilde yazdığı bazı yazıları muhafaza edilmiştir. Çünkü bunlar zaafa uğratılamıyan ve zayıflık duymayan bir mücahidin yazısıdır. O da biliyordu ki bu, hayatını vakfettiği cihaddandır. Bu imtihan ve sabır da kendisine ve  insanlara Allah'ın (C.C.) nimetlerindendir. Şöyle derdi:

«Allah'a hamd olsun ki biz Allah (C.C.) yolunda büyük bir cihaddayız... Bu cihadımız da Kazan, el-Cebeliyye, el-Cehmiyye, el-îttihadiyye ve benzerleri ile vaptığınıız savaşlar gibidir. Bu da bize ve insanlara Allah'ın (C.C.) nimetlerinden-dİr. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.»

Bir başka mektubunda da şunları söylüyor:

«Allah Taala'nın her hükmünde hayır, rahmet ve hikmet vardır. Zira Rabb'ım dilediğinde çok lütuf kârdır. Mutlak kuvvet, mutlak galibiyet, mutlak ilim ve mutlak hikmet sahibi yalnızca O'dur. İyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülükler ise kendi nefsindendir. Kula gereken her halde Allah'a (C.C.) şükretmesi, ham-detmesi ve günahlarına mağfiret dilemektir. Şükür nimetin artmasını sağlar. İs, tiğfar belâları defeder. Allah Taalâ (C.C.) kişiye ne takdir etmişse mutlaka ha-yırhdır; rahatlık nasİb olursa şükreder, sıkıntıya düşerse sabreder ve kendisi için . hayırlı olur.».

Uğradığı  baskının sebebini, şiddetin üstesinden gelmiş olarak şöyle anlatıyordu:

«Allah (C.C.) ve Rasûlune (S.A.V.) taraf olanlardan bir hitap (söz) ve bir ki­tap (yazı) çıkmasın diye benimle uğraştılar. îhnâiye Riselisinin çıkmasından ra­hatsız oldular. Şeriat ve din hususunda aleyhimize bir ayıp bulamadılar. Onlar, daki bu halin gayesi bazı yaratıkların emrine uymamış olmamızdı. Kim olursa ok sun, Allah (C.C.) ve Rasulunun (S.A.V.) emrine aykırı davranan yaratıkların em­rine uyulmaz. Allah ve Rasûlune muhalefeti halinde O'na uymak, müslümanlarm ittifakiyle kesinlikle caiz değildir.»

99- Hayatının son demine kadar, kalem ve mürekkep yerine azim ve kararlık kömürüyle yazdığı bu yazılar O'nun kuvvetli bir azim ve sabır­la bir cihad içinde, hoş bir imtihan, zorbalığa karşı baş kaldırma ve belâ­larla muharebede olduğunu tescil etmiştir Öyle ki, Üstad kendisinden ga­yet emin bir halde bu çektiklerinin Sultan'ın   emrine muhalefetinden kay­naklandığını:  Halik'a itaatle bid'atlann ve şerrin defi sadedinde olduğu müddetçe Sultan'a muhalefetten  kaçınamayacağını  söylüyordu. Allah Ta-alâ'da O'na büyük nimetini sundu, melekut-i a'lâsında razı olmuş ve razı olunmuş olarak tesbihatta bulunması  için ruhunu bu beşerî    kayıtlardan kurtardı, azad etti.

Bu hür ve asîl gönül, din semasında serbestçe dolaşıp yükselen bu kuvvetli fikir üzerindeki baskı uzun sürmedi. (728) senesi Şevval'inin (20) sinde Allah Sübhanehu Taala ruhunu kabzetti. Bu demektir ki, bu bas­kı da ancak beş ay kadar devam edebildi. Vefatı yirmi küsur günden faz­la sürmeyen bir hastalık akabinde olmuştur.

100- Gerçekten büyük bir insandı. Kalbinde hiçbir kin ve öfke izi tutunamazdı. Hatta kendisine kötülüğü dokunan müslümanları rızası ve gÖ-nül boşluğuyla affederdi. Rivayete göre    Dımaşk veziri, hastalığında O'nu ziyaret amacıyla huzuruna girebilmek için izin ister ve izin verilir. Vezir oturunca özür dilemeye, kendisine karşı yapmış olması muhtemel kusur­larından dolayı helâllik alma yolu aramaya başlayınca büyük insan O'na şöyle cevap verir:

«Sana ve haklı olduğumu bilmeden bana düşmanlık eden herkese hakkımı he­lâl ettim. Yüce Sultan Melik Nasır'a da, beni hapsetmiş olmasından dolayı hakkı­mı helâl ettim. Çünkü O, başkalarından dolayı ve mazur olarak yapmıştır. Kendi çalısı İçin yapmamıştır. Allah ve Rasulu (S.A.V.)'e düşman olanlar dışında, benim­le arasında herhangi bir şey geçmiş olanların her birine hakkımı helâl ettim.»

Ruhu, Yüce Sahib'ine ulaştı. Alimlerin ve O asırdaki bütün müslü-manlann aliminin vefatını öğrendiğinde Dımaşk halkı gözyaşlarını tutama­dılar. Bütün Dımaşk O'nunla vedalaşmak ve son istirahatgâhına götürmek için çıktı. Zâhid ve cesur alime, kılıcını ve okunu kuşanıp meydanda ha­zır olan kahraman mücahide veda ettiler. Nihayet bütün İslâm ülkelerine karşı kendisiyle övündükleri medar-ı iftiharlarına veda ettiler.

101- İbn-i Teymiyye, arkadaşı Sultan Nasır'm koyduğu hapishanede vefat etti. İşin başında burası böylesi birinin şanına lâyık geniş bir hapis­haneydi. Fakat sonra bu büyük akim çalışmasının engellendiği dar bir ha­pishaneye dönüştü. Allah Taalâ (C.AJ bu yüce alime mutlaka ve ancak muharebe meydanında ölmeyi takdir etmişti. Kılıcıyla savaştı... Dili ile savaştı.. Kalemiyle savaştı.. Dil hapsedilince kalem ile devam etti; kendi nazarında ayan-beyan zahir olan gerçeği muhaliflerine cevap olarak gön­deriyor, dindarların itikadına destek oluyor, görüşünü selefin görüşüyle be­reketlendiriyordu. Sonra kalemini de hapsetmeye uğraştıklarında çok sür­medi ve Rabb'ı O'nun ruhunu kabzetti. Hasmın harp meydanından aldığı esir gibi oldu. Cihadı çok meşakkatli ve çok büyüktü..

Allah bu yüce alime, hür olarak ve hiç bir ananın doğurduğu kendi­sine üstünlük sağlamadan ölmeyi takdir etmişti. Sultan Nasır'la araların­daki alâka kuvvetli idi ve O, kendisine eziyet eden alimlerin tazyiki ile bu hükmü vermişti. Buna rağmen O, kabilesinden kendisine kötülük eden­lere «Gidin, hepiniz serbestsiniz» diyen Rasul (S.A.V.) tabi olarak onlar için hayırdan başka bir şey konuşmadı. Şayet O, Sultan indinde böyle kuv­vetli, kudretli İken vefat etseydi bazıları «Sultan'm uydusuydu» veya «An­cak O'nun kudreti sayesinde parladı» ya da «Sultan'in gücü sayesinde yükseldi» diyeceklerdi. Alîm ve kadîr olan Allah kimseye uydu olmayan bu bağımsız ve kuvvetli ulu alimin ancak ve ancak olduğu gibi görünmesi­ni irade buyuruyordu. O da hiç kimseden mevki-makam istemez, yalnız Al­lah Taala'nm rızasını, yeri ve zamanı gelince söylemek için İnandığı hak sözü isterdi. Hiç şüpheye düşüp gevşemezdi. Büyüklüğü kendi şahsiye-tindendi. İnsanların gölgesinde gölgelendiği ulu bir ağaç gibiydi. Kuvvetli ancak tane ve tohumlan yaran Allah'tan (C.C.) gelmekteydi. Sultan Nasır,

Tatar’a vardığında önce Allah Taala'den (C.C.) sonra da Üstad'dan kuv-Ta rpsaret almak için kendisine yakın olmasını istemişti. O ise yalnız V^TJn fCC) kuvvet alırdı. Delil ortada.. Şayet Üstad, Nasır'dan güç ir olsaydı O'nu hapsin derinliklerine atmazdı. Bu da uydu olmayıp uyu­lan olduğuna, hür ve hür önder olduğuna, boyun eğen bir köle olmadığına apaçık değildir.

102- Bu alim otuz yıldan fazla mücadele verdikten sonra Rabb'ının r-hmet ve r.zas.na sığındı.  Hameviyye risalesi  çıktıktan sonra, arasında ham ve kılıçla mücadelesinin de yer aldığı ilmî müdafaanın içinde idi. Her ki halde de O sürtünmenin parlaklık ve cilasını artırdığı  üstün cevher nibivdi   Bir  zirveden  diğerine, bir  dereceden   öbürüne yükselmekte   idi. Muvafık olan da, muhalif olan da O'nun üstünlüğünü kabul etmişti. Ihlâs sahiplerinin münafıklara buğzettikleri  gibi, sadece iman neşesini duyma­yan ve sevgisini tatmayanlar O'na buğzetmişlerdi. Kendisine    düşmanlık besleyip savaş açanların her biri, gördükten sonra dalgaların yuttuğu su kabarcıkları gibi oldular. O ise, saf bir maden misali, ses vermeye devam etmiştir. Kıyamet gününe dek ebediler arasında devam edecektir. [50]

 

İbn-i Teymiyye'nin İlmi Ve Kaynakları

 

103- İbn-i Teymiyye'nin hayatını, sonuna kadar uzun uzadıya anlat­tık. Kuvvetli zekâsı, hafıza ve belieğiyle dikkat çeken bir çocuk, sonra bü­yüyüp şerh ve izahlar yaparak alimler meclisine oturan bir delikanlı, son­ra kılıç kuşanmış bir mücahid, sonra kendisine konuşma hürriyeti veril­diğinde her ne zaman münazara yapsa delili delille çarpıştırıp kazanan bir münazaracı ve nihayet uğrunda hiç bir gayretten geri kalmaksızın inandı­ğı ilim ve Hakk'a dönen bir olgun olarak inceledik. Açık sözlülüğünden dostları kızdı, fevkalâde cesaretiyle düşmanları darmadağınık oldu. Sonra saltanat sahipleri, kılıcını parlak olarak ortaya çıkması üzerine O'na arka çıkmaktan vazgeçtiler. Haibuki alim yalnızca alemlerin Rabb'ina dayan­maktaydı. Biz bu merhalede üstad'ın ilmine ve kaynaklarına, ancak haya­tının bir tarafını açıklayacak kadarıyle temas ettik.

Şimdi O'nun ilmine ve kaynaklarından bazılarına işaret edeceğiz. Bun­dan sonraki müstakil bir bölümde görüşlerinden bazılarını tafsilatiyle anla­tacak, düşüncesinin kendisini öteki alimlerden ayıran özelliklerini ve son­rakilere tesir edenlerini seçeceğiz.

104- Muasırları O'nun kuvvetli fikir ve geniş ilim sahibi, ileri görüş­lü ve engin düşünceli olduğunda müttefiktiler. Bu ittifakta dost-düşman ay­nıdır. Dostlarını yardıma sevkeden, düşmanları düşmanlığa iten işte bu fikrî kuvvettir. Şahsiyet ve fikri zayıf olsaydı düşmanların düşmanlığı tah­rik olmaz, O'nunla uğraşmaktan aciz kalarak konuşmasına engel olacak kuvvetten yardım istemezlerdi. O halde, düşünce ve fikrinin kuvvetliliği-ni kabulde, dost düşman hepsi müttefiktirler, biriyle-diğeri arasında bu açı­dan hiç bir fark yoktur. Aralarındaki ihtilâf noktası O'nun davet ettiği gö­rüşü kabul edip etmemektedir, yoksa davetçinin ilim ve fikrinin kuvvetin­de değildir. İnsanlar, yüce bir alim olarak O'nun kadrini düşürürlerse, şa­yet alim İseler bu onların kalblerinden değil, İlim ve fikre galip gelen ne-fislerindendir ki bu din alimlerine yakışmaz. Cahil iseler bu takdirde mu­halefetlerine de, muvafakatlarına da itibar olunmaz. Onların görüşleri he­saba katılmaz.

Burada O'nu öven muasırı âlimleri sayacak değiliz. Asnndaki Elimlerin hepsi hatta düşman olup kötülük etmek İçin uğraşanların bile O'nun ilmî genişliğini takdir ettiklerini söyleyebiliriz.

105- Bu kadar büyük miktar arasından biz sadece dört muasırını se­çeceğiz. Bunların bazısı yaş ve öncelik bakımından O'na göre, öğrenciye nisbetle hoca durumundadır. (702) yılında vefat eden İbn-i Dakik el-İyd (700) senesinde O'nun için:

«Gerçekten sağlam hafıza sahibi bir alimdir» demiştir.

Kendisine, O'nunla konuşsana denildiğinde «O konuşmayı seven bir alimdir. Ben ise sükutu seçtim» demiştir. Bir defasında da:

«îbn-î Teymiyye ile bir araya geldiğimde O'nu ilimler gözlerinin önünde olan, istediklerini alıp dilediğini koyan biri olarak gördüm» dedi.

Muasırı Hafız ez-Zehebî ise O'nun hakkında şöyle diyor:

«Sahabe ve tabiinin görüşlerini bilmekte iktidar sahibidir. Dört mezhebi zik­retmeden bir meselede söz söylediği çok azdır. Belli bazı meselelerde onlara mu­halefet etmiş, bunları Kitap ve Sünnetten tasnif ederek deliller getirmiştir. Sün­net ve Selefin yolunu benimsemiş, daha önce yapılmamış şekliyle deliller, mu­kaddimeler ve meselelerle bunları delillendirmiştir- Öncekiler ve sonrakilerin kor­kup kaçındığı ifadeleri kullanmaya cesaret etmiştir. Bu yüzden Mısır ve Şam ule­masından bir kısmı O'nun aleyhine Öyle ayaklandı ki daha fazlası olamazdı,.. Bîd'atçilik isnad ettiler, münazara ettiler, kendisiyle yazıştılar.. O ise yumuşa-mayıp gevşeklik göstermezdi. Bilâkis şöhret bulduğu takvası, kemâl-i fikri ve sü­ratli idrakiyle içtihadının, keskin zekâsının, sünnet ve kavillerdeki geniş kapasi­tesinin gösterdiği gerçeği söylerdi.»

O'na ulaşmış olan Ebu'l-feth b. Seyyidl'n-Neo el-Ya'merî el-Misrî di­yor ki:

«O'nun ilimden payını almış olanlardan olduğunu gördüm. Sünnet ve eser ez-berindeydi. Tefsirden bahsettiğinde birincilik bayrağını O çekmekteydi. Fıkıhta fetva verdiyse nihaî noktaya ulaşmış demekti. Hadis müzakere ettiğinde ilim ve dira­yetini gösterdi. Dinler ve mezhepler hakkında konferans verdiğinde O'nun görü­şünden daha geniş, O'nun delillerinden daha yükseğini göremezsin. Her ilimde zamanındakilerin üzerinde olmuştur. Hiçbir göz O'nun gibisini göreni dahi gör­memiştir. Kendi gözü de kendi mislini görmemiştir. Meclisinde büyük bir cema­at toplanır, tatlı, berrak denizden kana kana içerler, göl kenarındaki bîr bahçe­de O'nun fazlının ilkbaharından nimetlenerek eğleşirlerdi.»

Muasırı ve metodda O'na yakın olan Kemaluddin ez-Zemelkânî eş-Şa-fii de şunları anlatıyor:

«Bir ilim dalında kendisine soru yönelttiğinde gören veya dinleyen, bîr başka­sının bu ilmi bilmediğini zanneder, kimsenin bu konuyu O'nun kadar bilemedi­ğine hükmederdi. Başka mezheplerden fakihler O'nun meclisinde bulunduklannda kendi mezlıepleriyle ilgili, daha Önce bilmedikleri şeylerde kendisinden isti­fade ederlerdi. Birisiyle münazara yapıp aciz kaldığı bilinmemektedir. Şer'î ilim-\\ olsun diğerleri olsun bir ilimde konuştuğu zaman mutlaka o ilmîn ehli ve men­suplarına üstünlük sağlardı. Güzel tasnifte, mükemmel ifadede, tertip ve taksim. de yed-i tûla sahibidir.»

106- O'nu hakkiyle takdir eden, gerçek durumunu bilen ve mevkii­ni itiraf edenleri saysan veya saymaya çalışsan büyük bir cilt O'na yet­mez. Bunun için diğerlerine örnek olarak bunlarla yetinelim. Burada araş­tırıcılar İbn-i Teymiyye'nin bu ilmi menzileye, dostlarına ve düşmanlarına tesir edebilecek bir yere neden ulaştığını, bu ilmi ve bütün unsurlar İs­lâm ve müslümanların aleyhine toplanmışken İslâm'ı tecdid edip (yenile­yip) karanlıklar ve tuğyan (isyan) asrında ilk parlaklığını O'na yeniden ka­zandıran bu yegâne şahsiyeti oluşturan sebeplerin ne olduğunu soracak­tır.

Biz  bu kuvvetli şahsiyeti  meydana getiren unsurların dört olduğuna inanıyoruz. (Birincisi): Allah'ın (C.C.) kendisine bahşettiği vehbî (Allah vergisi) şeyler, sahip olduğu şahsi ve zati sıfatlar. (İkincisi): İster tevfik sahibi kişiler olsun, ister son haddine kadar inceleyip düşünerek öğrenil­mesine yönelinen kitaplar olsun, kendilerinden ilim aldıkları, (üçüncüsü) Hayatı ve yöneldiği şeyler. (Dördüncüsü): Yaşadığı asrıdır. O'ndan istifa­desi ister unsurlarından, rağbet ettikleri ve alâka gösterdiklerinden yarar­lanmak suretiyle müsbet yolla olsun; isterse gücünün yetmiyeceği şeyle-şeklinde olsun, kuvvetli şahsiyete sahip olan bir alim mutlaka müsbet ve menfî surette asrından istifade eder. [51]

 

İbn-i Teymiyye'nin Vasıfları

 

107- Allah Taala (C.C.) bu zata gelişip büyüyen tohum şeklindeki özellikler bahsetmiştir. (Tohum büyüyüp) kökü üzerinde yükselmiş böylesi yüce bir âlim olmuştur. Ancak Sübhanehu O'na öyle meziyetler vermiştir ki, bunlardan İslâm'ı yenileyip Rasul (S.A.V.) ve Sahabe (Allah onların hep­sinden razı olsun) zamanındaki tazeliğini yeniden kazandıran bu âlim oluş­muştur.

Bu meziyetlerin ilki, sahib olduğu kuvvetli ve sağlam hafızasıdır. Her­halde tarih İbn-i Teymiyye gibi büyük bir hafıza bahsolunan pek fazla kişi zikretmemiştir. Daha çocukluğunun ilk günlerinde bu hafızanın işaretlen O'nda açığa çıkmıştı. Hadis-i Şerifleri bir bakış ve yazışta daha o yaşta ez­berlemeye başlamıştı. Kuvvetli bir âlim olarak olgunlaştığında cedel, mü­nazarada kendisine yardımcı olacak, ilmini açığa çıkaracak, kuvvetli üslup, istikrarlı kalb, büyük teennî (itidal) ve belâ ve mihnetlere tahammü-lüyle insanların kendisine olan rağbetini kabartacak, ve körükleyecek olan işte bu hafızadır. Bir muasırının O'ndan bazı rivayetlerini nakledebilmek için icazet vermesini istediğini ve hiç kitaba müracaat etmeden O'na on yaprak dolusu (hadisi] isnadiyla yazdığını daha önce de zikretmiştik. e!-KevahibüFd-Dürriyye'de şunlar yer almaktadır:

«Hapsolunduğunda birçok kitap tasnif etmiş olması şaşılacak şeydir. Bunlar­da hadis ve sünneti, alimlerin sözlerini, muhaddisler ve müelliflerle bunların eserlerinin isimlerini zikretmiş, bunJann her birini nakleden veya söyleyenleri­ne nisbet etmiştir. Bunların yer aldığı kitapların adlarını, kitabın neresinde bu­lunduğunu da söylemiştir. Bütün bunlar doğrudan ezberindedir, zira o anda ya. nında mütalaa edeceği hiç bir kitap mevcut değildi. Bu kitaplar incelenip araştı­rıldı. Allah'a hamdolsun ki hiç bir hata ve değişiklik bulunamadı.»[52]

Üstadın son hapsi esnasında oldukça fazla eser yazmış olması hase­biyle bu sözün mübalağasız olamıyacağmı sanırız. O, bu müddet zarfında mütalaa ve yazmadan meneditmiş değildi. Yasaklama ve baskı altına al­ma hapsin sonlarındadir. Yasak, iki seneden fazla olan hapsi içinde sade­ce beş ay kadar sürmüştür. Bunun içindir ki esası ihbar değil istinbat (araştırarak öğrenme, bulma) da olsa biz bu haberin mübalağalı, belki de gayr-î sahih olduğunu zannedebiliriz.

Bu haberin kıymeti ve mübalağa miktarı ne olursa olsun şu kesindirki O darb-i mesel olacak güçlü bir hafıza sahibiydi. (Bu hafıza) sevenlerin sevgisini, hasımların da üzüntüsünü körüklemekteydi.

108- İbn-i Teymîyye'nîn meziyetlerinin ikincisi derin araştırmalar ve düşüncesi idi. O meseleleri derinliğine İnerek öğrenirdi. Bir tek meselenin belirsiz tarafını çözmek, ve kesin hükme ulaşmak için birçok geceleri dü­şünerek geçirirdi. Âyetleri ve hadisleri en uzak ihtimallere kadar düşü­nür ve hakikat açıkça doğup aydınlanıncaya kadar doğru bir tefekkürle öl­çer ve kıyaslardı. Bunun îçîndir ki O, hadis-i şerifler ve Kur'ân-ı Kerim âyetlerinden Istinbatta (hüküm çıkarmakta) âlimlerin en ince davranışla­rından ve en kudretlilerindendir. Yine el-Kevakİbu'd-Dürriyye'de şöyle an­latılmaktadır:

«Allah'ın (C.C.) O'na bahşettiği kabiîiyyetlerden Nebevi lâfızlar ve rivayet edi­len sünnetten manaların çıkarılması, bunlardan meselelere deliller bulunması lâf­zın mantukû ve mefhumunun (mana ve ifadesinin) açıklanması, âmmi tahsis fd^-n, mutlakı takyid eden ve mensuhu nesheden nassın izahı, genel kaideler (zevabıt)'in, lâzime ve melzûmelerin bunlara terettüp edenler ve ihtiyaç duyulanların beyânı vb. sayılamıyacak kadar çoktur, öyleki bir âyet veya bir hadisJ zikredip mana­larını açıkladığı O'ndan murad olunan şeyleri açıkladığında bütün zeki âlimler O'nun  istinbatmm güzelliğine  hayran  kalır ve O'ndan duyduğu veya  öğrendiği şeyler kendisini dehşete düşürürdü.[53]

İbn-i Teymiyye sadece sağlam bir hafıza sahibi değil, bilakis ilk na­zarda anladığıyla yetinmeyip tekrar tekrar düşünen bir araştırmacı idi. O, hakikati ortaya çıkaran neticelere 'Jİaşana dek meseleleri dibine kadar ya­rardı. Vardığı neticeler akıllara aehşet verir, hasımlarını şaşkına çevirirdi.

109- Üçüncü meziyet: Hazır cevapJ'k. Üstad hafızasının kuvvetlili-ği ve engin araştırıcılığı yanında hazır cevap idi. Manalar, ilk alarma kar­şılık veren süratli askerler gibi hızlıca hafızadaki yerlerinden çıkarlar. Bu durum derslerinde açık-seçik gözükür. Manaların ifadesi Üstad'ın ihtiyacı olduğu zaman hiç bir yorulma ve zorlanma olmaksızın diline gelir. Ezbe­rinin çokluğu ve bunların mücadele anında hemen aklına geliverrnesiyle münazarada hasımlarını delille sustururdu. Hasımları buna dayanamaz, uzun uzadıya kafa yorup inceleme ve müracaattan sonra ancak cevap ver­meye muktedir olurlardı.

Talebelerinden Ebû Hafs el-Bezzar şöyle anlatıyor:

*tbn-i Teymiyye derse başladı mı, Allah Taala ilimlerin sırlarım, gizlileri, latifeleri, incelikleri, bilimleri, âlimlerin nakillerini arap şiirleriyle istişhadı O'na açardı. O bunlarla birlikte kuvvetli bir dalga gibi akar, deniz gibi taşardı.»

Kendisine soru sorulduğu veya münakaşa yapıldığındaki durumu an­latılırken şunlar söylenmiştir:

«Bîr olay vaki olup kendisine soruldu, mu mutlaka anında ve hayret verici ve meşhur üslubuyla benzerinin ortaya konulması hemen hemen imkânsız bir ce­vap verir idi.[54]

Bu meziyetten dolayı Ibn-i Teymiyye'nin hasımları O'nunla karşılaş­maktan çekinirlerdi. O'nun bu Özelliğini bilmeyen ve elindeki delile güve­nenler de O'nunla karşılaşınca ibret almak isteyenlere ibret olurdu.

Yüce Alim O'nun da ağzını delille kapatıverirdi. Söz meydanında hiç kimse O'na üstünlük sağlayamamıştır. Mısır'da veya ömrünün sonlarında Şam'da O'nun başına açtıkları belâya geceleri düşünerek ve duyulmama-sına gayret ederek muvaffak olmuşlardı. Şayet duyulmuş olsaydı O'na tu­zak kurmaları imkânsızlık olurdu.

110- Dördüncü meziyet, fikri istiklâl (serbestçe düşünebilme): Bu meziyet belki de ilminin ve muasırı olan diğer âlimlerde bulunmayan özel meziyetleri kazandıran ilmî şahsiyetinin oluşmasında en önemli rolü oy­nayan bir meziyetdir. Alimlerden çoğunda da üstün zekâ ve güçlü hafıza vardır. Fakat onlar arasında bu fikrî istiklâle sahip olan kimse yoktu. İbn-i Teymiyye, kendisine sunulan veya sorulan herhangi bir meselede Allah'ın Kitab'ını ve Rasulü'nün sünnetini, selef-i salihin haberlerini inceler, ulaş­tığı sonuca bağlanır ve O'na davet ederdi. İnsanların O'na muhalefet et­mesi veya muvafakat göstermesi kendisine sıkıntı vermezdi. Zira o, asrın âlimlerinin dillerinde konuşulan ve insanların bağlandığı şeylere tabi de­ğildi. O  sadece delilin  kölesiydi, O'nun peşinden  giderdi.  O, insanların görüşlere sevkettiği sürülen biri değil, bilâkis ancak delilin sevkettiği bi­risi idî. İncelemeleri kendisini Nebî (S.A.V.)'den yardım dlemenin dinde bir delili olmadığı sonucuna iletti ve bunu evirip kıvırmadan ilân etti. Bu yolda kendisine yardımcı olmaları umulanlardan  bir çoğunu kızdırdı. O, ulaştığı her fikirde müstakildi. Allah'ın (C.C.) Kitab'i, Rasulü'nün Sünne­ti, Sahabe ve Tabiin'in büyükleri ve selefi salihinden başka yol gösteri­cisi yoktu.

Biraz önce adı geçen öğrencisi Ebu Hafs O'nun fikrî istiklâlini açık­larken şunları söylemiştir:

«Hakikat ortava çıkınca Üstad onda ısrar ederdi. Allah'a (C.C.) yemin olsun ki RasuluHah a (S.A.V.) O'ndan fazla tazim eden ve O'ndan kendisine ulaşanla­ra uymaya ve destek olmaya O'ndan daha hırslı olan birisini görmedim. Bir ko­nuda bir hadis duyar ve bunu gereğince amel olunan, hüküm ve fetva verilen başka bir hadisin neshetmediğini anlarsa o hadisi terkedip -kimin olursa olsun yaratılmışlardan (O'ndan)- başka birinin sözüne yönelmezdi. insaf sahibi O'na insaf gözüyle bakarsa Kitab'a ve Sünnet'e bağlılığını anlardı. Kim olursa olsun hiç kimsenin sözü O'nu bu ikisinden saptıramazdı ve onlardan elde ettiği bilgiye bağlanmada kimseye aldırmazdı. Bu hususta ne emirden, ne sultandan ne de kılıç­tan korkar, ne de bir kimsenin rızası için onlardan dönerdi. O, en sağlam kulpa tutunmaktaydı.»[55]

Onu dinin müceddîdî kılan bu vasıftır. Çünkü diğer âlimler meselele­ri başkasının düşüncesiyle anlıyor veya bu düşünceden alınmış olarak an­latıyorlardı. Bu büyük müceddid ise Kitap, Sünnet, Sahabe ve Tabiin'den bazısının haberleri dışında hiçbir düşünüşün tesirinde kalmaksızın dine bakardı. Böylece O, dinin üzerine yapılmış olan asırların tozunu izale edip, ilk yeni ve pırıl pırıl aslına döndürmek suretiyle İslâm'ın durumunu ye­nilemiştir.

111- Beşinci meziyet: Hakk'ı talepte ihlâs, nefsâni kirlerden arın­mıştık ve dini öğrenip insanlara açıklama arzusu: İhlâs, ihlâs sahibinin kalbine hakikat nurunu atar ve O'nun meseleleri yamlmayan doğru bir anla anlamasını sağlar. Garaz ve nefsanî arzu kadar aklı sapıklığa düşü-onu hidayet yolundan saptıran hiçbir şey yoktur. Niyet bozukluğu aklı ^n'tırır, fikrin hakikate erişmesine mani olur.

S Allah (C.C.) İbn-i Teymiyye'ye ihlâstan en büyük payı vermiştir. Ha-k'kati öğrenmede Allah (C.C.) rızası için samimi davranmıştır. Üstad bu rTnde hakikatin muzaffer olacağına samimiyetle inandı. Bunu kendisi için saklamayıp asrına anlattı. Ve onu asırlar biribirine naklettiler. Okuyucu okuduklarından etkilenir, zira o imanın sıcaklığını hiçbir keşfe ihtiyaç duy­madan kuvvetlice ve açık olarak duyar.

O'nun ihlâsı hayatını kaplayan dört şeyde tecelli etmiştir ki hayatının hic bir dönemi bunlarsız olmamıştır. Bu yüce âlimin bütün ömrünü, mut­lak yücelik ve mutlak ilim sahibi olan Allah (C.C.) ve O'nun yüce dini -için ihlâsla yaşadığına bizi inandıran da şu şeylerdir:

(Birincisi): O, fikrinin kendisine ilham ettiği şeylerle alimlerin karşh sına çıkar, uzun bir inceleme ve araştırmadan sonra bunları insanlara ilân ederdi. Özellikle insanların alışkanlıklarına ve aralarında bilinene zıt dü­şen şeylerde böyle davranırdı. Konuyu anlayıp da ondaki hakikatin keyfi­yetini bilince, insanların razı olması veya kızmasına aldirmaksizın açıklar­dı. Münazaraya çağırıldığında sözünü çekmez, duraksamaydı. Hiç kimse için sözünde ikiyüzlülük etmez, kimseyi razı etmek için de uğraşmazdı.

(İkincisi): İhlasmı ve hak İçin çabaladığını gösteren bir hususda Hak yolundaki cihaddır. Bu cihad, eğer hasmı Moğollarda olduğu gibi kılıç ta­şıyorsa veya Nusayriler ve Samdaki diğer dağ sakinlerinde olduğu gibi ita­at altına alınmaları ancak kılıçla mümkün olacaksa cihadını kılıçla yapı­yordu. O, görüşünü ilân edebilme uğrunda belâ ve sıkıntılara katlanır, bi­rinde sussa diğerinde susmazdı. Talât (boşanma) ile ilgili meselelerde susması, fetva vermemesi İstenmişti. Bu hususlarda dört mezhep imamı­nın vardığı neticelere aykırı sonuçlara varmıştı. Önce susacağına söz ver­di. Fakat Sultan'a verdiği sözden derhal vazgeçti. Çünkü bu sükut dine muhalif olan bir meselede sukuttu. O, Allah Taala'nın (C.C.) alimlerden almış olduğu insanlara açıklamak, onlardan saklamak hususundaki and-laşma ve ahdine bağlı kalmak için Sultan'a verdiği ahdini bozdu. O, ken­disini hakkı açıklamaya zorlayan ihlâsı yüzünden hapiste öldü. Bununla da görüşlerinde garaz ve nefsani arzudan uzak olduğu tescil edildi.

(Üçüncüsü): İbn-i Teymiyye'nin ihlâs sahibi olduğunu, garazdan, nef­sanî arzudan, çekememezlik ve kin beslemekten arınmış olduğunu göste­ren üçüncü husus, hata da etseler, ihlas sahibi hakikat arayıcıları olduk­ları müddetçe, kendisine kötülük edenleri affetmesidir. O, kendisini ka­lenin dibinde hapseden, İskenderiye hapishanesine atan alimleri affedi­yordu. Sultan Nasır onlara istediği muameleyi yapma imkânı verdi. O ise  hayırdan başka bir şey söylemedi. Ve son olarak O'nu aşırı derece dar duruma düşüren hatta kaydettiği hatıralarından ve okuduğu kitaplarından mahrum edenleri bile affediyor, ihlâs sahibi büyük bir insanın söyleyece­ği sözü söylüyordu: «Bana eziyet etmiş olan her bir müslümar.a hakkımı helâl ettim.» O, kendisine yaptığı eziyetten dolayı da Suİtan Nâsır'i bile mazur göstermeye çalışıyordu. Şüphesiz bu her nefsin üstünde olan îhiâs ve her eziyetin üzerinde olan, iffetli şahsiyettir.

[Dördüncüsü): İbn-i Teymiyye'nin ih.las sahibi olduğunu ispatlayan bir diğer husus da makamlara, dünya süs ve ziynetine karşı zahidane tutu­mudur. Hiç bir makam istememiş, hiçbir makamda idarecilik yapmamış, riyaset konusunda hiç kimseyle nizâî, çekişmesi olmamıştır. Devlet işle­rinden hiç bir işi olmaksızın sadece müderris, vaiz ve araştırmacı îdi. Bun­dan dolayı fakir yaşadı. Az yemekle, pahalı olmayan ve hayaya muvafık şekilde avretini örtecek kadar elbiseyle yetinirdi. Araştırma ve inceleme­ye yönelmiş alimlerin yaptığı gibi kendisine gelen rızkın çoğunu tasad-duk ederdi. Açıkça görülüyor ki kendisine sadece hayatının devamını sağ­layacak kadar az bir şey bırakırdı.

İbn-i Teymiyye'nin kendisi için düşünülen şeylerin birçoğundan kur­tulmasının sebebi ihlâsı, Allah'a (C.C.) bağlılığı ve O'na güvenip dayan-masıydı. Zehebî bu konuda şöyle diyor:

«Nice dehşetli musibetlerden Allah Taalâ (CC.) O'nu kurtardı. Zira O Allah Taala'ya devamlı dua eder, çok yardım dilerdi. Tevekkülü kuvvetliydi ve cesareti apaçıktı. Devam ettiği virdleri ve zikirleri vardı.»

Bu İbn-i Teymiyye'nin seksiz şüphesiz ihlası... Çünkü O'nun bütün hayatı hak için fedakarlık ve hakka davetle geçmiştir.

Fakat hicri 9. aşıra ait bir kitap bulduk. Bunda O'nun İhlasını tenkit ediyorlar, kibir ve kendini beğenmeye meyletmek suretiyle itilasının za­yıflığını ileri sürüyorlardı. Suyuti'ye nisbet edilen bu kitapta şunlar söyle­niyordu:

«timinle kibirlenme ve kendini beğenmeden sakın. Lehine ve aleyhine her zaman kaçınarak ondan kurtulsan, ne mutlu sana... Allah'a (C.C. yemin olsun ki îbn-i Teymiyye denilen zattan başka, mümkün olan her bir yolla Hak yolunda cihadı sürdüren yiyecek, giyecek ve kadını Önemsemiyen, yanında ilmi daha ge­niş, zekâsı daha kuvvetli olan birini gözüm görmemiştir. Mısır ve Şamlılardan, aralarında O'nu yerenin kibir ve kendini beğenme, üstadlıkta başta gitmeye aşı­rı düşkünlük ve uluları hakir görme dışında O'nu ayıplayıp itham ettiklerini gör­medim. Dikkat et: gör kî davalar ve görünme arzusunun sorumluluğu ne de bü­yüktür? Allah'tan (C.C.) O'nu bağışlamasını dileriz. Allah korkusu O'ndan daha fazla olmayan, O'ndan daha âlim olmayan, O'ndan daha zahid olmayan, aksine arkadaşlarının günahlarını ve dostların hatalarını görmezlikten gelen, bir takım kişiler O'nu gözetlediler. Allah düşmanlarım O'na, kendi kuvvetleri ve azametleriyle değil, aksine O'nun günahları sebebiyle musallat etmiştir. O'nu ve tabilerini aleyhlerine cereyan edenlerden Allah'ın korunması da daha çok hakettikleri bazı şeylerden dolayıdır. Bundan şüphen olmasın.»

Bu Suyutiye nisbet edilen bir sözdür .[56]

Bu nisbet ister doğru olsun ister olmasın görünen o ki insanlar O'nun hakkını ve ilmi talebini tenkid etmemişlerdir. O'nu kendini beğenme, ce-del ve münazara meydanında galibiyet sağlamak suretiyle büyük üstad-lara reis olma sevdasıyle ayıplamışlardır. Halbuki reis olma manevi bir makamdır. Ve onu yeryüzünde yüksek olmak isteyenler hükümet sahihle­rine yakın bir makam istemeyenler sahiplerine yakın bir makam isteme­yenler arzularlar.

Şüphesiz bu, ne tarihi gerçekler ve ne de bu alim zatın hayatından dayanağı olan bir ithamdır. O'nda kendini  beğenme ve kibir asla görün­mez. Bilâkis o mütevazi, insanlara yakın ve onlarla beraberdir,  beraber düşüp-kalktıklarına karşı  ancak alçak gönüllüydü ve  koruyucu İdi. Öyle ki beraber bulunduğu bazı kişiler O'nun yalnızca misafirlikte üstünlük sa­hibi olduğunu söylerlerdi. Bu yalancı  ithamın  menşei üstadın kudret ve beyanı, beyan baskmlariyle onlara her yönden hücum etmesi ve onların buna denk veya yakın bir beyanla cevap vermekten mutlak aciz kalmaları sonucudur. Hemen O'na kendisini beğenme isnadında bulundular. Müca­dele ettiklerini yenen, onların delillerini bütün yönleriyle nakzeden belâ-ğât ve fesahat sahibi her âlime böyle isnadlar yapılır. Muarızları O'nun kendini beğenmesi, kendilerinin ise tevazularından başka değerini düşü­recek, böylece kendilerinin de aczini gizleyecek bir isnat bulamazlar. San­ki onları susturan yalnızca tevazu, bunu da konuşturan sadece kibirdir. On­lar susmalarıyle övgüye lâyık, bu da ortaya koyduğu delilleriyle suçlu. Bu, acizlerin, konuşanların değerini düşürmekte kullandıkları bir oyundur. İbn-i Teymiyye Hak yolunda İhtâslı, çirkin vasıflardan beri ve övgünün en üst derecesine ulaşmıştır. Eğer sussaydı O'nun için bu durumunu koruması mümkün olurdu. Halkın memnuniyetini elde etmişti. Fakat O, Halik'ın rı­zasını  tercih   etti,  mahlukun memnuniyetine  önem  vermedi.  Bu yüzden eziyetlere, dinden dönme sapık olan isnatlarına maruz kaldı. Demek ki O

112- Altıncısı: Fesahati ve beyan kudretidir. Üstad minberleri tit­reten beliğ bir hatip idi. Allah fG.C.) O'nda lisan fesahatiyle kalem fesa­hatini bir araya getirmişti.

Lisanından açık ve anlaşılan lâfızlar akan hitabet kudreti yanında baş-kalanmn günlerce düşünüp kafa yorarak yazamayacakları hakikatları par­mak uçlarından akıtan bir yazardı da...

Bu fesahatin ailesinden gelme olduğu açıktır. Babası büyük bir ke-lâmcıydi. Dedelerinden de hatip olanlar vardı ve onlardan birisi Bağdat Camiinde hatiplik vazifesi ifa etmişti. Allah Taala'nin Kitabı'ni ezberledik­ten sonra çok tekrar etmesi ve okuması sünnet-i nebeviyyeyi ezberleme­si Takiyyuddin'deki bu beyan kudretini kuvvetlendirmiştir. Bu da O'nu be­yanı mücadelelerin çokluğu oranında büyük miktarda güzel, seçilmiş ifa­delerle takviye etti. Gücü bilendi ve O'nu hazırlanmadan, hazırlık yapma­dan irticai? konuşmaya ve delille galip gelmeye alıştırdı. O, konuşmadan, mücadeleden ve münazara yapmazdan çok önce her şeyi ezberlemişti.

113- Yedincisi : Cesaret ve onunla birlikte iki vasıf; sabır ve ta­hammül gücü : Serbest düşünebilme vasfından sonra İbn-i Teymîyye'nin asrındaki alimlerden ayrıldığı en açık vasıf cesaretidir. O'nun asrında in­sanlar alimleri devamlı okuyan, oturakların zayıflattığı adele ve mafsalla­rının onları üzerinde gevşediği kişiler olarak tanırlardı. Alîmin bütün gü­cünün düşüncesi ve kafası oiduğu görüşündeydiler. Onlar ümmetin başıy­dılar. Adeleleri ve bedenî kuvveti değildiler. Bedenî kuvveti yalnızca or­du idi. Herhalde bu düşünce onlara Hint Felsefesi ve Hindu dininden gel­mişti. Hindular milletin kuvvetini orduda düşünürlerdi ve onların inancı­na göre bunlar Brahma'nın kollarından yaratılmışlardır. İnançlarına göre Brahmanlar, yani ailemler de Brahman'ın başından yaratılmışlardır.

İbn-i Teymiyye'nin asrında müslümanların alimlerinin durumu buydu. Bunun için Tatarların atlısı ve yayasıyla toptan üzerlerine hücum ettikleri hcberi ulaşınca Mısır'a kaçan kaçana idi. İbn-i Teymîyye ise burada tek başına örnek oldu. O'na göre ilim ve askerlik birbirine zıt, ayrı şeyler de­ğildi. Alim, işler kızıştığında askerdir, tuzak kurulduğunda da siyasidir. Aksine durumlar düzelip istikrar bulunca asker de ilim adamıdır. Bu da O'nun selef-i salihin peşinden gitmesi ve düşüncesinin de onlardan nak­ledilenlere bağiılığındandır. O ilmin kapısı ve müslümanların en kudretli kadısı olan Ali b. Ebi Talib'in aynı zamanda onların süvarisi olduğunu bili­yordu. Savaşta karşısına çıkanı mutlaka yenen o idi. Alim, abid ve zahid de o idi. Kılıcından kan damlıyarak savaş meydanına çıkan da o idi.

Bu güzel örnek sebebiyledir ki, Tatarlar saldırdığı zaman siyasetçile-. idarecilerinin kaçmasından sonra İbn-i Teymiyye işlerini idare etmek üzere şehirde kaldı, münakaşa ve mücadele için Kazan'a, Tatar kumanda­ma gitti. Sonra Tatarlar çekilene kadar halkı teskin etmeye uğraştı. Bilâ­hare onlar tekrar dönüp gelince gitti ve geri çekilmekte olan Mısır ordu­sunu teşvik etti, kumandanları cesaretlendirdi ve nihayet Tatarları püs­kürtmek için Şam'a geldiler amma, neredeyse gelmiyeceklerdi. Savaş baş­layıp kıyamet koptuğunda cesurca öne atılan süvari - hoca ölüm hattın-daydı. Ölüm onu mu, o ölümü mü yenecek, bilemiyordu. Neticede tatar ka­yası parçalanıp kovularak çekilince o tek başına bir bölüğü komutasına alarak Cebel'deki Şiilere gitti ve onları itaat altına aldı. Tevbekâr olan­ların tevbesinden sonra onları horlanmışlar olarak zekât ve öşür vermek­le mükellef kıldı.

İşte bu İbn-i Teymiyye'nin meydandaki cesaretidir. O'nun cesaretidir. O'nun cesareti hayatlarını süvarilik ve kılıçla geçiren komutanlannkinden daha yüksekti. Çünkü onların cesareti savaş ve zaferden, onunki ise kal­binden ve dinindendi.

O'nun konuşma cesareti ise karşılaştığı belâların sebebiydi. Ne gü­zel belâ.. İnandığı gerçek sözü söylemiş, gevşememiş ve zayıflık duyma­mıştır. Alimler ve ulular onunla çekişmişlerse de o asla tereddüt etme­miş ve geri durmamıştır. Halkı O'nun aleyhine tahrik etmişler fakat o ken­di görüşünce hak olanı söylemekten çekinmemiştir. O'nun bütün hayatı bu yolda mücadeledir. Emirler ve Sultan da kendisine muhalif olanlar tara­fına geçince konuşma cesaretinden hiçbir şey kaybetmeksizin hepsinin belâsına tahammül etmiştir. Hayatının her bir safhası bunları anlatmakta, bu alimin şahsiyetinin kuvvetini, fikir ve delilleri gibi irade ve gayretinin de muasırlarından daha üstün olduğunu göstermektedir.

Bu cesaretiyle beraber çok sabırlıydı. İlk darbede sabreder, harekete geçmezdi. Peygamber (S.A.V.J : «Sabır ancak ilk andadır.»    buyurmuştur. O, bedeniyle, kalbiyle ve akliyle çok kuvvetli tahammül ve sabra sahipti. Beden yapısı çok sağlamdı. Gayet geniş gönüllüydü, nahoş olan bir şeye sabırsızlık göstermeden katlanırdı. Çok büyük akıl sahibiydi, delile delille karşılık verir, eğer inatçılar kulak vermezse onu delille sustururdu. Bıkıp usanmakstzın çalışmaya alışıktı. Hapsediliyor, fakat hayatının bir anını bi­le çalışmadan geçirmek istemiyor, yazıyor ve telifte bulunuyordu. Çünkü O,  bu   zamanını  nerede harcadığından hesaba  çekilecekti.  Kitaplarından mahrum edilerek kendisine haksızlık ediliyor, mürekkep, kalem ve kağıt­tan uzaklaştırılıyordu. Fakat o, kömürle yazma yolunu buluyordu. Düşün­me ve tedvin etmeyi bu baskı altında bile terketımiyordu. Kağıt ve kömür temin etmesi de mümkün olmayınca anlıyarak ve düşünerek, huşu ile Al­lah'ın  Kitab'ını okumaya  başladı. Çalışmadan  geri  kalmadı,  bilâkis  hasta iken dahi  Kur'ân okuyordu. Ve Allah  (C.C.)'ın  «(Şüphesiz takva sahipleri

Cennetlerinde aydınlıklar içindedirler; rıza gösterilen bir yerde... Kudre­tine nihayet olmayan bir Melik (her şeye hakim bulunan, Allah Taala'nın) huzurunda...» (Kamer, 54-55). kavl-i şerifine kadar geldi. Bu onun söyle­diği son söz oldu,

114- Sekizincisi: Feraset kuvveti. Hissetme gücü yanında akii kuv­veti, basiretinin nüfuzu ve idrakinin keskiniiğiyle bakışları gönüllerin de­rinliklerine ulaşır ve anlar, işlerin içyüzünü keşfederdi. Zeki birisi onun kesin olarak gördüğünü ya da duyduğunu zannederdi. Üstlendiği her bir işte O'nun gördüğünü ya da duyduğunu zannederdi. Üstlendiği her bir işte O'nun feraseti açıkça görünürdü: Tatarları ve hallerini görünce zayıfladık­larını, Şam'ı aldıkları ilk zamanlardaki gibi olmadıklarını, aksine şımardık­larını, kuvvetlerinin kaybolduğunu, fakat mazilerinin savaştıklarına korku verdiğini ve böylece onları kuvvet fazlalığıyîe değil de korku vasıtasıyla yendiklerini kendi zekâsıyle anladı. Dahî bunu anladı ve Mısır ve Şam or­dusunun kesinlikle galip olacaklarına ağır yeminler ediyordu. Emir kendi­sine «inşaallah» de deyince, bunları gerçekleşmiş görüyorum, olacak ola­rak görmüyorum dedi. Bu da O'nun feraset gücü ve basiretinin nüfuzunu gösterir.

Toplulukların islahıyla uğraşanların, vicdanlara hitap edebilmek ve şu­urların ne istediklerine ulaşabilmek için gözlerden kalblerin çarpışlarını ve yüzlerin çizgilerinden gönüllerin hareketlerini sezmelerini mümkün kı­lacak kadar feraset kuvvetine ve keskin basirete sahip olmaları gerekir. Allah Taala O'na ruhi sezgi ve kalbi duygu nasibini vermişti. Bu sebeble hitap ettiği toplulukların mutlaka dikkatini çekmiş, söyledikleriyle onların şuurlarına işlemiştir. Ancak kendi inadından başkasını duymayıp nefsine mağlup olmuş kişiler müstesna. Onların da zaten yolları kapalıdır. Eğer böylelerine hak söz ulaşamıyorsa bu onun kendindeki noksanlıktan dola­yıdır, söyleyenin eksikliğinden değildir.

115- İbn-i Teymiyye'nin vasıflarını anlatırken bize gereken gerçek­çi olup sadece beğenilenleri sayıp dökmekle kalmamak, bilâkis güzelliğin yanında diğerlerini de zikretmektir. Biz de O'nun beğenilmeyen bir vasfı var mı diye ararken, bir tanesi hariç, karakterleri arasında hiç bir şey kar­şımıza çıkmadı. O da keskin ve şiddetli söylemesi, konuşmasıdır. Bazan çok acı verir, ilâcın acısından dolayı insanlar da şifayı istemezlerdi. Bu sertliği O'nu kuvvetli delil ve tenkit ileri sürmekten uzaklaştırır, zaman zaman itham etmeye kadar götürürdü. Maliki Kadı İbnü'l-İhnaî'nin kabir ziyareti meselesindeki görüşünü kabu! etmediği ve cahillikle itham ettiği kendisine ulaşınca «O'nun dağarcığında İlim azdır.» demişti. Fakat bu sö­ze yol açan sebep söylenmeyecek kadar büyüktür. O çoğu zaman muha­liflerini bid'atçı olmakla suçlardı.

Bazan da cedel bu keskinliğe vardırırdı. Mücadelenin her çeşidi bir uharebedir ve  muharebede de söz kızışır.  İfadedeki keskinliğin  bizzat kendisi  hakikatin kıymetini eksiltir. Bunun içindir ki İmam Malik, cedel ehliyie dahi olsa mücadeleden nehyederdi. Kendilerine sünneti açıklaya­ dd   V     i     ddi ki   Her ne zaman ce

ehliyie dahi olsa mücadel             

na da: «Sünneti söyle ve sus» derdi. Ve yine derdi ki «Her ne zaman ce-delci kişiden daha cedelci bir kişi gelse o da Muhammed (S.A.V)in ge­tirdiklerinden bir şeyler eksiltir.»

Fakat münazarayı terketmek İbn-i Teymiyye'nin elinde değildi, zira as­rının alimleriyle iki yoldan hangisinin sünnet olduğunda anlaşmazlığa düş­müştü. Onlar kendilerinin takip ettiği yolun sünnet ve yaptıklarının da sünnete tabi olma (ittiba) olduğunu, söylüyorlardı. İbn-i Teymiyye de on­lara karşı aynı iddiada bulunuyordu. Bu durumda gerçeklerin yerleşmesi, iki guruptan hangisinin yolunun daha doğru ve sünnete daha yakın oldu­ğuna düşünenlerin hükmetmesi için münazara lüzumluydu. Münazarada ise tabii ki mücadele ve keskin söz beraber bulunurdu.

İbn-i Teymiyye'nin muasırları O'nun keskin sözlü olduğunda mütte­fiktirler. Daha önce de O'nun hakkındaki sözlerini naklettiğimiz Zehebi diyor ki:

«O'nu, araştırmada keskinlik ve hasımlara karşı da gönüllere düşmanlık eken Öfke kaplardı. Öyle olmasaydı mükemmellikte herkesin ittifak noktası olurdu. Bü­yükleri O'nun ilmine boyun eğerler. O'nun sahili olmayan bir deniz ve benzeri olmayan bir hazine olduğunu itiraf ederlerdi.»

Zehebi'nin söyledikleri bunlar. Bu sözler de hasımlara karşı O'nun şiddetle davrandığını tescil ediyor. Şiddetinden söz ettik. Hasımların hü­cum etmesine gelince, bunun sebebi de O'nun bildiği bir sünneti, muha­liflere ve onların içinde bulundukları durumlarına iltifat etmeksizin ilân et­mesidir. O'na göre en uygun olan, ortaya koyduğu şeye onları derece de­rece alıştırmaktı. Böylece bu şeyler onlara zor gelmezdi. Tedricilik baş­langıçta redle karşılanan bir şeyi daha sonra kabulle karşılanır hale geti­ren fîtri bir yoldur. Bu sözde —bazan— gerçek payı vardır.

Fakat Zehebî şiddetini ve onlara hücum etmesini kendine muhalefet etmelerine bağlar. Doğrusu şiddetli muhalefetle karşılaşınca İbn-i Tey­miyye'nin yaptığını O'nun asrmdakilerden hiçbiri yapmamıştır. Muhalefe­tin sebebi şiddet değildir. Bilâkis böylesi bir asırda görüşlerin kendisi ih­tilafa sebebtir. Zira insanlar bunlar sünnettir diye bir takım görüş ve fi­kirleri bir araya getirmişler ve bunlara sıkı sıkıya bağlanmışlardı. İbn-i eymiyye gelmiş, onlara sünnetin bu şeyler olmadığtnı söylüyordu. Elbet­te bu durumda bu İki düşünce çarpışacaktı. Çünkü insanlar dinî inançları­nı^ mücerred ilmi görüşlerini değiştirdikleri kadar kolay değiştirmezler. Onun söyledikleri de mücerret ilmî görüşler değil, bilâkis İslâmî akide ile alâkası olan şeylerdi. O halde ihtilaf olması tabii idi. Fakat sözdeki kes-

kinlik muhalefeti kızıştırır, küfür, fâsıklık ve âsîlik isnadı ve kötü lâkap. '    lar takmayı kolaylaştırır.  İki  taraftaki  keskinlik de işi buna vardırmışti İbn-i Teymiyye'nin hasımları ilim, kıymet ve taraftar    açısından kendisin­den aşağı oimalan hasebiyle, şiddetinden dolayı O'na yapılan  kötüleme de kıymeti, mevkisi ve şahsiyetinin önemi oranında olacaktır.

116- Azameti: Allah (C.C.) İbn-i Teymiyye'ye. karşısına geleni ür­perten, O'na büyük bir adamın huzurunda olduğunu hissettiren şahsî bir azamet heybet vermişti. İfsaatçıların, bozguncuların şiddetine rağmen hep­sinin eziyetinden Û'nu koruyan herhalde bu azameti olsa gerektir. Bizzat kendisi de şanının yüceliğinin farkındaydı. O'nun için kıt akıllı ahmak bi­ri cesaret bulup kendisine bir şey yaptığında O'nu affetmekten İmtina et­mezdi. Bazı taraftarları ezayı misliyle defetmek için kendisini korumayı is­teyince onların teklifini kabul etmemiş, yalnız gitmiş, kendisine kimse hiç bir şey yapamamıştır. Muhalifi alimler de Ö'nun azametinden hisse ka­parlardı. Bir şey yapmak istedikleri zaman O'nu geceleyin düşünüp taşı­nır, planlarlardı. Sonra O'nunla karşılaşmaktan çekindikleri için yapmazlar, şikayet ederlerdi. Sultan veya  idare elinde olan  kişi  kendilerine  katılıp O'nunla mücadele etmeleri için İsrar da etse, neticede delilinin kuvveti ve azametinden dolayı yine O'na bir şey yapamazlardı.

Suİtan karşısına çıkacağı zaman cesaretle ve kendinden emin olarak çıkardı. O'nunla bîr konuda muhatap olacağı zaman kuvvetli konuşur, sert cevap verirdi. Sultanın O'nu uymaya davet ettiği hususta kendisine kar­şı çıkmakta tereddüt etmezdi. Sultan, ancak yakınında değilken O'nun ba­şına gelenlere rıza göstermiştir. Sultan Mısır'da İbn-i Teymiyye ise Şam'­daydı, uzakta olan ise kendisine ulaşan haberlerde mazurdur. Oian olmuş, dilinden hikmetler akan, kalbinden ihlas coşan ve pariak şahsiyeti gönül­lere heybet salan bu yüce alime hareket zamanında yetişememişti. Üstad, Kazan'da Tatar Meliki ve komutaniyle buluşur. Dillerinin farklı olmasın­dan dolayı  karşı  karşıya  konuşmalarının zorluğu ve hatta imkânsızlığına rağmen istediği her şeyi söyler—aralarında tercüman aracılık etmiştir— Kazan'in bile O'nun azametini ve şahsiyetinin kuvvetini hissettiğini görü­yoruz. Han adamlarına :

«Böyle birisini hiç görmedim. Bundan daha cesaretlisine, sözü kalbime daha fazla yer edene rastlamadım. O'ndan başka kimseye de bu kadar boyun eğdiğimi görmedim» demiştir.

117- Heybet-i şahsiyye (şahsi azamet): Allah (C.C.) Subhanehu'-nun yarattıklarının bazılarına lütfettiği bir İlahi vergidir. Böylece o insan­da ruhi ve şahsi bir kuvvet oluşur ki, bundan da dinleyicilerinin gönülle­rine te'sir kuvveti hasıl olur. Sözünde bir şiddet, bakışlarında kalbe nü­fuz etme özelliği vardır. Kişi, galip bir Sultan bulunmadan vg zorlayıcı, bağlayıcı maddi bir kuvvet olmadan,  bilâkis içinden gelen bir bağlayıcı-. |    o'nun huzurunda hürriyetini  kaybeder. Allah  (C.C.) İbn-i  Teymiyye-bu  ruhî  kuvveti vermişti. Zikrettiğimiz sıfatları ve  açıkladığımız  kud-y ti  bunun sebeplerindendl. Fakat  bu sıfatlar O'na  has değildi,  elbette Thî bir lütuf, rabbani bir bağıştı. İnsanların düşüncelerini yönlendiren fi­kir kumandanları Allah'ın kendilerine bu vergiyi verdiği kişilerden çıkar. Bu ilâhî vergi sayesinde insanlar kumandanın korkusuna itaat ederek, tu­tularak,  şahsının  azametinin dehşetine  kapılarak yürürler.  Onunla  bera­ber gönülleriyle ölümlere giderler. Allah'ın (C.C.) yarattıklarında bu gibi işleri vardır. [57]

 

İlim Tahsil Ettiği Hocalar

 

118- İbn-i Teymîyye, zamanında İmamı Malik ve Ebu Hanife devir-lerindeki gibi ilim sadece şifahî olarak öğrenilmekle kalmıyor, aynı za­manda ilimlerin tedvin devrindeki gibi iki metodia öğreniliyordu.

a) Öğrenciyi yönlendiren ve ona ilim anlatan hocalardan. Böylece bu hocalardan ders alan öğrenci, onlardan icazet alıyordu.

b) Öğrenci, kitaplardan okuyor, onları inceliyor ve derinliğine araş­tırıyordu. Böylece_talebe hocasından öğrendikleri ile kitaplardan elde ede­bildiği bilgilerin tamamının üzerine ilminin temelini kuruyor, onlardan hü­küm çıkarıyor ve bu bilgilerine başka bilgiler ekliyor. Bazen inceleme yap­tığında, ilk malzemesi, üzerine kurutan düşüncesi, başka bir düşünce şek­line dönüyordu.

ibn-i Teymiyye için, hayatının başlangıcında en mükemmel bir medre­se kurulmuştu. Onu ilme yönlendiren babası idi. Babası, Dımaşk'de el-Mes-cid el-Cami kürsüsünde ders veren büyük bir alimdi.

Dımaşkın bazı medreselerinde ona ders veren hadis hocaları vardı. O, ilim merkezinde yetişti. Devamlı kendisiyle ilgilenen bir rehber buldu. O, rehber insanlar içinde ona karşı en fazla merhametli ve şefkatli dav­ranan babasıydı. İbn-i Teymiyye, babasının ölümüne kadar 21 yaşma gi­rinceye dek babasından ayrılmadı.

Çok kuvvetli bir yakınlık bağı ile fikir ve ruh bağını birleştiren bu devam esnasında İbn-i Teymiyye alimlerle görüşüyor, Dımaşk hocalarının her birinden şöhret kazandığı ilimlerin özünü ahyördu.el-Ukudü'd-Dürriyye-adli   eserde İbn-i Teymiyye'nin tahsili hakkında şöyle deniliyor:

«Kendisinden ilim öğrendiği hocaları, ikiyüzden fazladır. O, Ahmed b. Han-bel'in Müsned'ini defalarca, Kütübü Sitte'yi ve cüzleri hocalarından dinleyerek okudu. Bu metodia öğrendiği hadis kitapları arasında Taberânî'nin Mucemini de sayabiliriz.»

O, asrında bilinen hadis kitaplarını da hadiscilerden dinleyerek öğ­rendi.

Yine aynı kitapta denildiğine göre:

«O, âli senedle sahih olarak rivayet edilen pek çok kitabı, birçok hocadan dinlemiştir. Ahmed b. Hanbelin Müsned'i, Sahihi Buhârî'yi, Müslimi, Tirmizinin Cami'i, Süneni Ebû Davud'u, Nesâî, İbni Mace'nin sünenleri gibi sünnetin ana kasnakları sayılan kitapları pek çok defa hocalardan dinleyerek Öğrenmiştir. Hadis ilminde ilk ezberlediği kitap, el-Humeydi'nin, el-Cem1 Beyne's-Sahiheyn isimli eseridir.

O, bizatihi pek çok kimseden semâ ve kıraat yoluyla hadis Öğrenmiştir. Ha-dİs dinleyip ilim öğrendiği hocaları ikiyüzden fazladır.»

119- İbn-i Teymiyye, yalnız dinleme yoluyla elde edilebilecek ilim­leri, hocalardan öğrenmiştir. Bu ilim de hadis ilmidir. O, rivayetini, ken­disinden ders aldığı hocaya isnad etmek için bu ilmi, sema yoluyla öğ­renmiştir. Bundan önce de öncelikle öğrenilmesi gereken ilimleri de her branşta ihtisas yapmış ve derinleşmiş hocalardan öğrendi. Arapça, man­tık, tefsir, Hanbeli fıkhı gibi ilimlerin her birini, sahanın mütehassısların­dan öğrendi.

Bununla birlikte ilim meclislerine ve toplantı yerlerine gelir, alimlerin ilmi müsabaka ve tartışmalarını, ediplerin birbirlerine cevaplarını, keskin fikirli kimselerin verdikleri konferansları, büyük camiler ve medreseler­de dinlerdi.

Bunlar halka açık, meclislerde ye büyük toplantı yerlerinde öğrendiği şeylerdir. Özel toplantı yerlerine gelince, babasının ilmî derecesi, fakihler arasındaki mevkii ve hadis hocalarının başkanı olmasından dolayı babası­nın evi özel ilmî toplantı yeri idi. İbn-i Teymiyye üstün zekasıyla ve taze dinamik bir kalple burada en ince nazarî meseleleri ve ilmî gerçekleri dinler, bu konulan araştırır, zayıflarını kuvvetlileriyle karşılaştırırdı. Din­lediklerini tekrarlar ve kusurlu görüşleri ayıklardı.

Bundan dolayı o, Şam'da bulunan veya heyetler halinde oraya gelen yahutta oradan geçen alimlerden istifade ediyor, o âlimlerin meclislerine dinleyici olarak katılıyordu. Özellikle hadislere uygun ve aklın kabul et­tiği ilmî meseleleri seçerek öğreniyordu.

120- Nihayet İbn-i Teymiyye ilimleri tahsil edip kendisi için bir bi­rikim oluşunca, bizzat ilim talebinde bulundu ve daha önce karşılaşma­dığı hocalardan, memleketleri ve düşünce açılan farklı alimlerden ders aldı. Bunlardan sonra bizzat kendisi kitapları incelemeye, ilimde derinle­şerek daha önceki alimlerin ilimlerini öğrenmeye başladı. Sünnet bilgisin­den sonra tefsirin dağınık bilgilerini toplamaya başladı. Tefsirle ilgili sün­net bilgileri ışığında Kur'ân'ı incelemeye başladı. Bu hususta yalnız, doğ­ru anlayışına göre sahih bildiği bilgileri kabul ediyordu. Selefin kabul et­tiği görüşlere sarılan müfessirlerin sözlerini toplamaya önem veriyordu. El-Kevakıbü'd-Dürriye'de bu durum şöyle anlatılmaktadır:

«Kitaplarında senedleri zikreden selef müfesshierinin sözleri ve tefsire dair topladığı bilgiler, îbn-i Teymiyye'nin bu sahadaki çalışmasını teşkil eder. Bu konuyla ilgili malzemesi, otuz ciltten daha fazladır. Onun derlemiş ve toplamış olduğu bu bilgilerin bir kısmını talebeleri temize çekmişler, çoğunu ise yazma­mışlardır. Tamamı yazılsaydı 50 cilt kadar olurdu. Kendisi bu konuda şöyle di­yor: Bazen bir âyet üzerinde yüz tefsir kitabım İncelerdim. Sonra âyetin mana­sını anlamak için Allah (cc)'den yardım diler ve:

- Ey ibrahim'e öğreten, bana da öğret  derdim.

Terkedilmiş bir cami v.s.ye gider yüzümü toprağa sürer ve:

— Ey İbrahim'in hocası bana da Öğret derdim».

Bu sözü, iki şeyi gösteriyor: Birincisi; hocalarından sünneti sema yo­luyla aldıktan sonra —ve İlk asırlardan itibaren müslüman çocuklarının terbiyesinde gelenek haline geldiği gibi o da küçüklüğünde Kur'ân'ı ezber­ledikten sonra— Kur'ân'ı ve mânâsını sırlarını, maksat ve gayelerini öğ­renmek içîn bu sahada araştırma yapmaya yöneldi.

İkincisi; o,K ur'ân'ın mânâsını anlamak uğrunda bulabildiği bütün tef­sir kitaplarını okumuştur. Bu sebeple tefsir timini, en büyük tefsir hoca­larından okumuş, tefsircilerin yazıp sonrakilere bıraktıkları eserlerinden öğrenmiştir.

Sünneti, semâ yoluyla hocadan öğrenmesi sebebiyle sadece seîefî tefsirin onun hoşuna gittiği anlaşılmaktadır. Bu yüzden o daha sonra ta­lebeleri tarafından büyük bîr kısmı temize çekilmeyen ve az bir kısmı te­mize çekilen selef tefsirlerini büyük ciltler halinde toplamıştı. Bütün bun­lar sana, İbn-i Teymiyye'nin dirayet tefsirini de okuyarak öğrendiğine dair bir fikir verecektir.

121- O sadece sünnet "ve tefsir ilimleriyle yetinmedi. Bilâkis fıkıh da öğrendi. Yine, babasından öğrendiği Hanbeli fıkhıyla da yetinmedi. Ak­sine her İslâmî mezhebin görüşlerini bu mezheplerin fıkıh kitaplarından

incelemeye başladı.                                          .

İbn-i Teymiyye Muvaffakuddin İbni Kudame'nîn; Ömer b. el-Hüseyîn b. Abdullah el-Hİrâkî'nin Muhtasar'tna yazdığı el-Muğni ismindeki şerhini de okumuştur. Bu kitap dört mezhebi mukayeseli olarak İncelemekte olup

Şam'da son derece meşhurdu.

Hatta bu büyük kitapta, tabiin ve sahabî fakihlerin görüşleri de yer al­maktadır. Ayrıca her imamın bu görüşlerden aldığı fıkıh konulan vardır. Öyle ise selef fıkhını öğrenmek isteyen ve bu fıkha aşık olan Takiyüddin b. Teymiyye'de bu metoddan mutlak surette etkilenmiştir. Sonra o. bu me­todu geliştirmiş, ona ilavelerde bulunmuş ve selef fıkhından bağımsız bir fıkhî mezheb kurmuştur. Çünkü Hanbeli mezhebi, haddi zatında sahabe ve tabiin sözlerine en fazla önem veren bir mezhebdir.

Bu kıymetli kitab, İbn-İ Teymiyye'yi, bütün İslâm fıkhını ilk kaynaklarından öğrenmeye şevketim iştir. O da bu yönlendirmeyi kabul etmiş ve böylece hiç bir mezhebe bağlı kalmadan İslâm fıkhını incelemiştir. Ondan önce mezheblerin fıkhı, delilleriyle birlikte yazılmış yeterli şekilde açık­lanmış, ve doğru bir tenkid süzgecinden geçirilmişti. Hanefi mezhebinden Tahavî'nin (321 h.) mukayeseli kitaplarını, el Hassaf'ın, el-Hasirî'nin ve es-Serahsî'nin kitaplarını, Şafiî mezhebinde el-Ümm, Müzeni'nin Muhtasar'), Şirâzî'nİn el-Mühezzebi, Nebevî'nin el-Mecmû'u ve Gazaiî'nin. el-Veciz'ini okumuştur. Maliki mezhebi ile ilgili, büyük İbni Rüşd ile onun torunu îbni Rüşdün ve diğerlerinin kitaplarını okumuştur. Bu ve benzeri kitaplarda fı­kıh delilleriyle birlikte açıkça ele alınmıştır. Bu kitaplarda sahabenin ve tabilerin görüşlerine dayanan fıkhı meseleler vardır. İbn-i Teymiyye bu fıkıh bilgisini, hadis İlimlerinden öğrendiği bilgilere eklemiştir.

Sonra usûl hakkında yazılmış oian kitapları okumuştur. Bu kitaplar, hüküm çıkarma metodunu ve istidlal usulünü genişçe inceleyen metodik eserlerdir. Sonra İbn-i Teymîyye'nîn aşırı ve mutedil şiilerle tartışması, onu Şiilerin kaynaklarından faydalanmaya sürükledi. İbn-i Teymiyye'nin söz veya işaretle birlikte yapılan boşanma hakkındaki fetvası ve bu boşanma­nın hükümsüz veya bir talak sayılması Şiilerin bu konudaki görüşlerinden-dir. Şüphesiz o, onların kitaplarını okumuştur. Gulat-ı şiâ ile ilgili görü­şü, onların faydalı görüşlerini kabul etmesine ve etraflı araştırma yapma­sına engel olmamıştır.

Sonra ilim deryası, İbni Hazm'm eî-Muhallasmr, ahkam usulüyle ilgili el-İhkam'ım okumuştur. O, «et-Ukûd» ismindeki eserinde yapılan akidler-de mubah olmanın ve akidlerin geçerli olmasının asi olduğu veyahut akid-de, onu yapan kimselerin sözleri geçerli değildir. Ancak sâri (Yüce Allah) tarafından akdin geçerli olduğuna dair bir delil bulunduğu zaman o geçerli olur. Görüşüne aykırı olan bir görüş zikredilmiştir. İkinci görüşön bayrak­tarlığını, İbn Hazm yapmıştır. İbn-i Teymiyye bu görüşü, delilleriyle birlik­te zikretmiş ve bu görüşü reddetmiştir.

el-Muhalfa ve el-lhkâm fi Usulil-ahkâmda sahabe ve tabiilerin görüş­leri açıkça zikredilmiştir. Herhalde İbn Hazm'm meşhur hiddetinden bir par­ça (köz), kendi kitaplarını okuyan İbn-İ Teymîyye'ye de sıçramış ve o, İbn Hazm'm düşüncelerinden onun kitaplarını okumak suretiyle son derece et­kilenmiştir.

122- İbn-i Teymiyye, fakihlerin sözleri, dayanakları ve kitap, sün­net, sahabe kavillerinden istişhât ettikleri delillerinden oluşan zengin ilim kaynağından okumuş, bunları incelemiş, araştırmış ve üstün aklı, doğru düşüncesiyle bunların münakaşasını yapmıştır. Mukayeseli fıkıh kitapla­rında, bizzat delillerin münakaşası ve bu deliller arasında mukayese yapıl­mıştır. İbn-i Teymiyye bu kitapları, icatçı, keşifçi ve araştırıcı zekâsıyla in­celemiş, uygun gördüğüne muvafakat etmiş, uygun    görmediği görüşlere de muhalefet etmiştir. Bazen de İbn-i Teymiyye o görüşlerin tamamına mu­halefet ediyor, herhangi bir alim daha önce söylememiş olsa da araştır­ması neticesinde ortaya çıkan delile göre bazı sonuçlara varıyordu. Bu ko­nuda ei-Kevakibü'd-Dürriye yazarı şöyle demektedir:

«îbn-i Teymiyye, sahabe ve tabiin  görüşlerini çok iyi biliyordu. Bir mesele hakkında  fikir beyan ettiğinde dört mezhebin görüşlerini zikretmediği  mesele.

Ier azdır.

O, bazı belli meselelerde dört mezhebe muhalefet etmiş, bu meselelerle ilgili

kitab ve sünnetten delillerini zikrederek eserler meydana getirmiştir.»

123- Daha önce de söylediğimiz gibi o, Arap lisanını hocalarından öğrenmiş ama sadece şifahî olarak hocalarından aldığı bilgilerle yetinme­miş bilâkis kendisi bizzat araştırma, inceleme ve karşılaştırma yapmaya başlamış ve sanki arapçanm otoriter âlimi olmak için araştırmalar yap­mıştır. Hatta o, delillerini dayanaklarını ve üzerine kuruldukları direklerin temelini öğrenmek İçin nahivcilerin kendisine öğrettiği kaidelerle yetin­memiş bu kaidelerin asıllarını araştırmıştır.

Sibeveyh'in kitabını incelemiş, onu ve usulünü anladıktan sonra bu kaideleri tenkîd ederek Sibevevh'e hücum etmiştir. Bu konuda en büyük nahiv hocalarından biri olan Ebu Hayyan en-Nahvî, onun bu tenkidlerinî cevaplandırmıştır.

Ebû Hayyân, onun bu hücumuna sinirlenmi$tir. Ama onun bu sinirlen­mesi, İbn-i Teymiyye'yi beğenmesiyle sona etmiştir. İbn-i Teymiyye hak­kında şöyle demiştir:

«Gözlerim onun gibisini görmedi.»

124- İbn-i Teymiyye, bu ilimlerle yetinmez. Usulüddîni de öğrenir. Akaid ilmini hocalarından öğrenir. Sonra yalnız başına kitapları okumak­la meşgul olur, bu konuda araştırmalar yapar. Ebü'l-Hasan el-Eş'âri'nin; eİ-İbâne ve Makâlatü't-İslâmîyyîn kitaplarını okur. Gazzâlî'nin, felsefe ve ke­lam ilmini veya felsefe, sahih hadisler, Kur'ân'ı Kerim ve selef âlimleri­nin yol ve metodlarıni bir arada işleyen kitaplarını okur. Bunları Gazal­den öğrenir. Kelam ilmi ve başka sahalardaki farklı gurupların görüşleri ile ilgili kitapları okur. Çehmiyye'nin kulun iradesi ve Allah'ın dilemesi ile iîgüi görüşlerini öğrenir. İmâm el-Eş'ârî'nin bu konudaki görüşlerini öğ­renir.

İkisi arasında fark olmadığı veya çok az bir fark olduğu neticesine va-nr. Alimlerin yüce Allah'ın kelam sıfatı İle ilgili görüşlerini ve Kur'ân'da zikredilen müşkül vasıflar konusundaki görüşlerini öğrenir. Çünkü o bu kitapları okurken onları inceliyor ve araştırıyor. Konuyla ilgili bulunan hiç bir görüşü bırakmıyor, hepsini inceliyordu

125- İbn-i Teymiyye Yıın yaşadığı asırda, her fsfâm âlimi bîr miktar felsefe okumak mecburiyetinde olduğuna inanıyordu. Böylece mantık il­mîni filozofların kelam ilmi ve kâinat hakkındaki görüşlerini öğreniyordu. İbn-i Teymiyye bu sahada İbni Rüşd, Farabi ve fbni Sina gibi müslüman fi-îozoflarm ulaştıkları neticeleri öğrenmiştir. Bu konudaki bilgileri,, onun ce-del ve münakaşalarından, onunla ilgili haberlerden ve davranışlarından, açıkça anlaşılmaktadır. İmam Suyûtî onu şöyle anlatır:

«Usul İlimlerinde ve bu ilimle ilgili mantık, hikmet ve felsefede, önceki âlim­lerin görüşlerinde, aynı fikirleri savunanlarla ilgili ilimlerde emsallerini geçersen, bununla birlikte kitab sünnet ve selefin metodlanna yapişsan akılla nakli bir­leştirip telif etsen, bu konuda îbn-i Teymiyye'nin derecesine ulaşacağım zan­netmiyorum. Vallahi onun derecesine yaklaşamazsin bile. Buna rağmen, îbn.t Teymiyye'nin nasıl tenktd edildiğini, kendisinden nasıl kaçınıldığını, sapıklık ve küfürle itham edildiğini bilirsin.»

Bir nasihat şeklinde söylenen bu tarihi haber, Fbn-I Teymîyye'nin filo­zof ve hükemanın görüşlerini nasıl okuduğunu açıklayan bir belgedir. Her ne kadar bu ilimleri okuması, onun aleyhinde bir delil sayılmış, ona küfür İsnad edilmiş ve âlimlerden ayrıldığı söylenmişse de...

Onun filozoflardan ne kadar etkilendiğini bizzat kendi kitaplarında görmekde zorluk çekmiyoruz. «Arşü'r-Rahmân» adlı kitabında felsefecile­rin felek (gökyüzü) hakkında söylediklerini söylemesi, İbn-i Teymiyye'nin onların ilimlerini tam olarak bildiğini gösterir.

Yine İbn-î Teymiyye'nin «İhvânu Safa» risalelerini okuduğu da bir ger­çektir. Onun, Nusayrîleri reddederken bu risaleleri şöylece tenkid ettiğini görüyoruz:

«Gerçekte onlar (Nusayrîîer) hiçbir peygamber ve resule ve Alfah (C. C.) tarafından indirilmiş hiçbir kitaba inanmazlar. Onları İhvân-ı  Safa ri­saleleri yazarlarının yaptıkları gibi bazen  sözlerini  ilahiyatçı değil, tabi-atçı filozofların görüşlerine dayandırırlar. Bazen de sözlerini bir felsefe­cinin sözüne ve ateşe tapan mecusîlerin maksatlarına dayandırırlar. Küfr ve rafiziliği de bu inançlarına ilâve ederler. Onlar, bu sözlerini isbat et­mek için ya bir söz uyduruyorlar ya da Aristo taraftarlarından filozof gö­rünen kimselerin sözlerine uyması için sözü asıl maksadından saptırıyor­lar. Veya Resûlullah [s.a.vj'dan sabit bir sözü zikredip onu asıf maksa­dından saptırıyorlar. «İhvân-ı Safa  » yazarları ve onlara benzeyen diğer* önderlerinin yaptıkları gibi...»

Bu da İbn-i Teymiyye'nin felsefe kitaplarını okuyup incelediğini göste­rir. Hattâ İbni Rüşd'ün «Faslü'l-Mekal'i» gibi felsefe ile şeriatın arasım birleştiren kitapları bile okumuştur.

126- İşte böylece mübalağa etmeden fbn-i Teymiyye'nin, fslâmî ki­tapları  ve  asrında bilinen  felsefe kitaplarını okuduğunu  Ifâbul  edebiliriz,,

Onun, bu kitaplarla yetinmemiş olduğunu, aksine derin bir araştırma ile Hıristiyan inançlarının geçirdiği aşamaları ve htristiyanhk kitaplarını da okuduğu açıkça anlaşılıyor. Bu hususa onun «el-Cevabü's-Sahih Fimen Bed-dele Dine'l-Mesİh» adlı kitabından daha çok delalet eden bir şey yoktur. O onların mezheblerini, akidelerinin aşamalarını iyi bilen bir kimse gibi onların görüşlerini reddetmiştir. İbn-i Teymiyye gibi bir âlimin bilmeden böyle bir şeye hükmetmesi mümkün değildir.

Hülâsa İbn-i Teymiyye, İslâmı müdafaa için her savaş meydanına ken­dini hazırlamıştı. İslâm'a hücum etme tasavvurunda bulunan kimselere kar­şı saldırıya geçeceği 'Silahları da hazırlamıştı. Bu silahları, hücum edenle­rin üzerinde bulunduğu fikir ve inançlarına dair bilgilerinden ibaretti.

127- Yukarıdaki bilgilerden İbn-i Teymiyye'nin öncelikle hocaların­dan öğrendiği İlimden daha çok ilim, kitaplardan öğrenmiştir. Oünkü hoca­ları onun hayatının başlangıcında onu yönlendirdiler ve ona ilim öğretti­ler.

İbn-i Teymiyye, hadisi ve isnadını tam olarak ve semâ yoluyla öğren­mek İçin, hocalardan hadis dinlemiş yani içinde İrâb ve kelime hataları bulunan kitaplardan okuyarak hadisleri hatalı olarak öğrenmekle yetinme-

miştir.

Diğer ilimlere gelince; İbn-i Teymiyye bizzat o ilimlere yoneld. Onun bu husustaki durumu, fikir düşünce ve görüşlerinde müstak.i olan her âli­min durumu gibidir. Hocalardan her konuda biraz okuyordu. Sonra o ilmin çoğunda kendine, özel araştırmasına ve incelemesine güveniyordu. Böyle­ce kendi şahsiyetini oluşturuyor, kalp ve fikrini yönlendiriyordu. Bunun .çın biz diyoruz ki; İbn-i Teymiyye'nin devrinde yaşayıp karşılaştığı ve şıranı olarak ilim öğrendiği âlimler, geçmiş as.rlarda karşılaştığı âlimlerden da­ha az sayıdadırlar.                                                                    

Eğer olaylar bize yard.m etseydi hayatının bütün devrelerinde ne oku­duğunu açıklamaya uğraşırdık. Böylece okuyucu da onun kelam fıkıh, na-dis ve tefsir ile ilgili dini ilimleri okuduğu devri öğrenmiş olurdu, bonra tenkitçi bir inceleme ile Arapça ile ilgili ilimleri okuduğu devreyi, sonra felsefe, hikmet ve antoloji ile ilgili devreyi öğrenmiş olurdu. Ama tarın ilmi bize bu konuda yardım etmiyor. Biz İbn-i Teymiyye bu ilimlerin hep­sini okudu demekle yetinellm. Fakat bu ilimleri hangi tarihte okuduğunu bilmememiz bizim için bir kusur sayılmaz. [58]

 

İbn-i Teymiyye'nin İlme Yönelmesi

 

128- Bazen  ilim talebesini yönlendirecek, ona  güze! bir bilgi   ile besleyen ilmi  bir medrese hazırlanabilir. Onun öğrendiği bilgilen  kabul eden ve onları geliştiren kabiliyet ve imkânlar hazırlanabilir. Fakat mad­dî hayat veya makam hırsı veya hükümdarlık arzusu onun bu imkânı kul­lanmasına engel olur. Böylece o büyük bir âlim olamaz. Çünkü hayat, ma­kam ve başkanlık meşguliyetleri kişinin dinamizminden bir kısmını, kabi­liyetlerinin hepsini alır veya ilmi o kişinin yanında kinci dereceye indirir. Bunc'r.n dolayı biz diyoruz ki; bir âlim, sadece kabliyyeti, tahsili ve zekâsı sebebiyle âlimler sınıfından sayılmaz. Bununla birlikte onun tamamen İl­me yönelmesi gerekir. İste İbn-İ Teymiyye böyledir. O, bütün benliğiyle araştırmaya yönelmiştir. İlim öğrenmek, ve elde ettiği İslâmî gerçekler, onun yegâne hedefi idi.

Bundan dolayı o, alışveriş, muamele, ticaret, ortaklık, ziraat ortaklığı, bina yapımı gibi hiç bir hususta insanlara karışmamıştı. Hiç bir vakfa ne­zaret etmemiş, hiç bir malla uğraşmamıştır. O, ne dinar, ne dirhem, ne mal, ne de yiyecek biriktirmemiştir. Hayatı boyunca onun bütün malı ve öldükten sonraki bütün mirası, Peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed (s.a.v.)'in: «Alimler peygamberlerin varisleridir,» sözüne uyarak - ilimden ibaret olmuştur. Çünkü- peygamberler, dinar ve dirhem değil, ilim miras bırakırlar. Kim, ilim öğrenirse o büyük bir pay almış demektir.

129- İbn-i Teymiyye'nin kılıç taşımak ve müminleri cihada teşvik etmek, haricinde ilim mabedini terkettiği bilinmemektedir. Çünkü âlim, ilim için herşeyden vazgeçmeyi caiz gördüğü zaman, Allah ona ve ehline helal yolla devam edecek bir rızık veya yanında biriktirebiieceği yeterli bir mal ihsan ettiği müddetçe onun, kılıcıyla, kalemiyle ve diliyle hak yo­lunda cihaddan vazgeçmesi caiz değildir.

Suriyede kılıç kınından sıyrılıp çıkınca, oranın büyükleri Şam'ı terket-tiler. Şam'ı koruyacak düzenli bir ordu da yoktu.

Bu durum, harbi özel savaş askerlerine bırakılan farzi kifaye değil, Ibn-i Teymiyye ve benzerlerine farzı ayn haline getirdi. O, mutlaka harb etmeliydi. O, dümeni ele almalıydı. Çünkü yangın çıktığında yakınında bu­lunan herkes onu söndürmeye çalışmalıdır. Yani onlar, özel itfaiye erleri olmadıkları halde yangını kendi haline terketmezlerdi. Bilâkis yangının ya­yılmaması için gayret sarfederlerdi.

Onun bu durumda savaş sahnesine çıkması, muhafızlara büyük bir destek oldu. Çünkü O, muhafızların ancak yönlendirme ve yol gösterme ile muzaffer olabileceklerini gördü ve böylece komutayı ele aldı. Muhafız­lar da onun nurundan ve imanından faydalanmak ve kahramanlığından des­tek alarak düşmanla karşılaşmak için İbn-i Teymiyye'nin orduda bulunma­sını istiyorlardı.

O'nun mücâhid olarak kılıç kuşanması, savaşı kendisine sanat ederek ilimden ayrılması gayesiyle değildi. Aksine öğrendiklerini tatbik, ilmi amel ile takviye etmek içindi. Çünkü O, okuduğu ve öğrendiği bilgiler arasında sahabe âlimlerinin kahraman mücahidler olduğunu görmüştü. O, onla­rın izlerini ve yollarını takib ediyordu. İlim ve amel bütünlüğünü sağlamak, esenlik ve sıkıntıda sahabeye uymak üzere meydana atıldı.

130- İbn-i Teymiyye tekrar ilim tahsil etmeye dönmeden önce şart­ların kendisine iki şeyi gerekli kıldığını gördü.

Birincisi; haçlıların saldırılarından sonra Kıbrıs ve başka yerlerde nö­bet tutmakta olan hıristiyanlardan İslâm hakikatlerine hücum edenleri gö­zetlemek için hazır vaziyette durması,

İkincisi; Kendi elbisesini çıkarıp İslâm elbisesini giyerek kılıf değişti­ren farklı mezheblere mensub olan kimseleri gözetlemeye durması. Çün­kü bunlar, gizliden gizliye İslama karşı, tuzak ve plan hazırlıyorlardı.

Bu iki husus, İbn-i Teymiyye'yı, sözkonusu iki fırkaya karşı beyan kı­lıcını kınından çıkarmaya mecbur etti. Bu da okuma ve bilgili olmayı ve uzun bir müddet derinlemesine araştırmaya yönelmesini gerekli kıldı. Böy­lece o, Hıristiyanlığı, guruplarını, fırkalarını  ve onların İncilleri aslından nasıl tahrif ettiklerini öğrendi ve onları cevap vermekten aciz bırakacak meşhur reddiyesini hazırladı. O, sapık İslâm fırkalarının mezheplerini ve metodlanni üzerlerine kurdukları felsefi prensipleri öğrendi. Veya bu mez* heblerin kesinlikle sapık olduğunu    Öğrenmek için felsefî    prensiplerden faydalanmak istedi. Bütün bunları inceledi, sonra söz düellosu için mey­dana atıldı. Söz düellosu onun gücünü keskinleştirdi ve ortaya koyduğu hükümlerin geçerliliğine olan İnancını artırdı. Çünkü söz düellosu, müna-zaracınin düşünce yolunu aydınlatır. Eğer münazaracı düşünce sükuneti içinde bulunur ve kendi nefsiyle başbaşa kalmış olursa münazara ile bu­labileceği gerçeklen elde edemez. Çünkü birbiriyle çarpışan fikirlerin te­siriyle aralarında parlak bir şimşek çakar ve hakikat, ortaya çıkar.

131- Niçin ibn-i Teymiyye; asrında içte ve dıştaki fikirleriyle îslâ-mî müdâfaa cihadına katıldı? Niçin O, yalnız başına bu yükün altına girdi ve hayatını cihad ve sabırdan oluşan bir zincir haline getirdi?

Bunun cevabı, cihadın farzı kifaye olmasıdır. Farzı, kifayelerdeki farz olma oranı, kabiliyyet ve kuvvetlere dayanır.

Bir kimsenin farzı kifaye ile ilgili bir hususta kabiliyyeti varsa o kişi­ye onu yapmak şiddetle vacib olur. O kişiden o işi yapmasını istemek da­ha gerekli olur. Mesela salgın hastalıklarla mücadele ve hastaları teda­vi etmek farzı kifayedlr ve gerekli bir iştir. Ama bu işleri doktorların yap­ması, daha lüzumludur. Onların bu işi mutlak suretle yapmaları gerekir. Onlar, bu görevlerini yaparken, başkalarının onlara ihtiyaç duydukları şey­leri, bol bol temin etmeleri gerekir.

İbn-i îeymiyye'de asnndaki diğer âlimlerin hiç birinde bulunmayan Ü-j*U anlayış ve kabiliyetler vardı. Onun talebeleri veya ondan istifade eden-§r hariç, âlimlerin hepsi veya çoğunluğu taklide ve bazı imamlara tabi ol­maya yönelmişlerdi. Fıkıh okuyorlardı, fakat bîr mezhebin fıkhından dışarı akmıyorlardı ve o mezhebe körükörüne bağlanıyorlardı. Biraz felsefî ilim­ci öğreniyorlarsa da bu ancak Eş'ârî'nin kabul ettiği gibi akaid Öğren-J^eye yardımcı olacak kadar olurdu. İşte onların durumu böyle idi. Onlar, I 'm tahsil ediyorlardı. Fakat herhangi bir tasarrufta bulunmuyorlardı. İlim­ci tek bir pencereden teneffüs ediyorlar, düşünce havasını değiştirmek ^in diğer pencereleri açmıyorlardı. Bu yolları takib edenler diyalektikte $la gfllib olamaz veya fikir savaşında zafer elde edemezler.

Fakat îbn-î Teymiyye'ye gelince, o araştırma ufkunu genişletti. Butun pencereleri açtı. Düşünce açısını geliştiren bilgiler her taraftan ona geldi. Böylece fikrî cihadda İbn-i Teymiyye, İslâmin ümit duyduğu kahramanı oldu. Allah onu o asırda İslâmın  kalkanı  olsun, Allah'ın dinini  inkâr edenlerden ve İslama hücum edip onu yok etmek isteyen, fitne çıkarmaya çalışanların saldırılarından korusun diye göndermişti. İslâm alemi içinde bu fitnecilerin sözlerini dinleyenler çoktu.

Bu durum, bu büyük zatın yalnız başına ilme yönelmesinin başka bir sebebi olmuştur ve her gözetleme yerinde İslama hücum  edenleri durdurmak için üzerine aldığı dini görevini bulmasına da vesile olmuştur.

132- İbn-i Teymiyye serbest araştırmalarıyla, hadis ve Hz. Peygam-L^re inen şekliyle şeriatın hakikatlarma ulaştı. Asırların geçmesiyle, onun toynaklarından su almayan fikirlerin donmasıyla şeriatı örten perdeleri or-k dan kaldırmak İçin yaptığı çalışmalarda müslüman âlimlerin muhalefeti-rA aşırı veya bidatçi olmayan ılımlı fırkalara hedef oldu. Sonra tasavvuf­la 'ların muhalefetine hedef oldu. Büyük fıskiye şu üç yönden ona su fış-V

a) Matürîdi ve Eş'ârî taraftarları tarafından.

b) Her ne kadar kalplerinde ve niyyetlerinde İslâmı yıkmak için bir 's olmasa da gözbağcılık eden mutasavvıflar tarafından.

c) Sonra hiç bir bilgileri olmayan ve İbn-i Teymiyye'nln'fıkhî görüş­le kendilerine karşı çıktığı fakihler tarafından.

Bütün bu fırkalar, bazen dostlukla, çoğu zaman da düşmanlıkta çeki­ni birbirine muhalif guruplardı. İbn-i Teymiyye, bu gurupların hepsi ile v| 'nazara etti. Kalabalık meclislerde sözlü olarak ve üstün delillerle tak-n»e ettiği mektuplarını kendilerine göndererek onlarla mücadele ve münazara etti.

Bu münazara üç aşamada gerçekleşti: Birinci devre : İbn-i Teymiyye akidesini, Hamevİyye'de açıkça ilân et-zaman, Eş'ârî'lerle yaptığı kavgadır. Eş'ârî'ler, hapsetmek ve bağla­mak suretiyle onun hesaba çekilmesine çalışarak hükümet kuvvetlerini onun üzerine gönderdiler. O'nu yakaladılar ve 18 ay kadar hapsettiler. O, hapisten çıktıktan sonra, onlara karşı kelam ilmiyle harb açtı. Akidesinin selef-i saühinin akidesi olduğunu herkese delilleriyle isbat etti. Bu konu­daki görüşünü yeterli bir şekilde açıkladı. Görüşlerini anlatırken Kelamla ilgili kısmında bu konudaki görüşlerini de arzedeceğiz. Nihayet ortalık ya­tıştı.

İkinci devre de: İbnü'l-Arabî, İbnü'l-Fariz, İbnü's-Seb'in ve diğer mutasavvıfların el-İttihad es-Sofî mezhebi hakkındaki görüşünü ilân eder­ken gelip çattı. İbn-i Teymiyye, İslâmla yakın uzak herhangi bir ilişkisi olmayan ve kabul edildiğinde İslâmı bozan, karışıklığa yol açan ve ithal malı olarak kabul ettiği diğer fikirlerle mücadele ettiği gibi şid-. detli bir tarzda bu tasavvufî mezhebe saldırdı.

Ve o, Şeyh Nasr el-Menbecî'nin Mısır'da bu mezhebe mensup sofîle-rin lideri olduğunu, sultan ve emirler katında otorite sahibi olduğunu bil­mekle birlikte bu görüşünü açıklamaktan çekinmedi. O, sadece görüşünü sözlü olarak açıklamakla yetinmedi üstelik bu konuda bir risale yazdı. Bu şeyh, emirlerden yardım istedi ve İbn-i Teymiyye bu sebeple İskenderiy-ye'ye sürgün edildi. Bu defasında orada İbn-i Teymiyye'ye fakih ve hakim­ler yardım ettiler. İskenderiyye'deki hapishanede O, düşüncesini anlatıyor ve davasını yayıyordu. Bu dUrum.Nâsır'ın onu hapisten çıkarmasına kadar devam etti. İbn-i Teymiyye, coşan bir sel gibi işe koyularak İttihadçıların görüşünü ibtal etmeye çalıştı. Nihayet bu tasavvuf mezhebinin şiddeti yu­muşadı ve İbn-i Teymiyye'ye karşı durma gücünü bir daha elde edemedi.

Üçüncü devre ise; İbn-i Teymiyye'nin Şam'a dönmesi ve fetva maka­mına oturmasıyla başlar. O, daha önce harp meydanında zafer kazandığı gibi içine iyice daldığı fikri,mücadelelerde de galib geldi. Fetva vermeye başlar başlamaz derhal talak ve başka meselelerde fakihlerin çoğunun gö­rüşlerine muhalif fetvalar verdi. Böylece mukallid fıkıhçılar, ona karşı ayaklandılar ve onu sultana şikayet ettiler. Sultan, kendisinden bir daha fetva vermemek üzere söz aldı. Sonra o, bu ahdi bozdu ve yine fetva ver­di. Adeti üzere kitap ve sünnetten ve selef-i sâlihîn'in (Allah onlardan ra­zı olsun) görüşlerinden deliller getirerek fikirlerini ortaya koydu. Sonra İbn-i Teymiyye, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kabri de dahil kabirlere el sür­mek ve onların etrafında dönmenin Allah'a yaklaşmaya vesile olmayaca­ğına dair fetva verince bu gurupların hepsi bir yaydan çıkan ok gibi top­luca ona saldırdılar ve böylece onu hapsettiler. Bunun üzerine o, sözlü münakaşadan vazgeçip risale yazmaya karar verdi.

O, bu risalelerde, delillerini aerdediyordu. Bu deliller, dumansız bir alev gibi hasımların sözlerini yutuyordu. Hapishane hücrelerinden gönde­rilen bu risalelerin sertliğinden dolayı o şiddetle sıkıştırıldı ve ölünceye kadar kitap yazması yasaklandı.

Bundan anlaşılıyor ki, kabiliyetleri, nefsi ve iradesiyle güçlü olan bu zatın hayatının tamamı, halis ilim öğrenmek için geçmiştir. Böylece o, bir çok ürün verdi ve hidayete ererek doğru yolu buldu. En yakın akrabaları­na bile mal bırakmadı.

Fakat O, bilmeden taklid etmek ve cehalet karanlığını gidermek iste­yen herkes İçin, devamlı hüccet olan düşünce, ilim ve açık delilleri ihti­va eden büyük bir mirası müslümanlara bıraktı. Bu mirasın bir kısmını derin bir inceleme ile ele alıp İnceleyeceğiz. Başarı Allah'tandır. [59]

 

İbn-i Teymiyye'nin Asrı

 

133- Sağlam tohum, ancak sulama ve bakımla, kendisinden gıda alacağı ve içinde yaşayacağı hava ile gelişir. Kâinattaki her canlı, soludu­ğu havadan ve içinde bulunduğu çevreden etkilenir. Çevre insanda terbi­yecilerin yapamadığını yapar. Bu sebeple, bu âlîmin içinde yaşadığı asır da onu yönlendirme de etkili olmuştur. Bazen bu etki asrın durumu cinsin­den olur. Asır, bozucu olursa o asırda yaşayan adam da bozulur. Asır, iyi olursa adam da sâllh olur. Bazen tesir, tersine olur. Fitnenin çoğalması, ıs­lah için ciddi olarak düşünmeye sebep olur. Kötülüğün çoğalması da iyi­lik için ciddi gayretlerin sarfedilmesine vesile olur. Bazen de ıslahatçı­nın kötülük hakkında düşünüp onu tamamen   kökünden   sökmesine,   gizli olan iyilik çekirdeği hakkında düşünmesine, bu çekirdeğin beslenip geliş­mesine sebep olur. İbn-i Teymiyye ile asrı arasında da bunun gibi karşı­lıklı etkilenmeler meydana geldi. Onun ruhu, hayatının başlangıcında öğ­rendiği şeylerden, ergenlik ve ihtiyarlık çağında da şeriatın ilk kaynakla­rına ve gizli olan nebevi hazineye müracaat etmesiyle İlk müminlerin üze­rinde bulundukları hasletlerden İyi bir gıda aldı. Bu şiddetli savaş, o bü­yük adamın ruhuna işlemişti. O, incelediği İslâm dininde parlak bir nur görüyordu. Yaşadığı asırda da şiddetli bir karanlık ve bozukluk görüyordu. O, İslâmın geçmişinde, izzet, ittihad ve uyum, kendi asrında ise, zillet ve bölünme görüyordu. Geçmişte müslümanların doğru hüküm ve meşve­ret ile isterini yürüttüklerini, kendi zamanında ise istibdad ve taşkınlık, kuvvetlinin zayıfı yediğini ve hakimin mahkumun etini ve malını yemeyi hoş gördüğünü müşahede etti.

Bu adam, halkı ıslah etmeye ve tedaviye başladı. O, zahmetsiz ve en kolay yolla İlacı buldu. İlacı, Allah'ın kitabında, resulünün sünnetinde, sa­habenin ve tabiinin büyüklerinin amellerinde buldu. Ardından hemen teda­viye başladı ve halkı bu ilacı kullanmaya çağırdı. Onun ilmî görüşlerinin hepsi asrının hastalıklarına devadan başka bir şey değildi. Onun bütün Görüşlerini açıkça ortaya koymasına sebep olan nedenler incelendiğinde bu sebeplerin zamanının bozuk ve o asırdaki insanların işlerinde ve fikir­lerinde bozulmuş olduklarını anlarsın.

Özetle, onun asrını, siyaset ve savaş açısından, Üim ve düşünce açı­sından, sosyal ve ahlak açısından incelememiz gerekir.

Sonra o asırdaki İslâmî guruplar hakkında konuşacağım. Çünkü bu guruplara mensup olanlar birbirleriyle mücadele ediyorlardı. [60]

 

1.  Siyasî Durum

 

134- Ebû  Davud ve  Beyhâki Resûlullah  (s.a.vj'ın  şöyle buyurdu­ğunu rivayet ettiler.

«Yemek yiyenlerin çanağı hazırlama da yardimlaştığı gibi, ümmetle­rin sizin aleyhinize yardımlaşması yakındır. Birisi:

  O gün sayıca az olmamızdan dolayı mıdır? Resulullah:

— Bilâkis o gün sayıca çok olacaksınız. Fakat selin köpüğü gibi ola­caksınız. Muhakkak ki Allah o gün, düşmanlarınızın göğsünden size karşı olan korkuyu çıkarır. Sizin kalplerinizi de gevşeklikle doldurur.

Birisi:

  Ya Resûlullah, gevşekliğin (nedeni) nedir? dedi. Resûlullah:

  Dünya sevgisi ve ölümü çirkin görmektir, buyurdu.»

Bu durum, hicri yedinci ve sekizinci asırlardaki müslümanların duru­mudur. Ayrıca ondan önceki ve sonraki asırlarda da müslümanlann duru­mu bövfe idi. Yeryüzündeki müslümanlar küçük devletçiklere ve birbirle­rine yardımcı bir müslüman gözüyle değil, yırtıcı bir düşman gözüyle ba­kan meliklere ait bölgeler haline gelmişlerdi. Melikler, kendi halklarını za­yıf ve zelil bırakarak zalim ve tasallutçu hakimlerin gözüyle onlara bakı­yorlardı.                                                                       

İbn Esir, el-Kâmil ismindeki eserinde h. 7. asrın başlarında tatarların onlara ilk hücum ettiklerinde onları en iyi şekilde vasfederek şöyle de­mişti :

«îslam ve müslümanlar bu müddet zarfında diğer ümmetlerden hiçbirinin mübtela olmadığı musibetlere uğradılar. Tatarlar, bu musibetlerden biridir. On­lardan bazıları, doğudan çıkıp, duyan herkesin büyük gördüğü şeyleri yaptı­lar. Yine bu musibetlerden biri de Fransızların batıdan Suriye'ye çıkması, Mı­sır'a yönelmesi, liman şehri Dimyat'ı ele geçirmeleridir. Eğer Allah Teâla lutfet-meseydi ve onlara karşı Mısır'a yardım etmeseydi Mısır ve diğer ülkeler onla­rın eline geçecekti. Bu musibetlerden biri de müslümanların birbirlerine kılıç çekmeleriydi. Aralarında fitne son derece yaygındı.»

Bunlar, tatarların yaptıkları savaşların çoğu zamanında yaşayan tarih­çi İbn Esîr'in sözleridir. Onun sözü, gözleriyle görüp müşahede eden bir kimsenin sözleridir. İslâm, üç taraftan saldırıya maruz kalmıştı. Doğudan tatarların, batıdan haçlıların, içerde de emirler ve guruplar arasındaki tam düşmanlık saldırılarına uğramıştı. Ayrıca zımmîlerin, —rengi ne olursa olsun- her çeşit düşmanlarla dostluk kurmaları belasına maruz kalmıştı, â kıbleye yönelerek namaz kılan bazı müslüman guruplar, putperest "tarların ilerlemesini kolaylaştırıyordu ve müslümanların sırlarını onlara gösteriyordu.

135- Şimdi bu üç düşmandan her birine birer kelimeyle işaret edelim.

Birincisi haçlılardır. Doğu ile batı arasındaki  İlişkiler, hicri 9. asrın miladi 11. asrın sonlarında bu isimle vasfedilmeye başlandı. Bu olay­lar doğu ile batı arasında meydana gelen ve tarihçiler tarafından kendisi­ne şark meselesi denilen olaylar zincirinin bir halkasını te?!*!1 eder.

Yunanlılarla İranlılar arasında eskiden beri savaşlar şiddetle devam ediyordu. Bu savaşlar Yunanlılardan sonra gelen Romalılarla da devam et­mişti. Bazen İranlılar, bazen de Rumlar galip gelirdi.

«Elif lâm mim, Rumlar en yakın bir yerde yenildiler; onlar, bu yenil­gilerinden sonra üç ile dokuz yıl arasında gelib geleceklerdir. İş, eninde sonunda Allah'a aittir.» (Rum, 1-4)

Gerçekten İslâmın zuhurundan sonra müslümanlarla diğer milletler arasında savaşlar başladıktan ve müslümanlar şarkın liderliğini ele geçir­dikten sonra Bizans devleti onlara düşmanlık ilân etti. Ancak zaferler, ar­tık bir onlarda, bir müslümanlarda değil daima müslümanfarda idi. Müslü­manlar, Suriye ve Mısır'ı alarak buralarda İslâmın âdil hükümlerini tatbike başladılar. İslâm nuru oraları aydınlattı. Emevîler ve Abbasîler devrinde, İslâm orduları Romalı hükümdarların karargahlarına saldırarak topraklarını parça parça ele geçirdiler.

Büyük İslâm devleti bölünerek İslâm devletçikleri haline gelince ve müslümanlar kendi içlerinde birbirleri arasındaki meselelerle uğraşmaya başlayınca, Bizanslılar, rahat bir nefes alarak bu toprakları teker teker ele geçirme fırsatı aradılar. Ancak, Allah bunların zanlarını boş çıkardı. Çün­kü, Türkistan ovalarından çıkan kuvvetli insanların İslama girmelerinden sonra kurdukları Büyük Selçuklular devleti zuhur etmişti. Horasanı elleri­ne geçiren Selçuklular, Abbasî halifelerinin desteğiyle yeni fetihlere gi­riştiler. Suriye ve Filistİni, Mısır'daki Fatımi'lerin elinden alarak, Anadolu-da Bizans kralının elinde kalan son toprakların üzerine ilerlediler. Oraları da aldılar. Selçuklu orduları, Bizans ordularını ekin gibi biçiyorlardı. Bi­zanslılar, Kontantİniyyenin de koiay bir lokma gibi yutuverileceğinden kor­kuyorlardı. Eğer müslümanlar oraya yönelselerdi bu şehri fethetmeleri kendileri için zor olmazdı. Bilâkis, o şehri olgunlaşmış bir armut gibi ye­meye haar bulacaklardı.

Bizanslıların, Roma, Fransa ve diğer Avrupa memleketlerindeki Latin kardeşlerinden yardım istemekten  başka çareleri kalmamıştı. Aralarında dinî mezhep ayrılıkları ve Ruhül Kudüs'ün baba ve oğuldan sayılıp sayıl­maması meselesinden ihtilaf bulunmasına rağmen, müslümanların avucu-na düşmektense onlara başvurmaya razı olup onlardan yardım istediler.

Bu latin ülkeleri de fırsatı ganimet bildiler. Zaten kendilerine karşı ta­vır takınmış olan Bizans kiliselerini ezmek ve ellerine geçirmek istiyor­lardı. Bunun yanisıra «Beyti Makdis»'e de hükmetmek arzusundaydılar. Zi­ra orası hıristiyanlığın ilk beşiğiydi. Meşinin kendisi orada doğmuştu. Kendi inançlarına göre Mesih orada defnedildikten sonra tekrar dirilmiş-tir. Bu sebeple, oraya hakim olan, her yerdeki hiristiyanlara hükmetmiş olacaktı. Oraya da Kostantiniyye'den başka yerden ulaşamazlardı. Bütün bunlardan dolayı, kendilerine yardım isteği eriştiğinde, bunu kaçırılmaya­cak bir fırsat telakki ettiler. Siyasî ve dinî maksat birbirine karıştı. Böy­lece yardım çağrısına olumlu cevap verdiler. Ruhbanlar ve din adamları bu teklifi kabulde ısrarlıydılar. Çift gayeli bu İlk maksatla veya ikinci mak­satla bazı rahibler hususî veya umumi davetlere bile başladılar.

İlk haçlı savaşı rahib Petros'a nisbet edilir. Çünkü bu papaz, mukad­des toprakların süt ve balla dolup taştığını anlatarak, bu beldelerin fethi­ne insanları davet etmek için pekçok yeri dolaşmıştı. Onun bu dini ve meddî daveti halkın içinde etkili oldu. Bu, propaganda, zahir sebeplerin en açığıdır. Ancak tarih, büyük vakaların zahir sebeplerinin daima en zayıf sebepler olduğunu isbat etmiştir. En kuvvetli sebep ise, siyasî reislerle emir ve makam sahiplerinin kafasındaki sebeplerdir. Bu da onlardaki ga­lebe ve istilâ arzusundan başka bir şey değildir.

136- Latin devletlerinin Endülüste ve orta Akdenizde möslümanlar* la çekişmeleri vardı. Bu konuda İbn Esîr şöyle diyor:

«Frenklerin İlk ortaya çıkışları ve İslam ülkelerine saldırmaları ve bir kıs­mını istilâ etmeleri h. 478 senesinde oldu. Onlar, Endülüsün Tuleytula ve diğer şehirlerini işgal ettiler. Sonra h. 484 yılında Sicilya adasına yöneldiler ve bu ada­yı elde ettiler. Böylece Afrika kıtasına çıkma yolunu ele geçirdiler ve bu kıta­nın bir kısmını ele geçirdiler. Ancak bu bölge, tekrar onlardan geri alındı. Son. ra başka yerleri işgal ettiler ve 490 h. senesinde Suriye'ye çıkarma yaptılar.[61]

Haçlılar, aşırı dinî hiss, galib gelme, istila etme ve maddî hırs gibi karışık duygularla Müslüman doğuya yöneldiler. İlk olarak karşılarında kendilerini durduran ve onları kılıçtan geçiren kuvvetli ve güçlü bir Sel­çuklu topluluğunu buldular. Sonra harp devam etti ve şiddetlendi nihayet frenkler Beytül Makdis'i aldılar ve müslümanları zelil ettiler. Hatta din kardeşleri olan Hıristiyanlar bile onların zulmünden kurtulamadılar. Zafer, uzun bir zaman Latin ırkına müyesser olunca onlar, Bizanslılara ve Kos-tantiniyye kilisesi mensuplarının çoğuna baskı yapınca, eski dini kinleri harekete geçti.

Şiddet, hristiyanları birleştirmedi. Savaştan maksatları refah İçinde yaşamak olan bu hristiyanları birlik hislerini refah ve mal sevgisi zayıflat­tı. O zaman, aralarındaki savaş ve çekişmeler çok şiddetli oldu. Onlar, biz­zat kendilerinin yenilgiye uğramalarına sebep oldular. Onlar, hücum ettik­lerinde dini hisleri taşıyorlardı. Fakat bu hislerini gizli tutuyorlardı. Niha­yet refah, bu hislerini ortaya çıkardı. İşte o zaman kuvvetli müslüman ku­mandanlar onlara karşı koydu. Hristİyanlar refah ve bolluğa dalınca dağıl­dılar. Müslümanlar ise savaş belasıyla karşı karşıya kalınca birleştiler. Kuvvetli dini duygularla, öldürücü İslâmî kılıçlarla ve sakin Muhammedi kalplerle Hristiyanları, memleketlerinden uzaklaştırdılar.

Bu harpler, müslümanları bir buçuk asır kadar bir zaman oyaladı. Bu zaman içerisinde önce Selçuklular, sonra Eyyübiler güzel bir İmtihan ge­çirdiler. Son darbeyi Mısır orduları gerçekleştirdi. Bu ordu, Frenk ordula­rını denize, krallarını da hapis derinliklerine attı.

137- Hristiyanlarla müslümanların karşılaştığı ve çok şiddetli ge­çen bu harpte, müslüman hakimiyyeti altında çok sayıda zımmî hristiyan-lar vardı. Özellikle uğurlu saydıkları için mukaddes topraklara komşu Fi-Üstİnde oturan hristiyanlar vardı. Onlar, müslümanlara karşı casusluk yap­mıyorlarsa bile şüphesiz kalpleri hristiyan din kardeşleri ile birlikte çar­pıyordu. Özellikle onlar, Latin zulmüne mâruz kalmadan —kendileri de ifa­de ettikleri gibi— müslümanların sarığının, üçlü ilâha inanan haçlı tacın­dan daha şefkatli olduğunu öğrenmeden önce müslümanların papazlarının başlarına gelen belalara seviniyorlardı.

Bazı zimmîler ise Hristiyan haçlıların baskı rejimiyle karşılaşınca, di­nî hisleri kabarıyordu ve zulüm ile İstibdat acısını İçlerine çekiyorlardı.

Tabiî olarak zımmîlerin hislen böyle olunca bu husus, savaşta onla­ra karşı güvensizliğe sebep olmazsa bile onlardan şüphelenmeye vesile olmuştu.

İhtiyatlı davranmak, onlardan şüphelenmeyi ve zarar meydana gelme­den önce, onlardan gelebilecek herhangi bir zararı önlemek için çalışmayı gerektirdi. Zimmîlerİn, müslümanlar üzerine hücum etmemeleri ve ayıplarını  ortaya çıkarmamaları   İçin  onları  uzaklaştırıyorlardi. Antakyadakİ   iik savaşla ilgili metinde el-Kamiİ'de şöyle bir haber nakledilir:

«Antakya emiri, haçlıların Antakya'ya doğru yöneldikleri haberini duyunca orada yaşayan hristiyanlardan korktu ve hemen müslumanları oradaki halktan «yırdı ve müslümantarla diğer dinlerin mensuplarını bir arada bırakmadı. On­lara, hendek kazmalarını emretti. Ertesi gün de aralarında hiç bir müslüman bırakmadan nrıstiyanları ayni iş için ikindiye kadar çalıştırdı. Hnstiyaniar şeh­re girmek istediklerinde onlara engel oldu ve şöyle dedi: — Antakya sizindir. Bizimle Frenklerin arasında durarak onların buraya girmesine engel olacaksınız dedi. Bunun üzerine, onlar, çocuklarımızı ve kadınlarımızı kim koruyacak? diye sordular. Emir, onları ben himaye edeceğim dedi. Onlar da işe sarıldılar. Frenk askerlerinin karşısında durdular. Antakya 9 ay muhasara altında kaldı. Fakat Frenkler, hrıstiyanlann kurduğu barajı aşarak şehre giremediler. Şehrin emiıi-nİn cesareti, iyi tedbirliliği, kesin ve doğru görüşlülüğünden diğer hükümdarla, nn görmediği ve anlayamadığı bir sonuç görüldü. Hnstiyaniar, kendilerini kn-van Antakya'yı korudular ve azgın ellerin bu şehre uzanmasına engel oldu­lar.[62]

Bu olay, size, Müslümanların kendi tebaları olan Hristiyanlara karşı tutumlarını, Müslümanların onlara hak ürere davrandıklarını açıklar. Bu savaş; Müslümanlara göre, Hristiyanlara karşı siyasî amacı olmayan dînî bir savaştı. Dış görünüşe göre savaş, Müslümanlar üe Hristiyanlar arasın­da idi. Böylece her Hrİstîyan Müslümanların düşmanı, her Müslüman da Hrıstiyanlann düşmanıydı. İhtiyatlı olmak gerekirdi. Buna rağmen Müslü­manlar zimmet akdini güçleri yettiğince yerine getirdiler Tebalarına İyi davrandılar.

îbn-î Teymîyye. bu asırdan hemen sonraki asırda yaşadı. Onun, her Hristiyanın kendisiyle tanınabileceği bîr işareti olması gerektiği teklifine şaşmamalıyız. Bu teklifi, onları küçük düşürmek için değil, onların tanın­ması ve Müslümanlar tarafından bilinmesi içindi.

138- Doğudaki Hristiyanların kalplerinin diğer Hristivanlara yakın olması mantığa uvaun olsa bile bazı Müslüman gruplarının Hristiyanlarla işbirliği yaparak Müslümanların kökünü kazımak için çalışmaları, onlarla mektuplaşmaları havret vericidir. Bu olaylardan bîri H. 523 senesinde dağ­lardaki birkaç kaleyi istilâ etmiş olan İsmâilî'lerin yaptığı harekettir. Beat-bek'e bağlı Teym vadilerinde Nusayri,- Dürzî ve Mecusîler ve başka mez-heb mensupları vardı. Bu bölgenin başkanlığı, Mezdekânî isimli bîr ada­mın eline geçti. Mezdekânî yüceldi ve tabiileri arttı. O, Fransızlara. Dî-maşk şehrini teslim etmesi ve buna karşılık Fransızların kendisine Sur şehrini teslim etmesi konusunda onlarla mektuplaştı. Bu husus, aralarında kesinleşti ve zaman olarak cuma gününü belirlediler. Mezdekânî Is-mâîlî'lerle o gün Fransızların gelip Dımaşk'ı almaları için Eyyûbî Camii'ni kuşatmayı kararlaştırdı. Fransızlar, gelip şehri alana kadar kimseyi dışarı çıkarmayacaklardı. Bu haber, Dımaşk Valisi Tâc'ül-Mülük'e ulaştı. Vali, Mezdekânî'yi çağırdı. Mezdekânî onunla yalnız kalınca vali onu öldürdü. Başını kalenin kapısına astı. Bütün Bâtınî'lerin öldürülmesi emrini şehirde ilân ettirdi. Fransızlar, dostları ve Müslüman yardımcılarının başlarına ge­lenleri öğrenince toplu olarak Dımaşk'a saldırdılar. Fakat Müslümanlar, Bâtınîler gibi onları da öldürdüler. Onlara harp ateşini tattırdıktan sonra onları cehenneme attılar.

Bu olayı, Müslümanlardan bazı grupların düşmanlarla nasıl dostluk kurduklarını öğrenmeniz için anlattık. Yukarıda zikredilen kalelere sığınan­lar, Müslüman toplumuna eziyet vermeğe devam ettiler. Bunlar, Hristiyan­lara yaptıkları yardımdan sonra şimdi de Müslümanların düşmanı olan Ta­tarlara yardım ediyorlardı. Nihayet, Ibn-i Teymiyye Tatarları Dımeşk'ten çı­kardıktan sonra onlara hâkim oldu. Dağlardaki otoritelerini yıktı. Onları dize getirdi. Onlardan öşür ve zekâtları aldı. Onlar, İster istemez idarî hü­kümlere boyun eğmek mecburiyetinde kaldılar.

139- Bu açıklamalar, İbn-İ Teymiyye'nin yaşadığı asra yakın bir za­manda yapılan Haçlı Seferlerine işaret ediyor. O, savaşın izlerini gördü. Savaştan kalan harabeleri de gördü. Şimdi Haçlı Seferlerinden sonra İs­lâm ülkelerine hücum eden ve onlardan sonra İslâm ülkelerini harab eden Tatarlara dönelim. Ne var ki; Haçlılar Suriye, Mısır ve Anadolu'ya hücum etmekle işe başladılar. Bu daire içinde döndüler, başka yerlere geçmedi­ler. Tatarlara gelince onlar Uzak Doğu'dan seferlere başladılar. Suriye'ye varıncaya kadar nereye uğradılarsa yerle bir ettiler ve halkını öldürdüler. Suriye'nin çoğunu istilâ edip Mısır'a yöneldiler. Sonra asrın nuru büyük âlim İbn-i Teymiyye komutasındaki Mısır ve Şam orduları önünde yenile­rek zetîl bir şekilde geri çekildiler.

Tatarların 7. asırda yaptıkları tahribatlar hakkında Ibn-i Esîr'İn sözle­rini aktarıyoruz. Çünkü bu sözler fasih ve olayları objektit açıdan incele­yen sözlerdir. İbn-i Esîr şöyle diyor:

«Bu olayın büyüklüğünden, olaydan bahsetmek İstemediğimden dolayı birkaç yıl bu konuda yazmaktan kaçındım, tşte şimdi ben gene de tereddütle bu olavı yazmaya yaklaşıyorum. İslâmiyet'in ve Müslümanların başına gelen felâketleri kim kolay kolay yazabilir? Kim bu olaydan rahatça bahsedebilir? Keşke annem benî doğurmasaydı. Keşte bundan önce Ölüp unutulmuş olsaydım. Ancak arka. daşlardan bir kısmı bu olayı yazmam için beni teşvik etti. Önce karar vereme­dim, sonra olayı yazmakta bir fayda olmadığını anladım. Biz deriz ki bu yazı, büyük bir musibeti, gece ve gündüzlerde benzeri görülmeyen bir felâket ihtiva eder. Bu olay, bütün mahlukatın ve özellikle Müslümanların başına geldi. Bir kimse; «Yüce Allah'ın Hz. Âdem'i yarattığından şimdiye kadar âlem böyle bir şey görmemiştir,» dese doğrudur. Tarihler buna benzeyen bîr felâketi yazmamış­lardır. Belki de insanlar dünya harab oluncaya, Ye'cüc ve Me'cüc'ten başka kim­se kalmayıncaya kadar böyle bir olayı görmeyeceklerdir. Tatarlar, kimseyi sağ bırakmadılar. Kadınları, erkekleri, çocukları öldürdüler. Hâmile kadınların ka­rınlarını yardılar, ceninleri öldürdüler. Kıvılcımları yayılan, zararları her tarafı etkileyen, bütün ülkelerden rüzgar gibi geçen ve geçtiği yerlerde yeller estiren bu felâket karşısında şöyle demek gerekir: «Biz Allah'tan geldik ve O'na döne­ceğiz. Yüce Allah'tan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur.»

Çin bölgesinden bir kavim çıktı, önce Türkistan'a oradan da Maveraünnehr'c yöneldiler. Oraları ele geçirdiler. Sonra onlardan bîr grup Horasan'a geçti. Ora­daki herşeyi tahrîb ettiler, öldürdüler, malları yağmaladıktan sonra gittiler. Son­ra Irak sınırına kadar Rey ve Hemedan'a saldırdılar. Oradan Azerbeycan'a yö­neldiler, orayı tahrîb edip halkının çoğunu öldürdüler. Bir seneden az bir za­man içinde Azerbeycan'ı istilâ ettiler, kaçanlar dışında kimse kurtulamadı. Böy­le bir olay. işitilmemiştir. Sonra Türklerin oturduğu en kalabalık bölge olan Kafcan'a yöneldiler. Karşı çıkanları öldürdüler, kalanlar ormanlara ve dağbaş-larına kaçtılar, memleketlerini terk ettiler. Tatarlar burayı da istilâ ettiler. Bü­tün bunlar kısa zamanda oldu. Tatarlar girdikleri yerlerde fazla kalmadılar. Karşılarına hiçbir engel çıkmayan, yürüyüş halindeki ordu gibi kısa zamanda bu memleketi de geçtiler. Bu gruptan başka diğer bir grup Gazne ve oraya bağlı olan diğer vilâyetlere, civardaki Hint, Sicistân ve Kirman ülkelerine geçti­ler. Buralarda da aynı şeyi yaptılar. İşitilmemiş şeyler oldu. Bütün tarihçilerin dünyaya egemen olduğunda birleştikleri İskender, bile bu kadar kısa zamanda ilerieyememişti. Çünkü o, yirmi senede dünyaya egemen olabilmişti, tnsanlan katletmeyip onların kendisine itaat etmesiyle yetinmişti. Tatarlar ise, dünyanın mamur ve en güzel, nüfusu en kalabalık, ahlâk ve tabiat bakımından yeryüzün­deki insanların en adaletlilerini bir sene içinde ele geçirdiler. Tatarların saldır­dıkları ülkeler bile onların saldıracaklarından endişe ediyor, korku ile bekleşi-yorlardı. Tatarların levazım ve yardıma İhtiyaçları yoktu. Çünkü onlar koyun, sığır, at ve diğer hayvanlardan oluşan sürülerini beraberlerinde getiriyorlardı. Bunların etini yiyorlardı. Binek olarak kullandıkları hayvanlar ise yeri eşip bit­ki damarlarını yiyorlardı. Arpa diye bir şey tanımıyorlardı. Bir yere indikleri zaman  dışardan bîr şeye ihtiyaçları olmuyordu.

Dinlerine gelince onlar güneş doğarken ona secde ediyorlardı. Haram diye bir şey kabul etmiyorlar, köpekler, domuzlar dâhil bütün hayvanları yiyorlar­dı. Nikahı bilmiyorlar, bir kadınla birkaç erkek birleşebiliyordu. Doğan çocu­ğun babası belli değildi.

140- Yukardaki açıklamalar, hicri 7. asırda Allah'ın dünyayı, özel­likle Müslümanları kendileriyle mübtelâ ettiği Tatarların vasıflarıdır. Mo­ğollar İslâm diyarlarına döküldüler, nihayet hilafet merkezini ele geçirdi­ler, islâm'ın başkenti olan Bağdat'ın istilâ edilişini veya daha ince bir ifâ­de ile tahrib edilişi açık bîr şekilde ifade etmek istiyoruz. Zira bu haber­den ibret alınır. Bağdat, sadece yeryüzünde bir belâ ve uçan bîr kötülük, kıvılcımı olan Tatarlarla mübtelâ olmadı. Aslında Tatarlar yalnız başına, her medeniyeti ortadan kaldırmak ve ayakta bulunan her şeyi yıkmak için yeterliydiler. Fakat Bağdat, gayrimüslimlerle de mübtelâ oldu. Çünkü Bağ­dat'ta Tatarlar'a yardım eden ve onlarla mektuplaşan Yahudi ve Hristiyanlar da vardı. Ayrıca Bağdat'ta çok tehlikeli ve kötü biri daha vardı. O da son Abbasi halifesi el-Musta'sım'ın Bağdat'ta  ikâmet eden veziri  el-'Al-kamî idi. Bu vezir Şiî idi. O güneşe tapan Tatarlar'a yardım etmeyi, Allah'a tapan Müslümanlara yardıma tercih etti, dinine, memleketine, fazilete iha­net etti. Bağdat ordusunu zayıflatmaya çalıştı. O, vezir olurken Bağdat'ta tam silahlı ve teehizath yüz bin asker bulunuyordu. Askerler İçinde Arap ve İran hamiyetine sahip büyük emirler de vardı. O, ordunun sayısını azalt­maya devam etti, nihayet on bine düşürdü. Sonra Tatar'ları, Bağdat'ı al­maları konusunda hırslandırdı. Askerlerin sayı ve silah açısından zayıflı­ğını onlara anlattı, onlar da Bağdat'a geldiler. Vezir, yaptıkları ile yetin­medi. Bilâkis Tatarlar yırtıcı canavarlar gibi Bağdat'a yöneldiklerinde ve­zir, Halife'ye İrak'tan alınan haracın yarısını Tatarlar'a vermeyi diğer yansı­nı halifenin kendisine kalması suretiyle Tatarlarla anlaşma yapmasının gü­zel bir şey olduğunu teklif etti. Halife, buna razı oldu ve anlaşmak için Tatarlar'a gitti. Fakat komutan Hülâgu, onu kovarak geri çevirdi. Çünkü vezir el-'Alkamî aynı anda, halifenin bir sene sonra anlaşmayı bozacağı ge­rekçesiyle Hülâgu'ya anlaşmayı kabul etmemesini ve halifeyi öldürmesi­ni tavsiye etmişti. Hülâgu'nun beraberinde ve hizmetinde olsn Nusayr et-Tûsi, el-Alkami'yi destekledi. Râfiziier'in tavsiyesiyle halife Öldürüldü. Ta­tarlar, Bağdat'taki insanları öldürmeye ve binaları tahrib etmeye başladı­lar. Yahudiler, Hristiyanlar ve ei-'Alkamî'ye sığınanlar dışında Bağdat hal­kından kimse kurtulmadı. Çünkü yalnız bunlara eman verilmişti.

141- İslâm başkenti güneşe tapanların ve yardımcıları tarafından ortadan kaldırıldı. Hatta bazı Şiîler de onlara yardım ettiler. Onlar niçin böyle yaptılar? Niçin Tağut'un hâkimiyetini   Müslümanların hâkimiyetine tercih ettiler? Belki de bunun sebebi, Şiîier'in kendi mezheplerinden olma­yanları dalâlet üzerinde gördüklerindendir. Bu, gene! sebeptir. Özel bir se­bep de olabilir. Belki bu sebep, daha müessir ve daha kuvvetlidir. Bu se­bep de; Bağdat'ın harab edilmesinden bir sene önce H. 655 yılında mey­dana gelen olaydır. Ehli sünnet ile Râfizîler arasında mezheb savaşı oldu. Bu savaşta, Kerh şehri ve Rârizî mahallesi yağmalandı. Hatta el-'Alkamî'-nin bazı yakınlarının evleri yağmalandı. Bu durum onun öfkelenmesine ve heyecanlanmasına sebep oldu. Böylece el-'Alkamî Bağdat kurulduğundan beri hiçbir tarihin yazmadığı büyük bir felâketi İslâmiyet ve Müslümanlar

için plânladı[63].

Bu savaş ister Rafızî'lerle, ister diğer milletlerle Müslümanlar arasın­da olsun el-'Alkamî bu savaşı onaylamıştır. Bu durum, asrın tablosunun bir yönünü gözler önüne serer. Müslümanların hali bu zamanda nasıl idî? Başlarına gelen belâ büyüktü ve bu hiçbir şey bırakmadı, her şeyi yakıp yok etti. Müslümanlar mezhebleri uğrunda birbirlerini öldürüyorlardı. On­ların mezhep kavgaları, Fâtih Sultan Mehmed, Kostantiye (İstanbul) sur­ları kapılarında iken Kostantiye halkının mezhep kavgalarından daha şid­detli idî. Müslümanlar, kendi aralarında çarpışırken Tatarlar önlerine ge­len bütün ülkeleri harab ettiler. Bu mücadeleler, asrın daha koyu bir tab­losunu önümüze koyar. Mezhep taassubunun kalpleri ve gözleri nasıl kör ettiğini gösterir. Kendisine hilâfet ve Müslümanların    hükümdarlığı ema­net edilen bir vezir ortaya çıkar. Dinsiz ve ahlâksız Tatarlara Müslümanlar hakkında hüküm vermeleri ve Müsfümanlar'ın kökünü kurutmaları için na­sihatler ediyordu. Sonra bu tablo, bize,    Zımmî'lerîn    anlaşmalarını nasıl bozduklarını, dinlerin ve İnsanoğlunun düşmanı olan Tatarlar1!, kendileriy­le anlaşma yapan, onları himaye eden, onları barındıran Müslümanlar aley­hine nasıl kışkırttıklarını ortaya koyar. Fakat dinî taassub, insanları, anlaş­maya, emânete, sosyal ve şahsî herhangi bir maslahata bakmaksızın kötü­lük yapmaya sürükler.

Bu olaylardan, Tatarlar'ın yaptığı tahribatın bîr kısmını gören, Bağdat'­ın tahrib edilmesi gibî geçen olayları işiten îbn-i Teymiyye'nın Tatarlar'a ve Rafızî'lere niçin saldırdığını anlıyoruz. Ayrıca, tanınmaları, kendilerin­den sakınılmaları için Hrîstiyan ve Yahudilerin Müslümanlardan ayrı elbi­seleri olması gerektiğini ileri süren îbn-i Teymiyye'nin bu görüşünde ne kadar haklı olduğu anlaşılır.

142- Hilâfet, şaşkın olarak Bağdat'tan çıktı. Nihayet Mısır'da yer­leşti. Gerçek hilâfet diye bir şey kalmadı. Yalnız ismi kaldı. İnşaallah iler­de bu hususa işaret edeceğizi Tatarlar, İslâm ülkelerine saldırmaya se[ gî-bi devam ettiler. Dimeşk'e gittiler, orayı istilâ ettiler. Oradan da Allah'ın peygamberleri Hz. Yakûb ve Yusuf'un memleketi olan Mısır'a yönelmek istediler. Fakat Allah, onların belini büktü. (Yenilgiye uğrattı.) Bu ibret ve­rici olaya işaret edeceğiz. İbn-İ Teymiyye'nin yetiştiği ve idrâk ettiği bu olayı şöyle tasvir edebiliriz:

Tatarlar Bağdat'tan sonra Haleb'e girdiler. Dımesk'e gittiler ve orayı H. 657 senesi Cemaziyelevvel ayında istilâ ettiler. îbil Seyyân İsmindeki bir komutanla sulh yaptıktan sonra kaleyi istilâ ettiler. Böylece Hrîstîyan-lar ona yakın ilgi göstermeye başladılar. HülSgu'ya yaklaşmak istediler ve bir grup, kıymetli hediyelerle Hülâgu'ya gittiler. Kendilerine verilen eman-la peri geldiler. Bu hususun, onların daha Önce Bağdat'ta hattâ Tatarların girdikleri her şehirde başlattıkları ilişkilerle bağlantısı vardı. Şimdi sözü, onların yaptıkları tahribatı anlatan İbn-i Kesîr'e bırakıyoruz:

«Hnstiyanlar başlan üzerinde taşıdıkları haçla Tumâ kapısından girdiler. Şehre girerken slogan atarak şöyle diyorlardı: «Sahih din galip geldi. O, Hz. îsa'nin dini olan Hrîstiyanlıktır.» Onlar, İslâm dinini ve Müslümanları kötüliî-yorlardı. Yanlarında şarap  dolu fıçılar vardı. Hangi caminin önünden geçseler oraya şarap döküyorlardı. Şarap testilerinden insanların yüzüne ve elbiselerine 0 döküyorlardı. Dar sokaklarda, caddelerde geçtikleri her yerde haçları için fTlkın ayağa kalkmasını emrediyorlardı. Müslüman halkı, Meryem kilisesi so-v Sına topladılar. Onların hatibi Hristiyan dinini övdü. îslâm dinini ve Müslü. nları kötüledi. Bu felâket karşısında şöyle deriz: «Şüphesiz biz Allah içiniz ve mutlaka O'na döneceğiz.» (el-Bakara, 156)

Sonra îbnî Kesîr «Zeylü'l-Mİrât» kitabında şöyle diyor:

«Onlar camiye içki ile girdiler. Şayet Tatarlar uzun süre kalsalardı onlar, cami ve diğer müesseseleri tahrib etmek niyetinde idiler. Şehirde bu olaylar ço­ğalınca Müslümanların hâkimleri, rehberleri, fakîhleri toplandılar, kaleye gitti­ler. Bu durumu şehri teslim alan tbiJ Seyyân'a şikayet ettiler. Kendilerine iha­net edilip kovuldular. Hristiyan reislerinin sözü. Müslümanların sözünden üstün tutuldu. Bu musibet karşısında şu âyeti tekrarlıyoruz: «Şüphesiz biz Allah içiniz, ve mutlaka O'na döneceğiz.[64]

143- Bu, büyük bir bela idi, fakat Dımeşk, onların elinde fazla kal­madı. Muzaffer Kutuz'un komutasındaki Mısır ordusu aynı sene Ramazan'-in sonunda Dımesk'e doğru yola çıktı. Kutuz, Tatarlar'ın Mısır'a saldıra­caklarını öğrendi. Tatarlardan önce davrandı. Tatarlar, planladıkları gibi akşamleyin Mısır'a varmadan Mısır ordusu sabahleyin Dımesk'e vardı. Mı­sır ordusu, Ayn-i Câlut'ta Tatarlarla karşılaştı. Tatar ordusu ilk hücumda yenildi. Mısır ordusu onları takip etti. Onların, barış ve güven içinde olan insanlara tattırdıkları acılar bu defa Mısır ordusu tarafından kendilerine tattırıldı. Onları, öldürdüler, kaçanları kovaladılar. Kovaladıklarının bir kıs­mını öldürdüler bir kısmını esir ettiler. Nihayet onlar kaçarak ülkeye da­ğıldılar ve biraraya gelemediler. Sayılamayacak kadar çok Tatar esir edil­di, onlara özel muamele yapıldı. Bu konuya ilerde temas edeceğiz.

Mısırlılar, onları Dımeşk'ten kovmakla yetinmediler. Kutuz'dan sonra hükümdarlığa gelen Zahir Baybars'ın komutasındaki ordu, onları Suriye şehirlerinden ve kalelerinden uzaklaştırdılar. Çin'den insanların özellikle Müslümanların başına düşen büyük kaya İlk defa burada kırıldı. (Yani taş gibi katı Tatarlar ilk defa burada yenildi.) Şayet Mısırlılar, Tatarları Ayn-ı Câlut'ta durdurmasa İdi, onların nerede duracağını Allah'tan başkası bil­mez. Kesinlikle bilinen bir gerçektir ki; Tatarların, hücumlarından bahse­dildiği zaman titreyen Avrupa'ya geçmek niyetinde idiler. Bu yüzden tarih­çiler; «Mısırlılar, bu taşı ezmekle yalnız İslâm ülkelerini kurtarmakla kal­madılar, bilâkis Hristiyanları da kurtardılar, hattâ bu vahşilerin medeniye­ti yok etmesine manî oldular», derler.

Gerçekten İslâm dini Moğolların gönlüne girebildi. Hülâgu'dan sonra gelen Tatar hükümdarları Müslüman oldular. Fakat Tatarlar İslâm nurunu uzun bir zaman sonra tadabildiler. Öyleyse bugün budala Avrupalılar İs-lâm'ın kendilerine yaptığı iyilikleri bilmelidirler. Mısırlılar, Tatarları yen­mekle Avrupalıları yok olmaktan kurtardılar. Bu işte Mısır'ın büyük rolü vardır. Mısır yalnız başına medeniyeti koruyan sancağı taşıdı,

144- Mutlaka kendisine işaret edilmesi    gereken bir durum daha vardır. O da; Kutuz'un savaş hazırlıklarını başlayınca beytü'l-mâl'i (devlet hazinesini) boş bulduğudur. Bunun üzerine Kutuz, asrın büyük fakîhlerin-den Şafii 'İzz b. Abdüsselâm'a devleti korumak   maksadıyla yeni vergiler almak İçin fetva istemeye gitti. 'İzz b. Abdüsselâm ona fetva verdi. Bu fet­valar, İslâm hukukunun genişliğine delalet eder. Çünkü İslâm Hukukçula­rı, bir savaş ortaya çıktığında beytü'l-mâl'de para   bulunmadığı    takdirde Müslümanlardan zekât ve haraç dışında başka mallar alınmasının vacib ol­duğunda görüş birliğine varmışlardır. Bu, zarurî işlerden sayılır. Kutuz, Mı­sırlı her erkek ve kadından birer dinar topladı. Hayır maksadına yönelik vakfiyelerden alınan ücretlerde zamanından bir ay evvel alındı. Zekât bir sene önce toplandı, mirasın üçte biri hazinece alındı[65].

Böylece Mısırlılar âlemi, Tatarlıların şerrinden kanlan ve mallan ile kurtardılar. Yüce Allah'ın oku gerçekten Mısır toprağını korudu, kim ora­ya kötü niyetle yönelirse Allah onların belini kırar.

145- Yukarıda zikredilen olaylar, Tatarlarla  ilgili olayların bir kıs­mıdır. Bunlar, İbn-i Teymiyye'nin doğumundan önce meydana geldi. Ayn-ı Câiût savaşı İbn-i Teymiyye'nin doğumundan yaklaşık olarak iki buçuk ve­ya üç sene önce oldu. Bu olay, H. 658 senesi Ramazan ayı sonunda mey­dana geldi. İbn-i Teymiyye'nin doğumu Hicri 661 senesi Rebİülevvei ayının onbirinde idi. İbn-i Teymİyye bu olayın izlerini gördü. Olayları görenlerden bazı  bilgiler  işitti.  Mısır'ın İslâm dinine yaptığı  üstün  hizmetini anladı. Bundan dolayı Tatarlar ikinci defa Dımaşk'e yöneldiklerinde İbn-i Teymiyye, Mısır'dan başka bir yöne yönetmedi. İbn-i Teymiyye, Mısır hükümdarı ko­mutasında Mısır halkını Tatarlara mukavemete davet etti. Hatta Tatarlar, Müslüman olduktan sonra bile İbn-i Teymiyye onlarla savaşmanın mubah ol­duğuna dair fetva verdi.

146- Mısır, şeklen şer'i bir vasfa kavuşmuştu. Çünkü Bağdat ha­kimiyetini kaybettikten ve Tatarlar tarafından tahrip edildikten sonra hila­fet, Bağdat'tan Mısır'a taşındı. Ondan sonra Bağdat İslâm ülkesinin baş­şehri olamadı. Bu büyük zaferden sonra dikkatler Mısır'a çevrildi. Tatar­lara karşı tam bir zafer kazanan hükümdar Zahir Baybars, Tatarlar Bağ­dat'a saldırıp orayı tahrip  ettiklerinde ve Abbasî halifesini   öldürdükten sonra üç yıl boyunca boş kalan hilâfet makamını tekrar Abbasoğullarına geri verdi. O tarihte Mısır'da Abbasî Halifelerinden birinin iki oğlu vardı. Biri, halife Ez-Zâhir'in oğlu El-Mustansır Billâh Ebu'İ-Kasim Ahmed'tir. İkincisi Ei-Hâkim Bi Emriilâh'tır. Hicri 659 yılının Recep ayında İçlerinde asrın büyük âlimi El-İzz b. Abdüsselâm bulunan büyük âlim topluluğu, bü­yük devlet adamları ve danışmanlardan oluşan bir grup huzurunda El Mus-tansır'a biat edildi. Ebu'l-Feddân'ın dediği gibi o gün büyük bir halk top­lanmıştı.

el-Mustansır, hakikatinden ve gücünden yoksun sembolik hilafet va­zifesini yürütmedi. Aksine hilafetin daha önceki gücünüyerine getirmeye çalıştı. Bu yüzden Sultan ez-Zâhir onu geçti ve bu konuda ona yardım et­ti. Onun için silah ve teçhizatı mükemmel bir ordu hazırladı. Bu orduya, bir milyon dinar harcadı. el-Mustansır, hilafet vazifesini üstlenince Ta­tarları Bağdat'tan çıkarmak ve Bağdat'ı eskiden olduğu gibi hilafet mer­kezi haline getirmek, geçmişteki şerefine ulaştırmak için bu ordunun ba­şında Bağdat'a doğru yola çıktı. Yolda Musul ve Irak'taki bazı vilayetleri Tatarlar'dan geri aldı. Fakat daha sonra ordusu dağıldı. Tatarlar'dan bir bölük ona saldırdı, onu ve beraberindeki askerlerden bir kısmını öldürdü. Kardeşi el-Hâkim kendini kurtarabildi, Mısır'a döndü. Sultan ez-Zâhir bu defa ona biat etti.

147- Şüphesiz, Müslümanlar İslâm birliğinin ve cemaatinin sem­bolü olacak bir halifenin tayininden faydalandılar. Hilafet, güçsüz bir şe­kilde sembolik olarak kurulunca el-Mustansır hilafetin gerçek sorumlulu­ğunu geri getirmek için uğraştı. Hilafet, her ne kadar sarsıntı geçirse de sembolik olarak devam etmesi bazen hakiki hilâfetin geri dönmesine veya zamanın birinde geri dönmesi gerektiğine vesile olur. ez-Zâhir bu hilafet­ten faydalandı.

Halife, bütün yetkileri ez-Zâhir'e verdi ve onu sadece Mısır'ın sultanı değil, bütün müslümanlann sultanı olarak ilan etti. Böylece bu siyâsî mantık gereğince ez-Zâhir dışındaki sultanların İslam hukukuna uygun olan herhangi bir saltanat vasıfları kalmadı. Böylece ez-Zahir'in diğer sul­tanları azletmesi ve civarda bulunan halkı hakimiyyeti altına alması mu­bah oldu. Onun hakimiyetinde bulunan insanların da İbrahim b. Lokman tarafından yazılan ve ilân edilen Halifenin fermanına cevap vermeleri için ez-Zâhİr'i desteklemeleri gerekti.

148- el-Mustasir, halife olduktan sonra bir yıl sonra öldürüldü. O, hilafetin otoritesini yaymak ve hilafet makamını tekrar Bağdat'ta geri gö­türmek için çaba harcıyordu. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi ez-Zahir, el-Mustansır'ın ölümünden sonra kardeşi el-Hakim'e biat etti. Bu biat, h. 661 yılı Muharrem ayının ikinci gününe tesadüf eden perşembe günü yapıldı. Ertesi gün yeni halife cuma hutbesini okudu "ve halkı cihada çağırdı. Bu hutbenin metni şöyledir:

«AbbasoğuIIannı destekleyen büyük bir komutanı, onların hizmetine veren ve nezdinde onlara yardımcı bir kuvvet veren Allah'a hanıd ve senalar olsun. Bolluk ve sıkıntıda O'na hamd ederim. Bize verdiği bol nimetlerine şükür etme gücünü vermesi İçin ondan yardım dilerim. Allah'dan başka bir mâbûd bulunmadığına, bir olduğuna ortağı olmadığına, şahitlik ederim. Hz. Muhammed (s.a.v.)'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim. Allah'ın saial ve selamı onun üzerine, ailesi, hidayet yıldızları ve kendisine uyulan ashabı üzerine olsun, özellikle dört halife, büyük halifelerin babası, üzüntüleri ortadan kaldıran el-Abbâs ve diğer bütün ashab ve kıyamete kadar iyilikle onlara tabi olanlara saJat ve selam ol­sun.

Ey insanlar! Biliniz ki, hilâfet, Islamın farzlarından biridir. Cİhad, bütün İn­sanlar üzerine farzdır. Ancak bütün müslümanların birleşmesiyle cihadın bayrağı çekilir. Kanlar ancak günahlar işlendiğinden dolayı düküJür. hğer sız İslam düş­manlarına karşı koysaydınız onlar, «Darü's-Seiam'a» (Bağdat şehrine) giremez­lerdi. Kanlan dökmeyi ve malları yağmalamayı, erkekleri ve çocukları öldürme­yi, kadın ve kızları esir almayı, çocukları anne ve babalarından ayırır yetim bırak­mazlardı, hilafet ve onun ailesinin perdesini yırtmayı mubah görmeyeceklerdi. O uzun günün, korkunç musibetinden iniltiler yükseldi. O gün, nice yaşlılar, ak saç­larını kanlarıyla boyadılar. Ve nice çocuklar, ağladı fakat onlara acıyan olmadı. Ey Allah'ın kullan! cihad için, farz olan cihadı ihya etmek İçin gayret gösteriniz, Allah dan korkunuz.

«Gücünüzün yettiği kadar Allah'dan korkun. Emirlerini dinleyin, itâât edin. Mallarınızı emrettiği yolda harcayın. Bu sizin için daha hayırlıdır. Nefsinin cim­riliğinden korunmuş kimseler, İşte  onlar,   kurtuluşa erenlerdir.»  (Teğabün,   16)

Böylece din düşmanlarına karşı mücadeleyi terketmek ve müslümanlan ko­rumamak için hiç bir mazeret kalmadı, işte bu büyük bilgin, adalet sahibi, mü-cartid, müslümanlan destekleyen, dünya ve din direği Sultan Melik ez-Zahir, yar­dımcı ve taraftarların azaldığı bir zamanda imameti destekleme vazifesini yerine getirdi. Küfür ordusu îslâm ülkesinin her yerini didik didik ettikten sonra bu or­duyu ürküttü ve geri kaçmasını sağladı. Onun, gayretiyle biat düzenli bir akid haline geldi, Abbasi devletinin ordu sayısı çoğaldı. Ey Allah'ın kulları!... Acele bu nimete şükrediniz. Niyyetlerinizde samimi olunuz kî; zaferi kazanasımz. Eğer şeytanın dostlarıyla savaşırsanız zaferi kazanırsınız. Meydana gelen olaylar sizi korkutmasın. Çünkü savaştaki zafer, nöbetleşe elde edilir. Sonuç, muttakilerin-dir. Dünya hayatı, ahirete nazaran iki gün gibidir. Sevabı yalnız müminler için­dir. Yüce Allah, sizi hidayet üzerinde birleştirsin. Zaferinizi tslamla takviye et­sin. Yüce Allah'dan beni ve diğer bütün müslümanlan affetmesini dilerim. Allah-dan mağfiret  dileyiniz. Çünkü O  gafurdur, rahimdir.»[66]

149- Halife, Kahireyi kendisine karargâh ve yerleşme yeri edindi. Bağdat'a gitmeye teşebbüs etmedi. Ondan önce Mısır emirleri Hilafet makamını Kahire'ye getirmek istemişlerdi.. Mesela Ahmed b. Tulün bu planı gerçekleştirmek için düşünmüştü. Fakat bu düşüncesini gerçekleş­tirememişti. Nihayet bizzat olaylar, hilafet makamının Mısır'a taşınmasın­da itici bir rol oynadılar. Gerçeğe ve akla uygun mantık, bu taşınmaya sebep oldu.

Mısır, kendisinden beklenenleri gerçekleştirdi. Çünkü Zahir Baybars,  bir çok İslam beldesini tatarlardan geri alabildi. Aralarında meydana gelen her savaşta o, tatarları yenebildi. Müslümanların kalbindeki korkuyu gü­ven ve emniyete çevirebildi. Onun saltanatı, doğuda Fırat nehrine. Gü­neyde Sudan içlerine kadar uzandı. Kahire, devletin başkenti olmaya layık hale getirildi. Orada çok miktarda medrese yaptırıldı. Alimler uzak mem­leketlerden Kahire'ye yönetiyorlardı. Baybars, İslam dinini, devletin, şiarı edindi ve İslam kanunlarının icra edildiği yer haline getirdi.

İbni Kesir onun hakkında şöyle demiştir:

»Sultan Zahir Baybars, uyanık, akıllı ve cesur idi. Cece gündüz düşmanlarla uğraşma hususunda gevşek davranmıyordu. Bilakis o, İslam düşmanlarıyla savaşı­yordu. O, dağınık olan islam alemini topladı. Hülasa Yüce Allah son zamanlarda onu, islam ve müslümanlar için bir yardım ve zafer kaynağı ve dinsiz Fransız­ların, Tatarların ve müşriklerin boğazında kalan bir diken haline getirdi. O, içki içmeyi yasakladı. Günahkârları memleketten sürgün elti. O, nerede bir fitne ve bozgunculuk görse mutlaka onu güç ve kuvvetiyle ortadan kaldırmak için çaba harcıyordu.»[67]

150- Yaptığı bu büyük hizmetinden dolayı Memluk devleti, İslamın koruyuculuğuna layık oldu. Kahire de; İslam ülkelerinin medeniyet mer­kezi olmayı haketti. O, büyük padişahın döneminde hayata gözlerini açan İbn-i Teymiyye'nin Mısır'da bütün ümidiyle İslama yardım etmeye ve müs­lümanlan himaye etmeye inanmasında ve Memlukluların İslamın devleti­nin koruyucuları olduğuna İnanmasında bir tuhaflık yoktur. Biz, İbn-İ Teymiy­ye'nin Memlukluların bazı kötülüklerine göz yumduğunu da görüyoruz. Hatta kendisine yaptıkları kötülüklerden dolayı onları affettiğini de görü­yoruz. Çünkü onlar, her şeye rağmen, İslam devletindeki en kuvvetli ko­mutanlar haline gelmişlerdi.

Ahmed b. Hanbel'den:

«Birisi dindar ve zayıf, diğeri fasık ve kuvvetli İki komutan bulunursa müca-hid mümin, bu İki komutandan hangisiyle beraber savaşmalıdır? sorusu sorul­duğunda o şöyle cevap verdi: Zayıf komutanın yanında değil, kuvvetli komutanla birlikte savaşması gereklidir. Çünkü kuvvetli komutanın kuvveti, müslümanların lehinedir, fasıklığın zararı kendi nefsine aittir. Dindar komutanın zayıf olması ise müslümanların aleyhinedir, dindarlığı yalnız kendi nefsi için faydalıdır.» Han-beliler, İmâm Ahmed'in bu cevabının miras yoluyla birbirlerine aktarıyorlardı.

Hanbeliler, İmam Ahmed'in bu cevabını miras yoluyla birbirlerine ak­tarıyorlardı.

Bundan dolayı İbn-i Teymiyye, Memluklulara uyuyor, onlarla birlikte savaşıyordu. Onların otoritesi gevşediğinde ya halkı onlara uymaya teşvik ediyor veya susuyordu. En şiddetli harp sahnelerinde -Ruhlar, gaybı bilen kuvvet ve kudret sahibi, yegane mülk sahibi Allah uğrunda rahatça feda edilirken- o, sultanın sancağı altında vazife yapıyordu.

151- İbn-i Teymiyye'nin yaşadığı asırda özellikle Mısır ve Suriye'de İslam aleminin siyâsi rengi Memluklularm rengiydi. Şöyleki; birinci ve ikinci Memluklular devletinin idaresi altında bulunan Mısır ve Suriye'de Memluklular tam otorite sağlamışlardı. Bizi, yalnızca birinci Memluklular devleti ilgilendirir. Çünkü fbn-i Teymiyye o sırada yaşamıştır.

Bu devletteki hakimiyyet, şüphesiz mutlak bir hakimiyyet şeklinde olup devlet reisi ancak kuvvet kullanarak hakimîyyeti ele geçirebilirdi. Devlet reisi, koltuğunu iyice yerleştirdikten sonra, hakimîyyeti kendinden sonra gelen çocuklarına miras yoluyla devrediyordu.

Böylece memleketin hakimiyyeti, miras yoluyla babadan oğula geçi­yordu. Fakat çok geçmeden -hükümdarın babasının veya dedesinin haki­miyyeti ele geçirdiği metodla- ya bir akrabası veya komutanlarından bi­risi hakimiyyeti ele geçirmek için ona karşı ayaklanıyordu. Bundan dolayı, memleketin idaresini ele geçirmek için Memluklular arasında devamlı bir bir mücadele vardı. Bu mücadele bazen duruyor, bazen de ortaya çıkıyor­du: Mesela Tatarlar veya diğer milletlerden güçlü bir düşmanla savaştık­larında bazen aralarındaki çekişme görünmezdi veya dururdu. Dış düşman­lardan emin oldukları zaman, aralarında amansız bir çekişme başlardı. Arasıra onlardan bazıları, -emellerine ulaşmak ve hasımlarını yenmek için-her iki tarafın düşmanları sayılan kimselerden bile yardım beklerlerdi.

152- Memluklular, devletinin hükümdarları, icraatlarının dine uygun olması için gayret harcıyorlardı. Dinin gücünden faydalanarak seri hüküm­lere göre hareket ettiklerini halka ilan ediyorlardı.

Bundan dolayı hükümdar Zahir Baybars, hilafetin devam etmesine ve hükümdarın halifeden faydalanmasına önem verdi. Ondan sonra gelen her memluk hükümdarı, ya miras yoluyla veya kendi gücüyle hükümdarlık ma­kamına yükseliyordu. Fakat bu hükümdarlar, hiç bir gücü olmayan halife tarafından kendilerine kılıç kuşatılmasını elde etmek İçin çaba harcıyor­lardı. Halifenin bu konuda hiç bir gücü olmadığı gibi, o istemeyecek ofsa da hükümdar olacak kimseye kılıç kuşatıyordu.

Şekilcilikten ibaret olan bu gösterişten başka halifenin bir yetkisi yok­tu. Bazı memluk hükümdarları da halifelik unvanına saygı göstermek ama­cıyla olsa bile halifeye layık olduğu değer ve itibarı göstermiyorlardı. Hat­ta bu hükümdarlardan birisi, bir defa halifeyi Kus eyaletine sürgün et­mişti.

Memluk hükümdarları, halifeye, dinî otoriteye sahib olan ve idarî iş­lere karışmayan bir dinî lider gözüyle bakıyorlardı. Veya onlardaki hilafet şekilcilikten ibaretti. Onlar, yönetimi ele geçirdiklerinde hem dünya ve hem de din  işlerinde hakimiyyete sahip oluyorlardı. İstedikleri şekilde halife de dahil olmak üzere bütün insanlar hakkında hüküm veriyorlardı. Halife ister istemez Memluk hükümdarının emri altında bulunuyordu.[68]

153- Memluklardaki rejim, askeri sıkıyönetim şeklinde idi. Onlar, yazılı kanunlara ve düzenli sivil idarelere göre memleketi yönetmiyorlar­dı. Onlarda yönetimin dayandığı düzenli bir şura da yoktu. Bütün bunlara rağmen şer'i vazifeler yürütülüyordu. Mesela şer'i polis ve zabıta teşki­latı vardı. Kadılık teşkilatının da kendi sahasında otoritesi vardı.

Sultan Zahir Baybars, kendisinden sonra tatbik edilecek olan güzel bir adet ortaya koydu. O, seri mahkemelerde dört mezhebe göre hükmet­meyi gelenek haline getirdi. Her mezhebe mensub olan müslümanların dâ­valarına bakan bir kadı tayin etti. Fakat şer'i vazife ve mansıpların ko­runmasına ve medreselerde geniş bir şekilde İslâmî ilimlerin okutulması­na rağmen, memleketin idaresinde sultan yardımcıları ve taraftarları, ko­mutan ve bakanların uygun gördükleri maslahatlar gözetiliyordu. İdareci kadronun iyi ve kötü olmalarına uygun olarak halk idare ediliyordu. İdare bu hükümdarların davranışlarına göre düzenleniyordu. Memluk Sultanları­nın çoğu hükmünün alimlerin rızasına uygun olması için uğraşıyordu. Özel­likle sıkıntıya düştüklerinde ve âlimlerin yardımına ihtiyaçları olduğu za­man ve halkın ancak din adına kabul edebileceği yükümlülüklerle onları sorumlu tutmak istediklerinde azimli ve gayretli hükümdarlar, memleketi alimlerin rızasına uygun idare etmeye uğraşıyorlardı. Memluk devletinin geleneklerini ve idare düzeninin! kuran Zahir Baybars, alimlerin tavsiye­lerine, onlarla, istişare etmeye ve sakınca görmediğinde onların görüşle­rini uygulamaya önem veriyordu. Bazen de âlimlerin bir kısmına karşı öf­keleniyordu. Fakat aşırı derecede öfkelenmesine rağmen onun, âlimlere eziyet ettiği bilinmiyor.

Zahir Baybarsm, hakimiyyeti döneminde iki büyük âlim yaşamıştır. On­lar, Zahirin halka karşı olan tavrından faydalanıyorlardı. Bunlardan birisine Zahir de itaat ediyordu. İkincisine karşı Zahir öfkeliydi. Bu alimlerin birin* cisi, el-İzz b. Abdüsselam'dır. İmam es-Süyutî, el-İzz'in Sultan ez-Zahirle ilişkileri hakkında şöyle demiştir:

«Zahir, Mısır'da Şeyh îzzeddin b. Abdüsselam'ın sözünden çıkmıyordu. Hatta Izzeddin vefat edince Zahir şöyle demiştir: Benim hakimiyyetim ancak şimdi ger. Çekleşti.»[69]

İkinci âlim ise; Şeyh Muhyiddîn en-Nevevî'dir. Nevevî, Dımaşk'ta ya­şıyordu. O, sultan ez-Zahire  çok nasihatta bulunuyordu. Sultan, Mısır'da olduğunda Nevevî görüşlerini ona yazıp gönderiyordu. Zahir, Dımaşk'ta ol­duğu zamanlar da ise İmâm   Nevevî açıkça hakkı ona açıklıyordu.

İmam es-Suyuti, «Hüsnü'l-Muhâdara» ismindeki eserinde Nevevî'nin Zahirle yaptığı yazışmaların çoğunu kaydetmiştir. Bu mektupların çoğu­nun konusu, Memluk devletinin iktisadî krizlerden ve geleceğin endişesiy­le halktan aldığı vergilerin kaldırılmasını istemekle ilgilidir. Nevevî, bu mektupların birisinde şöyle diyor:

«Yağmurların az yağması. Hatların yükselmesi, tahıl ürünleri ve bitkilerin azlığı ve sürülerin yok olmasından dolayı Suriye halkı bu sene büyük bir sıkımı içindedir. Bildiğiniz gibi halka şefkat etmek ve onlara acımak farzdır. Hükümdar ve halkın maslahatı için hükümdara nasihat etmek de farzdır. Çünkü din nasihat­tir.»

Sultan Zahir, bu nasihati şiddetle reddetti. Ayrıca alimlerin kendine karşı tutumlarını ve Tatarların Suriyeyi istila ettiklerinde ülke onların atla­rının tırnakları altında inlerken âlimlerin sustuklarını belirterek onu şiddet­le tenkid etti. İmâm Nevevî, Sultan'ın bu sözlerini reddetti. Bu konudaki sözlerini ve nasihatlanm delillerle takviye etti. Ve âlimlerin, Padişaha na­sihat etme hususunda yüce Allaha söz verdiklerini açıkladı. İmam Nevevî onun mektubuna cevap verirken ve tehditlerini reddederken şöyle diyor­du:                                                                                      .    «Cevabınızda  kâfirler,   ülkede  ne  yaparlarsa   yapsınlar, bizim  onları   kötüle-mediğimizden bahsetmenize gelince, islam padişahları, müminleri ve Kuran ehli­ni  nasıl  azgın  kafirlerle  mukayese edebilirler? Aynı  kafirler, dinimizin   hiçbir şe­yine  İnanmadıkları   halde...  Biz ne   ile azgın  kâfirleri   anıyorduk.  Benim  şahsıma gelince ben  tehdide  aldırmam. Tehdit, beni  sultana yaptığım   nasihattan  alıkoya­maz. Sultana nasihat etmenin benim üzerime ve diğer âlimlere farz olduğuna ina­nıyorum.  Farzı, ifâ  etmekten  dolayı  başa gelen  her  şey  hayırlıdır ve yüce Allah katında sevabımızı artırır. «Ben işimi Allah'a bırakıyorum. Şüphesiz ki Allah, kul­lanın  çok iyi görendir.»  (Gâfir, 44)  Nerede olursak olalım, Hz.  Peygamber, hakkı söylememizi, ve kınayanın kınamasından korkmamamızı emretmiştir. Biz, her du­rumda  hükümdarı seviyoruz. Dünya ve ahiretinde onun için faydalı olan şeyleri dileriz.»

İmam Nevevî'nin hakkı desteklemek gayesiyle yazdığı mektupları, ard-arda devam etti. Fakat Zahir, onun nasihatlerini kabul etmedi. Vergileri toplamaya devam etti. Çünkü savaşta, para ve levazımata ihtiyacı vardı. Sultan, âlimlerden icraatını destekleyenlerden fetvalar topladı. Muhyiddin Nevevî dışındaki alimler, onun isteği ve iradesi doğrultusunda fetva ver­diler. Sultanın bu hareketi, İmam Nevevî'yi fikrine daha bağlı kıldı. Bunun üzerine Zahir Baybars, âlimlerin verdikleri fptvayı İmzalaması için Neve­vî'yi huzura getirtti. O anda Nevevî, önceki yumuşak cevabından sonra bu defa ona çok sert bir cevap verdi ve sultana dedi ki:

«Ben, senin Emir Bendakdar'ın kölesi olduğunu ve hiç bir şeye sahip olma. dı&ını bilirim. Dalıa sonra Yüce Allah, sana büyük nimetler verdi ve seni hü­kümdar yap ti-Sarayında bin köle bulunduğunu, her kölenin altın sürmeli bir elbi­sesi olduğunu, ayrıca sarayında bin adet cariye olduğunu ve her cariyenin, ziynet eşyası olduğunu işitmiştim. Eğer sen, bütün bu altın sürmeli elbiselerle, zineüe-rj harcarsan ve kölelerine altın sürmeli elbise yerine yünlü kumaş giydirirsen ca­riyelerine de zinetsiz elbiseler giydirirsn halktan mal alman için sana fetva vere-ceğiz.»

Bunun üzerine Zahir, öfkelendi ve Nevevî'ye benim şehrimden çık de­di. Nevevî, başüstüne, emrinize itaat edeceğim, dedi ve Suriye'deki Neva şehrine gitti; Suriyeli İslam hukukçuları Zahire şöyle dediler:

«— îmanı en-Nevevi en büyük alimlerimizden ve en  iyi  insanlarımızdandir. Kendisine uyulması gerekir. Onu, tekrar Dimaşka getirmeni isteriz.»

Zahir, bunun üzerine Nevevî'nin Dımaşka dönmesi için resmî emir ver­di. Nevevî, Dımaşka dönmek istemedi ve dedi ki:

«— Zâlıir, Dımaşk'ta olduğu müddetçe ben o şehre girmeyeceğim.»

Bir ay sonra Zahir öldü.[70]

154- Bu olay, memluklular devletinin gelenek ve esaslarını kuran Sultan Zahirin, âlimleri memnun etmek ve icraatının dine uygun olması, din çerçevesinden çıkmaması için uğraştığını gösterir. Şayet âlimler, bir konuda ona karşı çıksalar ve o da kendi görüşünün faydalı olduğuna inanır­sa veya o işin istediği şekilde gerçekleşmesini isteseydi âlimleri, tam veya noksan olarak razı etmek için çalışırdı.

Alimleri, zorla razı etmeye çalışmak ise en fazla savaş için lazım olan vergileri toplama hususunda olurdu. Zâhir'in, İmâm Nevevî ile en fazla ihtilafa düştüğü hususun, Zâhir'in vergileri toplama, Nevevî'nin de halkı vergiden muaf tutma istediği olduğunu gördük.

Anlaşıldığına göre Zahirin, İzzeddin b. Abdüsseiarriı takdir etmesinin sebebi, İzzeddînin önce Kutuz'un ve daha sonra Zâhir'in halktan aldığı ver­gileri İçtenlikle uygun görmesinden ileri gelir. Hatta Zahirin paraya çok muhtaç olması -onu, Mısır ve Suriyedeki arazileri arazi sahiplerinden alma düşüncesine bile sürükledi. Onun iddiasına göre; bu araziler, beytülmanın mülküdür. Çünkü bu araziler, fethecîildikleri günden itibaren hazineye flittirler. O, Hz. Ömerin, İrak arazisinde uyguladığı metodu uygulamak is­tiyordu. Fakat bu hususta yine İmam Nevevî ona karşı çıktı. Zahir'i, fikrin­den vazgeçirinceye kadar Nevevî onunla  mücadele etti. Nihayet  işin  sonunda Mısır ve Suriye topraklarının mülkiyet hakkı eskiden olduğu sahiplerine verildi. İmâm Nevevî, bu konuda şöyle demiştir:

«Zahirin, bu dâvası fazla inatçı olmasından ileri gelir. Bu, hiç bir müslürnan alimin kabul etmeyeceği bir iştir. Mülk, kimin elinde bulunuyorsa ona aittir. Ona itiraz etmek caiz değildir. Ayrıca mülk sahibine, normalde mülkiyetini isbat et­mek de teklif edilemez.»

155- Hükümdar Zahir, Memlukların en meşhur ve nüfuzu en ge« niş sultanı olduğu için, onun durumuyla ilgili uzun bilgi verdik Zahir vs Kutz, tatarlara zarar ve zayiat vererek onları geri püskürten iki hükümdar­dır. Ibn-i Teymiyye, körpe dimağlı iken, bu sultanın nüfuzunun Fırat nehrinin arka tarafında kalan bölgelere hakim olduğunu ve dağınık oian bazı müs-lüman ülkeleri birleştirdiğini gördüğü için, biz Zâhir'den uzunca bahsettik. Çünkü Zahir, h. 676da vefat ederken *bn-i Teymiyye onbeş yaşındaydı ve olayları anlıyor, onlarla ilgili yorumlar yapabiliyordu. Şüphesiz ki; bu da bir ilimdir. Ayrıca Ibn-i Teymiyye, Nevevî ile Zahir arasında meydana gelen ihtilafları ve herbirisinin diğerine karşı kaba davrandığını gördü. Sultan, Nevevî'yi tehdit ediyordu. Nevevî de onun tehditlerini reddediyordu. Ne­vevî, Zahire nasihat etmekten vazgeçip onun tehdidinden çektiği acılardan kalbini rahatlatmak için Zahire, sert sözlerle cevap veriyordu. Aslında bu çekişme, sultanın azgınlığı ve ilmin kuvveti arasında yapılan bir çekişme idi. Sonra İmam Nevevî, Zahire gönderdiği yumuşak bir dille yazılan, na-sihatları ihtiva eden ve halkı müdafaa eden mektuplarında Suriye'deki en büyük ve en yetkili âlim olması itibariyle bütün alimler adına konuşu­yordu.

Memluklular, içinde Zâhir'den sonra İbn-i Teymiyye ile muasır olan Sul­tan Nasır kadar kuvvetli bir sultan gelmemiştir. İbn-i Teymiyye ile Nasır arasındaki iyi ilişkiler devam etti. Büyük imâm İbn-i Teymiyye'nin hal ter-cemesi bölümünde belirtildiği gibi, her ikisi arasındaki sevgi, dostluk ve muhabbet onları birbirine bağladı. Sultan en-Nâsır da Zahir'İn başına ge­len imtahana mübtela oldu. Çünkü tatarlar, onun asrında tekrar Dımaşk'a kadar geldiler. Mısıra saldırmak istediler. Daha önce Zahir ve Kutuz ta­tarlara karşı koyduğu gibi İbn-i Teymiyye'nin teşviki ve yardımıyla Nasır da tatarlara karşı koydu. Mısır'a girmelerine engel oldu.

Aslında Nasır'in devri, Zahir'İn devrinin bir uzantısıydı. Her iki devrin de siyâsî rengi aynıydı. Zahirin devri, Izz b. Abdüsselam, Nevevî ve İbn Dakîk el-İyd ile süslenmiş ise, Nasır'm iktidar dönemi de İbn Teymiyye ile süslendi. Eğer bu alimler, sultana karşı halkı korumakla ve dini esas­lar çerçevesinde hakkı açıklamakla meşgul olmuşlarsa, onlardan sonra ge­len İbn-i Teymiyye, yalnız basma bu sorumluluğu yüklendi. Neredeyse İbn-I Teymiyye kendinden önceki âlimleri geçerek kılıç kuşandı, orduyu komu­ta etti ve daha önce belirttiğimiz gibi o, ders kürsüsünden cihâd meyda­nına indi.

156- ibn-i Teymiyye, dönemindeki siyâsî durum ve idarî düzen hak­ki açıklamalarımıza son vermeden önce şu iki önemli konuya değ'ı-

neC6Bunlardan birincisi; O tarihte halkın elinde yönetimle ilgili bir    şey ktu  Sarayda halkı temsil eden kimse yoktu. Devlet düzeninde ve yargı y° anlarında halkın olumlu bir  etkisi yoktu:  Fakat buna rağmen sultan, h Ikın menfaatlannı gözetiyordu, onları ihmal etmiyordu. Bu hususu İbn-i Teynıjyye'nln hayatı, geçirdiği aşamalar ve başına gelen musibetler bölü­münde gördük. Âlimler, Ibn-i Teymiyye'ye muhalef ettiklerinde ve istekle­rini Sultan katında rahatça yerine getiremediklerinde veya İbn-i Teymiyye, âlimlerin sözünü dinlemediği zaman ona muhalif olan âlimlerin, halkı sul­tanın  aleyhine  kışkırttıklarını ve   ayaklanmaya teşvik ettiklerini  gördük. Böylece hükümdar, onlara boyun eğmek mecburiyetinde kalırdı. Mesela so-fîler ve diğerlerinin çağrısına cevap veren halkın isteği üzerine İbn-İ Tey­miyye, İskenderiyye'ye sürgün edildi. Ondan sonra Suriye'ye dönmek mec-

buriyyetinde kaldı.

Öyle ise Memlukluiarın hakimiyyetinin ilk döneminde halk tamamen ihmal edilmiş değildi. Bilakis, eğer Memluklular arasındaki çekişmeler ve memlukların kendi aralarındaki aşırı isyanlar olmasaydı, onlar halkı de­mokrasiye doğru götüreceklerdi ve sonunda hükümdarın otoritesine bağlı bir demokrasinin en son aşamasına ulaşacaklardı.

İkincisi, memluk hükümdarlarından ve en büyük sultanları sayılan Ku­tuz, Zahir ve Nasır tatarların saldırılarına, batini ve diğer gurupların fitne­lerine karşı koymak için halktan bazı vergileri almak mecburiyetinde kal­dılar. Müslümanların gözle görülen menfaâtları, onları bu vergileri almaya mecbur etti. Fakat savaşların masrafı için ve maslahat icabı devletin diğer ihtiyaçlarını karşılamak üzere zekat ve haraç dışında kalan bu vergileri al­mak için herhangi bir şer'i dayanağı yoktu. Bundan dolayı, İslâm hukuk­çuları; maslahat, dindeki yeri ve naslar İçindeki yeri üzerinde çokça ko-nuştuiar. İslam hukukçularından bir gurubun maslahatın  sınırlarını takdir etmede aşırı davrandıklarını görüyoruz. Mesela İbn Teymiyye'nin talebesi Tufî gibi... Çünkü ona göre bazen maslahat kesin nassa karşı bile kullanı­labilir, nassı tahsîs eöer. Diğer bir gurup İslam hukukçusunun da bu mas­lahatı normal  kabul ettiğini, onu zanni delillere tercih ettiklerini görüyo­ruz.. Başka bir gurup İslam hukukçusu ise; maslahatın nasslar ve sahih kıyaslarla sabit olduğu tesbit etmişlerdir. Mesela, el-İzz b. Abdusselam'ın "Kavaidü'-ahkam fi mesalihi't-enâm» adlı eserinde bu görüşü yazdığını gö­rüyoruz.

Böylece maslahat, fıkhî araştırmalara konu oldu ve naslar içinde alim­lerin araştırma konusu oldu. İbn Teymiyye ve talebesi İbnü'l-Kayyim el-Cevziyye'nin bütün sosyal maslahatlarla, maslahat ve İhtiyaca dayanan fık­hî görüşleri şeriatın umumî asıllarına (delitlerinel bağladıklarını gördük. [71]

 

B.  Sosyal Durum

 

157- İçinde bir çok savaşlar yapılan asırlarda olduğu gibi, İbn-İ Tey-miyye de yaşadığı asırda, dalgalanan ve karmakarışık olan bir toplulukla karşılaştı. O sırada, değişik insan gurupları, muhtelif ırklar ve birbirine zıt cinsler birbirine karışmıştı. Haçlı savaşlarında, doğunun batıyla karış-tığını, birçok medeniyetlerin, dinlerin, örf ve âdetlerin ve fikirlerin birbi­riyle karşılaştığını gördük. Her ne kadar o tarihte insanlar arasındaki iliş­kiler, düşmanlık ve savaşmak şeklinde olmuşsa da kılıçların vuruşması ve kanların karışmasıyla birlikte bir takım psikolojik, fikrî ve geleneksel unsurlar salgın bir hastalık gibi yayılmıştı.

Tatar harplerinde, uzak doğudan, Cinden hareket eden, geleneklerini, ahlaklarını; arzularını ve özlemlerini taşıyarak gelen bir kavim; mizaçları ve fikirleri doğru, akaidleri düzgün olan ve âlimleri doğru yolu gösteren Allah'ın kitabından ve Hz Peygamber (s.a.v)'in sünnetinden çıkardıkları sa­bit kesinleşmiş kanunla/a boyun eğen İslam toplumu ile- karşılaştılar. De­ğişik ahlak, örf, âdet ve nizamlara sahib olan bu iki millet, birbirleriyle kar­şılaşınca bu karşılaşmadan sonra gelenekler ve zevkler bozuldu.

Bütün bunların ötesinde şiddetli savaş, bizzat İslam ülkelerindeki hal­kın birbirine karışmasına sebep oldu. Tatarlar, Irak'a saldırdıklarında Irak halkının Suriye'ye; Musul ve civarındaki halkın Şam'a kaçtıklarını; Dımaşk ve civarındaki şehir ve kasabalarda yaşayan halkın Mısır'a hatta Fas'a göç ettiklerini görüyoruz. İbn-i Teymiyye'nin hayatı bölümünde görüldüğü gibi Ta­tarlar, Dimaşk'e saldırınca Dımaşk âlimleri, valileri ve güçlü halkının bu şehirden nasıl kaçtıklarını ve îbn-î Teymiyye'nin halk ve güçsüz kimselerle birlikte orada kaldığını gördünüz.

Zorlama i!e meydana gelen halkın bu karışmasından, geleneklerde, fikrî, psikolojik ve sosyal karışıklıklar ortaya çıktığı gibi, sebat ve sükû­neti olmayan sıkıntılı bir cemiyetin oluşmasına da sebep oldu.

O tarihte, bu kadar değişik insan cinslerinin güven yeri olan Mısır'­da sosyal sıkıntıların ortaya çıkması kaçınılmaz oldu.

Herhalde bu sosyal sıkıntı, siyâsî kargaşalığın ve memluklardan olan her emir'in diğer emirlerin elinde bulunan mülk ve saltanata göz dikmesi­nin sebeplerinden biridir.

158- Frenk, Türk ve Tatar'lardan olan esirlerin bazı sosyal kuruluş-tarda rolleri vardı. Çünkü memluklar, bizzat ya esirlerden idiler veya Ey-yubîler döneminde satılmak özere getirilmiş olan kimselerden idiler. Da­ha sonra Mısır'da haklmiyyet onların eîine geçti. Onlardan vezirler, emirler, komutanlar ve saltanatı eline geçirenler ortaya çıktı. Önce Kutuz b. Abdul­lah ve Zahir Baybars  ve  onlardan sonra da Nasır  Kalavun, Tatarlardan

İmam ibn-î teymîyye

hlr cop gurup insanı esir alınca onlar özel bîr rütbeyi elde ettiler ve on-I r halkın içine dalmadılar. İslam dinine girdikleri zaman İse bütün gele­neklerini İslama göre yeniden düzenleyemediler.

el-Makrizî bu hususta şöyle demiştir:

«Doğu ve kuzey ülkelerinde Tatarlar, bir çok savaş yapınca ve bu ülkelerin halkının çoğunu esir alıp onları satınca, bu esirler de ülkeden ülkeye intikal edin-ce es-Sâlih Necmuddm Eyyub bu esirlerden bir gurubu salın aldı. Onlara el-Bah-rivve ismini verdi. Hatta bu esirlerden bazıları, Mısjr hakimiyyetini ele geçirdi­ler Sonra Kutuz, onlarla Aynu'l-Ciîût denilen yerde meşhur savaşını yaptı ve Ta­tarları yendi. Onlardan Mısır'a ve Suriye'ye gelen bir çok kimseyi esir aldı. Son­ra Melik Zâhİr Baybars'ın saltanatı zamanında güç elde edenlerin sayısı çoğaldı. Onlar, Mısır ve Suriye'yi doldurdular. Böylece adetlerini ve geleneklerini yaydı­lar.

Onlar, İslam ülkelerinde yetişmişlerdi ve Kur'ân'i mükemmel öğrenmişlerdi, islam'ın hükümlerini de öğrenmişlerdi. Böylece onîar, hak ve batılı birleştirdiler, güzel ve kötü şeyleri karıştırdılar.

Namaz, oruç, zeka! ve hacla İlgili bütün dinî konulan başkadı'nm şahsî tasar­rufuna bıraktjJar. Evkaf ve boıç işlerini başkadı'nm emrine verdiler. Kendileri de Cengizhan'in adetlerine dönmeye ve «es-Siyâse» hükümlerini uygulamaya ihtiyaç duydular. Bundan dolayı, âdetlerinde ihtilafa düştüklerinde aralarında hükmet­mesi ve zorbaların zulmüne engel olması ve «es-Siyase» deki kanun ve hükümle­re uygun olarak güçsüz kimselere merhamet etmek için «Hâcib» tâyin ettiler. Hatta tatar soyundan olan imtiyazlı tüccarlar da «es-Siyase» kanunlarına göre muhakeme ediliyorlardı. İktâât arazisine (hükümdar tarafından geliri veya mül­kiyeti tebaadan birine verilen arazi) ait işlerde ihtilafa düştüklerinde ve sultana ait borçlarlailgili dâvalarda hükmetme yetkisini de «Hâcib»e verdiler.»

159- Bundan anlaşılıyor ki, müslüman emirler, Tatarlardan olan sözkonusu esirlere takdir gözüyîe bakmışlar ve onların müslümanlar arasın­da ikâmet etmelerini kolaylaştırmışlardır. Onlara, «el-Vafidiyye» (elçilik he­yeti) admı vermişlerdir.

Tatarlar için, Mısır ve Suriye'nin diğer halkına tanınmayan özel mah­kemeler kurmuşlardı. Onlar, yalnız şer'i meselelerde halk arasında hükmet­mesi için hükümdar tarafından desteklenen- müslüman kadi'nm hükmüne boyun eğiyorlardı.

Fakat Tatarlar, ticarî muamelelerinde mahkeme için «Hacib»iere baş­vuruyorlardı. Ve «es-Sİyase»nin kurallarına göre hareket ediyorlardı. Es-Siyase», Cengizhan'ın Tatarlar için hazırladığı kanun kitabıdır. Alâeddin el-Cüveyni:

«Bu kitaptaki hükümlerin çoğunun semavî kitaplardaki hükümlere aykırı ol­duğunu, ondaki hükümlerin sert ve şiddetli olduğunu ayrıca adam öldürme suçun. dan daha hafif olan bazı suçlar için kişinin kanını heder ettiğini» belirtiyor.

İbni Kesir, el-Cüveyni'den rivayetle aynı kitaptan krsa bir metin nak-letmiştir. Bu metnin özeti aynen şöyledir:

«Kim zina ederse Öldürülür, ister daha Önce evlenmiş olsun, ister olmasın. Av-m şekilde, oğlancılık yapan öldürülür. Kim kasıtlı yalan söylerse Öldürülür. Sihir yapan öldürülür.Ki m, kavga yapan iki kişinin arasına girer de onlardan birisine yardım ederse o Öldürülür. Durgun suda işeyen Öldürülür. Böyle bir suya dalan kimse öldürülür. Kim sahibinden izinsiz bir esire yemek yedirirse veya su içirir-se veyahut elbise giydirirse o, Öldürülür. Kaçan bir esiri görüp onu geri çevirme­yen Öldürülür, Kim başkasına bir şey yedirirse -Kendisine yemek verilen kimse İster emir olsun ister esir olsun- Önce kendisi o yemekten vesin. Kirh yemek yer. se ve yanında bulunan kimseye yemek yedirmezse o öldürülür. Kim bir hayvanı keserse o da onun gibi kesilir.»[72] Aksine hayvanın karnım yarar, ve eliyle onun ciğerlerini önce karnından çıkarmaya uğraşır.

Böylece «es-Siyase»deki cezaların kanla içice olduğunu görüyoruz.

160- Bu açıklamalardan anlaşıldığı gibi, memluklular, esir olarak al-'dıkları Tatarlara, öncelikle özel muameleler yapmışlardır. Muhtemelen bu­nun sebebi, onların hepsinin aynı ırktan olmasıdır. Çünkü onlar, nesebte birleşiyorlardı. Tatarlar, şayet memlukluların kan kardeşleri değilseler bile, onların hala oğullarıdırlar. Bundan dolayı onlara özel muamelelerde bulun­muşlardır.

Memluklular ve Tatarların hepsi Türkçe konuşuyorlardı. Onlar, yalnız ibadetlerinde veya âlimlere hitab ettiklerinde veya -eğer tenezzül edip halkla konuşurlarsa- arapça konuşuyorlardı. Hatta alimlerle konuşmak mec­buriyetinde kalmayacak pozisyonda bulunan memluklular, farz ibadetleri­ni yerine getirebilecek kadar arapça öğreniyorlardı. Ondan fazlasını öğren­meye gerek duymuyorlardı. Mısır ve Suriye'de arazinin geliri ve ondan el­de edilen servet, ya onların elindeydi veya bütün arazi gelirleri onların eli­ne geçiyordu. Memluklar ve Tatarlar dışında kalan Suriye ve Mısır'ın d'ığer halkı, tüccar ve sanatçı idiler. Veya toprakta çalışarak yorulan işçiler idi­ler. Elde edilen mahsul ise, otorite sahiplerinin eline geçiyordu.

161- Bu göçmenler, memluklar ve Sultanın akrabaları imtiyazlı taba­kayı teşkil ediyorlardı. Bu sınıftan sonra en kıymetli gurup, din âlimleri gu­rubu idi. Dipî nüfuzdan dolayı, alimler özel bir mevki işgal ediyorlardı. Din işlerinde yalnız onlara itaat edilirdi. Âlimlerin otoritesine, kimse karşı çık­mıyordu. Ancak sultana veya onun vergilerine karşı  çıktıklarında onların bu otoritelerine   itiraz  edilebilirdi. Sultan Zâhir'in   İmâm  Mevevî'ye dav­randığı gibi...

Bu sultanlar, maldan başka hiçbir şeye önem vermedikleri gibi, mal e!de etmek için her türlü hileye başvuruyorlardı. Mesela, Zahir Baybars, haktan çeşitli vergiler alıyordu. Ve toprağı, sahiplerinden almak için uğraşıyordu.Bu  her iki uygulamasında da İmam Nevevî, ona karşı çıkıyordu. O asırda âlimler ne kadar otorite sahibi olurlarsa olsunlar, şüphesiz ;mierj valinin beytüimaden verdiği erzaktan olduğu için, bazen bu oto­riteleri zayıf olurdu. Bazen de ihitiyaç, mal sevgisi veya aşın hırs âlimle­ri  ilim ehline İayik olmayan davranışlarda bulunmaya sevkediyordu. İmam es-Süyûtî, Hüsnü'l-Muhadara adlı eserinde İbn-i Teymiyye ile aynı asırda ya­şayan bir alimle ilgili yakışıksız bir hikaye zikrederek şöyle demiştir:

«Teshilü’l-Fevâid'in bazı sayfalarında, Şeyh Cemâlüddînb. Mâlik'in hattıyla ya­zılmış bir hikaye, gördüğüm tuhaf şeylerden birisidir. Sözkonusu dilekçeyi, «Al­lah'ın rahmetine muhtaç olan Muhammed b. Malık, veri Öperek kaldırır ve sul-tan'ın «Allah ordusunu kuvvetli ve kendisini mesud kılsın» yanına gider. Halbu­ki bu zat, asrının âlimleri içinde kırâât ilimlerini, nahvi, arap dilini ve edebî sanatları on iyi bilen âlimlerden birydi. Bu bilgin'in maksadı, sultanların efendi­si ve şeytanların kahredicisi olan Sultanın, «Allah omınmülkünü ebedi kılsın ve dünyayı onun hakimiyyetine geçirsin» kendisinden faydalanmak isteyen ve ken­disine danışan kimselere yardım etmeyi âdet haline getiren Sultanın mektup sa. hibine ailesinin maişetini temin etmek uğrunda çektiği sıkmtıvı ortadan kaldı­racak ve maddî durumunu düzelterek çalışmasına ihtiyaç bırakmıyacak kadar mal vermesini istemek idî. Çünkü en-Nasirîyye devleti, halkına yetecek kadar mala sahipti. Aynca ez-Zahîriyve devletinin vereceği mal, okyanustan alınan bîr su arkı ve engin okyanusun köpüğü gibidir. Yüce Allah, bu kuvvetli en-Nasıriyve devletinden faydalanmayı özel ve genel olarak bir çok kimseye nasib etmiştir. Ve bu Devlet sayesinde bütün insanları, sıkıntıdan kurtarmıştır. Bu devlet sa­yesinde derli toplu olmayan dindeki dağınıklığı (görüş ayrılıklarım) birleştirmiş­tir. Kulun (kendisini kastediyor), bu devletin iyiliklerinden ve özel ilgisinin bere­ketinden mahrum kalması hayret vericidir. Halbuki ben. bu devletin devamı İçin her zaman dua edicilerden samimi birkişiyim. Ve devlet başkanına riâyet eden en doğru kullardanım. Allahım, bu devletin nurunu devamlı kıl. Yardımcılarının kılıçlarını kahredici ve galip kıl. Ellerini bolbol ihsan dağıtır hale getir. Hz. Mu­hammed ve âlinin hürmetine bu devletin düşmanlarını zelil ve mağlub kıl.»[73]

Bu hikaye, ihtiyaç ve tamahın bazı âlimleri, ilimle elde edilen azizlik derecesinden zillet seviyesine indirdiğine delalet eder.

Fakat alimler arasında böyleleri bulunduğu gibi, önceleri onlar arasın­da en-Nevevî (676 h.) ve İbn-i Dakik el-İyd gibi alimler de vardı. Şeref ba­kımından ilmi şerefli kılan ve onun değerini yücelten İbn-i Teymiyye ve ta­lebelerinin bulunması ilim için yeterlidir. -Çünkü onlar, o devirdeki bazı âlimler gibi kimseye avuç açmıyorlardı. Bilâkis onlar, gerçeklen açıklamak, doğru yolu göstermek ve kınamayı hakeden kimseleri kınamak için konu­şuyorlardı. Hükümdarların İbn Teymiyye'ye herhangi bir üstünlükleri yok­tu. O, en cesur bir komutan gibi kılıç taşıyarak düşmana karşı mücâdele etmişti. İlmî üstünlüğü de onlardan fazla idi. «Hiç bilenle bilmeyen Wr olur mu?»

162- Halkın çoğu, hükümdarların ve âlimlerin sultası altında bulu-nuyordu. Hükümdarlar, maddi güç, kuvvet ve hükmetme otoritesine sahip idiler. Âlimler ise, dinî otorite ile yo! gösteren manevî güce sahip idi-fer. Hükümdarlar, devleti koruyorlardı. Âlimler de, ruhların gıdası ve gönül­lerin tabipleriydiler.

Vatandaşların çoğunluğunu teşkil eden halk kitlesi ise; çiftçi, sanat­kâr ve fazla zengin olmayan tüccarlar İdi. Zengin tüccarlar ise hükümdar­ların, özel adamları ve elçilik görevlerini üstlenmişlerdi. Onlar, saray ha-ciblerînin huzurunda yargılanıyorlardı. Hak sahibi ksdılar'ın huzurunda mu­hakeme edilmiyorlardı. Halkın bu gurubu -özellikle çiftçiler- angarya halin­de çalışan işçiler gibiydiler. Çünkü toprak, emirfer arasında beylikler tar­zında paylaşılmış idi. Onlar, toprağın gelirlerini alıyorlardı. Çiftçilere ise çalışmalarının karşılığı ve emeklerinin meyvesi   kadar bile  verilmiyordu, îbn-i Teymiyye, bu haksızlığı görüyor ve halka acıyordu. İleri gelenlere doğru yolu gösteriyordu. Âlimleri, gayret ve şerefle rızıklandırıyordu. Îbn-I Teymiyye, iki defa arazinin payfaştınldığım gördü. İlk defa h. 697 yılında arazi taksim edilmişti. Bu taksimatta ürünlerin gelişmesi, meyvelerin ço­ğalması, ekin ve sütün bollaşması için çiftçilere biraz merhamet edilmiş­ti. Fakat emirler, bu taksimat için öfkelenmişlerdi. Ve bu paylaşmayı ger­çekleştiren Hüsâmeddin Lacin'e karşı ayaklanmışlardı.

İkinci arazi taksimatı ise, Nasır Kalav'un devrinde h. 715 yılında ya­pıldı. O, emirlerden aldığı arazinin bîr kısmını tekrar onlara geri verdi. Böy­lece onlar, sakinleşip karar buldular. Anlaşıldığına göre îbn-i Teymiyye, ile­ri gelen kimseleri ıslah etmeye yöneliyordu. Çünkü eğer onlar ıslah edil­miş olsalardı halkın durumu düzelirdi. Ve halk zulümden kurtulurdu. Bu husus, onun «Es-Siyâsetüş'-Şer'iyye» adlı eserinde açıkça görülmektedir. [74]

 

C. Fikrî Hayat

 

163- İbn-i Teymfyye'nin yaşadığı asırda, ondan önceki asırda ve ço­cuklarının döneminde fikri hayat çeşitli ubelere ayrılliyordu. Hatta fikrî hayatın prensipleri, tamamen birbirine zıt hale gelmişti. Çünkü hicri altın­cı ve yedinci asır fsonra sekizinci asır da bu İki asra tabi oldu) fikirlerin çatıştığı, görüşlerin çalkalandiğı ve değişik programların ortaya konduğu devirlerdir.

Çünkü alimlerin metodlari, tamamen birbirinden ayrı idi. Bazı alimler, hadis, tefsir, nahiv, fıkıh ve akaid ilimlerinde derinîeştiler. Fakat bu alim­ler, önceki âlimlere tabi olan mukaîlîdler durumunda idiler. Şer'İ deliller­den hüküm çıkaran müetehidler değil idiler. Hatta akaidîe ilgili konular­da bile, taklid etmeyi ve diğer alimlere tabî olmayı tercih ediyorlardı. On­lar, delillerin peşine düşmüyorlardı. Bu alimlerin yanısıra, araştırma yapan,

neticelere varabilen ve başkalarının görüşlerine iltifat etmeyen müs-r an filozoflar da vardt. Bu her İki gurup arasında din ve felsefe arasın-u baqiantı kurmaya çalışan âlimler ve filozoflar da vardı. Mesela «Resâil-ü ih ân-ı Safa» müellifleri ile İbni Rüşd'ün «Felsefetü'l-Mekâl fimâ beyne'ş-Çeriâti ve'i-felsefeti mine'l-İttîsaU (Şeriat ve felsefe arasındaki bağlantıyı açıklama) ismindeki eserler bunlara örnektir.

Bu düşünce donukluğu ve felsefî görüşlerin dağınıklığı arasında aklî ve naklî delilleri, düşünce gücü İle din gücünü birleştiren; el-İzz b. Abdüs-selam, Muhyiddin Nevevî, İbni Dakîk el-'İyd, el-Gazâlî ve Fahreddin er-Râ-zî gjbi eşsiz alimleri görüyoruz. Sonra bu âlim ve filozofların yanında; akla dayanan felsefî prensiplerle, halis ruhi meyilleri birleştiren mutasavvıfları görüyoruz. Bunlar, daha sonra bu fikirlerini aşarak psikolojik bir felsefe or­taya koydular ki bu felsefe, din alimlerinin yüce Allah'ın kitabı ve kıymet­li peygamberinin sünneti ışığında ortaya koyup uyguladıkları dini prensip­lere bazen uyuyor, bazen de bu prensiplere ters düşüyordu.

Filozof gibi görünen bu tasavvufçulann arkasına sığınan tarikatçılar, halkı yönlendiriyorlardı ve mutasavvıf âlimlerin ortaya koydukları tasavvu-fî prensiplere uymak için onlara yol gösteriyorlardı. Onların irşad ve öğ­retimdeki metodları, şeyhin müritlerini kendi hevâve hevesine uygun yap­tığı şahsî terbiyeye dayanıyordu. Ondan sonra, şeyhleri mukaddes say­mak, onlara körükörüne inanmak, hayatta onlara tabi olmak, ölümlerinden sonra mezarlarını ziyaret etmek suretiyle onlara saygı göstermek gibi inançlar ortaya çıktı. Hatta daha sonraları şeyhlerin yüce Allah katında mertebe ve kerametlerinin bulunduğu İnancı oluştu. Ve onları, insanî dere­ceden yükseklere çıkartan bir takım hikayeler uydurmak yaygın hale geK di. Tasavvufçularla akaîd ve siyâsî esaslar üzerinde kurulan İslâm? guruplar delil ve burhanlar getirerek fikir ve düşünce kavgası yapıyorlardı. Halbuki esas itibarıyla bu gurupların yaptığı şey tartışma yapan kimselerin körükö­rüne bir düşünceye bağlanmasından ibaretti.

Değişik guruplara mensup olan kimselerin ortaya sürdükleri deliller, karşıt gurupları ikna etmek, irşad etmek ve doğru yolu göstermek için de­ğildi. Bilakis bu deliller, hasımları yenmek ve düşünce hegomonyasını kur-, mak içindi. Bundan dolayı bu deliller, güzel birer delil olma özelliğini kay­bettiler. Hiç bir faydası olmayan fikir kavgası, kalplerdeki düşmanlığın alev­lenmesi ve İslam milletinin dağılmasından başka bir fayda sağlamadı. Ni­hayet müslümanlar, değişik gurup ve partilere ayrıldılar. Ve her gurup kendi fikirleriyle öğünüp sevindi.

Sonra durum fikrî kargaşadan, tartışma ve münazaradan, birbirini al­datmak, birbirine karşı komplo hazırlamak, İslam düşmanları ile anlaşmak, İslam ümmetine eziyet vermek için pusu kurmak ve yöneticiler nezdin* de birbiri aleyhine bozgunculuk yapma mücadelesine dönüştü.

164- İbn-i Teymîyye'nin içinde gelişip yetiştiği asır sayılan düşün­ce asrı hakkındaki konuşmamızın iyice antaşıiabilmesi için dört şeyi îyice açıklamamız gerekir. Bunlar, sözkonusu asırdaki düşünce prensiplerini iyi-ce ortaya çıkaran yönelişlerdir.

Bu unsurlar şunlardır:

1.  Dinî ilimlerdeki öğretim ve eser telif etme durumu.

2. Uzun süre varlıklarını sürdüren ve mensupları İbn-i Teymiyye za­manına kadar yaşayan samîmi İslam gurupları.

3.  Sofiler ve tasavvufçular- bunlarla birlikte.

4. Tarikatlar ve halkla ilgili araştırmalar yapılacaktır: Ve bu yönleri araştırmak, İbn-i Teymiyye gibi büyük âlimin beslendiği kaynakları ortaya çıkarmamıza yarar. Ayrıca onun, bu değişik yönlerde yetişmesinin sebeple­ri de ortaya çıkmış olur. Sonra onun bazı şeylere karşı çıkması ve bazı şey­leri kabul etmesinin sebepleri de ortaya çıkmış olacaktır. [75]

 

1.  İlmî Araştırmalar

 

165- İbn-i Teymiyye'nin yaşadığı asırda ilmî araştırmalar, düşüncede taraf tutma ve mezheb taassubu şöhret kazanmıştı. Akaidle ilgili her gö­rüşte, müteâhhirîn (Yaklaşık h. 300'den sonra yaşayan) alimlerden birisi, mütekaddimîn akaid imamlarından birine tabi oluyor, onun bütün görüş­lerini şüphe götürmeyen gerçekler olarak kabul ediyordu. Diğer imamla-. rın görüşünün de kesinlikle batıl olduğuna inanıyordu. Fıkıhla ilgili mez­heplerin yanlış olduğuna inanıyorlardı. Bazıları bu konuda toleranslı dav­ransalar bile durum böyle idi. Çünkü onlar, bizim imamımızın görüşü, hata­lı olma ihtimali bulunan doğru bir görüştür. Diğer imamların görüşü ise, doğru olma ihtimali bulunan yanlış bir görüştür diyorlardı. Fikirle ilgili bütün yönlerde durum böyle idi.

Müslüman nesiller, fikirde taraf tutmayı hicrî 4. asırdan miras almış­lardı. Çünkü o asırda Safirlerle Hanefiler arasındaki ihtilaf şiddetlenmiş­ti. Hanbellilerde de öfke ve şiddet ortaya çıkmıştı. Sonunda yenilgiye uğ­rayan Mutezilîler ile Eş'âri'ler ve Matürîdiler arasında da sert ve şiddetli tartışmalar yapılmıştı. Ve bu tartışmalar, kitaplarda tedvin edilerek son­raki nesillere intikal ettirildi.

Hatta mezhepler arasındaki ihtilaflardan bahseden, yapılan tartışma­ları kaydeden ve münazara edenlerin görüşlerini açıklayan bu görüşlerden birini körükörüne savunan bir kaç kaim cilt halinde yazılmış eserler var­dır.

Bu ihtilaflar, İbn-i Teymİyye'nin asrında yaşayan müslümanlara da si­rayet etmişti. Ve bu meseleler, İbn-i Teymiyye ile onlar arasındaki şiddetli 'htilaflara konu olmuştu. Onlar, isimlerine bakarak ilk alimlere tabi oluyor­lardı İbn-i Teymiyye ise, kendi görüşüne göre şer'i delillere tabi oluyordu. Ona göre, delili söyleyen kimse önemli değildi. Ancak delil, onu ilgilen­diriyordu. Şayet delil, onun istidlal metoduna göre doğru ise ona tabî olu­yordu. Fakat kendi istidlal metoduna göre doğru değilse onu reddediyordu.

Şayet hicri 6., 7., ve 8. asırlarda meşhur olmuşsa düşüncelerin çoğal­masıyla değil, ilim ile meşhur olmuştu. Çünkü bu asırlarda ilim gelişerek çoğalmıştı. İlim tahsili de çoğalmıştı. Bir çok insan, ilim öğrenmeye yö­nelmişti. Fakat ilmin kaynaklan hakkında mutlak surette tefekkür etmek, -düşünce ile ilgili taassubdan ve mezheb taraftarhğındanuzak kalarak— doğru görüşlerle yanlış görüşler arasında serbest bir tarzda mukayese et­mek, nesillerin miras yoluyla birbirinden aldığı büyük ilmi servete uygun düşecek kapasitede değildi. Onlar, birbirinden ilim alıyorlardı ve onu ez­berlemek istiyorlardı. Fakat onlar ilmi, sırf araştırma için veya herhangi bir tarafı tutmadan ve bir açıdan meseleye bakmayan fakat, bütün yönle­rini içine alacak şekilde ilmin şanına yaraşır bir tarzda onu değerlendire-miyorlardı. Nihayet İbn-i Teymiyye geldi. Mevcut ilmi servet üzerinde te­fekkür etti ve bu ilmi servete her yönden bakarak onu inceledi.

166- Her ne olursa olsun o asırda ilim öğrenme ve tahsil etme yol­ları açık ve kolaydı. Medreseler, büyük ilmî ansiklobedik eserler, özel ola­rak Mısır ve Suriye'ye ve genel olarak bütün İslam ülkelerine yayılmış bulunan kütüphaneler, ilim öğrenmeyi kolaylaştırıyordu.

Ayrıca miras yoluyla elde ettikleri kitapları şerhetmek, açıklamak ve ilk kaynaklarına işaret etmek için hayatlarını vakfeden âlimlerin de bu konuda büyük hizmetleri  olmuştu.

H. 4. asırda medreseler vardı. Daha sonra 5. asırda İslam ülkeleri­nin doğusuna, batısına ve ortasına medreseler yayıldı. İlim talebesi, İs­lam ülkelerinde hoca aramak İçin son derece gayret sarfediyor ve yolcu­luğa çıkıyordu. Seçkin hocalardan ilim öğrenmek uğrunda malını harcı­yor, fedakarlıkta bulunuyordu. Nihayet, seçkin bir hoca bulduğu zaman ondan ayrılmıyordu.

Camiler, büyük alimlerin ders yerleriydi. Nihayet h. 5. asırdan iti­baren, hükümdarlar ve emirler nüfuzlarını yaymak veya dinlerine hizmet etmek için veya halkları arasında ilim ve marifeti yaymak için medrese­ler yaptırmaya başladılar. Hükümdarlar, âlimleri bu medreselerde toplu-yorlardı. Böylece ilim öğrenmek isteyen kimse artık ilim İçin sefere çık­mıyordu. İlim onun ayağına geliyordu. Öğrenci artık hoca aramıyordu. Hoca onun yanına geliyordu.

Samîmî âlimler, bu durumdan endişe ettiler. İlmin değerinin düşece ğini, böylece samimî olan ve olmayan kimsenin, idealist, dindar asil ve alçak kimselerin ilim öğrenmek isteyeceğini zannettiler. Hatta rivayet edildiğine göre, Maveraünnehir âlimleri:

«Medreselerin inşa edilip alimlerin medreselerde toplatıldıgı» Haberini duyunca  ilim için matem tutmuşlar. Çünkü onlar, medrese­lerin inşâ  edilmesinin ilmin zayi olmasına     sebep olacağını zannediyor­lardı.

Biz, bu endişelerinde sözkonusu âlimlerin bu görüşlerine katılmıyo­ruz. Fakat biz diyoruz ki medreseleri kurmak; her ne kadar ilmin neşre­dilmesine ve tahsilin çoğalmasına sebep olmuşsa da bunun yanında, dü­şüncede taassuba düşmeye, taklidin çoğalmasına, delillere bakmayı ge­rektiren ve başkalarını îaklid etmeksizin delilleri bulmaya götüren serbest düşüncenin azalmasına sebep olmuştur. Şayet bu konuda müsamaha eder­sek ve düşünce İle ilgili taassubun medreseleri kurmakla beraber aynı doğrultuda gelişerek ortaya çıktığını kabul etsek bile, medreselerin bu taassubun sebeplerinden biri olduğunu, mutlaka kabul etmemiz gerekir.

Her şeye rağmen medreselerin kurulması, eser telif etme ve ilim tahsil etmenin çoğalmasına ve ayrıca talebelerin medreselerde bir çok branşı birlikte öğrenmelerine vesile olmuştur. Çünkü öğrenci, medrese­lerde aklî ve naklî ilimleri, fıkıh, hadis, tefsir ve Arap dili ilimlerini bira-rada buluyordu. Böylece öğrenci, bu ilimlerin hepsinden yararlanıyordu, Bu ilimlerde, genel kültür sahibi oluyordu. Sonra yönlendirme ve merak­la, bu ilimlerden birisinde ihtisas yapıyordu. Yalnızca onunla ilgileniyor­du.

Bazen, her ilim İçin bir medrese vardı. Mesela hadis ifmi için bir medrese, fıkıh ilmi için başka bir medrese ve diğer ilimler için ayrı ayrı medreseler vardı.

167- Yukarıda da zikrettiğimiz gibi, h. 4. asrın sonlarına doğru medreseler kurulmaya başlandı. Bu medreseleri, bazı emirler ve hüküm­darlar kuruyordu. Hatta biraz zengin olan bazı âlimler de medrese yap­tırıyorlardı. Mesela, Suriye'deki Kîdame oğulları medresesi gibi. Yukarı­da da bu medreseye işaret ettik.

İlk olarak kurulan medreselerden biri de Ebu Ali e!-Hüseyin föl. 393 h.)'nin Horasan'da yaptırdığı medresedir. Bu medrese, hadis ilmînin öğretimi için yaptırılmıştı. Orada bin civarında talebe bulunuyordu. Ibni Furekse Muhammed b. Hasan (406/1Ö15)'ın Horasan'da yaptırdığı medre­se de İlk medreselerdendir. Bir diğeri de Ebu Hatem el-Büsrî (öl. 420 h.)-nin yaptırdığı medresedir. Bu bilgilerden anlaşıldığı gibi İran ve Hora­san'da diğer İslam ülkelerinden önce medreseler kurulmuştur. Bu medreseler sonra h.5., 6 ve 7. asırlarla daha sonraki asırlarda medreselerin sayısı çoğaldı.                                                           

Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, başlangıçta zengin musiumanlar, mal-I medrese yaptırmaya başladılar. Sonra bu işi, hükümdarlar ve emir-!er'yüstlendi'ler. Böylece Selçuklu veziri, Nizamü'l-Mülk [485 h.), Bağdat, r a Musul, Nişsbur, Merv ve Herat'ta medreseler yaptırdı. Ondan son-aSS|v]ahmud Nureddin Zengi (569 h.) geldi. Ve Dımaşk hadis medresesi-r\ yaptırdı. Bu medreseye çok miktarda gayrı menkul vakfetti. Nureddin, Dimaşk medresesinden sonra, Halep, Humus ve diğer Suriye illerinde medreseler yaptırdı. Sonra Selehaddin idareyi ele aldı. O, Mısır ve Su­riye'de çok miktarda medrese yaptırdı. Medreseler için sabit nizam ve prensipler koydu. Selehaddin, medreselerde yapılan bazı derslere dinle­yici olarak katılıyordu. Hatta fırsat buldukça hadis derslerini dinlemeye gidiyordu.

Daha sonra Memluklar idareyi ele aldılar. Onlar da Eyyubilerin me­todunu takib ederek medrese yaptırdılar. Bu medreseler üzerine, Allah rızası için gayrı menkul vakfettiler. Medreseleri  gözetip  korudular.

168- İşte İbn-i Teymiyye, medreselerin yapıldığı bu asırda yaşadı. O, bu medreselerin beşiği sayılan Suriye ve Mısır'da iyice yetişip geliş­ti. Çünkü yukarıda belirtildiği gibi onun babası, Dimaşktaki medreseler­den birinin başkanı olup aynı zamanda Hadis hocalarının da başkanı idi.

Keskin zekalı İbn-i Teymiyye, bu medreselerden tam ve mükemmel bir tarzda faydalandı. Çünkü bu medreselerde en büyük hocalardan ha­dis dersi alması ve ayrıca aklî ilimleri en maharetli hocalardan alması sağlandı. Yine o, mantık ilmini, tahsil eden ve söylenen sözleri özüne in­meden sathi bir şekilde öğrenen bir öğrenci değil, araştırmacı ve incele­yici bir tarzda okudu. Dille ilgili bütün ilimleri yetkili dilci hocalardan okudu. Hatta asrının en büyük âlmi Ebû Hayyân'm huzurunda eski Nahiv imamı Sibeveyh'i rahatça tenkid edebilecek bir seviyeye geldi. Sonra fı­kıh ilmini, Kur'ân, Hadis, seleM salihinin görüşleri ve doğru kıyaslar, v.s. gibi temel kaynaklarına dayandırarak bu ilimde de derinleşti. İbn-i Tey-miyye'nin geniş bilgi edinmesi, İlimde derinleşmesi, kolay ve rahat bir şekilde en büyük hocalardan ders alabilmesi ancak âlimlere, ilimlerini yaymayı talebelere de bu ilimleri tahsil etmeyi kolaylaştıran medreseler sayesinde olmuştur.

169- ibn-i Teymiyye'ye ilim öğrenmeyi, araştırma ve inceleme yap­mayı kolaylaştıran husus, yalnız medreseler değildi. Aksine, ilmi gerçekle­ri ve selefin eserlerini anlamak için onun zihnini açan sebeplerin başın­da ansiklopedik eserler gelir. Çünkü bu kitaplar, dağınık ilimleri bir ara­ya toplamışlardı. Mesela hadislerin yaklaşık olarak tamamı büyük  kitaplarda toplanılmıştı. Camiu's-Sahih'ler ve Sünen'ler bütün hadisleri bir ara­ya toplamıştı. Hadis ilminde Ahmed b. Hanbel'in Müsnedİ, kapsamlı bir ansiklopedi olarak yeterlidir. Ayrıca hadis ilminde Hz. Peygamber'in ve bü­tün sahabenin fıkhını ihtiva eden Sünenler yazılmıştı.

Fıkıhla ilgili meseleler ve özellikle hadise dayanan fıkhî meseleler bir araya toplanmıştı. Çünkü Endülüslü İbni Hazm'ın el-Muhaila isminde­ki kitabında neredeyse hadise dayanan bütün fıkhî görüşler, fıkıh ve İcti-hadda önemli mansıbı işgal eden sahabe ve tabiilerin fıkhı bu kitapta tedvin edilmişti. Hz. peygamber (s.a.v.)'in olaylarla ilgili hükümlerinin bü­yük bir .kısmı da bu kitapta bulunur.

İbn-i Teymiyye'den önce çeşitli fıkıh mezheblerine mensup fakihlerin kendi imamlarının fıkhını büyük fıkıh ansiklopedilerinde tedvin ettiklerini görüyoruz. Hatta mezheb imamlarından bazıları, fıkhî görüşlerinin çoğu­nu kendi kalemiyle telif etmişlerdi. Mesela İmam eş-Şafii'nin önce Bağ­dat'ta yayınladığı ve sonra Mısır'da tekrar gözden geçirerek neşrettiği el-Ümm ismindeki eserinde yaptığı gibi. O, Mısır'da yazdığı fıkhî mese­lelere «el-Kitabu'l-Cedid» ismini vermişti. Ondan sonra Şafiî fıkhında ardarda ansiklopedik eserler yazıldı.Bunlar içinde en büyük kitab, İmam Nevevi'nin «Şerhu'l-Mecmû» ismindeki eseridir. Bu büyük imâm, İbn-i Tey-miyye'nin Neveviye kavuşması, onu görmesi ve belki ondan ilim almış olması mümkündür. Çünkü Nevevî, vefat edince İbn-i Teymiyye ya 15 ya­şındaydı veya daha  büyüktü.

Hanefi fıkhında da, Zahirürrivâye kitaplarının şerhi sayılan Serahsi'-nin el-Mebsut'u, Tahavî ve el-Hasîrî, Ebu Bekir er-Razî ve hanefî fıkhının meselelerini geniş bir tarzda yazan bu mezhep fıkhına ait ansiklopedik kitapların da telif edildiğini görüyoruz. Hanbeli fıkhında da bu tarzda ki­tapların yazıldığını görüyoruz. Mesela Harb'ın rivayetlerini toplayan kitap­larla İbn-i Kudame'nin el-Muğnî ismindeki kitabı ve bu büyük mezhebde yazılmış bulunan diğer kitaplar gibi.

Bu ansiklopedik fıkıh kitaplarından bazıları mukayeseli fıkhî araştır­maları ihtiva etmekle meşhur olmuşlardı. Hatta bazılarında mukayeseli fıkha daha fazla ağırlık verilmişti. Mesela İbn-i Kudâme'nin el-Muğni'si. Serahsi'nin el-Mebsut'u, Nevevî'nin el-Mecmü'u, İbn-İ Rüşd'ün Bidayetü'l-Müctehid'i gibi kitaplarda olduğu gibi. Sonra bu konuyu, İbn-i Hazm'ın el-Muhalla ismindeki eserinde daha açık bir şekilde görebilirsin. Bu kitap, aslında yukarıda belirtildiği gibi sahabe ve tabiin fıkhını ince bir üslûpla işleyen şaheser bir ansiklopedidir.

170- İbn-i Teymiyye'den önce hadis ve fıkıh sahasında ansiklope­dik eserler telif edilmiş olduğu gibi usulü'l-fıkıh dalında da büyük ciltler yazılmıştır. Mesela, İbn Hazm'ın Usulü'l-Ahkam, ef-Ahmedî'nin Usulü'l-Ah-kam, el-Gazali'nİn, el-Mustesfâ, Fahreddin  er-Râzî'nin el-Mahsul. el-Pezde"nin Usulü Fahrü'l-İslam, el-Cessâs'ın, el-Usul'ü ve genel dini konuları araştırma hususunda zihni açan ve özellikle okuyucu İbn-i Teymiyye gibi keskin zekalı, derin düşünceli ve ileri görüşlü olunca daha geniş bir ufuk­la fıkhî hükümleri delillerden çıkarmayı kolaylaştıran çok miktarda diğer eserler vardı.

Fıkıh ve fıkıh usulüyle ilgili ansiklopedik ^eserler bulunduğu gibi Kur'ân-ı Kerim'in büyük tefsirleri de vardı. Mesela sahabe ve tabiinin tef­sir konusundaki görüşlerini toplayan, araştırmacı bir tenkidle ve Taberi'-nin aklı gibi doğru ve üstün bir zeka ile Kur'ân'ın müphem âyetlerini açık­layan ansiklopedik bir tefsir sayılan et-Taberî tefsiri vardı.

Rivayet tefsiri, et-Taberî ve benzeri tefsirlerde açıkça işlendiği gibi, ez-Zemahşerî tefsiri ile onun metodunu takib eden arap dili âlimleri ile belagat ve beyan ilimleri sahasında otoriter âlimlerin hazırladıkları dira­yetle ilgili tefsirler de telif edilmişti. Bazı tefsirler, çeşitli İslâmî ilimleri bir arada topluyorlardı. Mesela, felsefe, dil, fıkıh ve usulü fıkıh gibi ilim­leri ihtiva eden ve büyük bir İslam ansiklopedisi sayılan Fahreddin er-Râ­zî'nin tefsiri gibi. Er-Râzî, bu ilimlerin hepsini Kur'ân gölgesi altında iş­lemiştir.

Tarih ilminde de çok büyük ansiklopedik eserler yazılmıştı. Mesela İbni Cerîr et-Taberî'nin Tarihi, İbni Abdi'l-Hakem'in Tarihi ve 7. asırda ya­şayan insanların kalplerini h. 1. asırda yaşiyan müslümanların heyecanıy­la hareket ettiren ve onları bu asra yücelten bir çok kaynak eser vardı.

Bazı kitaplar, hal tercümesi ve velilerin menkibelenne tahsis edilmiş­ti. Mesela Rağıb ei-isfehânî'nin HıIyetü'l-EvMyâ'si ve Hatib el-Bağdadî'nin Tarihu'l-Bağdat isimli eseri gibi. Tarih sahasında telif edilmiş kitapların büyük bir kısmı sahabe ve tabiîn hakkında bilgi vermeye ve onların hal tercümelerine ayrılmıştır. İşte bu eserler, İbn-i Teymiyye'nin hayati bölü­münde de belirttiğimiz gibi ve onun hakkında rivayet edilen haberlerle desteklendiği gibi onun kuvvetli aklı, veya okuyup mütalâa ettiği eserler­den küçük büyük hiç bir şey bırakmadan hepsini ezberleyebilen hafızası için birer kaynak ve müracaat yeri oldular.

171- İşte İbn-i Teymiyye, böyle büyük fıkhî ansiklopedileri ihtiva eden büyük medresede okudu. Bütün İslam belgelerinde kütüphanelerin bulunması, bu kütüphanelerde okuma ve mütalâa etme, istinsah etme ve nakillerde bulunma imkanının sağlanması, onun araştırma ve inceleme yapmasını kolaylaştırıyordu. O devirde, Fatımî hâlifeleri, Eyyubi ve Mem­luk hükümdarları kütüphaneleri inşa etmede ve onları en güzel kitaplarla donatmada yarışıyorlardı.

Fatımîler, kültürü yaymak ve kurdukları ilmi üniversiteler ile inşa et­tikleri büyük enstitülerin yanında kütüphanelerin bulunması için ve ayrı­ca kendi fikirlerini halka telkin etmek, halkı  eğitmek ve okullar yapmak

suretiyle ilim ve fıkıhlarını yaydıkları gibi ilmî kütüphaneleri inşa etmeye de önem vermişlerdi. Bu kütüphanelerin bazıları, ikiyüzbin kitap ihtiva edi­yordu. Mesela el-Kasr kütüphanesi bunlardan biridir. Bu kitaplar arasın­da fıkıh, nahiv, lügat, felsefe, psikoloji ve kimya ilimleri, tarih, hüküm­darların hal tercümeleri ve astronomi ile ilgili kitaplar bulunuyordu [76].

Fatimîlerin yaptırdığı kütüphanelerden biri de Darü'l-İlim kütüphane-sidir. Bu kütüphane Fatımî mezhebi fikirlerini yaymaya tahsis edilmişti.

Eyyubîler ve onlardan sonra Memluklar idareyi ele geçirdiler ve yap­tıkları okullarda okuyan talebelere yakın yerlerde çok miktarda kütüphane inşa ettiler. El-Kamil Muhammed Eyyubî'nin h. 621 yılında inşa ettiği el-Kamiliyye medresesinde olduğu gibi bazen medreselerle birlikte kütüpha­neleri de inşa ediyorlardı. Çünkü Kamil Muhammed, bu medresenin ya­nında yüzbin ciltlik kitap ihtiva eden büyük bir kütüphane de inşa etmiş­tir. Onun bu kitapları, Fatımîierin inşa ettikleri el-Kasr kütüphanesinden aldığı rivayet edilir.

İbn-i Teymiyye, bu kütüphanelerde, fazla çaba harcamadan zahmetsiz ve külfetsiz kendisine yardım eden bir yardımcı buldu Çünkü kütüphane­ler medreselerin yanında bulunuyordu. Mısır ve Suriye'de çok miktarda medrese vardı. O, hem Mısır'da hem de Suriye'de ikâmet etti. İbn-İ Tey­miyye, doğru tenkid yapmasını sağlayan tenkidci ve seçkin üstün zekası ile bu kitapların çoğunu okudu.

172- İbn-i Teymiyye, İslâmî düşüncenin meyvelerini nakleden ki­tapları buldu. Bu kîîaplardaki bilgiler, ya nakle dayanıyordu veya İslâmî düşünce hegomonyasına boyun eğen aklın meyveleriydi. Hatta sadece İn­san aklının mahsulleri olan —mesela felsefe kitapları gibi— kitaplar da vardı. îbn-i Teymİyye'nin bu kitaplara yazdığı reddiyelerden ve filozofla­rına yönelerek onları kınamasından anlaşıldığına göre o, bu kitapların ço­ğunu mütalâa etmiştir. Hatta, onun «el-Cevâb es-Sahih Ii men beddele dine'l-Mesih» adlı kitabından anlaşıldığına göre onun Hristiyanlık ve di­ğer dinlere ait kitapları da okuduğu anlaşılır. İbn-i Teymiyye. hükümdar­ların okuma ve mütalâaya tahsis ettikleri kütüphane salonlarında bu ki­tapları mütalâa etmiştir.

Kütüphanelerin bulunması, İbn-İ Teymİyye'nin ilim kaynaklarından fay­dalanmasını kolaylaştıran yegane sebep değildir. Bilâkis o, yaşça kendi­sinden büyük olan veya ondan bir kaç yıl önce yaşayan veyahut onunla aynı asırda yaşayan âlimler içinde çeşitli ilim dallarında derinleşen ve Is­lama hizmet etme hususunda büyük bir yer işgal eden ve hükümdarların haddini  tecavüz  ettiklerini   gördüklerinde onların  karşısına  dikilen  büyükler gördü. Mesela İmam Suyûtî'nin belirttiğine göre, h. 660 yılında ve-f t eden, el-Izz. b. Abdüsseiam adı ve şanı bütün dünyaya yayılan Melik Zahir'i otoritesi altına almıştı. Melik ez-Zahir, ona itaat ediyordu. Hat-bazen ondan saklanıyordu. Melik ez-Zahirin de açıkça söylediği gibi o, ' ncak el-İzz'in ölümünden sonra   hükümdar olduğunu hissetmiştir. Çünkü el-İzz   hayatta iken ez:Zahir ona muhalefet etmeye cesaret edemiyordu. Ve onun fikirlerine uygun hareket etmek için çaba harcıyordu. El-İzz ha­yatta iken ez-Zahir mutlak hükümdarlık yapamıyordu.

H. 676 tarihinde vefat eden ve İbn-i Teymİyye'nin hayatının ilk yılla­rında gördüğü İmam en-Nevevî'de böyle idi. Çünkü o da ez-Zahir'in hal­ka yüklediği vergilere karşı çıkmıştı. İmam en-Nevevî, bu vergilerin zu­lüm ve haksızlık olduğunu ve hükümetin bunlara muhtaç olacak kadar sı­kışmadığını gördü. Önce.yumuşak bir dille ez-Zahire vaaz ve nasihatte bulundu. Sonunda ez-Zahir, teşvik ve korkutma kılıcıyla âlimleri zorla bu vergileri uygulamaya razı etmeye kalkıştığını görünce Nevevî, sert bir dil­le onu eleştirdi. Ve ez-Zahir'in özel adamlarını, altın sürmeli elbiselerle, cariyelerini de zinetle süslemeyi tercih ettiği bir zamanda onun had is­mi altında yoksul halkın mallarını zorla almaya kalkışmakla itham etti.

Ayrıca İbn-i Teymiyye, büyük hadis âlimi îbn-i Dakîk'i gördü. Bu bü­yük hoca, İbn-i Teymiyye olgun bir genç olup onun derslerini dinledikten sonra vefat etmiştir. İbn-i Dakîk, rivayet ve dirayet açısından hadis ilmini çok iyi biliyordu. Devamlı ilimle meşgul oluyordu. İlim dışındaki şeylerle meşgul olmaktan kaçınıyordu. O, Buhârî'ye ansiklopedik bir şerh yazmış­tır.

Bu üç büyük âlimden başka, çok ve bol ilim sahibi olma hususunda aynı seviyede olan, fakat nasslardan delil çıkarmadaki güçlerinde, bu ko­nuyla ilgilenmede, hükümdarlara nasihat etme veya onlara karşı susma hususunda ise birbirinden ayrılan ve değişik metodlar takip eden çok sa­yıda âlim vardı.

173- Böylece İbn-i Teymİyye'nin yaşadığı asrın, ilim ve âlimlerle dolup taştığını görüyoruz. O asırda tedvin edilen kitapların sayısı o kadar Çoğalmıştı ki; bu kitaplar, ilim tahsilini ve fazla bilgi edinmeyi kolaylaş­tırmışlardı. Çeşitli branşlarda otoriter sayılacak âlimler çoğalmışlardı. Bu alimler arasında cesur ve atılgan olanlar bulunuyordu. Onlar, yaşça ken­dilerinden küçük olanlar için bir çığır açmış bulunuyorlardı.

Nihayet İbn-i Teymiyye, ortaya çıktı ve her ilim dalında tahsil yapa­rak derinleşti. Sonra çeşitli ilimlerin inceliklerini bilen ince anlayışlı ge­niş bilgi sahibi âlimler gibi araştırma ve incelemelerde bulundu. Onun elin-«e bütün silahları susturan bir silah ve bütün delilleri hükümsüz kılan bir delili bulunduğu müddetçe o fikirlerinde hür ve cesur davranıyordu. Elindeki bu kuvvetli silah ve delil, Allah'ın kitabı ve elçisinin hadisler onun keskin anlayış gücü ve ancak doğru aklıyla kabul ettiği ve doöru r duğuna İnandığı görüşlere ters düşmeyen diğer âlimlerin görüşlerinden  kilenmeden gerçekleri halka anlatmasından ibarettir. İbn-i Teymiyye u' kümdarlarla olan ilişkilerinde, kuvvetli ve sağlam bir metod takib etti o" günah olmayan konularda hükümdarlara itaat ediyordu. Kabalık ve sertlik' ten uzak yumuşak bir dille onlara nasihat ediyor ve onlara doğru yolu qös-teriyordu.Ancak hak, sert ve keskin konuşmasını gerektiriyorsa bu şekil­de davranıyordu.

O, hükümdarları, iyi İşleri yapmaya teşvik ediyordu. Bu konuda onla­ra yardımcı oluyor hatta tehlikeli işlerde bizzat onlara katılıyordu.

Esas mücadele, İbn-i Teymiyye ile emirler arasında yapılıyordu. An­cak o, hayalleri savunan veya Kur'ân, hadis ve ashabdan rivayet edilen eserlerden herhangi birisine dayanamayan ve kendine göre dinde hayal saydığı fikirlerle mücadele ediyordu. [77]

 

İslam Mezhepleri

 

174- İbn-i Teymiyye'nin en büyük mücadelesi Şia ve Eşariyye ile olmuştur. Kendisi bu iki mezhep mensupları tarafından büyük bir tepki ile karşılanmış, Ebu'l-Hasen el-Eşari'nin bazı görüşlerini tenkit ettiği için hap­se atılmıştır. İbn-i Teymiyye ayrıca Hanbelileri de Allah'ın (C.C.) İnsan or­ganları gibi organların var olduğunu söyleyen mücessime haşevilerden ol­makla suçlamış ve onların görüşlerini eleştirmiştir. Binaenaleyh, İbn-i Tey­miyye'nin görüşlerinin pek çoğu bahsettiğimiz mezheplere reddiye mahi­yetinde idi ve iki taraf arasında büyük bir düşmanlık vardı.

Burada ilmin hakkını verip İbn-i Teymiyye ile aynı çağda yaşamış olan, daha doğru bir ifade ile, kökleri İslâm tarihinin ilk yıllarına kadar uzan­makla birlikte kollan İbn-i Teymiyye'nin yaşadığı çağa kadar uzanan mez­heplerden kısaca bahsetmek istiyoruz. Çünkü mezhepler Emeviîer döne­minde veya Hulefa-İ Raşidin döneminin-sonlarında ortaya çıkmıştır.

Binaenaleyh bu mezheplerin son halkalarını anlayabilmek için onların köklerini ele alıp, doğuşlarına ve tarih İçindeki gelişmelerine temas ede­ceğiz.

175- Hz. Ebû Bekir ve Ömer (R.A.) zamanında güçlü bir düzen var­dı. Meydana gelen herhangi bir ihtilâf kısa zamanda anlaşmaya dönüşü­yordu. Bu hal 3. Halife Hz. Osman'ın (R.A.) halifeliğinin İkinci dönemin­de fitneler çıkıncaya kadar devam etti. Bu dönemde haksız yola sapanlar cahilce arzuların akla hakim olduğu bu ortamda kendi havalarına uydular. Müslümanların birliği bir daha toparlanmıyacak şekilde dağıldı. Hz. Pey­gamberin (S.A.V.) haber vermiş olduğu fitneler çıktı. Sahih-i Buhari'de nakledilen bir hadiste Ebû Hureyre (R.A.) Hz. Peygamberin (S.A.V.) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir. İleride bazı fitneler olacaktır. O dönem­de, oturan kimse ayakta olandan, ayakta olan yürüyenden, yürüyen ise ko­şandan daha hayırlıdır. Kim o fitnelere yönelirse onlar da ona yönelir. O zaman sığınacak bir yer bulan ona sığınsın.

Istâm tarihinde ilk fitneler Hz. Osman'ın (R.A.) valilerinin yaptıkları zulümlerden şikayetlerin gelmesiyle başladı. Sonra halifenin valilere ak­babalarını tayin ettiği ve valilerin halifeyi aşarak kendi başlarına buyruk hareket ettikleri söylenmeye başlandı. Öte yandan bu kimselerin İslâm'da iyiliklerini kötülüklerine galip kılacak geçmiş bir hizmetlerinin de bu­lunmadığı eleştirilmeye başlandı. Bilâhare bu eleştiriler Hz. Osman'ı (R.A.) dini bakımdan suçlamaya dönüştü. Sonunda o büyük olay meydana geldi. Hz. Osman (R.A.) şehit edildi; böylece müslümanlar arasında öldürme ve birbiriyle savaşma kapısı açılmış oldu. Hz. Ali'nin halife olmasının da dur­duramadığı fitne, bu dönemde renk değiştirdi: Emeviler Hz. Ali'yi (R.A.) Hz. Osman'ın (R.A.) katledilmesine yardımcı olduğu veya en azından ka­tilleri cezalandırmadığı, aksine canilerin Hz. Ali'nin (R.A.) taraftarları hat­ta O'nun kumandanları arasında olduğu İçin suçlamaya başladılar. Oysa Hz. Ali'nin (R.A.) böyle bir durumla alâkası yoktu. O ne bu lânetli kati su­çuna taraftardı ve ne de katilleri korumuştu. Sadece kanın sahibi gelip Hz. Osman'ın (R.A.) kısasını isteyinceye ve fitneler durup katilleri yakalayın­caya kadar beklemeyi uygun görmüştü.

İhtilâf Hz. Ali (R.A.) ile Zübeyr b. Avvam ve Talha b. Ubeydullah (R.A.) arasında bir savaş çıkıncaya kadar bitmek niyetinde değildi. Hz. Ali (R.A.), ordularının başında Hz. Aİşe (R.A.) bulunan Zübeyr ve Talha (R.A.) ile sa­vaşmak zorunda kaldı ve onlara galip geldi. Hz. Ali (R.A.) ikinci olarak kendisine başkaldıran Muaviye'ye savaş açtı. Hz. Ali Muaviye ve ordusu­nu tam yenip fitneyi öldürerek başını kesmek üzereyken, Muaviye hileye saparak barış için hakeme başvurma teklifinde bulundu. Ne var ki verilen hüküm adilane değil, bir oyundu. İşte bu sırada Harici fırkası ortaya çıktı. Böylece müslümanlar üç guruba ayrılmış oluyorlardı :

1) Hz. Alî (R.A.) ile birlikte olanlar. Bunların bir kısmı  Hz. Ali'nin . (R.A.) hilâfete Hz. Ebu Bekr ve Ömer'den  (R.A.) daha lâyık olduğunu id­dia ediyorlardı. Daha sonra bu guruba Şia adı verildi.

2) Hz. Ali'ye (R-A.) isyan eden Hariciler.

3) Muaviye ile   birlikte hareket edenler.

Görüldüğü gibi, bütün bu ihtilâfların konusu hilâfete ve itaat edilme­ye kimin daha lâyık olduğu meselesi idi. Bu arada teorik tartışmalar da oluyordu. Sonunda tartışma mevzuu hilâfetin dini ve dinle alâkası olma­yan yalnız dünyevî bir mesele olup olmadığı şekline dönüştü. Bu konuda İbn-i.Hazm şöyle demektedir:

«Bütün Ehl.î Sünnet, Mürcie, Şia ve Hariciler îmamet'İn (devlet başkanhih-nın) vacip olduğu ve müslümanlara adaletle hükmeden, onlar arasında Allah'ın (C.C.) hükümleriyle, Hz. Peygamber'in (S.A.V.) Allah (C.C.) katından getirdiği şeriat hükümleriyle icraatta bulunan devlet başkanına ilaat etmelerinin farz olduğu hu­susunda ittifak etmişlerdir. Haricilerin Necde kolu müstesnadır. Çünkü onlar imametin farz olmadığını. Halkın kendi aralarında adaleti uygulamasının gerekti­ğini ileri sürerlerdi. Bunlar Hanife Oğullarından Necde b. Üveymir'e bağlı olan kimselerdir.  Günümüzde   bu  gruptan  herhangi   bir  kimsenin  kaldığını  sanmıyo-

ruz.»

176- Üçüncü Halifenin hilâfetinin son döneminde ortaya çıkıp dör­düncü Halife dönemi ve daha sonraki dönemlerde devam eden siyâsî ih­tilâfın yanında akide etrafında göze çarpan bir ihtilâf daha vardı. Siyâsî fitneler peşinden bir takım dinî inanış problemlerini getirmişti.

İlk olarak kader konusu doğdu. Kader meselesi eski dinlere mensup kişilerin zihinlerini meşgul edegelmiş, müşriklere sirayet ederek onların; «Allah isteseydi O'ndan başka bir şeye ibadet etmezdik. Allah isteseydi ne biz, ne de babalarımız Allah'a (C.C.) ortak koşmazdık, bir şeyi de ha­ram kılmazdık.» demelerine sebep olmuştu. Hz. Ali'nin (R.A.) hilâfetinin son dönemlerinde özerinde pek çok söz edilen kader konusu daha sonra daha şiddetli tartışmalara sebep oluyordu. Bir kısım insanlar her şeyin ka­za ve kader İle olması halinde kişinin yaptığı fiillerden dolayı sorumlu ola­mayacaklarını iddia edenlerden bazı kimseler de insanın Allah'ın (C.C.) İradesinin karşısında hiç bir iradenin olmadığın! ileri sürüyordu. Kaderi ilk İnkâr eden Cehm b. Safvan'dır. Bir başka grup ise insanın tam bîr ira­de sahibi olduğunu, Allah'ın (C.C.) insanda hür bîr şekilde seçim yapma­sını sağlayacak olan bir kuvvet yarattığını ve kişinin bu yüzden sorumlu olduğunu benimsetmekteydiler. Bunlar Mutezile ve onların da görüşünde olan kimselerdi.

Sonra büyük günah işleyenin ne olduğu, fasik bir mû'min mî yoksa din­den çıkmış bir kâfir mi veya İkisinin arasında mı olduğu tarzında tartış­malar oldu. Birinci şıkkı ehl-î sünnet, ikinciyi hariciler, üçüncüyü ise Mu'-tezile benimsemişti. İman olduktan sonra günah bîr zarar vermez, diyen bir başka grup daha vardı ki bunlar Mürcie idi.

Keza Allah'ın (C.C.) sıfatları ve kelâmı, Kur'an'ın yaratılmış veya ka­dim (yaratılmamış) olduğu meselesi ortaya atıldı. Bu meseleyi Emevî dö­neminde Cehm b. Safvan ve Ca'd b. Dirhem ileri sürdüler. Daha sonra Me'mun döneminde konu üzerinde şiddetli tartışmalar oldu. Ahmed b. Han-bel bu yüzden ağır bir imtihana maruz oldu.

İşte bütün bu konular Takîyyuddin Ahmed b. Teymiyye'nîn mücadele alanlarıydı. îbn-i Teymiyye bu konularda bazı kimselere muvafık davranır­ken, bazılarına ise ters düşüyor, bu yüzden de büyük zahmetlerle karşıla­şıyordu. Binaenaleyh, burada O'nun kendileriyle mücadele ettiği mezhep­lerden bahsetmek durumunda bulunuyoruz. Ancak, her ne kadar bazı fi­kirleriyle karşılaşmışsa da, O'nun döneminde kendisiyle mücadele eden mensubu bulunmadığı için Haricilerden bahsetmeyeceğiz.

Burada İbn-i Teymiyye'nin hayatta bulunduğu sırada O'nu meşgul eden siyâsî mezheplerden Şia'dan, itikadî mezheplerden Cehmiyye, Mutezile, Eş'arîyye ve Maturidiyye'den bahsedeceğiz. [78]

 

Şia

 

177- Hz. Osman (R.A.) zamanında ortaya çıkan Şia mezhebi, İslâm mezheplerinin en eskisini teşkil eder. Hatta tarihçiler bu mezhebin orta­ya çıkışının Hz. Osman (R.A.) döneminden önce olduğunu Hz. Peygamber'-İn (S.A.V.) vefatından sonra Hz. Ali'nin (R.A.) halifeliğe Hz. Ebu Bekir'den (R.A.) daha lâyık olduğunu benimseyen kimselerin bu mezhebin öncüleri­ni teşkil ettiklerini ileri sürmektedirler. Şia mezhebinin temel görüşleri şunlardır:

1) İmamet İslâm'ın bir rüknüdür. Peygamber'in (S.A.V.) O'nu ihmal etmesi veya müslümanlara havale etmesi caiz olmaz, aksine onlar için bir imam (devlet başkanı) seçmesi vaciptir.

2) Hz. Ali (R.A.) Hz. Peygamber (S.A.V.) tarafından seçilmiş olan ha­lifedir ve bütün sahabenin (R.A.) en faziletlisidir.

Bu iki noktada ittifak etmiş olan Şia fırkaları bundan sonrasında ara­larında ihtilâf halindedirler. Binaenaleyh, bazı Şiiler Hz. Ali'nin (R.A.) (üs­tünlüğü, İyiliği) hususunda aşırı davranmış, bazıları ise daha orta bir yo! tutmuşlardır. Sonuncular Hz. Ali'nin (R.A.) sahabenin en faziletli olduğu­nu kabul etmekle birlikte, O'nun biat ettiği ve tenkitte bulunmadığı için, Hz. Ebu Bekr ve Ömer'e (R.A.) yapılan biatinin geçerli olduğunu kabul eder ve onlara sövmezler.

Aşırı Şiiler ise Hz. Ebû Bekir ve Ömer'e (R.A.) hakaret eder, Hz. Ali'­yi (R.A.) Peygamberlik mertebesine çıkarırlar. Hatta bazıları daha da ileri giderek küfre girer ve Allah'ın (C.C.) O'na hulul ettiğini, bir kısmı O'nun Allah olduğunu iddia ederler. Bunlar Abdullah b. Sebe'ye tabi olanlardır. Ben bunların mensubunun kalmadığı kanaatindeyim. Hatta tarih onlardan sadece Hz. Ali (R.A,) ve Emeviler döneminde söz etmiştir. Bu grup aslın­da müslüman değillerdi; onlar halkın inancını bozmak için İslâm'a girmiş kimselerdi.

178- Şii müslümanlar Hz. Ali'den (R.A.) sonra halife seçiminin na­sıl olacağı, halifenin vasfen mi seçileceği, yoksa şahsen seçilip her hali­fenin kendisinden sonraki halifeyi bizzat tayin edeceği, böylece Hz. Pey-yamber'in (S.A.V.) birinci halifeyi seçtiği ve O'nun vasıtasıyla da daha son­rakini seçmiş olacağı, dolayısıyla bütün halifelerin şer'a istînad etmiş ola­cağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. [79]

 

Zeydiyye

 

Halife seçiminin vasfen olacağı görüşünü benimseyen ve Zeyd b. Ali Zeynelabidİn'in tabileri olan bu kimselere göre, kendisinde halifelik vasıf­ları bulunan herhangi bir kimseye halk biat ettiği takdirde imam (devlet başkanı) olur. Zeydiyye Hz. Ali'den (R.A.) sonra halife olarak ortaya çıkan bir kimse olmasını şart koşarlar. Ancak Zeydiyyenin imamı olan Zeyd b. Ali bu konuda kardeşi Muhammed b. Ali el-Bakir'a muhalefet ederek, ima­mın ortaya çıkıp halktan kendisine biat etmelerini istemesini şart koşma­mış, halkın O'nu tanımasını yeterli kabul etmiş ve O'na şöyle demiştir:

«Senin görüşüne göre babanın imam olmaması gerekir. Çünkü O hiç bir za­man imam olarak ortaya çıkmamıştır.»

Zeyd (R.A.) ve O'nun peşinden giden kimseler daha afdal (iyi, üstün) kimse varken, efdal olanın imam olmasının caiz olduğunu, yukarıda zikre­dilen vasıfların kâmil manada bir imam vasfı olduğunu, böyle bir kimse­nin imamete daha lâyık olacağını, ancak ehl-i hal ve akd (seçme ehli olan­ların) bu sıfatlardan bazıları kendisinde bulunmayan birini seçip ona biat etmeleri halinde bu kimsenin halifeliğinin sahih olacağını ileri sürerler. Bu grup bu görüşlerine binaen Hz. Ebu Bekir ve Ömer'in (R.A.) hilâfetinin ca­iz olduğunu, onlara biat eden sahabenin kâfir olmayacağını kabul ederler. İmam Zeyd'e göre Hz. AH (R.A.) sahabenin en efdalı idi. Fakat ashap bazı maslahatlardan ötürü, fitne ateşini söndürmek, halkın gönlünü memnun et­mek için hilâfeti Hz. Ebû Bekir'e (R.A.) İntikal ettirmişlerdir. Çünkü asr-ı saadette cereyan eden savaşların üzerinden kısa bir zaman geçmiş Hz. Ali'nin (R.A.) akıttığı müşrik kanı henüz kurumamıştı. Bazı kimselerin gön­lündeki intikam duygusu ilk günkünden farklı değildi. Kalpler henüz Hz. Ali'ye (R.A.) tam olarak meyletmiş, başlar iyice eğilmiş sayılmazdı. Bina­enaleyh, hilâfet makamına getirilecek olan -kimsenin  yumuşaklık,   şefkat, yaşlılık, daha önce müslüman  olmuş bulunmak ve Hz. Peygamber'e (S. A.V.) yakınlık gibi   özellikleriyle   tanınan   biri   olması   maslahat  gereğiy­di [80].

Zeydiyye'ye göre yukarıda zikrettiğimiz vasıflara haiz olduktan sonra ner biri ortaya çıktığı bölgede halife olmak üzere, aynı zamanda iki ayrı bölgede iki imamın bulunması da caizdir.

179- Şia'nın bu ilk kolu halife tayininin şahsen değil vasfen oldu­ğunu kabul eden ve orta yolda olan kimselerdir. Zeydiyye dışındaki Şia'­nın diğer kolları bu tayinin şahsen olduğunu kabul ederler. Hz. Ali (R.A.)

Hasan ve Hüseyin (R.A.)'in halifeliği üzerinde ittifak eden bu grup daha sonraki halifeler konusunda ihtilâf etmişlerdir. [81]

 

Keysaniyye

 

180- Keysaniyye Hz. Hüseyin'den (R.A.) sonra halifenin O'nun ba­ba bir kardeşi olan Muhammed b. el-Hanefiyye olduğuna, İmamların hata işlemekten masun olduklarına, Muhammed b. el-Hanefîyye'nin ölmediği ve Redva dağında bulunduğuna İnanan gruptur. Keysaniyye inanışlarından biri de ruhların tenasühüdür. Kişi öldükten sonra ruhun bir bedenden çı­kıp başka bir bedene girmesi demek olan bu inanış eski bir Hind mezhe­binden alınmadır. Ayrıca Keysaniler, haşa ilminin değişmesinden ötürü Al­lah'ın (C.C.) muradını değiştirmesi demek olan Beda'nm Allah (C.C.) için caiz olduğuna da inanırlar. [82]

 

İmamiyye-İsna Aşeriyye

 

181- Imamiyye'ye göre imamet Hz. Hüseyin'den (R.A.) sonra sıra­sıyla şu kimselerindir: Hz. Hüseyin'in (R.A.) oğlu Ali, Muhammed el-Bakır, Musa el-Kâzim, Ali er-Rıda, Muhammed el-Ceyad, Ali el-Hadi, Hasan el-As-ker^ ve on ikinci İmam olan Muhammed. İmamiyye Muhammed'in babası-. nın evinde bir yeraltı odasında gizlice girdikten sonra geri dönmediğini id­dia eder. Muhammed'in bu kayboluşu sırasında, kaç yaşında olduğu husu­sunda ihtilâf eden Imamiyye'den bazıları O'nun dört, bazıları ise sekiz ya­şında olduğunu rivayet ederler. Keza bu mezhepten bazıları imam bu yaş­ta iken İmamın bilmesi gereken herşeyi bildiğini ve halkın O'na itaat et­mesinin vacib olduğunu benimserlerdi.

İmamiyye bugüne kadar gelebilmiştir. Iran halkı bu mezheptendir. Imamiyye'nin usulü ve furuu olan bir fıkıh mezhebi de vardır. Mısır'ın ye­ni kanunları yapılırken bu mezhepten bazı hükümler alınmıştır. Bu mezhep­te racih olan görüş olmayıp sadece bir görüşten ibaret olan, var ise vasi­yetin caiz olacağı tarzındaki hüküm bu hükümlerden biridir. [83]

 

İsmailiyye

 

182- İbn-i Teymîyye bu mezhebin bazı mensuplarıyla karşı karşıya gelmiş, onlarla İlmî dili ve kılıcıyla mücadele etmiştir. Binaenaleyh, bu mezhepten görünüp O'nun bayrağını taşıyan bazı inkarcıları da ortaya çı­karmak, bu İslâm mezhebinin onlarla bir alâkası bulunmadığın? îsbat et­mek için İsmailiyye hakkında daha fazla bilgi vereceğiz.

Şia’nın İmamiyye'ye kolundan olan, ve İsmail b. Cafer'e mensup olan İsmailiyy6 fırkası Cafer es-Sadik'tan sonraki imamın onun oğlu İsmail ol­duğunu kabul ederler. Bunlar Cafer es-Sadık'a kadar gelen İmamlar husu­sunda İsna aşeriyye ile ittifak halinde iken, daha sonraki imam konusun­da onlardan ayrılırlar. İsna aşeriyye, bu imamın Musa el-Kâzım olduğunu kabui ederken, İsmailiyye Cafer'in oğlu İsmail olduğunu benimser. İsmail, babasından önce ölmüştü, binaenaleyh ondan sonra nasıi imam olabilir? tarzındaki İtiraza ise şu cevabı verirler:. Babası onun imam olduğunu be­lirtmişti. Buna göre, o her ne kadar babasından daha önce vefat etmiş de olsa, yine de ondan sonraki imam olmuş demektir.

İsmailiyye'ye göre imamet İsmail'den sonra Muhammed el-Mektum'a geçmiştir. Muhammed gizli imamların birincisidir [84].

Mektum'dan sonra oğlu Cafer el-Musaddik, ondan sonra oğlu Mu-hsmmed el-Habib, daha sonra sırasıyla Mağrib ve Mısır'ı ele geçirip Fa-timî devletini kuran oğlu Abdullah el- Mehdî imam olmuşlardır.

Irak'ta ortaya çıkan bu fırka başlangıçta diğer Şiiler gibi zulme uğra­mış, daha sonra bu zulümlerin etkisiyle İran'a kaçmıştır. İran'da bazı eski Fars inanışlarının bu mezhebe karışmasından sonra mensuplarından bazı­ları önceki akidelerini korurken, bazıları da yeni karşılaştıkları o eski ina­nışların etkisinde kaldılar, böylece mezhep İçinde kendi hevasına göre ha­reket eden bir grup meydana geldi.

Binaenaleyh, pek çok gruplar ismailiyye adını almış bunlardan bazısı islâm dairesini muhafaza ederken, bazıları da İslâm'dan gayet uzak nok­talara düşmüşlerdir.

183- Şimdi Ibn-i Teymiyye'nîn kendileriyle mücadele etmiş olduğu ismaililerin bu sapık grubundan bahsetmek istiyoruz. Bunlar islâm ülkesi içinde bir diken idiler. İslâm düşmanı Bizans ve Tatarlarla işbirliği yapmış müslümaniarın aleyhinde bulunmuşlar, sonunda Bağdat'taki İslâm Devle­tini Tatarların önüne bir kurban olarak koymuşlardır. Vezir Alkame'nin gay­retleriyle Bağdat Tatarların eline düşmüş, halife ve taraftarları ele geçiril­miş, katliâmlar yapılmıştır.

îsmaililer İrak'taki zulüm ve baskı yüzünden Horasan, İran ve Kazvîn'e göç edince buradaki Brahman, Budist, İşrakiyye ve Eflâtuncu felsefe gibi düşünce akımlarıyla karşılaşıp onların etkisinde kaldılar. Bu etkilenme o derece ileri gitti ki, sonunda bu mezhebin İslâm'la alâkası sadece ismin­den ibaret kaldı.

Ismaiîiyye fırkasına Batiniler veya Batiniyye de denmiştir. Bunun da sebebi, îsmailiyye'nin Imam'ın gizli olabileceğini, şeriat hükümlerinin zahir ve batın (açık, gizli) manalarının olduğunu, halkın yanlış zahir mana­ları bileceğini batını hatta en gizli manayı ise sadece İmamların bileceği­ni, prensip olarak kabul etmesidir. Batınî İsmaililer bu prensipten hare­ket ederek Kur'ân'ın âyetlerini son derece uzak te'villere tabi tutmuşlar ve yaptıkları bu te'villere batın adını vermişlerdir. Onlara göre İmamlar nâs-ların en gizli olan manalarını bilirler. Bütün davranışlarında takiyye pren­sibini uygulayan bu kimseler mezheplerinin esaslarını gizlemiş, sadece şartların elverdiklerini açıklamışlardır.

İşte bu nedenle İsmailiyye fırkasına Bai-.niyye adı verilmiştir.

184- Mutedil forta yolu tutan) Ismaİliyye fırkasının temel görüşle­ri öçtür:

1) Allah'ın (C.C.) imamlara bahşettiği    ilâhî marifet    feyzi   vardır. İmamlar bu feyiz sayesinde insanlardan daha üstün, daha bilgili olurlar. Binaenaleyh onlar bu sayede halkın bilemediği şeyleri bilir. Onların ula­şamadıkları şer'i ilimleri elde ederler,

2)  İmamm açık olması, bilinmesi şart değildir. Halkın O'nu tanıma­ması, gizli olması caizdir. Ancak bu durumda bile imama itaat etmek va­ciptir. Gizli İmam  kıyamete yakın, çıkıp halkın yolunu aydınlatacak olan Mehdi'dir. O henüz ortaya çıkmamıştır, fakat mutlaka   çıkacaktır.    Mehdi İmam, çıkıp da zulümle dolmuş olan dünyayı adaletle doldurmadıkça kıya­met kopmayacaktır.

3) Şeriat'ın bir zahir, bir de batını vardır. Nâsfarın hakîki ve öz ma­nası olan bu batını ancak Allah'ın marifet nurunu tecellî ettirdiği, böylece şeriatın hakikatim gösterdiği imam bilebilir. Bu özelliğe sahip olan imam hiç kimseye karşı  sorumlu olmadığı   İçin herhangi bir  kimse tarafından eleştirilemez, aksine herkes O'nun yaptığı bütün davranışların doğru oldu­ğunu kabul etmek zorundadır. Çünkü o hiçbir kimsenin bilemeyeceği şey-feri bilmektedir. Binaenaleyh,- bu fırka imamların masum olduğuna inan­maktadır. Ancak bunun manası, imamlar bizim bildiğimiz günahları  işle­mezler, demek değildir. Bu bizim günah olduğunu bildiğimiz bir şeyin as­lının onlarca bilinebileceği ve bu suretle,   aynı   şeyi   halk   yapamazken, İmamların işleyebileceği manasınadır.

185- Doğrusunu söylemek gerekirse, bu tarz bir düşüncenin küfrü mucip olduğu kesin değildir. Bu hususta söyleyebileceğimiz tek, kesin söz bunların kitap ve sahih sünnetle varid olmadığıdır. Ancak mutedil İsmailî-İerîn de sahip oldukları bu düşünceye sahip olanlar içinde dinden çıkan aşırılar fgulat) da bulunmaktadır. Gizliliği esas kabu! ederek, akidelerini yayan ve güç kazanan bu fırka, dinden çıkan aşın Cgulat) fırkadır. Hakimîyye adı da verilen bu fırka-ilâhî tecelli konusunda aşırı gitmiş, Allah (C. C) nın kendisine (imama)hulül ettiğini iddia etmiştir. Bu fırkanın başında Allah ‘ın kendisine hulül ettiğini iddia eden  ve halkın şahsına ibadet etmesini isteyen Fatimii Hakim Biemrillah gelmekteydi.

Hakim Biemrillah ömrünün sonuna doğru kendini gizlemiş daha sonra ölmüş veya bir başka rivayete göre öldürülmüştür. Kuvvetli olan görüş ise akrabasında biri tarafında öldürülmüş olmasıdır.Hakim’in adamları ve mezhebine bağlı olan kimseler O’nun ölmediğini iddia etmiş gizli olarak yaşadığını ve bir gün geri dönüp ortaya çıkacağını ileri sürmüşlerdir.İşte İbn-i Teymmiyye’nin Hakimiyye fıkrasına mensubunun sayısı az bir rakamdan ibarettir.

ibn Teymiyye'nin Hakimiyye ad.n. verdiği fırka bunlardır. Ier Lf Telmivyebu fırka ile münazara ve mücadelede bulunmuştur. » hainler bu fırkaya mensup kimilerin günümüzdeki Dürziler arasın-T\uSunu ileri sürerler. Bana göre, eğer böyle bir şey söz konusu t t erin bir kısmı hala akidelerini gizlemeleriyle birlikte, bu-Z Dürter arasında yasadıklan söylenen Hakimiyye Arkasına mensu-hunim savısı az bir rakamdan ibarettir.

Ancak bugün durum ne merkezde olursa olsun, geçmişte Hakımıyye İIe Dürziler arasında sık. bir bağ olduğu kesindir. Hatta baz, tanhç.ler, Hakim'e bu as.rı fikirleri telkin edenin Hamza Dürzi adında bir Iran h o-duğ nu naklederle, Dürzî Hakimilerin bu zata mensup kişiler olmalar, mümkündür. Bütün Hakimiyye'nin hatta çoğunun Hamza ed-Durz, nın mez­hebinden olmadıklarını da ifade etmeliyiz. [85]

 

Nusayriyye

 

186- Nusayriyye: Şam'da Hakimiyye'den başka onlar gibi İslam m dışına çıkmış olan bir fırka daha vardı. Bu fırka her ne kadar Isma.lıyye-ye nisbet edilmezse de, dinden tam manasıyla çıkma hususunda onunla birleşir durumdadır. İbn-i Teymiyye ile aynı asırda bulunan Nusayriyye adındaki bu fırka, İsmailiyye'nin etkisinde kalmış ve onların aşırı pek çok

fikrini benimsemiştir.                                                                               =

Geçmişte Hakimiyye gibi Lübnan'da yaşamış olan Nusayrıler, isna Aseriyye'ye bağiı idiler veya öyle olduklarını iddia ediyorlar ıdı. Bu kim­seler âl-i beytten olan imamların mutlak bir bilgiye sahip olduklarını, Hz. Ali'nin (RA) ölmeyip ilah veya O'na yakın bir zât olduğuna inanırlar. Şeriatın bir zahir, bir de batın manası olduğunu, batını ancak imamların bileceğini, çünkü zamanın imamına nurun doğduğunu ve şeriatın batın manasını da anlamasını sağladığını ileri süren Nusayrilerin, bu noktalar­da Batınıyye gibi düşündükleri görülmektedir.

Özet olarak, Nusayrilerin akideleri aşırı Şia fırkaların akidelerinin bir karışımından ibarettir. Bu fırka Hz. Ali'nin (R.A.) uluhiyetini ve ölmeyip bir gün geri döneceği fikrini Sebeiyye'den Şeriatın zahir ve batınî olri ğunu  ise İsmaiÜyye'den almıştır.

İşte İbn-i Teymiyye'nin mücadele edip susturduğu ve müslüman sa madiği fırkalar bunlardır.

187- îslâmî bağlan atan, İslâm özelliğini yitirip onunla kendisi ara­sında İsimden başka bir ilişki kalmayan bu aşırı fırkalar, İslâm dinine karşı bir savaş açmışlardır. Batınİler İslâm devletine karşı pek çok çetin savaşlar açmış, müslümanlar arasına düşmanlık sokmuşlardır. Bağdat İran, Horasan ve Kazvin'de pek çok ayaklanma ve kargaşa çıkarmışlar­dır.

Batınİler çalışmaları genişletip Mısır'da Fatimî devleti kurularak Su­riye'yi ele geçirince, bu devletin himayesinde kendi mezheplerini yaya­bilecekleri düşüncesine kapıldılar. Ancak Fatimî hükümdarlarının çoğu onlar gibi düşünmüyorlardı. Fakat her halükârda Hakim Biemrillah zama­nında kendilerine uyacak birini buldular. Bu dönemde Batiniyye'nin ku­rucusu olan Hasan b. Sabbah ortaya çıktı. Bir yanda Hakim kendisinin ilâh olduğunu söylerken, o da Abbasî Devleti topraklarında kargaşalar çı­karmaya başladı.

Bu aşın fırka daha sonra Suriye'de gelişerek bugün Nusayriyye Da­ğı [Cebelu'n-Nusayrîyye) denen Cebelu's-Seman'a yerleştiler. Fırkanın ön­de gelenlerinden bazıları müridlerini esrar [haşhaş) île uyuşturarak ken­dilerine bağlamışlardı. Hatta bundan dolayı tarihte Haşhaşiler diye anıl­mışlardır. Batınİler [Nusayriler de olabilir) Haçlıların Suriye'ye seferleri sırasında müslümanlara karşı onlarla birleşerek onların takdirlerine maz-har olmuş ve güçlenmişlerdir.

Daha sonra Mahmud Zengi, Saîahaddin Eyyubi ve diğer Eyyubîfer ba-manında sinen ve gözlerden uzak kalan Batımler (Nusayrîler), bu dönem­lerde antrikar fırsatını buldukları zaman ileri gelen müslüman halk ve ku­mandanları öldürme gibi eylemlere yönelmişlerdir.

Batınİler [Nusayriler) Tatarlar Suriye'ye saldırınca bu sırada Şia île karışmış bulunuyorlardı. Onlara haçlılara ettiklerinden daha çok yardım ettiler. Bu saldırılar başarısızlıkla sona erince de ikinci bir fırsatın doğ­masını beklemek üzere, sümüklü böceğin kabuğuna çekilmesi gibi dağ­lara çekildiler. Fakat süvari İbn-i Teymiyye onlara ani bîr darbe indirerek kalelerinden indirdi ve ister istemez müslümanlar arasına girmelerine sebeb oldu. [86]

 

İtikadı Fırkalar

 

188- îbn-î Teymiyye ile muasırı bazı alimler arasında cereyan eden ilk şiddetli tartışma akide ile. ilgiliydi. İbn-i Teymiyye'nin 698 senesinde yazdığı bir risale bazı alimlerin ayaklanmalarına sebep ol-Hama na üzeHne Hanefj kadısının kendisini davetine icabet etmediysede daha sonra Şafii kadının davetine uyarak bir alimler topluluğu önünde de. ra yapmaya razı oldu. İbn-i Teymiyye bu münazarada kendine gö-mUH"ZünceIerlnIn doğruluğunu ve itikadının sağlamlığını isbat edecek olan rnŞ İni serdetti. O'na göre bu delillerin bütünü Kur'ân ve Sünnetten deh'abe ve tabiinin inancından alınmaydı. Ki O'na göre sahabe ve tabinin T nci da dinin bir takım ihtilâf, tartışma ve çekişmelerle bulunmasından önceki saf kaynaktan alınma idi. Binaen aleyh İbn-i Teymiyye, mücadele­nde kitap ve sünnete dayanıyor, bu kaynakların zahirinden istifade edi­yordu. Karşısında bulunanlar ise Eş'ari'nin görüşlerine dayanıyor, O'nun metodunu benimsiyorlardı.

Bu durum karşısında burada Kur'an ve Sünnetin zahiriyle çatışan ve tabileri bulunan bu itikadı mezheplerden bahsetmemiz yerinde olacaktır. Ancak şimdilik bu mezheplerden İbn-i Teymiyye'nin kendi risale ve itikatla ilgili kitaplarında zikrettiği üç mezhepten Cehmİyye, (Cebriyye) Mu'tezilo ve Eş'arîyye'den bahsetmekle yetineceğiz.[87]

 

1. Cebriyye (Cehmiyye)

 

189- Müslümanlar sahabe devrinin sonlarına doğru kader, Allah'­ın (C.C.) kudreti, iradesi, kaza ve kaderi karşısında kulun kudreti ve ira­desinin ne olduğu konusunda fikir beyan etmeye başladılar. Ancak, bu dönemde müslümanlar bu konularda aşırıya gitmezlerdi. Henüz Kur'ân ve sünnetten başka fikri bir mezhep de yoktu. Sahabe devrinden, sahabenin çoğunun bu dünyadan ayrılışından sonra, müslümanların diğer eski din mensuplarıyla karışmalarından sonradır ki, bu konuda farklı görüşler be­yan edilmeye başlandı. Herhangi bir nassa dayanmadan, sırf aklî izahlar yapılmaya başlandı. İhtilâflara düşüldü.

Bazı müslümanlar insanın kendi fiillerini yaratmadığını, fiillerinin O'na nlsbet edilemeyeceğini ileri sürdüler. Onlara göre insan hiçbir şeye ma­lık değildi. Cebir altında idi. İrade ve seçme hakkı yoktu. Allah nasıl ki bitkilerde ve cansızlarda fiilleri yaratıyor idiyse, insanda da öyleydi. Fiiller açısından insanla bitkiler ve cansızlar arasında bir fark yoktu. Bir fiilin nısbet edilmesi ile meyvenin ağaca, akmanın suya, hareketin taşa, doğ-a ve batmanın güneşe, bulutlu olma ve yağmur yağdırmanın göğe ve ye-Şermenin yere nisbeti birdi. Sevap, günah ve yükümlülük tamamen cebir-d     ibaretti.[88]

190- Tarihçiler ilk önce bu görüşü kimin ortaya attığı hususunu en' ne boyuna tartışmışlardır. Kesinlikle sabittir ki. Cebir görüşü Emevileri" ilk dönemlerinde yayılmış, müstakil bir mezhep haline gelmiştir. el-Münve tü ve'l-Emel kitabında, biri  İbn-i Abbas'a diğeri de Hasan Basri'ye ait ik" risaleden bahsedilmekte ve bunlarda insanların kendi fiillerinde hürriyet, lerînin olduğunun  isbat edildiğinden söz edilmektedir. İbn-i Abbas Şarn'-hiara  Hasan Basrî [89] ise Basralılara hitap etmişlerdir. Bu iki risaleye dayanarak Cebir mezhebinin bu iki bölgede, Şam ve Irak'ta yaygın olduğu­nu söyleyebiliriz.                                        

Emevilerin ilk dönemlerinden sonra Cebir görüşü belli bir zümreye alem olmuştur. İlk olarak bu fikri ortaya atanların Yahudiler olduğu rivayet edilmektedir. Bir başka rivayete göre ise ilk olarak Cebir fikrini savunan kişi aynı zamanda ilk olarak Kur'an'ın mahluk olduğunu ileri süren Ca'd b. Diıham'dir. Ca'd bu fikri Şam'daki bir Yahudi'den öğrenmiş ve Basra'da ortaya atmıştır. Daha sonra Cehm b. Safvan'tn ondan alarak yaymaya ça­lıştığı bu fikir zamanla Cehmİyye olarak anılmıştır.

, Ancak, bu fırkanın sırf bir Yahudiden kaynaklandığını da söyleyeme­yiz. Çünkü Cehm her ne kadar Ca'd ile aynı görüşü paylaşmışsa da, bu fikrini Horasan ve İran'da yaymıştır. İranlılar daha önceden beri Cebir ve insanın fiilleri konusunda ileri geri konuşurlardı. Binaenaleyh İran'ı düşün­celerini yaymak İçin elverişli bulan Cehm bin Safvan, burada faaliyet gös­termiştir. Cehm'in mezhebi H. dördüncü asırda Ebu'i-Hasan el-Eş'ari ve Ebu Mansur Maturidi'nin mezhepleri tarafından mağlup edilinceye kadar bu bölgede tutunmasını bilmiştir. Hülâsa Cehm b. Safvan, [90]bu mezhebin en büyük daveîçisidir ve onun için de mezhep kendisine nisbet edilmiş­tir.

191- Cehm b. Safvan Cebir'den başka şu görüşleri ile sürüyordu:

1) Cennet ve Cehennep fanidirler. Sonsuz hiç bir şey yoktur. Kur'-ân'da zikrolunan ebedilik uzun süre demektir.  Bu müddetten sonra yok­luk vardır. Aksi halde mutlak bir beka yoktur.

2)  İman sadece bilmek (ma'rifet), küfür ise bilmemekten İbarettir.

3) Allah'ın (C.C) ilmi ve kelâmı (konuşması) hadistir, (sonradan ol­madır).

4) Allah (C.C.) şey ve hay (hayat sahibi) olarak nitelenmez, hadis olan eşyaya ait olabilecek vasıflarla tavsif edilmez.

5) Allah Taala ahirette görülmez.

6)  Kur'ân mahluktur. Binaenaleyh Allah'ın kelâmı kadim değil, hadis­tir.

Cehm b. Safvan'ın bu görüşünü benimseyenlerin sayısı az olmamış­tır Ancak bu kimselerin en meşhur görüşleri İnsanın bir cebir altında ol­duğu, hiçbir iradesinin bulunmadığı görüşüdür. Selef ve halef ulemasın­dan pek çok kimse bunlara karşı çıkmıştır. Bu guruplardan bazıları bazı farklarla birlikte onlara yakın bir görüşü İleri sürmüşler, bazıları da tama­men karşı bir fikir ileri sürmüşlerdir. Bunlardan karşı görünüşü Mu'tezile, yakın görüşü ise Eş'ariyye ileri sürmüştür. İbn-i Teymiyye, ise ileride te­mas edeceğimiz gibi, bu konuda Eş'arileri Cehmiyye ile aynı kefeye koy­muş ve yüzden ulemanın tepkisine sebep olmuştur. [91]

 

2.  Mu'tezile

 

192- İslâm kelâmını uzun yıllar meşgul eden bu fırka, İslâm tari­hinde acı bir anısı olan o büyük çarpışmanın, Kur'an'ın mahluk olup olma­dığı savaşının kahramanıdır. İbn-i Teymiyye de Ahmed b. Hanbel'in musi­betlere duçar olmasına sebep olan bu konuda mücadele vermiştir. İbn-i Teymiyye Ahmed b. Hanbel'in Kur'an'ın mahluk oluşu ve Allah'ın (C.C.) kelâm sıfatı hakkındaki görüşünü açıklamış, O'nu savunmuş ve Sünnet'e irca etmeye çalışmıştır.

Mu'tezile mezhebi İrak'ta ortaya çıktı. Hulefa-i Raşidîn ve Emeviler döneminde Irak'ta muhtelif ırklara mensup çeşitli guruplar yaşardı. Kİlda-niler, İranlılar, Hıristiyanlar, Yahudi ve ateşperestler gibi... İslâm'a giren bu kimselerin bir kısmı dini kendi kafasında bulunan bilgilerin ışığında an­lamış, yeni akidesi onların etkisi altında şekillenmişti. Bir kısmı da dinî bilgileri saf kaynağından almış, onu olduğu gibi telâkki etmişti. Fakat yine de eski inancına karşı istek dışı bir nevi meyi! ve özlem taşıyordu.

193- Mu'tezile başlangıçta iki görüşle ortaya atıldı: 1) İnsanın  kendi   fiilinin yaratıcısı  olduğu, yaptığı her fiilde hürri­yet ve ihtiyarının bulunduğu ve bu sebeple dinî yükümlülüklerinin söz ko­nusu olduğu.. İlk olarak bu görüşü ortaya atan Gaylan ed-Dimeşki'dir. Ömer  Abdülaziz zamanında bu fikirleri yaymaya başlayan bu zat» halifeye bu

1) İnsanın kendi fiilinin yaratıcısı olduğu yaptığı her fiilde hürriyet ve ihtiyarının bulunduğu ve bu sebeple dini yükümlülüklerinin söz konusu olduğu ..İlk olarak bu görüşü ortaya atan Gaylan ed-Dimeşki’dir.Ömer b.Abdülaziz zamanında bu fikirleri yaymaya başlayan bu zat halifeye bu  konuda bile yazmıştır. el-Murteza e!-Münyetü ve'l-emel fil-mileli ve'n-Nih adlı kitabında Gaylan'a ait bir mektubu nakleder. Gaylan bu mektubun s nunda şöyle demektedir:

«Ey Ömer, kendisinin yaptığını başkaları yapınca onları kınayan, başkalar, kınadığı bir fiili kendisi işleyen, kendisinin istediği bir şeyi  yapanları cezalanrt ' ran veya  cezalandıracağı bir şeyi  takdir eden hikmet  sahibi bir zat  bulunabil]' . mi? Kullarından güç yetiştiremeyeceği fiilleri yapmalarını isteyen veya kendisine itaat ettikleri halde onları cezalandıran rahmet sahibi (bir Allah) olur mu? insan lan yalana, yalancılığa zorlayan doğru bir insan düşünebilir misiniz? Bu ne ka dar açık bir husus ve bunu görmemek ne kadar büyük bir körlüktür.»

Gaylan, Hişam b. Abdülmeiik tarafından öldürülünceye kadar bu nevi fikirleri yaymaya devam etmiştir.

Bazı ilim adamları Gaylan'ın Kaderiyye adında, kendi görüşleri üze­rine kurduğu bir mezhebi olduğunu ileri sürerler. Ancak Mu'tezÜe tarih­çileri Tahakat kitaplarında Gaylan'ı kendi alimlerinden olarak zikrederler. Bu sebeple ve ayrıca Gaylan'ın görüşleri Mu'tezileye dahil olduğu için bu konuda onu Mu'tezile arasında zikrettik.

2) Mu'tezile'nin ortaya attığı iki görüşten ikincisi Mürtekİb-i Kebire [büyük günahlar işleyen kimse} konusudur. Mu'tezileye göre büyük günah işleyen kimse mü'min veya kafir olmayıp sadece fasıktır. İki menzile ara­sında bir menzilede iman ve küfür arasında bîr noktadadır. Böyle bir kim­se Cennete giremez. Çünkü o cennet ehlinin işledikleri amelleri işleme­miştir. Böyle bîr kimseye müslüman olduğunu İzhar ettiği ve kelime-İ şe-hadeti söylediği için müsiüman denebilir, ama mü'min denemez. Ona her ne kadar müslüman denirse de onu gerçekten mü'min olanlardan ayırmak için mü'min denemez.

Mu'tezile'nin bu menzile beyne'l-menzileteyn (iki menzile arasında bir menzile) görüşü o asrın şartlarının icabıdır. Hz. Ali (R.A.) döneminin son­larında ve Emeviler devrinde mürtekib-i kebire'nin mü'min olup olmadığı hususunda pek çok ihtilâflar olmuştur. Çeşitli fırkaların bu husustaki fark­lı görüşleri şöyledir:

1) Harici fırkalarından Nafi b. Ezrak'ın tabileri olan Ezraika'ya göre büyük olsun, küçük olsun günah işleyen kimse kâfirdir. Hatta ondan dün­yaya  gelen çocuklarda kâfirdir. Sufrİyye fırkası  çocuklar dışında Ezarıka ile aynı görüştedir.

2) Havariçten Abdullah b. İbad'ın tabileri İbadiyye fırkasına göre ise büyük günah işleyen kimse inanç küfrü değil de nimet küfrü işlemiş o -mak manasında kâfirdir. Yani böyle bir kimse Allah'ın [C.C.) kullarına i san etmiş olduğu nimetlere karşı nankörlük etmiş, onları itaate sarf ede­ceği yerde günahlara sarfetmiştir.

3) Hasan Basriye göre böyle bir kimse  münafıktır. Çünkü o  rnü'-Tdlöi   halde, fiilleri imanının   olmad.ğın. göstermektedir.

4) Mürcie'ye göre küfür halinde taatm bir faydası olmadığı gibi, iman Huktan sonra  ma'siyyetin de bir  zararı olmaz. İslâm   ümmeti olan hrkesln her halükârda rahmet-i iiâhiyyeye mazhar olacağı umulur.

5) Ehl-i sünnete göre büyük günah işleyen kimse asi bir mü'mindir. Al'ah (C.C) onu bu günahına karşılık cezalandırabileceği gibi, affedip rah­metine de erdirebilir.

6) Mu'tezile ise bütün bu karşı görüşlerin ortasında bir görüş ileri sürmüş ve mürtekib-i kebirenin iki menzile arasında bir menzilede oldu­ğunu söylemiştir.

194- Mu'tezile'nin ortaya attığı meşhur iki görüş bunlardır. Ne var ki bu fırka canlı ve hareketli bir ekoldür. Binaenaleyh Mu'tezile daha son­raları itikadî görüşlerini kendisine özgü beş esasta toplamıştır. Ebu'l-Ha-san el-Hayyat ei-intişar adlı' eserinde konuyla ilgili olarak şöyle demek­tedir.

«Bir kimse beş esası benimsemedikçe Mu'tezile'den olamaz. Bunlar, tevhid, adi, va'd, va'id, menzile, beyne'l-menzileteyn, ve iyiliği tavsiye kötülükten sakın-dırmakdıi'.»

Ebu'l-Hasan el-Eş'ari Makalatü'l-İslâmiyyin adlı eserinde Tevhİd'in ma­nasını açıklamaktadır ki,"özetle şöyledir: Tevhid Allah'ın benzer ve mi­silden münezzeh olmasıdır. Binaenaleyh O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O'nun otoritesine hiç kimse ortak olamaz. İnsanlar için geçerli olan her­hangi bir şey O'nun için sözkonusu olamaz. O'nun bir şeyden fayda sağ­laması veya zarar görmemesi mümkün değildir. Allah Taala sevinç, lez­zet, acı veya keder duymaz. O'nun sonu yoktur, hakkında yokluk caiz de­ğildir. Zat-ı akdesi için acizlik ve eksiklik bahis mevzuu olamaz. Yüce Al­lah (C.C.) kadınlarla ilişkili olmaktan, kendine eş ve oğul edinmekten mü-nezzehdir.

Mu'tezile buradan hareket ederek cisim olmasını ve bir cihette bu­lunmasını gerektireceği için Allah Taala'nin (C.C.) ahirette görülemeyece-şmı, kendi görüşlerine göre birden fazla kadimin bulunması gerekeceği 'Çin Allah'ın (C.C.)sıfatlarının zatından başka bir şey olmadığını Yüce AI-J^ın kelâm sıfatının olmadığını, kabul ettikleri İçin Kur'an'ın Allah'ın (C. C-J mahluku olduğunu ileri sürerler.

Adi prensibine göre Allah Taala (C.C.) fesadı [zulmü) sevmez. Kulla-rır>ın fiillerini yaratmaz.İnsanlar Allah'ın (C.C.) kendilerine verdiği ve yapılarına yerleştirdiği kudret sayesinde emrolundukları fiilleri işler, nehyo-İundukiarından da kaçınırlar. Allah (C.C.) murad etmediği bir şeyi emret­mediği gibi, ancak istemediği şeyleri yasaklar. Yüce Allah emrettiği her iyi amele taraftar olup yasakladığı her günaha karşıdır. Ondan uzaktır. Kul­larından güç yetiremedikleri bir şey istemez. Yapamayacakları bir şeyi murad etmez. Va'd ve va'id prensiplerinin manası ise Allah Taala'nın ha­yır amel işleyeni mükâfatlandırması, günah işleyeni de cezalandırması, tevbe etmediği sürece büyük günah işleyenleri affetmemesidir.

Menzile  beyne'I-menzileteyn esasına  gelince  bunun   Mu'tezilenin li­deri Vasil b. Ata şöylece açıklamaktadır.

îman bazı güzel hasletlerden ibarettir. Bu hasletler bir kimsede bulununca o kimseye mümin denir. Mü'min kelimesi övgü ifade eden bir isimdir. Fasık ise güzel hasletleri (fiilleri) şahsında toplamaz. O medh bildiren bir sıfata lâyık de­ğildir. O'na mü'min denemez. Nitekim o kâfir de değildir. Çünkü kelime-i şeha-det ve diğer bazı hayır ameller gibi inkârı mümkün olmayan hasletleri vardır. Ancak işlediği büyük günaha tevbe etmeden Ölürse ahirette cehenneme gider ve orada ebedi kalır. Çünkü orada sadece iki gurup vardır: Cehennemlikler ve cen­netlikler. Ancak bu kimsenin azabı kâfirinkinden daha hafif olur.»

Emr bil-maruf ve nehy ani'l-münker (iyiliği tevsiye etmek ve kötülük­ten sakındırmak) esasına gelince, Mu'tezileye göre İslâm'ı yaymak, sapi-taniarı hidayete erdirmek ve insanları uyarmak için bu husus her mü'mi-ne vaciptir. Bu vecibeyi her mü'min kendi imkânı çevresinde; hatip hi-tabetiyle, alim ilmiyle ve asker silahıyla eda eder.

195- Mu'tezüiler, akidelerine delil getirirken akli hükümlere daya­nıyorlardı. Eşyanın hakikatina, inanç esaslarını anlama hususunda akla da­yanmalarının sonucu olarak, eşyanın güze! ve çirkin olduğun akıl vasıta­sıyla hükmediyorlardı. Şehristani'nin Milel ve Nihai adlı kitabında zikret­tiği gibi şöyle demekteydiler:

«Bütün eşya akılla bilinir. Allah'a (C.C.) şükretmek din gelmeden Önce kula vacip olur. Güzellik ve çirkinlik güzel ve çirkin olan şeyin sıfatlarıdır.»

Mu'tezile üstadlartndan biri olan Cübbaî bu konuda şöyle demekte­dir :

«Allah Taala'nın (CC.) yasaklaması caiz olan her ma'siyyet yasaklandığı için çirkindir. Yüce Allah'ın (C.C.) mubah kılması caiz olmayan her bir ma'siyyet de (Allah'ı tanımamak gibi) lizatihi çirkindir. Keza Ö'nun emretmemesi caiz olan her şey emrolunduğu için güzeldir. Emretmemesi caiz olmayan ise lizatihi gü­zeldir.»[92]

Bu noktadan hareket eden Mu'tezile Allah (C.C.) için salah ve aslan olanı yapmanın vacip olduğunu ileri sürerler. Mu'tezile'nin cumhuruna gö­çe Allah (C.C.) ancak salih (hayırlı) olanı yapar. Bu O'na vaciptir. Yüce Allah (C.C.)'ın yaptığı her fiil hayırlıdır. O'nun saiih (hayırlı) olmayan bir fiili yapması mümkün değildir.

196- Düşünceleri, görüş ve metodlarına baktığımızda Mu'tezilenin Abbasî döneminde bulundukları ortamda revaçta olan felsefeden bazı gö­rüşler aldıklarını görebiliriz. Binaenaleyh Mu'tezile alimi, düşüncelerinde diğer mezhep alimlerinin önem vermediği yalnız Mu'tezilenin değer ver­diği felsefi bir bakış açısına sahipti.

Bu mezhebin alimlerinin çoğu felsefi araştırma arzusu duyuyorlardı. Ancak bununia birlikte bu âlimler böyle bir çalışmaya mecbur kalmışlar­dır. Çünkü onlar İslâm'a taarruz eden kimselerle mücadele ediyorlardı. Filozoflar da İslâm'a hücum ediyorlardı. Mu'tezile âlimleri filozofları yene­bilmek için onların bilgilerini öğrendiler ve bazı metodlarım kullandılar. Mu'tezile alimleri gerçek manada İslâm filozofu idiler.

197- Mu'tezilenin Emevi halifeleri ile olan ilişkileri olumlu sayıl­mazdı; onlara ne bağlı ve ne de karşı idiler. Abbasilere gelince, önce Mansur ve peşinden Mehdi onları etraflarına aldılar. Onların delil ve bur­hanlarını zındıklar ve zındıklık hareketine karşı bir silâh gibi kullandılar. Me'mun gelince Mu'tezileyi özel dostları arasına soktu ve kendisinin de Mu'tezile fikirlerini benimseyen bir Mu'tezilî olduğunu açıkladı. Bir süre sonra, Mu'tezile ileri gelenlerinden bîri olan vezir Ahmed b. Ebû Duad, halifeye halkı, Kur'ân'ın mahluk olduğunu kabul etmeye zorlaması ve aksi görüşte olanları müsiüman saymaması yolunda telkinatta bulundu. Mer-mun'dan sonra Mu'tassm ve Vasık fukaha ve muhaddislere bu noktada zor kullandılar. Ahmed b. Hanbel bu halifeler döneminde büyük haksızlıklara maruz kaldı. İbn-i Teymiyye haik-ı Kur'ân meselesinde Ahmed b. Hanbei ile aynı görüştedir. Bu konu İbn-i Teyrniyye'nin çalışmalarında önemli bir yer işgal eder. Kendisinin Allah'ın (C.C.) Kelâm ve sıfatı ile ilgili bir de

risalesi vardır.

Halife Mütevekkil tahta çıkınca Ahmet B. Hanbel'i serbest bırakarak Mu'tezile'yİ takibe başladı. Sonra aradan geçen asırlarla birlikte Mu'tezile Şia dışında kimseden bir itibar görmez oidu. Nitekim İbn-i Ebu'l-Hadid'in de ifade ettiği gibi İsna aşeriyyenin Mu'teziti fikirlerden istîfsde ettiği bi iinmektedir.

198- Mutezile bahsettiğimiz beş esasta ittifak etmekle birlikte, akaid konularını anlarken akla dayanmaları ve cüzi meselelere girmeleri yüzünden birçok  fırkaya  ayrılmışlardır. Bu  fırkaların herbiri  görüş  ayrılıgına düşen zatın ismine atıfla ayrı ayrı isimlerle anılmışlardır. Bu fırkalar şunlardır:

(1) Vasiliyye: Bunlar Mu'tezİle'nin lideri olan Vasıl b. Ata'nın tabileridir.

(2) Hüzeyfiyye: Ebu'l-HDzeyl el-Allaf'ın tabileridir.

(3) Nezza-niyye: En-Nezzam'ın tabileridir.

(4) Haitİyye: Bunlar da Ahmed b. Hait'in tabileridir.

(5) Bişriyye: Bişr b. el-Mu'temir'in peşinden gidenlerdir.

(6) Muammeriyye: Muammer b. Ubbad'a tabi olanlardır.

(7) Merdaniyye el-Mer-dan lakabiyle bilinen İsa b. Sabih'in peşinden gidenlerdir.

(8) Sümmaniy-ye: Sümame b. Eşras en-Nümeyriye tabi olanlardır.

(9) Hişamiyye: Hîşam b. Ömer'e bağlı olanlardır.

(10) Cahiziyye: Cahiz'e bağlı olanlardır.

(11) Hayyatiyye: Ebu'I-Hüseyn el-Hayyat'in peşinden gidenlerdir.

(12) Cübbaiy-ye: Ebu'l-Hasan el-Eş'ari'nin hocası Ebu AN ef-Cübbai'nin tabilerîdir.

(13) Behşemiyye: Cübbai'nin oğlu Ebu Haşim Addüsselâm'ın tabileridir.

199- Mu'tezİle'nin bu ölçüde ihtilafa düşüp gruplara ayrılmasının sebebi yukarıda işaret ettiğimiz akla dayanmalarından başka taklide son derece karşı olmaları, herhangi bir araştırmaya girmeksizin başka birine bağlı olmaktan kaçınmalarıdır. Hiç bir Mu'tezili diğerini taklid etmemiştir. Onların prensipleri şu olmuştur: Herkes dinin esaslarında İçtihadı kendi­sini nereye götürmüşse onunla yükümlüdür. Hülâsa bir talebenin ayrı bir fırka sahibi olabilmesi için bir meselede hocasına muhalefet etmesi kâfi olmuştur. Zikrettiğimiz Mu'tezile fırkaları içinde hocası ile ihtilâfa düşen talebelerden doğanlar vardır. Meselâ Ebu'l-Hüzeyl el-Allâf bir fırka ima­mıdır Talebesi Nazzam O'na muhalefet etmiş bir fırkada O'nun olmuştur. Çahız da hocası olan Nazzam'a muhalefet etmiş, O'nun da bir fırkası ol­muştur. Cübbai'nin bir fırkası vardır. O'na muhalefet eden oğlunun da baş­ka bir fırkası olmuştur. [93]

 

Eş'ariler

 

200- Sırtını Abbasî halifelerine dayayan Mu'tezileler muhaliflerine karşı sert davranışlara saptılar. Nerede bir meşhur fıkıh veya hadis alimi varsa fikirleri yüzünden onlara baskı yaptırdılar. Sonunda Mu'tezile fikirleri­ni benimseyenler dışında kimsenin kurtulamadığı bu haksızlıklar ve eziyetler karşısında halk, bu kimselerin  yaptıkları İslâmî hizmetleri unuttu, adeta yok hükmünde kabul etti. Mütevekkil tahta geçince Mu'tezile'yi saraydan uzaklaştırıp onların hasımları olan ehl-i sünnet ulemasını himayesine aldı. Fıkıh ve Kelâm alimleri de halkın ve önde gelen eşraf ve yöneticilerin destekleriyle Mu'tezile'ye karşı atağa geçerek mücadeleye başladılar.

201- Üçüncü asrın sonunda ve dördüncü asrın başında gerek fikir­leri ve  gerekse tabilerinin çokluğuyla dikkati  çeken  iki zat ortaya  çıktı.

Bunlar Ebû Mansur Maturidİ ile Ebu'l-Hasan el-Eş'arî idi. Bu iki alimi, Fı­kıh ve Hadis ulemasının ileri sürdükleri fikirleri savunuyorlardı.

Semerkand'ın Mâtûrid şehrinde de doğmuş olan Mâtûridi, hanefi mez­hebi prensiplerine göre Fıkıh ilmi tahsil etmiş, sonunda Maveraünnehr böl­gesinde fıkıh, usulü fıkıh ve diğer dini ilimlerde müslümanların müracaat ettikleri bir alim seviyesine gelmişti. Usu'l-ü fıkıh dalında Kitabu'l-Cedel'i ve Me'hazu'ş Şeria adlı kitaplarını yazdı. Daha çok Kelâm Ümİndeki mev­kii İle meşhur olan Maturidi, bu sahada Horasan halkı için, ileride temas edeceğimiz Eş'arî Mezhebine paralel bir mezhep teşkil etti. Muhammed Abduh. Akaidü'l-Adudiyye üzerine (yazdığı) talikinde Maturidiyye ile Eşa-rîyye arasındaki ihtilaflı konuların otuza yakın olduğunu zikretmiştir. An­cak alimlerin çoğu bunların cüz'i meseleler olduğu ve ihtilâfın lâfzî oldu­ğu, her iki mezhebin de esas ve gayede ittifak halinde oldukları görüşün­dedirler. Maturidi Kelâm ilmi dalında er-Reddü ala'İ-Kaİbi el-Mu'tezili Ey-hamu'l-Mutezile, er-Reddu ala'r-Rafıda ve er-Reddü ala'i-Karamıta adlı eser­leri yazmıştır, Maturidi h. 333. yılında vefat etmiştir.

202- Eş'arî ise Basra'da doğmuş ve H. 330'lu yıllarda vefat etmiş­tir. Kelâm ilminde Mu'tezile mezhebi esaslarına göre yetişen Eş'arî, bu mezhebin üstadlarından Ebu Ali El-Cübbaî'ye talebelik yapmıştır. Eş'arî ho­casının yanında bulunduğu sıralarda güzel konuşma ve münazara etme ka­biliyetinden dolayı kalâmî tartışmalara Cübbaiyye vekaleten kendisi katı­lırdı. Çünkü Cübbaî şifahî tartışmalarda başarılı olamaz, fikirlerini yazı ve kalemi ile daha iyi savunurdu. Ne var ki, Eş'arî zamanla, sofralarından bes­lenmiş, bütün fikir meyvelerinden toplamış olmasına rağmen kendisinin Mu'tezili fikirlerden uzaklaştığını hissetmeye başladı. Kendileriyle bir ara­da bulunmamış, İslâm akidelerini onların metoduyla edinmemiş olmakla birlikte içinde fıkıh ve hadis alimlerinin akaidle ilgili görüşlerine bakma­ya başladı. Sonunda bir süre evinde itikafa girdi ve iki tarafın dayandık­ları delilleri değerlendirdi. Sonunda vardığı nokta Mu'tezİle'nin karşısında bir yerdeydi. Çarşıya çıktı. Karşılaştığı kimseleri camiye davet etti. Bir Cuma günü Basra Camii minberine çıkarak şu konuşmayı yaptı:

«Ey mü'minler, size kendimi tanıtayım. Ben Ebu'I-Hasen el-Eş'arî'yim. Daha önceleri Kur'ân'ın mahluk olduğunu, Allah Taala'ın (C.C.) gözlerle görülemeye­ceğini kötü fiilleri bizim kendimizin yarattığımızı, savunurdum. Şu andan iti­baren o fikirlerimi bırakıyorum. Bundan sonra Mu'tezile ile mücadele edecek, onların yanlış fikirlerine karşı çıkacağım. Mü'minler, aranızda bulunmadığım bu süre içinde Mu'tezİle'nin delilleri ile diğer hadis ve fıkıh ulemasının delillerini gözden geçirdim. Bana her iki tarafın delili denk gibi göründü. Bunun üzerine. Allah'a (C.C.) yalvarıp bana yol göstermesini talep ettim. Yüce Allah (C.C.) bana Şu kitaplarımda bulunan düşüncelerimi lütfetti. Şimdi şu elbisemi çıkardığım gibi, bugüne kadar inandığım bütün fikirlerimi kafamdan çıkarıyorum. Eş'arî üzerin­de bulunan bir elbiseyi sırtından çıkarır, Fıkıh ve Hadis âlimlerinin fikirlerine uygun olarak yazmış olduğu yazıları oradakilere verir. Bu yazılarda Mu'tezüe'ye karşı itirazları Fıkıh ve Hadis alimlerini destekleyen düşünceler vardı. Ebu'I-Ha. sen Eş'ari yeni prensiplerine ve Mu'tezüe'ye karşı itirazlarına kısaca temas et­tiği el-îbane adlı kitabının mukaddimesinde Allah'a (C.C.) hamd ve sena, Re­sulüne salat ve selamlarını takdim ettikten sonra şöyle demektedir:

«Mu'tezile ve Kaderiyye'nin çoğu nefislerine uyarak imamlarını ve seleflerini taklid ettiler. Kur'an-ı Allah'ın (C.C.) bildirmediği, bir açıklama yapmadığı tarz­da, Hz. Rasûlullah'tan (S.A.V.) ve seleften öyle bir rivayet bulunmadığı halde, sahabenin Rasûlullah'tan fS.A.V.) ahirette gözlerle görülebileceği tarzındaki ri­vayetlerine muhalefet ettiler. Oysa bu konuda muhtelif senetlerle naklolunan hadisler, mütevatir eserler ve rivayetler vardır. Hz. Peygamber'in (S.A.V.) şefa­atini inkâr edip selef-i salihinin bu konudaki rivayetlerim reddettiler. Sahabe ve Tabiinin icma'ma rağmen, kabir azabını ve kâfirlerin mezarlarında azap gör­düklerini inkar ettiler. «Bu bir insan sözüdür» diyen müşriklerin sözlerine bir na. zire olarak. Kur'ân'm insan sözü gibi hadis okluğunu iddia ettiler. Biri iyiliği, diğeri kötülüğü yaratan iki Tanrı'nın varlığına inanan Mecusiler gibi, kötülüğü (şerri) İnsanların yarattığını ileri sürdüler. Allah'ın (CC) olmayacak bir şeyi di­lediğini, O'nun dilemediği bir şeyin olabileceğini iddia ettiler. Allah'ın (C.C.) di­lediği oîur, dilemediği de olmaz, diyerek icma yapan müslümanlara muhalefet ettiler. «Allah (C.C.) dilemedikçe sîz dilemeyesiniz» buyurarak Allah'ın (C.C.) di­lemesini dilemedikçe bizim bir şeyi dilemeyeceğimizi bildiren âyetini reddetti­ler. Yüce Allah'ın «Allah dileseydi onlar savaşmazlardı.» «Dileseydîk her nefsi hi. dayete erdirirdik» «O, dilediğini yapandır» meallerindeki âyetlerine, bir âyetinde «Suayb'dan (S.A.V.) naklen «Rabbîmiz Allah dilemedikçe biz oraya dönemeyiz» nassına muhalefet ettiler. O'nun için Hz. Peygamber onlara bu ümmetin mecusi-leri adını vermiştir. Çünkü onlar Mecusiler gibi inandılar, onların konuştuğu gibi konuştular. Kötülüğün ve iyiliğin, ayrı birer tanrısı bulunduğunu, însanm Allah'ın (C.C.) dilemediği bir şeyi yapabileceğini iddia ettiler. Allah'ın (C.C.) «De ki, Allah di­lemedikçe ben kendime bîr favda ve zarar vermek gücüne sahip değilim.» mealin­deki âyetini reddederek Kur'ân'dan ve müslümanlarm icmamdan saptılar, kendi nefislerine zarar ve fayda verme gücüne sahip olduklarını iddia ettiler. Amelle­rinde Allah'ın (C.C.) bir müdaheîesi olmadığını, tek başlarına kendi fiillerini ya­rattıklarını ileri sürdüler. Allah'a (C.C.) bir ihtiyaçları olmadığım zannettiler. Kendilerini Allah" gibi güç yetîren bîr varlık olarak tavsif ettiler. Nitekim Me­cusiler de Şeytan'm güç yetirdiğine inanıyorlardı. Hulâsa onlar bu ümmetin Me-cusileri idiler. Çünkü onlar gibi inanmış, onlar gibi konuşmuşlardı. Onların sa­pık görüşlerine meylettiler. Halkı Allah'ın (C.C.) rahmetinden ümitsizliğe ittiler. «Allah'ın (C.C.) bunun dışındaki sunanları dilediği kimselerden affeder.» mealin­deki âyete muhalefet edip günahkâr mü'minlerin Cehennem'e gireceğini ve orada ebedî azap göreceğini iddia ettiler. Cehennem'e giren bir kimsenin oradan asla çıkamayacağım da iddia ettiler. Hz. Rasnîûllah'tan CRA.V-) rivayet edilen; «Ce> hennem'de yanın cezasını çektikten sonra AHan (C.C.) bn-n kimseleri oradan çıka­rır.» tarzındaki hadise muhalefet ettiler. Allah Taala: (C.C) «Celâl ve İkram sa­hibi olan Rabb'inin vechi baki kalır.» buyurduğu halde onîar O'nun vechinin ol-masmı kabul etmediler. Allah (CC) «el'mde varattiemn» buyurduğu halde de O'nun elinin olmasını reddettiler. Allah'ın (C C.) sözünün olmas'm da inkâr ettiler. Hal­buki Yüce Allah «KÖzIerimVden önünde aVir» Hdlvordi*» «gözümün önünde büyü-yesin dîye» buyurmuştur. Hz. Pevgamber'in (S.A.V.); «Allah dünya semasına İner» mealindeki hadisini reddettiler. Ben bütün bunları ayrı bağlar halinde zikredece­ğim İnşallah. Yardım ve tevfik Allah'tandır. İçinizden biriniz şöyle diyebilirsiniz.

Mu'tezile Kaderiyye, Haruriyye Rafıda ve Mürcie'nin görüşlerini reddediyorsun, oeki sen ne diyor, nasıl, inanıyorsun? Bize bildir. Ona şöyle cevap veririz. Bizim sözümüz ve inancımız Allah'ın (CC.) kitabına ve Peygamberimizin (S.A.V.) sünnetine ittibadır. Sahabe Tabiin ve Hadis imamlarından rivayet olunanlara ta­bi olmaktır. Biz bu yoldan Ahmed b. Hanbel'in (Allah (C.C.) yüzünü parlak, derece­sini yüksek ve mükâfatını bol eylesin) yolundan gidiyoruz. O'na muhalefet eden­lerden uzak duruyoruz. Çünkü O muhterem imam, sapıklık çıktığı zamanda Al­lah'ın (C.C.) kendisiyle hakkı izhar ettiği, takip edilecek olan yola açıkladığı bid'atçıların bid'atlarmı, sapıtmışlarm sapıklıklarını, şüphecilerin şüphelerini sö­küp attığı olgun bir reistir. Allah (C.C.) o Öncül imama ve bütün müslümanlara rahmet eylesin.

Biz özet olarak Allah'a (C.C.)  O'nun   meleklerine, kitablanna  peygamberleri­ne,  onların  Allah   (C.C.)   katından   getirdiklerine ve  sika   kimselerin Rasulallah'. tan  (S.A.V.)  riyayet ettikleri  sünnete İnanırız.  Allah'ın  (C.C.) bir tek  olduğuna hiç bir şeye muhtaç olmadığına eş ve çocuk edinmediğine,    Hz. Muhammed'in (S.A.V.) O'nun kulu ve Rasulu olduğuna İnanırız. Biz inanırız ki, kıyamet kopacak­tır.  Bunda şüphe yoktur.  Allah (C.C.)  kabirdeki ölüleri diriltecektir. O, arşa  is­tiva  etmiştir.   Nitekim   kendisi   «Rahman  arşa   istiva   etti»  buyurmuştur.   O'nun yüzü vardır. Nitekim; «Celâl ve ikram sahibi olan Rabbi'nin yüzün baki kalır» bu­yurur. «O'nun elleri açıktır.» buyuran Allah'ın (C.C.)  eli vardır. O'nun  gözü var­dır. Kur'an'da;  «gözlerimizin önünde akıp gidiyordu.» buyrulmuştur. Ancak bu .sı­fatların keyfiyetini bilemeyiz. Allah'ın iüm sıfatı vardır. «O'nu ilmiyle indirdi» bu­yurmuştur. O'nun kudreti, kudret sıfatı da vardır. Çünkü «Onlar kendilerini ya­ratan Allah'ın onlardan daha güçlü olduğunu bilmezler mi? buyurmuştur. Yüce Allah'ın   (C.C.)   işitme ve  görme sıfatları  da vardır. Mu'tezile ve  Cehmiyye   gibi bunları   inkar   etmeyiz.   Allah'ın   (C.C.)   kelâmının   mahluk   olmadığına,   yarattığı her şeyi «ol» deyip O'nun da «oluvermesiyle» yarattığına, hayır ve şer O dileme­dikçe hiç bir  şeyin olmayacağına,  eşyanın  «O'nun  dilemesiyle  meydana  geldiği­ne inanırız. Hiç kimse Allah yaratmadan hiç bir şeyi yapamaz, bir fiil işleyemez. Biz  Allah'tan  (C.C.)  müstağni  olamayız,  O'nun  ilminin  dışına  çıkamayız  O'ndan başka yaratıcı  yoktur. Kulların fiilleri Allah'ın hem makduru  ve hem   de  mah­lukudur. Yüce Allah (C.C.)  «Allah sîzi ve amellerinizi yarattı» buyurmuştur.  İn­sanlar yaratamazlar, kendileri yaratılmışlardır. Kur'an'da 'Onlar yoktan mı yara­tıldılar, yoksa kendileri mi yaratıcıdırlar?' buyurulmuştur. Bu manadaki  ayetler çoktur. Allah Taala  (C.C.) mü'min  kullarını zatına itaat etmeleri için  muvaffak kılar, onlara merhamet eder, onları  korur. Kendileri  salih olsalar da onları İs­lah eder. Kullar Allah  (C.C.) hidayet ettiği için hidayette olurlar.  Kur'an'da «Al­lah'ın (C.C.) hidayet ettiği kimse hidayette olur. Dalalete sevk ettikleri ise hüsra­na uzayanların ta kendisidirler.» buyurulmuştur. Biz Allah'ın (C.C.) kaza ve ka­derine, hayır ve şerrine tatlı ve ekşisine iman ederiz. Bize yazılanın mutlaka ba­şımıza geleceğine, bazımıza  gelmeyenin ise bizim için   takdir edilmemiş olduğu­na inanırız. Biz Allah'ın (CC.) kelâmı olan Kur'ân'm yaratılmamış olduğuna, ak­sini iddia edenlerin kâfir olduklarına hükmederiz. Allah'ın (C.C.) ahirette gözlerle ayın  öndördüncü  gecesi  görüldüğü  gibi  görüleceğine  inanırız.  Hadiste varid  ol­duğu  gibi, mü'minler Allah'ı  (C.C.) görürler.  Kâfirler ise  O'nu göremezler. Nite­kim Kur'an'da; «Kâfirler o gün Rablerinden men olunurlar» Duyurulmuştur. Biz ehl-î kıble olan herhangi bir kimseyi zina, hırsızlık ve içki içmek gibi bir güna­hından  dolayı  tekfir  etmeyiz.   Hariciler  İse  böyle  bir  kimsenin  kâfir  olduğunu iddia ederler. Bir kimse bir büyük günahı haram olduğunu kabul  etmeden, onu helâl  sayarak  isterse onun   kâfir  olacağına hükmederiz.  Allah  Taala'nm   (C.C.)

Hz. Peygamber'in (S.A.V.) şefaatıyla bazı kimseleri Cehennemde azap gördükten sonra oradan çıkaracağına inanırız. Kabir azabına iman ederiz. îman söz ve amel­den İbaret olup artar ve eksilir. Rasûlullah'ın (S.A.V.) ashabı olan selefi sever, onları Allah'ın (C.C.) övdüğü gibi över ve kendileriyle dost oluruz. Hz. Peygam. berden (S.A.V.) sonra ilk halifenin Hz. Ebu Bekr (R.A-) olduğunu, Allah'ın (C.C.) O'nunla dinini yücelttiğini ve mürtecilere karşı kendisine yardım ettiğini kabul ederiz. Ebu Bekr'den (R.A.) sonra halife Ömer (R.A.) dır. Ondan sonra Halife Hz. Osman' (R.A.) dır. Katilleri O'nu haksız yere öldürmüşlerdir. Dördüncü halife ise Hz. Ali (R.A.) dır. Bu zatlar Rasûlullah'tan (S.A.V.) sonra gelen hak imamlar­dır. Onların halifelikleri nübüvvet halifeliğidir. Peygamber efendimizin müjdele­diği on sahabenin cennetlik olduklarına şehadet ederiz. Diğer sahabeye dost olur, aralarında çıkan tartışmalara girmeyiz. Dört halifenin faziletli ve hidayet­te olduklarına, bu konuda diğer ashaptan üstün olduklarına inanırız. Rivayet­lerde geçen Allah'ın dünya semasına inmesine, «Bir istekte bulunan af dileyen yok mu?» diye nida etmesine ve diğer rivayetlere iman ederiz. Müslüman halifelerin iyiliğine dua eder, onlara itaat ederiz. Deccal'm çıkacağını kabul eder, kabir aza­bına, münker ve nekir'e inanırız. Miraç hadisini tasdik eder, uykuda görülen pek çok rüyanın sahih olabileceğini kabul ederiz. Ölen mü'mînler için verilen sadaka ve yapılan duanın fayda vereceğini kabul ederiz. Allah'ın (C.C.) salih kul­larına bazı kerametler verebileceğine İnanırız. Müşriklerin çocukları hakkında şöyle söyleriz. Allah Taala (C.C.) ahirette onların karşısına bir ateş çıkarır ve 'buna giriniz' diyerek onları imtihan eder. Nitekim bu mealde rivayet de vardır. Fitneye sebep olan her şeyden uzak kalmayı ehl-İ hevadan ayrı durmayı uygun görürüz. İleride bunların tefsilâtma gireceğiz.»

203- Bunlar Eş'arî'nin Mu'tezüe'den ayrılıp fukaha ve muhaddisin yoluna döndükten sonra ilân ettiği yeni fikirlerinin bir hülâsasidir. Bu hü­lâsadan, şu hususları çıkarabiliriz :

1) Eş'arî Kitap ve Sünnette yer alan bütün akaid maddelerine inan­makta, bu hususta her türlü ikna metodlarmı delil olarak kullanmaktadır.

2) Teşbihi akla getiren âyetlerin zahirini herhangi bir teşbihe düş­meden  kabul etmektedir. Allah'ın (C.C.) yüzü  olduğuna fakat bunun in­sanların yüzü gibi olmadığına inanmakta, O'nun mahlukatın ellerine ben­zemeyen eli olduğuna iman etmektedir.

3)  Eş'arî akaid   konularında  ahad hadislerle istidlal olunabileceğini kabul etmiş, ahad hadisle sabit olan bir çok meseleye iman ettiğini açık­lamıştır.

4) İnançlarında Mu'tezile ve bütün ehl-i dünyadan uzak durmuş, hak­tan sapan pek çok kimsenin düştüğü hataya düşmemeye dikkat etmiştir.

204- Gerçekten Eş'arî'nin fikirlerinden pek çoğu aşırı uçlar, zıt fi­kirler arasmda doğru ve mu'tedil bir noktadadır. O büyük düşünce adamının hayatını araştıran bir kimsenin, geniş ilim ve bilgisinden dolayı O'­nun zor olanı bir orta yol olarak seçmesinin kendisi için zor olmadığını görür. MakaiatüT-İslâmiyyin kitabı Eş'arî'nin bütün farklılıklarına rağmen, çeşitli İslâm mezhepleri hakkında geniş bir bilgi sahibi olduğunu göste­rir. Ayrıca bir araştırıcı O'nun bütün fikir ve akidelerindeki itidali görmek­te zorluk çekmez. Meselâ O'nun Allah'ın (C.C.) sıfatları konusundaki gö­rüşü hayat, sem ve basar sıfatlarını inkâr eden Mu'tezile ve Cehmiyye ile Allah Taala'yı  (C.C.) teşbihe sapan Haşeviyye ve Mücessime'nin görüş­leri arasında orta bir yerdedir. Keza insanın kudreti ve fiilleri konusunda­ki görüşü de Cehmiyye ile Mu'tezile arasında orta bir görüştür. Mu'tezile insanın fiillerini yaratmaya ve kesbetmeye muktedir olduğunu iddia eder­ken, Cehmiyye insanın bunlardan hiç birine kudretinin bulunmadığını id- ' dia etmektedir. Eş'arî ise insanın yaratmaya değil de sadece kesbe güç yetirdiğini  kabul   eder [94].  Meselâ  Müşebbihe Allah Taala'ntn   ahirette keyfiyetti ve sınırlanmış olarak görüleceğini, Mu'tezile ve Cehmiyye İse asla görülemeyeceğini iddia ederlerken, Eş'arî yine orta bir yol tutar ve Allah'ın (C.C.) herhangi bir keyfiyet ve sınırlama olmaksızın görüleceğini kabul eder. Keza Mu'tezile Allah'ın (C.C.) elinin kudret ve nimeti mana­sına, Haşevİyye ise bir organ tarzında olduğunu ileri sürerken [95], Eş'arî orta bir yo! takip eden ve onun sem ve basar gibi bir sıfat olduğunu ilân eder. Haşevîyye de Kur'an'ın yazıldığı harfler, boyalar ve kağıtların da ka­dim olduklarını iddia eder. Bu hususta da İki görüş arasında orta bir yol tutan Eş'arî Allah'ın kelamı olan Kur'an'ın kadim olduğunu, onun mahluk ve hadis olmadığını, fakat harf, kağıt, boya ve seslerin mahluk olduklarını kabul etmektedir. Keza Mu'tezile büyük günah işleyen bir mü'minin cehen-nem'de ebedi olarak yanacağını iddia ederken, Mürcie Allah'a (C.C.) ima­nı olan bir kimsenin ne olursa olsun işlediği büyük günahtan herhangi bir azap görmeyeceğini ileri sürer. Bu konuda da orta bîr yol tutan Eş'arî böyle günahkar bîr kimseyi Allah'ın (C.C.) dilerse affedip Cennet'e koya­cağını, dilerse günahına karşılık cezalandırdıktan sonra yine Cennet'e ala­cağını   kabul  etmektedir. Yine Rafıziler  Hz.  Peygamber  (S.A.V.)  ve Hz. Ali'nin (R.A.) Allah'ın (C.C.) izin ve emri olmaksızın şefaat edeceklerini, iddia etmişlerdir. Mu'tezile ise şefaat diye bir şeyi kabul etmemektedir. Orta bir yol tutan Eş'arî ise Hz. Peygamberin (S.A.V.) azabı hak etmiş olan mü'minlere Allah'ın (C.C.) emir ve izin ile şefaat edeceğini, O'nun razı olmadığı kimseleri ise affetmeyeceğini kabul etmiştir.

Böylece Eş'arî mezhebinin itidal ve orta bîr yol olduğunu görmüş bu­lunuyoruz. Orta yol ise çoğu kez hak ve doğru ölçüyü temsil eder.

205- Eş'arî akaid konularını isbat ederken nak! ve akla dayanmış­tır. Eş'arî Kur'ân ve Sünnet'te varid olan Allah'ın (C.C.) sıfatlarını, Pey­gamberlerini, ahiret gününü, melekleri, hisab, ceza ve mükâfatı kabul et­miş, bunlar da akli delillerden, mantıki burhanlardan, filozofların kullan­dıkları felsefî kaziyye ve meselelerden İstifade etmiştir. Bunun birkaç se­bebi vardır:

1) Eş'arî Mu'tezile arasında yetişmiş, onların fikirlerinden istifade et­miştir. Onun İçin akaid konularını ele alırken onların metodlarından istifa­de etmiş, fakat sonuç ve hüküm bakımından onlardan ayrılmıştır. Bilindiği gibi, Mu'tezile metod olarak mantık ve felsefe metoduna bağlı kalmıştır.

2) Eş'arî  Mu'tezile ile  mücadele  etmiştir.  Binaenaleyh   hasımlarını susturup ortaya attıkları şüpheleri izale etmek,oniara kendi metodlarıyla mukabele etmek için hasımlarının delilleri    türünden deliller serdetmek, aynı tarz istidlalde bulunmak durumunda kalmıştır.

3) Eş'arî ayrıca filozoflar, Karamita, Batiniyye, Haşevfyye Ravafız ve benzeri ehl-i bid'at, batıl mezhepler ile de mücadele etmiştir. Bu mezhep­lere mensup olanların pek çoğu akli delillerden başka birşeyle ikna olmaz­lardı. Ayrıca bunlar arasında bulunan filozoflar da nakil ve nasları delil saymazlardı.

Zamanla Eş'arî büyük bir şöhrete kavuştu. Artık pek çok tabii vardı. Yöneticilerden de destek görüyordu. Bölgesindeki Mu'tezile, gayr-i müslim ve batıl mezhep sahibi hasımlarına karşı mücadele verdi. Her bir tarafa gönderdiği yardımcıları ehl-i sünnet ve cemaate hasım ve muhalif olan kimselere karşı büyük bir uğraş verdiler. Alimler onu ehl-i sünnetin ima­mı lakabına lâyık gördü.

206- Ne var ki, bununla birlikte Ebu'I-Hasan el-Eş'arî'ye muhalif olan din alimleri de vardı. Meselâ Ibn-i Hazm, O'nu insanın fiilleri ile ilgili görüşünden dolayı [96] Cebriyye'den saydığı gibi büyük günah işleyen mü'min ile ilgili görüşünden ötürü Mürcie'den saymıştır [97].

İbn-i Hazm bu iki konu dışında diğer bazı konularda da Eş'arî'yi tenkit etmiştir. Ancak bununla birlikte O'nun muhalifi olan mezhep ve kimseler zamanla zayıflayıp tarih sahnesinden silinip giderken aynı zaman içinde Eş'arî'nîn taraftarları gün geçtikçe güçlenmişlerdir. Eş'arî'nin düşünceleri­ni benimseyen, tarafları Maturidi ve tabileri Mu'teziie ve inkarcılarla mü­cadele etmiş, çeşitli metodterla, bütün iman konularında onlarla karşı kar­şıya gelmişlerdir.

Eş'arî'nin tabileri İçinde en belirgin ve güçlü şahsiyet, en etkili isim £bû Bekr el-Bakıllanı'dir[98]. Büyük bir âlim olan Bakillanî Eş'arî'nin ke-lâmi konularını tanzim etmiş, Allah'ın (C.C.) birliğinin akli deliller ve on­ların  mukaddimeleri  üzerinde durmuştur.  Bakillanî; cevher, araz  konula­rından bahsetmiş, arazın arazı hamil olamayacağını bir arazın İki zaman­da baki kalamayacağım vs. konu etmiştir. Bakiilâni Eşa'rî'nin görüşlerine bağlı kalmakla yetinmemiş, ayrıca bir hükümleri elde etmek için kendisinin bahsettiği mukaddimelerin dışına çıkılamayacağını da iddia etti. O'nun bu tutumu Eş'ariye bağlılıkta bir aşırılık ve taassup demekti. Çünkü bu mu­kaddimeler Kur'an ve Sünnet'le tayin edilmiş değildi. Aklın sahası geniş, kapıları açık, yollan ise serbestti. Başka insanlar Eş'arî'nin elde edeme­diği önerme, akli delilleri ve neticelerini elde edebilirlerdi. Eş'arî'nin çı­kardığı neticelere ve düşüncelere zıt olmadığı sürece bu önerme, delil ve neticeleri almakta ne kötülük olabilirdi.

207- Bunun içindir ki, kendisinden sonra gelen Gazza'i, Bakillanî gi­bi düşünmedi. Daha ileri giderek akideleri delillendirirken Eş'arî ve Bakil-lanî'den farklı bir delil ve metod kullanmanın medlul ve hükmün butlanını gerektirmeyeceğini benimsedi. Ona göre din ayırımı yapmaksızın herkesin aklına hitap ediyordu ve herkesin Kur'an ve sünnette bulunan konulara iman etmesi gerekirdi. Binaenaleyh dMedikleri delil ile bu inançlarını tak­viye edebilirlerdi.

Gerçek şudur ki; Gazali, Ebu Mansur Maturidi'nin ve Ebu'I-Hasan el-Eş'arî'nin görüşlerine bir taklitçi bakışıyla değil hür ve tenkit edici bir ki­şi gözüyle bakmıştır. Pek çok konuda onlar gibi düşünmüş fakat dini bir zaruret olarak bazı konularda onlara muhalefet etmiştir. Bu muhalefeti do-layısıyladır ki, Maturidi ve Eş'arî'ye mensup pek çok kimse O'nu küfür ve zındıklıkla suçlamışlardır. Gazzali; Faysalu't-Tefrika beyne'l-İslâm va'z-zanadika isimli kitabında konuyla ilgili olarak şöyle demektedir:

«Aziz kardeşim ve arkadaşım, birtakım kimselerin akaid konularıyla ilgili bazı kitaplarımıza dil uzattıklarını ve bu eserlerimizde daha önceki ulemanın ve kelâm üstadlannm görüşlerine muhalif görüşlerin bulunduğunu, bir arpa boyu bile olsa Eş'ari'den ayrılmanın küfür olduğunu, az bir miktar da olsa ondan ayn düşünmenin dalalet ve hüsran olacağım İddia ettiklerini duymuş ve tereddüde düşmüş olmalısın. Aziz kardeşim, kendine eziyet etme, bu yüzden üzülme. Böy­lece onları yen, sözlerine sabret ve onlara ilişme. Hz. Muhammed'den (S.A.V.) daha mükemmel ve daha akılh kim vardır? Kendisine deli dediler. Allah'ın (C.C) kelâmından daha yüce ve daha doğru kimin sözü vardır? Masal dediler. Kendi kendinden ve arkadaşından küfrü tarif etmesini iste. Eğer küfrün Eş'ari Mu'te-zili, Hanbelî vb. mezhebine muhalif olan bir düşünce oldu&unu iddia ederse, bil ki o taklitle bağlanmış kör ve dar akıllı biridir. Sen onu ıslah etmek için zama­nını zayi  etme. O'nu  ilzam etmen  için  kendisinin görüşleri ile hasımlarının  görüşlerini karşı karşıya getirmen kâfidir. Çünkü Eş'ari'nin muhalifi olan diğer mezhepler arasında da kendisine muhalefet etmenin kimden gelirse gelsin küfür olduğunu iddia edenler mevcuttur. Sen O'na sor: Eş'ari'nin fikirlerine bağlanma­nın farz olduğunu nereden bulmuş, Allah'ın zatından ayrı bir sıfat olmayan be­ka sıfatı meselesinde Eş'ariyye muhalefet eden Bakıllanı'nın küfrüne hükmedi­yor? Nîçin Bakıllanî Eş'ariye muhalefeti sebebiyle küfre düşürülüyor da, Eş'ari, Bakıllani'ye muhalefetinden dolayı küfre düşürülmüyor? Niçin biri esas alınmıyor da diğeri esas alınıyor? Eş'ari'nin esas alınması O'nun Bakıl, lani'den önce yaşamış olmasından dolayı mıdır? Buna göre haklılık ve esas alın­ması Eş'ari'den önce yaşamış olan Mu'tezile'nin hakkı olmalı değil miydi? Yoksa esas alınma fazilet ve ilim üstünlüğünden ötürü müdür? Acaba bu fazilet sıra­lamasını hangi ölçü ve esasa göre yapmışlardır ki, kendi üstadlarından daha fa­ziletli birinin bulunmadığı neticesini bulmuşlardır? Eğer Bakillani'nin Eş'ariye muhalefet hakkının olduğunu kabul ediyorlarsa, niçin bu hakkı başkalarına vermiyorlar? Bu hak ayrıcalığını neye dayanarak tanımaktadirlar?Eğer bazı aşı­rı taraftarları sıfatlan reddeden Mu'tezîle hakkında niçin o derece katı davranı­yorlar? Oysa Mu'tezile Allah'ın (C.C.) alim olduğunu kendilerini zorlayarak Ba-kıllani ile Eş'ari'nin Allah'ın (C.C.) varlığının devamı konusunda beraber tevak-ku ettiklerini, zat veya zata zaid vasıf konusuna ait ihtilâflarının fazla bir tep­kiyi gerektirmeyecek nitelikte bir ihtilâf olduğunu ileri sürerek Bakillani'nin Eş'­ari ile olan ihtilafının îâfzî bir ihtilâf olduğu bunun ötesinde bir mana ifade etmediğini iddia ediyorlar. O'nun ilminin bütün mahlûkâti kuşattığını, mümkün olan her şeye kadir olduğunu kabul ediyor, ancak O'nun zatıyla veya zatından ayrı bir sıfatla kadir ve alim olduğu hususunda Eş'ari ile ihtilafa düşüyor. Mu-tezîle'nin Eş'ari ile ihtilâfı ile Bakillani'nin ihtilâfı arasındaki fark nedir?»

208- Görüldüğü gibi, Bakıllânî akaid konularında Eş'arî, Maturidî, ve taraftarlarına benzer bir görüşe sahip olmakla birlikte, oldukça cesur davranmış, herhangi bir imamı taklid etmemiş, itikadi mezheplerden biri­ne bağlı kalmamıştır.

Gazzali'den sonra Eş'arî mezhebine bağlı kalıp yeni bazı delillerle is-tidlâ! eden bir takım ilim erbabı gelmiştir. Beyzavî, Seyyid Şerif Cürcanî v.b. akli ve nakli delillere vakıf bilginler bu ilim adamlarından bir kaçıdır. Ben bu alimlerin eski çağlarda olduğu gibi, bugün de tahsil edilmekte olan Kelâm ilmi sahasındaki delillerini, Mu'tezililere verdikleri cevaplan kale­me almış bulunuyorum. Allah (C.C.) cümlemizi hakka muvafık kılsın ve doğru yola iletsin. [99]

 

İbn-i Teymiyye Zamanında Tasavvuf

 

209- İbn-i Teymiyye'nin yaşadığı yüzyıl herhangi bir temel düşün­ceye dayanmayan, sırf taklid ve bağlılığa dayanan, fikri tartışmalara sahne oldu. O'nun yaşadığı asır tasavvufî fikirleriyle meşhur olan bazı kişilerin ortaya çıkışıyla tanınır. Bunların çoğu aslında temeli eski felsefi akımlar­dan birine, ya da semavî olmayan eski dinlerde mevcut bulunan dinî bir düşünceye sıkı sıkıya bağlı bulunan ve fakat yeni bir görüş pozuna bürü­nerek ortaya çıkmışlardır.

İbn-i Teymiyye şu üç düşünce ile meşgul olmuş, onlarla mücadele et­miş, bu sebeble bazı kimselerle ihtilâfa düşmüş ve pek çoklarının saldırı­sına hedef olmuştur:

(1) Muhyiddin İbnu'l-Arabî'nin savunduğu vahdet-i vücud fikrinin son şekli olan ittihad fikri.

(2) Kişinin kalbinin muhabbetullah (Allah sevgisi) ile dolduğu zaman

itaat ve  isyanın aynı manaya geldiğini iddia etmeleri.

(3) Tasavvufî tarikatlarda, onun asrında görülen olağanüstü davranış­lar.

210- Bu üç düşünceyi açıklığa kavuşturmak için İbn-İ Teymiyye'nin zamanında mevcut olan meşhur tasavvufî görüşlerden bahsetmek, onları ileri süren kimseleri, o dönemde işgal ettikleri makamlarını, İbn-İ Teymiy­ye'nin onlarla olan mücadelesinde ne gibi zorluklarla karşılaştığını, O'nun etrafında koparılan fırtınaları zikretmek istiyoruz.

İslâm tasavvufu iki ayrı kaynaktan doğdu.

Birinci kaynak: Tasavvufun kendisinden doğduğu birinci kaynak bazı müslümanların dünyadan alakayı kesmeleri ve sırf ibadete yönelmeleri­dir. Bu hareket ilk olarak Hz. Peygamber (S.A.V.) döneminde görülmeye başladı. Sahabeden bazıları geceleri uyumayip namaz ve niyaz ile geçir­meye, bazıları sürekli oruç tutmaya, bazıları da hanımlarından uzak durma­ya karar vermişlerdi. Bunu haber alan Hz. Peygamber (S.A.V.) ashabını toplayarak şu konuşmayı yaptı: «Bazılarına ne oluyor ki şöyle böyle konuşuyorlar. (Görüyorsunuz ki) ben oruç da tutuyor, yemek de yiyorum, (gece­leri) namaz kıldığım gibi uyku da uyuyorum. Kadınlarla evleniyorum. Sün­netimden ayrılan benden değildir.»

Hz. Resulûllah (S.A.V.) ashabını ruhbanlıktan menetmiş ve «İslâm'da ruhbanlık cihad etmekten ibarettir.» buyurmuştur. «Sünnetimden ayrılan benden değildir.»

Fakat Resulûliah'ın [S.A.V.) refik-i alaya i rti ha I inden sonra eski din­lere mensup pek çok kimse İslâm'a girdi. Brahmanizm, Budizm gibi eski dinlerin bir kısmında, bedene eziyet vermenin ruhu temizleyeceği, güçlü ruhun sadece riyazat ile İnceltilmiş ve terbiye ediimîş olan bedende yaşa­yacağı, ruhun ancak bedenin isteklerinden kurtulduğu takdirde, Allah'ın (C.C.) huzuruna yükseleceği, bedeni ağırlıkların ruhun yücelere yükselme­sine mani olduğu inancı vardı.    -

İşte bu dinlerden olan insanlar İslâm'a girince müslümanlar arasında dünya ve nimetlerinden elini çekmede aşırı gider, dünya ve cennet ni­metlerinin bir kişide birleşemeyeceğini kabul eden, Cennete giden yolun dünya nimetlerini tamamiyle terketmekten geçtiğine inanan zahidler çoğal­dı.

211- Binaenaleyh tasavvuf bu tarz düşünen İnsanlar arasında ken­disi için uygun bir zemin bulmuştur.

Müslüman haîkı tasavvufa iten ikinci kaynak bu üike!ere giren eski dinlere ait olan iki düşüncedir. Bu düşüncelerden birincisi, İrakiyye filo­zoflarından geçen; bilginin nefse psikolojik riyazat ve terbiye ile doğa­cağı düşüncesidir.

İkinci düşünce İse Allah'ın insan nefislerine hululü düşüncesidir. Bu düşünce ilk olarak müsülmanlann hiristiyanlıkla karşılaşmasından sonra sadece zahiren müslüman olan kimseler arastnda başlamış, daha sonra Sebeîye, Keysaniyye'nin bir kısmı, Karamita ve Batiniyye'nin bir kısmı ara­sında görülmüştür. Aynı düşünce daha sonra bazı sofiler arasında bir baş­ka renkle ortaya çıkmıştır.

Bu düşüncelerden b3şka bir de Vahdeti Vücud düşüncesi vardırki, bu da Hind kaynaklı bir düşüncedir ve halen Hind düşüncesinde izine rast­lanmaktadır. Bu düşüncesinin özü, mevcut olan her şeyin büyük bîr asıl­la, sabit bir birimle bağlantılı ve bitişik olup eşyanın şekil, vasıf ve gö­rüntüsü farklı da olsa, aslında hepsinin bir olduğu görüşüne dayanır. Buna göre hayvanlar, cansız varlıklar ve bitkiler aslında bir olan bir tek şeyin görüntüsünden başka bir şey değildir.

212- Bu düşünceler  birbirine  karıştı.  Zühdde  aşırıya kaçıştan  Yu­nan felsefesi menşeli İşrak fikrine, hulul fikri kapısının açılmasına ve Vahdet-i Vücud fikrîne geçildi. Bu düşüncelerin karışmasından da müslüman­lar arasında ortaya çıkan tasavvuf teşekkül etti. Dördüncü ve beşinci asır­larda güçlenen tasavvuf İbn-i Teymiyye'nin yaşadığı yedinci ve sekizinci asırlarda yükselişinin  zirvesine  ulaştı.

Tasavvuf bu unsurların farklı miktarda bir karışımından oluşuyordu. Kiminde işrak düşüncesi galip geliyor, kiminde ise hulul düşüncesi en belirgin tarafı teşkil ediyordu. Bazılarında Vahdet-i Vücud en belirgin esas İken, bazıları da marifet ve keşif sıfatları hususunda peygamberin (S.A.V.) dahi ulaşamadığı dereceye ulaşan evliyaya bağlılığı tek unsur olarak ka­bul ediyordu.

Tasavvuf? düşüncelerin kaynaklandığı bir başka düşüncenin daha ol­duğunu söyleyebiliriz. Bu da nass ve hükümlerin zahir ve batınlarının ol­duğu fikridir. Tasavvuf bu fikri Batiniyye'den almıştır. Çünkü batınıier her nassın bir tevili olduğunu, her tevlin de bir batını bulunduğunu; tevil ve batın ilmini de ancak imamların bileceğini iddia ediyorlardı.

Öyle anlaşılıyor ki, Mutasavvıflar diğer düşünceleri başkalarında al­dıkları gibi, bu düşünceyi de Batiniyye'den almışlardı. Onlar bu manada şöyle diyorlardı:

«Bilesin ki, bizim yolumuzda taharet (temizlenme) bîHnegelen temizlik; ha-desten temizlik manasına değildir. Çünkü hades insanın hakikatidir. Birşeyin kendi hakikati demek olan hadesten temizlendiği zaman insanın kendisi yok ol­muş olur ki geride Allah'tan (C.C.) başka bir şey kalmayacağı için ibadetle yü­kümlü olacak bir kimse kalmaz. Onun için biz temizlik (taharet) denince Al­lah'ın (C.C.) kulun bütün ibadetinde kulağı, gözü, ve bütün benliğine sinmiş ol­masını, bedenin insana fakat tasarruf ve idraklerin Allah'a (C.C.) ait olmasını anlıyoruz.[100] 

213- Zikretmiş olduğumuz bu fikirlerin bir araya gelmesiyle bil­hassa H. 5. asırdan sonra yayılıp gelişen ve farklı kaynaklardan kaynak­lanması hasebiyle çeşitli isimler alan İslâm tasavvufu ortaya çıkmış ol­du.

Tasavvuf ekollerinin ilki İşrakiiiktİr. Bu ekol de felsefî düşünce, zühd ve diğer düşüncelerden daha ağır basmıştır. Aslında bütün tasavvufî düşüncelerde İşrakilik bir esas olarak görülmektedir. Ne var ki, bazılarında sırf İşrakiÜk esası bulunduğundan, hulul ve Vahdeti Vücud'a yer verilmez­ken, bazılarında diğer iki husus da bulunmuştur.

Tasavvufî ekollerin ikincisi İlâhî unsurun insan unsuruna hulul ettiği esasına dayanan huluiiyyedir. Hallaç bu esası bir şiirinde şöyle dile getir­miştir:

«Sen kalbimde  yerleştin,  dilim sana hitap  etti.

Bazı  sebebleıie  bir araya geldik  ve yine bazı  sebeblerle ayrıldık.

Eğer büyüklüğün seni gözle görmeye mani oluyorsa, Vecd de içe almaktadır.»[101]

Bir başka şiirinde İse aynı manayı daha açık bir şekilde ifade etmek­tedir. Şöyle ki:

«Mahlukatına parlak Iahutunun yüksek sırrını izhar eden.

Sonra Mahlukata da yiyen içen, bir varlık suretinde zuhur eder.

Ve mahlukati onu başlı, gözlü olarak müşahede eden Allah ne kadar yücedir.»

Üçüncü ekol Vahdet-İ Vücutçuluktur. Bu ekole göre bütün varlık as­lında tek ve birdir. Gözle görülen çokluk ise varlığın zatında değiî şek­linde meydana gelen bir çokluktur. İbn-i Arabi'nin bayraktarlığını yaptığı bu düşünceye göre yer, gök. üzerindeki yıldızlar ve bütün varlık Allah'ın (C.C.) tecelli sünnetleridir, her şey O'dur; İbn-i Arabi bu hususu şu be­yitlerle ifade etmiştir:

«Ey eşyayı zatından yaratan Allah (C.C), sen yarattıklarını nefsinde toplayan­sın. Sen varlığı sende sona erenleri yaratırsın. Sen geniş olan bir darsın».                                                                                                                  

Bahauddin el-Amili de Vahdet-İ Vücudu Allah'ın (CC.) Rasulûllah'a fS.A.V.) ve ahiretteki tecellisine benzeterek şu ifadeleriyle açıklamakta­dır:

«Yüce Allah'ın (C.C.) bîr şahıs suretiyle tecellisi caiz olduğuna göre yerde ve gökte bulunan suretlerin O'nun tecellilerinin sureti ve zatının zuhur tarzlar! ol­masına ne mani vardır. Eğer denirse ki, Allah'ın (C.C.) kendisinde tecelli ettiği suretler güzel bir surettir. Güzellik ve nuraniyette bunların hilâfına olan eşyala­rın suretleri gibi necis ve pis suretler nasıl Allah'ın (C.C.) tecelli suretleri olabi­lir? Biz de deriz ki: Eşyanın pisliği onların zatından ayrılmayan vasıflar değil­dir. Eşyanın pisliği onların zatından ayrılmayan vasıflar değildir. Eşyanın pisliği veya temizliği kişilere veya onların zevklerine göredir. Eşyanın pislik ve temiz­liği izafî şeylerdir. Eşyanın aslında, mutlak ve zâtı bir pislik veya çirkinlik söz-konusu değildir. Eşya mutlak olarak ele alındığı zaman pislik de temizlik de bir­dir.»

214- Mutasavvıflardan bazıları İse bir başka esasa, Allah'ı (C.C) arzulamak ve sevmek esasına yönelmiştir. Her ne kadar mahabbet de İş-: rak fikri gibi bütün tasavvuf ekollerinde mevcut ise de bazı mutasavvıf­lar muhabbete büyük bir önem vermiş, muhabbetten Allah ile birleşmeye bir yol çıkarmıştır. Bu esas hulul ve vahdet-İ vucud esası olmayıp Allah ile birleşmek/mahlukun hâlikini sevmesi ve O'na bağlılığı ile halıkıyla bir­leşmesi olayıdır.[102]

İbn-i Farid bu görüştedir. O Allah'ı sevmek O'nun sevgisini elde etmek böylece Allah Taaîaya kavuşup O'na yükselmek düşüncesindedir. tCsiYüce Varlık'la birleşme derecesine ulaştığı zaman «Mahv' yani fanî zatın şahsının sahibi olan Allah'ın (G.C.) zatında yok olması veya hissin ortadan kalkmasından dolayı sekr (sarhoşluk) tabir ettikleri bir halde bu­lunur. Sofiyye bu halde Vahdet-i Şuhud hali derler. Bu hal diğer bazıları­nın Vahdet-i Vücud dedikleri halin mukabilidir. İbn-i Farid bu hali şu beyit­lerle anlatmaktadır:

Baktığım herşeyde O'nun tecellisini buldum. Gördüğüm herşeyde, kendi ba. kışlarımla O'nu gördüm.

O, zahir olduğu zaman gözümü açtığımda orada kendimin O olduğunu hal­vet halinde buldum.

Varlığım gördüğümde yok oldu. Her şeyi yok ederek gördüğümün vücudun­da kayboldum.

Gördüğüm  sekr'den   sonraki   sahv haline  hazırlanmasıyla   O'nun   mahvında

müşahede ettiğimi  kucakladım.

Sahv'dan sonraki mahv halinde ondan başkası olmadım. O tecelli edince za­tım da O'nun zatı idi.»

215- Hikam müellifi, İbn-i Teymiyye'nin çağdaşı İbn-i Ataullah İs-kenderî Ezher'de ders verdiği günlerde şeyhi ile arasında cereyan eden bir olayı anlatarak şöyle demiştir:

«Şeyhin huzuruna girdim. Bu sırada içimden bu şekilde Allah'a kavuşmak za­hir ilimlerle meşgul olarak, halka karışarak O'na ibadet etmekten evlâdır, diye. rek Masiva'yi terkedip Allah'a yönelmeye karar vermiş durumdaydım. Ben he­nüz kendisine bu hususta bir şey sormadığım halde şeyh bana şöyle dedi. Zahiri ilimlere meşgul olup bu sahada en yüksek mertebeye çıkan, sahasının erbabı olan bir zat bana gelerek «Efendim bulunduğum işi bırakıp sohbetinize devam et­mek istiyorum» diyerek benden izin istedi. Ben O'na «Sen orada kal. Allah'ın bizim elimizle senin, için takdir buyurduğu şeyler sana ulaşacaktır.» dedi. Şeyh efendi daha sonra bana bakarak şöyle devam etti: «îşte Sıddıklar böyledir. Hak Taalâ (C.C.) çıkarmadıkça onlar hiçbir noktadan çıkamazlar.» Bir süre sonra Şeyhin huzurundan ayrıldığımda, Allah Taalâ o düşüncemi kalbimden söküp al­mıştı. Ben de Allah (C.C.)'a bağlanarak huzur bulmuştum>>.

216- Sofiyye mutlak bir itimada dayanan gerçek tevekkülün, Ai-'ah'a mutlak olarak bağlanmak olduğunu kabul eden kimselerdi. Ruh ter­biyesi prensipleri onlarda tevekkül düşüncesini besliyordu. Hatta muhte­melen İlâhî feyz ile elde edilen bilgiye, ruhî işraka inanmaları onların sebeblerle müsebbibleri arasında güçlü bağı görmemelerine yol açıyor­du. Sofiyye ayrıca:

«Siz Allah'a (C.C.) tam olarak tevekkül ederseniz, Allah (C.C.) sizi sabah aç olarak kıra çıkan ve tok olarak akşama geri dönen, kuşu rızıklandirdiği gibi rimealindeki hadisin zahirine uyarak şöyle diyorlardı:

«O günkü yiyeceği bulunduğu halde ertesi günün rızkını düşünen kimse gü_ nah işlemiş olur.»

Sofiler de benzeri düşünceleriyle cebrî bir tutum içindeydiler. Kişi­nin fiillerinde hiçbir İradesinin olmadığına, iradenin sadece bir ve kahre­dici olan Allah'a (C.G.) ait olduğuna inanıyorlardı.

Cebri bir akaide sahip olan bu kimseler, gaybî işlerde de Allah'a mutlak olarak tevekkül ediyor, O'ndan gelecek olan herşeye razı oluyor­lardı. Çünkü onlara göre kendileri de Malik oldukları ve işledikleri her fiil de çok bilgili ve güçlü olan Allah'ın (C.C.) eseridir. Hatta bu tutumun so­nucu olarak onlardan biri şöyle diyordu:

«Eğer Allah'ın rızası O'nun beni Cehenneme koyması ile olacaksa ben O'na razı olurum.»

Sofiler Cebir ve tevekkülü garip bir şekilde birleştirmiş, Rab'lerins (C.C.) yaklaşmak ve O'nun kendilerinden razı olması için nefislerini ruhî riyazâta zorlamışlardı. Bu tutumlarının tabîî sonucu olarak, Allah'ın (C.C.) kendileri için takdir ettiği şeylere daima razı olmuş, nefislerinden şika­yet etmiş, O'nu her zaman suçlamışlardır. Bu tutumlarını da riyazat ve ta­savvufun bir mertebesi olarak görmüşlerdir. Hatta bu hususta İbn-i Ataul-!ah İskenderî Hikem'inde şöyle demiştir:

«Nefsinden razı olmayan bir cahil ile beraber bulunman, nefsinden razı olan bir alim ile birlikte bulunmandan senin için daha hayırlıdır. Nefsinden razı olan alime alim denir mi, ondan razı olmayan cahil midir?»

217- Sofiyye'nin, sebeplerin müsebbeblere etki ettiğine inanma­maları onların, evliyanın kerametine inanmalarına imkân sağlayan bir amil oluyordu. Kerametler, derecesi yükselip Allah'ın velilerinden olan şeyhle­rin ortaya koydukları olağanüstü şeylerdir. Keramet aslında olayların gö­rünen sebeplerinden koparılmasından  başka  bir şey değildir.

Veli Allah'ı (C.C.) sevip, O'nun zatında fani olduğu için önündeki per­de kalkar, fiillerinin sebeplerine olan bağları kesilir ve sonunda halkın göregeldiğin dışında cereyan eden keramet zuhur eder. Çünkü veli ken­dini fani kılmakla normal insanlar arasından çıkmış olur. Hatta veliden kerametin zuhur etmesi o noktaya gelmekten daha kolaydır. Çünkü O'nun için nefsi arzularından uzaklaşmak, yüce ve kudretli olan Allah'a yönel­mek şarttır. Kuşeyri'nin risalesinde bu, noktaya İşaret eden şu cümle var­dır:

«Rivayete göre Ebu Muhammed b. Abdullah b. Muhammed b. el-Murtaiş'e: «Falan zat havada yürüyor» denmiş. O da; «Bana göre Allah'ın (C.C.) O'na ken­di arzularına karşı koyma imkânını vermesi havada yürümesinden daha büyük bir olaydır» cevabını vermiştir.»

218- Sofiyye'nin azmedip yöneldiği ve en büyük gaye bildiği fena hali, onların olayların sebeblerini inkâr etmelerine sebep olduğu gibi, ay­rıca günah kavramına da bilinegelenden farklı bakmalarına yol açıyordu. Meselâ onlara göre bir günah eğer kişiyi dolayısıyle gururdan alıkoyuyor­sa, bu, O'nun için zarara götüren bir taatten daha hayırlı idi. Hatta İbn-i Ataullah İskenderî Hikem'in de şöyle demektedir.

«Tevazuu ve gururun kırılmasını doğuran bir ma'siyyet, gurur ve kibir do­ğuran taatten daha hayırlıdır. Çünkü gurur nefsi Allah'ın (C.C.) zatında fani ol­maktan uzaklaştırırken, günahla gelen tevazu ve gurursuzluk insanı Allah'ın (C. C.) zatına yakın kılar».

Yine İbn-i Ata şöyle demiştir:

«Nefsin günah işlemede hali açık, taatte ise gizlidir. Gizli olanm çaresi daha zordur».

Yani ma'siyyet, sahibine bir üzüntü verir. Halkın arasında bu kişi onun yüzünden utanır, kınanır. Taat halinde ise insan farkında olmadan riyaya düşmüş olabileceğinden onu idare etmek ve korumak zordur. İbn-i Ata ay­nı hususa işaretle:

«Halkın bilemediği bir yoldan riyaya düşmüş de olabilirsin»

diye ikazda bulunmuştur.

Sofilerin dualarından bazılarında da Allah'ı sevmenin herşeyden önem­li olduğu, O sevildiği zaman günahların önemsiz olacağı, o sevilmediğin­de sevapların bir hükmünün olmadığını ifade ifade eden cümlelere ras-lanmaktadır. Ebu'l-Hasan Şazeli'nin duasında şöyle dediği rivayet edilmiş­tir:

«Allah'ım, günahlarımızı sevdiklerinin günahı kıl, hasenatımızı ise sevmedik­lerinin hasenatı kılma. Çünkü sen buğzedersen hasenatın bir faydası, seversen günahların bir zararı olmaz. Rahmetini umalım ve azabından korkarım diye uh-revi durumumuzu gizli tuttun. Bizi korktuğumuzdan emin kıl, umduğumuzdan rnahrum bırakma. Daha önce senden istemeden bize imanı lütfettiğin gibi diğer isteğimizi  de ver.»

219- Sofiler dünyada sebeplerin müsebbeblerle olan bağın kopar­dıkları, hakiki bilginin masivayı terkten doğan İşrak İle elde edildiğinde inandıkları; Allah'ı (C.C.) sevmenin herşeyden daha önemli olduğunu, in­sanın O'nu gerçekten sevdiği, tam olarak tevekkül ettiği ve rahmetini um-du9u zaman başka herhangi bir şeyin öneme haiz olmadığını iddia ettik-erı için, eğer günahla birlikte pişmanlık bulunuyorsa hasene ile seyyie-n"i» taat ile ma'siyetin bir olduğunu telâkkî etmişlerdir. Mu'tedil tasav-VlJfçuiar kişinin günahından dolayı ceza göreceğini ancak Allah'ın (C.C.) rahmetiyle O'nu affetmesinin umulacağım itiraf etmişlerdir. İbn-i Ata bir duasında şöyle demiştir:

«Allah'ım, eğer benden güzellikler zuhur ederse bu senin fazıl ve ihsanınla-dır ve senin bana karşı minnetin olur. Eğer kötülükler zuhur ederse bu da se­nin adaletin iledir ve bana karşı hüccet senindir.»

Ebu'İ-Abbas el-Mürsî de bir duasında şöyle demiştir:

«Allah'ım (C.C.), ma'siyetim (günahlarım) taati, taatim ise ma'siyeti sesleni­yor. Hangisinde azabından korkup hangisinde rahmetini umayım? Eğer ma'si. yette rahmetini ummamın gerektiğini söylersen, bana fazlınla muamele etmiş olur, bana bir korku bırakmazsın. Eğer taatinle korkmamı söylersen, adaletinle muamele eder ve bana bir ümit bırakmazsın. Acaba ben sana itaat edince bana ihsanda bulunacağını nasıl düşünebilir, isyan ettiğim zaman fazlını nasıl unuta­bilirim?»

İşte Sofiyye'nin düşüncesi bundan ibarettir. Bunu Allah katında ma'-siyet ve taatin bir olduğu, hidayette olanla dalalette olan arasında bir fark olmadığı düşüncesinin takip edeceğinde şüphe yoktur. Bu insanlar daha ileri giderek şeriatın asi île mutî aracında bir fark koymuş olmasına rağmen hakikatin varlığı; her şeyi lezzetleri, arzuları, emredilen ve yasak­lananları yaratan Allah katında bunlar arasında bir fark olmadığını söyle­yecek; hakikatin ariflere mahsus olduğunu, şeriatın ise hakikati bilme­yenler için olduğunu iddia edeceklerdir.

Sofiyye'ye göre günah İşleyip daha sonra istiğfar etmek Allah'a yak­laşmaktır, O'ndan uzaklaşmak değildir. İstiğfarın kulu Allah'a yaklaştırma­sı, günahın O'ndan uzaklaştırmasından daha fazladır. Onlara göre bazı ri­vayetlerde şöyle denmiştir:

«Eğer siz günah işleyip tevbe etmeseydiniz, Allah (C.C.) günah işleyip istiğ­far edecek bir millet yaratırdı.»

220- Yüksek mertebelere çıkmış olanların anlayışı böyle olunca, tasavvufta o derece yükselmemiş ve üst tabaka kadar hakikatleri idrak edememiş olan müridiere işi, ma'siyet ve taat diye bir mefhumun mevcut olmadığı İddiasına kadar vardırdılar. Bazısı emir ve yasak tanımazken, bazısı da bir taraftan mürşid olduğunu iddia ederken, yasakları çiğnemek­te, zevklere dalmakta hiçbir dinî ve vicdanî mani tanımıyordu. O'nun için tasavvuf, günahlarını saklamasına yarayan bir örtüden başka bir şey de­ğildi. Bu insanlar bütün bunlara rağmen evliyalık iddiasında bile buluna­biliyorlardı.

Tasavvufun sadece kabuk kısmını tanıyan, bu hususta şekilden b=ş-ka bir hakikat bilmeyen bazı avam sofiler ise keramet göstermek İçin her­hangi bir şeyhe veya veliye ittiba'in yeterli olduğunu halk arasında yayıyorlardı. Onlara göre böyle bir ittibadan sonra artık onları ateş yakmacak y|!an sokmayacaktı. Akılları durduracak, olan kerametler göstere-k halkın zihinlerinibulandıracaklardı. Böylece halkın kendilerine  körü körüne bağlanmalarını sağlayacaklardı.

İbn-i Teymiyye bu anlayışları, tutum ve davranışları müşahede etmiş, çalışmalarının sonunda Sofiyye arasında dolaşan hakikat, şeriat ve itti-had fikirlerinin şer'i hükümlerin iptalinden başka bir şey olmadığı sonu­cuna varmış; bu insanların halkı saptırıcı yaşayışlarına şahit olmuştu. Her iki noktaya da karşı çıkan İbn-i Teymiyye birinci nokta ile Kur'an ve Sün-net'ten delillerle, ikinci nokta ile de amelleriyle mücadele etmiştir. Nite­kim kendisinin hayatından bahsettiğimiz bölümde bu hususa işaret etmiş oluyoruz.

221- İbn-i Teymiyye'nin yaşadığı dönemde Sofiler büyük bir itibara sahipti. Meselâ Mısır valileri şehirde dergâhlar kurup buraların masraf­larını karşılayacak tahsisatlar ayırmışlardı. Sığınak ve barınağt bulunma­yan yabancılar ve yolcuların ihtiyaçlarını karşılamak üzere tekkeler İnşa etmişlerdir. Mısır ve Şam'da Sofilerin ve abidlerin ihtiyaçlarını karşıla­mak üzere özel mahalle teşkil ediliyor. Oralar İçin pek çok masraflar ya­pılıyordu. Öyle ki, Nureddin Zengİ haçlılarla karşı karşıya gelince bazı ya­kınları O'na şöyle dediler:

«Memlekette Sofiler ve fakirlere büyük paralar ayn~ ıış bulunuyor. Şimdilik onlardan da istifade etseniz uygundur.»

Buna çok kızan Zenejî şu cevabı vermişti:

«Vallahi ben ancak onlann hürmetine zaferi elde edeceğime inanıyorum. Şu­nu biliniz ki, ancak zayıflarınızın hürmetine rızıklandırılıyorsunuz. Nasıl olur da yatağımda uyurken hedefini şaşırmayan oklarla cihad edenlerin maaşlarını ke­sip, bazen şaşırana ve bazen de isabet ettirenlerine sarf ederim? Sonra bahsetti­ğimiz kimselerin hazinede muayyen bir payları vardır. Ben onu başka birine na­sıl veririm?»[103].

Daha sonra Selahaddin Eyyübi de Mısır'da fakir mutasavvıflar için bir tekke yaptırmıştır. Ondan sonra gelen Memlüklüler de aynı şekilde hareket etmiş, bu hususta pek çok harcamalar yapmışlardır.

Ayrıca İbn-i Teymiyye'nin dostu olan Melik Nasır Kalavan da bir tek­ke yaptırmıştır. Seryakus adındaki bu tekkenin inşa ediliş sebebi tarik-Çi Makrizî şöyle anlatıyor:

«Bir defasında Nasır adeti üzere ava çıkmıştı. Yolda giderken birden kor-unÇ bir acı hissetmeye başladı. Atından indi. Acısı gittikçe artıyordu, Neredeyse ölecekti, işte bu sırada, eğer Allah kendisine şifa verirse, burada halkm iba­det etmesi için bir ibadet yeri inşa edeceğine dair bir adak adadı. Bir müddet . sonra iyileşerek dağdaki kaleye dönen melik daha sonra bir gurup mühendis ile birlikte hastalandığı o mevkiye gelerek orada bir tekke yaptırdı (H. 823). Melik yüz kadar Sofî'nin ikamet ettiği bu tekkenin yanına bir cami, bir hamam ve bir de aşevi inşa ettirdi.»

222- İbn-i Teymiyye'nin en çok güvendiği hükümdar Nasır'ın böyle yaptığını gördükten sonra, Sofİyye'nin Mısır ve Şam'da ne denli büyük bîr itibara sahip olduklarını tahmin etmek zor olmayacaktır.

İbn-i Teymiyye hata ve dalalette olduklarına inandığı diğer kimse­lerle mücadele ettiği gibi, bunlarla da mücadele etmek zorunda kaldı. İbn-i Teymiyye Sofilerin Şam'da kerametvari fiillerine ilişip hilelerini açı­ğa çıkarınca;. gizli yanlarını yayıp bazılarının Tatarlarla ilişkisini isbat edince, iki taraf arasındaki çarpışma İyice şiddetlendi. Nitekim İbn-i Tey­miyye'nin hayatından bahsederken bunları zikretmiştik. Sonra kendisinin İbn-i Arabi'nin savunduğu vahdet-i vücud fikri ile çağdaşı olan ve Ezher'-de ders veren İbn-i Ataullah İskenderi'nin temsil ettiği Allah'ın (C.C.) zatında fena bulmak ve birleşmek fikri ile nasıl mücadele ettiğini de zik­retmiştik.

Bu mücadele sonunda Mısır'da Sofilerin hücumuna uğradı. Fakat se­venleri araya girip bedenî bir acıya ma'ruz kalmasına mani oldular Eğer İbn-i Teymiyye mani olmasaydı büyük bir fitnenin çıkmasına ramak kal­mıştı.

Burada da olayların birbirini açıklığa kavuşturduğunu görüyoruz. Çün­kü biliyoruz ki, Nasır ile İbn-i Teymiyye arasındaki ilişkiler, İbn-i Teymiy­ye Mısır'dan ayrılıp kesin olarak Şam'a yerleşinceye kadar karşılıklı bir güven içinde cereyan etmiş; Nasır ancak hayatının son demlerinde İbn-i Teymiyye'ye karşı tavır almıştır.

Şunu da belirtelim ki, İbn-i Teymiyye'ye işkence H. 826 senesinde başlamıştır. Nasır'ın yaptırdığı tekke ise H. 825'de bitmiştir. Demek olu­yor ki, bu süre içinde Sofiyye Nâsır'ı tesirleri altına almış, OYıu dostu İbn-i Teymiyye'nin aleyhine geçirmişlerdi. O da İbn-i Teymiyye'nin kalede hapsedilmesine izin vermişti. Bilhassa kendisinin son olarak suçlandığı meseleler kabirlerin ziyareti ile, üç mescit dışında kalan diğer mescitleri ziyaret amacı yola çıkmanın dinde yeri olmadığı meseleleri idi ki, bunlar daha çok Sofiyye'yi ilgilendiren meselelerdi.

Binaenaleyh diyebiliriz ki, Nâsır'ı  İbn-i Teymiyye'nin aleyhine    geçi­renler yalnız fukaha değildi, c-ksine bunda baş amil Sofiyye idi. [104]

 

Sonuç

 

223- İşte İbn-i Teymiyye'nin yaşadığı dönem budur. Bu dönem ko­nusunda hayli uzunca söz ettik, kâğıdı mürekkebi esirgemedik. Çünkü İbn-i Teymiyye o dönemin bir meyvesi ve neticesidir. O'nun, bulunduğu dönemin geneline muvafık veya muhalif olması, bu hükmü değiştirmez. Çünkü zaman muvakat suretiyle etki ettiği gibi, muhalefet suretiyle de et­ki eder. Asır eğer kötülükleriyle dolu ise, bu kötülükler içinde yaşayan­ların bir kısmini o kötülüklere tepki göstermeye sevk ederken, bazılarını da nefislerinin arzularına uymaya iter. Herkes yaşadığı dönemin kendi ya­pısına uygun olan tarafını alır. Bu olumlu olabileceği gibi, olumsuz da ola­bilir.

İbn-i Teymiyye'nin yaşadığı yüzyıl siyâsî çalkantılar ve savaşlarla geç­tiği gibi, bu dönemde genellikle bütün ilimlerde bir taklit anlayışı hüküm sürüyordu. O'nun da intisap ettiği Hanbeliier Eş'arî'nİn görüşlerini taklit eden çoğunluğa muhaiefet ediyorlardı. Bu yüzden de tartışmalar oluyor­du. Tasavvuf Mısır ve Şam'da çoğunluğa hakim olmuştu. İbn-i Teymiyye delillerle tasavvufun üzerine yürüdü ve onunla ölçülü bir şekilde müca­dele etti. Öte yandan Şia İslâm toprakları üzerinde fitnelere sebeb olu­yor; selefe aykırı birtakım iddialarda bulunuyordu. Bir kısmı da dağlara çekilmişti. Diğer bir kısmı halk için daha büyük bir tehlike oluşturuyor­lardı. İbn-i Teymiyye bunlarla susturucu deliller ve keskin kılıçlar kullana­rak mücadeleye girişti.

224- Gerçek şudur ki, İbn-i Teymiyye kalbi ve aklı ile Kur'ân, Sün­net, sahabe sözü, kaza ve fetvalarının, onlardan rivayet olunan görüşlerin etkisine girmiş, onların atmosferinde yaşamıştır. Etrafına bakan İbn-i Tey­miyye o yüce öncülerin ve Rasulullah'ın (S.A.V.) getirdiklerine muhalif görüşleriyle karşılaşmıştır. Bunun üzerine halkı Rabbi'nin emrine, Sünnet-1 Rasulullah'ı (S.A.V.) diriltmeye, Selefin yolundan gitmeye çağırmıştır. Bu arada İbn-i Teymiyye ile halk veya şeyhleri taklit ile sırf hakka bağlan­mak düşünceleri arasında çatışma olmuştur. Bu savaşta, sağlam ipe tu­tunmuş olan İbn-i Teymiyye'nin sert davrandığı hiçbir şeyden korkmadan inandığını söylediği görülüyor. O'nun kitaplarında yazdığı düşünceler, risa­lelerinde savunduğu fikirler işte bu çarpışmalar sırasında ortaya çıkmış­lardır. Bu sebeple, İbn-i Teymiyye'nin risale ve kitaplarının sıcak, sert ve Süçlü olduğu görülür. Çünkü bir savaş sırasında meydana gelmişlerdir. Onlar sanki patlayan silâhlar, çarpışan oklar ve birbirine giren kılıçlar gi­bidirler.

İbn-i Teymiyye'nin eserlerinde sertlikten başka bir şey daha vardır: Açıklık ve genişlik. O'nun bu tarafını kitabımızın ikinci kısmına, içtihad-ları ve fikhî yönü bahsine bırakalım. [105]

 



[1] Bu   ailenin   îbn-i  Teymiyye ailesi  diye   isimlendirilmesinîn  sebebi   konu­sunda alimler farklı  fikirler ileri sürmüşlerdir.  Bazılarınca ceddi  Muhammed  b. eî-Hıdr, Teyma geçidi yolu İle hacca giderken orda Teymiyye isminde bir kız ço. cuğuna rastlamış, döndüğünde karısının bir kız doğurduğunu görünce O'na Toy-rmyye adını vermişti. Bir başka görüşe göre de dedesi Muhammed'in annesi vai-zeydi. Adı ise Teymiyye idi. Aile O'na nisbet edildi. O'nun adı İle tanındı.

[2] Rivayetlerin  çoğunluğu onun onuncu günde  doğduğu  şeklindedir. Tarih­çilerden az da olsa onun buna yakın bir tarihde Rabiulevveî ayının onikinci gü­nünde doğduğunu zikredenlerde vardır. Belki de bunlar, Hz. Peygamber'in  şeria­tını ihya edeceği için bizzat Hz. Muhammed'in doğduğu günde doğmuş olduğunu söylemek istiyorlar.

[3] Îbn-I Teymiyye'nin babası Dimesk'te h. 682'de vefat etmiştir.

[4] İbn-i Teymiyye'nin  dedesi Harran'da 652'de vefat etmiştir. Bkz. Tarih-i İbn-i Kesir, XIII, s. 158.

[5] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 21-23.

[6] Bu konuda bakz. Kitabü'l-Kevakib ed-Dürriyye (îbn-i Teymiyye Külliya­tı içerisinde,  s.  139.)

[7] A.g.e.

[8] Makrizi Hitat'ında şöyle diyor: Salahuddin eî-Eyyübi çocukluğunda Kut-buddin Ebu'l-Meali Mes'ud b. Muhammed en-Nisaburi'nîn telif etmiş olduğu bir akideyi (itikada mütealiik bir eser) ezberlemişti. Bu akideyi küçük çocuklarına ezberletir oimuştu. Bu yüzden Eş'arî mezhebine aşırı bir Önem vermişler ve sı­kıca sarılmışlardır. Hakimiyetleri döneminde bütün insanları bu mezhebi benim­semeye sevketmişlerdi. Bu hal Eyyübiler dönemindeki bütün meliklerin hüküm­ranlıkları sırasında devam etmiş sonra da Türklerden oluşan mevalileri dönemin­de de aynı durum sürmüştür. İbn-i Tümert de Gazali'den Eş'arî mezhebini aldık­tan sonra Mağrib'de aynı şeyi yapmıştır. Eş'arî mezhebinin Şarkta, Garbta her yerde yayılmasının sebebi budur. Hatta öyle olmuştur ki bu Mezhebe îbn-i Han-bel mezhebine  tabi olanlar hariç hiçbir muhalif mezhep  kalmamıştır.

[9] Bu konuda îbn-i Kesir'in el-Bidaye ve'n-Nihaye adlı eserinin c. III, s. 53'e bakınız. Bu medresenin banisi olan Ebû Ömer b. Kudame Hanbeli fıkhında el-Muğnî adlı eserin sahibi olan Muvaffakuddin Abdullah Ahmed b. Kudame'nin kardeşidir. Kendisi Muvaffakuddin'den büyüktü ve O'nu yetiştiren kendisi ol­muştu. Alim, zahid, takva ve vera sahibi, kendisini ilme vermiş birisi idi. Hatıbdi. Bununla beraber Salahuddin el-Eyyubi ile Haçlılarla savaşmaktan geri durmu­yordu. 528 de doğmuş 607 de vefat etmiştir. Gidişatı itikadı kitap ve sünnete sa­rılması açısından selef-i salih mezhebi üzerinde idi. Allah O'ndan razı olsun.

[10] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 23-31.

[11] îbn-i Dakiki'l-îyd'den yapılan her iki nakil için bkz. el-Kavlu'I-Celî, (îbn-i CTeymiyye Külliyatı içerisinde Teracim s,  101).

[12] îbn-i Kesir. El-Bidaye ve'n-Nihaye, C. XIV, s. 4.

[13] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 33-39.

[14] İbn-i Kesir, C. XIII, s. 334.

[15] İbn-i Kesir, C. XIV, s. 9.

[16] Moğolların müslüman olan dördüncü hükümdarı vefat etmiştir. (703) se­nesinde vefat etmiştir

[17] el-Kavlu'l-Celî, Menakib,  s.  162.   (îbn-i Teymiyye Külliyatı  içerisinde).

[18] EI-Kavlu'l-Mücellâ, s. 162. Bu eserde şunlar da yazılıdır: «Onlar Kazan Hanı'nm huzuruna çıktıkları zaman onlara yemek verilmiş ve tbn-i Teymiyye hariç hepsi yemiştir. îbn_i Teymiyye'ye niçin yemiyorsun? diye sorulduğunda, se­nin yemeğini nasıl yiyebilirim? Hepsi milletin koyunlarından yağmaladıklarınız­dan olup, milletin ağaçlarından kesdiklerin odunlarla pişirdiniz, diye cevap ver­miştir, Allah'ım (C.C.) eğer bu ilây-ı keliraetullah için savaşıyor ve senin yolunda cihad ediyorsa sen O'nu güçlendirir ve O'na yardım edersin, yok eğer saltanat için, dünya için, çokluğu ile övünmek için koşturuyorsa, sen ona (gerekeni) ya-?ar^m; *şte böyle dua ediyor, Kazan Han da duasına amin diyordu. Biz ise Onu öldürür de kanını akıtır diye korkumuzdan elbiselerimizi topluyorduk. Sonra di-şan çıkınca kendisine: «— Yahu neredeyse bizi de kendinle beraber helak ede­cektin. Biz bundan böyle artık seninle birlik olmayacağız, dedik. O da: Ben de sizerefakat etmiyorum, dedi. Biz grup olarak yola çıktık. O ise arkada kaldı. Du­rum asker ve emirlerce duyuldu ve ona her taraftan akın ettiler. O mübareği gör­mek için O'na katılmaya başladılar. O üç yüz süvari arasında şehre ulaşmıştı. Bize gelince, yolda bir grup yolumuzu kesmiş ve bizi soymuşlardı.

[19] el-Ukud ed-Durrîyye s. 12û'ye bkz. Burada cihada teşvik eden uzun bir risale vardır

[20] Bütün bu haberler hak. bkz. el-Bidaye ve'n-Nİhaye, C. XIV, s. 15.

[21] Bu haberler için bkz. lbn~i Kesir, EI-Bidaye Ve'n-Nihaye C. XIV, s. 11.

[22] a.g.e., C. XIV. s. 19.

[23] Bütün bu haberler için bkz. El-Bidaye Ve'n-Nihaye.

[24] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 41-47.

[25] Abdulazİz el-Meragî, îbn-i Teymiyye s. 8.

[26] Ibn-i  Kesir, el-Bidaye ve'n-N;haye, C. XIV, s. 28.

[27] İbn-i Kesir, a.g.e., s. 34.

[28] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 47-52.

[29] Îbn-İ Kesir olayı tam olarak anlatmaktadır. Şöyleki: Sultanın vekilinin mevcut olmaması sebebi ile Dimeşk'te bir kargaşa ve ihtilât vaki olmuştu. Şeyh Cemalettin el-Mizzî'nin yağmur duası (istiskâ) için Buhârî'nin Ef'al el-îbâd bcilü-münden Cehmiyye'ye reddiye içeren bir faslı okunduğuna rastlamıştı. Hâzır bu­lunan fakihlerden biri buna kızarak onu, Şafiî kadısı îbn-i Sasra'ya şikayet et­mişti. Kadı da Şeyh Mizzî'nin yanında idi. Kadı, Mizzî'yi hapsetmişti. Durum İbn-i Teymiyye'ye ulaşmış, doğru hapishaneye giderek bizzat kendisi Mizzî'yi hapisten çıkarmış ve Sara'ya gitmişti. Kadıyı orada bulmuş ve Cemaleddin el-Mizzî hak-kında alışmışlardı. tbn-İ Sasrâ mutlaka O'nu tekrar hapsedeceğine aksi takdir­de kendisini kadılıktan azledeceğine yemin etmişti. Maib, kadının kalbini hoşnut eimek için Mizzî'nin hapse iadesini emretmiş, kendi yanında birkaç gün hapse­derek serbest bırakmıştı. Saltanat Naibi döndüğü zaman îbn-i Teymiyye ken­disine, Dimeşk'te bulunmadığı süre içinde gerek kendi ve gerekse arkadaşlarının başına gelenleri anlatmış. Saltanat Naibi de olanlara üzülmüş ve bir ilân çıkara­rak memlekette hiç bir kimsenin akaîd konusunda konuşmamasını, kim bu mü­nakaşalara tekrar dönerse O'nun malının ve kanının helâl olacağım duyurmuş böylece ortalık sükun bulmuştu. (C. XIV, s. 37.)

[30] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 53-57.

[31] Allah'ın  yardımıyla   îbn-i  Teymiyye'nin görüşlerinden bahsettiğimiz za­man bu tür ilmî meclislere işaret edeceğiz.

[32] İbni Kesir, C. XIV, s. 38.

[33] Tarih-i İbn-i Kesir, C, XIV, s. 38.                                  

[34] Bkz. İbn-i  Kesir, XIV, 43.

[35] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 57-65.

[36] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 66-70.

[37] Bu karşılıklı konuşmaları, tbn-i Kesir, Tarihle ilgili eserlerinin Ondör-düncü cildinin S. 46'da yazmıştır. el-Ukudu'1-Berriyye sahibi de bunları el-Berzaîı'-den s. 270 naklen rivayet etmiştir.

[38] es.Seb'iniyye, İbn-i Seb'in'e nisbet edilmiştir. O, İbni Seb'în el-Mersî'-dir. Hicrî yedinci asırda yaşamış ve 668 yılında Mekke'de ölmüştür. O, filozof bir Sofi idi. Onunla II. Frederik arasında karşılıklı sorular ve cevaplarla ilgili yazışmalar yapılmıştı. Bu yazışmalarda, felsefe ile tasavvuf arasındaki fark hakkında şöyle bir açıklama vardı. olmalı, hislerin et­kisini yok etmeli ve mânevi hislerini ortaya koymalıdır. (El-Akide ve eş-Şeri'a s. 139).

— El-Arabiye ise îbnü'l- Arabi 'ye nisbet edilmekte idi. îbnü'I-Arabî, meşhur mutasavvıf ve filozoftir. Biz, O'nun bazı sözlerini açıklamıştık.

[39] Bkz. îbn-i Kesir, el-Bîdaye ve'n-Nihaye, XIV, 50: Bu mektubun tania-mı, el-Berazilî'den nakledilerek el-Ukudu'n-Durriyye, s. 274 te bulunmaktadır. Her iki ibare arasında bazı lâfızlarda ufak tefek farklar vardır.

[40] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 70-76.

[41] Belki bu formalar «Kitabu'l- Cevap es-Sahih li men beddele dine'1-Mesih >> (Hz. İsa'nın (A.S) dinini bozan kimseye verilen doğru cevap) adındaki eser. O Dimaşk'da iken veya en az Mısır'a gitmekten önce bu kitabın plânım yazmış olabilir.

[42] Bknz.el-Ukudu’d-Durriye, s 284

[43] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 77-81.

[44] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 83-89.

[45] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 89.

[46] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 90.

[47] Allah'ın yardımıyla bu ve diğer fetvalar, îbn-i Teymiyye'nin ilmi ve gö­rüşleri işlenirken ele alınacaktır,

[48] înşallah görüşlerini işlerken bunları mevzu edeceğiz. Buradaki reddiye­lerin  bazısı  kitaplarında yer almamaktadır. Bu Risale Mısır'da basılmıştır.

[49] Tarihu'n-Nihaye ve'1-Bidâye, s. 134.

[50] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 90-97.

[51] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 99-101-113.

[52] el-Kevakib, s. 155, Kürd basımı bir mecmuadan.

[53] S.  155.  Kürdi'nin bastığı mecmuadan.

[54] S. 154 Kürdi'nin bastığı mecmuadan.

[55] Kürdî'nin bastığı  mecmuanın 266. sahifesinden.

[56] el-Kevakibu'd-Dürriye'nin kenarında bu sözü Suyuti'ye nisbet edilmiş olarak bulduk. Biz bu nisbetten şüphe ediyoruz. Çünkü «gözünün görmediği. U-nunla beraber yorulduğu» gibi çağdaş olmaya delâlet eden sözler söylüyorlar. Bu doğru değildir. Çünkü îbn-i Teymiyye 8. asrın ikinci çeyreğinde vefat etmiştir. Suyutî io". asrın başlarında (911) de vefat etmiştir. Aralarında yaklaşık ıkı asır vardır Sözün nisbeti ya tamamen batıldır, ya da Suyutî tbn-i Teymiyye nın mıı-asın olan birinden nakletmiş fakat sahibini zikretmem iştir, iki durumda da so,î manası itibariyle doğru değildir. Zira İbn-i Teymiyye'de ne kendim beğenme, ne de kendini beğenme şüphesi yoktur. Allah-u âlem (Allah en iyi bilendir.)

[57] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 115-121.

[58] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 115-121.

[59] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 121-126.

[60] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 127-128.

[61] el-KâmİI, îbn Esîr, 94, îbn Esîr, Haçlı savaşlarının sebepleri arasında şu olayı zikreder. Mısır'daki Fatİmiler, Selçukluların hakimiyetinin yayıldığı ve Suriye'yi ele geçirdiklerini görünce, bunu engelleyebilecek güçleri olmadığını an­layınca Frenk krallarıyla yazıştılar. İbni Esir'İn bu konudaki sözü şöyledir: «Mı­sır'ın alevi hükümdarı Selçuklu devletinin gücünü, kudretini ve Suriye'yi Gazze'-ye kadar istila ettiklerini görünce ve Mısırla onlar arasında onları engelliyecelc bir eyalet kalmayınca korktular ve Frenkleri Suriye'ye çıkarma yapıp orayı İs­tilâ etmelerini ve bu bölgenin Frenklerle Mısır'daki müslümanlar arasında pay­laşılmasını İsteyen bir mektup yazdılar. Allah daha iyi bilir.»

[62] el-Kamit,  X,95.

[63] İbni Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye XII, 201.

[64] îbni Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye, XII, 220.

[65] Bk. îbni îyâs Tarihi.

[66] İbni  Kesir,  Tarih XIII, 238.

[67] İbni Kesir, Tarih XIII, 276

[68] Suyuti, Hüsnü'l-Muhadara, II, 60 «Sultanların Halifelere Karşı Tutumu» bölümü.

[69] Süyûti, Hüsnü'l-Muhâdara, II, 66.

[70] Bu yazışmalar için bakınız, Suyutî, Hüsnü'UMuhadara,  II, 67-71.

[71] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 128-147.

[72] ibni Kesir, C. XIII. s. 110.

[73] Hüsnûl-Muhedarat, II, 67.

[74] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 148-152.

[75] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 152-154.

[76] Hatat   Makrizi   ve   Dr.   Ahdullatif   Haraza'mn   te'Iif  ettiği   Eyyubiler   ve Memlüklüler arasında  fikriharekeiler.

[77] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 154-162.

[78] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 163-165.

[79] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 166.

[80] Şehristanî, eLMilal ve'n-Nihal.

[81] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 167-168.

[82] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 168.

[83] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 168.

[84] ismailiyye'ye göre imamın gizli olması caizdir. Bu hal O'nun imamlığı­na mani değildir.

[85] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 168-171.

[86] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 171-172.

[87] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 172-173.

[88] el-Milel ven-Nihal, Şehrîstanİ, Cehmiyye bölümü.

[89] Minye ve emel kitabı iki risale Müellif Farihey’l-Cedel kitabında bu ikisini nakletmiştir.

[90] Tarihçiler Cehm'in Önceleri Irak'ta yaşamasına rağmen, mezhebini Ho­rasan'da yaydığı hususunda ittifak etmişlerdir. Ben.i Resip kabilesinin azatlı köle­si olan Cehm, Kadi Şureyh'in katipliğinde bulunmuştur. Nasr b. Seyyar'a karşı isyan eden Cehm, Emevilerin son dönemlerinde Müslim b. Ahvaz eİ-Mazini tara­fından öldürülmüştür. Cehm'in tr.bileri olan kimseler Maturidi ve Eş'arinin mez­hepleri Nİhavend'de bulunan bütün itikadi mezhepleri ortadan kaldırmcaya kadar bu öölgede varlıklarını sürdürmüşlerdir.

[91] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 173-175.

[92] Makalat'ül-îslamiyyîn, Eş'ari.

[93] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 175-180.

[94] Tebyîn-û Kizbû'l-Müfteri, Ebûl-Hasan el-Eş'ari.

[95] Tebyîn-û Kizbû'l-Müfteri, s. 150.

[96] Ibn-i  Hazm, el-Fasl, C. 3, s. 22.

[97] İbn-i Hazm A.g.e, C. s. 204.

[98] Bakillanî 403 yılında öldü

[99] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 180-188.

[100] Bkz. Futuhat-ı Mekkiyye, I, 438.

[101] Tarih-i   Bağdad, VTT,   115.

[102] Tarih-i  Bağdad, VIII,  129.

[103] Bak: AbduHâtif Hamza, el.Haraketü'1-fikriyye fi Mısır fi'1-asrayni'l-Ey-yubı ve'I-Memlükî ve'1-evvel.

[104] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 189-198.

[105] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu Yayınları: 198.