Öğretim Çalışmalarina Başlaması
İlim Kürsüsünden Savaş Alanına
Atlı Kahraman ve Alim İbn-i Teymiyye:
İbn-i Teymiyye'nin Karşılaştığı Sıkıntılar
İbni Teymîiye'nin Karşılaştığı Birinci Sıkıntı
İbni Teymiyye’nin Mısır’da Ders Vermesi
İbn-i Teymiyye'nin Karşılaştığı İkinci Sıkıntı
İbn-i Teymiyye'nin Kahire'deki Derslerine Geri Dönmesi
İbn-i Teymiyye'nin Suriye'ye Dönmesi
İbn-i Teymiyye'nin Karşılaştığı Büyük Sıkıntı
İbn-i Teymiyye'nin Karşılaştığı Son Sıkıntı
İbn-i Teymiyye'nin İlmi Ve Kaynakları
İbn-i Teymiyye'nin İlme Yönelmesi
İbn-i Teymiyye Zamanında Tasavvuf
15-
Şeceresi: Ahmed Takiyyuddin Ebu'I-Abbas b. eş-Şeyh Şihabuddin Ebi'l-Mehasîn
Abdulhalim b. eş Şeyh Mecduddin Ebi'İ-Berekât Abdus-seiâm b. Ebî Muhammed
Abdullah İbn Ebi'I-Kasim el-Hıdr b. Mu-hammed b. el-Hıdr b. Ali b.
Abdullah'tır. Bu aile, İbn-i Teymiyye ailesi [1]
olarak bilinir. Hicrî 66 senesinde Rebiu'l-Evvel ayının 10. günü [2] doğmuştur.
Doğumu İslâm'ın en eski devirlerinden beri felsefe ve filozofların beşiği,
sabiîliğin ve sabiîlerln. merkezi bulunan Harran şehrinde olmuştu. Yedi yaşına
kadar ömrünün ilk yıllarını burada geçirdi. Moğolların Harran'a baskınları
nedeniyle buradaki ahali memleketlerini terkederek kaçtılar. İbn-i Teymiyye
ailesi de Harran'dan hicret edenlerdendi. Bunlar Dı-meşk'e göç etmişlerdi.
Yollarda da düşman eksik olmamıştı. Can güvenliği yoktu. Yolculuk esnasında
büyük sıkıntılar çektiler. Geceleri kaçarak yol aldılar.
Bu aile, bir ilim
ailesiydi. En değerli malları kitaplarıydı. Kitaplar alimler için maddi bir
servettir, gıdadır, en nefis zinettir. Bir yerden bir yere yolculukta taşınması
pek zordur. Üstelik bu taşınma bir kaçış olursa işin zorluğunu siz düşünün.
Taşıyacak yeterli yük hayvanı olmadığı ve hayvanlar üzerinde taşınması da zor
olacağı için bu kitapları bir araba üzerinde taşımışlardı. Kağnılarının yol
alamaması üzerine neredeyse düşman onlara yetişecekti. Allah'a sığınıp ondan
yardım istediler ve zalim düşmandan kurtuldular.
16- Allah'ın
lütfü ile Dimaşk'a ulaştılar ve güven içinde orada karar kıldılar. Bütün bu
olayları gören, işiten ve anlayan, kuvvetli sağduyu sahibi bir kişi de şahid
olmuştu ki, bu henüz çocuk olan Ahmed Takiyyud-din idi. Moğolların bozguncu
hücumlarındaki büyük dehşeti görmüştü. Güven içinde yaşayan ahalinin canlarını
kurtarmak için kaçışlarındaki büyük korkuyu görmüştü.. Çoğu kez de kaçışlarında
canlarını kurtaramiyorlardı. Sonra bu
çocuk ailesinin yol meşakkatini nasıl göğüslediklerini, en değerli
varlıklarını (kitaplar) taşırken karşılaştıkları güçlükleri, görmüş, ve özünde
ta küçüklüğünden beri Moğoilara karşı bir kin, tecavüze karşı bir hoşnutsuzluk
duygusu yerleşmişti. Bu başlangıç nedeniyle daha sonra yaptığı hareketlerdeki
bazı sırlan anlıyoruz. Kendisi büyüyüp kuvvetli biri olduğunda Moğollarla
savaşmak için büyük güçlere komuta ediyordu.
Halbuki onlar İslam'ı
kabul ettiklerini ilân etmişler ve benimsemişlerdi. Durumları diğer müslüman
gruplardan herhangi bir grubun durumu gibi olmuştu. Ancak İbn-i Tevmiyye
onların mazilerindeki zulmü, yeryüzünde yıkıcı ve bozguncu faaliyetlerini
görmüştü. Bu yüzden de onlar müslüman olsalar bile onların bâği olduklarını, tevbe
edinceye veya haklarından gelinceye kadar kendileri ile savaşılması
gerektiğine inandı ve işte bunun için de bir de haklarını çiğnedikleri,
topraklarında ifsatta bulundukları milletlerin, onların egemenlikleri altından
çıkmaları için onlarla savaştı.
17- Okuduğum
tarihçiler İbn-i Teymiyye ailesinin mensup olduğu kabileden bahsetmemektedirler. İbn-i Teymiyye'yi ailesinin
ilk vatanı olan Harran'dan başka bir yere nisbet de etmemekteler. Arap kabilelerinden herhangi birine de nisbet etmiyorlar. Bu durum O'nun
Arap olmadığına işaret eder. Veyahut da O'nun Arap kabilelerinden bir Arap
olarak bilinmediğine delâlet eder. Bu yüzden anlayabiliriz veya zannî bir
tahmin yürütebiliriz ki o Arap değildi belki de Kürttü.
Kürtler, himmet
sahibi, kahraman ve sert bir millettir. Ahlâklarında kuvvet ve hiddet vardır.
Kürtlere ait bütün bu sıfatlar, alimlerin bolluğunda, mütefekkirlerin hüzünlü
hallerinde, araştırmacıların sükuneti içinde yetişmiş olmasına rağmen tam ve
açık bir şekilde İbn-i Teymiyye'de meccut-tur.
Hicrî 6. ve 7.
asırlarda Kürtlerin İslâm'ı ve müslümanları savunmaları konusunda yüksek bir
mevkileri vardır. Haçlılara karşı Müslümanların en ön saflarında durmuşlar ve
ilk saldırıyı karşılamışlardır. Sonra da haçlıları islâm'a tahakküm etmekten
ümidlerini kestirinceye kadar takip eden diğer çarpışmalarda bulunmuşlar veya
en azından onların kılıçlarında gedikler açmışlar, güç ve kuvvetlerini
kırmışlardır. Nihayet Mısırlılarla birlikte haçlıları ülkelerine mağlup olarak
döndürünceye kadar mücadelede bulunmuşlardır.
Tarihçiler İbn-i
Teymiyye'nin annesi ve mensup olduğu kabilesi hakkında da bir şey
zikretmiyorlar. Büyük bir ihtimalle annesi Arap değildir. Oğlunun şerefi kemâl
buluncaya kadar yaşamış ve oğluna cihadında yardımcı olmuştur. İbn-i Teymiyye
Mısır'da tutuklu iken annesine iyilik, şefkat, ihlâs ve imanla dolup taşan
mektuplar yazardı.
18- İbn-i
Teymiyye'nin ailesi Dimeşk'e göçtü ve orayı yurt edindi. Büyük alim nereye
giderse gitsin Hak'ka kılavuzluk ve İrşad makamını bulur. Takiyyuddin'in babası
eş-Şeyh Şihabuddİn'de aynı şekilde olmuştu. Sırf Dımeşk'e ulaşmış olmakla
fazileti yayılmış, şöhreti her tarafa ulaşmıştı. Dİraset, talim, va'z ve irşad
için Dimeşk'ın en büyük camiinde bir kürsüsü oldu ve eş-Sükkeriyye
Daru'l-Hadis'İnin idaresini üstlendi. Artık kendisi de orada oturuyor ve oğlu
Takiyyuddin'i de orada yetiştiriyordu.[3]
Bu büyük alimin
derslerinde dikkate şayan hususlardan biri de derslerini anlatırken yazılı
kağıtlardan veya takip edeceği bir kitaptan ya da hattrlatıcı mahiyetteki notlardan
istifade etmemesi idi.
Bu O'nun hafızasının
kuvvetine, beyan gücüne ve kalbinin sebatına delâlet eder. Bunlar, aynısı ile
oğlunda da görülen özelliklerdir. Bu O'nun en hususî özelliklerinden olup, bu
özelliği İle delil ortaya koymakta, hasmı, delili lehine kendisini
desteklemekte ve münazaracı arkadaşları getirdiği delile şaşkınlık
göstermektedirler.
İbn-i Teymiyye doğup
büyümüş babasını ilim ve şerefden böyle bir derece üzerinde bulmuştu. Bu durum
O'nu ilme yönelten bir sebeb İdi. Aslında bütün aile ilim tevarüs etmiş,
ilimle İştigal etmiş ve ilme meyilli olmuşlardı. Dedesi Mecduddin büyük bir
alimdi. Hanbelî fıkhında tahriç erbabı alimlerden sayılırdı, Hanbeli usulüne
dair kıymetli kitapları vardı. İlim uğrunda birçok ülkelere yolculukta bulunmuş,
ders vermiş, fetva vermiş, ilim talipleri kendisinden istifade de bulunmuştu.[4]
Kendisinin ahkâma dair
Kitâb el-Müntekâ adlı bir eseri de vardır. Kendisi, ilimi amcası Fahruddin'den
almıştır. O da alim, hatip ve vaiz biriydi. Büyük ciltler halinde bir Kur'ân
Tefsiri yazmıştı. Bağdad'ın Hatibi ve vaizi olan İbn-i Cevzi'ye talebelik etmiş
ve orada vaizlik için üstadının yerine geçmiştir. [5]
19-
Takiyyuddin ibn-i Teymiyye'nîn ailesi, bir ilim aiîesidir. Beyan gücü ve hafıza
kuvveti ile temayüz etmiştir. Bu aile kendisini İlme vakfetmiştir. Böyle bir
ilmî çevrenin tabii bir neticesi de bu ailede yetişen bir
gencin ilme yönelmiş
olmasıdır. Çocuk Ibn-i Teymiyye'de böylece küçükken ilme yönelmiş daha ilk
yaşlarından itibaren Kur'ân-ı Kerim'i ezberledikten sonra hadis ve lügat
ezberlemeye fıkhı hükümleri öğrenmeye koyulmuştur. Zamanın imkân verdiği
ölçüde bunları da hıfzetmiştir. Küçüklüğünden beri kendisinde üç meziyet
temayüz etmiştir ki bunların semeresi büyüklüğünde tamamlanmış ve ortaya
çıkmıştır.
Birincisi; gayreti,
çalışması, ilim ve dirasetle meşgul olmaya yönelmesi, çocuklar gibi oynayıp
onlar gibi boş şeylerle oyalanmaması.
İkincisi; etrafında
cereyan eden herşeyi İdrak edip bellemek suretiyle gönlünün ve kalbinin açılması.
Böylece bu çocuğun sadece hıfz eden ezberleyen biri olarak kalmayıp halktan ve
hayattan kopmamış olması,
Üçüncüsü; ise keskin
hafızası, uyanık aklı, doğru bir düşünce tarzı, ve sür'at-i intikalidir.
20- O'nun
hafızasının gücü arkadaşlarının dilinden düşmezdi. Hatta şöhreti çocuk
halkalarından öte büyüklerin halkalarına ulaşmıştı. Dimeşk ve etrafında
yaşıyanlar O'nun zekâ ve maharetini konuşur, şöhretini herkes duyardı.
«Ukud ed-Durriyye fi
Manakîb-i Ibn-f Teymiyye» adlı kitapta hafızası hakkında şöyle denmiştir:
«Büyük alimlerden
bazılarının sırf îbn-i Teymiyye'yî görmek için Dimesk'e geldiklerine rastlanır.
Bunlardan biri şöyle anlatır.: Ahmed b. Teymiyye denilen bir çocuktan
bahsedildiğini işittim. Çok süratli bir hafıza gücü varmış. Belki O'nu görürüm
diye buraya geldim. (Konuştuğum) bir terzi bana, burası O'nun mektep yolu.
Şimdiye kadar daha gelmedi. Gelene kadar buyur yanımızda otur... dedi. Biraz
oturdum. Bu arada çocuklar geçiyordu. Terzi Helep'H Şeyh'e: Yanında büyük
levha olan çocuk var ya, işte o Ahmed b. Teymiyye'dir dedi. Şeyh çocuğu
çağırdı. Çocuk yanına geldi. Şeyh levhayı elinden aldı ve şöyle bir baktı.
Sonra; «— Çocuğum bunu sil de sana yazman için bir şeyler söyleyeyim» dedi.
Çocuk dediğini yaptı. Şeyh yazması için hadis metinlerinden onbir veya onüç
hadis söyledi. Sonra bunları oku dedi. Yazdıktan sonra şöyle üzerinde bir
düşünmekten fazla mühlet vermedi ve levhayı kendisi aldı. Çocuk dinle dedi. Ve
şeyhin az önce kendisine imlâ ettiği hadis metinlerini duyabileceğin en güzel
biçimde okudu. Şeyh «— Çocuğum şimdi bunu sil» dedi. Çocuk sildi ve O'na
geçtiği çeşitli senetleri yazdırdı. Sonra «— Bunları oku» dedi. îîk kez
yaptığı gibi yaptı ve okudu. Şeyh bunun üzerine şöyle diyerek kalktı: «Eğer bu
çocuk yaşarsa, mutlaka O'nun büyük bir yeri olur. Çünkü bunun böyle bir benzeri
görülmemiştir.»
21- Bu,
O'nunla karşılaşan bîr şahıstan nakledilen bir vakıadır ve ravisi de
öğrencilerinden biridir. Anlatılan bu vakıa mübalağadan ari ve aşırılıktan uzak
gözükmektedir. Çünkü İmam Malik'ten gelen pek çok haber teyîd etmiştir ki, O
îbn-i Şihab'dan otuz küsur hadis dinlerdi de aynı mecliste onları okurdu. Bu
dinledikleri arasında Sakife hadisi de vardı. (Uzun bir hadisti). Eğer ortada
bir fark varsa bu fark iki asır arasında olmalıdır. İmam Malik'in yaşadığı asır
ezberleme devri îdi. O dönemde itimad hafızaya olup kitaplara değildi. Böyle
bir telakki tabi ki hafızayı kuvvetlendirecek ve besleyecekdi. Çünkü tecrübe
neticesinde herkesçe benimsenen hususlardandır ki, fazla kullanılan organ kuvvetlenmekte
ve güçlenmektedir. İbn-i Teymiyye'nin yaşadığı döneme gelince bu devir tedvin
devridir, her şeyin yazı ile tesbit edildiği, yazıya itimad edildiği bir
dönemdir. Hafızalarda saklanan bilgiye değil de satırlarda hıfzedilen
bilgilere itimad esas olduğu için bu anlayış tabii netice olarak hafızayı
kuvvetlendirmeyecektir.
Durum ne olursa olsun,
İbn-i Teymiyye'ye Allah Taala'nın küçüklüğünden beri belleyici bir hafıza
vermiş olduğu sabittir. Psikolog ve eğitimcilerin de ifade ettikleri gibi
hafıza, zekânın güçlülüğünü veya zayıflığını gösteren en önde gelen ölçüdür.
Öyle görünüyor ki hafıza gücünü İbn-i Teymiyye, ailesinden almıştır. Daha önce
de gördük kî, İbn-i Teymîyye'nin babası Dimeşk'te en büyük camide derslerini
herhangi bir kitaba dayandırmadan anlatarak açıklıyordu. Akranı ve arkadaşları
arasında bu özellik sadece ona hastı. Çocuk babasının sırrıdır. Dolayısı ile
İbn-i Teymiyye'nin, babasının sahip olduğu özelliklere sahip olmasında,
kendisi ile fakihler, kelâm alimleri, sofiyye, Şia ve daha başkalarından oluşan
muhalifleri arasında iyice kızışan mücadeleler nedeniyle hafızasının daha
kuvvetli ve parlak olmasında şaşılacak bir durum yoktur.
22- Bu çocuk
küçüklüğünden beri ve daha henüz yaş iken pınarlarından içerek, bizzat
kaynaklarından alarak ilme yönelmiştir. Hayatının ilk başlarında başka bir
mesleğe yönelip de sonradan ilme döndüğü bilinmemektedir. Bunu böyle düşünmek
bile makul değildir. Çünkü O'nun ailesi ilme, hatipliğe, va'za, furuda, ve
usulda eser vermeye kendim hasretmiş bir ailedir. Bu araştırmada dedelerinden
bazıları ile babası hakkında ki haberlerden onların özel bir yeri olduğunu
öğrenmiş oldun. Dİmeşk'teki bazı
medreselerde hadis derslerini verdiğini belirtmiştik. Bu durumda akla uygun
olan İbn-i Teymiyye'nin küçüklüğünden beri İlme /önelmiş olmasıdır. Çünkü başka türlüsü tasavvur olunamaz. Üstelik babası Ebu Hanife'nin babası gibi tacir değildi. Ebu
Hanife bu yüzdendir ki, ömrünün ilk yıllarında bu işten vazgeçip kendisini ilim
tahsiline verinceye kadar çarşıya, pazara çıkıyordu. O'nun kendisini ilme
vermesini de, kendisinin î!m kafasına sahip zarif bir genç olduğunu gören
Sa'bî tenbih etmişti. Kendini ilim tahsiline verse de «Ebu Hanife» adlı
kitabımızda belirttiğimiz gibi ticaretten ve tüccarla olan alakasından tamamen
el £tek çekmemişti.
23-
Takiyyuddin'in babası (bu günkü tabiri ile) hadis kürsüsü başkanı olduğuna
göre, oğlunun İlk üzerine eğileceği derslerin Kur'ân-ı Kerim'i ezberledikten
sonra hadis ezberlemesi, hadis rivayeti alması, hadisleri bizzat ravilerinden
elde etmesi büyük hadis şeyhlerinden hadis kitaplarını sema yolu İle alması;
İmam Ahmed'in Müsned'i, Sünen-i Ebû Davud es-Sicis-tanî, Camîut-Tîrmizi,
Sünen-î İbn-i Mace ve Sünen-î ed-Darekutni gibi büyük hadis divanlarını
dinlemiş olması gerekir. İbn-i Teymiyye bunlardan herbi-rini birçok defa
dinlemiştir. Hadis alanında ezberlediği ilk kitap bazı muasırlarının dediği
gibi İmam el-Humeydî'nin «el-CerrT beyne's-Sahîhayn adlı eseridir.[6]
Çağdaşları hocaları
hakkında şöyle demiştir:
«îbn-î Teymiyye'nin
dinlediği şeyhleri ikiyüzden daha çoktur. İmam Ahmed'in Müsned'ini defalarca
dinlemiştir»[7] .
Şüphesiz ki bütün
bunların İbn-İ Teymiyye'nîn küçüklüğünde kolaylık ile ve sıkıntısız bir şekilde
hazırlanmış olması, babasının makamından dolayı oluyordu. Babası hadis
riyasetinde ondört sene kadar kalmış böylece, kendisini bu riyasete lâyık kılan
şahsi liyakatindan ve bu makama ulaşmasına kendisine İmkân veren ilmî
derecesinden daha fazla, makamı sayesinde hadis şeyhleri üzerinde bir nüfuz
kazanmıştı. Hatırlanacağı gibi kendî Moğol baskınlarından kaçarak Dimeşk'e
gelmiş, ülkesinden çıkarılmış biri idi.
24- İbn-İ
Teymiyye'nin babası hadisin yanında başka ilimler de okutuyordu. Matematik
(riyazet) okutmuş, Arapça ve dil ilimleri İle özel bir şekilde ilgilenmiştir.
Sanki bu ilimlerde ihtisas yapıyormuşcasma üzerinde durmuş, önceki devrelere
ait Arap" haberlerini İslâm devletinin parlak günlerine ait pek çok nesir
ve manzum edebiyatı ezberlemiş, nahiv'de açık bir üstünlükle temayüz etmiştir.
O kadar ki Sibeyeyh'in Kitab'ı üzerinde mütâlâalarda bulunur. Araştırıcı ve
tenkidçi bir tarzda okurdu. Başka kitaplar-daki mütalalarına dayanarak bazı
konulara muhalefet ederdi. Tenkitlerinde karşı çıktığı görüşler delilsiz
olmazdı. Savunduğu görüşlerde, delilden hüccetten hali olmazdı.
Bunların yanında
Hanbelî fıkhını okutur bu büyük mezhebin seyrini araştırırdı. Bu konuda babası
ne güzel yönlendirici idi; Hadis alimlerinden ve hadiste temayüz edenlerden
olduğu gibi Hanbelî fıkhında da İleri gelenlerden bulunuyordu.
İlimle dolu bu denizin
ortasında Kur'ân Tefsirini öğrenmeye özlem duyuyor, tefsir konusunda yazılan
ansiklopedik mahiyetteki eserlere müracaat ediyor, araştırıcı bir kafa; ancak
sahih haberle, sağlam lügatla hakîm akılla, uyanık kalple ve yerli yerince
düşünce tarzı ile kendisini mu-kayyed bilen hür bir fikirle onları okuyordu.
25- İbn-İ
Teymiyye bu dersler içinde yürüyor, alim babasının gölgesi altında ergenlik
çağına ulaşıyordu. Kendisine eğer büyük ölçüde fayda veren bir bağlılık varsa o
da babasına olan bağlılığı idi. Eskiden kendisini ilme yönlendiren kimseden ve
nasıl yöneldiğinden sorulduğunda Ebu Hani-fe şöyle demişti: «Ben ilim ve fıkıh
merkezinde idim. İlim ehli ile oturup kalktım ve fukahadan birine yapıştım.»
Ebu Hanife'nin
bahsettiği bu bağlılık Takiyyuddin için de gerçekleşmişti. O babasına yapılmış
ulemadan ders görmüş ve her ilim pınarından almıştır. Dımeşk bir ilim merkezi
İdi. Çünkü bu şehir doğuda ve batıda ulemanın sığındığı iki şehirden ikincisi
idi. Birincisi Kahire'dir. Endülüs'teki ulema işkence ve zulme uğradıktan,
Endülüs müslümanları parçalanıp bölündükten, düşmanları bu bölük pörçük
müslüman guruplarını parça parça yutmaya başladıktan sonra buralardaki alimler
bölük bölük canlarını Kahi-re'ye attılar. Oradaki müslümanların, ulemayı gayet
güzel ağırlayan, onları barındıran, onlara maaş bağlayan, onlar için vakıflar
kuran idarecilerinin gölgesinde kendilerine himaye bulmak için Kahire'ye
sığındılar.
Moğollar doğudan
baskınlar düzenleyip İslâm ülkelerini istilâ edip buraları fesada verince,
hilafet merkezi ellerine düşecek kadar İslâm ülkelerini zabtedince,
buralardaki alimler ilimleri ile Dimeşk'e sığındılar. Bunlardan bazıları
burasını kendine yurt edindi. Zaten Dımeşk'in kendine has ilmi bir şerefi
vardı. Bazıları da Moğolların ve başkalarının hücumlarından iyice uzaklaşmış
olmak için Mısır'a geçtiler.
26- Şu halde
Dımeşk İbn-i Teymiyye'nin döneminde alimlerin yuvası idi. Bu yüzden İbn-i
Teymiyye ailesi bu şerefli yuvaya sığınan ve orada yer edinen
ailelerdendendiler. İdareciler bu aileye ilmin hakkını veriyor, onları zirveye
ve en üste çıkarıyordu.
Dımeşk'te hadis
medreseleri vardı ve buralarda en-Nevevî İbn-i Dakik el-İyd, el Mızzî,
ez-Zemelkânî, ve bazı alimler Hz. Peygamber'in (S.A.V.) hadislerini rivayet
ediyorlar, senetlerin ricalini, hadis metinlerini derinlemesine araştırarak
tedriste bulunuyorlar, birbirleri ile karşılaştırıyorlardı. Hadisler bir araya
toplanmış ve tedvin edilmişti. Hadis incelemeleri delilli oluyor, istikraya
tabi tutuluyor ve derin bir araştırma ile yürütülüyordu. Kütüphaneler bu
asırda yapılan araştırmaların ortaya koyduğu büyük kitaplarla dolup taşmıştı.
Hatta öyleydi ki, hadis bablarından herhangi bir babı okuyan kişi, o babda
varid olan hadislerin tamamını, garibiyle, haseniyle, sahibi ile zayıfı ile hem
de her birinin sıhhat mertebesine, destekleyici varyantlarına, tearuz halinde
olanlarına tenbihle birlikte birarada toplanmış bulabiliyordu. Böylece çalışma
yapacak kişiye o konuda doğruyu arama işi en hafif bir külfet ve en az bir çaba
ile gerçekleşmiş oluyordu. Tabi bu, araştırıcının, sağlam, doğru bîr akla,
usul, tahriç ve istinbat kuralları ile kayıtlı selim bir mantığa malik olması
ile beraber olacaktı.
Hadis medreselerinin
yanıbaşında fıkıh medreseleri de vardı. Bîr tarafta Hanbelî fıkhı medreseleri
varken, diğer tarafta da, Şafii fıkhı medreseleri bulunuyordu. Eyyübİler,
Şafii medreselerine özel bir itina göstermişlerdi. Salâhaddin Eyyubi (R.A.)
Şafii mezhebinin mutaassıp bir münte-sibi idi. Bu yüzden de Şafii fıkhını
Dimeşk'te ve Kahire'de yüceltmişti.
27- Fıkıh ve
hadîs dîraseti yanında akaid de tedris ediliyordu. Eyyu-biler Akaid konusunda
Ebu'l-Hasen el-Eş'arî'nin mezhebini yaymak İçin büyük bir çaba gösteriyorlar
ve bu mezhebin tabi olunulması vacip olan sünnet yolu olduğuna, metod olarak
benimsenilmesi gereken yegâne meslek olduğuna inanıyorlardı. Bu mezhebin
doğuda olduğu gibi batıda da yayılma üstünlüğü vardı.
Hatta öyle ki, Eş'ari
mezhebine muhalif HanbelÜerin inanmakta oldukları akideden başka hiçbir akide
kalmamıştır, [8] Hanbeliler akaîd tedrisatında,
fıkıh tedrisatındakî metodlarına dayanıyordu. Nasıl ki fer7 hükümleri
naslardan çıkarıyorlarsa, itikadı konuları da naslardan istihracda buluyorlardı.
Çünkü din bu ikisinin toplamından ibaretti. Bunlardan bîrini elde etmek, öğrenmek
için, girilen yola kuşkusuz ikincisini istihraç için de girilecektir.
Eş'ariler ise akaîd
konularında istidlal ve mantıkî burhan yolunu benimsiyorlardı. Çünkü imamları
Ebu'l-Hasen el-Es'arî hayatının ilk döneminde mütezilî olarak yetişmiş onların
istidlal yollarım iyice öğrenmiş sonra ulaştıkları neticelerde onlara muhalefet
etmiş; onlarla hüccet ve burhanla, iyice bildikleri yolla, mücadelede
bulunmuştur. Bu yüzden Eş'ari'nîn me-todları ile Mutezile'nin metodları her ne
kadar neticeler farklı da olsa bir-ieşiyorlardı. Eş'ari onlarla en iyi
kullandıkları silâhla mücadele ediyordu. Kendisi bu silâhları kullanmada
mahirdi. Akideleri isbat ve anlama konusunda Hanbelilerle Eşariler arasında bu
metod farklıiığındandir ki Eş'ari medreseleri bir tarafta, Hanbeli medreseleri
de diğer tarafta temayüz etaralarında kelâmî münakaşalar (mücadeleler) olmuş
Eş'ariler Hanbe-r'i tecsimle (Allah'a cisim isnadı) ithamda bulunmuşlardır.
28- Fıkhî ve
itikadî medreseler arasında Hanbelilere ait Cevzİyye medresesi, Sükkeriyye
Medresesi, gibi özel medreseler vardı.
Nitekim yine Ebu Ömer
b. Kudame'nin inşa ettiği Ömeriyye medreseleri de bulunuyordu. Kur'ân ve
fıkıhla iştigal eden fakihler için bina edilmişti.[9]
İşte bu Hanbeli
medreslerinde İbn-i Teymiyye öğrenim görmüş, babasının gölgesinde, ve
gözetiminde O'nun yönlendirmesi altında tahsilini sür-dürmüştür. Tabi mutlaka
Eş'ariler'i de görmüştür. Onlar Hanbeli'lere hücumda bulunuyor, onları tecsim
ve teşbihle suçluyorlardı. İbn-i Teymîyye onların cedel metodlarını, akaid
alanında kullandıkları felsefî akdî metod-la aklî metodu birleştiren ders
usullerini elde etmiş, her iki metodu da inceleyerek iyice vakıf olmuştu. Yine
o bu meyanda mantığı, bu ilme ait önerme ve kıyas çeşitlerini de öğrenmişti.
Çalışma ve araştırmaya
mani olacak herhangi bir engel yoktur. İnsan aklı araştırıcıdır. Öğrenmek ve
bilgiye ulaşmak ister. Gayret sahibi genç Takıyyuddin mutlaka kendini
Eş'arîler'le mücadeleye hazırlamış olmalıdır. Onlarla tartışmaya başlamadan
önce de tabî, zaruri olarak hak mı, yoksa batıl mı olduğuna hükmedebilmek için
onların bilgilerini öğrenmiş olmalıdır. Çünkü bir şey hakkında hükmetmek O'nun
tasavvurunun bir neticesi ve fer'idir. Böylece Eş-arilerin yöntemleri hakkında
kendisinde bilgi oluşmuş, ister lehlerine isterse aleyhlerine olsun onların
araştırma ve cedel metodlarını öğrenmiş olmalıdır ki; eğer muhaliflerse kendi
silâhları ile onlarla mücadelede bulunması mümkün olsun. Zira her zaman,
hasma, hasmının silahı ile mukabele edilir. Yine hakkından gelmek ve batıl görüşlerini
bertaraf edebilmek için, Eş'arilerin mücadele ettikleri Mutezile'nin görüşlerine
de muttali olmuş olması gerekmektedir. Sonra da Gazzali'nin —kendisi
Eş'ari'nin görüşlerini benimseyenlerdendir— tutarsızlıklarını ortaya koymak
için mücadeleye giriştiği filozofların görüşlerini öğrenmiştir.
O bütün bu süreç
içerisinde aklını beslemiş, idrak gücünü genişletmiş, düşüncesini parlatmış ve
kendisini her fırkanın ileri gelenleri ile mücadeleye hazırlamıştır.
29- Biz bu
faraziyeleri, realitenin desteklemediği hayali ihtimaller olarak ileri
sürmüyoruz. Aksine O'nun risalelerine ve kitaplarına baktığınızda naklin ve
âsârın görüldüğü gibi felsefî yapıya sahip düşünen derin. bir idrak, ve nüfuza
sahip mütefekkir bir aklın parladığım göreceksiniz. İsterseniz onun hakkında
İslâmî akilciliğin, derîn düşüncenin en doğru örneğini veren bir ilim adamıdır
diyebilirsiniz. Çünkü filozof sadece diğer filozofların kuruntuları, düşünce
ve hayalleri içinde dolaşıp duran kimse değildir. Bilâkis hakikatları ortaya koyan,
onları düşünen derin İdrak gücüne sahip bir akılla müdafaa eden faraziye ve
takdirinde derin bir isabet gücüne sahip olan kişi de aynı şekilde filozoftur.
İsterse O belirlenmiş dinî hakikatlerden bahsetsin, tesbit edilmiş sabit
Kur'ân ve Resulullah'in hadislerinden alınan hükümlerle konuşsun, bu O'nun
filozof olmasına mani değildir. Hatta biz Tehafü't-ü'l-felasife (Filozofların
Tutarsızlığı) adlı eserini yazarken Gazalinin, Tehafütü't-Tehafüt adlı eserin
sahibi !bn-i Rüşd'den az olmayan derin düşünce ve nüfuz gücüne sahip bir
filozof olduğunu kabul ediyoruz.
Felsefe sadece
benimsenen görüşlerden ibaret değildir, aksine felsefe idrak derinliği, ince ve
güzel düşünce, hakikati elde etmek için ihlâs demektir. Bütün bunlar İbn-i
Teymiyye'nin yazdıklarında vardır. O, kendisi böyle bir tavsife razı olmasa da
müstakim düşüncesiyle dini filozoftur.
30- Biz
O'nun çalışmalarına vakıf olmak için fıkhı yazılarına şöyle bir baktığımızda,
mütekaddimin ve müteehhirinin görüşlerini, kiyasçilann kıyaslarını, esercilerin
eserlerini, tahriç erbabının, derinliklerini bilen her meselenin fıkhım arzeden
herşeyden haberdar, araştırmacı bir fakihin karşımıza çıktığını, eserlerinde
araştırılarak incelenerek ele alınan, neticelerin ön hazırlıklarına, furuun
usulüne, müsebbeblerin sebeblerine irca edildiği, şeriatın özünü hükümlerinde
gözettiği maksat ve gayelerinin anlaşılması amacıyla açıklayan mukayeseli bir
fıkıh göreceğiz.
İbn-i Teymiyye'nin
fıkhının ayrı bir özelliği daha vardı: Sahabe görüşlerini bilmeye, istikra ve
araştırma ile onların fıkıhlarında mevcut yönelmeleri öğrenmeye son derece
hırs gösteriyordu. Özellikle de İlim, tecrübe, diraset ve araştırma zihniyeti
ile temayüz eden Ömer b. Hattab, Ali b. Ebi Talip, Abdullah b. Abbas gibi
sahabilerin fıkhını öğrenmeye bütün gücünü sarfediyordu. Ayrıca Said b.
Müseyyeb, İbrahim en-Nehal, el-Kasim b. Muhammed ve benzerleri gibi seçkin
tabiilerin fetvalarını öğrenmeye de son derece hırslı idi. İşte bu çalışmaların
ışığı altında ve bu hırsla, derin ve nüfuz gücüne sahip akli ile seçmiş olduğu
ba^i neticelere ulaşmıştır ki, bunlar dört mezhepde olmayan veya onlardan
alınmayan görüşleridir. Bir defada tek bir, sözle verilen üç talakın veya peşi
peşine verilen üç talakın bir talak sayılması, talaka yeminin talak sayılmaması
ve inşallah ilerde fıkhından bahsederken açıklayacağımız meselelerden daha
başkaları gibi görüşler bu meyanda olan görüşlerdendir.
31- Kısaca
arzetmek gerekirse genç İbn-i Teymiyye kendisini üstün bir şekilde yetiştirmiş,
asrında geçerli olan ilimleri öğrenmek sapasağlam Öğrenmediği hiçbir kısım
bırakmamıştır. Muas:Harından biri O'nun hakkında şöyle demiştir:
«Allah (C.C.) Davud
(A.S.)'a demiri yumuşattığı gibi, O'na da ilimleri yumuşatmıştır. O'na
herhangi bir fenden sorulduğunda, O'nu gören ve dinleyen O'nun ihtisas alanının
o olduğunu ve o daldan başkasını bilmediğini zanneder ve hiç kimsenin o dalı
onun gibi bilemeyeceğine hükmederdi. Diğer mezheplerden olan fukaha, O'nunla
birlikte oturduklarında kendi mezhepleri hakkında daha Önce bilemedikleri konularda
O'ndan istifade ederlerdi. O'nun biri ile münazara ediple yenildiği
bilinmemektedir. Herhangi bir ilimde -ister şer'i ilimlerde olsun ister
diğerlerinde- konuşup da o ilmin erbabına, mensuplarına üstün gelmemesi vaki
değildi. Güzel tasnif konusunda da üstün bir maharete sahipti.»
İşte bu, küçüklüğünde
ve gençliğinde uğraştığı geniş kapsamlı çalışmaların meyvesidir. Bu
çalışmaların neticesinde nihayet layık olduğu şana ulaşmış, devrini ve
nesilleri harekete geçirmiş, İslâm'ı tecdid etmiş, nasıl taptaze başladı ise
öylece yenilemiş ve özerine birikmiş asırların tozlarını izale etmiştir.
İslâm'ın hakikatini idrake ve gayesini anlamaya muvaffak olmuştur. [10]
32- Ahmed
güçlü bir delikanlı oldu, kalbi marifetle doldu, kusursuz bir adam oldu.
Halbuki yaşıtları henüz ilk çocukluk yıllarını yaşıyor, hayatın gafleti içinde
ömürlerini geçiriyorlardı. Kendisi daha önce geçenlerin bilgileri ile
beslendikten ve kalbinde meyveler vermeye başladıktan sonra bilgi ve irfanı ile
başkalarını gıdalandırmaya başladı. Allah Teala'nın nefsine, kalbine ve aklına
bahşettiği kabiliyet ve idrak güçlerine ek olarak kendisine yüklediği kutsal
görevi yerine getirmek için kendine güvenerek Allah'ın yardımına sığınarak
ileri atıldı. Allah (C.C.) bu iş için lütfettiği tefekkür gücü ve derin
kavrama yeteneği ile O'nu buna hazırlamıştı. Zaman O'nun gibisine muhtaçtı.
Böylesine karanlık bir dönem ortasında, İslâm'ı doğru anladığı İçin yolu
aydınlatacak ve Hz. Peygamberin (S.A.V.) getirdiği şekli İle insanlara sunacak
birisine şiddetle ihtiyacı vardı. İbıı-i Teymiyye için mekân hazırlanmış,
oturması gereken kürsü boşalmıştı.
Şöyle ki, Dımeşk'te
Camii Kebir'de kürsüsü bulunan ve bazı medreselerdeki hadis kürsülerinin
başkanlığına sahip olan babası 682 H. yılında vefat etmişti. Ahmed o sırada
yirmi bir yaşında bulunuyordu. İbn-i Kesir, e!-Bidaye ve'n-Nihaye adlı eserinde
O'nun tedris işini babasının vefatından bir sene sonra üstlendiğini ve
babasının ilim meclisine oturup O'nun yerine geçtiğini söylemektedir. Buna göre
İbn-i Teymiyye tedris işini yirmi iki yaşında iken yüklenmiş, İbn-i Dakik
el-İyd ve benzerleri gibi Dimeşk medreselerinde ve Camii Kebir'de tedrisatta
bulunan o dönemin seçkin hadis imamlarına denk olarak tedris kürsüsüne
oturmuştur.
33- Muasırlarından biri olan ez-Zehebî O'nun beden
ve ruh yapısını şöyle anlatmıştır:
«Beyaz tenli, siyah
saçlı ve sakallı idi. Saçları kulak yumuşaklarına ulaşırdı. Gözleri konuşan iki
dil gibi idi. Orta boylu idi. îki omuz arası genişdi, yüksek sesli idi. Konuşması
fasih okuması seri idi. Kendisi de hiddetli idi. Fakat bu hiddetleri hilmi İle
örter, etkisiz hale getirirdi. O'nun kadar Allah'a yalvaran O'ndan yardım
isteyen O'na yönelen bir kimseyi görmedim».
İşte sahip olduğu aklî
meziyetlerinin ötesinde, bu beden ve ruh yapı-sına ait vasıflar O'na hususi bir
heybet kazandırıyor, kendisi ile konuşanlara karşı tesir ve nüfuz gücüne sahip
kılıyordu. Kulağını dinlemek için O'na veren kimse çok geçmeden kalbini ve
duygularını da O'na teslim ediyordu. İbn-i Teymiyye bu şahsî vasıflarla, bu
yeteneklerle bu medreseler ve yaygın ilim ortamında öne geçti ve Cami-i
Kebir'de fasih bir dil ile ders vermeye
başladı. Gözler O'na yöneldi, dinleyenler O'na gönülden kulak verdiler.
O'nu dinleyenlerden bir çoğu bağlanarak, şiddetli arzu duyarak ve beğenerek
O'na talebe oldular. Bunların içinde sadık havariler derecesinde samimi olanlar
vardı. O'nun dersleri aynı görüşü paylaşanları, muhalifleri, bid'atçiları, ehli
sünetten ve Şia'dan herkesi biraraya topluyor, her fırka O'nun derslerini
dinlemeye geliyordu. Talebeleri çoğaldı. Dinleyenleri arttı. İlmî meclislerde
adından çokça söz edilmeye başlandı.
Bu halde o, araştırma
ve öğrenmeden muazzam idrak gücüne sahip bir akıl, kuvvetli bir hafıza ve hür
seiim bir düşünce île ilim ve irfanını artırmadan da geri durmadı.
34- O'nun
derslerinin, her ne kadar çeşitli konuları içerse de bir ortak yönü, tek bir
amacı vardı: İslâm'ın yabancı fikirlerle bulanmadan saf olarak alındığı,
mensuplarının, İslâm'hk örtüsü altında gizlenerek hem eski kültürlerini ihya
etmek, hem de müslümanların kendi dinlerini, anlayışlarını ifsad etmek gibi
bir taşla iki kuş vurma kabilinden diriltmeye çalıştıkları yok olmuş mezhep ve
İnançların ele alınmadığı, ilk asırda yaşayan Ashab-ı Kiram'ın üzerinde bulunduğu
(selef-i salihin yolunu) ihya etmekti. Gerek akaid gerekse usul ve furuda
sahabe devrindeki anlaşılan ve yaşanılan İslâm'a ulaştıran yolu metod olarak
benimsiyordu. Vardığı hükmün, sahabenin üzerinde olduğu görüş olduğuna
inandığında O'nu deli! ve
burhanla müdafaa eder, aklının ve araştırmalarının ortaya koyduğu aklî ve naklî
delillerle ortaya kor, yaşanan hayattan ve insanlar arasında cari olan
teamüllerden habersiz kalmazdı.
Bu konuda İbn-i
Teymiyye bütün ilmî kozlarını ortaya kordu. Büyük alimlerden O'nu görenler
hemen O'nu beğenirlerdi. Büyük Muhaddis İbn-i Dakik'l-İyd —ki hadiste ve hadis
ilimlerinde devrinin hücceti oluyordu— O'nu görmüştü ve şöyle demişti:
«Bütün İlimleri iki
gözümün önüne toplamış bir adam gördüm. Onlardan istediğini alıyor,
kullanıyor, istediğini de bırakıyor.»
İbn-i Dakiki'l-İyd İlk
kez O'nu gördüğünde ve sözünü işittiğinde kendisine şöyle demişti:
«Zannediyorum ki Allah
Taala artık senin gibisini yaratmıyor» [11].
Bu bilgi ve irfan, bu
hasletler, ve bu apaçık üstünlük ortaya çıktığında İbn-i Teymiyye henüz otuz
yaşlarında bulunuyordu ve aleyhinde söz söylemek için kendisini dinleyen
alimlerin ve talebelerin kendisine yöneldikleri birisi olmuştu. Samimi
öğrenciler O'ndan istifade etmek için O'na koşuyorlardı. O da bütün bunları
düşüncesi ile kalbi ile, ihlâs ve mükemmel beyan gücü ile doğruya
yönlendiriyordu.
35- İbn-i
Teymiyye İslâm'ı iik devrine döndürmeye çalışması ile çoklarının beğenisini
kazandığı gibi birçoklarının da muhalefetini kazanmıştır, O'nun fikirlerine
katılanlar vardı. Bunların çoğu talebelerinden ve O'na gönül verenlerden yani
kendisini takip eden nesildendi. İbn-i Teymiyye bunların nefislerinde, ilk
başlattığı gibi, İslâm'ı yeni ve taze halinde döndürme çalışmaları ile bu
tecdidi kabul edebilecek kabiliyet ve verimliliği buluyor, onlarda gelecek
nesilleri aydınlatacak nuru görüyordu. Aynı şekilde fikirleri uykularından
uyandırmak, azimleri durgunluklarından kurtarmak isteyen her reformcu gibi
gençlere yöneliyor ve onlara fikir ve görüşlerini yayıyordu. Çünkü yarın
onların günü idi. O gençlere sözünü söylerken hem zamanını hem de geleceği
aydınlatıyordu.
Talebeleri O'na
muvafakak ediyorlarsa, bir çokları da muhalefet ediyordu. Bazılarının O'nun
sözlerinden göğsü daralıyor, hazmedemiyorlardı. Bazıları ise muhalefet etmekle
birlikte; «Müçtehiddir, hata da eder isabet de eder.» diyor. O'nun bazı
görüşlerine, tekfir etmeden günahkâr demeden karşı çıkıyordu.
Buna göre şöyle
diyebiliriz: İbn-i Teymiyye'nin sözlerini değerlendirmede insanlar üç kışıma
ayrılmıştır:
1. Tarafları
ve destekleyicileri olan grup.
2. O'nunla
mücadele eden ve O'na karşı koyan grup (Bunlardan bazıları O'nu tekfirde
bulunuyordu.)
3. Üçüncü
grup ise bazı görüşlerinde kendisine muvafakat ediyor, bazılarında da
muhalefet ediyordu. Birinci grup O'nun hakkında övücü sözler söylemiş, Ö'nu
ictihad mertebesinin en üstüne çıkarmışlardır. İkinci grup ise O'nu
kötülemekte, tenkit etmekte
aşırı gitmişlerdir. Üçüncüler ise bu iki aşırı grubun arasında
bulunuyorlardı. Bu yüzden her iki grup da onlardan hoşlanmıyorlardı.
Üçüncü gruptan olan
Zehebî bu konuda şöyle demektedir:
«O'nun ile beraber
olan ve tanıyanlar benim O'nun hakkını teslim etmediğimi söylerler. O'na
muhalif ve karşı olan kişilerle benim O'nu övmede aşın gittiğimi söylerler. Ben
O'nun hem dostlarından, hem de muhaliflerinden eziyet gördüm. Ben O'nun masum
olduğuna inanmıyorum. Hatta O'na aslî ve fer'î birçok meselede muhalifim.
Çünkü, ilminin genişliğine, aşırı şecaatine, zihninin akıcılığına, dinin
yasaklarına olan saygısına rağmen yine de diğerleri gibi bir insan idi.
Münakaşa esnasında kendi aleyhine
düşmanlık duygularını uyandıran bir
hid-
Prof. Ör. Muhammed fîbu 2ehra
det ve gazap kendisine
arız oîur, hasımlarına, şiddetle çatardı. Eğer öyle olmasaydı hakkında herkes
sözbirliği ederdi. Çünkü hasımlarının büyükleri O'nun ilmine boyun eğiyorlar
ve Onun uçsuz bucaksız bir deniz, misli bulunmayan bîr hazine olduğunu itiraf
ediyorlardı. Şu kadar ki, O'nu ahlaken ve davranışları açısından tan edip
ayıplıyorlardı. (Hz. Peygamber (S.A.V.) hariç) herkesin bazı sözleri kabul
görür, bazıları da terk edilir.»
36- İşte
bunlar, en büyük İslâm tarihçilerinden biri ve dikkatli bir araştırıcı olan
muasırının da yukarıda açıkladığı gibi İbn-i Teymİyye'nin görüşleri
karşısındaki insanların kutuplaştıkları gruplardır. Zehebî muhaliflerinin
muhalefetlerinin, O'nunla olan şiddetli mücadelelerinin ve O'na yönelttikleri
ithamların İbn-i Teymİyye'nin hiddetli huyu, sözünün sertliği ve hasımlarına
çatması yüzünden ortaya çıktığını ileri sürmektedir. Belki de öyleydi. Hatta
biz Onda bir hiddet ve şiddetin bulunduğuna kesinlikle hükmediyoruz. Bu Onun
sözlerinde belirmektedir. Ancak Ona karşı olanların muhalefetinin ve bu
muhalefetin Onunla açıktan savaşa dönüşmesinin tek sebebinin bu olduğunu zannetmiyoruz.
Aksine O'nun münakaşaları ancak kendisine karşı düşmanca cephe aldıkları zaman
hiddet şekline dönüşmüştür. O hakkında görüş ileri sürdüğü hükümleri, selefi
salihin devrindeki olduğu haline döndürüyordu. Görüşleri bid'at değildi. Aksine
kendi ve dakik bir araştırıcının nazarında bunlar birer sünnetti.
Asrında bulunan
sofilerin gözbağcılığı ve pek çok tevilleri, akaîd konularında ve bunları
anlama yollarında, ahkâmda ve tahriç usulünde hakim olan mutlak taklidin
yaygınlığı İçerisinde, her türlü taklitten kurtularak Allah'ın kitabı ve
resulünün sünneti ile amele, selefi salihinin yoluna davet eden birinin sözü
makbul, düşüncesi sağlam olamazdı. O'nunla mutlaka mücadele etmek, cephe almak
lâzımdı. Özellikle muhtelif fırkalardan kendi asrında yaşayanlar O'nun tuttuğu
yolda, kendilerini, tatmin edecek bir şey göremiyorlardi. Aksine İbn-i Teymiyye
onların içyüzlerini ortaya koyuyordu. Dolayısı ile muhalefet etmek mutlaka
gerekliydi. Getirdiği metod üzerinde görüş birliği etmiş olmaya imkân yoktu ve
rıza gösterilmesi mümkün değildi. Muhalefet, münazara ve mücadele olunca
düşmanlık ve açıktan harbetmek kaçınılmazdı. Özellikle de, inandığı davaya
medreselerde ev mescidlerde umum halka ve seçkin kimselere davetten geri
durmuyorsa elbette buna mani olmak gerekti.
Şüphesiz dost düşman
herkes O'nun ilmi kudretinde, lisan.ve cedel gücünde, öğrenme dehasında
görüşbirliği etmişlerdi. Ne var ki, birçokları bu kudrette kendilerine açılan
bir savaş görüyorlardı. Dolayısıyla cephe almak gerekiyordu. Çünkü bunlar O'na
cephe almakla bir varlığı ve vücudu bulunan dini bir grup olmaları vasfı ile
mevcudiyetini sürdürdükleri kendi varlık ve vücudlarını savunmuş oluyorlardı.
37- O
derslerinde öğrettikleri ve, cami-i kebirde her cuma günü büyük halk kitlesine
verdiği derslerle yetinmiyordu. Yazılı olarak kendisine başvurulan merci
olmuştu ve bunlara yazı ile cevap veriyordu. Bunlar tanlar arasında yayılıyor
ve meşhur oluyordu. Müstensihler bunları çoğaltıyordu. Bunlar yazılı malzemeye
geçerek her gün etrafa yayılıyordu. Sade ağızlardan duymakla yetinilmiyordu.
Hama halkı O'na bir
mektup yazarak Allah Teala'nın Kur'ân-ı Kerim'de kendini tavsif ettiği
sıfatlardan, istivadan, Evesia kürsiyyuhu's-semavati) âyetindeki kürsünün
Allah'a olan nisbetinden ve benzeri meselelerden sormuşlardı. Bunlara
«Hameviyye Rİsalesi»'ni yazarak cevap verdi. Bu risalede Eş'ari'lere
(müteşabihat hususundaki] metodları konusunda muhalefet etmektedir.
Muhalifleri O'nu nakzetmeye yeltendiler ne var ki, O'nun fasahatine karşı
koyacak güçleri yoktu. Hemen Eş'ari veya Maturidi olan, __kî bu ikisi bu konuda
birleşen iki mezheptir— Hanefî kadısına şikayet ettiler. Hadisenin
anlatılmasını, İbn-i Teymİyye'nin talebesi olan Hafız b. Ke-slr'e bırakalım.
İbn-i Kesir Tarihinde 698 hicri yılının olaylın içinde anlatıyor:
«Fukahadan bir grup
îbn-i Teymİyye'nin aleyhine kıyam ederek Hanefi kadısı Celâleddin'in huzuruna
çıkarılmasını istediler. Fakat îbn-i Teymiyye gelmedi, ülkede Hama halkının
sormuş olduğu Hameviyye diye adlandırılan akide risalesi hakkında yaygara
koparılmıştı. îbn-i Teymiyye kendisine karşı kıyam edenlere haber göndererek
bir araya gelmelerini İstedi. Birçoğu gizlendi. Çağırdıklarından bir grup akide
risalesine karşı çıktılar. Diğerleri sustu. Cuma günü olduğunda Ibn-i Teymiyye
adeti üzere Cami-Î Kebir'e gitti. «Şüphesiz ki sen yüce bir ahlâk üzeresin»
âyetini tefsir etti. Sonra Cumartesi günü Kadı îmamuddin ile bir araya geidi.
îleri gelenler de Kadının yanında topladılar. Hameviyye Risalesini incelediler.
Bazı yerlerini münakaşa ettiler. îbn-i Teymiyye pek çok sözden sonra onları
susturacak şekilde cevap verdi. Sonra da çıkıp gitti. îşler düzeldi. Ortakhk
yatıştı. Kadi lmamuddin'in inancı güzeldi ve kendisi iyi niyetli İdî.[12]
İbn-i Teymİyye'nin
kendisine yöneltilecek sorulara huzurunda cevap vermeyi kabul ettiği, Kadı
İammuddin, Şafiî Kadısı oluyordu. Belki de İbn-i Teymiyye O'nda hakkı kabu!
etmemeye dair bir kasıtı olmadığı, hüküm vermede tarafsız olduğu ye sözü
dinleyip en güzeline uyan birisi olarak gördüğü için tartışmanın yapılmasını
kabul etmiştir. Ama Hanefi Kadısı Ce-laleddin hakkında aynı iyi düşünceyi
bulamamıştı. [Bu yüzden de huzuruna çıkmamıştır).
38- Bu fitne
selâmetle sona erdi. Ufak tefek şeyler hariç Ibn-i Tey-miyye'ye bu fitneden
dolayı eza ve cefa dokunmadı. Biz burada şimdilik bu fitnedeki mevzulara girmek
İstemiyoruz. Çünkü gerek Hameviyye Risalesi olsun gerekse benzerleri Allah'ın
lütfü ile İbn-i Teymİyye'nin görüşleri ve fıkhı bahsine ulaştığımızda
araştırmamızın mevzuunu teşkil edecektir. Şimdi biz burada O'nun hayatını,
başına gelenleri, yolun önüne çıkardığı engelleri, hasımlarını karşılamada
tuttuğu yollan ve bu uğurda tahammül ettiği şeyleri ortaya koymaya
çalışıyoruz.
Bu olayda dikkati
çeken bir husus da şudur: îbn-i Teymiyye'nin başına gelen mihnet halktan
gelmemiş, aksine ileri gelen seçkin zümreden gelmiştir. İtiraz bayrağını
taşıyan bizzat Hanefî Kadısı olmuş ve bazı idareciler de O'na yardımcı olmakla
kendisine katılmışlardır. Yaygaracıları bu İtikadın yasaklanmasına
çalışmışlardır. İnançlara delil ve burhanla değil de yaygara ve propaganda ile
cephe alınmıştı. İbn-i Teymiyye'nin hayatı boyunca çoğunlukla Suriye halkının
kendi yanında olduğunu göreceğiz. Halktan Onun yoluna karşı çıkmayı üstlenen
kişiler mezhep mutaassıplarıdır. Mısır'da cereyan eden bazı hadiseler hariç
halkın O'na eziyet etmeğe iştirak etmediklerini görüyoruz.
Niye böyle olmasmdı?
Çünkü halk bu büyük alimin ancak ve ancak apaçık salah-i hal üzerinde olduğunu
ve imanla coşan bir kalpten fışkıran gayret-i diniyye ile dolu bulunduğunu
görmüşlerdir. O'nu ancak Hakk'a yardımcı olan ve kendilerine şefkat duyan,
onlara bir zarar gelmemesi için çırpınan ve onlara merhamet eden birisi olarak
görmüşlerdi. Alimlerle ihtilâf ettiği zaman halk, İbn-i Teymiyye'nin dilinde
Allah Resulünün (S.A.V.) hadislerinin dolup dolup boşandığını, imamlarının bu
konuda çok rahat olduğunu ve söylediği hadislerin Rasulullah'a ES.A.VJ
nisbetîni delillendiren bu şerefli sünnet aliminin dilinden hadislerin
zorlanmaksızm döküldüğünü görmüştü. Hangi delil Peygamber (S.A.V.) sözü önünde
durabilir? Eski veya yeni hangi söz Allah Rasulü ES.A.V.)'in sünneti önünde
tutunabilirdi?
Dikkat çeken bir başka
nokta da şudur: Bu hadisede Hanefî Kadısı fitneyi körüklemekte, Şafii kadısı
da söndürmektedir. Mısır'da İbn-i Teymiy-ye'ye karşı kinleri tahrik eden ve
harbi kızıştıran kişinin de Maliki Kadısı olduğunu bulacağız. Şafüler İbn-i
Teymiyye'ye karşı olan bu fitneye çok nadir katılmışlardır. Acaba durum niye
böyleydi? Belki de konu ile ilgili sır şöyle izah edilebilir: Hanbelilerin
Suriye'de kendilerine ait özel bir konumları vardı ve onlar Ahmed b. Hanbel'in
Şafii'nin talebesi olması itibari ile Şafii'lere yakındılar. Hatta İbn-i Subki
Ahmed b. Hanbeli Şafii fukahasından olmak üzere Tabakatında zikreder. İbn-i
Teymiyye'nin başına gelenlerden bazıları Hanbelilerin Eş'ariler ve
Maturidilere muhalefetinden kaynaklanıyordu. Hanbelilere yakın olan (Şafüler)
onlara karşı taassubdan uzaklaştılar. Her ne kadar muhalifleriyle onlara karşı
anlaşmış olsalar bile, kendilerine insaflı davranıyorlardı,
39- Zikri
geçen hadise anlatıldığı şekilde sona ermiş, bu fitne ile ilgili münakaşalar
ancak yedi sene sonra tekrar ortaya çıkacak şekilde sükunete ermişti. Aslında
ulemanın susması Ibn-İ Teymiyye'den ve görüşlerinden razı olduklarından
değildi. Çünkü Moğollar Şam'ı kuşatmışlar ve ülke büyük bir sıkıntı Moğolların bu bastonlar., onların ilme hücum
etmelerine mani olmuştu.
Allah ‘ın (C.C) İlimle mümtaz kıldığı İbn-i Teymiyye’ye gelince, o derse gibi hiçbir şey yapmadan
kadere boyun eğmemiştir.Aksine hala genç olan İbn-i Teymiyye _o zamanlar 38
yaşlarında bulunuyordu_kalemle ve dille değil de bizzat kılıç ve mızrakla
harbe katılmanın gerekliğini
hissetmiştir.Böyle cesur alim harp meydanına atılmış sadece ilimde ve görüşler
serdetmekte cesur sadece fikir ve akliyatta kuvvetli değil aynı zamanda
kahraman bir süvari, parmaklarında kalem taşıdığı gibi omzunda kılıç da taşıyan
güçlü bir savaşçı olduğunu isbat etmiştir. [13]
40- Ibn-i
Teymiyye derse ve araştırmaya, vaaz ve irşada, dini Rasulullah (S.A.V.)'a
indirildiği şekilde ve selefi salihinin (Allah Onlardan razı olsun) anladığı
gibi saf ve arındırılmış olarak açıklamaya kendini vermiştir. Bununla beraber
hayatta olanlarla ilişiğin! sürdürüyor, dünyadan bi-ha-ber kalmıyordu. Hisbe
(iyiliği emir kötülükten alıkoyma) görevini yerine getiriyor, duyurulmasını
gerekli gördüğü şeyleri idarecilere tebliğ ediyor, bundan kaçınmıyordu.
693 senesinde bir
Hıristiyan'ın Hz. Peygamber'e (S.A.V.) sövdüğü ve alevilerden birine sığındığı,
O'nun da bu hırıstiyanı halkın gazabından himaye ettiği haberi İbn-i
Teymiyye'ye ulaşmıştı. Takiyyuddîn bunun sükutla karşılanmasının iyi olmayacak
bir haber olduğunu gördü ve Darü'l-Hadis şeyhi ile birleşerek Dimeşk saltanat
naibine gittiler. Bu konuda kendisiyle konuştular. Saltanat naibi Hınstiyanın
huzura getirilmesi için haber gönderdi. Hıristiyan beraberinde bir bedevi ile
birlikte huzura çıktı. Bedevî toplanan halka kaba sözler söyledi. Bu yüzden de
halk onları taşa tuttu. Bu hadiseden dolayı İbn-i Teymiyye ve arkadaşı halkı
kışkırtmakla itham edilerek eziyet gördüler. Ardından hmstîyan suçsuzluğunu
lsbat ettikten sonra müs-lüman olmuş ve sajtanat naibi de İbn-i Teymiyye ve
arkadaşından ö^ür dileyerek onları razı etmiştir.[14]
Bu hadîse bize
gösteriyor kî dersleri bu büyük alimi umumi diyanet işlerinden, bunlara hücumda
bulunanlara karşı durmak ve onları korumaktan alikoymamiştt. Yine o bu uğurda
Allah yolunda hiçbir kişinin kınamasından korkmuyordu. O, Muhammed'e (S.A.V.)
söven kimseyi himave edene karşı galeyana geliyor ve bu uğurda valiyi göç
duruma sokuyordu. Eğer bu umurda bir ezaya maruz kalırsa sabırlı bir mü'mînîn
dayandığı gibi tahammül ediyordu.
41- Ancak bu
arîzî hadise ve benzerleri, İbn-î Teymîyye'nîn yapılan saldırılar esnasında
devletin ve halkın yardımına koşmak için ortaya koyduğu gayretlerin yanında
hiçbir şey değildir.
Moğollar 699 yılında
Suriye topraklarına girdiler. Nasır b. Kalavun'un askerlerini yenilgiye
uğrattılar. Kuvvetli bîr darbe ile perişan ettikten sonra darmadağınık
ettiler. Allah'ın (C.C.) takdiri yerini buluyordu. Yapacak bir şey yoktu.
Mısır, ve Suriye (Şam) orduları kaçıyorlardı. Mısır'a doğru pan atarak Dımeşk'i
geçmişlerdi.
Moğol orduları böylece
Dimeşk kapılarına dayanmıştı. Ahalisi müthiş bir korku içindeydi. Şafii kadısı
îmamuddin, Maliki Kadısı ez-Zevavî ve daha başka büyük alimlerden, ileri gelen
ve eşraftan pek çoğu Mısır'a kaçmışlardı. Hatta öyle ki, şehir de
idarecilerden ve büyük din adamlarından kin> se kalmamıştı. Sadece tek bir
alim halkla beraber kalmış, kaçmamış, şehirden çıkmamıştı. Çünkü O'nun kendisi
ile kaçması arasına giren bir kalbi vardı.[15]
Böyle bir sıkıntı anında halkı yapayalnız teselli edici biri bulunmadan
terketmeden alıkoyan bir şuuru, insanların işlerini anarşi içinde, hakimsîz
nizamsız bırakmaya engel bir inancı vardı. Yağma ve soygunculuk hüküm sürer
olmuştu. Hatta ahlâksızlardan ve hırsızlardan oluşan mahpuslar hapisten
çıkmışlardı. Bunlar ikiyüze yakındılar. Güçlerinin yettiği şeyleri
yağmalamışlardı. Bunlar gibi diğer ahlâksız ve bozguncular da aynı durumda
idiler.
İbn-i Teymiyye şehrin
ileri gelenlerini topladı; ve durumu kontrol altında tutmak için, Dimeşk'e
girmekten el çekmeleri konusunda Moğol hükümdarı ile konuşmak üzere gidecek
heyetin başında kendisinin bulunması hususunda onlarla anlaştı. .
42- Ibn-i
Teymiyye heyetle birlikte gitmiş ve Moğolların hükümdarı ve komutanı bulunan
Kazan Han [16] İle görüşmüştü. Allah
(C.C.) İbn-i Teymiyye'yi heybet, iman ve takva örtüsüne bürümüştü. Bu
görüşmede hazır bulunanlardan birisi durumu şöyle tasvir etmektedir:
«— îbn-i Teymiyye İle
birlikte ben de görüşmede hazır bulundum. Hükümdara karşı adalet konusunda
Allah'ın (C.C.) âyetleri, Hz. Peygamber'in (S.A.V.) hadisleri İle başladı,
konuşmaya, sesini yükseltiyor ve kendisine yaklaşıyordu. Buna rağmen hükümdar
O'na yöneliyor, dediklerine kulak veriyor, gözünü O'na dikiyor ve O'ndan yüz
çevirmiyordu. Sultan, Allah Taala'nın (C.C.) kalbine doldurt-tuğu heybet ve
muhabbetin şiddetinden bu alimin kim olduğunu sormuş ve:
— «Doğrusu ben O'nun
ne bir benzerim, ne de O'nun kadar kalbi sebat sahibi, kalbimde O'nun sözü
kadar tesir bırakan etkin birini görmedim. Kendimi şimdiye dek O'nun gibi
hiçbirine boyun eğer görmedim. Hali, ilmî ameli ne derin!» demiştir.»[17].
Tercüman yolu ile söylediklerinden bazıları şunlardır:
«Kazan'a de ki: _Sen kendinin müslüman olduğunu iddia ediyorsun. Bize ulaştığı
kadarı h berinde bir kadı, bir İmam,
bir şeyh ve müezzinler vardır. Baban ve den
kâfir idiler. Buna rağmen onlar senin yaptığım yapmadılar. Onlar anlaşma
tılar sözlerini tuttular, sense anlaşma
yaptın, uymadın, söz verdin, sözünde durmadın, ve zulmettin..»
İbn Teymiyye bu
konuşmadan sonra hüsnüniyetinden dolayı Kazan Ha-nı'nm huzurundan hürmet ve
taltif görerek çıkmıştır.[18]
Geçici bir süre için
de olsa bu karşılaşma hayırlı netice vermiş, Dı-mesk'e girilmesi bir süre
ertelenmişti. İnsanlara güven gelmiş ve korkulan zail olmuştu. Kazan Han hayır
vaadde bulunmuş ve eman verdiğini ilân etmişti. Fermanı ülkede baştan sona
dolandırmıştı. Ancak şehir, halkından silâhların, atların ve gizlenen malların
teslimini istemişti. Sekiz gün sonra askerlerin şehir dışında ifsatları
çoğalmış ekinleri, hayvanları telef etmişlerdi. Bu yüzden de yiyecekler
azalmıştı. Mısır sultanlarının hizmetinde ve Moğolların yardımda bulunanlardan
birisi Dimeşk kalesi muhafızlarını kalenin teslimine razı etmeye çalışmış ancak
bu şiddetli sıkıntı içerisinde şehir halkının dostu ve güvencesi olan İbn-i
Teymiyye'nin teşviki ile bundan kaçınmışlardı. Ne var ki asker bazı Şia
tarafları ile birlikte Salihiyye'de harekete geçmiş ve burada fesad çıkarıp
bozgunculuk yapmaya başlamışlar, kendilerinin müslüman olduklarını iddia
ettikleri halde bazı camileri yakmışlar, insanları öldürmüşler ve müslüman
kadınlarını esir alarak alıp götürmüşlerdi. Onların Dimeşk'e mutlaka gireceği
haberi herkese ulaşmıştı.
İbn-i Teymiyye Kazan
Han'la buluşmak üzere ikinci defa tekrar yola çıkmış fakat vezirler görüşmesine
engel olmuşlardı. Kazan Han şehre Moğolların girmeyeceğine dair söz vermişti.
Fakat onlar oraya girmişler ve sözü bozmuşlardı. Sonra da çıkmışlardı. İbn-i
Teymiyye'nin esirlerin kurtarılması, sonra da Moğolların Suriye'yi terketmeleri
konusunda övgüye değer çabaları vardır. Burada bîr noktaya daha parmak
basıyoruz. İbn-i Tey-miyye esirleri kurtardığında müslüman esirlerle birlikte
müslüman olmayan zimmî esirleri de birlikte kurtarmıştır.
43- Hicrî
700 senesinde insanlar kulaktan kulağa Moğolların Suriye'yi ele geçirmeye
niyetlendiklerini ve Mısır'a girmeye kararlı bulunduklarını duydular. İlk
defasında olduğu gibi ahali kaçmaya başladı. Bu defasında bir yaygara üzerine
kaçıyorlardı. Halbuki ilk defasında gözleri ile gördüklerinde kaçmışlardı.
İbn-i Teymiyye geçmiş
dönemde Moğollarla barış yolu ile mücadele etmişti. Çünkü onlara karşı
insanlardaki zayıflıktan ve onların her türlü silâh ve harp hazırlıklarına
sahip olmaları, ülkelerde baştan başa savaşmış ve nice boyunları uçurmuş
olmaları yüzünden onlara harp açmaya muktedir değildi. Üstelik onların
müslüman olduklarını bağî olmadıklarını zannediyordu. Ama şimdi durumları
belli olmuştu. Fırsat da vardı.
İbn-i Teymiyye meydana
sözle değil kılıçla atılmak istemişti. Aynı senenin Saf er ayrnın ikinci
gününde kalabalıklar onu kendi komutanları olarak dinliyorlardı. Bu defa
onlara sırf vaaz olsun diye ders vermiyor, onlara cihaddan bahsediyordu. Cihad
konusunda varid olan âyet ve hadisleri okuyor, kaçmaya yeltenmekten nehyediyor
müslümanların ülkelerini ve servetlerini müdafa uğrunda infakta bulunmaya
teşvikte bulunuyordu. Onlara ülkelerini terkederek kaçma uğruna harcanacak ve
bu yüzden zayi edilecek malların Allah fC.C.) yolunda harcandığı zaman daha
hayırlı olacağını beyan ediyor ve Moğollarla cihad etmeyi bu kez herkese vacip
görüyordu. Çünkü harbi en iyi harp defeder idi. Onların barışlarında (zarardan
başka) bir fayda yoktu.
Bu konuda toplantılar
devam etti. Ülkeden hiç kimsenin müsaadesiz çıkmaması ilân edildi. Böylece
ahalî yola çıkmaktan geri durdular ve kalpleri yatıştı. İbn-i Teymiyye bu
toplantılarla yetinmedi. Aksine insanların sükunete ermeleri için kendilerine
gönderdiği apaçık delillerle dolu kitaplar da yazdı.[19]
Mısır Sultanı, Nasır'm Moğolları karşılamak için ülkesinden Çıkmaya azmettiği,
deniz gibi dalgalanan ordusunun ırz ve namusu koruyarak, İslâm diyarını
müdafaa etmek için bu taraflara doğru yönelmiş olduğu haberi de onlara daha
fazla güven ve sükun verdi.
Ne var ki bu güven
uzun sürmedi. Yaygaracıların, Moğolların Haleb'e doğru ulaştıklarını yaymaları
ve aynı zamanda Sultan Nasır'm da Mısır'a dönerek seferden vazgeçtiği haberini
ulaştırmalarıyla korku ve huzursuzluk tekrar geri döndü.
44- Hakim ve
idare edilenler arasında bir fark olmadan herkss korkular içinde, kahraman,
inançlı ve güçlü Takiyyuddin b. Teymiyye ye yö-Idler Suriye ordusu karşısına çıkarak onları
savaşa ve harp meydanı-"a sevketmeye çalıştı. Onlara Allah'ın (C.C.)
nusret ve zaferini vadetti ve şu âyeti okudu:
«Kim kendisine verilen
ceza kadar ceza verirse ve kendisine yine de saldırılırsa and olsun ki Allah
O'na yardım edecektir. Allah şüphesiz affeder ve bağışlar.» (22. Hac, 60)
Emirler ve saltanat
naibi ondan Mısır'a gitmesini ve Sultan'ı buralara gelmeye teşvik etmesini
İstediler. Ancak İbn-i Teymiyye, Suitan'a ancak askeri ile birlikte, ganimet
yerine geri" dönmeye razı olarak Kahire'ye dönmesinden sonra
ulaşabilmişti. Toplanan askerler dağılmış, vakit çoktan geçmişti. Vera sahibi
kahraman İbn-i Teymiyye ileri atılmış, sultanı ve emirlerini hazırlık yapmaya
ve ordu toplamaya teşvik etmişti. Bu meyanda hiddetle ve serî bir ifade ile şu
hak ve faydalı sözü söylemiştir:
«Eğer siz Suriye'den
ve himayesinden yüz çevirirseniz faiz de O'nu koruyacak ve himaye edecek,
emniyet zamanlarında da gelirlerini toplayacak bir Sultan bulur, tayin ederiz.
Farzedeüm ki siz Suriye'nin hakim ve idarecileri değilsiniz, fakat onlar sizden
yardım istediler. Bu durumda sizin onlara yardım etmeniz vacip olur. Kaldı ki
sizler oranın hakim ve sultanlarısınız, onlar sizin tebanızdır ve siz onlardan
mesulsünüz.»
Sonra emirlerin
kalplerine cesaret dolmuş ve bu hallerinde devam etmişler nihayet sultan
ordusu ile Suriye topraklarına doğru yola çıkmıştır. [20]
İbn-i Teymiyye bu
amaçla Şam'ı terkedince, ahaliyi bir korku bürümüştü. Çünkü yaygaralar iyice
artmış, tereddüd ve kaçamak sureti ile yenilgiyi kabul etme fikri yayılmıştı.
Şehir valisi gücü yetenlerin şehri terkedip çıkabileceklerini ilân etmişti.
Bereket versin ki İbn-i Teymiyye bu baykuş sesine halkın icabetinden evvel
tekrar dönmüş ve kalpler eski sükunetine dönmüştü. Şehir halkına üç yönden
güven vermişti: Güven ve teselli kaynaklan olan İbn-i Teymiyye dönmüştü.
Sultanın yola çıktığını kesin olarak öğrenmişlerdi. Üçüncü olarak da Moğolların
düşmanlarının savaş için gerekli hazırlıkları yaptıklarını ve gerekli
tedbirleri aldıklarını hissetmeleri, kendilerinde bir zayıflık hissetmeleri ve
bu zafiyet içerisinde Heri çıkamayacaklarını hissetmeleri gerekçesi ile bu
seneki niyetlerinden vazgeçmiş olmaları keyfiyyetinin kuvvet kazanması idi.
45- İbn-i
Teymiyye tekrar derse ve ilme döndü. O Melik ve Sultanlarla karşılaşmak,
kalabalıklara ve ordulara hitabette bulunmak gibi zaruri haller dışında kısmen
de olsa ilimden ayrılmadı. Dimeşk'in basma gelen bu mihnet İbn-i Teymiyye'yi
sadece bir alim olarak değ fi Dimeşk'in kahramanı ve önde adamı olarak ortaya
çıkarmıştır. Belki ilimde bir ölçüde kendisine denk olan birisi bulunabilir.
Fakat bu mihnet içindeki kahramanlı-ğında O'na denk olacak hiçbir kimse yoktur.
Böylece O'nun cesaret ve kahramanlığı devlet ve halk katında yerleşmiştir.
O'nu bu duruma getiren de ilminin ötesinde O'nun yüce himmeti, şecaati, sabrı,
hak ve fazilete olan inancı olmuştur.
Dimeşk'in en önde
gelen adamı ve hakimlerinin 699'da kaçması, üzerine tayin edilmemiş hakimi
olduğunda fazilet ve ahlâkı ikame etmiş, kötülük yapanlara karşı gösterilen
tepki sözle ve kalple değil fiille yapılmaya başlar olmuştu. Çünkü İbn-i
Teymiyye şehirde otorite sahibi olmuştu. Fuhuş yuvalarını ve içki evlerini
görmüş, bizzat kendisi ve arkadaşları -o anda artık şehrin idarecileri olmuş
oluyorlardı- şarap kaplarını kırmaya, kırbalarını yarmaya şarapları dökmeye
başlamışlar ve fuhuş İçin tutulan iş yerlerinin sahiplerine tazir cezası
vermişlerdi.[21] Bu durum toplum
tarafından memnuniyetle karşılanmıştı. Çünkü onlar Kur'ân hükümlerinin
uygulandığını ve peygamber CS.A.V.) devrinin geri döndüğünü görmüşlerdi.
Hukukun kaza gücü yolu
ile ikamesi, kendisine güç gelirse o zaman ikna gücünü İkame ederdi. O bu yolda
daha güçlü, daha muktedirdi. Moğol askerleri 699 yılında Dimeşk'e girdiğinde
burayı fesada vermişlerdi. Dağlık kesimde bulunan kimseler Moğollarla işbirliği
yapmış ve onlara yardımcı olmuşlardı. İbn-i Teymiyye onlarla savaşmak üzere
üzerlerine yürümüş, reisleri kendisine gelerek kendilerini irşad etmelerini ve
doğruyu göstermelerini istemişlerdi. İbn-i Teymiyye onlara öğüt verdi ve tevbe
etmelerini istedi. Onlara doğruyu gösterdi. Ordu malından almış oldukları
şeyleri geri iade etmeyi üstlendiler. Onlara ek olarak Beytü'l-Mâle girmek
üzere pek çok mal vermelerini de kararlaştırdı. Topraklarını ve ekilen arazilerini
kendilerine İkta eyledi. Oysa ki bunlar bundan önce orduya itaat etmiyor, teba
olarak vecibeleri ve Resulünün (S.A.V.) haram kıldığı şeyleri haram
saymıyorlardı [22].
46- İbn-i
Teymiyye için sıkıntılar idari otoritenin elinde toplanması ile sona ermişti.
Açıkça görünüyor ki, mihnet zail olduktan sonra da, İbn-i Teymiyye'nin hak,
kuvvet, ahlâk güzelliği ve ilim gücü ile kazanmış olduğu otoritenin kendisinden
alınmadığı görülmektedir. Hükme ehil kılan resmî bir makamı olmadığı halde
hakimlerin mercii bulunuyordu. Ne kadı idi ne de vali. Bununla birlikte
yetenekleri, yüce himmeti ve ilmi kendisini diğerlerine efendi kılmıştı.
701. Hicrî senesinde
bazı Yahudiler için bir toplantı yapıldı ve bunların da benzerleri diğer
Yahudi ve Hıristiyanlar gibi cizye ödemeye katılmalarını mecbur kıldılar.
Bunlar kendilerinden cizyenin kaldırıldığını ifade eden Allah Rasulü (S.A.V.)
tarafından kendileri için tanzim edildiği iddia edilen yazılı bir vesika
getirdiler. Fukaha bu vesikaya vakıf olunca O'nun İfadelerindeki fahiş
hatalardan dolayı uydurma ve yalan olduğunu açıkladılar. İbn-İ Teymiyye bu
konuda Yahudilerle mücadelede bulundu. Onların hata ve yalanlarını vesikanın
düzme ve sahte olduğunu kendilerine gösterdi. Böylece cizye ödeme mecbur oldular.
İbn-i Teymiyye
kazandığı otorite ile bazı hadleri de ikame ediyordu. Hasetçilerinden bir gurup
O'nu şikayet ederek kendisinin hadleri ikame ettiğini, tazirde bulunduğunu,
çocukların başlarını tıraş ettiğini söylediler. Bizzat kendisi de kendisinden
şikayetçi olanlar hakkında konuştu. Vali İbn-i Teymiyye'nin yaptıklarına evet
deyince fitne bu halde iken yatışmış oldu [23].
İbn-i Teymiyye'nin
elde etmiş olduğu bu yüce mertebe hasetçilerin hasedini ve kindarların kinini
körüklüyordu. Bunlar emirlerin katında O'na olan kinlerini kusmak için imkân
bulamamışlardı. Çünkü düşman kendilerini tehdid ediyordu. İbn-i Teymiyye'nin
derecesi İş ciddiyete bindiği, durum kötüleştiği ve sıkıntıların birbirini
bastırdığı zaman öğrenilmişti. Sözün daha etkin olması için ona bu açıdan
tuzak kurmak istemişlerdi.
Saltanat naibine bir
mektup .gelmişti. İçinde îbn-i Teymiyye ve beraberindeki ulemadan ve ileri
gelenlerden daha başkalarının Moğollara nasi-hatta bulundukları, onlarla
yazıştıkları onlarla işbirliği edenleri destekledikleri yazılı idi. Ne var ki
Saltanat Naibi ilk bakışta O'nun düzme olduğunu anladı ve kimin yazdığını
araştırdı. İçeriğini araştırmaya ihtiyaç duymadı. Mektubu yazan kişiyi de
elini kestirmek sureti ile şiddetli bir biçimde cezalandırdı.[24]
47- Moğollar bütün kuvvetleri ile 702 yılında
Suriye'ye geldiler ve Di-meşk'İ kuşattılar. Yaygaracılar yaygaralar kopardılar,
kalpler yerinden oynadı. Mısır ve Suriye orduları Moğollarla karşılaşmak üzere
hazırlandılar. Tereddüd ve hezimet propagandacıları insanların kalplerine korku
saçıyorlardı. Ancak alimler, kadılar, ve emirler düşmanı karşılayacaklarına ve
Di-meşk'ten kaçmayacaklarına and içmişlerdi. İbn-i Teymiyye kalpleri teskin
ediyor ve«Kimin üzerine saldırılırca Allah mutlaka O'na yardım edecektir.a (Hac
60) âyetini tevil ederek ve inanarak onlara zafer vadediyordu. Hatta O Allah'a
yemin ederek ve inanarak onlara zafer vadediyordu. Hatta O Allah'a yemin ederek
mutlak sîz muzaffer olacaksınız diyor. Emirlerden biri: «İnşallah de.» dediğinde
dediğinde: «— Ben bu vadi Allah'ın [C.C.) iradesine talik ederek değil
tahkiken söylüyorum diyordu.
Kalpler huzur bulmuş,
ve sükunete ermişti. Ancak hezimet propagandacıları bu kez insanlara başka bir
açıdan, dinî açıdan yaklaşıyorlardı. Müslümanlarla nasıl savaşabilirlerdi?
Çünkü bu helal değildi. Bunu sanki kendileri savunmada değil de hücumda
buiunuyoriarmiş gibi söylüyorlardı. İş-te o zaman İbn-i Teymiyye meselesinin
dinî yönünü açıklayarak ileri atılıyordu. Şöyle diyordu: «Bunlar Hz. Ali (R.A.)
ve Muaviye'ye karşı çıkan ve kendilerini hilâfette her ikisinden de daha çok
hak sahibi gören haricilerin cinsindendir. Bunlar İse hakkı istemede
kendilerini müslümanlardan daha çok hak sahibi görüyor ve müslümanlann
işledikleri günah ve zulümden dolayı onları ayıplıyorlar, halbuki kendileri
diğer müslümanları ayıpladıkları şeylerden kat kat fazlasını istiyorlardı.
İbn-i Teymiyye onlar hakkındaki sözüne devamla şöyle diyor:
«— Eğer beni o tarafta
görürseniz başımın üzerinde mushaf-ı şerif de olsa beni öldürünüz».
Böylece İbn-i Teymiyye
kalplerdeki azimleri harekete geçirdi ve şehir halkının gönüllerini teskin
etti. Sonra soylu atının sırtına binerek bir savaşçı olarak harp alanına çıktı.
O'nun gibi birisine halkı cihadda sebata çağırıp da kendisinin topukları üstüne
dönüp kaçması yaraşmazdı. Aksine kalabalıkların önüne düştü ve Dımeşk
yakınlarında bulunan Mercu's-Se-fer'e gitti. Tarihte Şakhab savaşı diye anılan
çarpışma 702 senesi Ramazan ayında başladı. İki taraf karşılaştı. Atılgan
süvari savaşarak ölüm meydanına daldı. O, savaşması ve davranışları ile
etrafındakilerin kalplerini güçlendiriyordu. Savaş alanında yerini almadan
evvel sultanla karşılaşmış O'nu ve ordusunu Allah (C.C.) yolunda cihad, hakkı
ortaya koymak, ve saldırganları geri uzaklaştırmak konusunda
gayretlendirmişti. Kendinin dönmek üzere olduğunu söylemişti ki Sultan
kendisinden savaş alanında kendisi ile birlikte durmasını İstemişti. Fakat O'
Sünnet herkesin kendi sancağı altında durmasıdır. Biz Suriye ordusundanız.
Ancak onlarla durabiliriz' demişti. Orduyu ve komutanlarını savaşa karşı güçlü
olmaları için oru-i cu bozmaya teşvik etti. Onlara Hz. Peygamber'in (S.A.V.)
sahabüere söylediği: «Muhakkak siz düşmanla karşılaşacaksınız. İftihar etmeniz
sîzi daha güçlü kılacakıtr.» hadisini rivayet etmiştir. Kendisi ordunun
etrafında ve askerlerin arasında dolaşıyor ve savaşmaya daha güçlü olmaları
için oruçlarını bozmalarının daha efdal olduğunu göstermek için onların
önlerinde birşeyler yiyordu.
Savaş başlamış ve
vuruşma şiddetlenmişti. İbn-i Teymiyye savaşa bizzat iştirak etmişti. Kendisi
ve kardeşi ölüm meydanına cesaretle atılmış ve savaşmıştı. Suriyeliler ve Mısır
ordusu savaşın hakkını veriyorlardı. Ramazanın dördüncü günü savaş bütün gün
boyu devam etmiş, İkindi vaktine Mısır
ve Suriye ordusu üstün gelmiş, Moğol ordusu kaybetmişti. Dilara ve tepelere
sığınmaya başladılar. Sultan Nasır'ın ordusu veya da-h*9|âyık bir ifade ile
İbn-i Teymİyye'nin ordusu Moğolları arkalarından vu-uvor onları tek yaydan oka
tutuyorlardı. Tan yeri ağarıncaya kadar takip devam etmişti. Böylece keder ve
tasa dağîlmış bundan böyle Moğol tehlikesi zail olmuştu. Bu onların hezimeti
tadışlarınm ikinci defası ve artık son hücumları oluyordu. Doğunun ve batının
korkulu rüyası idiler. Ta eski devirlerden beri süregelen sert akınları
yeryüzünü değiştiren şiddetli yer sarsıntılarına benzerdi. Nitekim bu ifadeyi
bunların gerçekleştirdikleri baskınların dehşetini tasvir sırasında Gibbon
kullanmıştı. O şöyle diyordu: «Bazı İsveç sakinleri Rusya yolu ile bu Moğol
tufanının haberlerini işit-mişlerdi de adetleri olduğu üzere İngiltere'de ava
çıkmaya Moğol korkusundan cesaret edememişlerdi.[25]
48-
Gördüğünüz gibi Suriye ve Mısır ordusu galip gelmişlerdi. Allah (C.C.) takva
sahibi, marifet sahibi İbn-i Teymİyye'nin Allah'a yemin ile bu kez mutlaka
Moğolîarı yeneceklerine dair olan vadini gerçekleştirmiş ve muzaffer
olmuşlardı. Ancak İbn-i Teymİyye'nin uyanık kalbi düşünen aklı ve basiret
sahibi gözleri, Moğollarla iki defadır işbirliği eden Şia'dan bir grubun
üzerine doğru bakışlarını çeviriyordu. Bunlar Şia'nın batini koluna mensup
taifelerdi. Bazıları «Hakimiyye» diye bir kısmı da «Nusayriyye» diye
adlandırılıyorlardı. Dağlık bölgelerde ikamet ediyorlardı. Bunlardan bir kısmı
da tarihte «Haşşaşin» diye adlandırılanlardı. Birinci defasında Moğollarla
işbirliği etmişler, fesat ve bozgunculuğa, esirler almaya, kadınları ve
çocukları kaldırmaya ve yaymacılığa onlarla birlikte iştirak etmişlerdi.
İkinci defasında da yaymacılığa oniarla birlikte iştirak etmişlerdi. İkinci
defasında da her ne kadar birşey ele geçiremeseler de yine onlarda işbirliği
yapmış, yardımlaşmalardı.
İbn-i Teyrrîiyye'nin
gözleri bunlara çevrilmişti. Çünkü O'nun iktikadı-na göre bunlar münafıktılar,
müslüman değildiler. Yine O'nlar devletin başına musibetlerin gelmesini
kollayan, düşmanla işbirliği yapan, bir kısmı devlet aleyhine casusluk yapan,
fırsat kollayan Mısır-Suriye devletinin böğründe bir dikendiler. Bu konuda
Allah'ın lütfü ile biraz söz edeceğiz.
Bunlar civarlarında
oldukça bölge sakinlerinin güvenliği yoktu. Sultan Nasır onlara ders vermeye
karar verdi ve adamlarından bir grupla gitti. Yanında nakibu'l-eşraf da vardı.
Onların arkasından ordu geldi. Eli silâh tutanlarla savaştılar, doğadaki
ağaçlan kestiler. Onlardan bir kısmını tev-beye davet ettiler ve İslâm şeriatı
ile ilzam ettiler. Bu minval üzere haklarında muamele edilmesi için fermanlar
çıkmıştı. İbn-i Teymiyye Sultan
Nasir'a bir mektup
yazarak kendisini bu Şiiler hakkında uyardı ve onların durum ve hallerinin
içyüzünü kendisine açıkladı. Onların müslümanlar aleyhine Moğollarla ve
Hıristiyanlarla işbirliği ettiğini bildirdi. Bu mektupta şunlar vardı:
«Moğollar ülkeye
geldiği zaman müslüman askerlerine sayılamayacak kadar kötülük ve fesatta
bulundular. Kıbrıs ehline (heyet) gönderdiler. Ve bazı sahil kısmına malik
oldular. Haçlı bayrağını taşıdılar. Kıbrıs'ta müslü-manlann atlarını ve
silâhlarını ele geçirdiler. Sayısını Allah'tan (C.C.) başka kimsenin bilmediği
müslüman esirlerini Kıbrıs'a taşıdılar. Sahildeki pazarları yirmi gün sürdü ve
burada müslümanları, at ve silahlarını Kıbrıslılara yani müslümanlarla harp
halinde olan haçlılara sattılar. Moğolların gelmesi ile sevindiler. İslâm
ordusu Mısır diyarından çıkınca onların rezillik rü s vay hk felâketleri ortaya
çıktı. Sultanın gelmesi ile Allah (C.C.) İslâm'a büyük bir zafer nasib edince
aralarında birbirine taziyede bulunacak hale geldiler. Bu Şia taifesinin ortaya
koyduğu bu ve bundan daha büyük (hadiseler), Cengiz Han'ın İslâm ülkesine
açılmasının, Hulâgû'nun Bağdad'ı istilâ etmesi ve Haleb'e gelmesinin,
Salihiyye'yi yağmalamasının ve daha başka İslâm'a ve ehline gösterilen
düşmanlık çeşitlerinin sebeblerinden biri oluyordu.»
İbn-i Teymiyye
mektubunda yine şöyle diyordu:
«Bu çevrede ve diğer
yerlerde komşuları bunların kötülüklerinden bir türlü emin değillerdi. Her gece
bunlardan bir grup aşağılara iniyor ve sayısını ancak Allah'ın (C.C.) bildiği
binbir türlü fesat çıkarıyorlardı. Bunlar yol kesiyorlardı. Canilerden işitilip
görülen en vahşi yollarla meskun ahali* yi korkutuyorlardı. Kendilerine
Kıbrıslı hıristiyanlar geliyor bunlar onları ağırlıyor ve onlara müslümanlann
silâhlarını veriyorlardı. Bunlar müslü-manlardan salih birini ele geçirirlerse
onu ya öldürürler ya da soyarlardı. Onlardan çok azı bir yolunu bulup ellerinden
kendisini kurtarabilirdi.»
Bunlar İbn-i
Teymiyye'nİn şu Şia taifesi ile ilgili üzerlerine yürüyüp, kendilerine hücum
edilmesi ve İslâm şeriatı ile ilzam edilmeleri üzere Sultan'ın fermanları
çıkartmasının yerli yerinde bir hareket olduğunu göstermek için yaptığı
tavsiflerinden bazılarıdır. Bunlar, güven içindeki insanlara eza kaynağı,
savaşçılar için de bir tehlike unsuru oluyorlardı. Ağaçlarını kesmelerini de
şöyle izah ediyordu. Hz. Peygamber (S.A.V.) Nadir Oğullarını kuşattığı zaman,
sahabeleri onların hurma ağaçlarını, kesip yaktıkları için Sultan'ın ordusu da
bu Şiilerin ağaçlarını kestiler. Haoet anında ağaç kesmenin mamur yerleri
tahrib etmenin caiz olduğuna alimler ittifak etmişlerdir.
Bunlar masum canları
öldürmekten daha önemli değildi. Çünkü bu Şia tayfası gizlendikleri yerlerden
tamamen ortaya çıkmamışlar ve dağda yaşayabilme imkânından ancak ağaçlarının
kesilmesi sırasında ümitlerini yi tirmişlerdir.
Yoksa onlar yerlerini bilmek mümkün olmayacak biçimde saklanıyorlardı.
49- İste
bunlar onların yaptıklarını beyan eden İbn-i Teymiyye' nin sözleridir. O
adamlarından bir bölüğe komuta ederek, bu dağlarda yaşayan batinî Şia
taifesinden Hakimiyye ile Nusayriyye fırkaları üzerine yürümüş,
onlarla savaş etmenin
gerekçelerini ortaya koymuştur. İbn-i Teymiyye'nin yaşadığı devirdeki
fırkalarla ilgili bahsimizde bu Şii taifelerine temas edeceğiz
Kendilerini Şii
aleviliğe nisbet eden bu taife, mektupda da belirtildiği gibi, müslümanları,
fırsat kollayan Hıristiyan haçlılara satıyorlardı. Moğollari isteklerinin
ötesinde aşırı bir bozgunculuk ve ifsada teşvik ediyorlardı. Suriye bölgesinin
gizli kapaklı yerlerini, sırlarını açıklıyor, casusluk ediyorlardı. Müslüman
ve takva sahibi İbn-i Teymiyye bunlara tahammül edemiyor, onların üzerine yürüyor,
eli silâh tutanları ile savaşıyor, ağaçlarını kesiyordu.
İbn-i Teymiyye'ye
dokunan en büyük acı müslümanlann haçlılara satılmasından kaynaklanıyordu. Bu
dinî bir taassubdan değildi. Çünkü müs-iümanin satılması haram, gayr-i müslime
satılması ise küfürdü. Haçlılar müslümanlarla harp halinde İdiler ve böyle bir
ortamda müslümanları düşmanlarına satmak dinden çıkmaktı ve hiçbir fırka veya
mezhep ayrılığı buna bir mazeret teşkil edip temize çıkaramazdı. Zimmilerin
dahi esir edilmesine tahammül edemeyen ve müslümanları kurtarmak için çaba
sar-fettiği gibi onların kurtarılması için de gayret eden İbn-i Teymiyye'nİn
dini duyguları kendilerini İslâm'a nisbet etmekle birlikte hür müslümanın savaş
meydanında çarpıştığı düşmanına satılmasını asla hazmedemezdi.
Bu yüzdendir ki İbn-i
Teymiyye bu taifeyi ifsâd, tecavüz ve desiselerinde kendi başlarına
bırakmamıştı. Ancak haklarından gelebilmiş miydi? O bunların güçlerini kırmış,
dağdaki topluluklarını yok etmişti. Fakat tümden izele edememişti. Bu dağlarda
toplanmadı iseler kuytu yerlerde daha başka yerlerde bir araya gelmişlerdi.
Her halükârda İbn-i Teymiyye onlardan hakkaniyet adına intikam almış ve
haklarından gelmişti. ,
50- İbn-i
Teymiyye'nİn otoritesi hakimiyetini devam ettirdi. Çünkü halk O'nu kendilerinin
yardımcısı görüyor, idareciler de kendilerine destek buluyorlardı. Derslerini
vermeye devam ediyordu. Hiç bir makam ve mev-kiyi istemiyor, aksine devlet
makamlarından uzak durmaya devam ediyordu. İbn-i Dakik 702 yılında vefat
ettiğinde Kamiliyye Daru'i-Hadis'i meşihatında bulunuyordu. İbn-İ Teymiyye
O'nun yerine Şeyh Kemaleddin eş-Şe-risi'nin tayinini işaret etmişti. Yine
tercih ettiği kimselerin hatipliğe ve çeşitli
medreselerin başkanlıklarına getirilmesine işarette bulunmuş (ve bunlar
yapılmıştı.) Bunlar H. 703 yılında oluyordu.[26]
İlmî ve edebî
otoritesiyle sadece şeyhlerin tayinini işaret etmekle yetinmiyor bazan tazir
işlerini de yükleniyordu. Belki de tazir işlerini irşad ve İslah kabilinden
sayıyordu. Haşşaşin (afyoncular) diye adlandırılan ba-tınî dedelerinden biri
huzuruna çıkarılmıştı. Saçları uzamış, tırnaklarını bırakmış bıyıklarını
adamakılii uzatmıştı. İbn-i Teymiyye bunun saçlarını kısalttı, bıyıklarını
topladı, tırnaklarını kesti. Sahabeye ve diğer mü'minlere kötü söz
söylemeyeceğine, akli uyuşturan afyon almayacağına, diğer haramları
işlemeyeceğine, zimmilerle düşüp kalkmayacağına dair tevbe ettirdi. Rüya
tabiri ve bazı malumatı bulunmadığı konularda konuşmayacağına dair kendisinden
bir teminat mektubu aldı.
51- Bid'at
ve dine ters düşen şeylerin izalesine yöneldi. Öğrendi ki bir kaya ziyaret
edilmekte ve adaklarda bulunulmaktadır. Adamları ile oraya gitti. Beraberinde
kayaları kesen taşçıları da vardı. Bu ziyaretgâh yapılan kayayı parçaladı ve
yıktı. Böylece müslümanlaru bunun günahından kurtardı.[27]
Sonra kendisini ehli
tasavvufun iç yüzünü ortaya koymaya verdi. (Ona göre) bunlar halka etki etmek
İçin gözbağcılığını bîr yoi olarak kullanıyorlardı. Bunlara yaygın bir savaş
açtı. Özellikle de bunlardan bazıları, Suriye'ye hücumları ve burada
bozgunculuk ve fesadda bulunmaları sırasında Moğollarla işbirliği etmişlerdi.
Bunların en cahilleri, es-Seyyid Ahmed er-Ru-faî'nin tabilerinden olan
rufailerdendi. İbn-i Teymiyye bir defasında bunlarla münakaşa etmiş ve
gözbağcılıklarını ortaya çıkarmıştı. Şöyle ki bunlar halka, Seyyid Ahmed
er-Rufai'nin bereketi sebebi ile kendilerine ateşin dokunmadığını
söylüyorlardı. Bunlar ateşe giriyorlar fakat kendilerine dokunmuyordu. Çünkü
vücutlarını yanmayan bir madde ile sıvıyorlardı. Bu kerametlerini İbn-i
Teymiyye'nin de hazır bulunduğu Saltanat Naibinin huzurunda göstermek
istediklerinde İbn-i Teymiyye onlara:
«Ateşe girmek isteyen
kimse Önce hamama girsin vücudunu güzelce bir yıkasın, sirke ve çöğenle iyice
oysun. Eğer sözünde sadıksa bundan sonra da ateşe girsin» dedi.
Bunu duyan Şeyhleri;
«Bizim hallerimiz
ancak Moğolların yanında revaçtadır. Şeriat katında geçerli değildir.»
demiş böylece
içyüzleri yani Moğollarla işbirliği içinde olmaları durumu da açığa çıkmış, bu
davranışları ve vatan düşmanian ile işbirliği halinde olmaları yüzünden
şiddetli bir biçimde tepkiye ve takibe maruz kalmışlardır. [28]
52- Bu
başlıkla O'nun küçüklüğünü kastedmiyoruz. Hapsedildiği yerde bile hürmet
görmüş ikram ve izzet içinde yaşamıştır. Nereye gitmişse, orada saygı ve
ihtiram görmüştür. Biz sıkıntı sözüyle O'nun hapsedilmesini, çıkış ve davet
hürriyetinin kısıtlanmasını kasdediyoruz.
İbn-i Teymiyye'nin
şerefi zirveye ulaşmıştı. Adı her yerde duyulmuştu. Aslında O'nun gibi birinin
bu durumda gururlanması beklenirdi. Fakat gurur O'nun kalbinin yanından bile
geçmemişti. Bunu anlamak için sizin şunu bilmeniz yeter. Mısırlıların Moğolları
bozguna uğratıp, dağıtmaları, ve perişan bir vaziyette geldikleri yere geri
döndermeleri doiayisı ile nail oldukları şeref esasında işte bu takva sahibi
alime aitti. Kalpleri sözü ile sabit kılan, azimleri ruhu île kuvvetlendiren,
büyük kalabalıklar, ordular toplayan, bizzat savaş meydanına dalan, harp
meydanına itici ruhu, atan kalbi, yükselen azimeti idi. Devleti dıştan gelecek
tehlikelere karşı korumuş, içte müslümanların İşlerine engel olan,
yaptıklarını düşmanlarına ulaştıran, sırlarını açığa vuran kimseleri her ne
kadar kökünü kazimasa bile baş eğdirmek sureti ile izale etmiş ve devleti
korumuştu.
Moğol kayasının en
sonunda Şam topraklarında parçalandığını bilen kimsenin mutlaka bu son olaydaki
birinci sebebin vera ve takva sahibi alim alim İbn-i Teymiyye olduğunu bilmesi
gerekir.
Bütün bu başarı ve
şöhrete rağmen gurur onun kalbinden bile geçmedi. Çünkü gurur ile iman bir
arada bulunamazdı. Gurur şeytandan imansa Rahman'dandir. Allah O'nun kalbini
"gurur ve hasedden arındırmış kendisine demirden bir azim, etkin,
kuvvetli bir dil, yüksek bir irade vermiştir. Bütün bunlar İslâm'ın ve
müslümanların faydası içindi. O'nun şeref ve mertebesi, bu açılardan kendi
seviyesine ulaşamayan kimselerin kin ve hasetlerini tahrik ediyordu. Özellikle
de o dönemde alimlerin maaşları Bey-tülmal'den veriliyordu. Alimlerin, Sultan'a
yakın olanların alimlerin maaşları konusunda etkisi bulunurdu. Daha önce de
gördük ki İbn-i Teymiyye'nin -her ne kadar aziller konusunda herhangi bir
dahli olup olmadığı bilinmiyorsa da- atamalar konusunda görüşü alınıyordu. O
bunları sadece Allah'ın rızasını kazanmak için yapıyor hiç bir kimseden bir
mükafat veya teşekkür beklemiyordu. Kendisi için herhangi bir makam tercih
etmemiş, bilâkis doğruyu gösteren vaiz ve şerefli bir müderris olmaya razı
olmuştu.
53- İbn-i
Teymiyye'nin yükselmesi çoklarının kinlerini, bazı alimlerin kendisi ile
mücadeleye girişmesini tahrik etti. Özellikle de bazı makamlara yapılan
tayinlerde kendisine danışıldığını görmeleri bu kini büsbütün artırmıştı. Halk
katında da şeref ve mertebesi vardı. Halk onun yatıştırması ile sükun buluyor,
onun gösterdiği yoldan gidiyor, onun görüşüne ve çağrısına boyun eğiyordu.
Bunlar İbn-İ Teymiyye'yi yücelten se-beblere bakmıyorlardı. Çünkü onları
kendileri yapmamışlardı. Eğer İbn-i Teymiyye'de tam olarak bulunan güçlü irade
ve niyyet kendilerinde de eksiksiz bulunsa idi, kendilerinin de onun gibi
mertebeleri olurdu. Ne var ki bunlar sebeblere değil de neticeye baktılar. Tabi
razı olmadılar ve bu durum onların hasetlerini körükledi.
Ibn-i Kesir bu konuda
tarihinde şöyle diyor:
«îbn-i Teymiyye'nin
devlet katındaki yakınlığı, emr-i bi'1-ma'ruf ve nehy-i ani-1 münker konusunda
sivrilmesi, halkın kendisine tabi olması ve O'na karşı muhabbetleri,
tabilerinin çokluğu, hakkı ikame etmesi ilmi ve ameli yüzünden fu-kahadan bir
kısmı O'nu çekemiyorîardı.»
Bazı alimler, bu büyük
alimi Allah'ın kendisine bahşettiği üstünlükten dolayı haset ettiler. O'nun
gibi bir başkası halk ve ileri gelen tabaka katındaki ulaştığı mertebeden
dolayı haset edilmemişse bu onun gibi bir başkasının olmamasmdandtr. Çünkü
hasedin çıkış noktası varlıktır. Bir şahsın üstünlükleri arttıkça O'nun
hasetçileri de artar. Hasetçilerin işleri yarışta geri kaldıkları zaman
Allah'ın lütfundan bahşettiği şeyler yüzünden diğer insanları çekememektedir.
Hasedi, çekilemeyen kişideki üstünlükle haset-çideki acizlik körükler. İbn-i
Teymiyye'nin yaşadığı devirde, O'nun sahip olduğu üstünlüğün sebeblerinde,
kendisi ile atbaşı gitmeye güç yetirecek kimse yoktur.
54- Haset
kendisine ateşlendirecek odunu bulmuş, hasede duçar kalan da bu ateşle
yanmıştı. Çünkü Takıyyuddin b, Teymiyye'nin dilinden düşmeyen hak söz, ancak
garazı olmayan kimselerin dostluğunu ceibedi-yor, pekçok grupları ise
kızdırıyordu. Şia ile harbetmek için askerlere komuta etmiş ve orduları,
onlarla kendisinin irşad ve çağrısı üzerine savaşmıştı, ağaçlarını kesmişti.
Şimdi bunlar her ne kadar halktan gizleniyorlarsa da kalplerinin
derinliklerinde tutuşmaya hazır bulunan koru körükleyerek kin ve haset ateşini
alevlendirmek için ileri gelen kimselere koşacaklardı.
Sofİyye ile de çatışmıştı. Mutasavvıfların imamı ve feylesofu olan Muhyiddin el-Arabı hakkında ağzına ne
gelirse söylemiş, fikri ve görüşlerini yıkmaya başlamıştı. Öbür taraftan da
sofileri göz bağcılıktan alıkoymak n'-yi idarecileri aleyhlerine teşvik
etmişti. Bunlar da saltanat naibine gi-İfrek Şeyhin kendilerine hücumlarına
mani olmasını ve kendi hallerine karışmamasını temin etmesini rica etmişlerdi.
Saltanat naibi konu
ile ilgili kendisi ile görüştüğünde İbn-i Teymiyye «Bu mümkün değildir. Mutlaka
müslümanlardan herkesin sözlü ve fiilî olarak Kitap ve Sünnetin altına girmesi
gerekir. Kim bunlardan uzaklaşirsa mutlaka onu düzeltmek gerekir, demiş ve
«sofiler kendilerini değiştirmedikçe onlara karşı çıkmaya ve yaptıklarının
yanlış olduğunu haykırmaya devam edeceğim,» demiştir.
Bu sofi taifesi,
galeyana gelen, kalpleri öfke ile dolduran kinleri tahrik eden sürekli
şikayetle emirleri rahatsız eden kimselerdendi. İbn-i Teymiyye'nin etrafında
yaygaralar kopanyorlardı. Ne var ki o mücadeleci, kuvvetli ve münazaracı idi.
Sofiyyenin halini üstün ve kahir delillerle ortaya koyuyordu. Üstelik halk da
onu tutuyordu. Buna rağmen idareciler her ne olursa olsun bu tür mücadelelerin
çoğalmasını istemezler. Böyle birisi belki de fitnelere sebebiyet verebilirdi,
hasetçiler zehirlerini kusmak için böyle ortamları fırsat bilirlerdi.
55- İbni
Teymiyye'nin akaid konusunda fakihlere muhalif olan pek çok görüşleri vardı.
698 senesinde Hama ehlinin sorularına cevap verdiği Hameviyye Akide Risalesi
hakkında kendisi ile münakaşa etmeye başladılar ve bazı idarecileri üzerine
kışkırttılar. Ne var ki, ülkeyi Moğol bunalımı sarmış ve hasetçiler firar
etmişlerdi. İbn-i Teymiyye ise bu bunalıma karşı meydana atılmıştı. Yıldızı
mükemmeîİeşmeye, hadiselerin karanlığı, işlerin karmakanşıklığı içinde etrafı aydınlatmaya
başlamıştı. Geçen bir gün yoktu ki, hasetçilerin hasetlerini tahrik etmemiş
olsun. İbn-i Teymiyye'nin mevkiinin büyüklüğü mertebesinin yüksekliğinin
şiddeti hasedi daha da arttırmıştı.
Alimler, işler
düzelinceye kadar susmuşlar ve sonunda kendisi ile birlikte hesaplaşmaya
başlamışlardı. Aleyhinde sözler atmaya başlayıp onu kendilerine muhalefet
etmekle, kendilerine hücumda bulunmaları, ve her davranışında kendilerine
tarizde bulunmakla itham etmeye başlamışlardı.
Şu anlatılan bu türden
bir olaydır: Yağmur kesilmiş ve ekinler kuruluştu. İnsanlar hadis-i şerif
okumak sureti ile Rablerinden yağmur talebinde bulunmuşlardı. İbn-i
Teymiyye'nin tabilerinden biri, Buhârî okumaya başlamış ve Ef âli İbâd
(Kulların fiilleri) kitabını okumuştu. Bu kitapta Ceh-miyye'ye reddiye
bulunuyordu. Fukahâ O'nun kendilerine tarizde bulunduğunu anladılar. Çünkü
kendileri Eş'arî idiler. İbn-i Teymiyye ise Ebu'l-Ha-sen el-Eş'arî'yi
Cebriyye'den addediyordu. Hemen İbn-i Teymiyye'nin bu tabîsini Şafii Kadı'ya
şikayet ettiler o da onu hapsetti. Haber İbn-i Teymiyye'-ye ulaştı ve
hapishaneye giderek onu ordan çıkardı.[29]
56-
Hanbeliler bir tarafta, diğer fukaha ve ulemada bir tarafta bulunuyordu. Daha
önce buna biraz temas etmiştik. Hanbeliler belirttiğimiz gibi Ebu'l-Hasen
el-Eş'arî ve Ebu'l-Mansur el-Maturİdî'nin yollarına tabi olmuyorlardı.
Hanbeliler dışındaki diğer fukaha itikâdî konuları bu iki İmam'ın vasıtasıyla
anlıyorlardı. İbn-i Teymiyye ortaya çıkmıştı. Kendisi Hanbeli mezhebi üzere
yetişmiş, genelde fıkhı metod olarak Hanbelî mezhebini benimsemişti. Kendisini
Hanbeli usulüne yönelten tenkitleri savunmaya adamış ve kendilerinin Haşviyye
gibi Mücesisme veya Müşebbihe oldukları töhmetini nefyetmişti. Kendilerinin
akaid konularını anlamada füru meselelerinde de olduğu gibi hadise tabi
olduklarını belirtmişti. O, Hanbelİleri yücelten ve otoritelerini güçlendiren
kendine has özel mertebesinden dolayı, karşılarında yer alan ve durumlarını
küçük gören fukahanın gazabını üzerine çekti. Hanbeliler, her ne kadar gayrî resmî
de olsa İbn-i Teymiyye'-nin himmet ve gayreti ile emretme ve yasaklama
salâhiyetine sahip olmuşlardı. Bu durum, hasımlarının galeyana gelmesi,
mücadelenin kızışması ve idarecilere sığınılması gibi hususların sebeblerinden
bir diğerini teşkil ediyordu.
57- Burada,
mutlaka zikri gereken bîr hususu belirteceğiz. Şeyh İbn-i Teymiyye'nin huyunda
ve lisanında bir hiddet vardı. Öyle görünüyor-ki, bazı-hallerde muhaliflerinin
itirazlarından söylediği bir söz veya yazdığı bir görüş etrafında mugalata
yapmalarından huzursuz oluyor, sıkılıyor ve onlara «Bu cehalettendir», «Bu
anlamamaktan kaynaklanmaktadır» «Bunlar sadece yaşlan ilerlemiş olan ulemâ
cinsindendir», gibi sert ve ağır sözler sarfedivordu. İbn-i Teymiyye,
hasımlarının yaşında değildi. Çünkü bu ha-ri^ Ve mücadelelerin başladığında
henüz 44 yaşını geçmemiş bulunuyor-H^Mücadeleler 705 senesinde başlamıştı.
Muhalifleri, kendisinden yaşlı •a' bazıları artık ihtiyarlık döneminde
bulunuyordu. İbn-i Teymİyye'nin tutumu bunlara ve tabilerine ağır geliyordu.
Daha önce Zehebi'nin
bu konuda şöyle dediğini nakletmiştik.
«îbn-i Teymiyye'ye
bahis esnasında, diğerlerine kendi aleyhine düşmanlık duygularının ekilmesine
sebeb olan bir hiddet ve gazap kendisine arız olur,, hasımlarına şiddetle
çatardı. Eğer Öyle olmasaydı hakkında herkes sözbirliği eder. di. Çünkü
hasımlarının büyükleri O'nun ilmine boyun eğiyorlar ve O'nun uçsuz bucaksız bir
deniz, benzeri bulunmayan bir hazine olduğunu itiraf ediyorlardı.»
Konuşma esnasındaki bu
hiddeti, O'nun düşmanlarını ortaya çıkarmış idi. Biz, Zehebi'nin dediği gibi
eğer bu hiddet olmasaydı hakkında herkes sözbirliği ederdi demiyoruz. Kendisi
ile diğerleri arasındaki muhalefet mutlaka kaçınılmazdı. Sandığım kadarı Üe Ona
duydukları hasedin kesin olarak olması gerekiyordu. Şu kadarki hiddeti bunu
ortaya çıkarmıştı. As* lında hasedlerinin ortaya çıkmasında asıl faktör açıktan
düşmanlık ve engelleyici bir göğüs darlığı hissetmeksizin O'na eza ve cefa
etme isteği idi.
Her ne kadar hased
kalplerini kemirse de dinî duyguları, O'na eziyet ve cefa etmekten veya eziyete
mâruz bırakmaktan kendilerini engelliyordu. Ancak İbn-i Teymiyye kendilerine
sert sözlerle çıkış yapınca O'na ezada bulunmak kendilerine kolay geliyordu.
Çünkü savunma psikolojisi bunu mubah gösteriyordu. Durum cedel ve hilaftan
artık hileler hazırladıkları düşmanlığa dönüşüyor ve sözü ile yaraladığı
nefislerinin öücünü alıyorlardı. [30]
58- O
tarihte, bir grup alim ile Takıyyuddin (îbn-i Teymiyye) arasındaki düşmanlık
şiddetlendi. Onlar, İbn-i Teymiyye'ye karşı tuzak kurmayı kararlaştırdılar ve
O'nun etrafında fitneler koparmaya teşebbüs ettiler. Fakat iki şey İbn-i
Teymiyye'yi onlardan koruyordu:
Birincisi: Valiler,
O'nun hakkında iyi düşünüyorlardı. O'nu ssmimi, din-dar ve büyük bir âlim
olarak tanıyorlardı. Aslında bunlar, O'nun ve diğer alimlerin rimî seviyesini
tesbit edebilecek ve ihtilâfa düştükleri konular-lar kimin haklı olduğunu ve
ihtilâfın kaynağının ne olduğunu anlayabilecek kadar bilgili değillerdi. Çünkü
bu durum, onların güç ve kuvvetlerini aşıyordu. Bu valiler, Türk asıllı
idiler. İşgal ettikleri mevki ve makamları, kültürleri ile değil, askerî
bilgilen sayesinde elde etmişlerdi.
İkincisi: îbn-i
Teymiyye'nin Suriye'deki halk arasındaki itibarı büyüktür. O'nun bu bölgedeki
itibarı, elde edilebilecek mevki ve itibarlarının kat kat üstündeydi.
Onlar, İbn-i
Teymiyye'ye dil uzatmak istediklerinde çeşitli sıkıntılara mâruz kalırlardı.
İbn-i Teymiyye'nin
halk arasındaki itibarından dolayı ve fitnelerden çekindikleri için her ne
kadar valiler, güçleri yettiği kadar O'nun düşmanlarına yardım etmeye
meylediyorlar ise de O'nun düşmanlarının eli en fazla O'na tâbi olan bazı
kimselere ulaşabiliyordu.
59- Fakat
valilerin, O'na yardım etmekten ypz çevirmeleri ve kavganın Suriye dışında
cereyan etmesinden dolayı, düşmanları O'nun haysiyetine dil uzatıyorlardı.
Bazen de, O'nun hakkındaki kötü emellerine ulaşıyorlardı ve hileleri en son
haddine varıyordu. İbn-i Teymİyye ile hasımları arasındaki çekişme, Mısır'da
canlanmıştı. Çünkü İbn-i Teymiyye'ye değer veren ve O'na verdiği önem ve
itibar nedeniyle komutanları tarafından da kendisine önem verilen İhn-i
Teymiyye'nin koruyucusu Sultan Na-sir'ın saltanatı ve otoritesi Mısır'da
zayıflamıştı. Komutanları O'na karşı çıkmaya başlamışlardı. Böylece Mısır'daki
valiler, o tarihte O'nun mezhebi aleyhinde yapılan dedikoduları, dinlemeye
başladılar.
Suriye'de İbn-i
Teymiyye ve muhalifleri arasında tartışma için düzenlenen, O'nun akidesini
kabul etmek, O'nun düşünce ve görüşüne uymayı kabul etmekle sona eren [31]toplantıdan
sonra İbn-i Teymîyye Mısır'a gitmek üzere çağrılmıştı. Bu çağrı, bir mektupla
yapılmıştı. Mektupta şu ibareler vardı: «Biz, Şeyh Takiyyuddin İbn-i
Teymiyye'nin ilmi konularının tartışıldığı meclisleri düzenlendiğini işitmiş
bulunuyoruz. O'nun hangi hususlarda meclisler düzenlediği ve selef mezhebi
üzerine olduğunun haberi bize ulaşmıştır. Biz bu mektubumuzla, O'nun kendisine
nisbet edilen şeyden uzak olduğunu ispatlamak istiyoruz.»
Sonra İbn-i
Teymiyye'nin Mısır'a gelmesini kendisinden isteyen bir mektup daha geldi. İbn-i
Teymiyye alışageldiği adeti üzere önemli işlere yöneliyor ye onlarla yüzyüze
gelme hususunda hiç tereddüt etmiyordu. O, hem düşüncesinde hem de savaş
meydanında cesur İdi. O, Mısır'a gitmek İçin oyalanıp gecikecek değildi. Fakat
Sultan'ın vekili, Mısır'da O'nun için hazırlanmış tuzaktan haberdardı.
O'nun Suriye'de
kendisine uyan insanlar ve yardımcıları sayesinde şerefli ve güçlü olduğunu,
vali nezdindeki değerini biliyordu. Bunun İçin de Mısır'a gitmemesini ona
tavsiye etti. Ve ona şöyle dedi
«Bu hususlar için ben Sultani, mektuplasacagım
ve problemleri halledeceğim.
Fakat O, bu teklifi
kabul etmiyordu. Fakat bu hareketleri, kendisi için hazırlanan tuzaktan
haberdar olmamasından ileri gelmiyordu. Çünkü o, işlerin sonunu (perde
arkasındaki şeyleri) dışından anlayan akıllı ve zeki bir insandı. Fakat O,
Mısır'a gitmesinin halk için faydalı olacağını ve oraya gitmekle düşüncelerinin
yayılacağını biliyordu. Mısır'da O'nun fikirlerine tabi olan kimse
bulunmadığından O'nun Mısır'da kendi fikirlerine tabi olacak kimseleri
yetiştirmesi gerekirdi. Bu hususta işkence görecek olsa bile O'nun için Hz.
Peygamber de güzel bir örnek vardır. Çünkü Hz. Peygamber dâvası uğrunda, öyle
sıkıntılar çekmişti ki bunlar, halkı iyiliğe davet eden ve kendisine uyulan
kimselere her türlü eziyeti çekmeyi kolaylaştırıyordu. O, Suriye'de kalırsa
ikram ve saygı görecektir. Öyle ise Mısır'da saygısızlıkla karşılaşsın bu
saygısızlık da Suriye'de kendisine gösterilen saygının zekâtı olsun. Bütün
bunların ötesinde, O delillerinin kuvvetli olduğunu hisseden ve yüce Allah'ın
izniyle aşağılık değil, değer ve kıymetler elde edeceğine inanan yürekli bir
âlim idi.
İbn-i Teymiyye,
kendisine güvenen kararlı kimseler gibi Mısır Valisinin bu isteğine olumlu
cevap vererek «Benim Mısır'a gitmemde çok büyük, faydalar vardır.» dedi. Çok
kalabalık halk kitleleri O'nu uğurlamak için toplandı [32].
Halk, sızlayarak ağlıyarak İbn-i Teymİyye'yi uğurladı. O da güven, sükunet ve
ümit içinde onlara veda etti.
60- İbn-i
Teymîyye Mısır'a hareket etti. Bu hadise, 705. hicrî yılında oldu. O, nerede
konakladıysa nur ve hidayet kaynağı oldu. Gazze'ye uğrayınca Gazze camisinde
büyük bir ilim meclisi düzenledi. Orada hikmetli derslerinden bir ders verdi.
İlim O'ndan ayrılmadı. Yüce ve çok bilen Allah'a güvenerek yoluna devam etti.
Nihayet, Allah'tan yardım dileyerek ilim ve marifeti neşretmek gayretiyle
Kahire'ye girdi.
Düşmanları O'nu
karşılamak İçin malzeme hazırlıyorlardı. İyice tedbîr almışlardı. Onlar, Kale'de
düzenlenen bir mecliste İbn-i Teymiyye ile karşı karşıya geldiler. Kadılar ve
devlet büyükleri de bu mecliste toplandılar.
İbn-i Teymiyye
konuşmak istedi. Hasımları konuşma kabiliyetinin ve sözlerinin çok etkili
olduğunu bildikleri için O'na kavuşma fırsatını vermediler. O'nu itham ederek
O'na karşı cephe aldılar. Malikî kadı Zeynüddin b. Mahluf, O'nun aleyhinde
iddialar ileri sürme vazifesini üstlendi. Ve ibn-i Teymiyye'nin, «Yüce Allah'ın
gerçekten Arş'ı üzerinde oturduğunu, ve Yüce Allah'ın gerçekten Arş'ı üzerinde
oturduğunu, ve Yüce Allah'ın
İnsanlar gibi harf ve
seslerle konuştuğu» görüşünü ileri sürdüğünü iddia etti. Bunun üzerine îbn-i
Tsymiyye, Yüce Allah'a hamd ve sena etmeye başladı. O'na denildi ki, «Bu
iddialara cevap ver, hutbe okuma» İbn-i Tey-miyye bu toplantının tartışma için
değil, yargılama için olduğunu anladı. Ve «Benim hakkımda karar verecek hakim
kimdir? dedi. O'na Maliki ka-dısıdir» denildi. İbn-i Teymiyye O'na «Sen benim
hasmım olduğun halde-hakkımda nasıl karar verebilirsin? dedi» Bunun üzerine
Malikî kadı çok kızdı O'nun bu cevabından dolayı merhum şeyhi hapsetti.
İbn-i Teymiyye kuyu
olarak bilinen hapse atıldı. Kardeşleri, Şerefuddîn ve Zeynüddin ve onunla
birlikte hapsedildiler.
61- İbn-i
Teymiyye, Maliki Kadı Zeynüddin bin Mahluf'un hakemliğini kabul etmemekde
haklı idi. Çünkü söz konusu Zeynuddin, özellikle halkın ve fakihlerin inanç ve
düşüncelerinden ayrı düşünen ve değişik görüşlere sahip olan âlimler hakkında
verdiği hükümlerde kaba davranıyordu. Mesela h. 701 yılında, Şeriat'ın
hükümlerini bozduğu muhkem âyetlerle alay ettiği ve bazı müteşâbih âyetlerin
diğer bazı âyetlere ters düştüğünü iddia ettiği gerekçesiyle O'nun huzurunda
büyük bir âlim yargılanmıştı. O, mahkeme sonunda söz konusu alimi idama mahkum
etti. Halbuki adı geçen âlim, apaçık üstünlük ve fazilet sahibi olup bütün
alimler, O'nun hakkında iyi düşünüyorlardı.
Söz konusu âlim,
asrında yaşayan hadis alimlerinin hocası olan Ibn-i Dakikik'l-îyd'den yardım
isteyince ve O'ndan «Benim hakkımdaki görüşün nedir?» diye sorunca o şöyle
dedi: «Ben seni faziletli ve alim olarak tanırım» demişti. Fakat senin
hakkında Kadı Zeyneddin hüküm verecektir, İbn-i Dakîkik'l-İyd'in bu şahitliği
âlim için faydalı olmadı.
Hatta verilen idam
cezası hafifletilmedi. Adı geçen Maliki Kadı'nın H. 685-78 yılları arasında 33
yıl, Kadılık makamında kalması hayret edilecek bîr şeydir.
Acaba âlimlerin
fetvaları ve görüşlerinden şüphelendiği zaman onlar hakkında idam kararını
veren bu Maliki Kadı'nın kendisi hakkında hüküm vermesine itiraz etmesi İbn-i
Teymiyye'nİn üstün zekâ ve aklından mı ileri geliyordu? Belki O bu durumun
farkına varmış olabilirdi.
Sonra her ikisinin
arasında düşünce ve fikir açısından çelişki vardı. Çünkü İbn-i Teymiyye ve adı
geçen Maliki Kadı'nın fikirleri tamamen birbirine ters düşüyorlardı. Şöyle ki
İbn-i Teymiyye, Kitap ve Sünnet atmosferinde dolaşıp uçuyordu. Ayrıca ister
halkın görüşlerine uygun olsun ister uygun olmasın Selefi's-Salihin'in
görüşlerini benimsiyordu. O, ölmeden önce Yüce Allah'ın kitabına Hz. Peygamber'in
(S.A.V.) sünnetine muhalif olan, halkın fikir ve davranışlarını değiştirmek ve
bu iki esas kaynağa göre rayına oturmak istiyordu. O, alışılmışın kölesi
değildi. O, Allah'ın (C.C.) hükmüne göre hükmediyordu.
Fakat adı geçen Maliki
kadı, Ebu'I-Hasen El-Eş'arî'nin tesbit ettiği görüşlere bağlı idi.O'nun
görüşleri dışındaki diğer görüşleri açıkça zayıf ve delâlet (sapıklık)
sayıyordu. O, düşüncesi ve metodundan
dolayı İbn-i Tevmiyye'nin
hasmı idi. İbn-i Teymiyye hakkında O'nun hükmüne başvur-k akıl isi değildi.
Özellikle bu kavgadaki tartışma ve münakaşalar delil 1713 burhanlarla yapılan
tartışmalardan ibaretti. Mahkemelerdeki şahit ve dehllerle yapılan
tartışmalar gibi değildi. Düşüncesi ve aklıyla yalnız el-Es'arî'nin mezhebinin
çerçevesine yerleşmiş bulunan ve O'nun görüşlerini asmayan bir kimse, İbn-i
Teymiyye'nİn delilleri hakkında nasıl hüküm verebilirdi?
Üstelik Maliki Kadı,
İbn-i Teymiyye yi işin başında İtham etmişti. Bir şahsın hem hasmını itham
etmesi hem de O'nun hakkında karar vermesi akıl isi değildir. Çünkü bunlar,
birbirine zıt iki şeydir. Başkasını itham eden kimse, cezayı gerektiren
delilleri serdeder. İtham edilen kimsenin, kendi görüş ve düşüncelerini
açıklamasını kolaylaştıran karşıt delilleri getirmesi lâzımdır. Kadı ise her
iki tarafın delillerine göre hükmeder. Maliki Zeynüddin ise, bizzat İbn-i
Teymiyye'yi itham etme vazifesini üstlenmişti ve itham edilen kimsenin delil
getirerek haklı olduğunu isbatlamasına engel olmuştu.
Böylece O, kadı değil,
İbn-i Teymiyye'nİn hasmı oldu. Takıyyuddin İbn-i Teymiyye O'nu, bu durumla
itham etti ve O'nun hüküm vermesine engel oldu. Aslında sözkonusu Kadı'nın bu
işi başkasına havale etmesi gerekirdi. Yani İbn-i Teymiyye'ye hasım olmayan
bir Kadı'ya havale etmesi ve sözkonusu ithamla uğraşması gerekirdi. Fakat O,
hemen İbn-i Teymiyye'yi itham etti ve O'nu hapsetti.
62- İbn-i
Teymiyye, H. 705; yılı Ramazan ayında hapsedildi. Suriye halkı Mısır'da O'nun
başına gelen bu olaya üzülüyorlardı. Kadı'nın eziyet ve zararı İbn-i
Teymiyye'nİn mensup olduğu Hanbelilerede sıçradı. İbn-i Kesir Hanbeliler'in
başına gelen eziyetleri rivayet ederek şöyle demiştir:
«Mısır'daki
Hanbeli'ler, büyük sıkıntılarla karşılaştılar. Bunlardan biri şudur: Hanbeli
Kadısının ilmi az idi. Sermayesi azdı. Bundan dolayı, Hanbelilerin başına
birçok sıkıntılar geldi, ve onların durumu değişti.[33]
Fakat Hanbelilerin
başına gelen felâketler, Hanbeli Kadı'nın cahilliğinden mi ileri geldi? Veya
bunun sebebinin, İbn-i Teymiyye ile üç Kadı'nın görüşlerini temsil eden Maliki
Kadı arasındaki olay olup ilmi seviyesi düşük olan söz konusu Hanbeli kadının
Hanbelileri müdafaa edemeyip diğer mezheplerin mensuplarında olduğu gibi onları
kuvvetli ve güçlü kılabilme-diğinden mi İleri geldi? bilmiyoruz. Anlaşıldığına
göre asıl sebep budur,
Çünkü Takıyüddin'in
hapsedilmesi, Mısır'daki Hahbeli'Iere yapılan eziyetler ile Suriye'deki
taraftarları ve tabiilerine yapılan eziyetlerin hepsinin aynı zamanda olması
bunu ispatlayan bir delildir.
63- İmam
İbn-i Teymiyye, bir sene kuyunun dibinde hapiste durdu. Bir sene geçtikten
sonra Ramazan gecesi, O'nu kuyudan çıkarmak için bazı vicdanlı kimseler
harekeie geçtiler. Kahire Vali'si Emir Salar, Hanefî, Maliki, Şafii Kadıları ve
bazı fakîhlerle bir toplantı yaptı. Ve İbn-i Teymîy-ye'nin hapisten çıkarılması
için onlarla konuştu. Kahire Valisi, büyük İmam'ın hapiste kalmasının adalet,
din, ve ahlakla bağdaşmayacağına inanıyordu.
Halbuki İbn-i
Teymiyye, haik kitlelerine komuta etmiş, orduları hareket ettirmiş, ölüm için
korkmadan ileri atılmış olup, Suriye ve Mısır halkının düşman ordularına karşı
kazandığı zaferlerle biten şiddetli mukave-temetin ruhu idi. Fakat Kadılar ve
Fakihlerin ruhunda İbn-i Teymiyye'yi hapisten çıkarmak için Kahire Valisinin
ruhundaki İtici güç yoktu. Buna rağmen Onlar, Valiye karşı koymadılar. Çünkü
onların seciyesinde yaratılmış olan kimseler, emirleri hoşnut etmeğe
çalışırlardı. Veya en azından valileri kızdırmıyorlardı. Bundan dolayı
onlardan birisi İbn-i Teymİyye'nin hapisten çıkarılmasına muvafakat edeceğini
söyledi ve bunun için de bazı şartlar ileri sürdü: Bu şartlardan birisi: İbn-i
Teymİyye'nin ilân ettiği itikatla İlgili konulardan geri döneceğine dair
garanti vermesiydi. Orada toplananlar bu görüşü kabul ettiler. İbn-i
Teymiyyeyle konuşmak üzere O'nun meclise gelmesi için bir elçi gönderdiler.
İbn-i Teymiyye bu teklifi kabul etmedi. Çünkü O, onların dâvasını isbat edecek
delillerle İkna olmak için kendisinden deliller istemediklerini iyi bilirdi.
Çünkü onlar İbn-İ Teymİyye'nin inanmadığı şeyleri O'na kabul ettirmek
istiyorlardı. Altı defa O'na elçi gönderildi. İbn-İ Teymiyye onların yanına
gitmemeye kesin karar verdi. Onların çağrılarına iltifat etmedi. Böylece,
Onlar, dağıldılar. İbn-i Teymiyye'-de hapiste kaldı. İbn-i Kesir bu'olaydan
sonra İbn-i Teymİyye'nin hasımları hakkında şöyle demiştir:
«Onlar, sevap
kazanmadan dağıldılar.»
Onlar, delilsiz olarak
defalarca İbn-i Teymİyye'nin kendi görüşlerinden vazgeçmesini ve İnancına
aykırı görüşleri ilân etmesini O'na teklif ettiler. Halbuki O, kendi görüş ve fikirlerinin
hakiki iman ve gerçek İslâm inancı olduğuna inanıyordu. Sanki onlar, İbn-i
Teymiyye'yi; «devamlı hapis hayatı» ile «inanç ve imanını değiştirme» arasında
tercih yapma hususunda serbest bırakmışlardı. İbn-i Teymiyye onlara Hz. Yusuf
(A.S.)'ın söylediği sözlerle cevap verdi: «Ey Rabbim zindan benim için,
bunların teklif ettiklerinden daha iyidir. (Yusuf Sûresi, 12/33).
64-
İbn-i Teymiyye, kendi üstünlüğünü
ve ilmî değerini bilmiyen Mısır'da
hapiste geçirdiği müddet içinde belki Mısır, İftihar ettiği zaferde İbn- i
Teymİyye'nin çalışma ve faaliyetlerinin rolünü de bilmedikleri o tarihte
Suriyeliler, en büyük
alimlerinin, iftihar kaynağı olan zatın, sıkıntı zamanlarında kendilerinin
sığınağı ve güven kaynağı olan bu büyük alimin basına gelenlerden dolayı üzüntü
İçindeydiler. Bu hususta, halk ve emirler
aynı şeyi
hissediyorlardı.
Hatta İbn-i Teymiyye
hapishaneden bazı akrabalarına bir mektup gönderdiği zaman, bu mektubun geliş
haberi emire ulaşınca emir hükümet temsilcisini mektubu arayıp bulmak için
gönderirdi. Ele geçirdiği bu mektubu halka okurdu ve İbn-i Teymiyye'yi överdi,
O'nun ilminden faziletinden, zühdünden, dindarlığından ve cesaretinden
bahsederdi. O'nun gibi değerli ve O'ndan daha cesur kimse görmediğini
bildirirdi. İbn-i Teymiyye bir mektubunda; kendisinin sultanın
hiçbir elbisesini ve sultanın bahşişlerini kabul etmediğini ve bunlarla
kirlenmediğini yazmıştı. Bu durum O'nun değerini arttırdı. Suriye'de O'nun
güzel ahlâkından bahsedilir ve O övülürdü. Mısır'da ise O hapiste eziyet
çekiyordu. Çünkü Suriye O'nun faziletini, gayesini ve Mimini görmüş ve O'nu
anlamıştı. Mısır'a gelince; Mısır halkı O'nun ne değerini ne de cesaretini
bildi. Her ne kadar bazı İleri gelenler O'nun bu hususiyetlerini biliyorlardı.
Fakat onlar, O'nun bu
özelliklerini halktan gizli tutuyorlardı. Çünkü ileri gelen Fakih ve Hadisçiİer
fikir ve me-todda O'nun görüşlerine katılmıyorlardı. İbn-İ Teymİyye'nin
propagandasını yaptığı görüş ve fikirlerinden onların içi sıkılırdı. Valiler,
her ne kadar O'nun bazı üstünlüklerini bilseler de O'na eziyet verme hususunda
halkı alimlere katılmaya razı ediyorlardı. Daha doğrusu O'na yapılan eziyetleri
görmemezlikten gelmeye ve halkt O'na
yardım etmek için çalışmamaya razı etmeye çalışıyorlardı.
65- Belki
Suriye'den gelen haberler ve Suriye halkının İbn-i Teymiyye için çektiği
üzüntüler, Mısır hükümdarlarını zaman zaman O'nun hakkında iyi düşünmeye
sevkediyordu. Nihayet onlar, İbn-İ Teymiyye'yi eziyetten kurtarmaya teşebbüs
ettiklerinde Mısırlı alimler ortaya koydukları şartlarla İbn-i Teymİyye'nin
hapisten çıkmasına engel oldular. İbn-i Teymiyye de bu şartlan kabul etmedi.
Sultan'in Kahire'deki
temsilcisi Salar'da İbn-i Teymiyye ile âlimlerin arasını bulmaya teşebbüs
etmişti. Böylece İbn-i Teymiyye tartışma isteğini reddedince onunla beraber
hapishanede bulunan iki kardeşini ilmî münakaşa İçin meclise getirtti. Maliki
Kadı İbn-i Mahluf onlardan birisi o!an Şerefuddin ile tartışmaya başladı.
Aralarındaki tartışma uzadı. İbn-i Kesir bu konuda şöyle diyor:
«Şerefuddin, nakli
delil ve bilgi ile Maliki Kadıya galip geldi. Maliki Kadı'-nın bazı batıl
iddialar ileri sürdüğü bir çok yerde Şerefuddin O'nun hatalarını tesbit etti.
Tartışmaları, Arş. Allah'ın Kelâm'ı, ve (Hz. isa'nın) gökten inmesi gibi
konular hakkındaydı»[34].
Tartışmadan sonra her
ikisi de kardeşlerinin yanına tekrar hapishaneye atıldılar. Her iki kardeşin
Maliki Kadı'yi yenmeleri hayret edilecek bir olay değildir. Çünkü onlar, ilmi
ecdadlanndan ve seleflerinden miras yoluyla slan o büyük Teymiyye ailesi idiler.
Onların ikisi fikrini ve sözlerinin değişik mânâlarını en güvenilir bir
şekilde bilen kimselerdi. Allah (C.C.) onların hepsinden razı olsun.
66- İki
kardeşiyle ilmî tartışma yapılırken İbn-i Teymiyye hapsinde ikamet ediyor
oradan ayrılmıyordu. Tartışma İçin çağrıldığı halde hapisten çıkmıyordu. Çünkü
O, dehşetin bulunduğu yerde ve kendisi hür asil olduğu halde bu asaletinin
korunamayacağina inandığı meclislerde ilmî tartışma yapmıyordu. Daha önce
mezkur kadılar ve fakihler huzurunda Ona konuşma hakkı verilmediği İçin onlara
karşı muzaffer olamamıştı. O, münakaşa için Meclise gelenlerin apaçık
delillerle razı olabilen ve hakkı arayan kimseler olmadığına inanıyordu.
Aksine onlar,
mutaassıp idiler. İbn-i Teymiyye'nİn delilleri onların şiddet ve öfkesini
arttırdı. Onlar, İbn-İ Teymiyye hakkında katıca hükmediyorlardı. Onların
sözlerini reddeden veya en azından onları zulümden alıkoyan kimse bulunmuyordu.
Bu durum, İsa b.
Mühenna adındaki bir Arap hükümdar iktidara gelinceye kadar devam etti. O,
İbn-i Teymiyye'yi takdir ediyor ve O'nun üstünlüğünü biliyordu. Çünkü O
Suriyeli idi. O yetkililerden izin aldıktan sonra-hapishaneye gitti. Hapisten
çıkması ve saltanat temsilcisi «Salar»ın evine gitmesi için İbn-i Teymîyye'ye
yalvardı. İbn-i Teymiyye, hapiste 18 ay kaldıktan sonra H. 707 yılı 23
Rebiu'l-evvel günü hapisten çıktı. İbn-İ Teymiyye hapiste kaldığı bu müddet
içinde kınında bekleyen bir Hindistan kılıcı gibi sağlam ve sıhhatli kalmıştı.
Nihayet İbn-i
Teymiyye, Saltanat temsilcisinin sarayına çıktı. Sultan, İbn-i Teymiyye'nİn
asaletini ve keremini zedelemeden, konuşmasına engel olmadan ve O'nu herhangi
bir hükümle tehdit etmeden O'nun münakaşa etmeleri için hocalara haber
gönderdi. Onlar, ilmî tartışma için toplanınca İbn-i Teymiyye sevindi ve gönlü
rahat oldu. Hakiki tartışma İbn-i Teymiyye'nİn hapisten çıkmasından iki gün
sonra başladı. Ondan önce ise küçük meseleler hakkında tartışma yapıldı.
Fakihler, O'nunla ilmî mücadele etmek için geldiler. Fakat kadılar, bu meclise
gelmekten çekindiler, çünkü onlar, O'nunla mücadele etmek istemiyorlardı.
Bilakis O'nun hakkında hüküm ve karar vermek istiyorlardı. Onlara göre bu
mücadele, halledilmesi gereken bir düşmanlık dâvası gibiydi.
Onlar,bu mücadelenin
sünnet ve Kitap'tan alınan deliller e tespit edilen OnIar, bu ~^t ojduğunu
bHmiyorlardı. Ayrıca, bir kimsenin, an-len din, konulardan £ret ^ aWt deHllerle takviye ettiği oranda
cak sözünü ^'f^ceğlnl
de bilmiyortard,. Onlar, münakaşa e meye dindS fZ S! l«Xa SSc seçik
konuşmas.yla, delilleriyle, delillerinin başladılar. ^^^ lle onlar, hayrete
düşürdü. kuweti ve sWQ™*™etler ,ieri sürerek ilmî tartışma meclisine
gel-Kadılar, W* «T^bazılar, da diğer mazeretleri ileri sürdüler.
medİ'r ToZ S b* mazeretlerinin olduğunu söylüyor O da İbn-i ibn. Kesir onlannd.g
Teymiyye nın
yüksek miyecekIerini bilirlerdi. Bu mazeretlerin fl£« bildiği halde, saltanat temsilcisi
onların mazeretin, e t ve güçlerinin yetmediği birşeyi onlara teklif
etmedi. [35]
67- İbn-i
Teymiyye, serbest bırakıldı. Hür bir arap ona hapishane kapısını açtı. İbn-i
Teymiyye, kendisi gibi hür olan birisinin eliyle hürriyete kavuşmayı kabul
etti. Canlarını ve ruhlarını, şeriatı doğru şekilde anlamalarına engel olan
bağlarla bağlayan kimselerin eliyle hürriyetine kavuşmayı kabul etmedi. Suriye
halkını sevindiren bu hürriyetten sonra, bununla sevinen ve neşelenen bazı
Suriye şairleri marşlar söylediler.
İbn-i Teymiyye'nin
önünde iki yol vardı:
Ya asalet ve şeref
yurdu, sevinç ve üzüntüsünde kendilerine katıldığı ailesinin vatanı olan
Suriye'ye dönecekti, veyahut Kahire'de kalıp, hapis yüzünden neşredemediği ve
insanlar arasında neşretmesinde bir çok faydaları umduğu prensiplerini
neşredecekti.
O'nu saltanat
temsilcisinin yardımıyla esaretten kurtaran Hüsameddin b. Mühemâ İsâ,
selâmetini tercih etmesini ve Suriye'de başlattığı çalışmalarını tamamlatması
için Suriye'ye dönmesini tercih ediyordu. Saltanat temsilcisi ise: halkın İbn-i
Teymiyye'nin faziletini, ilmini görmeleri O'ndan faydalanmaları ve Suriye halkı
gibi Mısır'liların da O'nun medresesinden mezun olmaları İçin O'nun Mısır'da
kalmasını tercih etti.
Herhalde ikinci görüş,
İbn-i Teymiyye'nin isteğine uygun geldi. Çünkü o halka faydalı olmayı
fikirlerini yaymayı düşünüyordu. O, daha önce de tartışma yerinin Mısır
olmasını tercih etmişti. Çünkü O Mısır'da bir çok faydalı hizmeti
gerçekleştireceğini umuyordu.
O büyük âlim,
insanları hidayete getirmek ve onları irşâd etmekten başka nasıl bir maslahat
umabilirdi? Fakat Mısır'daki zihinler, Suriye'deki zihinler gibi O'nun
sözlerini kabul etmeye hazır değildi. Çünkü O, Suriye halkı ile birlikte
imtihan vermişti, bollukta ve darlıkta onlara katılmıştı, ve Suriye halkının
sükunet kaynağıydı. Bütün bunlar, Suriye halkının zihinlerini O'nun davetini
ve hidâyetini kabul etmeye hazırladı. Mısır halkına gelince onlar, İbn-i
Teymiyye'nin kabiliyetini bilmiyorlardı. O'nu tecrübe etmemişlerdi. O'ndan
önce, Mısır hocaları, O'nun aleyhinde öyle şeyler söylemişlerdi ki: Mısır
halkını O'nun söylediklerinin akıl tarafından kabu! edilemeyecek şeyler olduğu
İnancına sahip etmişlerdi. Mısırlılar, O'nun Suriye halkının kabul ettiği gibi
rahatça sözlerini kabul etmediler.
Özellikle Mısır'Iı
hocalar O'nun başına bir şeyin gelmesini bekliyor-iar ve pusular kuruyorlardı.
Fakat İbn-i Teymİyye, kendi adeti üzere cesaretle davetçi, hidâyet rehberi ve
mürşid olarak öne atıldı. Suriye'deki medresesi gibi içinde düzenli olarak
ders vereceği özel bir yeri yoktu. O Mısır'da camilerde ve minberler üzerinde
dağınık bir tarzda ders veriyordu. Bu derslerinde bazı Kur'ân âyetlerini
yorumluyordu. Halkın faydalanacağı ve ileri gelenlerin kulağına ağır gelmeyecek
vaazları veriyordu.
Müştebihât ile ilgili
görüşleri ve tartışma konusu olan fikirlerine gelince bu fikirleri Kahire'deki
Salihiyye medresesi gibi özel medreselerde yürütüyordu. O, medresede tartışma
için üç ders meclisi düzenlemişti İbn-i Teymiyye, bu tartışmalı derslerde
fikirlerini delillerle apaçık bir şekilde açıklıyordu. Bu fikirleri, bazı
kimseler kabul ediyor, bazıları da reddediyordu.
68- İbn-i
Teymiyye, altı ay veya daha uzun bir müddet insanları (kendi görüşlerini kabul
etmeye) çağırmaya ve onlara vaaz ve nasihatta bulunmaya devam etti. O'nun
vaazını dinleme esnasında camiler, insanlarla dolup taşıyordu. Nihayet büyük
bir halk kitlesi O'ndan faydalandı. Onlar İbn-i Teymİyye'nin, kalbi ve aklıyla
alemlerin Rabbi Allah (C.C.) için çalışan samimi bir âlim olduğunu anladılar.
İbn-i Teymİyye'nin bu
altı aylık müddetten sonra ki durumunu ele alıp incelemeden önce burada iki
hususu belirteceğiz: Birincisi; İbn-i Teymiyye hapisten çıktıktan sonra kendine
eziyet ve işkence eden herkesi affetti. Bu hususu, Dimaşk'a gönderdiği bir
mektupta yazdı. Böyle bir hareket, ancak akıllı, geniş kalpli büyük âlimin
şanına yakışan doğru bir harekettir. Aff meselesini, Dimaşk'a gönderdiği bir
mektupta yazmıştı: Mektubunda şöyle bir ifade kullanmıştı:
«Allah (C.C.)
sizlerden razı olsun. Bildiğiniz gibi ben, taraftarlarımız şöyle dursun,
müsîüraan halktan hiçbir kimseye açıkça veya. gizlice eziyet ve işkence
yapılmasını istemiyorum. Müslümanlardan hiç kimseyi kınamıyorum. Bilâkis onların
şahsiyetine göre herkese eskisinden daha fazla değer veriyorum, onlan takdir
ediyorum, seviyorum. Bir insan ya müetehid olur veya hatâ eder veyahut günah
işler. Birincisi, sevap kazanır ve yaptığı hizmeti övülür. İkincisi ise,
ietihad etmekle sevap kazanmakla birlikte hatâ ettiğinde hatası affedilir.
Üçüncüsünü ise Allah (C.C.) bizleri, O'nu ve diğer müslümanları affetsin.»
İbn-i Teymiyye bu mektubunda
yine devamla şöyle demiştir: «Bana İftira etmesi, zulmetmesi veya hakkıma
tecavüz etmesinden dolayı hiç kimseden intikam alınmasını istemiyorum. Çünkü
ben bütün müslümanlara hakkımı helâl ettim. Ve ben, bütün müslümanlar için
hayırlı işler dilerim. Kendi nefsim için de hayır isterim. Bana iftira eden ve
bana zulmedenlere benden taraf hakkım helâl olsun,».
İkinci husus: Burada
kaydetmek istediğimiz ikinci husus, İbn-i Teymİyye'nin annesine karşı
şefkatli olması, O'nu sevindirmeye ve O'na İyilik yapmaya teşebbüs etmesidir.
O, hapisten çıktıktan sonra Mısır'da ikâ-t etmeyi tercih edince annesinin bu
kararından memnun olamayacağı-me fQrWınriavdı
Çünkü annesi, O'nu gözleriyle görmek istiyordu. Bundan dolayı İbn-i
Teymiyye annesine şöyle bir mektup yazdı:
Ahmed b. Teymiyye'den
mutlu annesine, Yüce Allah nimetleriyle gözlerini ay-d * 1 tsın ve sana
kereminden bol bol ihsan eylesin. Seni Cennet cariyelerinden evlesin Allah'ın selâmı rahmeti ve bereketi
üzerinize olsun:
Biz kendisinden başka
ilâh olmayan Allah'a hamd ederiz. Yalnız O, hamd edilmeye lâyıktır. O'nun gücü
her şeye yeter. Yüce Allah'tan peygamberlerin so-nuncusu ve muttakilerin önderi
Hz. Muhammed (S.A.V.)'e ailesine ashabına salat ve selâm etmesini dileriz.
Size yazdığım bu
mektup, Yüce Allah'ın kıymetli ihsanı ve büyük gizli nimetleri hakkındadır. Bu
nimetler için Allah'a şükrederiz ve O'ndan faziletini artırmasını dileriz.
Yüce Allah'ın (C.C.)
nimetleri her zaman çok ve boldur ve O'nun ihsanlarının sayılması mümkün
değildir.
Şimdi Mısır ülkesinde
ikamet etmemizin zarurî sebeplerden ileri geldiğini bilirsiniz. Biz bu fşleri
ihmal ettiğimizde din ve dünya işlerimiz bozulur. Vallahi biz isteyerek sizden
uzaklaşmayı tercih etmiyoruz. Eğer yanınıza gelmek için kuşlar, bizi
taşısalardı biz onlara binip yanınıza gelecektik. Fakat vatanından uzaklaşan
kimsenin mutlaka bir mazereti vardır. Eğer siz, işin iç yüzünü bilseydiniz
Allah'a şükürler olsun, bu anda vatanımdan uzaklaşmamdan başka bir tek şeyi
tercih etmeyecektiniz. Biz, bir ay olsa bile Mısır'da ikamet etmeyi ve yerleşmeyi
kasdetmiş bir durumda değiliz. Bilâkis, her gün kendimiz ve sizin için hayır
diliyoruz. Bize hayırlı dualarda bulunmanızı dileriz. Yüce Allah'tan (C.C.)
bize ve müslümanlara hayırlı ve uğurlu şeyleri takdir etmesini dileriz.
Yüce Allah, kalbimize
aklımıza ve hayalimize gelmeyen, iyilik, rahmet, hidayet ve bereket kapılarını
bize açmıştır.
Biz her an yolculuğa
çıkmayı istiyoruz. Yüce Allah'tan hayırlısını bize nasip etmesini dileriz. Hiç
kimse bizim, dünya ile ilgili işlerimizi sizin yanınızda bulunmaya tercih
ettiğimizi asla zannetmesin. Bilâkis yakınınızda bulunmamız daha faydalı olduğu
zaman, din işlerim bile bu duruma tercih etmiyoruz. Fakat Öyle önemli işler
vardır ki; onları ihmal ettiğimizde herkesin zarar göreceğinden endişe
ediyoruz. İşin içinde bulunan kimse, içinde bulunmayan kimsenin göremeyeceği
şeyleri görür.
Sizden yegâne
İsteğimiz bizim için çokça dua etmenizdir. Yüce Allah her şeyi bilir, fakat biz
bilmiyoruz. O'nun gücü her şeye yeter. Fakat bizim gücümüz yetmez. O, gizli
olan şeyleri çok iyi bilir. Hz. Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurmuştur:^
«İnsanoğlunun Allah'ın (C.C.) kendisine verdiği şeye razı olması O'nun
mut-luluğundandir. İnsanoğlunun, Allah'tan hayırlı şeyler dilememesi ve rmk
taksimatında Allah'ın kendisine verdiği şeye razı olmaması O'nun
bedbahtlığındandır.» iuccar yolculuğa çıkar, malının zayî olmasından korkar.
Malının tamamını sarfe-amceye kadar bir yerde yerleşme ihtiyacını duyar, İçinde
bulunduğumuz durum anlatılamayacak kadar önemli ve büyüktür. Yüce Allah'ın
(C.C.) kuvvet ve kudretinden başka hiçbir güç ve kuvvet yoktur.
Allah'ın selâmı,
rahmeti ve bereketi sizin üzerinize, evde bulunan büyük ve küçük herkese, aile
fertlerine ve bütün talebelerimizin üzerine olsun. Alemlerin Rabb'ı Allah'a
hamd ve senalar olsun. Efendimiz Hz. Muhammed'e (S.A.V.) âli-^e ve ashabına
salât ve selâmlar olsun.»
69- Bu,
İbn-i Teymiyye'nin annesine yazdığı mektubudur. O, bu mektubunda şefkat ve
merhamet döküyor. İbn-i Teymiyye, bu mektubunda belâğatinin alâmetlerini ortaya
koymuştur. O, düşünce yönünden ulaştığı ilmî makamından taviz vermeden;
anlaşılması ve takdir edilmesi için, mektubunda kolay ve anlaşılır ifadeler
kullanmıştır.
Bu mektubuna değer
vermemizin iki önemli sebebi vardır: Birincisi: İbn-i Teymiyye'nin «Biz burada,
bir ay kadar yerleşmeyi bile azmetmedik.» tarzındaki ifadesidir. Bu ifade, O'nun hapisten çıktıktan sonra Kahire'de kalmayı tercih ettiğine delâlet etse
bile bu kalmanın devamlı olarak orada yerleşme şeklinde olmadığına delâlet eder.
Bilâkis O asıl vatanı, ailesi ve arkadaşlarının yurdu, dâva ve rehberliğinin
fışkırdığı yer alan*Suriye'ye dönmek üzere Kahire'ye geçici olarak yerleşmek niyetindeydi. İkincisi: İbn-i Teymiyye'nin
şu sözüdür: «İşin İçinde öyle büyük işler vardır ki: Onları ihmal ettiğimizde
halkın ve özel şahısların zarar görmesinden korkuyoruz.» İbn-i Teymiyye'nin
ihmal edildiklerinde herkesin zarar görmesinden korktuğu büyük meseleler
nelerdir? Şüphesiz ki bu meseleler, dinî meseleler, dinî insanlara açıklamak
ve Hz. Peygamber (S.A.V.)'in getirdiği şekliyle vahiy indiğinde yaşayan ve
vahyin mânâ ve gayesini anlayan salih seleflerimizin anlayışlarına uygun bir
şekilde dînî gerçeklen halk arasında yaymaktan ibarettir. Bu hususların
İhmalî, herkese zarar verir. Umumî zararı,
insanların delâlete sapmasıdır.
Hususi zararına gelince,
âlim bir şeyi insanlara açıklamadığı zaman bu ihmalin mesuliyetini çeker. Sonra ortada diğer özel bir zarar daha
vardır. O da îbn-i Teymîyye Mısır'a gelirken dinî yönden İtham ediliyordu.
Kendisini bu ithamdan kurtarmak, halk ve özel kişiler nazarında dinî yönden
ithamdan kurtularak Mısır'dan ayrılma hakkına sahipti.
Bundan dolayı O,
insanlara doğru yolu göstermek ve gerçek dînlerini onlara açıklamak için
medreselerinde ve emirlerin meclisinde Mısır'ın ileri gelen âlimleri ile
tartışmak üzere Kahire'de ikâmet etti. [36]
70- İbn-î
Teymiyye, tekrar ailesinin yanına dönmek niyetiyle Kahire'de yerleşti. Fakat
Yüce Allah, O'na hesabından daha uzun bir müddet Mısır'da yerleşmesini ve zaman
bakımından birinci belâya yakın diğer bir belâyı da O'na takdir etti. Fakat bu
ikinci belâ, fbn-i Teymiyye'nin eğitim, araştırma, ders ve vaaz vermesine enge!
olmadı. Bu yeni sıkıntının - her ne kadar son sıkıntı değilse de - sebebi,
İbn-İ Teymiyye'nin halk ders vermeye devam etmesidir.
İbn -i Teymiyye, her
ne kadar bu dersleri düzenli vakitlerde ve bir yermemiş olsa bile Mısır
halkından kendi fikirlerini telkin ettiği bazı d6ı Mer edindi. İbn-i Teymiyye
Mısır'da Sofilerin kuvvetli bir otorite kurulduklarını gördü. Onlar, vahdet
mezhebine inanıyorlardı. Bu mezhep, ^UŞe°varoIan ve sonra meydana gelen,
yaratıcı ile yarattıklarını birleştiren bir mezheptir.
Bu görüş, Hind
felsefesi ve Hind tasavvufunun özünü teşkil ediyordu. H 638 yılında ölen
Muhyiddin b. el-Arabî bu tasavvuf! görüşü aşağıdaki şiirde açıkça
belirtmiştir.
Ey eşyaları kendi
nefsinde yaratan kimse.
Sen, yarattığın
şeyleri, ihtiva ediyorsun.
Sen, Varlığı sende
sona eren şeyleri yaratıyorsun.
İster dar ister geniş
olsun her mahlukta sen varsın.
İbn-i Teymiyye,
Mısır'daki Sofilerin bu mezhebin propagandasını yaptıklarını gördü. Bu
görüşten etkilenenlerden biri de H. 632 tarihinde ölen Mısır'ın meşhur Şairi
İbnu'l-Fâriz'dir. Selefi görüş sahibi İbn-i Teymiyye, söz konusu mezhep
hakkında konuşmak istedi. Bazı Sofiler
«Biz ilâhî zatla
irtibat kurduğumuz ruhî terbiye haline ulaştığımız zaman, ibadetleri yerine
getirme sorumluluğundan kurtulup yüksek bir dereceye kavuşuruz,» diyorlardı.
İbn-i Teymiyye, bütün
bunları gördükten sonra kuvvetli delilleri ve sağlam mantığıyla bu fikirlere
karşı koydu. Bu tasavvuft mezhebe ve mensuplarına karşı mücadele etmeye
başladı. Söz konusu Sofiler, hükümdarlar nezdinde otorite sahibiydiler. Daha
önce Salahaddin Eyyübî onlara bir Tekke yaptırmıştı. Hângâh, Sofilerin içinde
ibadet ettikleri ve insanlardan ayrı yaşadıkları yerdir. Salahaddin Eyyübî'den
sonra, İbn-i Teymiyye' ye değer veren ve O'nun üstünlüğünü kabul eden Nasır b.
Kalavun da H. 723 yılında O'nun için Seryakavs'da bir Hângâh yaptırdı.
İbn-i Teymiyye,
Mısır'lılara göre çok değerli olan İbn-i Arabi'yi tenkid ederken Mısır Hakimi
İbn-i Ataullâh es-Sîkenderî O'nu emirlere şikayet etmeye koyuldu. Sofiler de,
İbn-i Teymiyye'yi şikayet etmek için guruplar halinde Kale'ye gittiler. O'nun,
şeyhlerine küfrettiğini ve onları, halkın gözünden düşürdüğünü söylediler.
Bunun üzerine Sultan Adliye binasında ilmi bir meclisin düzenlenmesini
emretti. İbn-i Teymiyye'ye halk senin için bu mecliste toplanmış denildiği halde,
O, soğukkanlı korkusuz, ve cesaretli bir şekilde bu meclise geldi. Adıgeçen
meclise giderken «Allah, bize yeter ve O ne güzel vekildir» diyordu. İbn-i
Teymiyye bu mecliste hasım-lariyia tartıştı. Açık hüccet ve delillerle
hasımlarını susturdu.
Orada apaçık bir dille
ve anlaşılan sözlerle konuşarak kendisini savundu. Sonunda hasımlarına karşı
apaçık bir zafer kazandı.
71- Daha
sonra, Sofilerin İbn-i Teymİyye aleyhinde yaptıkları toplantı ve şikayetler
çoğaldı. İbn-i Teymiyye, onlara karşı
koymaktan aciz kalmadı. Sofiler,
halkı İbn-i Teymiyye aleyhine tahrik eden bazı sebebleri bulmuşlardı. O, yalnız
Allah (C.CJ'tan yardım ve imdâd istenebileceğini söylüyordu. Hatta Peygamber
(S.A.V.)'den bile yardımın ve imdadın isten-nemeyeceğini söylüyordu. İbn-i
Teymiyye İbn-i Ataullah el-Askerî ile tar-ııştığı bir mecliste bu konu dile
getirildi. Orada bulunan cemaattan bazıları «Bu fikrin bir sakıncası yoktur»
dediler. Baş kadı ise bunun «edebsiz-lik» olduğunu söyledi. Fakat bu görüşün,
küfür olduğunu söyleyemedi. Devlet, bu vaziyette zor duruma düştü. Mısır'da
çekişme ve mücadeleler çoğaldı. Devlet bu olayları yatıştırmak için O büyük ve
takva sahibi îmam'a yönelmekten başka bir çare bulamadı. Böylece O'nu üç şey
arasında tercih yapma hususunda serbest bıraktı: Ya doğum yeri ve vetanı olan
Di-maşk'a geri dönecekti. Veya İskenderiyeye gidecekti. Ancak O'nun Di-maşk ve İskenderiye'de kalması bazı
şartlara bağlanmıştı. Muhtemelen bu şartlardan birisi O'nun İnanç ve
fikirlerini yaymamasiydı. Üçüncü husus ise; hapse girmeyi kabul etmekti. İbn-i
Teymiyye, hapse girmeyi tercih etti. O, hapse girmeyi tercih ederken, dâvası
uğruna vücudunun hapsedilmesini tercih ediyordu. Fikir ve dilinin
bağlanmasındansa hapsi tercih etmişti. Çünkü bu bilginin ruhunu dolduran
hürriyet, bir yerden diğer bir yere intikal etme hürriyetinden ibaret değildi.
O'nun ruhundaki hürriyet, düşünce hürriyeti, dolaşma hürriyeti, fikir ve
görüşlerini yayma hürriyeti şeklinde idi. Gerçekten ve doğru mânâda hür olan
kimse, görüş ve fikir hürriyetinin, vücudunun hürriyetinden daha Önemli olduğunu anlayan kimsedir. İbn-i Teymiyye
hapse girmeyi tercih etti. Fakat O'nun talebeleri ve taraftarları, O'nu ileri
sürülen şartları kabul ederek Dîmaşk'a gitmeyi tercih etmeye zorladılar. Bu konuda
O'na ısrarla yalvardılar. Îbn-İ Teymiyye, onların bu ricasını kabul etti ve H.
707 yılı Şevval ayının 18, günü Posta atına bindi ve yola çıktı. O, yolculuğa
çıkar çıkmaz aynı O'nu geri çevirmek içîn peşinden adam gönderdiler ve Mısır
hükümeti hapsedilmesinden başka bir şeye razı olmaz dediler. İbn-i Teymiyye;
Dimaşk'a gittiğinde orada arkadaşları ve taraftarları arasında bulunacağını o vakit kendisine zorla
kabul ettirdikleri şartları reddeceğini hissettiler. Böylece onlar tehdit silâhına
başvurdular.
Fakat kendisine hapis
edileceğini haber veren şahıs, baş kadı İdi. Anlaşıldığına göre O'nu hapsetmek
için kadılar görüşbirliğine varmamışlardı. Halkın fikirlerine ters düşen
fikirlere sahip olan kimselere karşı katı davranmaya meyilli olan Zeynüddin bin
Mahluf bu kadıların arasında yoktu. (Şimdi) Kadıların meclisinde yapılan
konuşmaları sîze sunuyorum:
Bazı kadılar: «Devlet
hapisten başka bir şeye razı olmaz.» dediler. Bunun üzerine baş kadı: «îbn-i Teymiyye'nin hapiste durmasının
faydası vardır» dedi "nesl^ Maliki Kadı Şemseddin'den devletin İbn-i Teymiyye'yi hapse atmak isteğine dair hükmetmesini istedi. Bu
maliki kadı, Zeynüddin b. Mahluf'un tipinde istegmeO, «îbn-i Teymiyye'nin bir
suçu tesbit edilmemiş ki bu hük-
Rac Kadı, aynı konuda
hüküm vermeyi Maliki kadısı Nured-mîî verevim'
ez-Zevâvî'den istedi.
Bu Kadı da hüküm vermediği gibi Ona bir cevap dahi îşte'bu safhada îbn-i
Teymiyye, durumu çıkmazdan kurtardı. Ve «Ben hapse gireceğim Maslahata binâen
bunu yapacağım.» dedi. Bunun üzerine, Nureddin ez-Zevavî- «O, emsallerine uygun
olan bir yerde hapsedilmelidir» dedi. — O'na «Devlet ancak O'nun gireceği
hapsin ismi verildikten sonra hapse girmesine razı olur» denildi. O'ndan sonra
İbn-i Teymiyye, kadılara ait hapishaneye gönderildi ve kendisine hizmet edecek
bir kimsenin yanında bulundurulmasına izin verildi.[37]
72- Bu
karşılıklı konuşmalardan ve varılan neticeden, Mısır alimlerinin, !bn-i
Teymiyye taraftarı oldukları, O'na zarar veya eziyet verecek herhangi bir şeye
teşebbüs etmeye razı olmadıkları açıkça anlaşılıyor. Hatta onlar, dilleriyle
O'nu takdir ediyorlardı ve O'nun üstünlüğünü itiraf ediyorlardı. Mısır'li
alimlerin tutumunda acaba neden böyle tuhaf bir değişiklik meydana geldi? Altı
ay önce İbn-i Teymiyye kale kuyusundan (hapishane) onların rızası olmadan
çıkmıştı. Fakat şimdi de onların rızası olmadan hapse giriyordu. Ve onlar
İbn-i Teymiyye'ye şefkat göstermek istiyorlardı?
Şüphesiz bu adamların
her iki duruşma meclisinde fikirlerinin değişmesinin bir sebebi vardır. Fakat
İbn-İ Teymiyye hakkındaki düşünce ve fikirleri değiştiren ayrı iki sebebin
bulunduğunu açıklamamız gerekir. Veya en azından bu iki sebep, görüş ayrılığını
kavgaya hatta düşmanlığa varacak şekilde değiştirdi. Bu iki sebepten birincisi
şudur: İbn-i Teymiyye, Mısır alimleri ve halkı önünde delillerini ileri sürdü.
O, apaçık konuşan ve fikirlerini açıklayan bir hatip idi. İleri sürdüğü
delilleri, yorumlama ve açıklamasında zorluk çekilmeyen ve tahriç edilmelerinde
haddi aşmadığı Kur'ân âyetleri ve Hz. Peygamber'in (S.A.V.) hadislerinden
ibaretti.
Bilâkis O, âyetleri,
Hz. Peygamber'den rivayet edilen -konu ilö ilgili-hadislerle yorumluyordu.
İbn-i Teymiyye kuvvetli, doğru aklı ve keskin zekâsıyla onları yönlendiriyordu.
Şüphesiz O'nun bu şekilde davranmasının onların kaibleri üzerinde büyük bir
etkisi olmuştu. Onlar, O'nun fikirlerini kabul etmeselerdi bile O'na düşmanlık
da yapamiyorlardı. İkinci sebep: Bu defa yapılan savaş, İbn-i Teymiyye ile
Sofiler arasında yapıldı. İlk asırlardan itibaren Sofiler, bir çok hususta
fakihlere [İslâm hukukçularına) muhalefet ediyorlardı.
Çünkü Sofiler, ruhu
terbiye etmek için, Kur'ân-ı Kerim ve Sünnet hukukunu ve İlk âlimlerin
olaylardan çıkardıkları hükümleri kabul eden İs-lâm Hukukçularının ve
Fakihlerin asırlardan beri tesbit ettikleri hükümlerden tamamen ayrı ve
değişik bir metodlan vardı.
Sonra, bu iki gurup,
halk üzerinde otorite kurmak İçin kavga ediyorlardı. Bu guruplardan her
birisi, halkın yalnız kendi otoritesi altında olmasını istiyordu.
İbn-İ Teymiyye,
Sofilere çatrnca, fakihlerin O'na karşı Sofileri desteklemeleri düşünülemezdi.
Bütün bu sebepler, O'nun hakkında faydalı bir hüküm vermelerine vesile oldu.
Hatta bu husus, fakihlerin İbn-i Teymiyye hakkında hüküm vermemelerine sebeb
oldu. Nihayet bu büyük Fakih devlet adamları karşısında Fakihlerî zor duruma
düşürmemek için kendisi hakkında hüküm ve karar verince birçok Mısır âlimi,
hapishanede O'na merhamet edilmesini istediler.
73- Bu
hapis, gerçek anlamda hapis değildi. Bilâkis mecburî ikamet gibiydi. Çünkü ilim
öğrenmek isteyen talebeler, sabahtan akşama kadar O'nun yanında
bulunuyorlardı. Emir ve İleri gelenler O'ndan fetva istiyorlardı. İbn-i
Teymiyye, hapiste fazla kalmadı.
Nihayet, âlimler ve
Kadınların Salihiyye Medresesinde düzenledikleri toplantıda aldıkları bir
kararla İbn-i Teymiyye hapisten çıktı. Halk, gece-gündüz O'nun başında
toplanmaya başladı. O, fikirlerini ve görüşlerini halk arasında yayıyor ve
fetva isteyenlere fetva veriyordu. Bu defa İbn-i Teymiyye'nin sıkıntı
çekmediğini görüyoruz. Belki bu defa girdiği rahat hapishane, başına gelecek
felâketleri bekleyen Sofilerin gürültü ve patırtılarından O'nu kurtarmıştı.
Muhtemelen, o hapsedilmeseydi, Sofiler, O'nun etrafını saran kalabalık halk
topluluğu içinde O'na karşı gizlice, pusu kurarak pervasızca O'na saldıracak
birisini görevlendirebilirlerdi. Belki bu plân, Başkadı İbn-i Cemâat'ın
«Hapiste İbn-i Teymiyye için fayda vardır» sözüyle işaret ettiği bir plândı.
Böylece, o tarihte
İbn-i Teymiyye'nin Mısır'daki düşmanlarının sadece Ibn-İ Arabi'nin fikirlerine
tabi olan Sofiler olduğunu anlamış oluruz. Çünkü İbn-i Teymiyye bu fikirleri
çürütüyor. Ve bu fikirleri söyleyenlere çatıyordu. Bu, ilk mücadeleden başka
bir şey değildi. Bu mücadelede, Sofiler yenilgiye uğradılar. Yüce Allah [C.C.)
İbn-İ Teymiyye'yi onların şerrinden korudu.
74- İbn-i
Teymiyye İle Sofiler arasındaki İkinci savaş. Sultan Nasır b. Kalavun'un
istifa etmesi ve Muzaffer Baybars el-Çasİkir'in yönetimi ele almasıyla
başladı. Mısır hükümdarının Şeyhi, fikri ve tasavvufî yönü ile
İbnü'î-Arabi'nin tabiilerinden olan Nasr el-Menbici idi. Bu mücadele, birinci
mücadeleden daha şiddetli oldu. Çünkü Mısır Sultanı, İbn-i Teymiyyen!
n düşmanlarını açıkça destekliyordu. İbn-î
Teymiyye de O'na Nasr'ın yen! özü
ile bakıyordu. Karşılıklı fikir teatisinde bulunduktan sonra
«Titan Muzaffer
Baybars ve Şeyhi, Nasr el-Menbici çeşitli tedbirler üze-de düşündüler. İbn-i
Teymiyyeden kurtulmak için en başarılı yolun O'nu Kahire'den İskenderiye'ye
sürgün etmek olduğuna inandılar. Çünkü Kahi-"de O'nu himaye
eden taraftarları çoğalmıştı. Kahire'deki Fakihler de O'nu destekliyorlardı.
İskenderiye'de ise İbn-i Teymiyye'nin ne bir himayecisi ne de bir taraftan
vardı. Onlar, İbn-i Teymiyye'den en kolay ve kısa yoldan kurtulmak için O'nu
İskenderiye'de hile ile öldürmeyi ümid ediyorlardı.
İbn-İ Teymiyye,
İskenderiye yolculuğuna çıktı. Ibn-İ Teymiyye ile ilgili
haberlerin, O'ndan
önce İskenderiye'ye ulaşmış olduğu anlaşılıyor. O, İskenderiye'ye ulaşınca
orada ders vermeye ve halka vaaz etmeye başladı. O, nereye giderse doğru yolu
gösteren nur ve ışık saçan bir lâmba gibiydi. İskenderiye'de de halk O'nun
etrafında toplandı. O'nu sevdi ve O'ndan
faydalandı.
İbn-i Teymiyye Safer
ayının son gecesinde H. 709 yılında İskenderiye
yolculuğuna çıkmıştı. Orada yedi ay kadar kaldı. Yanı, İdare tekrar
Nasır b. Kalavun'un eline geçinceye kadar İskenderiye'de durdu.
ibn-i Teymiyye'nin
İskenderiye'de yaptığı işleri, kardeşi Şerefuddin; İskenderiye'den Samdaki
kardeşi Bedreddin'e yazdığı bir mektupta geniş bir şekilde açıklamıştır.
Bu mektuptaki bazı
açıklamalar şöyledir:
«Değerli kardeşimiz
îbn-î Teymiyye, sınırda nöbet tutmak niyetiyle korunmuş liman şehri
İskenderiye'de konaklanmış bulunuyor, çünkü Allah'ın düşmanları, O'nu
iskenderiye'ye göndermekle O'nun için bazı tuzaklar kurmayı düşünüyorlar.
Ayrıca İslâm dini ve müslümanlara hile yapmak İstiyorlar. Buraya gelmek, bizim
için şeref ve azizlik vesilesi oldu. Onlar, bu sürgünün İbn-i Teymiyye'nin ölmesine
sebep olacağım zannettiler. Onların kötü emelleri, aleyhlerine döndü. Ve bu
emelleri her yönden tersine döndü.
Gün geçtikçe Yüce
Allah (C.C.) katında ve insanlar nezdinde yüzleri kara çıkmaya ve
yaptıklarından üzüntü ve pişmanlık duymaya başladılar. Bu şehrin halkı,
tamamen kardeşimize yönelerek O'na ikramda bulunmaya başladılar. O her zaman,
Allah'ın kitabından ve Resulünün Sünnetinden, müminlerin gözünü aydınlatan
âyet ve hadisleri neşrediyor.
Kitap ve Sünnetin
neşri, düşmanlara üzüntü vesilesi oldu. Tesadüfen îbn-i Teymiyye
İskenderiye'de, yumurtlayan ve yavru çıkaran, eş-Şeb'inîyye ve Arabiyye
guruplarını sapıtan İblisi gördü.[38]
Ibn-i Teymiyye,
İskenderiye'ye gelmesiyle Yüce Allah Onların topluluğunu da dağıttı. Onların
toplulukları darmadağınık oldu. Ibn-i Teymiyye, onlann perdelerini yırttı,
onlann kusurlarını ortaya, koydu. Onlardan birçok kurup tevbe etmek istediği
gibi onların başkanlarından birisi de tevbe etti. Hem de cahiller, değersiz
kimseler ve çocuklar hariç; Müslüman halk île halkın ileri gelenlerinden emir
kadı, fakih, müftü, şeyh ve müctehid gurupların kalbinde İbn-İ Teymiyye'nin
sev.! gisi ve saygısı yerleşti. O'nun sözlerini kabul ettiler, emirlerine ve
yasaklarına uydular. Böylece Yüce Allah'ın (C.C.) dini İskenderiye'de Allah ve
Peygamberinin düşmanlarına karşı yüceldi. Düşmanlarımız açıkça ve gizli olarak
bütün insan toplulukları içinde özel isimleriyle lanetlendiler. Bu durum, orada
ikamet eden Nasr el-Menbiçi'yi de etkiledi. O, anlatılması güç olan bir korku
ve zillete maruz kaldı.[39]
75- Yukarıda
zikredilen olaylardan anlaşıldığına göre fbn-i Teymiyye, nereye yerleşmiş ise
hidayet kaynağı olmuştur. Kahire'de bulunan ve yaratid ile yaratan'in birliğine
inanan ittihadı Sofiler hayret İçine düştüler. Düşmanları Kahire'de hiçbir
isteklerini elde edemeyince O'nu İskenderiye'ye sürgün etmişlerdi. Çünkü orada
İbnü'i-Arabî mezhebi kuvvetli idi ve
taraftarları çoktu. Onlar, İskenderiye'de O'nun başına kötülük getirmek
istediler. Böylece yetkili ve yöneticiler tarafından değil, halk tarafından
İbn-i Teymiyye'ye zarar verilecekti. Fakat İbn-i Teymiyye, İskenderiye'de de
bu mezhebe saldırdı. Kurd'u İslsm düşmanlarını orada buldu. Kurdu oradan
atıncaya kadar mücadelesine devam etti. İskenderiye'deki halk, İbn-i
Teymiyye'ye tabi oldu. el-Menbecî, orada İbn-İ Teymİyye'yi avlamak istediği için
öfkesinden dişlerini gıcırdatmaya başladı. Fakat İbn-i Teymiyye, bu mezhebi ve
taraftarlarını avladı ve ei-Menbeci'yi öldürücü bir okla vurdu. Veya en azından
O'nun fâaliyetini zayıflattı. Böylece İbn-i Teymiyye'nîn bu yolculuğu, içinde
kötülük bulunmayan halis iyiliğe dönüştü, İnsanları hayra çağıran İbn-i
Teymiyye, nerede konakladıysa, irşad, hidayet ve ıslâh hareketi için meydanı
geniş buldu.
İskenderiye'deki
ikameti uzun sürmediği halde orada İslah hareketi gerçekleşti. Çünkü İbn
Teymiyye, yedi ay sonra, konakladığı ve gittiği diğer yerlerde olduğu gibi
İskenderiye'den de güçlü ve şerefli olarak geri döndü.
kında şöyle bîr
açıklama vardı. îlk Sofiler, Allah'ın (C.C.) zatında fena olmayı adet haline
getirmek istiyorlardı. Şöyleki Sofi, ilâhî nimetlerin kendisini kaplamaya, bu
nimetlerin kendisi üzerine dökülmelerine müstehak [40]
76- İbn-i
Teymiyye'nin dostu Nasır b. Kalavun Mısır ve Suriye'deki hakimiyetini tekrar
geri aidi. Kendisini azletmeye zorlayan hasmını yendi. Ve Kahire'ye geldi.
Hicri 709 yılı Ramazan Bayramı günü Kahire'deki saltanat tahtına oturdu. Orada
yerleşir yerleşmez İbn-i Teymİyye'yi Kahire'ye neri getirmeyi düşündü. Ertesi
gün yani Şevval ayının ikinci günü İbni Tey-miyye'y' Kahire'ye getirecek
görevlileri, O'nun yanına gönderdi. İbn-i Teymiyye, bu mübarek ayın sekizinci
günü Kahireye geldi. İmâm el-Hüseyin'in Meshed [şehid düştüğü yer)'ine yakın
bir yerde yerleşti. Derslerini vermeye ve fikirlerini yazmaya başladı.
O, ifâsı gerekli oian
ilim hakkı ile imamlığı kendisine geçen dinî konuların hakkını vermekten başka
hiçbir şeye aldırmadı.
Hakkında kötülük
yapmak isteyenler, özür dilemek için O'nun yanına geldiler. O da onların
suçlarını' affetti ve onlara şu eşsiz tarihi sözünü söyledi: «Bana eziyet
veren herkese benden taraf hakkım helâl olsun.»
77- îbn-i
Teymiyye'nin cesaretine ve güzel ahlâkına delâlet eden iki önemli hususu
değerlendirmeden ve bunlar üzerinde durmadan İbn-i Teymİyye'yi öğrencileri ve
müritleriyle yaptığı vaaz ve dersleriyle başbaşa bırakmayacağız.
Birincisi: Zimmiierin
kendilerine mahsus bir sembolleri vardır. Onların sarıkları çeşitli boyalarla
boyanmıştı. Onlar, özel bir işaretin bulunması şartıyla sarıklarının renginin
müslümanların sarıklarının rengi ile aynı renkte olmasına müsâade edilmesi
için çok mal verdiler. Görüşlerinin alınması için, bu konu alimlere arz edildi.
Alimler, Melik Nasır'in bu hususu benimsediğini zannettiler ve bu konuya
itiraz etmeden sustular. Fakat onlar, geveleyip dururken İbn-i Teymiyye
konuştu.
«Bu konuda söylenecek
söz, serbesttir. Yumuşak bir söz değildir.» dedikten sonra konuşmasını şu
sözleri ile tamamladı:
«Padişahlık haşmeti
ile oturduğun ilk mecliste, fani dünya malı için zimmileri desteklemekten Allah
seni korusun. Mülkünü sana geri verdiği düşmanını yüz üze-n yıktığı ve
düşmanına karşı seni muzaffer kıldığı için Allah'ın sana verdiği nimetlerini
hatırla.»
Zimmilerin
sarıklarının müslümanların sarıklarından ayrı bir renk ile boyalı olması
hususunda niçin İbn-i Teymiyye bu kadar sert ve şiddetli davranmıştı? Halbuki
O, Hz. Peygamber'in (S.A.V.) oniara karşı şefkatli davranmayı emrettiğini ve
Efendimizin herhangi bir zımmiye zarar
veren kimseden beri olduğunu, bilen doğru ve samîmi bir müslüman idi.
Aynı zamanda O, esirleri Tatarlardan kurtardığı zaman, müslüman ve zimmilerin
esirlerini birbirinden ayırmarriıştı.
Sanırım İbn-i
Teymiyye'yi zimmilerin elbiselerini müslümanlardan ayırma hususunda sert ve
katı davranmaya sevkeden sebeb, haçlı seferlerinden geri kalan Hıristiyan
casuslarından veya zimmilerin söz konusu Hı-ristiyanlara casusluk yapmasından
endişe etmesinden İleri gelmekteydi. Böylece O, Haçlılara taraftar oları
zimmilerin zehirlerini, İslâm topluluğuna akıtmamaları için zimmilerin
elbiseleriyle tamamen müslümanlardan ayrılmaları hususunda sert ve katı
davrandı.
İkinci durum: Nasır,
tekrar iktidara gelince ve işini sağlama bağlayınca kendisi aleyhinde
düşmanlarına yardım edip onları destekleyen âlimler ve kadılardan intikam
almak istedi. Bunlar, daha önce Ibn-İ Teymiyye'-ye eziyet veren kimselerdi.
İbn-i Teymiyye onların yüzünden onsekiz ay Kale'de hapiste kalmıştı.
İşte burada ilim, din
ve fazilet ahlâkına uygun davranışın muhterem İbn-i Teymiyye'de ortaya
çıktığını görüyoruz.
Sultan Nasır, kendi
düşmanlarına yardım eden alimler ve kadılar hakkında İbn-i Teymiyye'den fetva
sordu. İbn-i Teymiyye, kanlarının akıtılma-sının kendisi üzerine haram olduğuna
ve onlara eziyet etmenin helâl olmadığına dair fetva verdi. Sultan, O'na şöyle
dedi:
«Onlar sana da eziyet
ettiler ve defalarca seni öldürmek istediler.» Bunun üzerine O değerli alim:
«Kim bana eziyet etmiş
ise hakkımı O'na helâl ettim. Kim Allah'a ve Peygamberine (S.A.V.) eziyet
etmişse Yüce Allah (C.C.) O'ndan intikam alacak. Ve ben, kendim için onlardan
intikam almak istemiyorum» dedi.
İbn-i Teymiyye,
Sultanın isteğinin aksine onları, affetmek ve aleyhlerine fetva vermekten
vazgeçmekle yetinmedi. Bilakis, onları affetmesi için Sultan'a öğüt vermeye
başladı. O'na şöyle dedi:
«Şayet sen bunları
Öldürürsen bir daha onlara benzeyen kimseleri göremezsin.»
Sultan, onları
affedinceye kadar İbn-i Teymiyye ona yalvarmaya devam etti.
İbn-i Teymiyye, bu
iyiliği, kadılar ve fakihler İçin yaptı. Onlar arasında, O'nun başını isteyen
ve O'nun tartışma yapmasına engel olan İbn-i Mahlut'da vardı. Bundan dolayı
Kadı İbn-i Teymiyye'yi övdü ve O'nun.hakkında şöyle dedi:
«fbn-i Teyrniyye gibi
kimse görmedik. Biz halkı O'nun aleyhine tahrik ve teşvik ettik. Fakat O'na
gücümüz yetmedi. O'nun gücü bize yettiği halde O bizi affetti ve bize zarar
vermekten kaçındı.
Böylece Yüce Allah'ın
(C.C.) «Sen kötülüğü, en güzel şekilde önle. aranızda düşmanlık olan kimse sana
sanki samimî bir dost gibi oluverir>>âyetinin muhtevası açıkça
gerçekleşmiş oldu.
78- İbn-i Teymiyye
müderris, araştırıcı, müftü, mürşid, ve muallim olarak ilme döndü.
Anlaşıldığına göre O, bu defa Kahire'de uzun müddet ikamet etmeyi niyet
etmişti. Daha önceki ikametinde kısa zamanda Kahİ-'e'den ayrılmak niyetinde
idi. Fakat rüzgârlar gemilerin İstemediği taraftan eserlerdi. Yani İşler onun
istediği gibi olmazdı. Böylece O, ya hapsedilir veya sürgün edilirdi. Şimdiki
durumda ise yardımcılarının çoğalmasıyla Yüce Allah (C.C.) O'nu kuvvetli ve
güçlü kılmıştı. Yüce Allah (C.C.) O'na düşmanlarının kuvveti gibi kuvvet
verdi. Bundan dolayı O, bazı kitaplarını İstemek üzere ailesine bir mektup
gönderdi. Ayrıca bu mektubunda talebelerinden Cemaleddin el-Mizî'yi
kitaplığından istediği kitapları aramak üzere görevlendirdi. Bu mektubunda
aşağıdaki ibareyi yazmıştı:
«Size bir mektup
gönderdim. Bu mektupla sizden, kiliseler hakkında yazdığım kitabımı istiyorum.[41]
Bu eser, el yazımla yazılmış bir kaç formadan
İbarettir. İnşallah bu eseri bana göndereceksiniz. Bu konuda Şeyh, Cemaleddin
el-Mîzİ'den yardım isteyiniz. O, kitaplarımın arasına baksın ve istediğim bu
eseri bulsun. Aynı şekilde mümkünse (onbir cilt olan) ve Kadı Ebu'l-Hasan'm
hattı ile yazılmış bulunan et-Kadı Ebu Yalâ'nın ta'lîkİni de bana gönderiniz.
Şayet bu kitabın hepsini gönderemiyorsanız baştarafmdan ya bir cilt veya iki ya
da üç cilt gönderiniz.» Bunlardan başka istediği bazı kitapların ismini yazdı.[42]
79- İbn-i
Teymiyye, ilme, fetva ve derse döndü. Hiçbir şey, O'nun ilmî hayatının
safiyetini buiandırmadı. Ancak O'nun düşmanları, sultan ve âlimleri O'nun aleyhine
kışkırtmak ve tevsik etmekten aciz olduklarında halka yöneldiler. Halkı O'nun
aleyhine teşvik ve tahrik etmeye başladılar. Fakat onlar, İbn-i Teymiyye'nin
taraftarlarının sayıca kendi taraftarlarından daha fazla olduklarını unuttular.
Bu kışkırtmdan dolayı,
O'nun başına iki olay geldi: Birincisi: Hicri 711 senesi Recep ayt'nın
dördünde, düşmanlarının teşvikiyle bir gurup anarşist İbn-i Teymiyye'yi bir
köşeye sıkıştırdılar. Çirkin elleriyle O'nu dövdü-'er. Bunun üzerine İbn-i
Teymiyye'nin intikamını (öcünü) almak için Hü-seyniyye halkı toplandı. İbn-i
Teymiyye onlara engel oldu. Fakat onlar, bu hususta kendilerine izin vermesi
için ısrarla O'na yalvarıp rica ettiler. Ve bu hususta çok konuştular. İbn-i
Teymiyye, onlara şöyle dedi:
«Bu hakk ya benim hakkım
ya sizin hakkınız veya Allah'ın (C.G.) hakkıd Eğer benim hakkım ise, ben onlara
hakkımı helâl ediyorum. Eğer bu hak size at ise, ve siz sözlerimi dinlemezseniz
ve konuda benden fetva sormazsanız dilediğin şeyi yapınız. Eğer Allah'ın (C.C.) hakkı ise, Yüce Allah
(C.C.) dilerse onlardan hakkını alır.»
Bu tartışma esnasında
ikindi namazı vakti geldi. O, Camide namaz kılmak için dışarı çıktı. Tekrar
kendisine eziyet edilmemesi İçin taraftarları, O'nun camiye gitmesine engel
olmak istediler. O, onların sözünü dinlemedi. Ve camiye gitti. O'nun lehine
öfkelenen büyük halk toplulukları O'nu takip etti.
İkinci olay: Bu olay
da aynı ayda meydana geldi. Bu defa yakışıksız kötü sözlerle İbn-i Teymiyye'ye
küfredilerek O'nun şahsiyetine tecavüz edildi. Fakat bu defa O'na tecavüz eden
şahıs, bilgisiz ve tecrübesiz cahillerden değildi. Bilâkis O'na kötü lâf
söyleyen şahıs fakihierdendi. Sonra bu fakih, İbn-i Teymiyye'den özür diledi.
Herhalde O, Sultan'in veya halkın kendisini yakalayarak şiddetle
cezalandıracaklarından korktuğu için O'n-dan özür diledi. Fakat Şeyh, herşeye
rağmen O'nu affetti. Ve kendi intikamını almayacağını söyledi.
80- Fakat
hâlâ İbn-i Teymiyye tamamen kendini ders ve araştırmaya vermemişti. Bilâkis
Sultan'la bir nevi bağlantısı vardır. Çünkü O, Sultandan tamamen ilişkisini
kesmeye uğraştığı halde Sultan O'na bu fırsatı vermiyordu. İbn-i Teymiyye,
O'nu aramasa bile Sultan O'nu arardı.
Bu sıkı ilişki
esnasında, bazı valiler hakkında Sultan O'nunla İstişarede bulunurdu. O da
hile yapmadan hak sözü (doğruyu) söylerdi. Çünkü halkı İdare etmek ve
aralarında sdaletie hükmetmek, Yüce Allah'ın (C.C.) Sultan'ın zimmetine koyduğu
bir emanetti. Ayrıca Yüce Allah (C.C.), alimlere, mümkün olduğu kadar
hükümdarları irşad etmelerini emretmiştir. İbn-İ Teymiyye'nin tavsiyesi üzerine
Hicri 711 yılında en-Nasır, Trablus'un şer'i hakimini tayin etti.
Bazı zalim hakimler,
Dımaşk halkına zulmedince onlara hakaret edip çok miktarda malî yükleri
yükleyince, bu hakim alimlerin bu konuda herhangi bir itirazım görmedi. Hatta
onlara zulmetti. Bazılarını dövdü. Bu haber İbn-i Teymiyye'ye ulaşınca O, bu
valileri Sultan'a şikayet etti. İbn-i Teymiyye'nin tavsiyesi üzerine o, zalim
vali azledildi. Diğer eyaletlerde resmî tayinlerde rüşvet yaygın bir hale
gelmişti. İbn-i Teymiyye durmadan bu konuyu Nasir'a şikayet ediyordu. Nihayet
Nasır, bu konuyu şiddetle yasaklamak üzere bir mektup yazdt. Bu mektupta şu
ifadeler bulunuyordu:
«Hiç kimse, mal ve
rüşvet ile herhangi bir vazifeye tayin edilmemelidir. Aksi takdirde iş, ehil
olmayanların eline düşer.»
Kısasta halk arasında
bir anarşi vardı. Hakim ,karar ve emir vermeden öldürülen kimsenin velileri
kısas alıyorlardı.Sultan Nasır,İbn-i Teymiyye’nin tavsiyesi üzerinde katilin
hemen öldürmeyeceğiz bilakis şeriat hükmü ile kendisinden kısas alınıncaya
kadar takip edileceğine dair bir ferman yayınladı.
Böylece Takiyyuddin
İbn-i Teymiyye’nin Sultan ile ilişkisi hakimler için hidayet kaynağı mahkumlar
için merhamet pınarı oldu.Ve İmam-Malik’in zamanında;Medine emirleriyle ilişki
kurduğu gibi ; İbn-i Teymiyye zamanında da alimlerin emirlerle ilişki kurmaları
gerçekleşti. [43]
81- İbn-i
Teymiyye'nİn Mısır yolculuğu her ne kadar zor ve sıkıntılı geçti ise de,
uğurlu ve bereketli neticeler verdi. Daha önce Dimaşk'ta Sultan'ın valisi,
İbn-i Teymiyye'yi yolculuktan alıkoymak istediğinde
ve Sultan'la mektuplaşacağım dediğinde; İbn-İ Teymiyye'nİn de belirttiği
gibi O, emir, İbn-i Teymiyye'nİn istirahatını temin etmeye bakıyordu. İbn-i
Tey-miyye, İse; halkın fayda ve menfaatini gözetiyordu. Bu iki zatın da beklediği
şey doğru çıktı. Çünkü İbn-i Teymiyye, çok sıkıntı çekti, yoruldu. Fakat
insanlar İçin faydalı oldu. Onlara doğru yolu gösterdi. Onları, irşâd ve islâh
etti. O, insanlara (halka) doğru yolu göstermek isteyen bu uğurda sıkıntı
çeken ve eziyet görenleri müdafaa eden takva sahibi âlimlere örnek oldu. Hatta
İbn-i Teymiyye, kendine eziyet edenleri
müdâfaa etti ve hiç kimsenin onların canına kasdetmesine fırsat vermedi.
Kendisine eziyet edenleri affetmek
gayesiyle onlara karşı güler yüzlü muamele ediyordu. Hatta İbn-i Teymiyye'nİn en büyük düşmanları, O'nun
en muttaki ve en seçkin insan olduğuna dair şahitlik ettiler.
82-
İbn-i Teymiyye, Mısır'daki tebliğ vazifesini yerine getirdikten sonra
artık Suriye'ye dönmeyi hak etmişti. Fakat O, Suriye'ye geri dönmedi,
Suriye'ye dönme fırsatını elde edinceye kadar Mısır'da istirahat etmek ve
orada yerleşmeye meyletmek için değil, aksine kılıç taşıyan bir mücâhid olarak
Suriye'ye dönmek için Mısır'da cihâda devam etti. O, kırk yaşında iken kılıç
taşırken şimdi de elli yaşını geçen bir yaşlı olarak yine kılıç taşıyordu.
Şöyleki; Hicrî 712
yılı Şevval ayında Sultan Nasır, Tatarlara karşı koymak için kalabalık bir
ordu hazırladı. Çünkü tatarların emniyet içinde olan İnsanları rahatsız etmeye
ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak fitne çıkarmaya karar verdikleri haberi, sık
sık ona ulaşmaktaydı. Nasır bu Cihad'-da İbn-i Teymiyye'yi beraberinde götürmek
istedi. İbn-i Teymiyye de oyalanıp Cihad'dan geri kalacak değildi. O, ailesi
arasında istirahat etmek için değil, mücahid ve Suriye'yi savunucu olarak atına
binerek oraya yöneldi.
İbn-İ Teymiyye,
Mısır'da yedi yıl ikamet ettikten sonra oradan ayrıldı. Mısır halkı O'nu
candan uğurladılar. Her ne kadar Mısır'da İbn-İ Teymiyye'ye eziyet yapılmış ise
de; bu eziyet, Mısır halkı tarafından değil, bilâkis O'nu kıskanan ve O'nunla
yarışanlar tarafından yapılmıştı. Halktan bazıları İbn-i Teymiyye'ye eziyet
vermek istedikleri zaman, kalabalık halk toplulukları, O'na düşmanlık eden bu
şahıslardan intikam almak üzere onların öldürülmesi için İbn-i Teymiyye'den
emir ve işaret bekliyorlardı.
İbn-i Teymİyye (r.a.)
Hicri 712 yılı Zilkade ayı başında Dımaşk'a ulaştı Kalabalık bir halk kitlesi,
O'nu karşılamak için çıkmıştı. îbn-i Teyrniyye'-nin Dimaşk'a gelişi, sıhhatli
olması ve O'nu tekrar gördükleri İçin sevinmişlerdi. Hatta O'nu görmek için
kadınlar bile çıkmıştı.
Eski durumu gibi O,
Dımaşk halkı için emniyet ve sükûnet kaynağı idi. O, Mısır'dan çıkar çıkmaz.
Tatarların hiç beklemeden geri çekildiklerine dair ardarda haberleri aldı.
Bundan dolayı İbn-İ Teymİyye, ordudan ayrılıp Beytü'i-Makdts'e gitti. Orada
birkaç gün ikamet ettikten sonra Dımaşk'a döndü. Yukarıda belirttiğimiz gibi
O, Zilkade ayının başında Dımaşk'a ulaştı.
83- İbn-i
Teymİyye, Suriye'de ikâmet etti ve orada yerleşti. İbn-İ Kesir, İbn-i Teymiyye'nin Dımaşk'daki
durumu için şöyle demiştir:
«îbn-i Teymİyye,
Dımaşk'a ulaşıp orada yerleştikten sonra çeşitli ilimlerle meşgul olmaya, İlmi
neşretmeye ve kitapları telif etmeye, halka sözlü ve yazılı uzun fetvalar
vermeye ve şer'İ hükümlerle içtihad etmeye başladı. Bazı hükümlerde
(konularda) dört mezhep imamlarına uygun olarak içtihad eder fetva verirdi.
Bazılarında İse; mezhep imamlarının görüşlerine veya mezhep imamlarının meşhur
görüşüne muhalif fetva veriyordu.
O'nun, birçok fıkhî
tercihlerini, kendi içtihadı ile Kur'ân'dan, Sünnetten çıkardığı sahabe ve
selefin sözleriyle desteklediği ve bunlara göre verdiği fetvalarını ihtiva eden
çok miktarda ciltleri teşkil eden eserleri vardır.»
Bu sisteme göre
çalıştığına dair diğer bilgiler, O'nun hayatıyla İlgili kitaplarda
belirtmiştir. Bu da O'nun Dımaşk'da fer'î meselelere döndüğüne delâlet eder. O,
akaîd usulüyle ilgili meseleleri derin ve ince bir şekilde araştırarak
noksansız bir şekilde inceledi. Bu konudaki görüş ve fikirlerini ihilesiz ve
gizlemeden açıkça ilân etti. Kendi nefsini ardarda gelen sıkıntılara maruz
bıraktı. İleri gelen insanlar, tarafından eziyete uğradı. Nihayet bu konudaki
görüşlerini neşretmeyi tamamladı ve onları delilleriyle jhalka açıkladı.
Böylece Allah'ın dinini, kendi inancına göre tebliğ etti. büşmanlarının sesini
kıstı, dostlarının sesini kuvvetlendirdi. O'na düşmanlık edenler, sayıca çok
olmalarına rağmen O'ndan çekinmeye ve susmaya başladılar. Bu konudaki zaferi
O'na yeterdi.
O'nun yardımcı ve
taraftarları, ilk önceleri fikirlerini gizledikleri hal-:!e sonraları Mısır'da
ve Suriye'de ortaya koymaya başladılar. O, bu her ki ülkede de çok miktarda
taraftarlar elde etti.
O Mısır'daki vazifesini tamamlayıp Suriye'ye
dönünce bütün kuvveti !e kendini fetva vermeye ve fer'î konularda kitap
yazmaya verdi. Bu du-y asla O'nun
akaid ilmini incelemek ve bu ilmi açıklamadan vazgeçtiği n'asına gelmez.
Bîlâkis bunun mânâsı şudur: O, zamanının fer'î meseleleriyle meşgul oluyordu.
Bazen kendisinden akaidle ilgili bîr konu sorulur-O bu soruya cevap veriyordu. Bu da O'nun en
fazla fer'î meselelerle uârasmasina mani olamazdı. O, esas derslerini
umumiyetle Hanbeti mezhebi okulunda veriyordu. Bazen de diğer okullarda ders
veriyordu.
84- (bn-i
Teymİyye, fer'i delillere yönelip onları incelemeye başlayınca İmamların
ittifak ettikleri görüşe veya onların mezheplerine göre meşhur olan veya.
meşhur olmayan görüşlerine muhalif olan bazı neticeleri elde etti.
Bu yöneliş. O'nun daha
Önceleri ferî konulara önem vermediği anlamına gelmez. Bilâkis, Önceki
yönelmesi, kapsamlı bir yönelme şeklindeydi. İkinci derecedeki yönelişinde
ise, İbn-İ Teymİyye, ilk kapsamlı yönelmesinden değişik neticelere varmaya
önem vermeye yönelmişti. O, fıkıh ve Hadisle ilgili serveti korumak istedi. Bu
malzemeyi, tertipli ve sistemli bir şekilde topladı. Akaidle ilgili ilimleri
okuttuğu gibi fıkıh ilmini de okuttu. Fıkhı, Selefi Salihinin tatbikatı,
Kurân-i Kerim ve sünnette geçen hükümlere göre düzenledi. Sahabilerin
fetvalarında ve sahabenin büyüklerinden ayrılmayan ve onların uygulamalarını
nakleden tabiîlerin fetvalarında bol bol malzeme buldu. Belki bu husus, O'nun
Ahmed b. Hanbel'İn mezhebini beğenmesinin ve ölünceye kadar bu mezhebi sürekli
sevmesinin yegâne sebebidir. Bu husus, İbn-i Teymîyye'nîn İlk yıllarında bu
büyük mezheb üzerine yetişmesinin tamamen üstünde bir husustur. Bundan dolayı
İbn-İ Teymiyye'nin şöyle dediğini görüyoruz:
«imam Ahmed, Kur'ân'a,
Sünnete, sahabe ve onlara tam olarak uyan tabiilerin sözlerine diğer
müctehidlerden daha fazla Önem veriyordu. Bu nedenle diğer müçtehidlerin
nasslara aykın olan sözleri bulunduğu hal de; neredeyse O'nun herhangi bir
nassamuhalif olan bir sözü yoktur.
O'nun. herhangi bir
zayıf görüşü de yoktur. O'nun Hanbeli mezhebinde, umu-înıyetle en kuvvetli
görüşe uygun olan görüşleri vardır. Diğer müctehidlerden ayrı olarak yalnız
başına ileri sürdüğü görüşlerinin çoğunda O'nun görüşü tercih edilir. Meselâ
ihtiyaç anında seferde vasiyet etme ve diğer meselelerde zimmile-nn müslümanlar
hakkındaki şahitliğini kabul etmesi gibi.»
Bu tutumundan, İbn-i
Teymiyye'nin büyük İmam, Ahmed b. Hanbel'-ın mezhebini ne kadar beğendiğini
anlıyoruz. Bu beğenmesi, O'nun bu mezhep üzerine yetişmesinden dolayı değildir.
Bilâkis bu mezhebin O'nun metoduna uygun olmasından ileri gelir.
85- ibn-i
Teymiyye'nin, İmam Ahmed b. Hanbel'in mezhebini be-Senmesî, diğer mezhepleri
anlamasına ve bu mezheplerin hedef ve gayelerini anlamasına enge! olan muaassıp
kimselerin beğenişi, gibi değildir. Aksine İbn-i Teymiyye'nin, İmam Ahmed'in
yalnız başına tercih ettiği ve O'nun Kur'ân ve Sünnet'Ie ilgili söylediği her
şeyi nazarı İtibare alarak bazan biraz değişik görüşler ileri sürdüğünü
görüyoruz. Meselâ İbn-i Teymiyye'nin, boşama ile ilgili yeminlerde îmam
Ahmed'e açıkça ve cesaretle muhalefet ettiğini görüyoruz.
İbn-i Teymiyye, fer'î
meselelerde taassuba düşmeye karşı idi. Çünkü O, İslâm fıkhının hepsini derin
ve kapsamlı bir şekilde incelemişti. Fıkhî konularda taassuba düşmeyi şiddetle
yasaklıyor ve şöyle diyordu:
«Kim, herhangi bir
İmam'ın fıkhı görüşüne müteassrp olarak bağlı kalırsa. O, nefsanî arzularının
kölesi olan kimselere benzemiş olur. İster, imam Malik, ister Ebû Hanife ve
isterse Ahmed b. Hanbel'in fıkhî görüşlerine aşırı derecede bağlı olsun. Sonra
bu imamlardan herhangi birisine aşırı derecede bağlı olan kimse, netice
itibariyle sözkonusu îmam'm ilim ve dindeki değeri ve yeri ile diğer imamların
dindeki değerini birbirinden ayıramaz ve böylece zalim bir cahil olur. Halbuki
Yüce Allah (C.C.), bilgili ve adaletli olmayı emredip, bilgisizlik ve zulmü
yasaklamıştır. Yüce Allah (C.C.) şöyle buyurur: «O'nu (emâneti) insan yüklendi.
Şüphesiz ki insan, zulümkâr ve çok cahildir. (EI-Ahzab, 33/72)» Müslümanlar
içinde Ebû Hanife'ye en fazla tabi olan ve O'nun sözlerini en iyi bilen zatlar
İmam Ebü Yusuf ve İmam Muhammeddir.
Fakat onlar, uyulması
gereken sünnet ve delilleri farklı anladıkları için, neredeyse sayılamayacak
kadar çok fıkhî meselelerde Ebû Hanifeye muhalefet ettiler. Buna rağmen onlar
imamlarına saygı göstermişlerdir.»
Teymiyye, hayatının
İlk yıllarında (gençliğinde) fıkhı genel olarak okuduktan sonra şimdi serbest
düşüncesi ve geniş ilmiyle araştırıcı ve inceleyici olarak fıkhı öğrenmeye ve
okumaya yöneldi. Ve imamların (Allah onlardan razı olsun) bıraktıkları zengin
fıkıh mirasını bir araya topladı.
86- îbn-i
Teymiyye, tahsil ettiği ilimle, Kur'ân ve sünnetten ve selefi salihin'in
eserlerinden öğrendiği bilgilerle taassup boyunduruğundan kurtulup fıkhı hür ve
serbest bir şekilde incelemeye yöneldikten sonra O'nun İnsanlar arasında yaygın
olan ve dört mezhep sahibi imamın görüşüne aykırı bazı sonuçlan elde etmesi
kaçınılmaz olmuştu. Özellikle O, fıkhı anlayan bir fakih olduğu için, hayatla
ilgili işleri çok iyi bilirdi. Ve O, insanların amellerinin şeriata uygun olup
olmadıklarını helâl veya haram olduklarını bilmek için fıkhın yegâne ölçü
olduğunu biliyordu. Ve O, Allah'ın şeriatının hikmetlerine nüfuz eden bir
bilgin idi. Şeriatın kaynaklarını, gayelerini ve hedeflerini iyi bilirdi.
Şeriat, insanların hayatına tatbik edildiği zaman O, yalnız nasslara onların
hedeflerine, insanların maslahatına ve onların işlerini düzene koyan şeylere
bağlı kalırdı.
İbn-i Teymiyye, Allah
(C.C.)'a yemin edildiği gibi Talak'ın da
yemin vasıtası kılındığını gördü. Ancak, Allah ile yemin eden kimse, yeminini
bozduğunda köle azad etmek, sadaka
vermek veya üç gün oruç tutmak sure-t'vie
kefaret verebilirdi. Fakat bir
şahıs taiak (boşama) ile yemin etth •"nde bu yeminini bozarsa
evi harap olur, karısı boşanmış olurdu ve Al-I h'ın (C.C.) şeriatı çerçevesinde
bağlanmış olan kutsal evlilik ilişkisi kesilmiş olurdu. Bu sonuç, O'nu
korkuttu. Halbuki O, hayat ve yaşayanlarla İlişki halinde bulunan bir fakih İdi.
Bu konuda O, Kur'ân-ı, Sünnet'i, saha-ve tabiin büyüklerinden olan selefi
salihin görüşlerini araştırdı. Erkeğin boşamayı kasdetmeden ve istemeden yalnız
yemin İçmek ve sonra bu yemini bozmakla evlilik ilişkilerinin kesilmesini
gerektiren bir delil bulamadı Bu
hususu, selefin görüşüne muhalif gördü. Böylece Talak ile yemin etmekle
boşanmanın vukubuiamayacağına dair fetva verdi. Ve Talak İle boşamayı bir şeye
bağlama durumunda boşama kasdeditiyor, fakat talak iie yemin etmenin, boşama
olayından ayrı bir şey olduğunu anladı.
Çünkü boşamayı bir şeye bağlama durumunda boşama kasdediliyor, fakat talak île
yemin edilmesi halinde ise boşama kasdedilmiyordu. Bir erkeğin hanımını
boşamayı kasdetmemesi halinde, boşanma gerçekleşemez. Ayrıca boşama kasdı olmadığı
zaman Kitap veya Sünnette boşamanın vukubula-cağina dair herhangi bir delil
yoktur. Şaka yapan kimsenin boşamasında olduğu gibi.
87- Ibn-i
Teymiyye yemin ile boşanmanın vuku bulmayacağına dair fetva verdi. O'nun bu
görüşü, dört mezhep İmam'ının görüşüne muhalif olduğu için fakihler bu görüşü
hoş bulmadılar. Ve bu görüşe karşı olduklarını açıkça Hân ettiler. Bu olay,
Hicrî, 718 yılında meydana geldi. Suriye başkadıst, fakihlerin İbn-î
Teymiyye'nin bu fetvasına karşı geldiklerini görünce O'nunla bir araya geldi
ve Talak He yemin edildiğinde boşamanın vu-kubulmayacağına dair fetva vermekten
vazgeçmesini İstedi, İbn-i Teymiyye, başkadının bu"tavsiyesini kabul
etti. Kadının bu tavsiyesi Sultan'in emri ile de desteklendi. (Yani Sultan
İbn-i Teymiyye'nin bu fetvayı vermemesini emretti).
H. 718 yılı Cemazîyel
Ulâ ayının başında Sultan'dan İbn-i Teymtyye'ye bir mektup geldi. O, bu
mektupta İbn-i Teymiyye'nin bu konuda fetva vermesini yasaklıyordu. Sultan'm
bu yasağı Suriye'de ilân edildi.
Durum nasıl olursa olsun
İbn-i Teymiyye, kısa bir süre bu fetvayı vermekten çekindi. Sonra tekrar bu
fetvayı vermeye döndü. Oünkü O'nun inancına göre fetva vermemek ilmi gizlemek
idi. Burada şöyle bir soru akla Gelebilir: «Niçin İbn-i Teymiyye başlangıçta
nasihata uyarak fetva vermekten çekindi ve sonra fetva vermekten çekinmenin
ilmi gizlemek mânâsına geldiğini düşündü ve tekrar fetva vermeye başladı?»
Bu durumda verilecek
cevabın şöyle olacağını zannediyoruz: «İbn-i Teymiyye, bir konuda geçmiş
fakihlerle muasırı olan fakihlerin hepsine muhalif olarak fetva verme hususunda
tereddüd ediyordu. İbn-î Teymiyye
gibi takva sahibi ve
dindar olan kimseler, bu gibi hallerde tereddüd ederler ve nihayet tuhaf
fetvaları vermeye teşebbüs etmezler. Nihayet başka-dr, İbn-İ Teymiyye'ye bu
alışılmamış fetvayı vermekten vazgeçmesini tekrar tavsiye edince İbn-İ
Teymiyye O'na olumlu cevap verdi. Çünkü başka-dinin bu çağrısı, O'nun
vicdanından çıkan bir ses gibi idi. O'nun için İbn-i Teymiyye O'na olumlu cevap
verdi.
Sonra araştırma ve
İnceleme ile bu konuyu tekrar ele alınca bu fetvasının doğru olduğuna dair
inancı arttı. Bu musibet (talakla yemin etme), yaygın bir hale geldiği için,
sağlam dinî temele (delile) dayanmayan bir görüşle adamı karısından ayırmaya
razı olmadı. Böylece O, çekinmeden bu konuda fetva vermeye koyuldu. İbn-i
Teymiyye, ilk önce âlimlerin nasi-hatina uyarak bu fetvasından vazgeçmiş
olabilir. Yasak emri Sultan'dan gelince bu yasağa boyun eğmenin dinî yönden
alçaklık olduğunu anladı.
Belki aşağıda
zikredilecek olan iki husus, da İbn-i Teymiyye'nin bu konuda fetva vermeye
dönmesine sebep olmuştu: a) Bu fetvasına çok fazla güvenmesi ve talakla yemin
etmenin yaygın bir musebit haline gelmesi, b) Sultan'ın O'nun fetva.vermesini
yasak etmesi.
İbn-i Teymiyye,
kendisinden sonra gelen alimlerin, günah ve isyan olduğuna inandıkları
konularda padişahlara itaat etmemelerinin gerektiğini belirtmek İçin bu konuda
fetva vermeye koyuldu.
88- İbn-i
Teymîyye, fetva vermeye dönönce, O'nun tekrar fetva vermeye döndüğü haberi
Sultan'a ulaştı. Sultan Nasır, İbn-i Teymiy-ye'nin dostu İdi. Mısır'a döndükten
sonra İbn-i Teymiyye'nîn bir gün olsa bile hapiste kalmasına razı olmamıştı.
Fakat Padişah'ın otoritesi vardı. Padişahlar, her şeyi kabul ediyorlar fakat
emirlerinin reddedilmesini asla kabul etmiyorlardı. Sultan, başkaları
tarafından yapıldığında kabul etmediği (uygun görmediği) şeyleri, İbn-i
Teymiyye yaptığı zaman kabul ediyordu. Fakat O, verdiği emrin reddedilmesini
kabul etmiyordu. Özellikle O, bu emrini açıkça vermişti ve halk tarafından
bilinmesi için bu emrini İlân ettirmişti. Sultan, İbn-i Teymiyye'ye verdiği
değer ve önemden dolayı O'nun yaptıklarını görmemezlikten gelseydi bile, bu
davranış, bîr eziyete sabreden kimse gibi olurdu. Mutlaka Sultan'ı uyaracak ve
bu durumu O'nun gözünde büyütecek bir kimse bulunabilirdi.
Bundan dolayı, Sultan
İbn-i Teymiyye'nin bu konuda fetva vermeye başladığını öğrenince H. 719 yılı
Ramazan Ayı'nın 19. günü Ibn-I Teymiyye'ye bîr mektup gönderdi. Bu mektupta
îbn-i Teymiyye'ye ait özel bir bölüm vardı. Sultan, bu bölümde O'nun fetva
vermesini yasakladığını te'kid ediyordu. İbn-i Teymiyye, bu fetvası için
padişahın huzuruna getirildi ve kınandı. Kadı ve fakihlerden bir topluluğun
bulunduğu bir mecliste bu kınama yapıldı. Onlar, fbn-î Teymiyye'nin bu fetvayı
vermekten menedilmesi-ni te'yid ettiler. İbn-i Teymîyye, bu konuda fetva
vermekten vazgeçeceğine dair göz vermeden söz konusu meclis dağıldı. Bu
nedenle, ^air. Tmjyye boşanma ile ilgili konularda —çekinmeden, sakınmadan ve
'bn ' ticHerden korkmadan—fetva vermeye devam etti. Çünkü O, yöneti-y°ne.n
akarak susmayı adet edinmemişti.. O, Allah İçin söylenmesi ge-C'lT şevlerde
kınayıcıların kınamasından korkmayan büyük cesur bir âlim M* İbn-i Teymiyye ile
doğruyu konuşmak arasında, araştırma ve inceleme yapmaktan başka bir engel
yoktu. O, delil ve burhan ile bir şeyi ispatladığı zaman, yöneticilerin cezası
ve ayıplayanlann ayıplamasına aldırmadan doğruyu söylüyordu. [44]
89- Sultan,
İbn-î Teymîyye'nin fetva vermesini defalarca yasakladıktan sonra O'na
defalarca ricada bulunup defalarca O'nu kınadıktan sonra fetva vermeye
başladığını öğrendi. Sultan, her ne kadar O'nun fetva vermesine göz yumdu İse
de, din işleriyle ilgilenen kadılar, fakihler ve müftüler İbn-i Teymîyye'nin
bu fetvalarına göz yumacak değillerdi. Onlar, İbn-i Teymiyye'nin verdiği bu
fetvanın dört İmam'ın icmaina muhalif olduğuna inanıyorlardı. Hatta onlar, bu
fetva ile İbn-İ Teymiyye'nin apaçık sapıklık içinde olduğuna inanıyorlardı.
İbn-i Teymîyye'nin mevkii, ilmi derecesi ve fazileti, onların bu fikirlerini
açıkça söylemelerine engel oluyordu. Çünkü onlar, eğer onunla mücadele
etselerdi onları engeller, aleyhlerine delil ortaya kordu. İnsanlar İbn-i
Teymiyye'nin görüşünü destekliyorlardı. Bunu denemişlerdi. Genç iken O'nu
tanımışlar idi. Şimdi ise altmışını aşmıştır ki mutlaka beyanı daha geçerli,
kalbi daha kuvvetli ve sözün nüfuzunu temin eden cevap tarzlarını daha iyi
biliyor olması gerekir.
İdarî temsilcinin
gözetiminde mahkemede bir meclîs akdolundu. Mecliste dört mezhebe mensup
kadılar, fakihler ve müftîler bulunuyordu. İbn-i Teymiyye de geldi ve fetva
vermeye tekrar başladığı için üçüncü defa O'na çıkıştılar O'na çıkışmaya
İstekliydiler, ama mücadeleye gelemezlerdi. Çünkü O'nun münazaradaki mevkiini,
ilimdeki, delilsiz ve sağlam hüccete dayanmadan fetva vermekten kendisini men
eden dindeki mertebesini bilmekteydiler.
Azarlama, rica ve men
tekerrür etmesine rağmen O, fetvadan kaçın-rnavınca kalede hapsedilmesine karar
verdiler ve İbn-i Teymiyye Sultan gaibinin emriyle hapsedildi. O, [720) senesi
Recep Ayı'nm (22) sinden itibaren beş ay, onsekiz gün hapiste kaldı.
Sultan'ın emriyle
buradan serbest bırakılması, (721) yılı Muharrem'i-nin M0) un da olmuştur. [45]
90- Üstad
hür ve serbest, bedenen, akfen, fikren ve fetva vermekte serbest olarak
araştırmasına döndü. Hapisten bu tahliyesi fetva hürriyetini ilân etmek
demekti. Öyle görünüyordu kî, Üstad'ın tercih ettiği reyden dönmesinden ümit
kesmişlerdi. Mezkur meseie ve talâkla ilgili diğer konularda fetva vermeye
başiadr. Bunun da tekrariyle Üstad'ın verdiği fetvaları telif ettiler. Kabul
veya redleri arasında fark olmaksızın, ister istemez, memnun veya kızgın olarak
dillerini tuttular.
Üstad ders, araştırma
ve tasniflerine devam ediyor; yazıyor, tasnif ediyor, tercih ve İçtihadlarda
bulunuyordu. Bunları yaparken de müstakil fikhî görüş sahibi fakihler arasında
fıkhî şahsiyete sahip bir müçtehid fakih olduğunu gösteren isabetli tercihlere
sahipti.
Gerçekten (721) senesiyle
başlayan bu devre İbn-i Teymiyye'nin müstakil fıkhî görüşlerini ortaya koyduğu
dönemdir. Önce de açıkladığımız gibi bu dönemden önce İtikadı meselelerle,
kendi görüşleri ve metodlarına muhalif olanlarla münakaşayla meşgul olmuştur.
Üstad, fıkıh ve öteki
çalışmalarına devam etti. Hayatının bu döneminde fıkıh başta yer almaktaydı.
Bu da fıkıhtaki mertebesini kelâmdaki derecesinden daha İleri götüren ölümsüz
İz bıraktı. Bu sayede fikri kendi (yaşadığı) asrında kalmayıp asırlara intikal
etti. [46]
91- Üstad
Hanbeliye Medresesi veya kıssacilara ait olan kendi Medresesinde derslerine
devam etti. Kitaplarını okuyor, gözden geçiriyor; düzeltme .ve ilâveler
yapıyordu. Müthiş aklı, çırpınan kalbi ve dinleyenlerine bereket dağıtan
gönlüyle, araştırma ve inceleme yaparak bir kaç sene böyle devam etti. Ve
nihayet (726) yılı geldiğinde kaleye dönmesi emro-
Zira îbn-i
Teymiyye'nin başına belâlar açmak isteyenler veya bazı görüşlerini engellemek
isteyenler ya da halk yanında ve idareciler indindeki yerini çekemiyenler O'nun
eksiklerini sayıp dökmeye başlamışlardı. Bunların maksatları sayısız,
niyetleri farklı idi. Kimse farkına varmaksızın düşüncelerini topluma empoze
etmek isteyen sofiler ve râfızîler gibi, O'na oyun oynsmak istiyorlardı.
Kimilerinin kalbini çekememezlik yiyor ve bu da mezkur iki taifenin yaptığı
gibi onları oyun düşünmeye sevkediyordu. Bazıları da takva sahibi idiler, fakat
hiç bir fakihin söylemediği görüşler ortaya koyduğu için İbn-i Teymiyye'ye
engel olmak istiyorlardı. Bu gurupların görüşleri bir noktada toplandı: Her ne
kadar her birinin gerekçesi farklı İdiy-?H
üstad'ın söz ve fetva hürriyetinin kısıtlanmasına karar verildi:
Nefisleri fevkalâde tahrik edeceğini, hürriyet
kaynakları ve idareyi ellerinde bulunduran emirlerin kalplerin harekete
geçireceğini bildikleri bir .. "Sünu aramaya koyuldular. Araştırma ve
gözetlemeden usanmadılar. 7ra bu
hür Üstad, önündeki yolu aydınlattığı müddetçe çekinmeden ve korkmadan
görüşlerini ilân edecekti. Sahih dinî kaynaklara dayanan delil ve hüccetlerden
başkasına asla İtibar etmez, bundan sonra da insanların kabul veya muhalefeti
kendisi için önem taşımazdı.
92- Aradıkları
yitiklerini İbn-i Teymiyye'nin onyedi yıl önce verdiği
bir fetvada buldular.
O, Rasûlullah (S.A.V.)'ın kabrinin bulunduğu Ravza-i Serîfe de dahil olmak
üzere, kabirlerin ziyaret edilmesini men ediyordu. Bu fetva şöyle îdi:
«Saİd b. Manşur'un
Müsned'inde mevcut bir rivayette, Abdullah b. Hasen b. Ali b. Ebî Talip (R.A)
sık sık Nebî (S.A.V.)'in kabrine uğrayan
bir adam gördü. O'na dedi ki: «Rasûlullah (S.A.V.) buyuruyor ki: «Kabrimi uğrak
yeri edinmeyin. Bana salât okuyun.
Nerede olursanız olun salâtuıız bana ulaşır. Seninle Endülüs'teki bir adam
arasında hiçbir fark yoktur. «Sahiheyn'de Hz. Aise
(R.A.)'dan rivayet edilen bir
hadisi şerifte, irtihaline
yakın yakalandığı hastalığı (maraz-ı mevti) sırasında Rasûlullah
(S.A.V.) şöyle buyurmuştur: «Allah
(C.C.) yahûdi ve hiristiyanlara lanet etsin. Onlar peygamberlerin kabirlerini
ibadetgâh edindiler.*» Peygamberimiz onların yaptıklarım (ümmetine)
yasaklamıştır. Böyle olmasaydı,
kabrini açıkta bir yere yaptırırdı. Fakat ibadet yeri edinilmesini istemedi.
Ashap da O'nu (S.A.V.) adet olan uygulama hilâfına açık araziye değil de Hz,
Aişe (R.A.)'nn odasına defnetti. Maksat kimsenin O'nun kabrinin yanında namaz
kılmaması, orayı mescid edinmemesi ve kabrini putlaştırmaması idi. Peygamber
(S.A.V.V-medfun bulunduğu hücre Velid b. Abdilmelik zamanına kadar Mescid-i
Nebi'dea ayrı olduğundan sahabe ve Tabiin'den hiçbirisi namaz için oraya
girmezdi, Kabr'c dokunulmazdı, orada dua edilmezdi. Bütün bu şeyleri mescidde yaparlardı. Se~ lef-i salihin Sahabe ve Tabiin, Nebî
(S.A.V.)' selâmda bulunmak ve dua etmek istediklerinde kıbleye yönelirler,
bunları Kabr'e yönelerek yapmazlardı. O'na (S.A.V.) selam durma meselesine
gelince: Ebu Hanife bunun için de kıbleye yönelmek görüşündedir. İmamların
ekserisi dua ederken Kabr'e dönüleceğine kaildir.»[47]
İbn-i Teymiyye'nin
fetvasında bunlar bulunmaktaydı. Bu fetvasında da Selef-i Salih'e dönüp onların
kaynağından istifade ettiğini onlardan aldığı görülüyordu.
93- Bu
fetvanın uzun zaman öncesine ait olduğu söylendi. Fakat tuzak kurmak
istediklerinde İşlerlik kazandırıldı ve idareciler nezdinde bu fet-Va
yasıtasıyle harekete geçtiler. Sünnet-i Nebeviyye'nin dirilticisi bu yüce fakih'in
aleyhine İdarecilerdekî eziyet vasıtalarını tahrik ettiler, bunu da bir etki
aracı yaptılar. Nebi [S.A.V.)'in gönüllerde mukaddes bir yeri olduğu ve O'nun
şahsına dokunan bîr şeyin müslümanın kalbini çabucak harekete geçireceğinden,
iyice düşünüldü ve bunu Mısır'a, Sultan'a yazdılar. Sultan, Kadıların huzurunda
toplanmasını emretti. Sahibinin gıyabında fetvayı mütalâa ettiler. Fetva'da
sözleri tahrif ettiği söylendi. Sultan, rfezdin-de yeri olan iltifata mazhar
böyle birisine yakışacak bir hapishanede hapsini uygun gördü.
C726) Şaban'ınin
(7)'sinde emir Dımaşk'a ulaştı ve Üstad'a tebliğ edildi. Bir binit hazırlayıp
kendisini Dimaşk kalesine naklettiler. O'na bir salon tahsis ettiler. Buraya
su da temin edildi. Sultan'in izniyle kardeşi Zey-nuddin hizmet etmek için
yanında kaldı, maişeti temin edildi.
Üstad tutuklanınca
kalpler gizlendikleri yerden çıktı; öğrencilerinde ve dostlarında rahatsızlık
başgösterdi, Kâdi'l-Kudat (baş kadı), arkadaşlarından da bir kısmının
hapsedilmesini emretti. Bir gurup insan bunların binitlere bindirilip
aleyhlerine tellâl çağirtılmasını ayıpladılar. Bunun üzerine Üstad'ın seçkin
öğrencisi, kendisinden sonra bayrağı taşıyacak olan Şem-suddin Muhammed b.
Kayyim el-Cevzİyye dışmdakiler serbest bırakıldı, o da kaleye hapsedildi.
94- Üstad'ın
tutuklanması saf hakikat talibi ihlâsli kişilere üzüntü, kendilerinkinden başka
görüşlere kalplerinde yer vermeyen, tahammül edemiyen, fikir ve görüşlerinin
mağlubu olanlara da sevinç kaynağı oldu. Nitekim nefislerine uyaniar bunu
arzularının zaferi, otuz sene kadar süren meşakkatli ve acı bir mücadelenin
neticesinde kendilerine gelen bir galibiyet olarak gördüler ki, bu zaman
zarfında Üstad kendi nazarında bid'at olan şeylere karşı Hameviyye risalesi ve
benzerleriyle yaygın bir harp açmıştır.
İhlâs sahibi alimler
Üstad'ın tutuklanmasıyle bütün bid'at ve şahsi arzuların tırmandığını
hissettiler. Bunun üzerine Bağdat Uleması Mısır'a, Sultan Nâsır'a, bid'atlere
ve bid'atçılara inen bu kılıcın kınına konufmasiy-le İslâm ve müslümanların
başına gelen musibeti dile getirdikleri bir mektup gönderdiler. Mektupta
şunlar yer alıyordu:
«Doğu vilâyetleri ve
Irak bölgesi âlimlerinin Şeyhülislâm Takiyyuddin Ahmed b. Teymiyye (Allah O'nu
selâmette kılsm)'yî baskı altına almayı başarması müs-lümanlara ağır geldi,
dindarlara meşakkat verdi. Mülhidlerin başlan yüceldi, nef-sânî arzularının
esirleri ve bid'atçıların gönülleri hoş oldu. Faziletlilerin büyüğü ve
âlimlerin önderinin başına gelen, bid'atçıları ve hevâ ehlini sevindiren bu belânın
büyüklüğünü anlayan bölge âlimleri, bu feci ve çirkin durumu ilettiler. Üstad'ın
verdiği fetvaları tasvip ettiklerine dair cevaplarını yazdılar. O'nun ilminden
faziletlerinden ve bazı hallerinden bahsettiler.»
95- Bu
mektup iki hususa delâlet etmektedir: Birincisi, -ki İkisinin bel kemiğidir- bu
yüce alimin Kitab ve Sünnet'e dönüş daveti bütün "«îlüman bölgeleredir.
Görüş ve metodlarının yalnızca Şamlıları hedefle-ekte olduğu söylenemez,
bilâkis bütün müslüman muhitlere şamildir. Bütün bunların ötesinde mesele
Hanbelîlere de has sayılamaz. Zira O'nun islâmî mezheplerden belirli bir mezhebe dayanmış sayılamıyacağım, aklıyla
ve kalbiyle İslâm'a dayanmış olduğunu Malikiler, Hanefiler ve Şafii-
ler kabul etmişlerdir.
İkinci olarak da,
nefsânî arzularına tabi olanlar daha önce gizlemekte oldukları memnuniyet ve
düşmanlıklarını açığa vurdular, içyüzlerini ortaya koydular. Bunlar
gizliydiler, bilinmemekteydiler. Bir suç isnad edenin o ithamdan ilk yararlanan
olacağına göre, bunların da Üstad'a yaptıkları oyunun ardına düşenler olması
gerekir. Emirleri ve kadıları aldatmak için Sünnî mezheplere tabi
görünüyorlardı. Oyun tamamlanınca duruma sevinip memnun oldukları
apaçık-ortaya çıktı, ayan-beyan belli oldu.
96- Kaleye
götürüldüğünde Üstad memnuniyetini izhar etti. Gösterdiği bu memnuniyet
nteindi, anlayamıyoruz.
«Ben bunu beklemekte
idim. Bunda çok hayır ve büyük maslahat vardır.» demişti.
Belki ihtiyarlığında
-ki 65 yaşına ulaşmıştı- insanların gürültüsünden uzaklaşmaya ihtiyacı vardı ve
davetini de tebliğ etmişti. Veya muasırları arasında mücadelesini verip
yaydığı, ilânına imkân bulduğunda mutlaka ilân ettiği, apaçık bir Arapça İle
beyan ettiği, kalblerdeki kana nüfuz edecek tarzda tebliğ edip muvafık olanın
kabul ettiği, muhalifin boyun eğdiği görüşlerini sonrakilerin de elde etmesi
için tesbit ve tedvin edebileceği bir sükûnete ihtiyaç duyuyordu.
Bundan dolayıdır ki
kaleye vardığında, sadece ikamete mecbur kılındığı bu hapishanede biribirini
destekleyen iki İşe devam etti:
Birincisi: ibadet,
hapsin sakinliğnde ve ihtiyarlığında Rabbina müna-cat fırsatı buldu. Ölümün
vücuduna yürüdüğünü hissediyordu. Tam bir hu-Şû' ile, ibadete yöneldi. Öyle ki
Allah (C.C.) korkusu ve itaatından, ihlâsı, sağlam bir İmanı, tefekkür eden
aklî itaatkâr nefsi ile şeriatına bağlılığından sanki O Allah Tealaâyı görüyor
gibi oldu ve en büyük zikir olan Kur'-ân-ı Kerim tilâvetiyle gönlünü arıttı.
İkincisi; görüşlerini
tashih ve tedvîne yöneldi: Düşünmeye imkân veren bu upuzun zaman içinde
önündeki kitaplarına, müracaat edip araştırıyordu. Bu arada epeyce de tefsir
yazdı. Belki de buna sebep sürekli Kur*-an okuması, veya kendisine suallerin
gelmesi, ya da araştırma yapmasının neticesi idi. Muhalifi olduğu konularda da
ciltlerle kitap yazdı. Mısır'daki Mâlikî Kadılardan birisine reddiye olarak
kaleme aldığı risale bunlardandır. Bu kadının adı Abdullah b. El-İhnai idi ve.
bu yüzden Risaleye de el-İhnaiyye [48]
adını vermiştir. Bu Kadıya başka reddiyeleri de vardır,
97- Bu
reddiyeler ve eserlerin insanlar arasına çıkacağı veya alimlere bunların
haberinin ulaşacağı kesindi. Alimler bunların keyfiyeti ve dayandıkları
deliller hakkında konuşuyorlardı. Reddiyeler sanki sahibi aralarında imiş gibi
insanlar arasında yayılıyor ve toplulukları etkiliyordu. Çünkü yasaklanıp
gizlenen bir şey farkedilince ilân edilip açıklanandan daha çok yayılırdı.
Kişiler O'nu arar, bulur ve itinayla okurlardı.
O zaman Üstad'ın görüş
ve fikirlerini engellemek isteyenler O'nun yalnızca şahsını hapsettiklerini;
görüş ve fikirlerini engelliyemediklerini anladılar. Bu ışığın hapishanenin
taşları arasından parlamasını engellemek için idareciler oyunlarını oynayıp
yapacaklarını yaptılar. Zira batıl ehli aydınlatıcı nura daima düşmandırlar.
Bu gizli ve açık
propagandalar neticesi 828 Cemaziyelahirİnin dokuzunda Üstad'ın yanında
bulunan kitaplar, kâğıtlar, hokkalar ve kalemler alındı ve çalışmadan kesin
olarak mahrum bırakıldı. Aynı yıl Recep ayının başlarında müracaat ettiği veya
yazmakta olduğu kitapları Adliye'deki büyük kütüphaneye taşındı. Bunlar (60)
cilt ve (16) tomar idi. Kadılar ve fakihlere bunlara bakıp ayırdılar ve
kütüphanede muhafaza altına alındı.
İbn-i Kesir bu yeni
baskının sebebini şöyle anlatır:
«Bunun sebebi kabir
ziyareti meselesinde Maliki Kadı et-Takıyye b. el-İhnaî1-nin reddiyesine Şeyh
Takıyyuddin'in cevap verip O'nu cahillikle itham etmesi, ilimden nasibinin az
olduğunu kendisine bildirmesidir. El-îhnâi durumu Sultan'a bildirdi ve şikayet
etti. Bunun üzerine Sultan Üstadın yanındaki malzemenin alınmasını emretti.»[49]
98- Üstad'ın
yazması engellenmişti. Düşünmesinin de engellenmek istenmesiyle bu mücahit
düşünüre yapılan baskı son haddine ulaştı. Hapisliğinin iki yılı aşan
bölümünde düşündüklerini kaydetmeye devam eden bu mütefekkir yazarın düşünce
serbestisinden mahrum edilmesi, düşünmesinin baskı aitına alınması, kalbinin
kanı ve fikrinin özü olan kitaplarından men oiunmuşluğunu bilmek durumun
vahametini anlamanıza yeter. Mecbur kaldığında bazı görüş ve düşüncelerini böîük
pörçük kağıtlara kömürle yazıyordu. O'nun bu şekilde yazdığı bazı yazıları
muhafaza edilmiştir. Çünkü bunlar zaafa uğratılamıyan ve zayıflık duymayan bir
mücahidin yazısıdır. O da biliyordu ki bu, hayatını vakfettiği cihaddandır. Bu
imtihan ve sabır da kendisine ve
insanlara Allah'ın (C.C.) nimetlerindendir. Şöyle derdi:
«Allah'a hamd olsun ki
biz Allah (C.C.) yolunda büyük bir cihaddayız... Bu cihadımız da Kazan,
el-Cebeliyye, el-Cehmiyye, el-îttihadiyye ve benzerleri ile vaptığınıız
savaşlar gibidir. Bu da bize ve insanlara Allah'ın (C.C.) nimetlerinden-dİr.
Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.»
Bir başka mektubunda
da şunları söylüyor:
«Allah Taala'nın her
hükmünde hayır, rahmet ve hikmet vardır. Zira Rabb'ım dilediğinde çok lütuf
kârdır. Mutlak kuvvet, mutlak galibiyet, mutlak ilim ve mutlak hikmet sahibi
yalnızca O'dur. İyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülükler ise kendi
nefsindendir. Kula gereken her halde Allah'a (C.C.) şükretmesi, ham-detmesi ve
günahlarına mağfiret dilemektir. Şükür nimetin artmasını sağlar. İs, tiğfar
belâları defeder. Allah Taalâ (C.C.) kişiye ne takdir etmişse mutlaka
ha-yırhdır; rahatlık nasİb olursa şükreder, sıkıntıya düşerse sabreder ve
kendisi için . hayırlı olur.».
Uğradığı baskının sebebini, şiddetin üstesinden gelmiş
olarak şöyle anlatıyordu:
«Allah (C.C.) ve
Rasûlune (S.A.V.) taraf olanlardan bir hitap (söz) ve bir kitap (yazı)
çıkmasın diye benimle uğraştılar. îhnâiye Riselisinin çıkmasından rahatsız
oldular. Şeriat ve din hususunda aleyhimize bir ayıp bulamadılar. Onlar, daki
bu halin gayesi bazı yaratıkların emrine uymamış olmamızdı. Kim olursa ok sun,
Allah (C.C.) ve Rasulunun (S.A.V.) emrine aykırı davranan yaratıkların emrine
uyulmaz. Allah ve Rasûlune muhalefeti halinde O'na uymak, müslümanlarm
ittifakiyle kesinlikle caiz değildir.»
99-
Hayatının son demine kadar, kalem ve mürekkep yerine azim ve kararlık kömürüyle
yazdığı bu yazılar O'nun kuvvetli bir azim ve sabırla bir cihad içinde, hoş
bir imtihan, zorbalığa karşı baş kaldırma ve belâlarla muharebede olduğunu
tescil etmiştir Öyle ki, Üstad kendisinden gayet emin bir halde bu
çektiklerinin Sultan'ın emrine
muhalefetinden kaynaklandığını: Halik'a
itaatle bid'atlann ve şerrin defi sadedinde olduğu müddetçe Sultan'a
muhalefetten kaçınamayacağını söylüyordu. Allah Ta-alâ'da O'na büyük
nimetini sundu, melekut-i a'lâsında razı olmuş ve razı olunmuş olarak
tesbihatta bulunması için ruhunu bu
beşerî kayıtlardan kurtardı, azad
etti.
Bu hür ve asîl gönül,
din semasında serbestçe dolaşıp yükselen bu kuvvetli fikir üzerindeki baskı
uzun sürmedi. (728) senesi Şevval'inin (20) sinde Allah Sübhanehu Taala ruhunu
kabzetti. Bu demektir ki, bu baskı da ancak beş ay kadar devam edebildi.
Vefatı yirmi küsur günden fazla sürmeyen bir hastalık akabinde olmuştur.
100-
Gerçekten büyük bir insandı. Kalbinde hiçbir kin ve öfke izi tutunamazdı. Hatta
kendisine kötülüğü dokunan müslümanları rızası ve gÖ-nül boşluğuyla affederdi.
Rivayete göre Dımaşk veziri,
hastalığında O'nu ziyaret amacıyla huzuruna girebilmek için izin ister ve izin
verilir. Vezir oturunca özür dilemeye, kendisine karşı yapmış olması muhtemel
kusurlarından dolayı helâllik alma yolu aramaya başlayınca büyük insan O'na
şöyle cevap verir:
«Sana ve haklı
olduğumu bilmeden bana düşmanlık eden herkese hakkımı helâl ettim. Yüce Sultan
Melik Nasır'a da, beni hapsetmiş olmasından dolayı hakkımı helâl ettim. Çünkü
O, başkalarından dolayı ve mazur olarak yapmıştır. Kendi çalısı İçin
yapmamıştır. Allah ve Rasulu (S.A.V.)'e düşman olanlar dışında, benimle arasında
herhangi bir şey geçmiş olanların her birine hakkımı helâl ettim.»
Ruhu, Yüce Sahib'ine
ulaştı. Alimlerin ve O asırdaki bütün müslü-manlann aliminin vefatını
öğrendiğinde Dımaşk halkı gözyaşlarını tutamadılar. Bütün Dımaşk O'nunla
vedalaşmak ve son istirahatgâhına götürmek için çıktı. Zâhid ve cesur alime,
kılıcını ve okunu kuşanıp meydanda hazır olan kahraman mücahide veda ettiler.
Nihayet bütün İslâm ülkelerine karşı kendisiyle övündükleri medar-ı
iftiharlarına veda ettiler.
101- İbn-i
Teymiyye, arkadaşı Sultan Nasır'm koyduğu hapishanede vefat etti. İşin başında
burası böylesi birinin şanına lâyık geniş bir hapishaneydi. Fakat sonra bu
büyük akim çalışmasının engellendiği dar bir hapishaneye dönüştü. Allah Taalâ
(C.AJ bu yüce alime mutlaka ve ancak muharebe meydanında ölmeyi takdir etmişti.
Kılıcıyla savaştı... Dili ile savaştı.. Kalemiyle savaştı.. Dil hapsedilince
kalem ile devam etti; kendi nazarında ayan-beyan zahir olan gerçeği
muhaliflerine cevap olarak gönderiyor, dindarların itikadına destek oluyor,
görüşünü selefin görüşüyle bereketlendiriyordu. Sonra kalemini de hapsetmeye
uğraştıklarında çok sürmedi ve Rabb'ı O'nun ruhunu kabzetti. Hasmın harp
meydanından aldığı esir gibi oldu. Cihadı çok meşakkatli ve çok büyüktü..
Allah bu yüce alime,
hür olarak ve hiç bir ananın doğurduğu kendisine üstünlük sağlamadan ölmeyi
takdir etmişti. Sultan Nasır'la aralarındaki alâka kuvvetli idi ve O,
kendisine eziyet eden alimlerin tazyiki ile bu hükmü vermişti. Buna rağmen O,
kabilesinden kendisine kötülük edenlere «Gidin, hepiniz serbestsiniz» diyen
Rasul (S.A.V.) tabi olarak onlar için hayırdan başka bir şey konuşmadı. Şayet
O, Sultan indinde böyle kuvvetli, kudretli İken vefat etseydi bazıları
«Sultan'm uydusuydu» veya «Ancak O'nun kudreti sayesinde parladı» ya da
«Sultan'in gücü sayesinde yükseldi» diyeceklerdi. Alîm ve kadîr olan Allah
kimseye uydu olmayan bu bağımsız ve kuvvetli ulu alimin ancak ve ancak olduğu
gibi görünmesini irade buyuruyordu. O da hiç kimseden mevki-makam istemez,
yalnız Allah Taala'nm rızasını, yeri ve zamanı gelince söylemek için İnandığı
hak sözü isterdi. Hiç şüpheye düşüp gevşemezdi. Büyüklüğü kendi
şahsiye-tindendi. İnsanların gölgesinde gölgelendiği ulu bir ağaç gibiydi.
Kuvvetli ancak tane ve tohumlan yaran Allah'tan (C.C.) gelmekteydi. Sultan
Nasır,
Tatar’a vardığında
önce Allah Taala'den (C.C.) sonra da Üstad'dan kuv-Ta rpsaret almak için
kendisine yakın olmasını istemişti. O ise yalnız V^TJn fCC) kuvvet alırdı.
Delil ortada.. Şayet Üstad, Nasır'dan güç ir olsaydı O'nu hapsin derinliklerine
atmazdı. Bu da uydu olmayıp uyulan olduğuna, hür ve hür önder olduğuna, boyun
eğen bir köle olmadığına apaçık değildir.
102- Bu alim
otuz yıldan fazla mücadele verdikten sonra Rabb'ının r-hmet ve r.zas.na
sığındı. Hameviyye risalesi çıktıktan sonra, arasında ham ve kılıçla
mücadelesinin de yer aldığı ilmî müdafaanın içinde idi. Her ki halde de O sürtünmenin
parlaklık ve cilasını artırdığı üstün
cevher nibivdi Bir zirveden
diğerine, bir dereceden öbürüne yükselmekte idi. Muvafık olan da, muhalif olan da O'nun
üstünlüğünü kabul etmişti. Ihlâs sahiplerinin münafıklara buğzettikleri gibi, sadece iman neşesini duymayan ve
sevgisini tatmayanlar O'na buğzetmişlerdi. Kendisine düşmanlık besleyip savaş açanların her
biri, gördükten sonra dalgaların yuttuğu su kabarcıkları gibi oldular. O ise,
saf bir maden misali, ses vermeye devam etmiştir. Kıyamet gününe dek ebediler
arasında devam edecektir. [50]
103- İbn-i
Teymiyye'nin hayatını, sonuna kadar uzun uzadıya anlattık. Kuvvetli zekâsı,
hafıza ve belieğiyle dikkat çeken bir çocuk, sonra büyüyüp şerh ve izahlar
yaparak alimler meclisine oturan bir delikanlı, sonra kılıç kuşanmış bir
mücahid, sonra kendisine konuşma hürriyeti verildiğinde her ne zaman münazara
yapsa delili delille çarpıştırıp kazanan bir münazaracı ve nihayet uğrunda hiç
bir gayretten geri kalmaksızın inandığı ilim ve Hakk'a dönen bir olgun olarak
inceledik. Açık sözlülüğünden dostları kızdı, fevkalâde cesaretiyle düşmanları
darmadağınık oldu. Sonra saltanat sahipleri, kılıcını parlak olarak ortaya
çıkması üzerine O'na arka çıkmaktan vazgeçtiler. Haibuki alim yalnızca
alemlerin Rabb'ina dayanmaktaydı. Biz bu merhalede üstad'ın ilmine ve
kaynaklarına, ancak hayatının bir tarafını açıklayacak kadarıyle temas ettik.
Şimdi O'nun ilmine ve
kaynaklarından bazılarına işaret edeceğiz. Bundan sonraki müstakil bir bölümde
görüşlerinden bazılarını tafsilatiyle anlatacak, düşüncesinin kendisini öteki
alimlerden ayıran özelliklerini ve sonrakilere tesir edenlerini seçeceğiz.
104-
Muasırları O'nun kuvvetli fikir ve geniş ilim sahibi, ileri görüşlü ve engin
düşünceli olduğunda müttefiktiler. Bu ittifakta dost-düşman aynıdır.
Dostlarını yardıma sevkeden, düşmanları düşmanlığa iten işte bu fikrî
kuvvettir. Şahsiyet ve fikri zayıf olsaydı düşmanların düşmanlığı tahrik
olmaz, O'nunla uğraşmaktan aciz kalarak konuşmasına engel olacak kuvvetten
yardım istemezlerdi. O halde, düşünce ve fikrinin kuvvetliliği-ni kabulde, dost
düşman hepsi müttefiktirler, biriyle-diğeri arasında bu açıdan hiç bir fark
yoktur. Aralarındaki ihtilâf noktası O'nun davet ettiği görüşü kabul edip
etmemektedir, yoksa davetçinin ilim ve fikrinin kuvvetinde değildir. İnsanlar,
yüce bir alim olarak O'nun kadrini düşürürlerse, şayet alim İseler bu onların
kalblerinden değil, İlim ve fikre galip gelen ne-fislerindendir ki bu din
alimlerine yakışmaz. Cahil iseler bu takdirde muhalefetlerine de,
muvafakatlarına da itibar olunmaz. Onların görüşleri hesaba katılmaz.
Burada O'nu öven
muasırı âlimleri sayacak değiliz. Asnndaki Elimlerin hepsi hatta düşman olup
kötülük etmek İçin uğraşanların bile O'nun ilmî genişliğini takdir ettiklerini
söyleyebiliriz.
105- Bu
kadar büyük miktar arasından biz sadece dört muasırını seçeceğiz. Bunların
bazısı yaş ve öncelik bakımından O'na göre, öğrenciye nisbetle hoca
durumundadır. (702) yılında vefat eden İbn-i Dakik el-İyd (700) senesinde O'nun
için:
«Gerçekten sağlam
hafıza sahibi bir alimdir» demiştir.
Kendisine, O'nunla
konuşsana denildiğinde «O konuşmayı seven bir alimdir. Ben ise sükutu seçtim»
demiştir. Bir defasında da:
«îbn-î Teymiyye ile
bir araya geldiğimde O'nu ilimler gözlerinin önünde olan, istediklerini alıp
dilediğini koyan biri olarak gördüm» dedi.
Muasırı Hafız
ez-Zehebî ise O'nun hakkında şöyle diyor:
«Sahabe ve tabiinin
görüşlerini bilmekte iktidar sahibidir. Dört mezhebi zikretmeden bir meselede
söz söylediği çok azdır. Belli bazı meselelerde onlara muhalefet etmiş,
bunları Kitap ve Sünnetten tasnif ederek deliller getirmiştir. Sünnet ve
Selefin yolunu benimsemiş, daha önce yapılmamış şekliyle deliller, mukaddimeler
ve meselelerle bunları delillendirmiştir- Öncekiler ve sonrakilerin korkup
kaçındığı ifadeleri kullanmaya cesaret etmiştir. Bu yüzden Mısır ve Şam ulemasından
bir kısmı O'nun aleyhine Öyle ayaklandı ki daha fazlası olamazdı,.. Bîd'atçilik
isnad ettiler, münazara ettiler, kendisiyle yazıştılar.. O ise yumuşa-mayıp
gevşeklik göstermezdi. Bilâkis şöhret bulduğu takvası, kemâl-i fikri ve süratli
idrakiyle içtihadının, keskin zekâsının, sünnet ve kavillerdeki geniş kapasitesinin
gösterdiği gerçeği söylerdi.»
O'na ulaşmış olan
Ebu'l-feth b. Seyyidl'n-Neo el-Ya'merî el-Misrî diyor ki:
«O'nun ilimden payını
almış olanlardan olduğunu gördüm. Sünnet ve eser ez-berindeydi. Tefsirden
bahsettiğinde birincilik bayrağını O çekmekteydi. Fıkıhta fetva verdiyse nihaî
noktaya ulaşmış demekti. Hadis müzakere ettiğinde ilim ve dirayetini gösterdi.
Dinler ve mezhepler hakkında konferans verdiğinde O'nun görüşünden daha geniş,
O'nun delillerinden daha yükseğini göremezsin. Her ilimde zamanındakilerin
üzerinde olmuştur. Hiçbir göz O'nun gibisini göreni dahi görmemiştir. Kendi
gözü de kendi mislini görmemiştir. Meclisinde büyük bir cemaat toplanır,
tatlı, berrak denizden kana kana içerler, göl kenarındaki bîr bahçede O'nun
fazlının ilkbaharından nimetlenerek eğleşirlerdi.»
Muasırı ve metodda
O'na yakın olan Kemaluddin ez-Zemelkânî eş-Şa-fii de şunları anlatıyor:
«Bir ilim dalında
kendisine soru yönelttiğinde gören veya dinleyen, bîr başkasının bu ilmi
bilmediğini zanneder, kimsenin bu konuyu O'nun kadar bilemediğine hükmederdi.
Başka mezheplerden fakihler O'nun meclisinde bulunduklannda kendi
mezlıepleriyle ilgili, daha Önce bilmedikleri şeylerde kendisinden istifade
ederlerdi. Birisiyle münazara yapıp aciz kaldığı bilinmemektedir. Şer'î ilim-\\
olsun diğerleri olsun bir ilimde konuştuğu zaman mutlaka o ilmîn ehli ve mensuplarına
üstünlük sağlardı. Güzel tasnifte, mükemmel ifadede, tertip ve taksim. de yed-i
tûla sahibidir.»
106- O'nu
hakkiyle takdir eden, gerçek durumunu bilen ve mevkiini itiraf edenleri saysan
veya saymaya çalışsan büyük bir cilt O'na yetmez. Bunun için diğerlerine örnek
olarak bunlarla yetinelim. Burada araştırıcılar İbn-i Teymiyye'nin bu ilmi
menzileye, dostlarına ve düşmanlarına tesir edebilecek bir yere neden
ulaştığını, bu ilmi ve bütün unsurlar İslâm ve müslümanların aleyhine
toplanmışken İslâm'ı tecdid edip (yenileyip) karanlıklar ve tuğyan (isyan)
asrında ilk parlaklığını O'na yeniden kazandıran bu yegâne şahsiyeti oluşturan
sebeplerin ne olduğunu soracaktır.
Biz bu kuvvetli şahsiyeti meydana getiren unsurların dört olduğuna inanıyoruz.
(Birincisi): Allah'ın (C.C.) kendisine bahşettiği vehbî (Allah vergisi) şeyler,
sahip olduğu şahsi ve zati sıfatlar. (İkincisi): İster tevfik sahibi kişiler
olsun, ister son haddine kadar inceleyip düşünerek öğrenilmesine yönelinen
kitaplar olsun, kendilerinden ilim aldıkları, (üçüncüsü) Hayatı ve yöneldiği
şeyler. (Dördüncüsü): Yaşadığı asrıdır. O'ndan istifadesi ister unsurlarından,
rağbet ettikleri ve alâka gösterdiklerinden yararlanmak suretiyle müsbet yolla
olsun; isterse gücünün yetmiyeceği şeyle-şeklinde olsun, kuvvetli şahsiyete
sahip olan bir alim mutlaka müsbet ve menfî surette asrından istifade eder. [51]
107- Allah
Taala (C.C.) bu zata gelişip büyüyen tohum şeklindeki özellikler bahsetmiştir.
(Tohum büyüyüp) kökü üzerinde yükselmiş böylesi yüce bir âlim olmuştur. Ancak
Sübhanehu O'na öyle meziyetler vermiştir ki, bunlardan İslâm'ı yenileyip Rasul
(S.A.V.) ve Sahabe (Allah onların hepsinden razı olsun) zamanındaki tazeliğini
yeniden kazandıran bu âlim oluşmuştur.
Bu meziyetlerin ilki,
sahib olduğu kuvvetli ve sağlam hafızasıdır. Herhalde tarih İbn-i Teymiyye
gibi büyük bir hafıza bahsolunan pek fazla kişi zikretmemiştir. Daha
çocukluğunun ilk günlerinde bu hafızanın işaretlen O'nda açığa çıkmıştı.
Hadis-i Şerifleri bir bakış ve yazışta daha o yaşta ezberlemeye başlamıştı.
Kuvvetli bir âlim olarak olgunlaştığında cedel, münazarada kendisine yardımcı
olacak, ilmini açığa çıkaracak, kuvvetli üslup, istikrarlı kalb, büyük teennî
(itidal) ve belâ ve mihnetlere tahammü-lüyle insanların kendisine olan
rağbetini kabartacak, ve körükleyecek olan işte bu hafızadır. Bir muasırının O'ndan
bazı rivayetlerini nakledebilmek için icazet vermesini istediğini ve hiç kitaba
müracaat etmeden O'na on yaprak dolusu (hadisi] isnadiyla yazdığını daha önce
de zikretmiştik. e!-KevahibüFd-Dürriyye'de şunlar yer almaktadır:
«Hapsolunduğunda
birçok kitap tasnif etmiş olması şaşılacak şeydir. Bunlarda hadis ve sünneti,
alimlerin sözlerini, muhaddisler ve müelliflerle bunların eserlerinin
isimlerini zikretmiş, bunJann her birini nakleden veya söyleyenlerine nisbet
etmiştir. Bunların yer aldığı kitapların adlarını, kitabın neresinde bulunduğunu
da söylemiştir. Bütün bunlar doğrudan ezberindedir, zira o anda ya. nında
mütalaa edeceği hiç bir kitap mevcut değildi. Bu kitaplar incelenip araştırıldı.
Allah'a hamdolsun ki hiç bir hata ve değişiklik bulunamadı.»[52]
Üstadın son hapsi
esnasında oldukça fazla eser yazmış olması hasebiyle bu sözün mübalağasız
olamıyacağmı sanırız. O, bu müddet zarfında mütalaa ve yazmadan meneditmiş
değildi. Yasaklama ve baskı altına alma hapsin sonlarındadir. Yasak, iki
seneden fazla olan hapsi içinde sadece beş ay kadar sürmüştür. Bunun içindir
ki esası ihbar değil istinbat (araştırarak öğrenme, bulma) da olsa biz bu
haberin mübalağalı, belki de gayr-î sahih olduğunu zannedebiliriz.
Bu haberin kıymeti ve
mübalağa miktarı ne olursa olsun şu kesindirki O darb-i mesel olacak güçlü bir
hafıza sahibiydi. (Bu hafıza) sevenlerin sevgisini, hasımların da üzüntüsünü
körüklemekteydi.
108- İbn-i
Teymîyye'nîn meziyetlerinin ikincisi derin araştırmalar ve düşüncesi idi. O
meseleleri derinliğine İnerek öğrenirdi. Bir tek meselenin belirsiz tarafını
çözmek, ve kesin hükme ulaşmak için birçok geceleri düşünerek geçirirdi.
Âyetleri ve hadisleri en uzak ihtimallere kadar düşünür ve hakikat açıkça
doğup aydınlanıncaya kadar doğru bir tefekkürle ölçer ve kıyaslardı. Bunun
îçîndir ki O, hadis-i şerifler ve Kur'ân-ı Kerim âyetlerinden Istinbatta (hüküm
çıkarmakta) âlimlerin en ince davranışlarından ve en kudretlilerindendir. Yine
el-Kevakİbu'd-Dürriyye'de şöyle anlatılmaktadır:
«Allah'ın (C.C.) O'na
bahşettiği kabiîiyyetlerden Nebevi lâfızlar ve rivayet edilen sünnetten
manaların çıkarılması, bunlardan meselelere deliller bulunması lâfzın mantukû
ve mefhumunun (mana ve ifadesinin) açıklanması, âmmi tahsis fd^-n, mutlakı
takyid eden ve mensuhu nesheden nassın izahı, genel kaideler (zevabıt)'in,
lâzime ve melzûmelerin bunlara terettüp edenler ve ihtiyaç duyulanların beyânı
vb. sayılamıyacak kadar çoktur, öyleki bir âyet veya bir hadisJ zikredip manalarını
açıkladığı O'ndan murad olunan şeyleri açıkladığında bütün zeki âlimler O'nun istinbatmm güzelliğine hayran
kalır ve O'ndan duyduğu veya
öğrendiği şeyler kendisini dehşete düşürürdü.[53]
İbn-i Teymiyye sadece
sağlam bir hafıza sahibi değil, bilakis ilk nazarda anladığıyla yetinmeyip
tekrar tekrar düşünen bir araştırmacı idi. O, hakikati ortaya çıkaran
neticelere 'Jİaşana dek meseleleri dibine kadar yarardı. Vardığı neticeler
akıllara aehşet verir, hasımlarını şaşkına çevirirdi.
109- Üçüncü
meziyet: Hazır cevapJ'k. Üstad hafızasının kuvvetlili-ği ve engin
araştırıcılığı yanında hazır cevap idi. Manalar, ilk alarma karşılık veren
süratli askerler gibi hızlıca hafızadaki yerlerinden çıkarlar. Bu durum
derslerinde açık-seçik gözükür. Manaların ifadesi Üstad'ın ihtiyacı olduğu
zaman hiç bir yorulma ve zorlanma olmaksızın diline gelir. Ezberinin çokluğu
ve bunların mücadele anında hemen aklına geliverrnesiyle münazarada hasımlarını
delille sustururdu. Hasımları buna dayanamaz, uzun uzadıya kafa yorup inceleme
ve müracaattan sonra ancak cevap vermeye muktedir olurlardı.
Talebelerinden Ebû
Hafs el-Bezzar şöyle anlatıyor:
*tbn-i Teymiyye derse
başladı mı, Allah Taala ilimlerin sırlarım, gizlileri, latifeleri, incelikleri,
bilimleri, âlimlerin nakillerini arap şiirleriyle istişhadı O'na açardı. O
bunlarla birlikte kuvvetli bir dalga gibi akar, deniz gibi taşardı.»
Kendisine soru
sorulduğu veya münakaşa yapıldığındaki durumu anlatılırken şunlar
söylenmiştir:
«Bîr olay vaki olup
kendisine soruldu, mu mutlaka anında ve hayret verici ve meşhur üslubuyla benzerinin
ortaya konulması hemen hemen imkânsız bir cevap verir idi.[54]
Bu meziyetten dolayı
Ibn-i Teymiyye'nin hasımları O'nunla karşılaşmaktan çekinirlerdi. O'nun bu
Özelliğini bilmeyen ve elindeki delile güvenenler de O'nunla karşılaşınca
ibret almak isteyenlere ibret olurdu.
Yüce Alim O'nun da
ağzını delille kapatıverirdi. Söz meydanında hiç kimse O'na üstünlük
sağlayamamıştır. Mısır'da veya ömrünün sonlarında Şam'da O'nun başına açtıkları
belâya geceleri düşünerek ve duyulmama-sına gayret ederek muvaffak olmuşlardı.
Şayet duyulmuş olsaydı O'na tuzak kurmaları imkânsızlık olurdu.
110-
Dördüncü meziyet, fikri istiklâl (serbestçe düşünebilme): Bu meziyet belki de
ilminin ve muasırı olan diğer âlimlerde bulunmayan özel meziyetleri kazandıran
ilmî şahsiyetinin oluşmasında en önemli rolü oynayan bir meziyetdir.
Alimlerden çoğunda da üstün zekâ ve güçlü hafıza vardır. Fakat onlar arasında
bu fikrî istiklâle sahip olan kimse yoktu. İbn-i Teymiyye, kendisine sunulan
veya sorulan herhangi bir meselede Allah'ın Kitab'ını ve Rasulü'nün sünnetini,
selef-i salihin haberlerini inceler, ulaştığı sonuca bağlanır ve O'na davet
ederdi. İnsanların O'na muhalefet etmesi veya muvafakat göstermesi kendisine
sıkıntı vermezdi. Zira o, asrın âlimlerinin dillerinde konuşulan ve insanların
bağlandığı şeylere tabi değildi. O
sadece delilin kölesiydi, O'nun
peşinden giderdi. O, insanların görüşlere sevkettiği sürülen
biri değil, bilâkis ancak delilin sevkettiği birisi idî. İncelemeleri
kendisini Nebî (S.A.V.)'den yardım dlemenin dinde bir delili olmadığı sonucuna
iletti ve bunu evirip kıvırmadan ilân etti. Bu yolda kendisine yardımcı
olmaları umulanlardan bir çoğunu
kızdırdı. O, ulaştığı her fikirde müstakildi. Allah'ın (C.C.) Kitab'i, Rasulü'nün
Sünneti, Sahabe ve Tabiin'in büyükleri ve selefi salihinden başka yol göstericisi
yoktu.
Biraz önce adı geçen
öğrencisi Ebu Hafs O'nun fikrî istiklâlini açıklarken şunları söylemiştir:
«Hakikat ortava
çıkınca Üstad onda ısrar ederdi. Allah'a (C.C.) yemin olsun ki RasuluHah a
(S.A.V.) O'ndan fazla tazim eden ve O'ndan kendisine ulaşanlara uymaya ve
destek olmaya O'ndan daha hırslı olan birisini görmedim. Bir konuda bir hadis
duyar ve bunu gereğince amel olunan, hüküm ve fetva verilen başka bir hadisin
neshetmediğini anlarsa o hadisi terkedip -kimin olursa olsun yaratılmışlardan
(O'ndan)- başka birinin sözüne yönelmezdi. insaf sahibi O'na insaf gözüyle
bakarsa Kitab'a ve Sünnet'e bağlılığını anlardı. Kim olursa olsun hiç kimsenin
sözü O'nu bu ikisinden saptıramazdı ve onlardan elde ettiği bilgiye bağlanmada
kimseye aldırmazdı. Bu hususta ne emirden, ne sultandan ne de kılıçtan korkar,
ne de bir kimsenin rızası için onlardan dönerdi. O, en sağlam kulpa
tutunmaktaydı.»[55]
Onu dinin müceddîdî
kılan bu vasıftır. Çünkü diğer âlimler meseleleri başkasının düşüncesiyle
anlıyor veya bu düşünceden alınmış olarak anlatıyorlardı. Bu büyük müceddid
ise Kitap, Sünnet, Sahabe ve Tabiin'den bazısının haberleri dışında hiçbir
düşünüşün tesirinde kalmaksızın dine bakardı. Böylece O, dinin üzerine yapılmış
olan asırların tozunu izale edip, ilk yeni ve pırıl pırıl aslına döndürmek
suretiyle İslâm'ın durumunu yenilemiştir.
111- Beşinci
meziyet: Hakk'ı talepte ihlâs, nefsâni kirlerden arınmıştık ve dini öğrenip
insanlara açıklama arzusu: İhlâs, ihlâs sahibinin kalbine hakikat nurunu atar
ve O'nun meseleleri yamlmayan doğru bir anla anlamasını sağlar. Garaz ve
nefsanî arzu kadar aklı sapıklığa düşü-onu hidayet yolundan saptıran hiçbir şey
yoktur. Niyet bozukluğu aklı ^n'tırır, fikrin hakikate erişmesine mani olur.
S Allah (C.C.) İbn-i
Teymiyye'ye ihlâstan en büyük payı vermiştir. Ha-k'kati öğrenmede Allah (C.C.)
rızası için samimi davranmıştır. Üstad bu rTnde hakikatin muzaffer olacağına
samimiyetle inandı. Bunu kendisi için saklamayıp asrına anlattı. Ve onu asırlar
biribirine naklettiler. Okuyucu okuduklarından etkilenir, zira o imanın
sıcaklığını hiçbir keşfe ihtiyaç duymadan kuvvetlice ve açık olarak duyar.
O'nun ihlâsı hayatını
kaplayan dört şeyde tecelli etmiştir ki hayatının hic bir dönemi bunlarsız olmamıştır.
Bu yüce âlimin bütün ömrünü, mutlak yücelik ve mutlak ilim sahibi olan Allah
(C.C.) ve O'nun yüce dini -için ihlâsla yaşadığına bizi inandıran da şu
şeylerdir:
(Birincisi): O,
fikrinin kendisine ilham ettiği şeylerle alimlerin karşh sına çıkar, uzun bir
inceleme ve araştırmadan sonra bunları insanlara ilân ederdi. Özellikle
insanların alışkanlıklarına ve aralarında bilinene zıt düşen şeylerde böyle
davranırdı. Konuyu anlayıp da ondaki hakikatin keyfiyetini bilince, insanların
razı olması veya kızmasına aldirmaksizın açıklardı. Münazaraya çağırıldığında
sözünü çekmez, duraksamaydı. Hiç kimse için sözünde ikiyüzlülük etmez, kimseyi
razı etmek için de uğraşmazdı.
(İkincisi): İhlasmı ve
hak İçin çabaladığını gösteren bir hususda Hak yolundaki cihaddır. Bu cihad,
eğer hasmı Moğollarda olduğu gibi kılıç taşıyorsa veya Nusayriler ve Samdaki
diğer dağ sakinlerinde olduğu gibi itaat altına alınmaları ancak kılıçla
mümkün olacaksa cihadını kılıçla yapıyordu. O, görüşünü ilân edebilme uğrunda
belâ ve sıkıntılara katlanır, birinde sussa diğerinde susmazdı. Talât
(boşanma) ile ilgili meselelerde susması, fetva vermemesi İstenmişti. Bu
hususlarda dört mezhep imamının vardığı neticelere aykırı sonuçlara varmıştı.
Önce susacağına söz verdi. Fakat Sultan'a verdiği sözden derhal vazgeçti.
Çünkü bu sükut dine muhalif olan bir meselede sukuttu. O, Allah Taala'nın
(C.C.) alimlerden almış olduğu insanlara açıklamak, onlardan saklamak
hususundaki and-laşma ve ahdine bağlı kalmak için Sultan'a verdiği ahdini
bozdu. O, kendisini hakkı açıklamaya zorlayan ihlâsı yüzünden hapiste öldü.
Bununla da görüşlerinde garaz ve nefsani arzudan uzak olduğu tescil edildi.
(Üçüncüsü): İbn-i
Teymiyye'nin ihlâs sahibi olduğunu, garazdan, nefsanî arzudan, çekememezlik ve
kin beslemekten arınmış olduğunu gösteren üçüncü husus, hata da etseler, ihlas
sahibi hakikat arayıcıları oldukları müddetçe, kendisine kötülük edenleri
affetmesidir. O, kendisini kalenin dibinde hapseden, İskenderiye hapishanesine
atan alimleri affediyordu. Sultan Nasır onlara istediği muameleyi yapma imkânı
verdi. O ise hayırdan başka bir şey
söylemedi. Ve son olarak O'nu aşırı derece dar duruma düşüren hatta kaydettiği
hatıralarından ve okuduğu kitaplarından mahrum edenleri bile affediyor, ihlâs
sahibi büyük bir insanın söyleyeceği sözü söylüyordu: «Bana eziyet etmiş olan
her bir müslümar.a hakkımı helâl ettim.» O, kendisine yaptığı eziyetten dolayı
da Suİtan Nâsır'i bile mazur göstermeye çalışıyordu. Şüphesiz bu her nefsin
üstünde olan îhiâs ve her eziyetin üzerinde olan, iffetli şahsiyettir.
[Dördüncüsü): İbn-i
Teymiyye'nin ih.las sahibi olduğunu ispatlayan bir diğer husus da makamlara,
dünya süs ve ziynetine karşı zahidane tutumudur. Hiç bir makam istememiş,
hiçbir makamda idarecilik yapmamış, riyaset konusunda hiç kimseyle nizâî,
çekişmesi olmamıştır. Devlet işlerinden hiç bir işi olmaksızın sadece
müderris, vaiz ve araştırmacı îdi. Bundan dolayı fakir yaşadı. Az yemekle,
pahalı olmayan ve hayaya muvafık şekilde avretini örtecek kadar elbiseyle
yetinirdi. Araştırma ve incelemeye yönelmiş alimlerin yaptığı gibi kendisine
gelen rızkın çoğunu tasad-duk ederdi. Açıkça görülüyor ki kendisine sadece
hayatının devamını sağlayacak kadar az bir şey bırakırdı.
İbn-i Teymiyye'nin
kendisi için düşünülen şeylerin birçoğundan kurtulmasının sebebi ihlâsı,
Allah'a (C.C.) bağlılığı ve O'na güvenip dayan-masıydı. Zehebî bu konuda şöyle
diyor:
«Nice dehşetli
musibetlerden Allah Taalâ (CC.) O'nu kurtardı. Zira O Allah Taala'ya devamlı
dua eder, çok yardım dilerdi. Tevekkülü kuvvetliydi ve cesareti apaçıktı. Devam
ettiği virdleri ve zikirleri vardı.»
Bu İbn-i Teymiyye'nin
seksiz şüphesiz ihlası... Çünkü O'nun bütün hayatı hak için fedakarlık ve hakka
davetle geçmiştir.
Fakat hicri 9. aşıra
ait bir kitap bulduk. Bunda O'nun İhlasını tenkit ediyorlar, kibir ve kendini
beğenmeye meyletmek suretiyle itilasının zayıflığını ileri sürüyorlardı.
Suyuti'ye nisbet edilen bu kitapta şunlar söyleniyordu:
«timinle kibirlenme ve
kendini beğenmeden sakın. Lehine ve aleyhine her zaman kaçınarak ondan
kurtulsan, ne mutlu sana... Allah'a (C.C. yemin olsun ki îbn-i Teymiyye denilen
zattan başka, mümkün olan her bir yolla Hak yolunda cihadı sürdüren yiyecek,
giyecek ve kadını Önemsemiyen, yanında ilmi daha geniş, zekâsı daha kuvvetli
olan birini gözüm görmemiştir. Mısır ve Şamlılardan, aralarında O'nu yerenin
kibir ve kendini beğenme, üstadlıkta başta gitmeye aşırı düşkünlük ve uluları
hakir görme dışında O'nu ayıplayıp itham ettiklerini görmedim. Dikkat et: gör
kî davalar ve görünme arzusunun sorumluluğu ne de büyüktür? Allah'tan (C.C.)
O'nu bağışlamasını dileriz. Allah korkusu O'ndan daha fazla olmayan, O'ndan
daha âlim olmayan, O'ndan daha zahid olmayan, aksine arkadaşlarının günahlarını
ve dostların hatalarını görmezlikten gelen, bir takım kişiler O'nu
gözetlediler. Allah düşmanlarım O'na, kendi kuvvetleri ve azametleriyle değil,
aksine O'nun günahları sebebiyle musallat etmiştir. O'nu ve tabilerini
aleyhlerine cereyan edenlerden Allah'ın korunması da daha çok hakettikleri bazı
şeylerden dolayıdır. Bundan şüphen olmasın.»
Bu Suyutiye nisbet
edilen bir sözdür .[56]
Bu nisbet ister doğru
olsun ister olmasın görünen o ki insanlar O'nun hakkını ve ilmi talebini tenkid
etmemişlerdir. O'nu kendini beğenme, ce-del ve münazara meydanında galibiyet
sağlamak suretiyle büyük üstad-lara reis olma sevdasıyle ayıplamışlardır.
Halbuki reis olma manevi bir makamdır. Ve onu yeryüzünde yüksek olmak
isteyenler hükümet sahihlerine yakın bir makam istemeyenler sahiplerine yakın
bir makam istemeyenler arzularlar.
Şüphesiz bu, ne tarihi
gerçekler ve ne de bu alim zatın hayatından dayanağı olan bir ithamdır. O'nda
kendini beğenme ve kibir asla görünmez.
Bilâkis o mütevazi, insanlara yakın ve onlarla beraberdir, beraber düşüp-kalktıklarına karşı ancak alçak gönüllüydü ve koruyucu İdi. Öyle ki beraber bulunduğu bazı
kişiler O'nun yalnızca misafirlikte üstünlük sahibi olduğunu söylerlerdi. Bu
yalancı ithamın menşei üstadın kudret ve beyanı, beyan
baskmlariyle onlara her yönden hücum etmesi ve onların buna denk veya yakın bir
beyanla cevap vermekten mutlak aciz kalmaları sonucudur. Hemen O'na kendisini
beğenme isnadında bulundular. Mücadele ettiklerini yenen, onların delillerini
bütün yönleriyle nakzeden belâ-ğât ve fesahat sahibi her âlime böyle isnadlar
yapılır. Muarızları O'nun kendini beğenmesi, kendilerinin ise tevazularından
başka değerini düşürecek, böylece kendilerinin de aczini gizleyecek bir isnat
bulamazlar. Sanki onları susturan yalnızca tevazu, bunu da konuşturan sadece
kibirdir. Onlar susmalarıyle övgüye lâyık, bu da ortaya koyduğu delilleriyle
suçlu. Bu, acizlerin, konuşanların değerini düşürmekte kullandıkları bir
oyundur. İbn-i Teymiyye Hak yolunda İhtâslı, çirkin vasıflardan beri ve övgünün
en üst derecesine ulaşmıştır. Eğer sussaydı O'nun için bu durumunu koruması
mümkün olurdu. Halkın memnuniyetini elde etmişti. Fakat O, Halik'ın rızasını tercih
etti, mahlukun memnuniyetine önem
vermedi. Bu yüzden eziyetlere,
dinden dönme sapık olan isnatlarına maruz kaldı. Demek ki O
112-
Altıncısı: Fesahati ve beyan kudretidir. Üstad minberleri titreten beliğ bir
hatip idi. Allah fG.C.) O'nda lisan fesahatiyle kalem fesahatini bir araya
getirmişti.
Lisanından açık ve
anlaşılan lâfızlar akan hitabet kudreti yanında baş-kalanmn günlerce düşünüp
kafa yorarak yazamayacakları hakikatları parmak uçlarından akıtan bir yazardı
da...
Bu fesahatin
ailesinden gelme olduğu açıktır. Babası büyük bir ke-lâmcıydi. Dedelerinden de
hatip olanlar vardı ve onlardan birisi Bağdat Camiinde hatiplik vazifesi ifa
etmişti. Allah Taala'nin Kitabı'ni ezberledikten sonra çok tekrar etmesi ve
okuması sünnet-i nebeviyyeyi ezberlemesi Takiyyuddin'deki bu beyan kudretini
kuvvetlendirmiştir. Bu da O'nu beyanı mücadelelerin çokluğu oranında büyük
miktarda güzel, seçilmiş ifadelerle takviye etti. Gücü bilendi ve O'nu
hazırlanmadan, hazırlık yapmadan irticai? konuşmaya ve delille galip gelmeye
alıştırdı. O, konuşmadan, mücadeleden ve münazara yapmazdan çok önce her şeyi
ezberlemişti.
113-
Yedincisi : Cesaret ve onunla birlikte iki vasıf; sabır ve tahammül gücü :
Serbest düşünebilme vasfından sonra İbn-i Teymîyye'nin asrındaki alimlerden
ayrıldığı en açık vasıf cesaretidir. O'nun asrında insanlar alimleri devamlı
okuyan, oturakların zayıflattığı adele ve mafsallarının onları üzerinde
gevşediği kişiler olarak tanırlardı. Alîmin bütün gücünün düşüncesi ve kafası
oiduğu görüşündeydiler. Onlar ümmetin başıydılar. Adeleleri ve bedenî kuvveti
değildiler. Bedenî kuvveti yalnızca ordu idi. Herhalde bu düşünce onlara Hint
Felsefesi ve Hindu dininden gelmişti. Hindular milletin kuvvetini orduda
düşünürlerdi ve onların inancına göre bunlar Brahma'nın kollarından
yaratılmışlardır. İnançlarına göre Brahmanlar, yani ailemler de Brahman'ın
başından yaratılmışlardır.
İbn-i Teymiyye'nin
asrında müslümanların alimlerinin durumu buydu. Bunun için Tatarların atlısı ve
yayasıyla toptan üzerlerine hücum ettikleri hcberi ulaşınca Mısır'a kaçan
kaçana idi. İbn-i Teymîyye ise burada tek başına örnek oldu. O'na göre ilim ve
askerlik birbirine zıt, ayrı şeyler değildi. Alim, işler kızıştığında
askerdir, tuzak kurulduğunda da siyasidir. Aksine durumlar düzelip istikrar
bulunca asker de ilim adamıdır. Bu da O'nun selef-i salihin peşinden gitmesi ve
düşüncesinin de onlardan nakledilenlere bağiılığındandır. O ilmin kapısı ve
müslümanların en kudretli kadısı olan Ali b. Ebi Talib'in aynı zamanda onların
süvarisi olduğunu biliyordu. Savaşta karşısına çıkanı mutlaka yenen o idi.
Alim, abid ve zahid de o idi. Kılıcından kan damlıyarak savaş meydanına çıkan
da o idi.
Bu güzel örnek
sebebiyledir ki, Tatarlar saldırdığı zaman siyasetçile-. idarecilerinin
kaçmasından sonra İbn-i Teymiyye işlerini idare etmek üzere şehirde kaldı,
münakaşa ve mücadele için Kazan'a, Tatar kumandama gitti. Sonra Tatarlar
çekilene kadar halkı teskin etmeye uğraştı. Bilâhare onlar tekrar dönüp
gelince gitti ve geri çekilmekte olan Mısır ordusunu teşvik etti, kumandanları
cesaretlendirdi ve nihayet Tatarları püskürtmek için Şam'a geldiler amma,
neredeyse gelmiyeceklerdi. Savaş başlayıp kıyamet koptuğunda cesurca öne
atılan süvari - hoca ölüm hattın-daydı. Ölüm onu mu, o ölümü mü yenecek,
bilemiyordu. Neticede tatar kayası parçalanıp kovularak çekilince o tek başına
bir bölüğü komutasına alarak Cebel'deki Şiilere gitti ve onları itaat altına
aldı. Tevbekâr olanların tevbesinden sonra onları horlanmışlar olarak zekât ve
öşür vermekle mükellef kıldı.
İşte bu İbn-i
Teymiyye'nin meydandaki cesaretidir. O'nun cesaretidir. O'nun cesareti
hayatlarını süvarilik ve kılıçla geçiren komutanlannkinden daha yüksekti. Çünkü
onların cesareti savaş ve zaferden, onunki ise kalbinden ve dinindendi.
O'nun konuşma cesareti
ise karşılaştığı belâların sebebiydi. Ne güzel belâ.. İnandığı gerçek sözü
söylemiş, gevşememiş ve zayıflık duymamıştır. Alimler ve ulular onunla
çekişmişlerse de o asla tereddüt etmemiş ve geri durmamıştır. Halkı O'nun
aleyhine tahrik etmişler fakat o kendi görüşünce hak olanı söylemekten
çekinmemiştir. O'nun bütün hayatı bu yolda mücadeledir. Emirler ve Sultan da
kendisine muhalif olanlar tarafına geçince konuşma cesaretinden hiçbir şey
kaybetmeksizin hepsinin belâsına tahammül etmiştir. Hayatının her bir safhası
bunları anlatmakta, bu alimin şahsiyetinin kuvvetini, fikir ve delilleri gibi
irade ve gayretinin de muasırlarından daha üstün olduğunu göstermektedir.
Bu cesaretiyle beraber
çok sabırlıydı. İlk darbede sabreder, harekete geçmezdi. Peygamber (S.A.V.J :
«Sabır ancak ilk andadır.»
buyurmuştur. O, bedeniyle, kalbiyle ve akliyle çok kuvvetli tahammül ve
sabra sahipti. Beden yapısı çok sağlamdı. Gayet geniş gönüllüydü, nahoş olan
bir şeye sabırsızlık göstermeden katlanırdı. Çok büyük akıl sahibiydi, delile
delille karşılık verir, eğer inatçılar kulak vermezse onu delille sustururdu.
Bıkıp usanmakstzın çalışmaya alışıktı. Hapsediliyor, fakat hayatının bir anını
bile çalışmadan geçirmek istemiyor, yazıyor ve telifte bulunuyordu. Çünkü
O, bu
zamanını nerede harcadığından
hesaba çekilecekti. Kitaplarından mahrum edilerek kendisine
haksızlık ediliyor, mürekkep, kalem ve kağıttan uzaklaştırılıyordu. Fakat o,
kömürle yazma yolunu buluyordu. Düşünme ve tedvin etmeyi bu baskı altında bile
terketımiyordu. Kağıt ve kömür temin etmesi de mümkün olmayınca anlıyarak ve
düşünerek, huşu ile Allah'ın Kitab'ını
okumaya başladı. Çalışmadan geri
kalmadı, bilâkis hasta iken dahi Kur'ân okuyordu. Ve Allah (C.C.)'ın
«(Şüphesiz takva sahipleri
Cennetlerinde
aydınlıklar içindedirler; rıza gösterilen bir yerde... Kudretine nihayet
olmayan bir Melik (her şeye hakim bulunan, Allah Taala'nın) huzurunda...»
(Kamer, 54-55). kavl-i şerifine kadar geldi. Bu onun söylediği son söz oldu,
114-
Sekizincisi: Feraset kuvveti. Hissetme gücü yanında akii kuvveti, basiretinin
nüfuzu ve idrakinin keskiniiğiyle bakışları gönüllerin derinliklerine ulaşır ve
anlar, işlerin içyüzünü keşfederdi. Zeki birisi onun kesin olarak gördüğünü ya
da duyduğunu zannederdi. Üstlendiği her bir işte O'nun gördüğünü ya da
duyduğunu zannederdi. Üstlendiği her bir işte O'nun feraseti açıkça görünürdü:
Tatarları ve hallerini görünce zayıfladıklarını, Şam'ı aldıkları ilk
zamanlardaki gibi olmadıklarını, aksine şımardıklarını, kuvvetlerinin
kaybolduğunu, fakat mazilerinin savaştıklarına korku verdiğini ve böylece
onları kuvvet fazlalığıyîe değil de korku vasıtasıyla yendiklerini kendi
zekâsıyle anladı. Dahî bunu anladı ve Mısır ve Şam ordusunun kesinlikle galip
olacaklarına ağır yeminler ediyordu. Emir kendisine «inşaallah» de deyince,
bunları gerçekleşmiş görüyorum, olacak olarak görmüyorum dedi. Bu da O'nun
feraset gücü ve basiretinin nüfuzunu gösterir.
Toplulukların
islahıyla uğraşanların, vicdanlara hitap edebilmek ve şuurların ne
istediklerine ulaşabilmek için gözlerden kalblerin çarpışlarını ve yüzlerin
çizgilerinden gönüllerin hareketlerini sezmelerini mümkün kılacak kadar
feraset kuvvetine ve keskin basirete sahip olmaları gerekir. Allah Taala O'na
ruhi sezgi ve kalbi duygu nasibini vermişti. Bu sebeble hitap ettiği
toplulukların mutlaka dikkatini çekmiş, söyledikleriyle onların şuurlarına
işlemiştir. Ancak kendi inadından başkasını duymayıp nefsine mağlup olmuş
kişiler müstesna. Onların da zaten yolları kapalıdır. Eğer böylelerine hak söz
ulaşamıyorsa bu onun kendindeki noksanlıktan dolayıdır, söyleyenin
eksikliğinden değildir.
115- İbn-i
Teymiyye'nin vasıflarını anlatırken bize gereken gerçekçi olup sadece
beğenilenleri sayıp dökmekle kalmamak, bilâkis güzelliğin yanında diğerlerini
de zikretmektir. Biz de O'nun beğenilmeyen bir vasfı var mı diye ararken, bir
tanesi hariç, karakterleri arasında hiç bir şey karşımıza çıkmadı. O da keskin
ve şiddetli söylemesi, konuşmasıdır. Bazan çok acı verir, ilâcın acısından
dolayı insanlar da şifayı istemezlerdi. Bu sertliği O'nu kuvvetli delil ve
tenkit ileri sürmekten uzaklaştırır, zaman zaman itham etmeye kadar götürürdü.
Maliki Kadı İbnü'l-İhnaî'nin kabir ziyareti meselesindeki görüşünü kabu!
etmediği ve cahillikle itham ettiği kendisine ulaşınca «O'nun dağarcığında İlim
azdır.» demişti. Fakat bu söze yol açan sebep söylenmeyecek kadar büyüktür. O
çoğu zaman muhaliflerini bid'atçı olmakla suçlardı.
Bazan da cedel bu
keskinliğe vardırırdı. Mücadelenin her çeşidi bir uharebedir ve muharebede de söz kızışır. İfadedeki keskinliğin bizzat kendisi hakikatin kıymetini eksiltir. Bunun içindir
ki İmam Malik, cedel ehliyie dahi olsa mücadeleden nehyederdi. Kendilerine
sünneti açıklaya dd V i
ddi ki Her ne zaman ce
ehliyie dahi olsa
mücadel
na da: «Sünneti söyle
ve sus» derdi. Ve yine derdi ki «Her ne zaman ce-delci kişiden daha cedelci bir
kişi gelse o da Muhammed (S.A.V)in getirdiklerinden bir şeyler eksiltir.»
Fakat münazarayı
terketmek İbn-i Teymiyye'nin elinde değildi, zira asrının alimleriyle iki
yoldan hangisinin sünnet olduğunda anlaşmazlığa düşmüştü. Onlar kendilerinin
takip ettiği yolun sünnet ve yaptıklarının da sünnete tabi olma (ittiba)
olduğunu, söylüyorlardı. İbn-i Teymiyye de onlara karşı aynı iddiada
bulunuyordu. Bu durumda gerçeklerin yerleşmesi, iki guruptan hangisinin yolunun
daha doğru ve sünnete daha yakın olduğuna düşünenlerin hükmetmesi için
münazara lüzumluydu. Münazarada ise tabii ki mücadele ve keskin söz beraber
bulunurdu.
İbn-i Teymiyye'nin
muasırları O'nun keskin sözlü olduğunda müttefiktirler. Daha önce de O'nun
hakkındaki sözlerini naklettiğimiz Zehebi diyor ki:
«O'nu, araştırmada
keskinlik ve hasımlara karşı da gönüllere düşmanlık eken Öfke kaplardı. Öyle
olmasaydı mükemmellikte herkesin ittifak noktası olurdu. Büyükleri O'nun
ilmine boyun eğerler. O'nun sahili olmayan bir deniz ve benzeri olmayan bir
hazine olduğunu itiraf ederlerdi.»
Zehebi'nin
söyledikleri bunlar. Bu sözler de hasımlara karşı O'nun şiddetle davrandığını
tescil ediyor. Şiddetinden söz ettik. Hasımların hücum etmesine gelince, bunun
sebebi de O'nun bildiği bir sünneti, muhaliflere ve onların içinde bulundukları
durumlarına iltifat etmeksizin ilân etmesidir. O'na göre en uygun olan, ortaya
koyduğu şeye onları derece derece alıştırmaktı. Böylece bu şeyler onlara zor
gelmezdi. Tedricilik başlangıçta redle karşılanan bir şeyi daha sonra kabulle
karşılanır hale getiren fîtri bir yoldur. Bu sözde —bazan— gerçek payı vardır.
Fakat Zehebî şiddetini
ve onlara hücum etmesini kendine muhalefet etmelerine bağlar. Doğrusu şiddetli
muhalefetle karşılaşınca İbn-i Teymiyye'nin yaptığını O'nun asrmdakilerden
hiçbiri yapmamıştır. Muhalefetin sebebi şiddet değildir. Bilâkis böylesi bir
asırda görüşlerin kendisi ihtilafa sebebtir. Zira insanlar bunlar sünnettir
diye bir takım görüş ve fikirleri bir araya getirmişler ve bunlara sıkı sıkıya
bağlanmışlardı. İbn-i eymiyye gelmiş, onlara sünnetin bu şeyler olmadığtnı
söylüyordu. Elbette bu durumda bu İki düşünce çarpışacaktı. Çünkü insanlar
dinî inançlarını^ mücerred ilmi görüşlerini değiştirdikleri kadar kolay
değiştirmezler. Onun söyledikleri de mücerret ilmî görüşler değil, bilâkis
İslâmî akide ile alâkası olan şeylerdi. O halde ihtilaf olması tabii idi. Fakat
sözdeki kes-
kinlik muhalefeti
kızıştırır, küfür, fâsıklık ve âsîlik isnadı ve kötü lâkap. ' lar takmayı kolaylaştırır. İki
taraftaki keskinlik de işi buna vardırmışti
İbn-i Teymiyye'nin hasımları ilim, kıymet ve taraftar açısından kendisinden aşağı oimalan
hasebiyle, şiddetinden dolayı O'na yapılan
kötüleme de kıymeti, mevkisi ve şahsiyetinin önemi oranında olacaktır.
116-
Azameti: Allah (C.C.) İbn-i Teymiyye'ye. karşısına geleni ürperten, O'na büyük
bir adamın huzurunda olduğunu hissettiren şahsî bir azamet heybet vermişti.
İfsaatçıların, bozguncuların şiddetine rağmen hepsinin eziyetinden Û'nu
koruyan herhalde bu azameti olsa gerektir. Bizzat kendisi de şanının
yüceliğinin farkındaydı. O'nun için kıt akıllı ahmak biri cesaret bulup
kendisine bir şey yaptığında O'nu affetmekten İmtina etmezdi. Bazı
taraftarları ezayı misliyle defetmek için kendisini korumayı isteyince onların
teklifini kabul etmemiş, yalnız gitmiş, kendisine kimse hiç bir şey
yapamamıştır. Muhalifi alimler de Ö'nun azametinden hisse kaparlardı. Bir şey
yapmak istedikleri zaman O'nu geceleyin düşünüp taşınır, planlarlardı. Sonra
O'nunla karşılaşmaktan çekindikleri için yapmazlar, şikayet ederlerdi. Sultan
veya idare elinde olan kişi
kendilerine katılıp O'nunla
mücadele etmeleri için İsrar da etse, neticede delilinin kuvveti ve azametinden
dolayı yine O'na bir şey yapamazlardı.
Suİtan karşısına
çıkacağı zaman cesaretle ve kendinden emin olarak çıkardı. O'nunla bîr konuda
muhatap olacağı zaman kuvvetli konuşur, sert cevap verirdi. Sultanın O'nu
uymaya davet ettiği hususta kendisine karşı çıkmakta tereddüt etmezdi. Sultan,
ancak yakınında değilken O'nun başına gelenlere rıza göstermiştir. Sultan
Mısır'da İbn-i Teymiyye ise Şam'daydı, uzakta olan ise kendisine ulaşan
haberlerde mazurdur. Oian olmuş, dilinden hikmetler akan, kalbinden ihlas coşan
ve pariak şahsiyeti gönüllere heybet salan bu yüce alime hareket zamanında
yetişememişti. Üstad, Kazan'da Tatar Meliki ve komutaniyle buluşur. Dillerinin
farklı olmasından dolayı karşı karşıya
konuşmalarının zorluğu ve hatta imkânsızlığına rağmen istediği her şeyi
söyler—aralarında tercüman aracılık etmiştir— Kazan'in bile O'nun azametini ve
şahsiyetinin kuvvetini hissettiğini görüyoruz. Han adamlarına :
«Böyle birisini hiç
görmedim. Bundan daha cesaretlisine, sözü kalbime daha fazla yer edene
rastlamadım. O'ndan başka kimseye de bu kadar boyun eğdiğimi görmedim»
demiştir.
117-
Heybet-i şahsiyye (şahsi azamet): Allah (C.C.) Subhanehu'-nun yarattıklarının
bazılarına lütfettiği bir İlahi vergidir. Böylece o insanda ruhi ve şahsi bir
kuvvet oluşur ki, bundan da dinleyicilerinin gönüllerine te'sir kuvveti hasıl
olur. Sözünde bir şiddet, bakışlarında kalbe nüfuz etme özelliği vardır. Kişi,
galip bir Sultan bulunmadan vg zorlayıcı, bağlayıcı maddi bir kuvvet
olmadan, bilâkis içinden gelen bir
bağlayıcı-. | o'nun huzurunda
hürriyetini kaybeder. Allah (C.C.) İbn-i
Teymiyye-bu ruhî kuvveti vermişti. Zikrettiğimiz sıfatları
ve açıkladığımız kud-y ti
bunun sebeplerindendl. Fakat bu
sıfatlar O'na has değildi, elbette Thî bir lütuf, rabbani bir bağıştı.
İnsanların düşüncelerini yönlendiren fikir kumandanları Allah'ın kendilerine
bu vergiyi verdiği kişilerden çıkar. Bu ilâhî vergi sayesinde insanlar
kumandanın korkusuna itaat ederek, tutularak,
şahsının azametinin
dehşetine kapılarak yürürler. Onunla
beraber gönülleriyle ölümlere giderler. Allah'ın (C.C.) yarattıklarında
bu gibi işleri vardır. [57]
118- İbn-i
Teymîyye, zamanında İmamı Malik ve Ebu Hanife devir-lerindeki gibi ilim sadece
şifahî olarak öğrenilmekle kalmıyor, aynı zamanda ilimlerin tedvin devrindeki
gibi iki metodia öğreniliyordu.
a) Öğrenciyi
yönlendiren ve ona ilim anlatan hocalardan. Böylece bu hocalardan ders alan
öğrenci, onlardan icazet alıyordu.
b) Öğrenci,
kitaplardan okuyor, onları inceliyor ve derinliğine araştırıyordu.
Böylece_talebe hocasından öğrendikleri ile kitaplardan elde edebildiği
bilgilerin tamamının üzerine ilminin temelini kuruyor, onlardan hüküm
çıkarıyor ve bu bilgilerine başka bilgiler ekliyor. Bazen inceleme yaptığında,
ilk malzemesi, üzerine kurutan düşüncesi, başka bir düşünce şekline dönüyordu.
ibn-i Teymiyye için,
hayatının başlangıcında en mükemmel bir medrese kurulmuştu. Onu ilme
yönlendiren babası idi. Babası, Dımaşk'de el-Mes-cid el-Cami kürsüsünde ders
veren büyük bir alimdi.
Dımaşkın bazı
medreselerinde ona ders veren hadis hocaları vardı. O, ilim merkezinde yetişti.
Devamlı kendisiyle ilgilenen bir rehber buldu. O, rehber insanlar içinde ona
karşı en fazla merhametli ve şefkatli davranan babasıydı. İbn-i Teymiyye,
babasının ölümüne kadar 21 yaşma girinceye dek babasından ayrılmadı.
Çok kuvvetli bir yakınlık
bağı ile fikir ve ruh bağını birleştiren bu devam esnasında İbn-i Teymiyye
alimlerle görüşüyor, Dımaşk hocalarının her birinden şöhret kazandığı ilimlerin
özünü ahyördu.el-Ukudü'd-Dürriyye-adli
eserde İbn-i Teymiyye'nin tahsili hakkında şöyle deniliyor:
«Kendisinden ilim
öğrendiği hocaları, ikiyüzden fazladır. O, Ahmed b. Han-bel'in Müsned'ini
defalarca, Kütübü Sitte'yi ve cüzleri hocalarından dinleyerek okudu. Bu metodia
öğrendiği hadis kitapları arasında Taberânî'nin Mucemini de sayabiliriz.»
O, asrında bilinen
hadis kitaplarını da hadiscilerden dinleyerek öğrendi.
Yine aynı kitapta
denildiğine göre:
«O, âli senedle sahih
olarak rivayet edilen pek çok kitabı, birçok hocadan dinlemiştir. Ahmed b.
Hanbelin Müsned'i, Sahihi Buhârî'yi, Müslimi, Tirmizinin Cami'i, Süneni Ebû
Davud'u, Nesâî, İbni Mace'nin sünenleri gibi sünnetin ana kasnakları sayılan
kitapları pek çok defa hocalardan dinleyerek Öğrenmiştir. Hadis ilminde ilk
ezberlediği kitap, el-Humeydi'nin, el-Cem1 Beyne's-Sahiheyn isimli eseridir.
O, bizatihi pek çok
kimseden semâ ve kıraat yoluyla hadis Öğrenmiştir. Ha-dİs dinleyip ilim
öğrendiği hocaları ikiyüzden fazladır.»
119- İbn-i
Teymiyye, yalnız dinleme yoluyla elde edilebilecek ilimleri, hocalardan
öğrenmiştir. Bu ilim de hadis ilmidir. O, rivayetini, kendisinden ders aldığı
hocaya isnad etmek için bu ilmi, sema yoluyla öğrenmiştir. Bundan önce de
öncelikle öğrenilmesi gereken ilimleri de her branşta ihtisas yapmış ve
derinleşmiş hocalardan öğrendi. Arapça, mantık, tefsir, Hanbeli fıkhı gibi
ilimlerin her birini, sahanın mütehassıslarından öğrendi.
Bununla birlikte ilim
meclislerine ve toplantı yerlerine gelir, alimlerin ilmi müsabaka ve
tartışmalarını, ediplerin birbirlerine cevaplarını, keskin fikirli kimselerin
verdikleri konferansları, büyük camiler ve medreselerde dinlerdi.
Bunlar halka açık,
meclislerde ye büyük toplantı yerlerinde öğrendiği şeylerdir. Özel toplantı
yerlerine gelince, babasının ilmî derecesi, fakihler arasındaki mevkii ve hadis
hocalarının başkanı olmasından dolayı babasının evi özel ilmî toplantı yeri
idi. İbn-i Teymiyye üstün zekasıyla ve taze dinamik bir kalple burada en ince
nazarî meseleleri ve ilmî gerçekleri dinler, bu konulan araştırır, zayıflarını
kuvvetlileriyle karşılaştırırdı. Dinlediklerini tekrarlar ve kusurlu görüşleri
ayıklardı.
Bundan dolayı o,
Şam'da bulunan veya heyetler halinde oraya gelen yahutta oradan geçen
alimlerden istifade ediyor, o âlimlerin meclislerine dinleyici olarak
katılıyordu. Özellikle hadislere uygun ve aklın kabul ettiği ilmî meseleleri
seçerek öğreniyordu.
120- Nihayet
İbn-i Teymiyye ilimleri tahsil edip kendisi için bir birikim oluşunca, bizzat
ilim talebinde bulundu ve daha önce karşılaşmadığı hocalardan, memleketleri ve
düşünce açılan farklı alimlerden ders aldı. Bunlardan sonra bizzat kendisi
kitapları incelemeye, ilimde derinleşerek daha önceki alimlerin ilimlerini
öğrenmeye başladı. Sünnet bilgisinden sonra tefsirin dağınık bilgilerini
toplamaya başladı. Tefsirle ilgili sünnet bilgileri ışığında Kur'ân'ı
incelemeye başladı. Bu hususta yalnız, doğru anlayışına göre sahih bildiği
bilgileri kabul ediyordu. Selefin kabul ettiği görüşlere sarılan müfessirlerin
sözlerini toplamaya önem veriyordu. El-Kevakıbü'd-Dürriye'de bu durum şöyle
anlatılmaktadır:
«Kitaplarında senedleri
zikreden selef müfesshierinin sözleri ve tefsire dair topladığı bilgiler, îbn-i
Teymiyye'nin bu sahadaki çalışmasını teşkil eder. Bu konuyla ilgili malzemesi,
otuz ciltten daha fazladır. Onun derlemiş ve toplamış olduğu bu bilgilerin bir
kısmını talebeleri temize çekmişler, çoğunu ise yazmamışlardır. Tamamı
yazılsaydı 50 cilt kadar olurdu. Kendisi bu konuda şöyle diyor: Bazen bir âyet
üzerinde yüz tefsir kitabım İncelerdim. Sonra âyetin manasını anlamak için
Allah (cc)'den yardım diler ve:
- Ey ibrahim'e
öğreten, bana da öğret derdim.
Terkedilmiş bir cami
v.s.ye gider yüzümü toprağa sürer ve:
— Ey İbrahim'in hocası
bana da Öğret derdim».
Bu sözü, iki şeyi
gösteriyor: Birincisi; hocalarından sünneti sema yoluyla aldıktan sonra —ve
İlk asırlardan itibaren müslüman çocuklarının terbiyesinde gelenek haline
geldiği gibi o da küçüklüğünde Kur'ân'ı ezberledikten sonra— Kur'ân'ı ve
mânâsını sırlarını, maksat ve gayelerini öğrenmek içîn bu sahada araştırma
yapmaya yöneldi.
İkincisi; o,K ur'ân'ın
mânâsını anlamak uğrunda bulabildiği bütün tefsir kitaplarını okumuştur. Bu
sebeple tefsir timini, en büyük tefsir hocalarından okumuş, tefsircilerin
yazıp sonrakilere bıraktıkları eserlerinden öğrenmiştir.
Sünneti, semâ yoluyla
hocadan öğrenmesi sebebiyle sadece seîefî tefsirin onun hoşuna gittiği
anlaşılmaktadır. Bu yüzden o daha sonra talebeleri tarafından büyük bîr kısmı
temize çekilmeyen ve az bir kısmı temize çekilen selef tefsirlerini büyük
ciltler halinde toplamıştı. Bütün bunlar sana, İbn-i Teymiyye'nin dirayet
tefsirini de okuyarak öğrendiğine dair bir fikir verecektir.
121- O
sadece sünnet "ve tefsir ilimleriyle yetinmedi. Bilâkis fıkıh da öğrendi.
Yine, babasından öğrendiği Hanbeli fıkhıyla da yetinmedi. Aksine her İslâmî
mezhebin görüşlerini bu mezheplerin fıkıh kitaplarından
incelemeye
başladı. .
İbn-i Teymiyye
Muvaffakuddin İbni Kudame'nîn; Ömer b. el-Hüseyîn b. Abdullah el-Hİrâkî'nin
Muhtasar'tna yazdığı el-Muğni ismindeki şerhini de okumuştur. Bu kitap dört
mezhebi mukayeseli olarak İncelemekte olup
Şam'da son derece
meşhurdu.
Hatta bu büyük
kitapta, tabiin ve sahabî fakihlerin görüşleri de yer almaktadır. Ayrıca her
imamın bu görüşlerden aldığı fıkıh konulan vardır. Öyle ise selef fıkhını
öğrenmek isteyen ve bu fıkha aşık olan Takiyüddin b. Teymiyye'de bu metoddan
mutlak surette etkilenmiştir. Sonra o. bu metodu geliştirmiş, ona ilavelerde
bulunmuş ve selef fıkhından bağımsız bir fıkhî mezheb kurmuştur. Çünkü Hanbeli
mezhebi, haddi zatında sahabe ve tabiin sözlerine en fazla önem veren bir
mezhebdir.
Bu kıymetli kitab,
İbn-İ Teymiyye'yi, bütün İslâm fıkhını ilk kaynaklarından öğrenmeye şevketim
iştir. O da bu yönlendirmeyi kabul etmiş ve böylece hiç bir mezhebe bağlı
kalmadan İslâm fıkhını incelemiştir. Ondan önce mezheblerin fıkhı, delilleriyle
birlikte yazılmış yeterli şekilde açıklanmış, ve doğru bir tenkid süzgecinden
geçirilmişti. Hanefi mezhebinden Tahavî'nin (321 h.) mukayeseli kitaplarını, el
Hassaf'ın, el-Hasirî'nin ve es-Serahsî'nin kitaplarını, Şafiî mezhebinde
el-Ümm, Müzeni'nin Muhtasar'), Şirâzî'nİn el-Mühezzebi, Nebevî'nin el-Mecmû'u
ve Gazaiî'nin. el-Veciz'ini okumuştur. Maliki mezhebi ile ilgili, büyük İbni
Rüşd ile onun torunu îbni Rüşdün ve diğerlerinin kitaplarını okumuştur. Bu ve
benzeri kitaplarda fıkıh delilleriyle birlikte açıkça ele alınmıştır. Bu
kitaplarda sahabenin ve tabilerin görüşlerine dayanan fıkhı meseleler vardır.
İbn-i Teymiyye bu fıkıh bilgisini, hadis İlimlerinden öğrendiği bilgilere
eklemiştir.
Sonra usûl hakkında
yazılmış oian kitapları okumuştur. Bu kitaplar, hüküm çıkarma metodunu ve
istidlal usulünü genişçe inceleyen metodik eserlerdir. Sonra İbn-i Teymîyye'nîn
aşırı ve mutedil şiilerle tartışması, onu Şiilerin kaynaklarından faydalanmaya
sürükledi. İbn-i Teymiyye'nin söz veya işaretle birlikte yapılan boşanma
hakkındaki fetvası ve bu boşanmanın hükümsüz veya bir talak sayılması Şiilerin
bu konudaki görüşlerinden-dir. Şüphesiz o, onların kitaplarını okumuştur.
Gulat-ı şiâ ile ilgili görüşü, onların faydalı görüşlerini kabul etmesine ve
etraflı araştırma yapmasına engel olmamıştır.
Sonra ilim deryası,
İbni Hazm'm eî-Muhallasmr, ahkam usulüyle ilgili el-İhkam'ım okumuştur. O,
«et-Ukûd» ismindeki eserinde yapılan akidler-de mubah olmanın ve akidlerin
geçerli olmasının asi olduğu veyahut akid-de, onu yapan kimselerin sözleri
geçerli değildir. Ancak sâri (Yüce Allah) tarafından akdin geçerli olduğuna
dair bir delil bulunduğu zaman o geçerli olur. Görüşüne aykırı olan bir görüş
zikredilmiştir. İkinci görüşön bayraktarlığını, İbn Hazm yapmıştır. İbn-i
Teymiyye bu görüşü, delilleriyle birlikte zikretmiş ve bu görüşü reddetmiştir.
el-Muhalfa ve el-lhkâm
fi Usulil-ahkâmda sahabe ve tabiilerin görüşleri açıkça zikredilmiştir.
Herhalde İbn Hazm'm meşhur hiddetinden bir parça (köz), kendi kitaplarını
okuyan İbn-İ Teymîyye'ye de sıçramış ve o, İbn Hazm'm düşüncelerinden onun
kitaplarını okumak suretiyle son derece etkilenmiştir.
122- İbn-i
Teymiyye, fakihlerin sözleri, dayanakları ve kitap, sünnet, sahabe
kavillerinden istişhât ettikleri delillerinden oluşan zengin ilim kaynağından
okumuş, bunları incelemiş, araştırmış ve üstün aklı, doğru düşüncesiyle
bunların münakaşasını yapmıştır. Mukayeseli fıkıh kitaplarında, bizzat
delillerin münakaşası ve bu deliller arasında mukayese yapılmıştır. İbn-i
Teymiyye bu kitapları, icatçı, keşifçi ve araştırıcı zekâsıyla incelemiş,
uygun gördüğüne muvafakat etmiş, uygun
görmediği görüşlere de muhalefet etmiştir. Bazen de İbn-i Teymiyye o
görüşlerin tamamına muhalefet ediyor, herhangi bir alim daha önce söylememiş
olsa da araştırması neticesinde ortaya çıkan delile göre bazı sonuçlara
varıyordu. Bu konuda ei-Kevakibü'd-Dürriye yazarı şöyle demektedir:
«îbn-i Teymiyye,
sahabe ve tabiin görüşlerini çok iyi
biliyordu. Bir mesele hakkında fikir
beyan ettiğinde dört mezhebin görüşlerini zikretmediği mesele.
Ier azdır.
O, bazı belli
meselelerde dört mezhebe muhalefet etmiş, bu meselelerle ilgili
kitab ve sünnetten
delillerini zikrederek eserler meydana getirmiştir.»
123- Daha
önce de söylediğimiz gibi o, Arap lisanını hocalarından öğrenmiş ama sadece
şifahî olarak hocalarından aldığı bilgilerle yetinmemiş bilâkis kendisi bizzat
araştırma, inceleme ve karşılaştırma yapmaya başlamış ve sanki arapçanm
otoriter âlimi olmak için araştırmalar yapmıştır. Hatta o, delillerini
dayanaklarını ve üzerine kuruldukları direklerin temelini öğrenmek İçin
nahivcilerin kendisine öğrettiği kaidelerle yetinmemiş bu kaidelerin
asıllarını araştırmıştır.
Sibeveyh'in kitabını
incelemiş, onu ve usulünü anladıktan sonra bu kaideleri tenkîd ederek
Sibevevh'e hücum etmiştir. Bu konuda en büyük nahiv hocalarından biri olan Ebu
Hayyan en-Nahvî, onun bu tenkidlerinî cevaplandırmıştır.
Ebû Hayyân, onun bu
hücumuna sinirlenmi$tir. Ama onun bu sinirlenmesi, İbn-i Teymiyye'yi
beğenmesiyle sona etmiştir. İbn-i Teymiyye hakkında şöyle demiştir:
«Gözlerim onun
gibisini görmedi.»
124- İbn-i
Teymiyye, bu ilimlerle yetinmez. Usulüddîni de öğrenir. Akaid ilmini
hocalarından öğrenir. Sonra yalnız başına kitapları okumakla meşgul olur, bu
konuda araştırmalar yapar. Ebü'l-Hasan el-Eş'âri'nin; eİ-İbâne ve
Makâlatü't-İslâmîyyîn kitaplarını okur. Gazzâlî'nin, felsefe ve kelam ilmini
veya felsefe, sahih hadisler, Kur'ân'ı Kerim ve selef âlimlerinin yol ve
metodlarıni bir arada işleyen kitaplarını okur. Bunları Gazalden öğrenir.
Kelam ilmi ve başka sahalardaki farklı gurupların görüşleri ile ilgili
kitapları okur. Çehmiyye'nin kulun iradesi ve Allah'ın dilemesi ile iîgüi
görüşlerini öğrenir. İmâm el-Eş'ârî'nin bu konudaki görüşlerini öğrenir.
İkisi arasında fark
olmadığı veya çok az bir fark olduğu neticesine va-nr. Alimlerin yüce Allah'ın
kelam sıfatı İle ilgili görüşlerini ve Kur'ân'da zikredilen müşkül vasıflar
konusundaki görüşlerini öğrenir. Çünkü o bu kitapları okurken onları inceliyor
ve araştırıyor. Konuyla ilgili bulunan hiç bir görüşü bırakmıyor, hepsini
inceliyordu
125- İbn-i
Teymiyye Yıın yaşadığı asırda, her fsfâm âlimi bîr miktar felsefe okumak
mecburiyetinde olduğuna inanıyordu. Böylece mantık ilmîni filozofların kelam ilmi
ve kâinat hakkındaki görüşlerini öğreniyordu. İbn-i Teymiyye bu sahada İbni
Rüşd, Farabi ve fbni Sina gibi müslüman fi-îozoflarm ulaştıkları neticeleri
öğrenmiştir. Bu konudaki bilgileri,, onun ce-del ve münakaşalarından, onunla
ilgili haberlerden ve davranışlarından, açıkça anlaşılmaktadır. İmam Suyûtî onu
şöyle anlatır:
«Usul İlimlerinde ve
bu ilimle ilgili mantık, hikmet ve felsefede, önceki âlimlerin görüşlerinde,
aynı fikirleri savunanlarla ilgili ilimlerde emsallerini geçersen, bununla
birlikte kitab sünnet ve selefin metodlanna yapişsan akılla nakli birleştirip
telif etsen, bu konuda îbn-i Teymiyye'nin derecesine ulaşacağım zannetmiyorum.
Vallahi onun derecesine yaklaşamazsin bile. Buna rağmen, îbn.t Teymiyye'nin
nasıl tenktd edildiğini, kendisinden nasıl kaçınıldığını, sapıklık ve küfürle
itham edildiğini bilirsin.»
Bir nasihat şeklinde
söylenen bu tarihi haber, Fbn-I Teymîyye'nin filozof ve hükemanın görüşlerini
nasıl okuduğunu açıklayan bir belgedir. Her ne kadar bu ilimleri okuması, onun
aleyhinde bir delil sayılmış, ona küfür İsnad edilmiş ve âlimlerden ayrıldığı
söylenmişse de...
Onun filozoflardan ne
kadar etkilendiğini bizzat kendi kitaplarında görmekde zorluk çekmiyoruz.
«Arşü'r-Rahmân» adlı kitabında felsefecilerin felek (gökyüzü) hakkında
söylediklerini söylemesi, İbn-i Teymiyye'nin onların ilimlerini tam olarak
bildiğini gösterir.
Yine İbn-î
Teymiyye'nin «İhvânu Safa» risalelerini okuduğu da bir gerçektir. Onun,
Nusayrîleri reddederken bu risaleleri şöylece tenkid ettiğini görüyoruz:
«Gerçekte onlar
(Nusayrîîer) hiçbir peygamber ve resule ve Alfah (C. C.) tarafından indirilmiş
hiçbir kitaba inanmazlar. Onları İhvân-ı
Safa risaleleri yazarlarının yaptıkları gibi bazen sözlerini
ilahiyatçı değil, tabi-atçı filozofların görüşlerine dayandırırlar.
Bazen de sözlerini bir felsefecinin sözüne ve ateşe tapan mecusîlerin
maksatlarına dayandırırlar. Küfr ve rafiziliği de bu inançlarına ilâve ederler.
Onlar, bu sözlerini isbat etmek için ya bir söz uyduruyorlar ya da Aristo
taraftarlarından filozof görünen kimselerin sözlerine uyması için sözü asıl
maksadından saptırıyorlar. Veya Resûlullah [s.a.vj'dan sabit bir sözü zikredip
onu asıf maksadından saptırıyorlar. «İhvân-ı Safa » yazarları ve onlara benzeyen diğer*
önderlerinin yaptıkları gibi...»
Bu da İbn-i
Teymiyye'nin felsefe kitaplarını okuyup incelediğini gösterir. Hattâ İbni
Rüşd'ün «Faslü'l-Mekal'i» gibi felsefe ile şeriatın arasım birleştiren
kitapları bile okumuştur.
126- İşte
böylece mübalağa etmeden fbn-i Teymiyye'nin, fslâmî kitapları ve
asrında bilinen felsefe
kitaplarını okuduğunu Ifâbul edebiliriz,,
Onun, bu kitaplarla
yetinmemiş olduğunu, aksine derin bir araştırma ile Hıristiyan inançlarının
geçirdiği aşamaları ve htristiyanhk kitaplarını da okuduğu açıkça anlaşılıyor.
Bu hususa onun «el-Cevabü's-Sahih Fimen Bed-dele Dine'l-Mesİh» adlı kitabından
daha çok delalet eden bir şey yoktur. O onların mezheblerini, akidelerinin
aşamalarını iyi bilen bir kimse gibi onların görüşlerini reddetmiştir. İbn-i
Teymiyye gibi bir âlimin bilmeden böyle bir şeye hükmetmesi mümkün değildir.
Hülâsa İbn-i Teymiyye,
İslâmı müdafaa için her savaş meydanına kendini hazırlamıştı. İslâm'a hücum
etme tasavvurunda bulunan kimselere karşı saldırıya geçeceği 'Silahları da
hazırlamıştı. Bu silahları, hücum edenlerin üzerinde bulunduğu fikir ve
inançlarına dair bilgilerinden ibaretti.
127-
Yukarıdaki bilgilerden İbn-i Teymiyye'nin öncelikle hocalarından öğrendiği
İlimden daha çok ilim, kitaplardan öğrenmiştir. Oünkü hocaları onun hayatının
başlangıcında onu yönlendirdiler ve ona ilim öğrettiler.
İbn-i Teymiyye, hadisi
ve isnadını tam olarak ve semâ yoluyla öğrenmek İçin, hocalardan hadis
dinlemiş yani içinde İrâb ve kelime hataları bulunan kitaplardan okuyarak
hadisleri hatalı olarak öğrenmekle yetinme-
miştir.
Diğer ilimlere
gelince; İbn-i Teymiyye bizzat o ilimlere yoneld. Onun bu husustaki durumu,
fikir düşünce ve görüşlerinde müstak.i olan her âlimin durumu gibidir.
Hocalardan her konuda biraz okuyordu. Sonra o ilmin çoğunda kendine, özel araştırmasına
ve incelemesine güveniyordu. Böylece kendi şahsiyetini oluşturuyor, kalp ve
fikrini yönlendiriyordu. Bunun .çın biz diyoruz ki; İbn-i Teymiyye'nin devrinde
yaşayıp karşılaştığı ve şıranı olarak ilim öğrendiği âlimler, geçmiş as.rlarda
karşılaştığı âlimlerden daha az sayıdadırlar.
Eğer olaylar bize
yard.m etseydi hayatının bütün devrelerinde ne okuduğunu açıklamaya
uğraşırdık. Böylece okuyucu da onun kelam fıkıh, na-dis ve tefsir ile ilgili
dini ilimleri okuduğu devri öğrenmiş olurdu, bonra tenkitçi bir inceleme ile
Arapça ile ilgili ilimleri okuduğu devreyi, sonra felsefe, hikmet ve antoloji
ile ilgili devreyi öğrenmiş olurdu. Ama tarın ilmi bize bu konuda yardım
etmiyor. Biz İbn-i Teymiyye bu ilimlerin hepsini okudu demekle yetinellm.
Fakat bu ilimleri hangi tarihte okuduğunu bilmememiz bizim için bir kusur
sayılmaz. [58]
128-
Bazen ilim talebesini yönlendirecek,
ona güze! bir bilgi ile besleyen ilmi bir medrese hazırlanabilir. Onun öğrendiği
bilgilen kabul eden ve onları geliştiren
kabiliyet ve imkânlar hazırlanabilir. Fakat maddî hayat veya makam hırsı veya
hükümdarlık arzusu onun bu imkânı kullanmasına engel olur. Böylece o büyük bir
âlim olamaz. Çünkü hayat, makam ve başkanlık meşguliyetleri kişinin
dinamizminden bir kısmını, kabiliyetlerinin hepsini alır veya ilmi o kişinin
yanında kinci dereceye indirir. Bunc'r.n dolayı biz diyoruz ki; bir âlim,
sadece kabliyyeti, tahsili ve zekâsı sebebiyle âlimler sınıfından sayılmaz.
Bununla birlikte onun tamamen İlme yönelmesi gerekir. İste İbn-İ Teymiyye
böyledir. O, bütün benliğiyle araştırmaya yönelmiştir. İlim öğrenmek, ve elde
ettiği İslâmî gerçekler, onun yegâne hedefi idi.
Bundan dolayı o,
alışveriş, muamele, ticaret, ortaklık, ziraat ortaklığı, bina yapımı gibi hiç
bir hususta insanlara karışmamıştı. Hiç bir vakfa nezaret etmemiş, hiç bir
malla uğraşmamıştır. O, ne dinar, ne dirhem, ne mal, ne de yiyecek
biriktirmemiştir. Hayatı boyunca onun bütün malı ve öldükten sonraki bütün
mirası, Peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed (s.a.v.)'in: «Alimler
peygamberlerin varisleridir,» sözüne uyarak - ilimden ibaret olmuştur. Çünkü-
peygamberler, dinar ve dirhem değil, ilim miras bırakırlar. Kim, ilim öğrenirse
o büyük bir pay almış demektir.
129- İbn-i
Teymiyye'nin kılıç taşımak ve müminleri cihada teşvik etmek, haricinde ilim
mabedini terkettiği bilinmemektedir. Çünkü âlim, ilim için herşeyden vazgeçmeyi
caiz gördüğü zaman, Allah ona ve ehline helal yolla devam edecek bir rızık veya
yanında biriktirebiieceği yeterli bir mal ihsan ettiği müddetçe onun,
kılıcıyla, kalemiyle ve diliyle hak yolunda cihaddan vazgeçmesi caiz değildir.
Suriyede kılıç
kınından sıyrılıp çıkınca, oranın büyükleri Şam'ı terket-tiler. Şam'ı koruyacak
düzenli bir ordu da yoktu.
Bu durum, harbi özel
savaş askerlerine bırakılan farzi kifaye değil, Ibn-i Teymiyye ve benzerlerine
farzı ayn haline getirdi. O, mutlaka harb etmeliydi. O, dümeni ele almalıydı.
Çünkü yangın çıktığında yakınında bulunan herkes onu söndürmeye çalışmalıdır.
Yani onlar, özel itfaiye erleri olmadıkları halde yangını kendi haline
terketmezlerdi. Bilâkis yangının yayılmaması için gayret sarfederlerdi.
Onun bu durumda savaş
sahnesine çıkması, muhafızlara büyük bir destek oldu. Çünkü O, muhafızların
ancak yönlendirme ve yol gösterme ile muzaffer olabileceklerini gördü ve
böylece komutayı ele aldı. Muhafızlar da onun nurundan ve imanından
faydalanmak ve kahramanlığından destek alarak düşmanla karşılaşmak için İbn-i
Teymiyye'nin orduda bulunmasını istiyorlardı.
O'nun mücâhid olarak
kılıç kuşanması, savaşı kendisine sanat ederek ilimden ayrılması gayesiyle
değildi. Aksine öğrendiklerini tatbik, ilmi amel ile takviye etmek içindi.
Çünkü O, okuduğu ve öğrendiği bilgiler arasında sahabe âlimlerinin kahraman
mücahidler olduğunu görmüştü. O, onların izlerini ve yollarını takib ediyordu.
İlim ve amel bütünlüğünü sağlamak, esenlik ve sıkıntıda sahabeye uymak üzere
meydana atıldı.
130- İbn-i
Teymiyye tekrar ilim tahsil etmeye dönmeden önce şartların kendisine iki şeyi
gerekli kıldığını gördü.
Birincisi; haçlıların
saldırılarından sonra Kıbrıs ve başka yerlerde nöbet tutmakta olan
hıristiyanlardan İslâm hakikatlerine hücum edenleri gözetlemek için hazır
vaziyette durması,
İkincisi; Kendi
elbisesini çıkarıp İslâm elbisesini giyerek kılıf değiştiren farklı mezheblere
mensub olan kimseleri gözetlemeye durması. Çünkü bunlar, gizliden gizliye
İslama karşı, tuzak ve plan hazırlıyorlardı.
Bu iki husus, İbn-i
Teymiyye'yı, sözkonusu iki fırkaya karşı beyan kılıcını kınından çıkarmaya
mecbur etti. Bu da okuma ve bilgili olmayı ve uzun bir müddet derinlemesine
araştırmaya yönelmesini gerekli kıldı. Böylece o, Hıristiyanlığı, guruplarını,
fırkalarını ve onların İncilleri aslından
nasıl tahrif ettiklerini öğrendi ve onları cevap vermekten aciz bırakacak
meşhur reddiyesini hazırladı. O, sapık İslâm fırkalarının mezheplerini ve
metodlanni üzerlerine kurdukları felsefi prensipleri öğrendi. Veya bu mez*
heblerin kesinlikle sapık olduğunu
Öğrenmek için felsefî
prensiplerden faydalanmak istedi. Bütün bunları inceledi, sonra söz
düellosu için meydana atıldı. Söz düellosu onun gücünü keskinleştirdi ve
ortaya koyduğu hükümlerin geçerliliğine olan İnancını artırdı. Çünkü söz
düellosu, müna-zaracınin düşünce yolunu aydınlatır. Eğer münazaracı düşünce
sükuneti içinde bulunur ve kendi nefsiyle başbaşa kalmış olursa münazara ile bulabileceği
gerçeklen elde edemez. Çünkü birbiriyle çarpışan fikirlerin tesiriyle
aralarında parlak bir şimşek çakar ve hakikat, ortaya çıkar.
131- Niçin
ibn-i Teymiyye; asrında içte ve dıştaki fikirleriyle îslâ-mî müdâfaa cihadına
katıldı? Niçin O, yalnız başına bu yükün altına girdi ve hayatını cihad ve
sabırdan oluşan bir zincir haline getirdi?
Bunun cevabı, cihadın
farzı kifaye olmasıdır. Farzı, kifayelerdeki farz olma oranı, kabiliyyet ve
kuvvetlere dayanır.
Bir kimsenin farzı
kifaye ile ilgili bir hususta kabiliyyeti varsa o kişiye onu yapmak şiddetle
vacib olur. O kişiden o işi yapmasını istemek daha gerekli olur. Mesela salgın
hastalıklarla mücadele ve hastaları tedavi etmek farzı kifayedlr ve gerekli
bir iştir. Ama bu işleri doktorların yapması, daha lüzumludur. Onların bu işi
mutlak suretle yapmaları gerekir. Onlar, bu görevlerini yaparken, başkalarının
onlara ihtiyaç duydukları şeyleri, bol bol temin etmeleri gerekir.
İbn-i îeymiyye'de
asnndaki diğer âlimlerin hiç birinde bulunmayan Ü-j*U anlayış ve kabiliyetler
vardı. Onun talebeleri veya ondan istifade eden-§r hariç, âlimlerin hepsi veya
çoğunluğu taklide ve bazı imamlara tabi olmaya yönelmişlerdi. Fıkıh
okuyorlardı, fakat bîr mezhebin fıkhından dışarı akmıyorlardı ve o mezhebe
körükörüne bağlanıyorlardı. Biraz felsefî ilimci öğreniyorlarsa da bu ancak
Eş'ârî'nin kabul ettiği gibi akaid Öğren-J^eye yardımcı olacak kadar olurdu.
İşte onların durumu böyle idi. Onlar, I 'm tahsil ediyorlardı. Fakat herhangi
bir tasarrufta bulunmuyorlardı. İlimci tek bir pencereden teneffüs ediyorlar,
düşünce havasını değiştirmek ^in diğer pencereleri açmıyorlardı. Bu yolları
takib edenler diyalektikte $la gfllib olamaz veya fikir savaşında zafer elde
edemezler.
Fakat îbn-î
Teymiyye'ye gelince, o araştırma ufkunu genişletti. Butun pencereleri açtı.
Düşünce açısını geliştiren bilgiler her taraftan ona geldi. Böylece fikrî
cihadda İbn-i Teymiyye, İslâmin ümit duyduğu kahramanı oldu. Allah onu o asırda
İslâmın kalkanı olsun, Allah'ın dinini inkâr edenlerden ve İslama hücum edip onu yok
etmek isteyen, fitne çıkarmaya çalışanların saldırılarından korusun diye
göndermişti. İslâm alemi içinde bu fitnecilerin sözlerini dinleyenler çoktu.
Bu durum, bu büyük
zatın yalnız başına ilme yönelmesinin başka bir sebebi olmuştur ve her
gözetleme yerinde İslama hücum edenleri
durdurmak için üzerine aldığı dini görevini bulmasına da vesile olmuştur.
132- İbn-i
Teymiyye serbest araştırmalarıyla, hadis ve Hz. Peygam-L^re inen şekliyle
şeriatın hakikatlarma ulaştı. Asırların geçmesiyle, onun toynaklarından su
almayan fikirlerin donmasıyla şeriatı örten perdeleri or-k dan kaldırmak İçin
yaptığı çalışmalarda müslüman âlimlerin muhalefeti-rA aşırı veya bidatçi
olmayan ılımlı fırkalara hedef oldu. Sonra tasavvufla 'ların muhalefetine
hedef oldu. Büyük fıskiye şu üç yönden ona su fış-V
a) Matürîdi
ve Eş'ârî taraftarları tarafından.
b) Her ne kadar
kalplerinde ve niyyetlerinde İslâmı yıkmak için bir 's olmasa da gözbağcılık
eden mutasavvıflar tarafından.
c) Sonra hiç
bir bilgileri olmayan ve İbn-i Teymiyye'nln'fıkhî görüşle kendilerine karşı
çıktığı fakihler tarafından.
Bütün bu fırkalar,
bazen dostlukla, çoğu zaman da düşmanlıkta çekini birbirine muhalif
guruplardı. İbn-i Teymiyye, bu gurupların hepsi ile v| 'nazara etti. Kalabalık
meclislerde sözlü olarak ve üstün delillerle tak-n»e ettiği mektuplarını
kendilerine göndererek onlarla mücadele ve münazara etti.
Bu münazara üç aşamada
gerçekleşti: Birinci devre : İbn-i Teymiyye akidesini, Hamevİyye'de açıkça ilân
et-zaman, Eş'ârî'lerle yaptığı kavgadır. Eş'ârî'ler, hapsetmek ve bağlamak
suretiyle onun hesaba çekilmesine çalışarak hükümet kuvvetlerini onun üzerine
gönderdiler. O'nu yakaladılar ve 18 ay kadar hapsettiler. O, hapisten çıktıktan
sonra, onlara karşı kelam ilmiyle harb açtı. Akidesinin selef-i saühinin
akidesi olduğunu herkese delilleriyle isbat etti. Bu konudaki görüşünü yeterli
bir şekilde açıkladı. Görüşlerini anlatırken Kelamla ilgili kısmında bu
konudaki görüşlerini de arzedeceğiz. Nihayet ortalık yatıştı.
İkinci devre de:
İbnü'l-Arabî, İbnü'l-Fariz, İbnü's-Seb'in ve diğer mutasavvıfların el-İttihad
es-Sofî mezhebi hakkındaki görüşünü ilân ederken gelip çattı. İbn-i Teymiyye,
İslâmla yakın uzak herhangi bir ilişkisi olmayan ve kabul edildiğinde İslâmı
bozan, karışıklığa yol açan ve ithal malı olarak kabul ettiği diğer fikirlerle
mücadele ettiği gibi şid-. detli bir tarzda bu tasavvufî mezhebe saldırdı.
Ve o, Şeyh Nasr
el-Menbecî'nin Mısır'da bu mezhebe mensup sofîle-rin lideri olduğunu, sultan ve
emirler katında otorite sahibi olduğunu bilmekle birlikte bu görüşünü
açıklamaktan çekinmedi. O, sadece görüşünü sözlü olarak açıklamakla yetinmedi
üstelik bu konuda bir risale yazdı. Bu şeyh, emirlerden yardım istedi ve İbn-i
Teymiyye bu sebeple İskenderiy-ye'ye sürgün edildi. Bu defasında orada İbn-i
Teymiyye'ye fakih ve hakimler yardım ettiler. İskenderiyye'deki hapishanede O,
düşüncesini anlatıyor ve davasını yayıyordu. Bu dUrum.Nâsır'ın onu hapisten
çıkarmasına kadar devam etti. İbn-i Teymiyye, coşan bir sel gibi işe koyularak
İttihadçıların görüşünü ibtal etmeye çalıştı. Nihayet bu tasavvuf mezhebinin
şiddeti yumuşadı ve İbn-i Teymiyye'ye karşı durma gücünü bir daha elde
edemedi.
Üçüncü devre ise;
İbn-i Teymiyye'nin Şam'a dönmesi ve fetva makamına oturmasıyla başlar. O, daha
önce harp meydanında zafer kazandığı gibi içine iyice daldığı
fikri,mücadelelerde de galib geldi. Fetva vermeye başlar başlamaz derhal talak
ve başka meselelerde fakihlerin çoğunun görüşlerine muhalif fetvalar verdi.
Böylece mukallid fıkıhçılar, ona karşı ayaklandılar ve onu sultana şikayet
ettiler. Sultan, kendisinden bir daha fetva vermemek üzere söz aldı. Sonra o,
bu ahdi bozdu ve yine fetva verdi. Adeti üzere kitap ve sünnetten ve selef-i
sâlihîn'in (Allah onlardan razı olsun) görüşlerinden deliller getirerek
fikirlerini ortaya koydu. Sonra İbn-i Teymiyye, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kabri
de dahil kabirlere el sürmek ve onların etrafında dönmenin Allah'a yaklaşmaya
vesile olmayacağına dair fetva verince bu gurupların hepsi bir yaydan çıkan ok
gibi topluca ona saldırdılar ve böylece onu hapsettiler. Bunun üzerine o,
sözlü münakaşadan vazgeçip risale yazmaya karar verdi.
O, bu risalelerde,
delillerini aerdediyordu. Bu deliller, dumansız bir alev gibi hasımların
sözlerini yutuyordu. Hapishane hücrelerinden gönderilen bu risalelerin
sertliğinden dolayı o şiddetle sıkıştırıldı ve ölünceye kadar kitap yazması yasaklandı.
Bundan anlaşılıyor ki,
kabiliyetleri, nefsi ve iradesiyle güçlü olan bu zatın hayatının tamamı, halis
ilim öğrenmek için geçmiştir. Böylece o, bir çok ürün verdi ve hidayete ererek
doğru yolu buldu. En yakın akrabalarına bile mal bırakmadı.
Fakat O, bilmeden
taklid etmek ve cehalet karanlığını gidermek isteyen herkes İçin, devamlı
hüccet olan düşünce, ilim ve açık delilleri ihtiva eden büyük bir mirası
müslümanlara bıraktı. Bu mirasın bir kısmını derin bir inceleme ile ele alıp
İnceleyeceğiz. Başarı Allah'tandır. [59]
133- Sağlam
tohum, ancak sulama ve bakımla, kendisinden gıda alacağı ve içinde yaşayacağı
hava ile gelişir. Kâinattaki her canlı, soluduğu havadan ve içinde bulunduğu
çevreden etkilenir. Çevre insanda terbiyecilerin yapamadığını yapar. Bu
sebeple, bu âlîmin içinde yaşadığı asır da onu yönlendirme de etkili olmuştur.
Bazen bu etki asrın durumu cinsinden olur. Asır, bozucu olursa o asırda
yaşayan adam da bozulur. Asır, iyi olursa adam da sâllh olur. Bazen tesir,
tersine olur. Fitnenin çoğalması, ıslah için ciddi olarak düşünmeye sebep
olur. Kötülüğün çoğalması da iyilik için ciddi gayretlerin sarfedilmesine
vesile olur. Bazen de ıslahatçının kötülük hakkında düşünüp onu tamamen kökünden
sökmesine, gizli olan iyilik
çekirdeği hakkında düşünmesine, bu çekirdeğin beslenip gelişmesine sebep olur.
İbn-i Teymiyye ile asrı arasında da bunun gibi karşılıklı etkilenmeler meydana
geldi. Onun ruhu, hayatının başlangıcında öğrendiği şeylerden, ergenlik ve
ihtiyarlık çağında da şeriatın ilk kaynaklarına ve gizli olan nebevi hazineye
müracaat etmesiyle İlk müminlerin üzerinde bulundukları hasletlerden İyi bir
gıda aldı. Bu şiddetli savaş, o büyük adamın ruhuna işlemişti. O, incelediği
İslâm dininde parlak bir nur görüyordu. Yaşadığı asırda da şiddetli bir
karanlık ve bozukluk görüyordu. O, İslâmın geçmişinde, izzet, ittihad ve uyum,
kendi asrında ise, zillet ve bölünme görüyordu. Geçmişte müslümanların doğru
hüküm ve meşveret ile isterini yürüttüklerini, kendi zamanında ise istibdad ve
taşkınlık, kuvvetlinin zayıfı yediğini ve hakimin mahkumun etini ve malını
yemeyi hoş gördüğünü müşahede etti.
Bu adam, halkı ıslah
etmeye ve tedaviye başladı. O, zahmetsiz ve en kolay yolla İlacı buldu. İlacı,
Allah'ın kitabında, resulünün sünnetinde, sahabenin ve tabiinin büyüklerinin
amellerinde buldu. Ardından hemen tedaviye başladı ve halkı bu ilacı
kullanmaya çağırdı. Onun ilmî görüşlerinin hepsi asrının hastalıklarına devadan
başka bir şey değildi. Onun bütün Görüşlerini açıkça ortaya koymasına sebep
olan nedenler incelendiğinde bu sebeplerin zamanının bozuk ve o asırdaki
insanların işlerinde ve fikirlerinde bozulmuş olduklarını anlarsın.
Özetle, onun asrını,
siyaset ve savaş açısından, Üim ve düşünce açısından, sosyal ve ahlak
açısından incelememiz gerekir.
Sonra o asırdaki
İslâmî guruplar hakkında konuşacağım. Çünkü bu guruplara mensup olanlar
birbirleriyle mücadele ediyorlardı. [60]
134-
Ebû Davud ve Beyhâki Resûlullah (s.a.vj'ın
şöyle buyurduğunu rivayet ettiler.
«Yemek yiyenlerin
çanağı hazırlama da yardimlaştığı gibi, ümmetlerin sizin aleyhinize
yardımlaşması yakındır. Birisi:
— O gün sayıca az olmamızdan dolayı mıdır?
Resulullah:
— Bilâkis o gün sayıca
çok olacaksınız. Fakat selin köpüğü gibi olacaksınız. Muhakkak ki Allah o gün,
düşmanlarınızın göğsünden size karşı olan korkuyu çıkarır. Sizin kalplerinizi
de gevşeklikle doldurur.
Birisi:
— Ya Resûlullah, gevşekliğin (nedeni) nedir?
dedi. Resûlullah:
— Dünya sevgisi ve ölümü çirkin görmektir,
buyurdu.»
Bu durum, hicri
yedinci ve sekizinci asırlardaki müslümanların durumudur. Ayrıca ondan önceki
ve sonraki asırlarda da müslümanlann durumu bövfe idi. Yeryüzündeki
müslümanlar küçük devletçiklere ve birbirlerine yardımcı bir müslüman gözüyle
değil, yırtıcı bir düşman gözüyle bakan meliklere ait bölgeler haline
gelmişlerdi. Melikler, kendi halklarını zayıf ve zelil bırakarak zalim ve
tasallutçu hakimlerin gözüyle onlara bakıyorlardı.
İbn Esir, el-Kâmil
ismindeki eserinde h. 7. asrın başlarında tatarların onlara ilk hücum
ettiklerinde onları en iyi şekilde vasfederek şöyle demişti :
«îslam ve müslümanlar
bu müddet zarfında diğer ümmetlerden hiçbirinin mübtela olmadığı musibetlere
uğradılar. Tatarlar, bu musibetlerden biridir. Onlardan bazıları, doğudan
çıkıp, duyan herkesin büyük gördüğü şeyleri yaptılar. Yine bu musibetlerden
biri de Fransızların batıdan Suriye'ye çıkması, Mısır'a yönelmesi, liman şehri
Dimyat'ı ele geçirmeleridir. Eğer Allah Teâla lutfet-meseydi ve onlara karşı
Mısır'a yardım etmeseydi Mısır ve diğer ülkeler onların eline geçecekti. Bu
musibetlerden biri de müslümanların birbirlerine kılıç çekmeleriydi. Aralarında
fitne son derece yaygındı.»
Bunlar, tatarların
yaptıkları savaşların çoğu zamanında yaşayan tarihçi İbn Esîr'in sözleridir.
Onun sözü, gözleriyle görüp müşahede eden bir kimsenin sözleridir. İslâm, üç
taraftan saldırıya maruz kalmıştı. Doğudan tatarların, batıdan haçlıların,
içerde de emirler ve guruplar arasındaki tam düşmanlık saldırılarına uğramıştı.
Ayrıca zımmîlerin, —rengi ne olursa olsun- her çeşit düşmanlarla dostluk
kurmaları belasına maruz kalmıştı, â kıbleye yönelerek namaz kılan bazı
müslüman guruplar, putperest "tarların ilerlemesini kolaylaştırıyordu ve
müslümanların sırlarını onlara gösteriyordu.
135- Şimdi
bu üç düşmandan her birine birer kelimeyle işaret edelim.
Birincisi haçlılardır.
Doğu ile batı arasındaki İlişkiler,
hicri 9. asrın miladi 11. asrın sonlarında bu isimle vasfedilmeye başlandı. Bu
olaylar doğu ile batı arasında meydana gelen ve tarihçiler tarafından kendisine
şark meselesi denilen olaylar zincirinin bir halkasını te?!*!1 eder.
Yunanlılarla İranlılar
arasında eskiden beri savaşlar şiddetle devam ediyordu. Bu savaşlar
Yunanlılardan sonra gelen Romalılarla da devam etmişti. Bazen İranlılar, bazen
de Rumlar galip gelirdi.
«Elif lâm mim, Rumlar
en yakın bir yerde yenildiler; onlar, bu yenilgilerinden sonra üç ile dokuz
yıl arasında gelib geleceklerdir. İş, eninde sonunda Allah'a aittir.» (Rum,
1-4)
Gerçekten İslâmın
zuhurundan sonra müslümanlarla diğer milletler arasında savaşlar başladıktan ve
müslümanlar şarkın liderliğini ele geçirdikten sonra Bizans devleti onlara
düşmanlık ilân etti. Ancak zaferler, artık bir onlarda, bir müslümanlarda
değil daima müslümanfarda idi. Müslümanlar, Suriye ve Mısır'ı alarak buralarda
İslâmın âdil hükümlerini tatbike başladılar. İslâm nuru oraları aydınlattı.
Emevîler ve Abbasîler devrinde, İslâm orduları Romalı hükümdarların karargahlarına
saldırarak topraklarını parça parça ele geçirdiler.
Büyük İslâm devleti
bölünerek İslâm devletçikleri haline gelince ve müslümanlar kendi içlerinde
birbirleri arasındaki meselelerle uğraşmaya başlayınca, Bizanslılar, rahat bir
nefes alarak bu toprakları teker teker ele geçirme fırsatı aradılar. Ancak,
Allah bunların zanlarını boş çıkardı. Çünkü, Türkistan ovalarından çıkan
kuvvetli insanların İslama girmelerinden sonra kurdukları Büyük Selçuklular
devleti zuhur etmişti. Horasanı ellerine geçiren Selçuklular, Abbasî
halifelerinin desteğiyle yeni fetihlere giriştiler. Suriye ve Filistİni,
Mısır'daki Fatımi'lerin elinden alarak, Anadolu-da Bizans kralının elinde kalan
son toprakların üzerine ilerlediler. Oraları da aldılar. Selçuklu orduları,
Bizans ordularını ekin gibi biçiyorlardı. Bizanslılar, Kontantİniyyenin de
koiay bir lokma gibi yutuverileceğinden korkuyorlardı. Eğer müslümanlar oraya
yönelselerdi bu şehri fethetmeleri kendileri için zor olmazdı. Bilâkis, o şehri
olgunlaşmış bir armut gibi yemeye haar bulacaklardı.
Bizanslıların, Roma,
Fransa ve diğer Avrupa memleketlerindeki Latin kardeşlerinden yardım
istemekten başka çareleri kalmamıştı.
Aralarında dinî mezhep ayrılıkları ve Ruhül Kudüs'ün baba ve oğuldan sayılıp
sayılmaması meselesinden ihtilaf bulunmasına rağmen, müslümanların avucu-na
düşmektense onlara başvurmaya razı olup onlardan yardım istediler.
Bu latin ülkeleri de
fırsatı ganimet bildiler. Zaten kendilerine karşı tavır takınmış olan Bizans
kiliselerini ezmek ve ellerine geçirmek istiyorlardı. Bunun yanisıra «Beyti
Makdis»'e de hükmetmek arzusundaydılar. Zira orası hıristiyanlığın ilk
beşiğiydi. Meşinin kendisi orada doğmuştu. Kendi inançlarına göre Mesih orada
defnedildikten sonra tekrar dirilmiş-tir. Bu sebeple, oraya hakim olan, her
yerdeki hiristiyanlara hükmetmiş olacaktı. Oraya da Kostantiniyye'den başka
yerden ulaşamazlardı. Bütün bunlardan dolayı, kendilerine yardım isteği
eriştiğinde, bunu kaçırılmayacak bir fırsat telakki ettiler. Siyasî ve dinî
maksat birbirine karıştı. Böylece yardım çağrısına olumlu cevap verdiler.
Ruhbanlar ve din adamları bu teklifi kabulde ısrarlıydılar. Çift gayeli bu İlk
maksatla veya ikinci maksatla bazı rahibler hususî veya umumi davetlere bile
başladılar.
İlk haçlı savaşı rahib
Petros'a nisbet edilir. Çünkü bu papaz, mukaddes toprakların süt ve balla
dolup taştığını anlatarak, bu beldelerin fethine insanları davet etmek için
pekçok yeri dolaşmıştı. Onun bu dini ve meddî daveti halkın içinde etkili oldu.
Bu, propaganda, zahir sebeplerin en açığıdır. Ancak tarih, büyük vakaların
zahir sebeplerinin daima en zayıf sebepler olduğunu isbat etmiştir. En kuvvetli
sebep ise, siyasî reislerle emir ve makam sahiplerinin kafasındaki sebeplerdir.
Bu da onlardaki galebe ve istilâ arzusundan başka bir şey değildir.
136- Latin
devletlerinin Endülüste ve orta Akdenizde möslümanlar* la çekişmeleri vardı. Bu
konuda İbn Esîr şöyle diyor:
«Frenklerin İlk ortaya
çıkışları ve İslam ülkelerine saldırmaları ve bir kısmını istilâ etmeleri h.
478 senesinde oldu. Onlar, Endülüsün Tuleytula ve diğer şehirlerini işgal
ettiler. Sonra h. 484 yılında Sicilya adasına yöneldiler ve bu adayı elde
ettiler. Böylece Afrika kıtasına çıkma yolunu ele geçirdiler ve bu kıtanın bir
kısmını ele geçirdiler. Ancak bu bölge, tekrar onlardan geri alındı. Son. ra
başka yerleri işgal ettiler ve 490 h. senesinde Suriye'ye çıkarma yaptılar.[61]
Haçlılar, aşırı dinî
hiss, galib gelme, istila etme ve maddî hırs gibi karışık duygularla Müslüman
doğuya yöneldiler. İlk olarak karşılarında kendilerini durduran ve onları
kılıçtan geçiren kuvvetli ve güçlü bir Selçuklu topluluğunu buldular. Sonra
harp devam etti ve şiddetlendi nihayet frenkler Beytül Makdis'i aldılar ve
müslümanları zelil ettiler. Hatta din kardeşleri olan Hıristiyanlar bile onların
zulmünden kurtulamadılar. Zafer, uzun bir zaman Latin ırkına müyesser olunca
onlar, Bizanslılara ve Kos-tantiniyye kilisesi mensuplarının çoğuna baskı
yapınca, eski dini kinleri harekete geçti.
Şiddet, hristiyanları
birleştirmedi. Savaştan maksatları refah İçinde yaşamak olan bu hristiyanları
birlik hislerini refah ve mal sevgisi zayıflattı. O zaman, aralarındaki savaş
ve çekişmeler çok şiddetli oldu. Onlar, bizzat kendilerinin yenilgiye
uğramalarına sebep oldular. Onlar, hücum ettiklerinde dini hisleri
taşıyorlardı. Fakat bu hislerini gizli tutuyorlardı. Nihayet refah, bu
hislerini ortaya çıkardı. İşte o zaman kuvvetli müslüman kumandanlar onlara
karşı koydu. Hristİyanlar refah ve bolluğa dalınca dağıldılar. Müslümanlar ise
savaş belasıyla karşı karşıya kalınca birleştiler. Kuvvetli dini duygularla,
öldürücü İslâmî kılıçlarla ve sakin Muhammedi kalplerle Hristiyanları,
memleketlerinden uzaklaştırdılar.
Bu harpler,
müslümanları bir buçuk asır kadar bir zaman oyaladı. Bu zaman içerisinde önce
Selçuklular, sonra Eyyübiler güzel bir İmtihan geçirdiler. Son darbeyi Mısır
orduları gerçekleştirdi. Bu ordu, Frenk ordularını denize, krallarını da hapis
derinliklerine attı.
137-
Hristiyanlarla müslümanların karşılaştığı ve çok şiddetli geçen bu harpte,
müslüman hakimiyyeti altında çok sayıda zımmî hristiyan-lar vardı. Özellikle
uğurlu saydıkları için mukaddes topraklara komşu Fi-Üstİnde oturan hristiyanlar
vardı. Onlar, müslümanlara karşı casusluk yapmıyorlarsa bile şüphesiz kalpleri
hristiyan din kardeşleri ile birlikte çarpıyordu. Özellikle onlar, Latin
zulmüne mâruz kalmadan —kendileri de ifade ettikleri gibi— müslümanların
sarığının, üçlü ilâha inanan haçlı tacından daha şefkatli olduğunu öğrenmeden
önce müslümanların papazlarının başlarına gelen belalara seviniyorlardı.
Bazı zimmîler ise
Hristiyan haçlıların baskı rejimiyle karşılaşınca, dinî hisleri kabarıyordu ve
zulüm ile İstibdat acısını İçlerine çekiyorlardı.
Tabiî olarak
zımmîlerin hislen böyle olunca bu husus, savaşta onlara karşı güvensizliğe
sebep olmazsa bile onlardan şüphelenmeye vesile olmuştu.
İhtiyatlı davranmak,
onlardan şüphelenmeyi ve zarar meydana gelmeden önce, onlardan gelebilecek
herhangi bir zararı önlemek için çalışmayı gerektirdi. Zimmîlerİn, müslümanlar
üzerine hücum etmemeleri ve ayıplarını
ortaya çıkarmamaları İçin onları
uzaklaştırıyorlardi. Antakyadakİ
iik savaşla ilgili metinde el-Kamiİ'de şöyle bir haber nakledilir:
«Antakya emiri,
haçlıların Antakya'ya doğru yöneldikleri haberini duyunca orada yaşayan
hristiyanlardan korktu ve hemen müslumanları oradaki halktan «yırdı ve
müslümantarla diğer dinlerin mensuplarını bir arada bırakmadı. Onlara, hendek
kazmalarını emretti. Ertesi gün de aralarında hiç bir müslüman bırakmadan
nrıstiyanları ayni iş için ikindiye kadar çalıştırdı. Hnstiyaniar şehre girmek
istediklerinde onlara engel oldu ve şöyle dedi: — Antakya sizindir. Bizimle
Frenklerin arasında durarak onların buraya girmesine engel olacaksınız dedi.
Bunun üzerine, onlar, çocuklarımızı ve kadınlarımızı kim koruyacak? diye
sordular. Emir, onları ben himaye edeceğim dedi. Onlar da işe sarıldılar. Frenk
askerlerinin karşısında durdular. Antakya 9 ay muhasara altında kaldı. Fakat
Frenkler, hrıstiyanlann kurduğu barajı aşarak şehre giremediler. Şehrin
emiıi-nİn cesareti, iyi tedbirliliği, kesin ve doğru görüşlülüğünden diğer
hükümdarla, nn görmediği ve anlayamadığı bir sonuç görüldü. Hnstiyaniar,
kendilerini kn-van Antakya'yı korudular ve azgın ellerin bu şehre uzanmasına
engel oldular.[62]
Bu olay, size,
Müslümanların kendi tebaları olan Hristiyanlara karşı tutumlarını,
Müslümanların onlara hak ürere davrandıklarını açıklar. Bu savaş; Müslümanlara
göre, Hristiyanlara karşı siyasî amacı olmayan dînî bir savaştı. Dış görünüşe
göre savaş, Müslümanlar üe Hristiyanlar arasında idi. Böylece her Hrİstîyan
Müslümanların düşmanı, her Müslüman da Hrıstiyanlann düşmanıydı. İhtiyatlı
olmak gerekirdi. Buna rağmen Müslümanlar zimmet akdini güçleri yettiğince
yerine getirdiler Tebalarına İyi davrandılar.
îbn-î Teymîyye. bu
asırdan hemen sonraki asırda yaşadı. Onun, her Hristiyanın kendisiyle
tanınabileceği bîr işareti olması gerektiği teklifine şaşmamalıyız. Bu teklifi,
onları küçük düşürmek için değil, onların tanınması ve Müslümanlar tarafından
bilinmesi içindi.
138-
Doğudaki Hristiyanların kalplerinin diğer Hristivanlara yakın olması mantığa
uvaun olsa bile bazı Müslüman gruplarının Hristiyanlarla işbirliği yaparak
Müslümanların kökünü kazımak için çalışmaları, onlarla mektuplaşmaları havret
vericidir. Bu olaylardan bîri H. 523 senesinde dağlardaki birkaç kaleyi istilâ
etmiş olan İsmâilî'lerin yaptığı harekettir. Beat-bek'e bağlı Teym vadilerinde
Nusayri,- Dürzî ve Mecusîler ve başka mez-heb mensupları vardı. Bu bölgenin
başkanlığı, Mezdekânî isimli bîr adamın eline geçti. Mezdekânî yüceldi ve
tabiileri arttı. O, Fransızlara. Dî-maşk şehrini teslim etmesi ve buna karşılık
Fransızların kendisine Sur şehrini teslim etmesi konusunda onlarla mektuplaştı.
Bu husus, aralarında kesinleşti ve zaman olarak cuma gününü belirlediler.
Mezdekânî Is-mâîlî'lerle o gün Fransızların gelip Dımaşk'ı almaları için Eyyûbî
Camii'ni kuşatmayı kararlaştırdı. Fransızlar, gelip şehri alana kadar kimseyi
dışarı çıkarmayacaklardı. Bu haber, Dımaşk Valisi Tâc'ül-Mülük'e ulaştı. Vali,
Mezdekânî'yi çağırdı. Mezdekânî onunla yalnız kalınca vali onu öldürdü. Başını
kalenin kapısına astı. Bütün Bâtınî'lerin öldürülmesi emrini şehirde ilân
ettirdi. Fransızlar, dostları ve Müslüman yardımcılarının başlarına gelenleri
öğrenince toplu olarak Dımaşk'a saldırdılar. Fakat Müslümanlar, Bâtınîler gibi
onları da öldürdüler. Onlara harp ateşini tattırdıktan sonra onları cehenneme
attılar.
Bu olayı,
Müslümanlardan bazı grupların düşmanlarla nasıl dostluk kurduklarını öğrenmeniz
için anlattık. Yukarıda zikredilen kalelere sığınanlar, Müslüman toplumuna
eziyet vermeğe devam ettiler. Bunlar, Hristiyanlara yaptıkları yardımdan sonra
şimdi de Müslümanların düşmanı olan Tatarlara yardım ediyorlardı. Nihayet,
Ibn-i Teymiyye Tatarları Dımeşk'ten çıkardıktan sonra onlara hâkim oldu. Dağlardaki
otoritelerini yıktı. Onları dize getirdi. Onlardan öşür ve zekâtları aldı.
Onlar, İster istemez idarî hükümlere boyun eğmek mecburiyetinde kaldılar.
139- Bu
açıklamalar, İbn-İ Teymiyye'nin yaşadığı asra yakın bir zamanda yapılan Haçlı
Seferlerine işaret ediyor. O, savaşın izlerini gördü. Savaştan kalan harabeleri
de gördü. Şimdi Haçlı Seferlerinden sonra İslâm ülkelerine hücum eden ve
onlardan sonra İslâm ülkelerini harab eden Tatarlara dönelim. Ne var ki;
Haçlılar Suriye, Mısır ve Anadolu'ya hücum etmekle işe başladılar. Bu daire
içinde döndüler, başka yerlere geçmediler. Tatarlara gelince onlar Uzak
Doğu'dan seferlere başladılar. Suriye'ye varıncaya kadar nereye uğradılarsa
yerle bir ettiler ve halkını öldürdüler. Suriye'nin çoğunu istilâ edip Mısır'a
yöneldiler. Sonra asrın nuru büyük âlim İbn-i Teymiyye komutasındaki Mısır ve
Şam orduları önünde yenilerek zetîl bir şekilde geri çekildiler.
Tatarların 7. asırda
yaptıkları tahribatlar hakkında Ibn-i Esîr'İn sözlerini aktarıyoruz. Çünkü bu
sözler fasih ve olayları objektit açıdan inceleyen sözlerdir. İbn-i Esîr şöyle
diyor:
«Bu olayın
büyüklüğünden, olaydan bahsetmek İstemediğimden dolayı birkaç yıl bu konuda
yazmaktan kaçındım, tşte şimdi ben gene de tereddütle bu olavı yazmaya
yaklaşıyorum. İslâmiyet'in ve Müslümanların başına gelen felâketleri kim kolay
kolay yazabilir? Kim bu olaydan rahatça bahsedebilir? Keşke annem benî
doğurmasaydı. Keşte bundan önce Ölüp unutulmuş olsaydım. Ancak arka. daşlardan
bir kısmı bu olayı yazmam için beni teşvik etti. Önce karar veremedim, sonra
olayı yazmakta bir fayda olmadığını anladım. Biz deriz ki bu yazı, büyük bir
musibeti, gece ve gündüzlerde benzeri görülmeyen bir felâket ihtiva eder. Bu
olay, bütün mahlukatın ve özellikle Müslümanların başına geldi. Bir kimse;
«Yüce Allah'ın Hz. Âdem'i yarattığından şimdiye kadar âlem böyle bir şey
görmemiştir,» dese doğrudur. Tarihler buna benzeyen bîr felâketi yazmamışlardır.
Belki de insanlar dünya harab oluncaya, Ye'cüc ve Me'cüc'ten başka kimse
kalmayıncaya kadar böyle bir olayı görmeyeceklerdir. Tatarlar, kimseyi sağ
bırakmadılar. Kadınları, erkekleri, çocukları öldürdüler. Hâmile kadınların karınlarını
yardılar, ceninleri öldürdüler. Kıvılcımları yayılan, zararları her tarafı
etkileyen, bütün ülkelerden rüzgar gibi geçen ve geçtiği yerlerde yeller
estiren bu felâket karşısında şöyle demek gerekir: «Biz Allah'tan geldik ve
O'na döneceğiz. Yüce Allah'tan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur.»
Çin bölgesinden bir
kavim çıktı, önce Türkistan'a oradan da Maveraünnehr'c yöneldiler. Oraları ele
geçirdiler. Sonra onlardan bîr grup Horasan'a geçti. Oradaki herşeyi tahrîb
ettiler, öldürdüler, malları yağmaladıktan sonra gittiler. Sonra Irak sınırına
kadar Rey ve Hemedan'a saldırdılar. Oradan Azerbeycan'a yöneldiler, orayı tahrîb
edip halkının çoğunu öldürdüler. Bir seneden az bir zaman içinde Azerbeycan'ı
istilâ ettiler, kaçanlar dışında kimse kurtulamadı. Böyle bir olay.
işitilmemiştir. Sonra Türklerin oturduğu en kalabalık bölge olan Kafcan'a
yöneldiler. Karşı çıkanları öldürdüler, kalanlar ormanlara ve dağbaş-larına
kaçtılar, memleketlerini terk ettiler. Tatarlar burayı da istilâ ettiler. Bütün
bunlar kısa zamanda oldu. Tatarlar girdikleri yerlerde fazla kalmadılar.
Karşılarına hiçbir engel çıkmayan, yürüyüş halindeki ordu gibi kısa zamanda bu
memleketi de geçtiler. Bu gruptan başka diğer bir grup Gazne ve oraya bağlı
olan diğer vilâyetlere, civardaki Hint, Sicistân ve Kirman ülkelerine geçtiler.
Buralarda da aynı şeyi yaptılar. İşitilmemiş şeyler oldu. Bütün tarihçilerin
dünyaya egemen olduğunda birleştikleri İskender, bile bu kadar kısa zamanda
ilerieyememişti. Çünkü o, yirmi senede dünyaya egemen olabilmişti, tnsanlan
katletmeyip onların kendisine itaat etmesiyle yetinmişti. Tatarlar ise,
dünyanın mamur ve en güzel, nüfusu en kalabalık, ahlâk ve tabiat bakımından
yeryüzündeki insanların en adaletlilerini bir sene içinde ele geçirdiler.
Tatarların saldırdıkları ülkeler bile onların saldıracaklarından endişe
ediyor, korku ile bekleşi-yorlardı. Tatarların levazım ve yardıma İhtiyaçları
yoktu. Çünkü onlar koyun, sığır, at ve diğer hayvanlardan oluşan sürülerini
beraberlerinde getiriyorlardı. Bunların etini yiyorlardı. Binek olarak
kullandıkları hayvanlar ise yeri eşip bitki damarlarını yiyorlardı. Arpa diye
bir şey tanımıyorlardı. Bir yere indikleri zaman dışardan bîr şeye ihtiyaçları olmuyordu.
Dinlerine gelince
onlar güneş doğarken ona secde ediyorlardı. Haram diye bir şey kabul
etmiyorlar, köpekler, domuzlar dâhil bütün hayvanları yiyorlardı. Nikahı
bilmiyorlar, bir kadınla birkaç erkek birleşebiliyordu. Doğan çocuğun babası
belli değildi.
140-
Yukardaki açıklamalar, hicri 7. asırda Allah'ın dünyayı, özellikle
Müslümanları kendileriyle mübtelâ ettiği Tatarların vasıflarıdır. Moğollar
İslâm diyarlarına döküldüler, nihayet hilafet merkezini ele geçirdiler,
islâm'ın başkenti olan Bağdat'ın istilâ edilişini veya daha ince bir ifâde ile
tahrib edilişi açık bîr şekilde ifade etmek istiyoruz. Zira bu haberden ibret
alınır. Bağdat, sadece yeryüzünde bir belâ ve uçan bîr kötülük, kıvılcımı olan
Tatarlarla mübtelâ olmadı. Aslında Tatarlar yalnız başına, her medeniyeti
ortadan kaldırmak ve ayakta bulunan her şeyi yıkmak için yeterliydiler. Fakat
Bağdat, gayrimüslimlerle de mübtelâ oldu. Çünkü Bağdat'ta Tatarlar'a yardım
eden ve onlarla mektuplaşan Yahudi ve Hristiyanlar da vardı. Ayrıca Bağdat'ta
çok tehlikeli ve kötü biri daha vardı. O da son Abbasi halifesi el-Musta'sım'ın
Bağdat'ta ikâmet eden veziri el-'Al-kamî idi. Bu vezir Şiî idi. O güneşe
tapan Tatarlar'a yardım etmeyi, Allah'a tapan Müslümanlara yardıma tercih etti,
dinine, memleketine, fazilete ihanet etti. Bağdat ordusunu zayıflatmaya
çalıştı. O, vezir olurken Bağdat'ta tam silahlı ve teehizath yüz bin asker
bulunuyordu. Askerler İçinde Arap ve İran hamiyetine sahip büyük emirler de
vardı. O, ordunun sayısını azaltmaya devam etti, nihayet on bine düşürdü.
Sonra Tatar'ları, Bağdat'ı almaları konusunda hırslandırdı. Askerlerin sayı ve
silah açısından zayıflığını onlara anlattı, onlar da Bağdat'a geldiler. Vezir,
yaptıkları ile yetinmedi. Bilâkis Tatarlar yırtıcı canavarlar gibi Bağdat'a
yöneldiklerinde vezir, Halife'ye İrak'tan alınan haracın yarısını Tatarlar'a
vermeyi diğer yansını halifenin kendisine kalması suretiyle Tatarlarla anlaşma
yapmasının güzel bir şey olduğunu teklif etti. Halife, buna razı oldu ve
anlaşmak için Tatarlar'a gitti. Fakat komutan Hülâgu, onu kovarak geri çevirdi.
Çünkü vezir el-'Alkamî aynı anda, halifenin bir sene sonra anlaşmayı bozacağı
gerekçesiyle Hülâgu'ya anlaşmayı kabul etmemesini ve halifeyi öldürmesini
tavsiye etmişti. Hülâgu'nun beraberinde ve hizmetinde olsn Nusayr et-Tûsi,
el-Alkami'yi destekledi. Râfiziier'in tavsiyesiyle halife Öldürüldü. Tatarlar,
Bağdat'taki insanları öldürmeye ve binaları tahrib etmeye başladılar.
Yahudiler, Hristiyanlar ve ei-'Alkamî'ye sığınanlar dışında Bağdat halkından
kimse kurtulmadı. Çünkü yalnız bunlara eman verilmişti.
141- İslâm
başkenti güneşe tapanların ve yardımcıları tarafından ortadan kaldırıldı. Hatta
bazı Şiîler de onlara yardım ettiler. Onlar niçin böyle yaptılar? Niçin
Tağut'un hâkimiyetini Müslümanların
hâkimiyetine tercih ettiler? Belki de bunun sebebi, Şiîier'in kendi
mezheplerinden olmayanları dalâlet üzerinde gördüklerindendir. Bu, gene!
sebeptir. Özel bir sebep de olabilir. Belki bu sebep, daha müessir ve daha
kuvvetlidir. Bu sebep de; Bağdat'ın harab edilmesinden bir sene önce H. 655
yılında meydana gelen olaydır. Ehli sünnet ile Râfizîler arasında mezheb
savaşı oldu. Bu savaşta, Kerh şehri ve Rârizî mahallesi yağmalandı. Hatta
el-'Alkamî'-nin bazı yakınlarının evleri yağmalandı. Bu durum onun
öfkelenmesine ve heyecanlanmasına sebep oldu. Böylece el-'Alkamî Bağdat
kurulduğundan beri hiçbir tarihin yazmadığı büyük bir felâketi İslâmiyet ve
Müslümanlar
için plânladı[63].
Bu savaş ister
Rafızî'lerle, ister diğer milletlerle Müslümanlar arasında olsun el-'Alkamî bu
savaşı onaylamıştır. Bu durum, asrın tablosunun bir yönünü gözler önüne serer.
Müslümanların hali bu zamanda nasıl idî? Başlarına gelen belâ büyüktü ve bu
hiçbir şey bırakmadı, her şeyi yakıp yok etti. Müslümanlar mezhebleri uğrunda
birbirlerini öldürüyorlardı. Onların mezhep kavgaları, Fâtih Sultan Mehmed,
Kostantiye (İstanbul) surları kapılarında iken Kostantiye halkının mezhep
kavgalarından daha şiddetli idî. Müslümanlar, kendi aralarında çarpışırken
Tatarlar önlerine gelen bütün ülkeleri harab ettiler. Bu mücadeleler, asrın
daha koyu bir tablosunu önümüze koyar. Mezhep taassubunun kalpleri ve gözleri
nasıl kör ettiğini gösterir. Kendisine hilâfet ve Müslümanların hükümdarlığı emanet edilen bir vezir
ortaya çıkar. Dinsiz ve ahlâksız Tatarlara Müslümanlar hakkında hüküm vermeleri
ve Müsfümanlar'ın kökünü kurutmaları için nasihatler ediyordu. Sonra bu tablo,
bize, Zımmî'lerîn anlaşmalarını nasıl bozduklarını, dinlerin
ve İnsanoğlunun düşmanı olan Tatarlar1!, kendileriyle anlaşma yapan, onları
himaye eden, onları barındıran Müslümanlar aleyhine nasıl kışkırttıklarını
ortaya koyar. Fakat dinî taassub, insanları, anlaşmaya, emânete, sosyal ve
şahsî herhangi bir maslahata bakmaksızın kötülük yapmaya sürükler.
Bu olaylardan, Tatarlar'ın
yaptığı tahribatın bîr kısmını gören, Bağdat'ın tahrib edilmesi gibî geçen
olayları işiten îbn-i Teymiyye'nın Tatarlar'a ve Rafızî'lere niçin saldırdığını
anlıyoruz. Ayrıca, tanınmaları, kendilerinden sakınılmaları için Hrîstiyan ve
Yahudilerin Müslümanlardan ayrı elbiseleri olması gerektiğini ileri süren
îbn-i Teymiyye'nin bu görüşünde ne kadar haklı olduğu anlaşılır.
142- Hilâfet,
şaşkın olarak Bağdat'tan çıktı. Nihayet Mısır'da yerleşti. Gerçek hilâfet diye
bir şey kalmadı. Yalnız ismi kaldı. İnşaallah ilerde bu hususa işaret
edeceğizi Tatarlar, İslâm ülkelerine saldırmaya se[ gî-bi devam ettiler.
Dimeşk'e gittiler, orayı istilâ ettiler. Oradan da Allah'ın peygamberleri Hz.
Yakûb ve Yusuf'un memleketi olan Mısır'a yönelmek istediler. Fakat Allah,
onların belini büktü. (Yenilgiye uğrattı.) Bu ibret verici olaya işaret
edeceğiz. İbn-İ Teymiyye'nin yetiştiği ve idrâk ettiği bu olayı şöyle tasvir
edebiliriz:
Tatarlar Bağdat'tan
sonra Haleb'e girdiler. Dımesk'e gittiler ve orayı H. 657 senesi Cemaziyelevvel
ayında istilâ ettiler. îbil Seyyân İsmindeki bir komutanla sulh yaptıktan sonra
kaleyi istilâ ettiler. Böylece Hrîstîyan-lar ona yakın ilgi göstermeye
başladılar. HülSgu'ya yaklaşmak istediler ve bir grup, kıymetli hediyelerle
Hülâgu'ya gittiler. Kendilerine verilen eman-la peri geldiler. Bu hususun,
onların daha Önce Bağdat'ta hattâ Tatarların girdikleri her şehirde
başlattıkları ilişkilerle bağlantısı vardı. Şimdi sözü, onların yaptıkları
tahribatı anlatan İbn-i Kesîr'e bırakıyoruz:
«Hnstiyanlar başlan
üzerinde taşıdıkları haçla Tumâ kapısından girdiler. Şehre girerken slogan
atarak şöyle diyorlardı: «Sahih din galip geldi. O, Hz. îsa'nin dini olan
Hrîstiyanlıktır.» Onlar, İslâm dinini ve Müslümanları kötüliî-yorlardı.
Yanlarında şarap dolu fıçılar vardı.
Hangi caminin önünden geçseler oraya şarap döküyorlardı. Şarap testilerinden
insanların yüzüne ve elbiselerine 0 döküyorlardı. Dar sokaklarda, caddelerde
geçtikleri her yerde haçları için fTlkın ayağa kalkmasını emrediyorlardı.
Müslüman halkı, Meryem kilisesi so-v Sına topladılar. Onların hatibi Hristiyan
dinini övdü. îslâm dinini ve Müslü. nları kötüledi. Bu felâket karşısında şöyle
deriz: «Şüphesiz biz Allah içiniz ve mutlaka O'na döneceğiz.» (el-Bakara, 156)
Sonra îbnî Kesîr
«Zeylü'l-Mİrât» kitabında şöyle diyor:
«Onlar camiye içki ile
girdiler. Şayet Tatarlar uzun süre kalsalardı onlar, cami ve diğer müesseseleri
tahrib etmek niyetinde idiler. Şehirde bu olaylar çoğalınca Müslümanların
hâkimleri, rehberleri, fakîhleri toplandılar, kaleye gittiler. Bu durumu şehri
teslim alan tbiJ Seyyân'a şikayet ettiler. Kendilerine ihanet edilip
kovuldular. Hristiyan reislerinin sözü. Müslümanların sözünden üstün tutuldu.
Bu musibet karşısında şu âyeti tekrarlıyoruz: «Şüphesiz biz Allah içiniz, ve
mutlaka O'na döneceğiz.[64]
143- Bu,
büyük bir bela idi, fakat Dımeşk, onların elinde fazla kalmadı. Muzaffer
Kutuz'un komutasındaki Mısır ordusu aynı sene Ramazan'-in sonunda Dımesk'e
doğru yola çıktı. Kutuz, Tatarlar'ın Mısır'a saldıracaklarını öğrendi.
Tatarlardan önce davrandı. Tatarlar, planladıkları gibi akşamleyin Mısır'a
varmadan Mısır ordusu sabahleyin Dımesk'e vardı. Mısır ordusu, Ayn-i Câlut'ta
Tatarlarla karşılaştı. Tatar ordusu ilk hücumda yenildi. Mısır ordusu onları
takip etti. Onların, barış ve güven içinde olan insanlara tattırdıkları acılar
bu defa Mısır ordusu tarafından kendilerine tattırıldı. Onları, öldürdüler,
kaçanları kovaladılar. Kovaladıklarının bir kısmını öldürdüler bir kısmını
esir ettiler. Nihayet onlar kaçarak ülkeye dağıldılar ve biraraya gelemediler.
Sayılamayacak kadar çok Tatar esir edildi, onlara özel muamele yapıldı. Bu
konuya ilerde temas edeceğiz.
Mısırlılar, onları
Dımeşk'ten kovmakla yetinmediler. Kutuz'dan sonra hükümdarlığa gelen Zahir
Baybars'ın komutasındaki ordu, onları Suriye şehirlerinden ve kalelerinden
uzaklaştırdılar. Çin'den insanların özellikle Müslümanların başına düşen büyük
kaya İlk defa burada kırıldı. (Yani taş gibi katı Tatarlar ilk defa burada
yenildi.) Şayet Mısırlılar, Tatarları Ayn-ı Câlut'ta durdurmasa İdi, onların
nerede duracağını Allah'tan başkası bilmez. Kesinlikle bilinen bir gerçektir
ki; Tatarların, hücumlarından bahsedildiği zaman titreyen Avrupa'ya geçmek
niyetinde idiler. Bu yüzden tarihçiler; «Mısırlılar, bu taşı ezmekle yalnız
İslâm ülkelerini kurtarmakla kalmadılar, bilâkis Hristiyanları da kurtardılar,
hattâ bu vahşilerin medeniyeti yok etmesine manî oldular», derler.
Gerçekten İslâm dini
Moğolların gönlüne girebildi. Hülâgu'dan sonra gelen Tatar hükümdarları
Müslüman oldular. Fakat Tatarlar İslâm nurunu uzun bir zaman sonra
tadabildiler. Öyleyse bugün budala Avrupalılar İs-lâm'ın kendilerine yaptığı
iyilikleri bilmelidirler. Mısırlılar, Tatarları yenmekle Avrupalıları yok
olmaktan kurtardılar. Bu işte Mısır'ın büyük rolü vardır. Mısır yalnız başına
medeniyeti koruyan sancağı taşıdı,
144- Mutlaka
kendisine işaret edilmesi gereken bir
durum daha vardır. O da; Kutuz'un savaş hazırlıklarını başlayınca beytü'l-mâl'i
(devlet hazinesini) boş bulduğudur. Bunun üzerine Kutuz, asrın büyük fakîhlerin-den
Şafii 'İzz b. Abdüsselâm'a devleti korumak
maksadıyla yeni vergiler almak İçin fetva istemeye gitti. 'İzz b.
Abdüsselâm ona fetva verdi. Bu fetvalar, İslâm hukukunun genişliğine delalet
eder. Çünkü İslâm Hukukçuları, bir savaş ortaya çıktığında beytü'l-mâl'de
para bulunmadığı takdirde Müslümanlardan zekât ve haraç
dışında başka mallar alınmasının vacib olduğunda görüş birliğine varmışlardır.
Bu, zarurî işlerden sayılır. Kutuz, Mısırlı her erkek ve kadından birer dinar
topladı. Hayır maksadına yönelik vakfiyelerden alınan ücretlerde zamanından bir
ay evvel alındı. Zekât bir sene önce toplandı, mirasın üçte biri hazinece
alındı[65].
Böylece Mısırlılar
âlemi, Tatarlıların şerrinden kanlan ve mallan ile kurtardılar. Yüce Allah'ın
oku gerçekten Mısır toprağını korudu, kim oraya kötü niyetle yönelirse Allah
onların belini kırar.
145-
Yukarıda zikredilen olaylar, Tatarlarla
ilgili olayların bir kısmıdır. Bunlar, İbn-i Teymiyye'nin doğumundan
önce meydana geldi. Ayn-ı Câiût savaşı İbn-i Teymiyye'nin doğumundan yaklaşık
olarak iki buçuk veya üç sene önce oldu. Bu olay, H. 658 senesi Ramazan ayı
sonunda meydana geldi. İbn-i Teymiyye'nin doğumu Hicri 661 senesi Rebİülevvei
ayının onbirinde idi. İbn-i Teymİyye bu olayın izlerini gördü. Olayları görenlerden
bazı bilgiler işitti.
Mısır'ın İslâm dinine yaptığı
üstün hizmetini anladı. Bundan
dolayı Tatarlar ikinci defa Dımaşk'e yöneldiklerinde İbn-i Teymiyye, Mısır'dan
başka bir yöne yönetmedi. İbn-i Teymiyye, Mısır hükümdarı komutasında Mısır halkını
Tatarlara mukavemete davet etti. Hatta Tatarlar, Müslüman olduktan sonra bile
İbn-i Teymiyye onlarla savaşmanın mubah olduğuna dair fetva verdi.
146- Mısır,
şeklen şer'i bir vasfa kavuşmuştu. Çünkü Bağdat hakimiyetini kaybettikten ve
Tatarlar tarafından tahrip edildikten sonra hilafet, Bağdat'tan Mısır'a
taşındı. Ondan sonra Bağdat İslâm ülkesinin başşehri olamadı. Bu büyük
zaferden sonra dikkatler Mısır'a çevrildi. Tatarlara karşı tam bir zafer
kazanan hükümdar Zahir Baybars, Tatarlar Bağdat'a saldırıp orayı tahrip ettiklerinde ve Abbasî halifesini öldürdükten sonra üç yıl boyunca boş kalan
hilâfet makamını tekrar Abbasoğullarına geri verdi. O tarihte Mısır'da Abbasî
Halifelerinden birinin iki oğlu vardı. Biri, halife Ez-Zâhir'in oğlu El-Mustansır
Billâh Ebu'İ-Kasim Ahmed'tir. İkincisi Ei-Hâkim Bi Emriilâh'tır. Hicri 659
yılının Recep ayında İçlerinde asrın büyük âlimi El-İzz b. Abdüsselâm bulunan
büyük âlim topluluğu, büyük devlet adamları ve danışmanlardan oluşan bir grup
huzurunda El Mus-tansır'a biat edildi. Ebu'l-Feddân'ın dediği gibi o gün büyük
bir halk toplanmıştı.
el-Mustansır,
hakikatinden ve gücünden yoksun sembolik hilafet vazifesini yürütmedi. Aksine
hilafetin daha önceki gücünüyerine getirmeye çalıştı. Bu yüzden Sultan ez-Zâhir
onu geçti ve bu konuda ona yardım etti. Onun için silah ve teçhizatı mükemmel
bir ordu hazırladı. Bu orduya, bir milyon dinar harcadı. el-Mustansır, hilafet
vazifesini üstlenince Tatarları Bağdat'tan çıkarmak ve Bağdat'ı eskiden olduğu
gibi hilafet merkezi haline getirmek, geçmişteki şerefine ulaştırmak için bu
ordunun başında Bağdat'a doğru yola çıktı. Yolda Musul ve Irak'taki bazı
vilayetleri Tatarlar'dan geri aldı. Fakat daha sonra ordusu dağıldı.
Tatarlar'dan bir bölük ona saldırdı, onu ve beraberindeki askerlerden bir
kısmını öldürdü. Kardeşi el-Hâkim kendini kurtarabildi, Mısır'a döndü. Sultan
ez-Zâhir bu defa ona biat etti.
147-
Şüphesiz, Müslümanlar İslâm birliğinin ve cemaatinin sembolü olacak bir
halifenin tayininden faydalandılar. Hilafet, güçsüz bir şekilde sembolik
olarak kurulunca el-Mustansır hilafetin gerçek sorumluluğunu geri getirmek
için uğraştı. Hilafet, her ne kadar sarsıntı geçirse de sembolik olarak devam
etmesi bazen hakiki hilâfetin geri dönmesine veya zamanın birinde geri dönmesi
gerektiğine vesile olur. ez-Zâhir bu hilafetten faydalandı.
Halife, bütün
yetkileri ez-Zâhir'e verdi ve onu sadece Mısır'ın sultanı değil, bütün
müslümanlann sultanı olarak ilan etti. Böylece bu siyâsî mantık gereğince
ez-Zâhir dışındaki sultanların İslam hukukuna uygun olan herhangi bir saltanat
vasıfları kalmadı. Böylece ez-Zahir'in diğer sultanları azletmesi ve civarda
bulunan halkı hakimiyyeti altına alması mubah oldu. Onun hakimiyetinde bulunan
insanların da İbrahim b. Lokman tarafından yazılan ve ilân edilen Halifenin
fermanına cevap vermeleri için ez-Zâhİr'i desteklemeleri gerekti.
148-
el-Mustasir, halife olduktan sonra bir yıl sonra öldürüldü. O, hilafetin
otoritesini yaymak ve hilafet makamını tekrar Bağdat'ta geri götürmek için
çaba harcıyordu. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi ez-Zahir, el-Mustansır'ın
ölümünden sonra kardeşi el-Hakim'e biat etti. Bu biat, h. 661 yılı Muharrem
ayının ikinci gününe tesadüf eden perşembe günü yapıldı. Ertesi gün yeni halife
cuma hutbesini okudu "ve halkı cihada çağırdı. Bu hutbenin metni şöyledir:
«AbbasoğuIIannı
destekleyen büyük bir komutanı, onların hizmetine veren ve nezdinde onlara
yardımcı bir kuvvet veren Allah'a hanıd ve senalar olsun. Bolluk ve sıkıntıda
O'na hamd ederim. Bize verdiği bol nimetlerine şükür etme gücünü vermesi İçin
ondan yardım dilerim. Allah'dan başka bir mâbûd bulunmadığına, bir olduğuna
ortağı olmadığına, şahitlik ederim. Hz. Muhammed (s.a.v.)'in O'nun kulu ve
elçisi olduğuna şahitlik ederim. Allah'ın saial ve selamı onun üzerine, ailesi,
hidayet yıldızları ve kendisine uyulan ashabı üzerine olsun, özellikle dört
halife, büyük halifelerin babası, üzüntüleri ortadan kaldıran el-Abbâs ve diğer
bütün ashab ve kıyamete kadar iyilikle onlara tabi olanlara saJat ve selam olsun.
Ey insanlar! Biliniz
ki, hilâfet, Islamın farzlarından biridir. Cİhad, bütün İnsanlar üzerine
farzdır. Ancak bütün müslümanların birleşmesiyle cihadın bayrağı çekilir.
Kanlar ancak günahlar işlendiğinden dolayı düküJür. hğer sız İslam düşmanlarına
karşı koysaydınız onlar, «Darü's-Seiam'a» (Bağdat şehrine) giremezlerdi.
Kanlan dökmeyi ve malları yağmalamayı, erkekleri ve çocukları öldürmeyi, kadın
ve kızları esir almayı, çocukları anne ve babalarından ayırır yetim bırakmazlardı,
hilafet ve onun ailesinin perdesini yırtmayı mubah görmeyeceklerdi. O uzun
günün, korkunç musibetinden iniltiler yükseldi. O gün, nice yaşlılar, ak saçlarını
kanlarıyla boyadılar. Ve nice çocuklar, ağladı fakat onlara acıyan olmadı. Ey
Allah'ın kullan! cihad için, farz olan cihadı ihya etmek İçin gayret
gösteriniz, Allah dan korkunuz.
«Gücünüzün yettiği
kadar Allah'dan korkun. Emirlerini dinleyin, itâât edin. Mallarınızı emrettiği
yolda harcayın. Bu sizin için daha hayırlıdır. Nefsinin cimriliğinden korunmuş
kimseler, İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir.» (Teğabün,
16)
Böylece din
düşmanlarına karşı mücadeleyi terketmek ve müslümanlan korumamak için hiç bir
mazeret kalmadı, işte bu büyük bilgin, adalet sahibi, mü-cartid, müslümanlan
destekleyen, dünya ve din direği Sultan Melik ez-Zahir, yardımcı ve
taraftarların azaldığı bir zamanda imameti destekleme vazifesini yerine
getirdi. Küfür ordusu îslâm ülkesinin her yerini didik didik ettikten sonra bu
orduyu ürküttü ve geri kaçmasını sağladı. Onun, gayretiyle biat düzenli bir
akid haline geldi, Abbasi devletinin ordu sayısı çoğaldı. Ey Allah'ın
kulları!... Acele bu nimete şükrediniz. Niyyetlerinizde samimi olunuz kî;
zaferi kazanasımz. Eğer şeytanın dostlarıyla savaşırsanız zaferi kazanırsınız.
Meydana gelen olaylar sizi korkutmasın. Çünkü savaştaki zafer, nöbetleşe elde
edilir. Sonuç, muttakilerin-dir. Dünya hayatı, ahirete nazaran iki gün gibidir.
Sevabı yalnız müminler içindir. Yüce Allah, sizi hidayet üzerinde
birleştirsin. Zaferinizi tslamla takviye etsin. Yüce Allah'dan beni ve diğer
bütün müslümanlan affetmesini dilerim. Allah-dan mağfiret dileyiniz. Çünkü O gafurdur, rahimdir.»[66]
149- Halife,
Kahireyi kendisine karargâh ve yerleşme yeri edindi. Bağdat'a gitmeye teşebbüs
etmedi. Ondan önce Mısır emirleri Hilafet makamını Kahire'ye getirmek
istemişlerdi.. Mesela Ahmed b. Tulün bu planı gerçekleştirmek için düşünmüştü.
Fakat bu düşüncesini gerçekleştirememişti. Nihayet bizzat olaylar, hilafet
makamının Mısır'a taşınmasında itici bir rol oynadılar. Gerçeğe ve akla uygun
mantık, bu taşınmaya sebep oldu.
Mısır, kendisinden
beklenenleri gerçekleştirdi. Çünkü Zahir Baybars, bir çok İslam beldesini tatarlardan geri
alabildi. Aralarında meydana gelen her savaşta o, tatarları yenebildi.
Müslümanların kalbindeki korkuyu güven ve emniyete çevirebildi. Onun
saltanatı, doğuda Fırat nehrine. Güneyde Sudan içlerine kadar uzandı. Kahire,
devletin başkenti olmaya layık hale getirildi. Orada çok miktarda medrese
yaptırıldı. Alimler uzak memleketlerden Kahire'ye yönetiyorlardı. Baybars,
İslam dinini, devletin, şiarı edindi ve İslam kanunlarının icra edildiği yer
haline getirdi.
İbni Kesir onun
hakkında şöyle demiştir:
»Sultan Zahir Baybars,
uyanık, akıllı ve cesur idi. Cece gündüz düşmanlarla uğraşma hususunda gevşek
davranmıyordu. Bilakis o, İslam düşmanlarıyla savaşıyordu. O, dağınık olan
islam alemini topladı. Hülasa Yüce Allah son zamanlarda onu, islam ve
müslümanlar için bir yardım ve zafer kaynağı ve dinsiz Fransızların,
Tatarların ve müşriklerin boğazında kalan bir diken haline getirdi. O, içki
içmeyi yasakladı. Günahkârları memleketten sürgün elti. O, nerede bir fitne ve
bozgunculuk görse mutlaka onu güç ve kuvvetiyle ortadan kaldırmak için çaba
harcıyordu.»[67]
150- Yaptığı
bu büyük hizmetinden dolayı Memluk devleti, İslamın koruyuculuğuna layık oldu.
Kahire de; İslam ülkelerinin medeniyet merkezi olmayı haketti. O, büyük
padişahın döneminde hayata gözlerini açan İbn-i Teymiyye'nin Mısır'da bütün
ümidiyle İslama yardım etmeye ve müslümanlan himaye etmeye inanmasında ve
Memlukluların İslamın devletinin koruyucuları olduğuna İnanmasında bir
tuhaflık yoktur. Biz, İbn-İ Teymiyye'nin Memlukluların bazı kötülüklerine göz
yumduğunu da görüyoruz. Hatta kendisine yaptıkları kötülüklerden dolayı onları
affettiğini de görüyoruz. Çünkü onlar, her şeye rağmen, İslam devletindeki en
kuvvetli komutanlar haline gelmişlerdi.
Ahmed b. Hanbel'den:
«Birisi dindar ve
zayıf, diğeri fasık ve kuvvetli İki komutan bulunursa müca-hid mümin, bu İki
komutandan hangisiyle beraber savaşmalıdır? sorusu sorulduğunda o şöyle cevap
verdi: Zayıf komutanın yanında değil, kuvvetli komutanla birlikte savaşması
gereklidir. Çünkü kuvvetli komutanın kuvveti, müslümanların lehinedir,
fasıklığın zararı kendi nefsine aittir. Dindar komutanın zayıf olması ise
müslümanların aleyhinedir, dindarlığı yalnız kendi nefsi için faydalıdır.»
Han-beliler, İmâm Ahmed'in bu cevabının miras yoluyla birbirlerine
aktarıyorlardı.
Hanbeliler, İmam
Ahmed'in bu cevabını miras yoluyla birbirlerine aktarıyorlardı.
Bundan dolayı İbn-i
Teymiyye, Memluklulara uyuyor, onlarla birlikte savaşıyordu. Onların otoritesi
gevşediğinde ya halkı onlara uymaya teşvik ediyor veya susuyordu. En şiddetli
harp sahnelerinde -Ruhlar, gaybı bilen kuvvet ve kudret sahibi, yegane mülk
sahibi Allah uğrunda rahatça feda edilirken- o, sultanın sancağı altında vazife
yapıyordu.
151- İbn-i
Teymiyye'nin yaşadığı asırda özellikle Mısır ve Suriye'de İslam aleminin siyâsi
rengi Memluklularm rengiydi. Şöyleki; birinci ve ikinci Memluklular devletinin
idaresi altında bulunan Mısır ve Suriye'de Memluklular tam otorite
sağlamışlardı. Bizi, yalnızca birinci Memluklular devleti ilgilendirir. Çünkü
fbn-i Teymiyye o sırada yaşamıştır.
Bu devletteki
hakimiyyet, şüphesiz mutlak bir hakimiyyet şeklinde olup devlet reisi ancak
kuvvet kullanarak hakimîyyeti ele geçirebilirdi. Devlet reisi, koltuğunu iyice
yerleştirdikten sonra, hakimîyyeti kendinden sonra gelen çocuklarına miras
yoluyla devrediyordu.
Böylece memleketin
hakimiyyeti, miras yoluyla babadan oğula geçiyordu. Fakat çok geçmeden
-hükümdarın babasının veya dedesinin hakimiyyeti ele geçirdiği metodla- ya bir
akrabası veya komutanlarından birisi hakimiyyeti ele geçirmek için ona karşı
ayaklanıyordu. Bundan dolayı, memleketin idaresini ele geçirmek için
Memluklular arasında devamlı bir bir mücadele vardı. Bu mücadele bazen duruyor,
bazen de ortaya çıkıyordu: Mesela Tatarlar veya diğer milletlerden güçlü bir
düşmanla savaştıklarında bazen aralarındaki çekişme görünmezdi veya dururdu.
Dış düşmanlardan emin oldukları zaman, aralarında amansız bir çekişme
başlardı. Arasıra onlardan bazıları, -emellerine ulaşmak ve hasımlarını yenmek
için-her iki tarafın düşmanları sayılan kimselerden bile yardım beklerlerdi.
152-
Memluklular, devletinin hükümdarları, icraatlarının dine uygun olması için
gayret harcıyorlardı. Dinin gücünden faydalanarak seri hükümlere göre hareket
ettiklerini halka ilan ediyorlardı.
Bundan dolayı hükümdar
Zahir Baybars, hilafetin devam etmesine ve hükümdarın halifeden faydalanmasına
önem verdi. Ondan sonra gelen her memluk hükümdarı, ya miras yoluyla veya kendi
gücüyle hükümdarlık makamına yükseliyordu. Fakat bu hükümdarlar, hiç bir gücü
olmayan halife tarafından kendilerine kılıç kuşatılmasını elde etmek İçin çaba
harcıyorlardı. Halifenin bu konuda hiç bir gücü olmadığı gibi, o istemeyecek
ofsa da hükümdar olacak kimseye kılıç kuşatıyordu.
Şekilcilikten ibaret
olan bu gösterişten başka halifenin bir yetkisi yoktu. Bazı memluk
hükümdarları da halifelik unvanına saygı göstermek amacıyla olsa bile halifeye
layık olduğu değer ve itibarı göstermiyorlardı. Hatta bu hükümdarlardan
birisi, bir defa halifeyi Kus eyaletine sürgün etmişti.
Memluk hükümdarları,
halifeye, dinî otoriteye sahib olan ve idarî işlere karışmayan bir dinî lider
gözüyle bakıyorlardı. Veya onlardaki hilafet şekilcilikten ibaretti. Onlar,
yönetimi ele geçirdiklerinde hem dünya ve hem de din işlerinde hakimiyyete sahip oluyorlardı.
İstedikleri şekilde halife de dahil olmak üzere bütün insanlar hakkında hüküm
veriyorlardı. Halife ister istemez Memluk hükümdarının emri altında
bulunuyordu.[68]
153-
Memluklardaki rejim, askeri sıkıyönetim şeklinde idi. Onlar, yazılı kanunlara
ve düzenli sivil idarelere göre memleketi yönetmiyorlardı. Onlarda yönetimin
dayandığı düzenli bir şura da yoktu. Bütün bunlara rağmen şer'i vazifeler
yürütülüyordu. Mesela şer'i polis ve zabıta teşkilatı vardı. Kadılık
teşkilatının da kendi sahasında otoritesi vardı.
Sultan Zahir Baybars,
kendisinden sonra tatbik edilecek olan güzel bir adet ortaya koydu. O, seri
mahkemelerde dört mezhebe göre hükmetmeyi gelenek haline getirdi. Her mezhebe
mensub olan müslümanların dâvalarına bakan bir kadı tayin etti. Fakat şer'i
vazife ve mansıpların korunmasına ve medreselerde geniş bir şekilde İslâmî
ilimlerin okutulmasına rağmen, memleketin idaresinde sultan yardımcıları ve
taraftarları, komutan ve bakanların uygun gördükleri maslahatlar
gözetiliyordu. İdareci kadronun iyi ve kötü olmalarına uygun olarak halk idare
ediliyordu. İdare bu hükümdarların davranışlarına göre düzenleniyordu. Memluk
Sultanlarının çoğu hükmünün alimlerin rızasına uygun olması için uğraşıyordu.
Özellikle sıkıntıya düştüklerinde ve âlimlerin yardımına ihtiyaçları olduğu zaman
ve halkın ancak din adına kabul edebileceği yükümlülüklerle onları sorumlu
tutmak istediklerinde azimli ve gayretli hükümdarlar, memleketi alimlerin
rızasına uygun idare etmeye uğraşıyorlardı. Memluk devletinin geleneklerini ve
idare düzeninin! kuran Zahir Baybars, alimlerin tavsiyelerine, onlarla,
istişare etmeye ve sakınca görmediğinde onların görüşlerini uygulamaya önem
veriyordu. Bazen de âlimlerin bir kısmına karşı öfkeleniyordu. Fakat aşırı
derecede öfkelenmesine rağmen onun, âlimlere eziyet ettiği bilinmiyor.
Zahir Baybarsm,
hakimiyyeti döneminde iki büyük âlim yaşamıştır. Onlar, Zahirin halka karşı
olan tavrından faydalanıyorlardı. Bunlardan birisine Zahir de itaat ediyordu.
İkincisine karşı Zahir öfkeliydi. Bu alimlerin birin* cisi, el-İzz b.
Abdüsselam'dır. İmam es-Süyutî, el-İzz'in Sultan ez-Zahirle ilişkileri hakkında
şöyle demiştir:
«Zahir, Mısır'da Şeyh
îzzeddin b. Abdüsselam'ın sözünden çıkmıyordu. Hatta Izzeddin vefat edince
Zahir şöyle demiştir: Benim hakimiyyetim ancak şimdi ger. Çekleşti.»[69]
İkinci âlim ise; Şeyh
Muhyiddîn en-Nevevî'dir. Nevevî, Dımaşk'ta yaşıyordu. O, sultan ez-Zahire çok nasihatta bulunuyordu. Sultan, Mısır'da olduğunda
Nevevî görüşlerini ona yazıp gönderiyordu. Zahir, Dımaşk'ta olduğu zamanlar da
ise İmâm Nevevî açıkça hakkı ona
açıklıyordu.
İmam es-Suyuti,
«Hüsnü'l-Muhâdara» ismindeki eserinde Nevevî'nin Zahirle yaptığı yazışmaların
çoğunu kaydetmiştir. Bu mektupların çoğunun konusu, Memluk devletinin iktisadî
krizlerden ve geleceğin endişesiyle halktan aldığı vergilerin kaldırılmasını
istemekle ilgilidir. Nevevî, bu mektupların birisinde şöyle diyor:
«Yağmurların az yağması.
Hatların yükselmesi, tahıl ürünleri ve bitkilerin azlığı ve sürülerin yok
olmasından dolayı Suriye halkı bu sene büyük bir sıkımı içindedir. Bildiğiniz
gibi halka şefkat etmek ve onlara acımak farzdır. Hükümdar ve halkın maslahatı
için hükümdara nasihat etmek de farzdır. Çünkü din nasihattir.»
Sultan Zahir, bu
nasihati şiddetle reddetti. Ayrıca alimlerin kendine karşı tutumlarını ve
Tatarların Suriyeyi istila ettiklerinde ülke onların atlarının tırnakları
altında inlerken âlimlerin sustuklarını belirterek onu şiddetle tenkid etti.
İmâm Nevevî, Sultan'ın bu sözlerini reddetti. Bu konudaki sözlerini ve
nasihatlanm delillerle takviye etti. Ve âlimlerin, Padişaha nasihat etme
hususunda yüce Allaha söz verdiklerini açıkladı. İmam Nevevî onun mektubuna
cevap verirken ve tehditlerini reddederken şöyle diyordu:
. «Cevabınızda kâfirler,
ülkede ne yaparlarsa
yapsınlar, bizim onları kötüle-mediğimizden bahsetmenize gelince,
islam padişahları, müminleri ve Kuran ehlini
nasıl azgın kafirlerle
mukayese edebilirler? Aynı kafirler,
dinimizin hiçbir şeyine İnanmadıkları halde...
Biz ne ile azgın kâfirleri
anıyorduk. Benim şahsıma gelince ben tehdide
aldırmam. Tehdit, beni sultana
yaptığım nasihattan alıkoyamaz. Sultana nasihat etmenin benim
üzerime ve diğer âlimlere farz olduğuna inanıyorum. Farzı, ifâ
etmekten dolayı başa gelen
her şey hayırlıdır ve yüce Allah katında sevabımızı
artırır. «Ben işimi Allah'a bırakıyorum. Şüphesiz ki Allah, kullanın çok iyi görendir.» (Gâfir, 44)
Nerede olursak olalım, Hz.
Peygamber, hakkı söylememizi, ve kınayanın kınamasından korkmamamızı
emretmiştir. Biz, her durumda hükümdarı
seviyoruz. Dünya ve ahiretinde onun için faydalı olan şeyleri dileriz.»
İmam Nevevî'nin hakkı
desteklemek gayesiyle yazdığı mektupları, ard-arda devam etti. Fakat Zahir,
onun nasihatlerini kabul etmedi. Vergileri toplamaya devam etti. Çünkü savaşta,
para ve levazımata ihtiyacı vardı. Sultan, âlimlerden icraatını
destekleyenlerden fetvalar topladı. Muhyiddin Nevevî dışındaki alimler, onun
isteği ve iradesi doğrultusunda fetva verdiler. Sultanın bu hareketi, İmam
Nevevî'yi fikrine daha bağlı kıldı. Bunun üzerine Zahir Baybars, âlimlerin
verdikleri fptvayı İmzalaması için Nevevî'yi huzura getirtti. O anda Nevevî,
önceki yumuşak cevabından sonra bu defa ona çok sert bir cevap verdi ve sultana
dedi ki:
«Ben, senin Emir
Bendakdar'ın kölesi olduğunu ve hiç bir şeye sahip olma. dı&ını bilirim.
Dalıa sonra Yüce Allah, sana büyük nimetler verdi ve seni hükümdar yap
ti-Sarayında bin köle bulunduğunu, her kölenin altın sürmeli bir elbisesi
olduğunu, ayrıca sarayında bin adet cariye olduğunu ve her cariyenin, ziynet
eşyası olduğunu işitmiştim. Eğer sen, bütün bu altın sürmeli elbiselerle,
zineüe-rj harcarsan ve kölelerine altın sürmeli elbise yerine yünlü kumaş
giydirirsen cariyelerine de zinetsiz elbiseler giydirirsn halktan mal alman
için sana fetva vere-ceğiz.»
Bunun üzerine Zahir,
öfkelendi ve Nevevî'ye benim şehrimden çık dedi. Nevevî, başüstüne, emrinize
itaat edeceğim, dedi ve Suriye'deki Neva şehrine gitti; Suriyeli İslam
hukukçuları Zahire şöyle dediler:
«— îmanı en-Nevevi en
büyük alimlerimizden ve en iyi insanlarımızdandir. Kendisine uyulması
gerekir. Onu, tekrar Dimaşka getirmeni isteriz.»
Zahir, bunun üzerine
Nevevî'nin Dımaşka dönmesi için resmî emir verdi. Nevevî, Dımaşka dönmek
istemedi ve dedi ki:
«— Zâlıir, Dımaşk'ta
olduğu müddetçe ben o şehre girmeyeceğim.»
Bir ay sonra Zahir
öldü.[70]
154- Bu
olay, memluklular devletinin gelenek ve esaslarını kuran Sultan Zahirin,
âlimleri memnun etmek ve icraatının dine uygun olması, din çerçevesinden
çıkmaması için uğraştığını gösterir. Şayet âlimler, bir konuda ona karşı
çıksalar ve o da kendi görüşünün faydalı olduğuna inanırsa veya o işin
istediği şekilde gerçekleşmesini isteseydi âlimleri, tam veya noksan olarak
razı etmek için çalışırdı.
Alimleri, zorla razı
etmeye çalışmak ise en fazla savaş için lazım olan vergileri toplama hususunda
olurdu. Zâhir'in, İmâm Nevevî ile en fazla ihtilafa düştüğü hususun, Zâhir'in
vergileri toplama, Nevevî'nin de halkı vergiden muaf tutma istediği olduğunu
gördük.
Anlaşıldığına göre
Zahirin, İzzeddin b. Abdüsseiarriı takdir etmesinin sebebi, İzzeddînin önce
Kutuz'un ve daha sonra Zâhir'in halktan aldığı vergileri İçtenlikle uygun
görmesinden ileri gelir. Hatta Zahirin paraya çok muhtaç olması -onu, Mısır ve
Suriyedeki arazileri arazi sahiplerinden alma düşüncesine bile sürükledi. Onun
iddiasına göre; bu araziler, beytülmanın mülküdür. Çünkü bu araziler,
fethecîildikleri günden itibaren hazineye flittirler. O, Hz. Ömerin, İrak
arazisinde uyguladığı metodu uygulamak istiyordu. Fakat bu hususta yine İmam
Nevevî ona karşı çıktı. Zahir'i, fikrinden vazgeçirinceye kadar Nevevî
onunla mücadele etti. Nihayet işin
sonunda Mısır ve Suriye topraklarının mülkiyet hakkı eskiden olduğu
sahiplerine verildi. İmâm Nevevî, bu konuda şöyle demiştir:
«Zahirin, bu dâvası
fazla inatçı olmasından ileri gelir. Bu, hiç bir müslürnan alimin kabul
etmeyeceği bir iştir. Mülk, kimin elinde bulunuyorsa ona aittir. Ona itiraz
etmek caiz değildir. Ayrıca mülk sahibine, normalde mülkiyetini isbat etmek de
teklif edilemez.»
155-
Hükümdar Zahir, Memlukların en meşhur ve nüfuzu en ge« niş sultanı olduğu için,
onun durumuyla ilgili uzun bilgi verdik Zahir vs Kutz, tatarlara zarar ve
zayiat vererek onları geri püskürten iki hükümdardır. Ibn-i Teymiyye, körpe
dimağlı iken, bu sultanın nüfuzunun Fırat nehrinin arka tarafında kalan bölgelere
hakim olduğunu ve dağınık oian bazı müs-lüman ülkeleri birleştirdiğini gördüğü
için, biz Zâhir'den uzunca bahsettik. Çünkü Zahir, h. 676da vefat ederken *bn-i
Teymiyye onbeş yaşındaydı ve olayları anlıyor, onlarla ilgili yorumlar
yapabiliyordu. Şüphesiz ki; bu da bir ilimdir. Ayrıca Ibn-i Teymiyye, Nevevî
ile Zahir arasında meydana gelen ihtilafları ve herbirisinin diğerine karşı
kaba davrandığını gördü. Sultan, Nevevî'yi tehdit ediyordu. Nevevî de onun
tehditlerini reddediyordu. Nevevî, Zahire nasihat etmekten vazgeçip onun
tehdidinden çektiği acılardan kalbini rahatlatmak için Zahire, sert sözlerle
cevap veriyordu. Aslında bu çekişme, sultanın azgınlığı ve ilmin kuvveti
arasında yapılan bir çekişme idi. Sonra İmam Nevevî, Zahire gönderdiği yumuşak
bir dille yazılan, na-sihatları ihtiva eden ve halkı müdafaa eden mektuplarında
Suriye'deki en büyük ve en yetkili âlim olması itibariyle bütün alimler adına
konuşuyordu.
Memluklular, içinde
Zâhir'den sonra İbn-i Teymiyye ile muasır olan Sultan Nasır kadar kuvvetli bir
sultan gelmemiştir. İbn-i Teymiyye ile Nasır arasındaki iyi ilişkiler devam
etti. Büyük imâm İbn-i Teymiyye'nin hal ter-cemesi bölümünde belirtildiği gibi,
her ikisi arasındaki sevgi, dostluk ve muhabbet onları birbirine bağladı. Sultan
en-Nâsır da Zahir'İn başına gelen imtahana mübtela oldu. Çünkü tatarlar, onun
asrında tekrar Dımaşk'a kadar geldiler. Mısıra saldırmak istediler. Daha önce
Zahir ve Kutuz tatarlara karşı koyduğu gibi İbn-i Teymiyye'nin teşviki ve
yardımıyla Nasır da tatarlara karşı koydu. Mısır'a girmelerine engel oldu.
Aslında Nasır'in
devri, Zahir'İn devrinin bir uzantısıydı. Her iki devrin de siyâsî rengi
aynıydı. Zahirin devri, Izz b. Abdüsselam, Nevevî ve İbn Dakîk el-İyd ile
süslenmiş ise, Nasır'm iktidar dönemi de İbn Teymiyye ile süslendi. Eğer bu
alimler, sultana karşı halkı korumakla ve dini esaslar çerçevesinde hakkı
açıklamakla meşgul olmuşlarsa, onlardan sonra gelen İbn-i Teymiyye, yalnız
basma bu sorumluluğu yüklendi. Neredeyse İbn-I Teymiyye kendinden önceki
âlimleri geçerek kılıç kuşandı, orduyu komuta etti ve daha önce belirttiğimiz
gibi o, ders kürsüsünden cihâd meydanına indi.
156- ibn-i
Teymiyye, dönemindeki siyâsî durum ve idarî düzen hakki açıklamalarımıza son
vermeden önce şu iki önemli konuya değ'ı-
neC6Bunlardan
birincisi; O tarihte halkın elinde yönetimle ilgili bir şey ktu
Sarayda halkı temsil eden kimse yoktu. Devlet düzeninde ve yargı y°
anlarında halkın olumlu bir etkisi
yoktu: Fakat buna rağmen sultan, h Ikın
menfaatlannı gözetiyordu, onları ihmal etmiyordu. Bu hususu İbn-i Teynıjyye'nln
hayatı, geçirdiği aşamalar ve başına gelen musibetler bölümünde gördük.
Âlimler, Ibn-i Teymiyye'ye muhalef ettiklerinde ve isteklerini Sultan katında
rahatça yerine getiremediklerinde veya İbn-i Teymiyye, âlimlerin sözünü
dinlemediği zaman ona muhalif olan âlimlerin, halkı sultanın aleyhine
kışkırttıklarını ve ayaklanmaya
teşvik ettiklerini gördük. Böylece
hükümdar, onlara boyun eğmek mecburiyetinde kalırdı. Mesela so-fîler ve
diğerlerinin çağrısına cevap veren halkın isteği üzerine İbn-İ Teymiyye,
İskenderiyye'ye sürgün edildi. Ondan sonra Suriye'ye dönmek mec-
buriyyetinde kaldı.
Öyle ise Memlukluiarın
hakimiyyetinin ilk döneminde halk tamamen ihmal edilmiş değildi. Bilakis, eğer
Memluklular arasındaki çekişmeler ve memlukların kendi aralarındaki aşırı
isyanlar olmasaydı, onlar halkı demokrasiye doğru götüreceklerdi ve sonunda
hükümdarın otoritesine bağlı bir demokrasinin en son aşamasına ulaşacaklardı.
İkincisi, memluk
hükümdarlarından ve en büyük sultanları sayılan Kutuz, Zahir ve Nasır
tatarların saldırılarına, batini ve diğer gurupların fitnelerine karşı koymak
için halktan bazı vergileri almak mecburiyetinde kaldılar. Müslümanların gözle
görülen menfaâtları, onları bu vergileri almaya mecbur etti. Fakat savaşların
masrafı için ve maslahat icabı devletin diğer ihtiyaçlarını karşılamak üzere
zekat ve haraç dışında kalan bu vergileri almak için herhangi bir şer'i
dayanağı yoktu. Bundan dolayı, İslâm hukukçuları; maslahat, dindeki yeri ve
naslar İçindeki yeri üzerinde çokça ko-nuştuiar. İslam hukukçularından bir
gurubun maslahatın sınırlarını takdir
etmede aşırı davrandıklarını görüyoruz. Mesela İbn Teymiyye'nin talebesi Tufî
gibi... Çünkü ona göre bazen maslahat kesin nassa karşı bile kullanılabilir,
nassı tahsîs eöer. Diğer bir gurup İslam hukukçusunun da bu maslahatı
normal kabul ettiğini, onu zanni
delillere tercih ettiklerini görüyoruz.. Başka bir gurup İslam hukukçusu ise;
maslahatın nasslar ve sahih kıyaslarla sabit olduğu tesbit etmişlerdir. Mesela,
el-İzz b. Abdusselam'ın "Kavaidü'-ahkam fi mesalihi't-enâm» adlı eserinde
bu görüşü yazdığını görüyoruz.
Böylece maslahat,
fıkhî araştırmalara konu oldu ve naslar içinde alimlerin araştırma konusu
oldu. İbn Teymiyye ve talebesi İbnü'l-Kayyim el-Cevziyye'nin bütün sosyal
maslahatlarla, maslahat ve İhtiyaca dayanan fıkhî görüşleri şeriatın umumî
asıllarına (delitlerinel bağladıklarını gördük. [71]
157- İçinde
bir çok savaşlar yapılan asırlarda olduğu gibi, İbn-İ Tey-miyye de yaşadığı
asırda, dalgalanan ve karmakarışık olan bir toplulukla karşılaştı. O sırada,
değişik insan gurupları, muhtelif ırklar ve birbirine zıt cinsler birbirine
karışmıştı. Haçlı savaşlarında, doğunun batıyla karış-tığını, birçok
medeniyetlerin, dinlerin, örf ve âdetlerin ve fikirlerin birbiriyle
karşılaştığını gördük. Her ne kadar o tarihte insanlar arasındaki ilişkiler,
düşmanlık ve savaşmak şeklinde olmuşsa da kılıçların vuruşması ve kanların
karışmasıyla birlikte bir takım psikolojik, fikrî ve geleneksel unsurlar salgın
bir hastalık gibi yayılmıştı.
Tatar harplerinde,
uzak doğudan, Cinden hareket eden, geleneklerini, ahlaklarını; arzularını ve
özlemlerini taşıyarak gelen bir kavim; mizaçları ve fikirleri doğru, akaidleri
düzgün olan ve âlimleri doğru yolu gösteren Allah'ın kitabından ve Hz Peygamber
(s.a.v)'in sünnetinden çıkardıkları sabit kesinleşmiş kanunla/a boyun eğen
İslam toplumu ile- karşılaştılar. Değişik ahlak, örf, âdet ve nizamlara sahib
olan bu iki millet, birbirleriyle karşılaşınca bu karşılaşmadan sonra
gelenekler ve zevkler bozuldu.
Bütün bunların
ötesinde şiddetli savaş, bizzat İslam ülkelerindeki halkın birbirine
karışmasına sebep oldu. Tatarlar, Irak'a saldırdıklarında Irak halkının
Suriye'ye; Musul ve civarındaki halkın Şam'a kaçtıklarını; Dımaşk ve
civarındaki şehir ve kasabalarda yaşayan halkın Mısır'a hatta Fas'a göç
ettiklerini görüyoruz. İbn-i Teymiyye'nin hayatı bölümünde görüldüğü gibi Tatarlar,
Dimaşk'e saldırınca Dımaşk âlimleri, valileri ve güçlü halkının bu şehirden
nasıl kaçtıklarını ve îbn-î Teymiyye'nin halk ve güçsüz kimselerle birlikte
orada kaldığını gördünüz.
Zorlama i!e meydana
gelen halkın bu karışmasından, geleneklerde, fikrî, psikolojik ve sosyal
karışıklıklar ortaya çıktığı gibi, sebat ve sükûneti olmayan sıkıntılı bir
cemiyetin oluşmasına da sebep oldu.
O tarihte, bu kadar
değişik insan cinslerinin güven yeri olan Mısır'da sosyal sıkıntıların ortaya
çıkması kaçınılmaz oldu.
Herhalde bu sosyal
sıkıntı, siyâsî kargaşalığın ve memluklardan olan her emir'in diğer emirlerin
elinde bulunan mülk ve saltanata göz dikmesinin sebeplerinden biridir.
158- Frenk,
Türk ve Tatar'lardan olan esirlerin bazı sosyal kuruluş-tarda rolleri vardı.
Çünkü memluklar, bizzat ya esirlerden idiler veya Ey-yubîler döneminde satılmak
özere getirilmiş olan kimselerden idiler. Daha sonra Mısır'da haklmiyyet
onların eîine geçti. Onlardan vezirler, emirler, komutanlar ve saltanatı eline
geçirenler ortaya çıktı. Önce Kutuz b. Abdullah ve Zahir Baybars ve
onlardan sonra da Nasır Kalavun,
Tatarlardan
İmam ibn-î teymîyye
hlr cop gurup insanı
esir alınca onlar özel bîr rütbeyi elde ettiler ve on-I r halkın içine
dalmadılar. İslam dinine girdikleri zaman İse bütün geleneklerini İslama göre
yeniden düzenleyemediler.
el-Makrizî bu hususta
şöyle demiştir:
«Doğu ve kuzey
ülkelerinde Tatarlar, bir çok savaş yapınca ve bu ülkelerin halkının çoğunu
esir alıp onları satınca, bu esirler de ülkeden ülkeye intikal edin-ce es-Sâlih
Necmuddm Eyyub bu esirlerden bir gurubu salın aldı. Onlara el-Bah-rivve ismini
verdi. Hatta bu esirlerden bazıları, Mısjr hakimiyyetini ele geçirdiler Sonra
Kutuz, onlarla Aynu'l-Ciîût denilen yerde meşhur savaşını yaptı ve Tatarları
yendi. Onlardan Mısır'a ve Suriye'ye gelen bir çok kimseyi esir aldı. Sonra
Melik Zâhİr Baybars'ın saltanatı zamanında güç elde edenlerin sayısı çoğaldı.
Onlar, Mısır ve Suriye'yi doldurdular. Böylece adetlerini ve geleneklerini
yaydılar.
Onlar, İslam
ülkelerinde yetişmişlerdi ve Kur'ân'i mükemmel öğrenmişlerdi, islam'ın
hükümlerini de öğrenmişlerdi. Böylece onîar, hak ve batılı birleştirdiler,
güzel ve kötü şeyleri karıştırdılar.
Namaz, oruç, zeka! ve
hacla İlgili bütün dinî konulan başkadı'nm şahsî tasarrufuna bıraktjJar. Evkaf
ve boıç işlerini başkadı'nm emrine verdiler. Kendileri de Cengizhan'in
adetlerine dönmeye ve «es-Siyâse» hükümlerini uygulamaya ihtiyaç duydular.
Bundan dolayı, âdetlerinde ihtilafa düştüklerinde aralarında hükmetmesi ve
zorbaların zulmüne engel olması ve «es-Siyase» deki kanun ve hükümlere uygun
olarak güçsüz kimselere merhamet etmek için «Hâcib» tâyin ettiler. Hatta tatar
soyundan olan imtiyazlı tüccarlar da «es-Siyase» kanunlarına göre muhakeme
ediliyorlardı. İktâât arazisine (hükümdar tarafından geliri veya mülkiyeti
tebaadan birine verilen arazi) ait işlerde ihtilafa düştüklerinde ve sultana
ait borçlarlailgili dâvalarda hükmetme yetkisini de «Hâcib»e verdiler.»
159- Bundan
anlaşılıyor ki, müslüman emirler, Tatarlardan olan sözkonusu esirlere takdir
gözüyîe bakmışlar ve onların müslümanlar arasında ikâmet etmelerini
kolaylaştırmışlardır. Onlara, «el-Vafidiyye» (elçilik heyeti) admı
vermişlerdir.
Tatarlar için, Mısır
ve Suriye'nin diğer halkına tanınmayan özel mahkemeler kurmuşlardı. Onlar,
yalnız şer'i meselelerde halk arasında hükmetmesi için hükümdar tarafından
desteklenen- müslüman kadi'nm hükmüne boyun eğiyorlardı.
Fakat Tatarlar, ticarî
muamelelerinde mahkeme için «Hacib»iere başvuruyorlardı. Ve «es-Sİyase»nin
kurallarına göre hareket ediyorlardı. Es-Siyase», Cengizhan'ın Tatarlar için
hazırladığı kanun kitabıdır. Alâeddin el-Cüveyni:
«Bu kitaptaki
hükümlerin çoğunun semavî kitaplardaki hükümlere aykırı olduğunu, ondaki
hükümlerin sert ve şiddetli olduğunu ayrıca adam öldürme suçun. dan daha hafif
olan bazı suçlar için kişinin kanını heder ettiğini» belirtiyor.
İbni Kesir,
el-Cüveyni'den rivayetle aynı kitaptan krsa bir metin nak-letmiştir. Bu metnin
özeti aynen şöyledir:
«Kim zina ederse
Öldürülür, ister daha Önce evlenmiş olsun, ister olmasın. Av-m şekilde,
oğlancılık yapan öldürülür. Kim kasıtlı yalan söylerse Öldürülür. Sihir yapan
öldürülür.Ki m, kavga yapan iki kişinin arasına girer de onlardan birisine
yardım ederse o Öldürülür. Durgun suda işeyen Öldürülür. Böyle bir suya dalan
kimse öldürülür. Kim sahibinden izinsiz bir esire yemek yedirirse veya su
içirir-se veyahut elbise giydirirse o, Öldürülür. Kaçan bir esiri görüp onu
geri çevirmeyen Öldürülür, Kim başkasına bir şey yedirirse -Kendisine yemek
verilen kimse İster emir olsun ister esir olsun- Önce kendisi o yemekten vesin.
Kirh yemek yer. se ve yanında bulunan kimseye yemek yedirmezse o öldürülür. Kim
bir hayvanı keserse o da onun gibi kesilir.»[72] Aksine
hayvanın karnım yarar, ve eliyle onun ciğerlerini önce karnından çıkarmaya
uğraşır.
Böylece
«es-Siyase»deki cezaların kanla içice olduğunu görüyoruz.
160- Bu
açıklamalardan anlaşıldığı gibi, memluklular, esir olarak al-'dıkları
Tatarlara, öncelikle özel muameleler yapmışlardır. Muhtemelen bunun sebebi,
onların hepsinin aynı ırktan olmasıdır. Çünkü onlar, nesebte birleşiyorlardı.
Tatarlar, şayet memlukluların kan kardeşleri değilseler bile, onların hala
oğullarıdırlar. Bundan dolayı onlara özel muamelelerde bulunmuşlardır.
Memluklular ve
Tatarların hepsi Türkçe konuşuyorlardı. Onlar, yalnız ibadetlerinde veya
âlimlere hitab ettiklerinde veya -eğer tenezzül edip halkla konuşurlarsa-
arapça konuşuyorlardı. Hatta alimlerle konuşmak mecburiyetinde kalmayacak
pozisyonda bulunan memluklular, farz ibadetlerini yerine getirebilecek kadar
arapça öğreniyorlardı. Ondan fazlasını öğrenmeye gerek duymuyorlardı. Mısır ve
Suriye'de arazinin geliri ve ondan elde edilen servet, ya onların elindeydi
veya bütün arazi gelirleri onların eline geçiyordu. Memluklar ve Tatarlar
dışında kalan Suriye ve Mısır'ın d'ığer halkı, tüccar ve sanatçı idiler. Veya
toprakta çalışarak yorulan işçiler idiler. Elde edilen mahsul ise, otorite
sahiplerinin eline geçiyordu.
161- Bu
göçmenler, memluklar ve Sultanın akrabaları imtiyazlı tabakayı teşkil
ediyorlardı. Bu sınıftan sonra en kıymetli gurup, din âlimleri gurubu idi. Dipî
nüfuzdan dolayı, alimler özel bir mevki işgal ediyorlardı. Din işlerinde yalnız
onlara itaat edilirdi. Âlimlerin otoritesine, kimse karşı çıkmıyordu. Ancak
sultana veya onun vergilerine karşı
çıktıklarında onların bu otoritelerine
itiraz edilebilirdi. Sultan
Zâhir'in İmâm Mevevî'ye davrandığı gibi...
Bu sultanlar, maldan
başka hiçbir şeye önem vermedikleri gibi, mal e!de etmek için her türlü hileye
başvuruyorlardı. Mesela, Zahir Baybars, haktan çeşitli vergiler alıyordu. Ve
toprağı, sahiplerinden almak için uğraşıyordu.Bu her iki uygulamasında da İmam Nevevî, ona
karşı çıkıyordu. O asırda âlimler ne kadar otorite sahibi olurlarsa olsunlar,
şüphesiz ;mierj valinin beytüimaden verdiği erzaktan olduğu için, bazen bu otoriteleri
zayıf olurdu. Bazen de ihitiyaç, mal sevgisi veya aşın hırs âlimleri ilim ehline İayik olmayan davranışlarda
bulunmaya sevkediyordu. İmam es-Süyûtî, Hüsnü'l-Muhadara adlı eserinde İbn-i
Teymiyye ile aynı asırda yaşayan bir alimle ilgili yakışıksız bir hikaye
zikrederek şöyle demiştir:
«Teshilü’l-Fevâid'in
bazı sayfalarında, Şeyh Cemâlüddînb. Mâlik'in hattıyla yazılmış bir hikaye,
gördüğüm tuhaf şeylerden birisidir. Sözkonusu dilekçeyi, «Allah'ın rahmetine
muhtaç olan Muhammed b. Malık, veri Öperek kaldırır ve sul-tan'ın «Allah
ordusunu kuvvetli ve kendisini mesud kılsın» yanına gider. Halbuki bu zat,
asrının âlimleri içinde kırâât ilimlerini, nahvi, arap dilini ve edebî
sanatları on iyi bilen âlimlerden birydi. Bu bilgin'in maksadı, sultanların
efendisi ve şeytanların kahredicisi olan Sultanın, «Allah omınmülkünü ebedi
kılsın ve dünyayı onun hakimiyyetine geçirsin» kendisinden faydalanmak isteyen
ve kendisine danışan kimselere yardım etmeyi âdet haline getiren Sultanın
mektup sa. hibine ailesinin maişetini temin etmek uğrunda çektiği sıkmtıvı
ortadan kaldıracak ve maddî durumunu düzelterek çalışmasına ihtiyaç
bırakmıyacak kadar mal vermesini istemek idî. Çünkü en-Nasirîyye devleti,
halkına yetecek kadar mala sahipti. Aynca ez-Zahîriyve devletinin vereceği mal,
okyanustan alınan bîr su arkı ve engin okyanusun köpüğü gibidir. Yüce Allah, bu
kuvvetli en-Nasıriyve devletinden faydalanmayı özel ve genel olarak bir çok
kimseye nasib etmiştir. Ve bu Devlet sayesinde bütün insanları, sıkıntıdan
kurtarmıştır. Bu devlet sayesinde derli toplu olmayan dindeki dağınıklığı
(görüş ayrılıklarım) birleştirmiştir. Kulun (kendisini kastediyor), bu
devletin iyiliklerinden ve özel ilgisinin bereketinden mahrum kalması hayret
vericidir. Halbuki ben. bu devletin devamı İçin her zaman dua edicilerden
samimi birkişiyim. Ve devlet başkanına riâyet eden en doğru kullardanım.
Allahım, bu devletin nurunu devamlı kıl. Yardımcılarının kılıçlarını kahredici
ve galip kıl. Ellerini bolbol ihsan dağıtır hale getir. Hz. Muhammed ve âlinin
hürmetine bu devletin düşmanlarını zelil ve mağlub kıl.»[73]
Bu hikaye, ihtiyaç ve
tamahın bazı âlimleri, ilimle elde edilen azizlik derecesinden zillet
seviyesine indirdiğine delalet eder.
Fakat alimler arasında
böyleleri bulunduğu gibi, önceleri onlar arasında en-Nevevî (676 h.) ve İbn-i
Dakik el-İyd gibi alimler de vardı. Şeref bakımından ilmi şerefli kılan ve
onun değerini yücelten İbn-i Teymiyye ve talebelerinin bulunması ilim için
yeterlidir. -Çünkü onlar, o devirdeki bazı âlimler gibi kimseye avuç
açmıyorlardı. Bilâkis onlar, gerçeklen açıklamak, doğru yolu göstermek ve
kınamayı hakeden kimseleri kınamak için konuşuyorlardı. Hükümdarların İbn
Teymiyye'ye herhangi bir üstünlükleri yoktu. O, en cesur bir komutan gibi
kılıç taşıyarak düşmana karşı mücâdele etmişti. İlmî üstünlüğü de onlardan
fazla idi. «Hiç bilenle bilmeyen Wr olur mu?»
162- Halkın
çoğu, hükümdarların ve âlimlerin sultası altında bulu-nuyordu. Hükümdarlar,
maddi güç, kuvvet ve hükmetme otoritesine sahip idiler. Âlimler ise, dinî
otorite ile yo! gösteren manevî güce sahip idi-fer. Hükümdarlar, devleti
koruyorlardı. Âlimler de, ruhların gıdası ve gönüllerin tabipleriydiler.
Vatandaşların
çoğunluğunu teşkil eden halk kitlesi ise; çiftçi, sanatkâr ve fazla zengin
olmayan tüccarlar İdi. Zengin tüccarlar ise hükümdarların, özel adamları ve
elçilik görevlerini üstlenmişlerdi. Onlar, saray ha-ciblerînin huzurunda
yargılanıyorlardı. Hak sahibi ksdılar'ın huzurunda muhakeme edilmiyorlardı.
Halkın bu gurubu -özellikle çiftçiler- angarya halinde çalışan işçiler
gibiydiler. Çünkü toprak, emirfer arasında beylikler tarzında paylaşılmış idi.
Onlar, toprağın gelirlerini alıyorlardı. Çiftçilere ise çalışmalarının
karşılığı ve emeklerinin meyvesi kadar
bile verilmiyordu, îbn-i Teymiyye, bu
haksızlığı görüyor ve halka acıyordu. İleri gelenlere doğru yolu gösteriyordu.
Âlimleri, gayret ve şerefle rızıklandırıyordu. Îbn-I Teymiyye, iki defa
arazinin payfaştınldığım gördü. İlk defa h. 697 yılında arazi taksim edilmişti.
Bu taksimatta ürünlerin gelişmesi, meyvelerin çoğalması, ekin ve sütün
bollaşması için çiftçilere biraz merhamet edilmişti. Fakat emirler, bu
taksimat için öfkelenmişlerdi. Ve bu paylaşmayı gerçekleştiren Hüsâmeddin
Lacin'e karşı ayaklanmışlardı.
İkinci arazi taksimatı
ise, Nasır Kalav'un devrinde h. 715 yılında yapıldı. O, emirlerden aldığı
arazinin bîr kısmını tekrar onlara geri verdi. Böylece onlar, sakinleşip karar
buldular. Anlaşıldığına göre îbn-i Teymiyye, ileri gelen kimseleri ıslah
etmeye yöneliyordu. Çünkü eğer onlar ıslah edilmiş olsalardı halkın durumu
düzelirdi. Ve halk zulümden kurtulurdu. Bu husus, onun «Es-Siyâsetüş'-Şer'iyye»
adlı eserinde açıkça görülmektedir. [74]
163- İbn-i
Teymfyye'nin yaşadığı asırda, ondan önceki asırda ve çocuklarının döneminde
fikri hayat çeşitli ubelere ayrılliyordu. Hatta fikrî hayatın prensipleri,
tamamen birbirine zıt hale gelmişti. Çünkü hicri altıncı ve yedinci asır
fsonra sekizinci asır da bu İki asra tabi oldu) fikirlerin çatıştığı,
görüşlerin çalkalandiğı ve değişik programların ortaya konduğu devirlerdir.
Çünkü alimlerin
metodlari, tamamen birbirinden ayrı idi. Bazı alimler, hadis, tefsir, nahiv,
fıkıh ve akaid ilimlerinde derinîeştiler. Fakat bu alimler, önceki âlimlere
tabi olan mukaîlîdler durumunda idiler. Şer'İ delillerden hüküm çıkaran
müetehidler değil idiler. Hatta akaidîe ilgili konularda bile, taklid etmeyi
ve diğer alimlere tabî olmayı tercih ediyorlardı. Onlar, delillerin peşine
düşmüyorlardı. Bu alimlerin yanısıra, araştırma yapan,
neticelere varabilen
ve başkalarının görüşlerine iltifat etmeyen müs-r an filozoflar da vardt. Bu
her İki gurup arasında din ve felsefe arasın-u baqiantı kurmaya çalışan âlimler
ve filozoflar da vardı. Mesela «Resâil-ü ih ân-ı Safa» müellifleri ile İbni
Rüşd'ün «Felsefetü'l-Mekâl fimâ beyne'ş-Çeriâti ve'i-felsefeti mine'l-İttîsaU
(Şeriat ve felsefe arasındaki bağlantıyı açıklama) ismindeki eserler bunlara
örnektir.
Bu düşünce donukluğu
ve felsefî görüşlerin dağınıklığı arasında aklî ve naklî delilleri, düşünce
gücü İle din gücünü birleştiren; el-İzz b. Abdüs-selam, Muhyiddin Nevevî, İbni
Dakîk el-'İyd, el-Gazâlî ve Fahreddin er-Râ-zî gjbi eşsiz alimleri görüyoruz.
Sonra bu âlim ve filozofların yanında; akla dayanan felsefî prensiplerle, halis
ruhi meyilleri birleştiren mutasavvıfları görüyoruz. Bunlar, daha sonra bu
fikirlerini aşarak psikolojik bir felsefe ortaya koydular ki bu felsefe, din
alimlerinin yüce Allah'ın kitabı ve kıymetli peygamberinin sünneti ışığında
ortaya koyup uyguladıkları dini prensiplere bazen uyuyor, bazen de bu prensiplere
ters düşüyordu.
Filozof gibi görünen
bu tasavvufçulann arkasına sığınan tarikatçılar, halkı yönlendiriyorlardı ve
mutasavvıf âlimlerin ortaya koydukları tasavvu-fî prensiplere uymak için onlara
yol gösteriyorlardı. Onların irşad ve öğretimdeki metodları, şeyhin
müritlerini kendi hevâve hevesine uygun yaptığı şahsî terbiyeye dayanıyordu.
Ondan sonra, şeyhleri mukaddes saymak, onlara körükörüne inanmak, hayatta
onlara tabi olmak, ölümlerinden sonra mezarlarını ziyaret etmek suretiyle
onlara saygı göstermek gibi inançlar ortaya çıktı. Hatta daha sonraları
şeyhlerin yüce Allah katında mertebe ve kerametlerinin bulunduğu İnancı oluştu.
Ve onları, insanî dereceden yükseklere çıkartan bir takım hikayeler uydurmak
yaygın hale geK di. Tasavvufçularla akaîd ve siyâsî esaslar üzerinde kurulan
İslâm? guruplar delil ve burhanlar getirerek fikir ve düşünce kavgası
yapıyorlardı. Halbuki esas itibarıyla bu gurupların yaptığı şey tartışma yapan
kimselerin körükörüne bir düşünceye bağlanmasından ibaretti.
Değişik guruplara
mensup olan kimselerin ortaya sürdükleri deliller, karşıt gurupları ikna etmek,
irşad etmek ve doğru yolu göstermek için değildi. Bilakis bu deliller,
hasımları yenmek ve düşünce hegomonyasını kur-, mak içindi. Bundan dolayı bu
deliller, güzel birer delil olma özelliğini kaybettiler. Hiç bir faydası
olmayan fikir kavgası, kalplerdeki düşmanlığın alevlenmesi ve İslam milletinin
dağılmasından başka bir fayda sağlamadı. Nihayet müslümanlar, değişik gurup ve
partilere ayrıldılar. Ve her gurup kendi fikirleriyle öğünüp sevindi.
Sonra durum fikrî
kargaşadan, tartışma ve münazaradan, birbirini aldatmak, birbirine karşı
komplo hazırlamak, İslam düşmanları ile anlaşmak, İslam ümmetine eziyet vermek
için pusu kurmak ve yöneticiler nezdin* de birbiri aleyhine bozgunculuk yapma
mücadelesine dönüştü.
164- İbn-i
Teymîyye'nin içinde gelişip yetiştiği asır sayılan düşünce asrı hakkındaki
konuşmamızın iyice antaşıiabilmesi için dört şeyi îyice açıklamamız gerekir.
Bunlar, sözkonusu asırdaki düşünce prensiplerini iyi-ce ortaya çıkaran
yönelişlerdir.
Bu unsurlar şunlardır:
1. Dinî ilimlerdeki öğretim ve eser telif etme
durumu.
2. Uzun süre
varlıklarını sürdüren ve mensupları İbn-i Teymiyye zamanına kadar yaşayan
samîmi İslam gurupları.
3. Sofiler ve tasavvufçular- bunlarla birlikte.
4. Tarikatlar
ve halkla ilgili araştırmalar yapılacaktır: Ve bu yönleri araştırmak, İbn-i
Teymiyye gibi büyük âlimin beslendiği kaynakları ortaya çıkarmamıza yarar.
Ayrıca onun, bu değişik yönlerde yetişmesinin sebepleri de ortaya çıkmış olur.
Sonra onun bazı şeylere karşı çıkması ve bazı şeyleri kabul etmesinin
sebepleri de ortaya çıkmış olacaktır. [75]
165- İbn-i
Teymiyye'nin yaşadığı asırda ilmî araştırmalar, düşüncede taraf tutma ve mezheb
taassubu şöhret kazanmıştı. Akaidle ilgili her görüşte, müteâhhirîn (Yaklaşık
h. 300'den sonra yaşayan) alimlerden birisi, mütekaddimîn akaid imamlarından
birine tabi oluyor, onun bütün görüşlerini şüphe götürmeyen gerçekler olarak
kabul ediyordu. Diğer imamla-. rın görüşünün de kesinlikle batıl olduğuna
inanıyordu. Fıkıhla ilgili mezheplerin yanlış olduğuna inanıyorlardı. Bazıları
bu konuda toleranslı davransalar bile durum böyle idi. Çünkü onlar, bizim
imamımızın görüşü, hatalı olma ihtimali bulunan doğru bir görüştür. Diğer
imamların görüşü ise, doğru olma ihtimali bulunan yanlış bir görüştür
diyorlardı. Fikirle ilgili bütün yönlerde durum böyle idi.
Müslüman nesiller,
fikirde taraf tutmayı hicrî 4. asırdan miras almışlardı. Çünkü o asırda
Safirlerle Hanefiler arasındaki ihtilaf şiddetlenmişti. Hanbellilerde de öfke
ve şiddet ortaya çıkmıştı. Sonunda yenilgiye uğrayan Mutezilîler ile
Eş'âri'ler ve Matürîdiler arasında da sert ve şiddetli tartışmalar yapılmıştı.
Ve bu tartışmalar, kitaplarda tedvin edilerek sonraki nesillere intikal
ettirildi.
Hatta mezhepler
arasındaki ihtilaflardan bahseden, yapılan tartışmaları kaydeden ve münazara
edenlerin görüşlerini açıklayan bu görüşlerden birini körükörüne savunan bir
kaç kaim cilt halinde yazılmış eserler vardır.
Bu ihtilaflar, İbn-i
Teymİyye'nin asrında yaşayan müslümanlara da sirayet etmişti. Ve bu meseleler,
İbn-i Teymiyye ile onlar arasındaki şiddetli 'htilaflara konu olmuştu. Onlar,
isimlerine bakarak ilk alimlere tabi oluyorlardı İbn-i Teymiyye ise, kendi
görüşüne göre şer'i delillere tabi oluyordu. Ona göre, delili söyleyen kimse
önemli değildi. Ancak delil, onu ilgilendiriyordu. Şayet delil, onun istidlal
metoduna göre doğru ise ona tabî oluyordu. Fakat kendi istidlal metoduna göre
doğru değilse onu reddediyordu.
Şayet hicri 6., 7., ve
8. asırlarda meşhur olmuşsa düşüncelerin çoğalmasıyla değil, ilim ile meşhur
olmuştu. Çünkü bu asırlarda ilim gelişerek çoğalmıştı. İlim tahsili de
çoğalmıştı. Bir çok insan, ilim öğrenmeye yönelmişti. Fakat ilmin kaynaklan
hakkında mutlak surette tefekkür etmek, -düşünce ile ilgili taassubdan ve
mezheb taraftarhğındanuzak kalarak— doğru görüşlerle yanlış görüşler arasında
serbest bir tarzda mukayese etmek, nesillerin miras yoluyla birbirinden aldığı
büyük ilmi servete uygun düşecek kapasitede değildi. Onlar, birbirinden ilim
alıyorlardı ve onu ezberlemek istiyorlardı. Fakat onlar ilmi, sırf araştırma
için veya herhangi bir tarafı tutmadan ve bir açıdan meseleye bakmayan fakat,
bütün yönlerini içine alacak şekilde ilmin şanına yaraşır bir tarzda onu
değerlendire-miyorlardı. Nihayet İbn-i Teymiyye geldi. Mevcut ilmi servet
üzerinde tefekkür etti ve bu ilmi servete her yönden bakarak onu inceledi.
166- Her ne
olursa olsun o asırda ilim öğrenme ve tahsil etme yolları açık ve kolaydı.
Medreseler, büyük ilmî ansiklobedik eserler, özel olarak Mısır ve Suriye'ye ve
genel olarak bütün İslam ülkelerine yayılmış bulunan kütüphaneler, ilim
öğrenmeyi kolaylaştırıyordu.
Ayrıca miras yoluyla
elde ettikleri kitapları şerhetmek, açıklamak ve ilk kaynaklarına işaret etmek
için hayatlarını vakfeden âlimlerin de bu konuda büyük hizmetleri olmuştu.
H. 4. asırda
medreseler vardı. Daha sonra 5. asırda İslam ülkelerinin doğusuna, batısına ve
ortasına medreseler yayıldı. İlim talebesi, İslam ülkelerinde hoca aramak İçin
son derece gayret sarfediyor ve yolculuğa çıkıyordu. Seçkin hocalardan ilim
öğrenmek uğrunda malını harcıyor, fedakarlıkta bulunuyordu. Nihayet, seçkin
bir hoca bulduğu zaman ondan ayrılmıyordu.
Camiler, büyük
alimlerin ders yerleriydi. Nihayet h. 5. asırdan itibaren, hükümdarlar ve
emirler nüfuzlarını yaymak veya dinlerine hizmet etmek için veya halkları
arasında ilim ve marifeti yaymak için medreseler yaptırmaya başladılar.
Hükümdarlar, âlimleri bu medreselerde toplu-yorlardı. Böylece ilim öğrenmek
isteyen kimse artık ilim İçin sefere çıkmıyordu. İlim onun ayağına geliyordu.
Öğrenci artık hoca aramıyordu. Hoca onun yanına geliyordu.
Samîmî âlimler, bu
durumdan endişe ettiler. İlmin değerinin düşece ğini, böylece samimî olan ve
olmayan kimsenin, idealist, dindar asil ve alçak kimselerin ilim öğrenmek
isteyeceğini zannettiler. Hatta rivayet edildiğine göre, Maveraünnehir
âlimleri:
«Medreselerin inşa
edilip alimlerin medreselerde toplatıldıgı» Haberini duyunca ilim için matem tutmuşlar. Çünkü onlar,
medreselerin inşâ edilmesinin ilmin
zayi olmasına sebep olacağını
zannediyorlardı.
Biz, bu endişelerinde
sözkonusu âlimlerin bu görüşlerine katılmıyoruz. Fakat biz diyoruz ki
medreseleri kurmak; her ne kadar ilmin neşredilmesine ve tahsilin çoğalmasına
sebep olmuşsa da bunun yanında, düşüncede taassuba düşmeye, taklidin
çoğalmasına, delillere bakmayı gerektiren ve başkalarını îaklid etmeksizin
delilleri bulmaya götüren serbest düşüncenin azalmasına sebep olmuştur. Şayet
bu konuda müsamaha edersek ve düşünce İle ilgili taassubun medreseleri
kurmakla beraber aynı doğrultuda gelişerek ortaya çıktığını kabul etsek bile,
medreselerin bu taassubun sebeplerinden biri olduğunu, mutlaka kabul etmemiz
gerekir.
Her şeye rağmen
medreselerin kurulması, eser telif etme ve ilim tahsil etmenin çoğalmasına ve
ayrıca talebelerin medreselerde bir çok branşı birlikte öğrenmelerine vesile
olmuştur. Çünkü öğrenci, medreselerde aklî ve naklî ilimleri, fıkıh, hadis,
tefsir ve Arap dili ilimlerini bira-rada buluyordu. Böylece öğrenci, bu
ilimlerin hepsinden yararlanıyordu, Bu ilimlerde, genel kültür sahibi oluyordu.
Sonra yönlendirme ve merakla, bu ilimlerden birisinde ihtisas yapıyordu.
Yalnızca onunla ilgileniyordu.
Bazen, her ilim İçin
bir medrese vardı. Mesela hadis ifmi için bir medrese, fıkıh ilmi için başka
bir medrese ve diğer ilimler için ayrı ayrı medreseler vardı.
167-
Yukarıda da zikrettiğimiz gibi, h. 4. asrın sonlarına doğru medreseler
kurulmaya başlandı. Bu medreseleri, bazı emirler ve hükümdarlar kuruyordu.
Hatta biraz zengin olan bazı âlimler de medrese yaptırıyorlardı. Mesela,
Suriye'deki Kîdame oğulları medresesi gibi. Yukarıda da bu medreseye işaret
ettik.
İlk olarak kurulan
medreselerden biri de Ebu Ali e!-Hüseyin föl. 393 h.)'nin Horasan'da yaptırdığı
medresedir. Bu medrese, hadis ilmînin öğretimi için yaptırılmıştı. Orada bin
civarında talebe bulunuyordu. Ibni Furekse Muhammed b. Hasan (406/1Ö15)'ın
Horasan'da yaptırdığı medrese de İlk medreselerdendir. Bir diğeri de Ebu Hatem
el-Büsrî (öl. 420 h.)-nin yaptırdığı medresedir. Bu bilgilerden anlaşıldığı
gibi İran ve Horasan'da diğer İslam ülkelerinden önce medreseler kurulmuştur.
Bu medreseler sonra h.5., 6 ve 7. asırlarla daha sonraki asırlarda medreselerin
sayısı çoğaldı.
Yukarıda işaret
ettiğimiz gibi, başlangıçta zengin musiumanlar, mal-I medrese yaptırmaya
başladılar. Sonra bu işi, hükümdarlar ve emir-!er'yüstlendi'ler. Böylece
Selçuklu veziri, Nizamü'l-Mülk [485 h.), Bağdat, r a Musul, Nişsbur, Merv ve
Herat'ta medreseler yaptırdı. Ondan son-aSS|v]ahmud Nureddin Zengi (569 h.)
geldi. Ve Dımaşk hadis medresesi-r\ yaptırdı. Bu medreseye çok miktarda gayrı
menkul vakfetti. Nureddin, Dimaşk medresesinden sonra, Halep, Humus ve diğer
Suriye illerinde medreseler yaptırdı. Sonra Selehaddin idareyi ele aldı. O,
Mısır ve Suriye'de çok miktarda medrese yaptırdı. Medreseler için sabit nizam
ve prensipler koydu. Selehaddin, medreselerde yapılan bazı derslere dinleyici
olarak katılıyordu. Hatta fırsat buldukça hadis derslerini dinlemeye gidiyordu.
Daha sonra Memluklar
idareyi ele aldılar. Onlar da Eyyubilerin metodunu takib ederek medrese
yaptırdılar. Bu medreseler üzerine, Allah rızası için gayrı menkul vakfettiler.
Medreseleri gözetip korudular.
168- İşte
İbn-i Teymiyye, medreselerin yapıldığı bu asırda yaşadı. O, bu medreselerin
beşiği sayılan Suriye ve Mısır'da iyice yetişip gelişti. Çünkü yukarıda
belirtildiği gibi onun babası, Dimaşktaki medreselerden birinin başkanı olup aynı
zamanda Hadis hocalarının da başkanı idi.
Keskin zekalı İbn-i
Teymiyye, bu medreselerden tam ve mükemmel bir tarzda faydalandı. Çünkü bu
medreselerde en büyük hocalardan hadis dersi alması ve ayrıca aklî ilimleri en
maharetli hocalardan alması sağlandı. Yine o, mantık ilmini, tahsil eden ve
söylenen sözleri özüne inmeden sathi bir şekilde öğrenen bir öğrenci değil,
araştırmacı ve inceleyici bir tarzda okudu. Dille ilgili bütün ilimleri
yetkili dilci hocalardan okudu. Hatta asrının en büyük âlmi Ebû Hayyân'm
huzurunda eski Nahiv imamı Sibeveyh'i rahatça tenkid edebilecek bir seviyeye
geldi. Sonra fıkıh ilmini, Kur'ân, Hadis, seleM salihinin görüşleri ve doğru
kıyaslar, v.s. gibi temel kaynaklarına dayandırarak bu ilimde de derinleşti.
İbn-i Tey-miyye'nin geniş bilgi edinmesi, İlimde derinleşmesi, kolay ve rahat
bir şekilde en büyük hocalardan ders alabilmesi ancak âlimlere, ilimlerini
yaymayı talebelere de bu ilimleri tahsil etmeyi kolaylaştıran medreseler
sayesinde olmuştur.
169- ibn-i
Teymiyye'ye ilim öğrenmeyi, araştırma ve inceleme yapmayı kolaylaştıran husus,
yalnız medreseler değildi. Aksine, ilmi gerçekleri ve selefin eserlerini
anlamak için onun zihnini açan sebeplerin başında ansiklopedik eserler gelir.
Çünkü bu kitaplar, dağınık ilimleri bir araya toplamışlardı. Mesela hadislerin
yaklaşık olarak tamamı büyük kitaplarda
toplanılmıştı. Camiu's-Sahih'ler ve Sünen'ler bütün hadisleri bir araya
toplamıştı. Hadis ilminde Ahmed b. Hanbel'in Müsnedİ, kapsamlı bir ansiklopedi
olarak yeterlidir. Ayrıca hadis ilminde Hz. Peygamber'in ve bütün sahabenin
fıkhını ihtiva eden Sünenler yazılmıştı.
Fıkıhla ilgili
meseleler ve özellikle hadise dayanan fıkhî meseleler bir araya toplanmıştı.
Çünkü Endülüslü İbni Hazm'ın el-Muhaila ismindeki kitabında neredeyse hadise
dayanan bütün fıkhî görüşler, fıkıh ve İcti-hadda önemli mansıbı işgal eden
sahabe ve tabiilerin fıkhı bu kitapta tedvin edilmişti. Hz. peygamber
(s.a.v.)'in olaylarla ilgili hükümlerinin büyük bir .kısmı da bu kitapta
bulunur.
İbn-i Teymiyye'den
önce çeşitli fıkıh mezheblerine mensup fakihlerin kendi imamlarının fıkhını
büyük fıkıh ansiklopedilerinde tedvin ettiklerini görüyoruz. Hatta mezheb
imamlarından bazıları, fıkhî görüşlerinin çoğunu kendi kalemiyle telif
etmişlerdi. Mesela İmam eş-Şafii'nin önce Bağdat'ta yayınladığı ve sonra
Mısır'da tekrar gözden geçirerek neşrettiği el-Ümm ismindeki eserinde yaptığı
gibi. O, Mısır'da yazdığı fıkhî meselelere «el-Kitabu'l-Cedid» ismini
vermişti. Ondan sonra Şafiî fıkhında ardarda ansiklopedik eserler
yazıldı.Bunlar içinde en büyük kitab, İmam Nevevi'nin «Şerhu'l-Mecmû» ismindeki
eseridir. Bu büyük imâm, İbn-i Tey-miyye'nin Neveviye kavuşması, onu görmesi ve
belki ondan ilim almış olması mümkündür. Çünkü Nevevî, vefat edince İbn-i
Teymiyye ya 15 yaşındaydı veya daha
büyüktü.
Hanefi fıkhında da,
Zahirürrivâye kitaplarının şerhi sayılan Serahsi'-nin el-Mebsut'u, Tahavî ve
el-Hasîrî, Ebu Bekir er-Razî ve hanefî fıkhının meselelerini geniş bir tarzda
yazan bu mezhep fıkhına ait ansiklopedik kitapların da telif edildiğini
görüyoruz. Hanbeli fıkhında da bu tarzda kitapların yazıldığını görüyoruz.
Mesela Harb'ın rivayetlerini toplayan kitaplarla İbn-i Kudame'nin el-Muğnî
ismindeki kitabı ve bu büyük mezhebde yazılmış bulunan diğer kitaplar gibi.
Bu ansiklopedik fıkıh
kitaplarından bazıları mukayeseli fıkhî araştırmaları ihtiva etmekle meşhur
olmuşlardı. Hatta bazılarında mukayeseli fıkha daha fazla ağırlık verilmişti.
Mesela İbn-i Kudâme'nin el-Muğni'si. Serahsi'nin el-Mebsut'u, Nevevî'nin
el-Mecmü'u, İbn-İ Rüşd'ün Bidayetü'l-Müctehid'i gibi kitaplarda olduğu gibi.
Sonra bu konuyu, İbn-i Hazm'ın el-Muhalla ismindeki eserinde daha açık bir
şekilde görebilirsin. Bu kitap, aslında yukarıda belirtildiği gibi sahabe ve
tabiin fıkhını ince bir üslûpla işleyen şaheser bir ansiklopedidir.
170- İbn-i
Teymiyye'den önce hadis ve fıkıh sahasında ansiklopedik eserler telif edilmiş
olduğu gibi usulü'l-fıkıh dalında da büyük ciltler yazılmıştır. Mesela, İbn
Hazm'ın Usulü'l-Ahkam, ef-Ahmedî'nin Usulü'l-Ah-kam, el-Gazali'nİn,
el-Mustesfâ, Fahreddin er-Râzî'nin
el-Mahsul. el-Pezde"nin Usulü Fahrü'l-İslam, el-Cessâs'ın, el-Usul'ü ve
genel dini konuları araştırma hususunda zihni açan ve özellikle okuyucu İbn-i
Teymiyye gibi keskin zekalı, derin düşünceli ve ileri görüşlü olunca daha geniş
bir ufukla fıkhî hükümleri delillerden çıkarmayı kolaylaştıran çok miktarda
diğer eserler vardı.
Fıkıh ve fıkıh
usulüyle ilgili ansiklopedik ^eserler bulunduğu gibi Kur'ân-ı Kerim'in büyük
tefsirleri de vardı. Mesela sahabe ve tabiinin tefsir konusundaki görüşlerini
toplayan, araştırmacı bir tenkidle ve Taberi'-nin aklı gibi doğru ve üstün bir
zeka ile Kur'ân'ın müphem âyetlerini açıklayan ansiklopedik bir tefsir sayılan
et-Taberî tefsiri vardı.
Rivayet tefsiri,
et-Taberî ve benzeri tefsirlerde açıkça işlendiği gibi, ez-Zemahşerî tefsiri
ile onun metodunu takib eden arap dili âlimleri ile belagat ve beyan ilimleri
sahasında otoriter âlimlerin hazırladıkları dirayetle ilgili tefsirler de
telif edilmişti. Bazı tefsirler, çeşitli İslâmî ilimleri bir arada
topluyorlardı. Mesela, felsefe, dil, fıkıh ve usulü fıkıh gibi ilimleri ihtiva
eden ve büyük bir İslam ansiklopedisi sayılan Fahreddin er-Râzî'nin tefsiri
gibi. Er-Râzî, bu ilimlerin hepsini Kur'ân gölgesi altında işlemiştir.
Tarih ilminde de çok
büyük ansiklopedik eserler yazılmıştı. Mesela İbni Cerîr et-Taberî'nin Tarihi,
İbni Abdi'l-Hakem'in Tarihi ve 7. asırda yaşayan insanların kalplerini h. 1.
asırda yaşiyan müslümanların heyecanıyla hareket ettiren ve onları bu asra
yücelten bir çok kaynak eser vardı.
Bazı kitaplar, hal
tercümesi ve velilerin menkibelenne tahsis edilmişti. Mesela Rağıb
ei-isfehânî'nin HıIyetü'l-EvMyâ'si ve Hatib el-Bağdadî'nin Tarihu'l-Bağdat
isimli eseri gibi. Tarih sahasında telif edilmiş kitapların büyük bir kısmı
sahabe ve tabiîn hakkında bilgi vermeye ve onların hal tercümelerine
ayrılmıştır. İşte bu eserler, İbn-i Teymiyye'nin hayati bölümünde de
belirttiğimiz gibi ve onun hakkında rivayet edilen haberlerle desteklendiği
gibi onun kuvvetli aklı, veya okuyup mütalâa ettiği eserlerden küçük büyük hiç
bir şey bırakmadan hepsini ezberleyebilen hafızası için birer kaynak ve
müracaat yeri oldular.
171- İşte
İbn-i Teymiyye, böyle büyük fıkhî ansiklopedileri ihtiva eden büyük medresede
okudu. Bütün İslam belgelerinde kütüphanelerin bulunması, bu kütüphanelerde
okuma ve mütalâa etme, istinsah etme ve nakillerde bulunma imkanının
sağlanması, onun araştırma ve inceleme yapmasını kolaylaştırıyordu. O devirde,
Fatımî hâlifeleri, Eyyubi ve Memluk hükümdarları kütüphaneleri inşa etmede ve
onları en güzel kitaplarla donatmada yarışıyorlardı.
Fatımîler, kültürü
yaymak ve kurdukları ilmi üniversiteler ile inşa ettikleri büyük enstitülerin
yanında kütüphanelerin bulunması için ve ayrıca kendi fikirlerini halka telkin
etmek, halkı eğitmek ve okullar yapmak
suretiyle ilim ve
fıkıhlarını yaydıkları gibi ilmî kütüphaneleri inşa etmeye de önem vermişlerdi.
Bu kütüphanelerin bazıları, ikiyüzbin kitap ihtiva ediyordu. Mesela el-Kasr
kütüphanesi bunlardan biridir. Bu kitaplar arasında fıkıh, nahiv, lügat,
felsefe, psikoloji ve kimya ilimleri, tarih, hükümdarların hal tercümeleri ve
astronomi ile ilgili kitaplar bulunuyordu [76].
Fatimîlerin yaptırdığı
kütüphanelerden biri de Darü'l-İlim kütüphane-sidir. Bu kütüphane Fatımî
mezhebi fikirlerini yaymaya tahsis edilmişti.
Eyyubîler ve onlardan
sonra Memluklar idareyi ele geçirdiler ve yaptıkları okullarda okuyan
talebelere yakın yerlerde çok miktarda kütüphane inşa ettiler. El-Kamil
Muhammed Eyyubî'nin h. 621 yılında inşa ettiği el-Kamiliyye medresesinde olduğu
gibi bazen medreselerle birlikte kütüphaneleri de inşa ediyorlardı. Çünkü
Kamil Muhammed, bu medresenin yanında yüzbin ciltlik kitap ihtiva eden büyük
bir kütüphane de inşa etmiştir. Onun bu kitapları, Fatımîierin inşa ettikleri
el-Kasr kütüphanesinden aldığı rivayet edilir.
İbn-i Teymiyye, bu
kütüphanelerde, fazla çaba harcamadan zahmetsiz ve külfetsiz kendisine yardım
eden bir yardımcı buldu Çünkü kütüphaneler medreselerin yanında bulunuyordu.
Mısır ve Suriye'de çok miktarda medrese vardı. O, hem Mısır'da hem de Suriye'de
ikâmet etti. İbn-İ Teymiyye, doğru tenkid yapmasını sağlayan tenkidci ve
seçkin üstün zekası ile bu kitapların çoğunu okudu.
172- İbn-i
Teymiyye, İslâmî düşüncenin meyvelerini nakleden kitapları buldu. Bu kîîaplardaki
bilgiler, ya nakle dayanıyordu veya İslâmî düşünce hegomonyasına boyun eğen
aklın meyveleriydi. Hatta sadece İnsan aklının mahsulleri olan —mesela felsefe
kitapları gibi— kitaplar da vardı. îbn-i Teymİyye'nin bu kitaplara yazdığı
reddiyelerden ve filozoflarına yönelerek onları kınamasından anlaşıldığına
göre o, bu kitapların çoğunu mütalâa etmiştir. Hatta, onun «el-Cevâb es-Sahih
Ii men beddele dine'l-Mesih» adlı kitabından anlaşıldığına göre onun
Hristiyanlık ve diğer dinlere ait kitapları da okuduğu anlaşılır. İbn-i
Teymiyye. hükümdarların okuma ve mütalâaya tahsis ettikleri kütüphane
salonlarında bu kitapları mütalâa etmiştir.
Kütüphanelerin
bulunması, İbn-İ Teymİyye'nin ilim kaynaklarından faydalanmasını kolaylaştıran
yegane sebep değildir. Bilâkis o, yaşça kendisinden büyük olan veya ondan bir
kaç yıl önce yaşayan veyahut onunla aynı asırda yaşayan âlimler içinde çeşitli
ilim dallarında derinleşen ve Islama hizmet etme hususunda büyük bir yer işgal
eden ve hükümdarların haddini tecavüz ettiklerini
gördüklerinde onların
karşısına dikilen büyükler gördü. Mesela İmam Suyûtî'nin
belirttiğine göre, h. 660 yılında ve-f t eden, el-Izz. b. Abdüsseiam adı ve
şanı bütün dünyaya yayılan Melik Zahir'i otoritesi altına almıştı. Melik
ez-Zahir, ona itaat ediyordu. Hat-bazen ondan saklanıyordu. Melik ez-Zahirin de
açıkça söylediği gibi o, ' ncak el-İzz'in ölümünden sonra hükümdar olduğunu hissetmiştir. Çünkü
el-İzz hayatta iken ez:Zahir ona
muhalefet etmeye cesaret edemiyordu. Ve onun fikirlerine uygun hareket etmek
için çaba harcıyordu. El-İzz hayatta iken ez-Zahir mutlak hükümdarlık
yapamıyordu.
H. 676 tarihinde vefat
eden ve İbn-i Teymİyye'nin hayatının ilk yıllarında gördüğü İmam en-Nevevî'de
böyle idi. Çünkü o da ez-Zahir'in halka yüklediği vergilere karşı çıkmıştı.
İmam en-Nevevî, bu vergilerin zulüm ve haksızlık olduğunu ve hükümetin bunlara
muhtaç olacak kadar sıkışmadığını gördü. Önce.yumuşak bir dille ez-Zahire vaaz
ve nasihatte bulundu. Sonunda ez-Zahir, teşvik ve korkutma kılıcıyla âlimleri
zorla bu vergileri uygulamaya razı etmeye kalkıştığını görünce Nevevî, sert bir
dille onu eleştirdi. Ve ez-Zahir'in özel adamlarını, altın sürmeli
elbiselerle, cariyelerini de zinetle süslemeyi tercih ettiği bir zamanda onun
had ismi altında yoksul halkın mallarını zorla almaya kalkışmakla itham etti.
Ayrıca İbn-i Teymiyye,
büyük hadis âlimi îbn-i Dakîk'i gördü. Bu büyük hoca, İbn-i Teymiyye olgun bir
genç olup onun derslerini dinledikten sonra vefat etmiştir. İbn-i Dakîk,
rivayet ve dirayet açısından hadis ilmini çok iyi biliyordu. Devamlı ilimle
meşgul oluyordu. İlim dışındaki şeylerle meşgul olmaktan kaçınıyordu. O,
Buhârî'ye ansiklopedik bir şerh yazmıştır.
Bu üç büyük âlimden
başka, çok ve bol ilim sahibi olma hususunda aynı seviyede olan, fakat
nasslardan delil çıkarmadaki güçlerinde, bu konuyla ilgilenmede, hükümdarlara
nasihat etme veya onlara karşı susma hususunda ise birbirinden ayrılan ve
değişik metodlar takip eden çok sayıda âlim vardı.
173- Böylece
İbn-i Teymİyye'nin yaşadığı asrın, ilim ve âlimlerle dolup taştığını görüyoruz.
O asırda tedvin edilen kitapların sayısı o kadar Çoğalmıştı ki; bu kitaplar,
ilim tahsilini ve fazla bilgi edinmeyi kolaylaştırmışlardı. Çeşitli branşlarda
otoriter sayılacak âlimler çoğalmışlardı. Bu alimler arasında cesur ve atılgan
olanlar bulunuyordu. Onlar, yaşça kendilerinden küçük olanlar için bir çığır
açmış bulunuyorlardı.
Nihayet İbn-i
Teymiyye, ortaya çıktı ve her ilim dalında tahsil yaparak derinleşti. Sonra
çeşitli ilimlerin inceliklerini bilen ince anlayışlı geniş bilgi sahibi
âlimler gibi araştırma ve incelemelerde bulundu. Onun elin-«e bütün silahları
susturan bir silah ve bütün delilleri hükümsüz kılan bir delili bulunduğu
müddetçe o fikirlerinde hür ve cesur davranıyordu. Elindeki bu kuvvetli silah
ve delil, Allah'ın kitabı ve elçisinin hadisler onun keskin anlayış gücü ve
ancak doğru aklıyla kabul ettiği ve doöru r duğuna İnandığı görüşlere ters
düşmeyen diğer âlimlerin görüşlerinden kilenmeden gerçekleri halka anlatmasından
ibarettir. İbn-i Teymiyye u' kümdarlarla olan ilişkilerinde, kuvvetli ve sağlam
bir metod takib etti o" günah olmayan konularda hükümdarlara itaat
ediyordu. Kabalık ve sertlik' ten uzak yumuşak bir dille onlara nasihat ediyor
ve onlara doğru yolu qös-teriyordu.Ancak hak, sert ve keskin konuşmasını
gerektiriyorsa bu şekilde davranıyordu.
O, hükümdarları, iyi
İşleri yapmaya teşvik ediyordu. Bu konuda onlara yardımcı oluyor hatta
tehlikeli işlerde bizzat onlara katılıyordu.
Esas mücadele, İbn-i
Teymiyye ile emirler arasında yapılıyordu. Ancak o, hayalleri savunan veya
Kur'ân, hadis ve ashabdan rivayet edilen eserlerden herhangi birisine
dayanamayan ve kendine göre dinde hayal saydığı fikirlerle mücadele ediyordu. [77]
174- İbn-i
Teymiyye'nin en büyük mücadelesi Şia ve Eşariyye ile olmuştur. Kendisi bu iki
mezhep mensupları tarafından büyük bir tepki ile karşılanmış, Ebu'l-Hasen
el-Eşari'nin bazı görüşlerini tenkit ettiği için hapse atılmıştır. İbn-i
Teymiyye ayrıca Hanbelileri de Allah'ın (C.C.) İnsan organları gibi organların
var olduğunu söyleyen mücessime haşevilerden olmakla suçlamış ve onların
görüşlerini eleştirmiştir. Binaenaleyh, İbn-i Teymiyye'nin görüşlerinin pek
çoğu bahsettiğimiz mezheplere reddiye mahiyetinde idi ve iki taraf arasında büyük
bir düşmanlık vardı.
Burada ilmin hakkını
verip İbn-i Teymiyye ile aynı çağda yaşamış olan, daha doğru bir ifade ile,
kökleri İslâm tarihinin ilk yıllarına kadar uzanmakla birlikte kollan İbn-i
Teymiyye'nin yaşadığı çağa kadar uzanan mezheplerden kısaca bahsetmek
istiyoruz. Çünkü mezhepler Emeviîer döneminde veya Hulefa-İ Raşidin
döneminin-sonlarında ortaya çıkmıştır.
Binaenaleyh bu
mezheplerin son halkalarını anlayabilmek için onların köklerini ele alıp,
doğuşlarına ve tarih İçindeki gelişmelerine temas edeceğiz.
175- Hz. Ebû
Bekir ve Ömer (R.A.) zamanında güçlü bir düzen vardı. Meydana gelen herhangi
bir ihtilâf kısa zamanda anlaşmaya dönüşüyordu. Bu hal 3. Halife Hz. Osman'ın
(R.A.) halifeliğinin İkinci döneminde fitneler çıkıncaya kadar devam etti. Bu
dönemde haksız yola sapanlar cahilce arzuların akla hakim olduğu bu ortamda
kendi havalarına uydular. Müslümanların birliği bir daha toparlanmıyacak
şekilde dağıldı. Hz. Peygamberin (S.A.V.) haber vermiş olduğu fitneler çıktı.
Sahih-i Buhari'de nakledilen bir hadiste Ebû Hureyre (R.A.) Hz. Peygamberin
(S.A.V.) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir. İleride bazı fitneler olacaktır.
O dönemde, oturan kimse ayakta olandan, ayakta olan yürüyenden, yürüyen ise koşandan
daha hayırlıdır. Kim o fitnelere yönelirse onlar da ona yönelir. O zaman
sığınacak bir yer bulan ona sığınsın.
Istâm tarihinde ilk
fitneler Hz. Osman'ın (R.A.) valilerinin yaptıkları zulümlerden şikayetlerin
gelmesiyle başladı. Sonra halifenin valilere akbabalarını tayin ettiği ve valilerin
halifeyi aşarak kendi başlarına buyruk hareket ettikleri söylenmeye başlandı.
Öte yandan bu kimselerin İslâm'da iyiliklerini kötülüklerine galip kılacak
geçmiş bir hizmetlerinin de bulunmadığı eleştirilmeye başlandı. Bilâhare bu
eleştiriler Hz. Osman'ı (R.A.) dini bakımdan suçlamaya dönüştü. Sonunda o büyük
olay meydana geldi. Hz. Osman (R.A.) şehit edildi; böylece müslümanlar arasında
öldürme ve birbiriyle savaşma kapısı açılmış oldu. Hz. Ali'nin halife olmasının
da durduramadığı fitne, bu dönemde renk değiştirdi: Emeviler Hz. Ali'yi (R.A.)
Hz. Osman'ın (R.A.) katledilmesine yardımcı olduğu veya en azından katilleri
cezalandırmadığı, aksine canilerin Hz. Ali'nin (R.A.) taraftarları hatta O'nun
kumandanları arasında olduğu İçin suçlamaya başladılar. Oysa Hz. Ali'nin (R.A.)
böyle bir durumla alâkası yoktu. O ne bu lânetli kati suçuna taraftardı ve ne
de katilleri korumuştu. Sadece kanın sahibi gelip Hz. Osman'ın (R.A.) kısasını
isteyinceye ve fitneler durup katilleri yakalayıncaya kadar beklemeyi uygun
görmüştü.
İhtilâf Hz. Ali (R.A.)
ile Zübeyr b. Avvam ve Talha b. Ubeydullah (R.A.) arasında bir savaş çıkıncaya
kadar bitmek niyetinde değildi. Hz. Ali (R.A.), ordularının başında Hz. Aİşe
(R.A.) bulunan Zübeyr ve Talha (R.A.) ile savaşmak zorunda kaldı ve onlara
galip geldi. Hz. Ali (R.A.) ikinci olarak kendisine başkaldıran Muaviye'ye
savaş açtı. Hz. Ali Muaviye ve ordusunu tam yenip fitneyi öldürerek başını
kesmek üzereyken, Muaviye hileye saparak barış için hakeme başvurma teklifinde
bulundu. Ne var ki verilen hüküm adilane değil, bir oyundu. İşte bu sırada
Harici fırkası ortaya çıktı. Böylece müslümanlar üç guruba ayrılmış oluyorlardı
:
1) Hz. Alî
(R.A.) ile birlikte olanlar. Bunların bir kısmı
Hz. Ali'nin . (R.A.) hilâfete Hz. Ebu Bekr ve Ömer'den (R.A.) daha lâyık olduğunu iddia
ediyorlardı. Daha sonra bu guruba Şia adı verildi.
2) Hz.
Ali'ye (R-A.) isyan eden Hariciler.
3) Muaviye
ile birlikte hareket edenler.
Görüldüğü gibi, bütün
bu ihtilâfların konusu hilâfete ve itaat edilmeye kimin daha lâyık olduğu
meselesi idi. Bu arada teorik tartışmalar da oluyordu. Sonunda tartışma mevzuu
hilâfetin dini ve dinle alâkası olmayan yalnız dünyevî bir mesele olup
olmadığı şekline dönüştü. Bu konuda İbn-i.Hazm şöyle demektedir:
«Bütün Ehl.î Sünnet, Mürcie,
Şia ve Hariciler îmamet'İn (devlet başkanhih-nın) vacip olduğu ve müslümanlara
adaletle hükmeden, onlar arasında Allah'ın (C.C.) hükümleriyle, Hz.
Peygamber'in (S.A.V.) Allah (C.C.) katından getirdiği şeriat hükümleriyle
icraatta bulunan devlet başkanına ilaat etmelerinin farz olduğu hususunda
ittifak etmişlerdir. Haricilerin Necde kolu müstesnadır. Çünkü onlar imametin
farz olmadığını. Halkın kendi aralarında adaleti uygulamasının gerektiğini
ileri sürerlerdi. Bunlar Hanife Oğullarından Necde b. Üveymir'e bağlı olan
kimselerdir. Günümüzde bu
gruptan herhangi bir
kimsenin kaldığını sanmıyo-
ruz.»
176- Üçüncü
Halifenin hilâfetinin son döneminde ortaya çıkıp dördüncü Halife dönemi ve
daha sonraki dönemlerde devam eden siyâsî ihtilâfın yanında akide etrafında
göze çarpan bir ihtilâf daha vardı. Siyâsî fitneler peşinden bir takım dinî
inanış problemlerini getirmişti.
İlk olarak kader
konusu doğdu. Kader meselesi eski dinlere mensup kişilerin zihinlerini meşgul
edegelmiş, müşriklere sirayet ederek onların; «Allah isteseydi O'ndan başka bir
şeye ibadet etmezdik. Allah isteseydi ne biz, ne de babalarımız Allah'a (C.C.)
ortak koşmazdık, bir şeyi de haram kılmazdık.» demelerine sebep olmuştu. Hz.
Ali'nin (R.A.) hilâfetinin son dönemlerinde özerinde pek çok söz edilen kader
konusu daha sonra daha şiddetli tartışmalara sebep oluyordu. Bir kısım insanlar
her şeyin kaza ve kader İle olması halinde kişinin yaptığı fiillerden dolayı
sorumlu olamayacaklarını iddia edenlerden bazı kimseler de insanın Allah'ın
(C.C.) İradesinin karşısında hiç bir iradenin olmadığın! ileri sürüyordu.
Kaderi ilk İnkâr eden Cehm b. Safvan'dır. Bir başka grup ise insanın tam bîr
irade sahibi olduğunu, Allah'ın (C.C.) insanda hür bîr şekilde seçim yapmasını
sağlayacak olan bir kuvvet yarattığını ve kişinin bu yüzden sorumlu olduğunu
benimsetmekteydiler. Bunlar Mutezile ve onların da görüşünde olan kimselerdi.
Sonra büyük günah
işleyenin ne olduğu, fasik bir mû'min mî yoksa dinden çıkmış bir kâfir mi veya
İkisinin arasında mı olduğu tarzında tartışmalar oldu. Birinci şıkkı ehl-î
sünnet, ikinciyi hariciler, üçüncüyü ise Mu'-tezile benimsemişti. İman olduktan
sonra günah bîr zarar vermez, diyen bir başka grup daha vardı ki bunlar Mürcie
idi.
Keza Allah'ın (C.C.)
sıfatları ve kelâmı, Kur'an'ın yaratılmış veya kadim (yaratılmamış) olduğu
meselesi ortaya atıldı. Bu meseleyi Emevî döneminde Cehm b. Safvan ve Ca'd b.
Dirhem ileri sürdüler. Daha sonra Me'mun döneminde konu üzerinde şiddetli
tartışmalar oldu. Ahmed b. Han-bel bu yüzden ağır bir imtihana maruz oldu.
İşte bütün bu konular
Takîyyuddin Ahmed b. Teymiyye'nîn mücadele alanlarıydı. îbn-i Teymiyye bu
konularda bazı kimselere muvafık davranırken, bazılarına ise ters düşüyor, bu
yüzden de büyük zahmetlerle karşılaşıyordu. Binaenaleyh, burada O'nun
kendileriyle mücadele ettiği mezheplerden bahsetmek durumunda bulunuyoruz.
Ancak, her ne kadar bazı fikirleriyle karşılaşmışsa da, O'nun döneminde
kendisiyle mücadele eden mensubu bulunmadığı için Haricilerden bahsetmeyeceğiz.
Burada İbn-i
Teymiyye'nin hayatta bulunduğu sırada O'nu meşgul eden siyâsî mezheplerden
Şia'dan, itikadî mezheplerden Cehmiyye, Mutezile, Eş'arîyye ve Maturidiyye'den
bahsedeceğiz. [78]
177- Hz.
Osman (R.A.) zamanında ortaya çıkan Şia mezhebi, İslâm mezheplerinin en
eskisini teşkil eder. Hatta tarihçiler bu mezhebin ortaya çıkışının Hz. Osman
(R.A.) döneminden önce olduğunu Hz. Peygamber'-İn (S.A.V.) vefatından sonra Hz.
Ali'nin (R.A.) halifeliğe Hz. Ebu Bekir'den (R.A.) daha lâyık olduğunu
benimseyen kimselerin bu mezhebin öncülerini teşkil ettiklerini ileri
sürmektedirler. Şia mezhebinin temel görüşleri şunlardır:
1) İmamet
İslâm'ın bir rüknüdür. Peygamber'in (S.A.V.) O'nu ihmal etmesi veya
müslümanlara havale etmesi caiz olmaz, aksine onlar için bir imam (devlet
başkanı) seçmesi vaciptir.
2) Hz. Ali
(R.A.) Hz. Peygamber (S.A.V.) tarafından seçilmiş olan halifedir ve bütün
sahabenin (R.A.) en faziletlisidir.
Bu iki noktada ittifak
etmiş olan Şia fırkaları bundan sonrasında aralarında ihtilâf halindedirler.
Binaenaleyh, bazı Şiiler Hz. Ali'nin (R.A.) (üstünlüğü, İyiliği) hususunda
aşırı davranmış, bazıları ise daha orta bir yo! tutmuşlardır. Sonuncular Hz.
Ali'nin (R.A.) sahabenin en faziletli olduğunu kabul etmekle birlikte, O'nun
biat ettiği ve tenkitte bulunmadığı için, Hz. Ebu Bekr ve Ömer'e (R.A.) yapılan
biatinin geçerli olduğunu kabul eder ve onlara sövmezler.
Aşırı Şiiler ise Hz.
Ebû Bekir ve Ömer'e (R.A.) hakaret eder, Hz. Ali'yi (R.A.) Peygamberlik
mertebesine çıkarırlar. Hatta bazıları daha da ileri giderek küfre girer ve
Allah'ın (C.C.) O'na hulul ettiğini, bir kısmı O'nun Allah olduğunu iddia
ederler. Bunlar Abdullah b. Sebe'ye tabi olanlardır. Ben bunların mensubunun
kalmadığı kanaatindeyim. Hatta tarih onlardan sadece Hz. Ali (R.A,) ve Emeviler
döneminde söz etmiştir. Bu grup aslında müslüman değillerdi; onlar halkın
inancını bozmak için İslâm'a girmiş kimselerdi.
178- Şii
müslümanlar Hz. Ali'den (R.A.) sonra halife seçiminin nasıl olacağı, halifenin
vasfen mi seçileceği, yoksa şahsen seçilip her halifenin kendisinden sonraki
halifeyi bizzat tayin edeceği, böylece Hz. Pey-yamber'in (S.A.V.) birinci
halifeyi seçtiği ve O'nun vasıtasıyla da daha sonrakini seçmiş olacağı,
dolayısıyla bütün halifelerin şer'a istînad etmiş olacağı hususunda ihtilâf
etmişlerdir. [79]
Halife seçiminin
vasfen olacağı görüşünü benimseyen ve Zeyd b. Ali Zeynelabidİn'in tabileri olan
bu kimselere göre, kendisinde halifelik vasıfları bulunan herhangi bir kimseye
halk biat ettiği takdirde imam (devlet başkanı) olur. Zeydiyye Hz. Ali'den
(R.A.) sonra halife olarak ortaya çıkan bir kimse olmasını şart koşarlar. Ancak
Zeydiyyenin imamı olan Zeyd b. Ali bu konuda kardeşi Muhammed b. Ali el-Bakir'a
muhalefet ederek, imamın ortaya çıkıp halktan kendisine biat etmelerini
istemesini şart koşmamış, halkın O'nu tanımasını yeterli kabul etmiş ve O'na
şöyle demiştir:
«Senin görüşüne göre
babanın imam olmaması gerekir. Çünkü O hiç bir zaman imam olarak ortaya
çıkmamıştır.»
Zeyd (R.A.) ve O'nun
peşinden giden kimseler daha afdal (iyi, üstün) kimse varken, efdal olanın imam
olmasının caiz olduğunu, yukarıda zikredilen vasıfların kâmil manada bir imam
vasfı olduğunu, böyle bir kimsenin imamete daha lâyık olacağını, ancak ehl-i
hal ve akd (seçme ehli olanların) bu sıfatlardan bazıları kendisinde
bulunmayan birini seçip ona biat etmeleri halinde bu kimsenin halifeliğinin
sahih olacağını ileri sürerler. Bu grup bu görüşlerine binaen Hz. Ebu Bekir ve
Ömer'in (R.A.) hilâfetinin caiz olduğunu, onlara biat eden sahabenin kâfir olmayacağını
kabul ederler. İmam Zeyd'e göre Hz. AH (R.A.) sahabenin en efdalı idi. Fakat
ashap bazı maslahatlardan ötürü, fitne ateşini söndürmek, halkın gönlünü memnun
etmek için hilâfeti Hz. Ebû Bekir'e (R.A.) İntikal ettirmişlerdir. Çünkü asr-ı
saadette cereyan eden savaşların üzerinden kısa bir zaman geçmiş Hz. Ali'nin
(R.A.) akıttığı müşrik kanı henüz kurumamıştı. Bazı kimselerin gönlündeki
intikam duygusu ilk günkünden farklı değildi. Kalpler henüz Hz. Ali'ye (R.A.)
tam olarak meyletmiş, başlar iyice eğilmiş sayılmazdı. Binaenaleyh, hilâfet
makamına getirilecek olan -kimsenin
yumuşaklık, şefkat, yaşlılık,
daha önce müslüman olmuş bulunmak ve Hz.
Peygamber'e (S. A.V.) yakınlık gibi
özellikleriyle tanınan biri
olması maslahat gereğiydi [80].
Zeydiyye'ye göre
yukarıda zikrettiğimiz vasıflara haiz olduktan sonra ner biri ortaya çıktığı
bölgede halife olmak üzere, aynı zamanda iki ayrı bölgede iki imamın bulunması
da caizdir.
179- Şia'nın
bu ilk kolu halife tayininin şahsen değil vasfen olduğunu kabul eden ve orta
yolda olan kimselerdir. Zeydiyye dışındaki Şia'nın diğer kolları bu tayinin
şahsen olduğunu kabul ederler. Hz. Ali (R.A.)
Hasan ve Hüseyin
(R.A.)'in halifeliği üzerinde ittifak eden bu grup daha sonraki halifeler
konusunda ihtilâf etmişlerdir. [81]
180-
Keysaniyye Hz. Hüseyin'den (R.A.) sonra halifenin O'nun baba bir kardeşi olan
Muhammed b. el-Hanefiyye olduğuna, İmamların hata işlemekten masun olduklarına,
Muhammed b. el-Hanefîyye'nin ölmediği ve Redva dağında bulunduğuna İnanan
gruptur. Keysaniyye inanışlarından biri de ruhların tenasühüdür. Kişi öldükten
sonra ruhun bir bedenden çıkıp başka bir bedene girmesi demek olan bu inanış
eski bir Hind mezhebinden alınmadır. Ayrıca Keysaniler, haşa ilminin
değişmesinden ötürü Allah'ın (C.C.) muradını değiştirmesi demek olan Beda'nm
Allah (C.C.) için caiz olduğuna da inanırlar. [82]
181-
Imamiyye'ye göre imamet Hz. Hüseyin'den (R.A.) sonra sırasıyla şu
kimselerindir: Hz. Hüseyin'in (R.A.) oğlu Ali, Muhammed el-Bakır, Musa
el-Kâzim, Ali er-Rıda, Muhammed el-Ceyad, Ali el-Hadi, Hasan el-As-ker^ ve on
ikinci İmam olan Muhammed. İmamiyye Muhammed'in babası-. nın evinde bir yeraltı
odasında gizlice girdikten sonra geri dönmediğini iddia eder. Muhammed'in bu
kayboluşu sırasında, kaç yaşında olduğu hususunda ihtilâf eden Imamiyye'den
bazıları O'nun dört, bazıları ise sekiz yaşında olduğunu rivayet ederler. Keza
bu mezhepten bazıları imam bu yaşta iken İmamın bilmesi gereken herşeyi
bildiğini ve halkın O'na itaat etmesinin vacib olduğunu benimserlerdi.
İmamiyye bugüne kadar
gelebilmiştir. Iran halkı bu mezheptendir. Imamiyye'nin usulü ve furuu olan bir
fıkıh mezhebi de vardır. Mısır'ın yeni kanunları yapılırken bu mezhepten bazı
hükümler alınmıştır. Bu mezhepte racih olan görüş olmayıp sadece bir görüşten
ibaret olan, var ise vasiyetin caiz olacağı tarzındaki hüküm bu hükümlerden
biridir. [83]
182- İbn-i
Teymîyye bu mezhebin bazı mensuplarıyla karşı karşıya gelmiş, onlarla İlmî dili
ve kılıcıyla mücadele etmiştir. Binaenaleyh, bu mezhepten görünüp O'nun
bayrağını taşıyan bazı inkarcıları da ortaya çıkarmak, bu İslâm mezhebinin
onlarla bir alâkası bulunmadığın? îsbat etmek için İsmailiyye hakkında daha
fazla bilgi vereceğiz.
Şia’nın İmamiyye'ye
kolundan olan, ve İsmail b. Cafer'e mensup olan İsmailiyy6 fırkası Cafer
es-Sadik'tan sonraki imamın onun oğlu İsmail olduğunu kabul ederler. Bunlar
Cafer es-Sadık'a kadar gelen İmamlar hususunda İsna aşeriyye ile ittifak
halinde iken, daha sonraki imam konusunda onlardan ayrılırlar. İsna aşeriyye,
bu imamın Musa el-Kâzım olduğunu kabui ederken, İsmailiyye Cafer'in oğlu İsmail
olduğunu benimser. İsmail, babasından önce ölmüştü, binaenaleyh ondan sonra
nasıi imam olabilir? tarzındaki İtiraza ise şu cevabı verirler:. Babası onun
imam olduğunu belirtmişti. Buna göre, o her ne kadar babasından daha önce
vefat etmiş de olsa, yine de ondan sonraki imam olmuş demektir.
İsmailiyye'ye göre
imamet İsmail'den sonra Muhammed el-Mektum'a geçmiştir. Muhammed gizli imamların
birincisidir [84].
Mektum'dan sonra oğlu
Cafer el-Musaddik, ondan sonra oğlu Mu-hsmmed el-Habib, daha sonra sırasıyla
Mağrib ve Mısır'ı ele geçirip Fa-timî devletini kuran oğlu Abdullah el- Mehdî
imam olmuşlardır.
Irak'ta ortaya çıkan
bu fırka başlangıçta diğer Şiiler gibi zulme uğramış, daha sonra bu zulümlerin
etkisiyle İran'a kaçmıştır. İran'da bazı eski Fars inanışlarının bu mezhebe
karışmasından sonra mensuplarından bazıları önceki akidelerini korurken,
bazıları da yeni karşılaştıkları o eski inanışların etkisinde kaldılar,
böylece mezhep İçinde kendi hevasına göre hareket eden bir grup meydana geldi.
Binaenaleyh, pek çok
gruplar ismailiyye adını almış bunlardan bazısı islâm dairesini muhafaza
ederken, bazıları da İslâm'dan gayet uzak noktalara düşmüşlerdir.
183- Şimdi
Ibn-i Teymiyye'nîn kendileriyle mücadele etmiş olduğu ismaililerin bu sapık
grubundan bahsetmek istiyoruz. Bunlar islâm ülkesi içinde bir diken idiler.
İslâm düşmanı Bizans ve Tatarlarla işbirliği yapmış müslümaniarın aleyhinde
bulunmuşlar, sonunda Bağdat'taki İslâm Devletini Tatarların önüne bir kurban
olarak koymuşlardır. Vezir Alkame'nin gayretleriyle Bağdat Tatarların eline
düşmüş, halife ve taraftarları ele geçirilmiş, katliâmlar yapılmıştır.
îsmaililer İrak'taki
zulüm ve baskı yüzünden Horasan, İran ve Kazvîn'e göç edince buradaki Brahman,
Budist, İşrakiyye ve Eflâtuncu felsefe gibi düşünce akımlarıyla karşılaşıp
onların etkisinde kaldılar. Bu etkilenme o derece ileri gitti ki, sonunda bu
mezhebin İslâm'la alâkası sadece isminden ibaret kaldı.
Ismaiîiyye fırkasına
Batiniler veya Batiniyye de denmiştir. Bunun da sebebi, îsmailiyye'nin Imam'ın
gizli olabileceğini, şeriat hükümlerinin zahir ve batın (açık, gizli)
manalarının olduğunu, halkın yanlış zahir manaları bileceğini batını hatta en
gizli manayı ise sadece İmamların bileceğini, prensip olarak kabul etmesidir.
Batınî İsmaililer bu prensipten hareket ederek Kur'ân'ın âyetlerini son derece
uzak te'villere tabi tutmuşlar ve yaptıkları bu te'villere batın adını
vermişlerdir. Onlara göre İmamlar nâs-ların en gizli olan manalarını bilirler.
Bütün davranışlarında takiyye prensibini uygulayan bu kimseler mezheplerinin
esaslarını gizlemiş, sadece şartların elverdiklerini açıklamışlardır.
İşte bu nedenle
İsmailiyye fırkasına Bai-.niyye adı verilmiştir.
184- Mutedil
forta yolu tutan) Ismaİliyye fırkasının temel görüşleri öçtür:
1) Allah'ın
(C.C.) imamlara bahşettiği ilâhî
marifet feyzi vardır. İmamlar bu feyiz sayesinde
insanlardan daha üstün, daha bilgili olurlar. Binaenaleyh onlar bu sayede
halkın bilemediği şeyleri bilir. Onların ulaşamadıkları şer'i ilimleri elde
ederler,
2) İmamm açık olması, bilinmesi şart değildir.
Halkın O'nu tanımaması, gizli olması caizdir. Ancak bu durumda bile imama
itaat etmek vaciptir. Gizli İmam
kıyamete yakın, çıkıp halkın yolunu aydınlatacak olan Mehdi'dir. O henüz
ortaya çıkmamıştır, fakat mutlaka
çıkacaktır. Mehdi İmam, çıkıp
da zulümle dolmuş olan dünyayı adaletle doldurmadıkça kıyamet kopmayacaktır.
3) Şeriat'ın
bir zahir, bir de batını vardır. Nâsfarın hakîki ve öz manası olan bu batını
ancak Allah'ın marifet nurunu tecellî ettirdiği, böylece şeriatın hakikatim
gösterdiği imam bilebilir. Bu özelliğe sahip olan imam hiç kimseye karşı sorumlu olmadığı İçin herhangi bir kimse tarafından eleştirilemez, aksine herkes
O'nun yaptığı bütün davranışların doğru olduğunu kabul etmek zorundadır. Çünkü
o hiçbir kimsenin bilemeyeceği şey-feri bilmektedir. Binaenaleyh,- bu fırka
imamların masum olduğuna inanmaktadır. Ancak bunun manası, imamlar bizim
bildiğimiz günahları işlemezler, demek
değildir. Bu bizim günah olduğunu bildiğimiz bir şeyin aslının onlarca
bilinebileceği ve bu suretle, aynı şeyi
halk yapamazken, İmamların
işleyebileceği manasınadır.
185-
Doğrusunu söylemek gerekirse, bu tarz bir düşüncenin küfrü mucip olduğu kesin
değildir. Bu hususta söyleyebileceğimiz tek, kesin söz bunların kitap ve sahih
sünnetle varid olmadığıdır. Ancak mutedil İsmailî-İerîn de sahip oldukları bu
düşünceye sahip olanlar içinde dinden çıkan aşırılar fgulat) da bulunmaktadır.
Gizliliği esas kabu! ederek, akidelerini yayan ve güç kazanan bu fırka, dinden
çıkan aşın Cgulat) fırkadır. Hakimîyye adı da verilen bu fırka-ilâhî tecelli
konusunda aşırı gitmiş, Allah (C. C) nın kendisine (imama)hulül ettiğini iddia
etmiştir. Bu fırkanın başında Allah ‘ın kendisine hulül ettiğini iddia
eden ve halkın şahsına ibadet etmesini
isteyen Fatimii Hakim Biemrillah gelmekteydi.
Hakim Biemrillah
ömrünün sonuna doğru kendini gizlemiş daha sonra ölmüş veya bir başka rivayete
göre öldürülmüştür. Kuvvetli olan görüş ise akrabasında biri tarafında
öldürülmüş olmasıdır.Hakim’in adamları ve mezhebine bağlı olan kimseler O’nun
ölmediğini iddia etmiş gizli olarak yaşadığını ve bir gün geri dönüp ortaya
çıkacağını ileri sürmüşlerdir.İşte İbn-i Teymmiyye’nin Hakimiyye fıkrasına
mensubunun sayısı az bir rakamdan ibarettir.
ibn Teymiyye'nin
Hakimiyye ad.n. verdiği fırka bunlardır. Ier Lf Telmivyebu fırka ile münazara
ve mücadelede bulunmuştur. » hainler bu fırkaya mensup kimilerin günümüzdeki
Dürziler arasın-T\uSunu ileri sürerler. Bana göre, eğer böyle bir şey söz
konusu t t erin bir kısmı hala akidelerini gizlemeleriyle birlikte, bu-Z Dürter
arasında yasadıklan söylenen Hakimiyye Arkasına mensu-hunim savısı az bir
rakamdan ibarettir.
Ancak bugün durum ne
merkezde olursa olsun, geçmişte Hakımıyye İIe Dürziler arasında sık. bir bağ
olduğu kesindir. Hatta baz, tanhç.ler, Hakim'e bu as.rı fikirleri telkin edenin
Hamza Dürzi adında bir Iran h o-duğ nu naklederle, Dürzî Hakimilerin bu zata
mensup kişiler olmalar, mümkündür. Bütün Hakimiyye'nin hatta çoğunun Hamza
ed-Durz, nın mezhebinden olmadıklarını da ifade etmeliyiz. [85]
186-
Nusayriyye: Şam'da Hakimiyye'den başka onlar gibi İslam m dışına çıkmış olan
bir fırka daha vardı. Bu fırka her ne kadar Isma.lıyye-ye nisbet edilmezse de,
dinden tam manasıyla çıkma hususunda onunla birleşir durumdadır. İbn-i Teymiyye
ile aynı asırda bulunan Nusayriyye adındaki bu fırka, İsmailiyye'nin etkisinde
kalmış ve onların aşırı pek çok
fikrini
benimsemiştir.
=
Geçmişte Hakimiyye
gibi Lübnan'da yaşamış olan Nusayrıler, isna Aseriyye'ye bağiı idiler veya öyle
olduklarını iddia ediyorlar ıdı. Bu kimseler âl-i beytten olan imamların
mutlak bir bilgiye sahip olduklarını, Hz. Ali'nin (RA) ölmeyip ilah veya O'na
yakın bir zât olduğuna inanırlar. Şeriatın bir zahir, bir de batın manası
olduğunu, batını ancak imamların bileceğini, çünkü zamanın imamına nurun
doğduğunu ve şeriatın batın manasını da anlamasını sağladığını ileri süren
Nusayrilerin, bu noktalarda Batınıyye gibi düşündükleri görülmektedir.
Özet olarak,
Nusayrilerin akideleri aşırı Şia fırkaların akidelerinin bir karışımından
ibarettir. Bu fırka Hz. Ali'nin (R.A.) uluhiyetini ve ölmeyip bir gün geri
döneceği fikrini Sebeiyye'den Şeriatın zahir ve batınî olri ğunu ise İsmaiÜyye'den almıştır.
İşte İbn-i
Teymiyye'nin mücadele edip susturduğu ve müslüman sa madiği fırkalar bunlardır.
187- îslâmî
bağlan atan, İslâm özelliğini yitirip onunla kendisi arasında İsimden başka
bir ilişki kalmayan bu aşırı fırkalar, İslâm dinine karşı bir savaş
açmışlardır. Batınİler İslâm devletine karşı pek çok çetin savaşlar açmış,
müslümanlar arasına düşmanlık sokmuşlardır. Bağdat İran, Horasan ve Kazvin'de
pek çok ayaklanma ve kargaşa çıkarmışlardır.
Batınİler çalışmaları
genişletip Mısır'da Fatimî devleti kurularak Suriye'yi ele geçirince, bu
devletin himayesinde kendi mezheplerini yayabilecekleri düşüncesine
kapıldılar. Ancak Fatimî hükümdarlarının çoğu onlar gibi düşünmüyorlardı. Fakat
her halükârda Hakim Biemrillah zamanında kendilerine uyacak birini buldular.
Bu dönemde Batiniyye'nin kurucusu olan Hasan b. Sabbah ortaya çıktı. Bir yanda
Hakim kendisinin ilâh olduğunu söylerken, o da Abbasî Devleti topraklarında
kargaşalar çıkarmaya başladı.
Bu aşın fırka daha
sonra Suriye'de gelişerek bugün Nusayriyye Dağı [Cebelu'n-Nusayrîyye) denen
Cebelu's-Seman'a yerleştiler. Fırkanın önde gelenlerinden bazıları müridlerini
esrar [haşhaş) île uyuşturarak kendilerine bağlamışlardı. Hatta bundan dolayı
tarihte Haşhaşiler diye anılmışlardır. Batınİler [Nusayriler de olabilir)
Haçlıların Suriye'ye seferleri sırasında müslümanlara karşı onlarla birleşerek
onların takdirlerine maz-har olmuş ve güçlenmişlerdir.
Daha sonra Mahmud
Zengi, Saîahaddin Eyyubi ve diğer Eyyubîfer ba-manında sinen ve gözlerden uzak
kalan Batımler (Nusayrîler), bu dönemlerde antrikar fırsatını buldukları zaman
ileri gelen müslüman halk ve kumandanları öldürme gibi eylemlere
yönelmişlerdir.
Batınİler [Nusayriler)
Tatarlar Suriye'ye saldırınca bu sırada Şia île karışmış bulunuyorlardı. Onlara
haçlılara ettiklerinden daha çok yardım ettiler. Bu saldırılar başarısızlıkla
sona erince de ikinci bir fırsatın doğmasını beklemek üzere, sümüklü böceğin
kabuğuna çekilmesi gibi dağlara çekildiler. Fakat süvari İbn-i Teymiyye onlara
ani bîr darbe indirerek kalelerinden indirdi ve ister istemez müslümanlar
arasına girmelerine sebeb oldu. [86]
188- îbn-î
Teymiyye ile muasırı bazı alimler arasında cereyan eden ilk şiddetli tartışma
akide ile. ilgiliydi. İbn-i Teymiyye'nin 698 senesinde yazdığı bir risale bazı
alimlerin ayaklanmalarına sebep ol-Hama na üzeHne Hanefj kadısının kendisini
davetine icabet etmediysede daha sonra Şafii kadının davetine uyarak bir
alimler topluluğu önünde de. ra yapmaya razı oldu. İbn-i Teymiyye bu münazarada
kendine gö-mUH"ZünceIerlnIn doğruluğunu ve itikadının sağlamlığını isbat
edecek olan rnŞ İni serdetti. O'na göre bu delillerin bütünü Kur'ân ve
Sünnetten deh'abe ve tabiinin inancından alınmaydı. Ki O'na göre sahabe ve
tabinin T nci da dinin bir takım ihtilâf, tartışma ve çekişmelerle
bulunmasından önceki saf kaynaktan alınma idi. Binaen aleyh İbn-i Teymiyye,
mücadelende kitap ve sünnete dayanıyor, bu kaynakların zahirinden istifade ediyordu.
Karşısında bulunanlar ise Eş'ari'nin görüşlerine dayanıyor, O'nun metodunu
benimsiyorlardı.
Bu durum karşısında
burada Kur'an ve Sünnetin zahiriyle çatışan ve tabileri bulunan bu itikadı
mezheplerden bahsetmemiz yerinde olacaktır. Ancak şimdilik bu mezheplerden
İbn-i Teymiyye'nin kendi risale ve itikatla ilgili kitaplarında zikrettiği üç
mezhepten Cehmİyye, (Cebriyye) Mu'tezilo ve Eş'arîyye'den bahsetmekle
yetineceğiz.[87]
189- Müslümanlar
sahabe devrinin sonlarına doğru kader, Allah'ın (C.C.) kudreti, iradesi, kaza
ve kaderi karşısında kulun kudreti ve iradesinin ne olduğu konusunda fikir
beyan etmeye başladılar. Ancak, bu dönemde müslümanlar bu konularda aşırıya
gitmezlerdi. Henüz Kur'ân ve sünnetten başka fikri bir mezhep de yoktu. Sahabe
devrinden, sahabenin çoğunun bu dünyadan ayrılışından sonra, müslümanların
diğer eski din mensuplarıyla karışmalarından sonradır ki, bu konuda farklı
görüşler beyan edilmeye başlandı. Herhangi bir nassa dayanmadan, sırf aklî
izahlar yapılmaya başlandı. İhtilâflara düşüldü.
Bazı müslümanlar
insanın kendi fiillerini yaratmadığını, fiillerinin O'na nlsbet edilemeyeceğini
ileri sürdüler. Onlara göre insan hiçbir şeye malık değildi. Cebir altında idi.
İrade ve seçme hakkı yoktu. Allah nasıl ki bitkilerde ve cansızlarda fiilleri
yaratıyor idiyse, insanda da öyleydi. Fiiller açısından insanla bitkiler ve
cansızlar arasında bir fark yoktu. Bir fiilin nısbet edilmesi ile meyvenin
ağaca, akmanın suya, hareketin taşa, doğ-a ve batmanın güneşe, bulutlu olma ve
yağmur yağdırmanın göğe ve ye-Şermenin yere nisbeti birdi. Sevap, günah ve
yükümlülük tamamen cebir-d ibaretti.[88]
190-
Tarihçiler ilk önce bu görüşü kimin ortaya attığı hususunu en' ne boyuna tartışmışlardır.
Kesinlikle sabittir ki. Cebir görüşü Emevileri" ilk dönemlerinde yayılmış,
müstakil bir mezhep haline gelmiştir. el-Münve tü ve'l-Emel kitabında,
biri İbn-i Abbas'a diğeri de Hasan
Basri'ye ait ik" risaleden bahsedilmekte ve bunlarda insanların kendi
fiillerinde hürriyet, lerînin olduğunun
isbat edildiğinden söz edilmektedir. İbn-i Abbas Şarn'-hiara Hasan Basrî [89] ise
Basralılara hitap etmişlerdir. Bu iki risaleye dayanarak Cebir mezhebinin bu
iki bölgede, Şam ve Irak'ta yaygın olduğunu söyleyebiliriz.
Emevilerin ilk
dönemlerinden sonra Cebir görüşü belli bir zümreye alem olmuştur. İlk olarak bu
fikri ortaya atanların Yahudiler olduğu rivayet edilmektedir. Bir başka
rivayete göre ise ilk olarak Cebir fikrini savunan kişi aynı zamanda ilk olarak
Kur'an'ın mahluk olduğunu ileri süren Ca'd b. Diıham'dir. Ca'd bu fikri
Şam'daki bir Yahudi'den öğrenmiş ve Basra'da ortaya atmıştır. Daha sonra Cehm
b. Safvan'tn ondan alarak yaymaya çalıştığı bu fikir zamanla Cehmİyye olarak
anılmıştır.
, Ancak, bu fırkanın
sırf bir Yahudiden kaynaklandığını da söyleyemeyiz. Çünkü Cehm her ne kadar
Ca'd ile aynı görüşü paylaşmışsa da, bu fikrini Horasan ve İran'da yaymıştır.
İranlılar daha önceden beri Cebir ve insanın fiilleri konusunda ileri geri
konuşurlardı. Binaenaleyh İran'ı düşüncelerini yaymak İçin elverişli bulan
Cehm bin Safvan, burada faaliyet göstermiştir. Cehm'in mezhebi H. dördüncü
asırda Ebu'i-Hasan el-Eş'ari ve Ebu Mansur Maturidi'nin mezhepleri tarafından
mağlup edilinceye kadar bu bölgede tutunmasını bilmiştir. Hülâsa Cehm b.
Safvan, [90]bu mezhebin en büyük
daveîçisidir ve onun için de mezhep kendisine nisbet edilmiştir.
191- Cehm b.
Safvan Cebir'den başka şu görüşleri ile sürüyordu:
1) Cennet ve
Cehennep fanidirler. Sonsuz hiç bir şey yoktur. Kur'-ân'da zikrolunan ebedilik
uzun süre demektir. Bu müddetten sonra
yokluk vardır. Aksi halde mutlak bir beka yoktur.
2) İman sadece bilmek (ma'rifet), küfür ise
bilmemekten İbarettir.
3) Allah'ın
(C.C) ilmi ve kelâmı (konuşması) hadistir, (sonradan olmadır).
4) Allah
(C.C.) şey ve hay (hayat sahibi) olarak nitelenmez, hadis olan eşyaya ait
olabilecek vasıflarla tavsif edilmez.
5) Allah
Taala ahirette görülmez.
6) Kur'ân mahluktur. Binaenaleyh Allah'ın kelâmı
kadim değil, hadistir.
Cehm b. Safvan'ın bu
görüşünü benimseyenlerin sayısı az olmamıştır Ancak bu kimselerin en meşhur
görüşleri İnsanın bir cebir altında olduğu, hiçbir iradesinin bulunmadığı
görüşüdür. Selef ve halef ulemasından pek çok kimse bunlara karşı çıkmıştır.
Bu guruplardan bazıları bazı farklarla birlikte onlara yakın bir görüşü İleri
sürmüşler, bazıları da tamamen karşı bir fikir ileri sürmüşlerdir. Bunlardan
karşı görünüşü Mu'tezile, yakın görüşü ise Eş'ariyye ileri sürmüştür. İbn-i
Teymiyye, ise ileride temas edeceğimiz gibi, bu konuda Eş'arileri Cehmiyye ile
aynı kefeye koymuş ve yüzden ulemanın tepkisine sebep olmuştur. [91]
192- İslâm
kelâmını uzun yıllar meşgul eden bu fırka, İslâm tarihinde acı bir anısı olan
o büyük çarpışmanın, Kur'an'ın mahluk olup olmadığı savaşının kahramanıdır.
İbn-i Teymiyye de Ahmed b. Hanbel'in musibetlere duçar olmasına sebep olan bu
konuda mücadele vermiştir. İbn-i Teymiyye Ahmed b. Hanbel'in Kur'an'ın mahluk
oluşu ve Allah'ın (C.C.) kelâm sıfatı hakkındaki görüşünü açıklamış, O'nu
savunmuş ve Sünnet'e irca etmeye çalışmıştır.
Mu'tezile mezhebi
İrak'ta ortaya çıktı. Hulefa-i Raşidîn ve Emeviler döneminde Irak'ta muhtelif
ırklara mensup çeşitli guruplar yaşardı. Kİlda-niler, İranlılar, Hıristiyanlar,
Yahudi ve ateşperestler gibi... İslâm'a giren bu kimselerin bir kısmı dini
kendi kafasında bulunan bilgilerin ışığında anlamış, yeni akidesi onların
etkisi altında şekillenmişti. Bir kısmı da dinî bilgileri saf kaynağından
almış, onu olduğu gibi telâkki etmişti. Fakat yine de eski inancına karşı istek
dışı bir nevi meyi! ve özlem taşıyordu.
193-
Mu'tezile başlangıçta iki görüşle ortaya atıldı: 1) İnsanın kendi fiilinin yaratıcısı olduğu, yaptığı her fiilde hürriyet ve
ihtiyarının bulunduğu ve bu sebeple dinî yükümlülüklerinin söz konusu olduğu..
İlk olarak bu görüşü ortaya atan Gaylan ed-Dimeşki'dir. Ömer Abdülaziz zamanında bu fikirleri yaymaya
başlayan bu zat» halifeye bu
1) İnsanın
kendi fiilinin yaratıcısı olduğu yaptığı her fiilde hürriyet ve ihtiyarının
bulunduğu ve bu sebeple dini yükümlülüklerinin söz konusu olduğu ..İlk olarak
bu görüşü ortaya atan Gaylan ed-Dimeşki’dir.Ömer b.Abdülaziz zamanında bu
fikirleri yaymaya başlayan bu zat halifeye bu
konuda bile yazmıştır. el-Murteza e!-Münyetü ve'l-emel fil-mileli
ve'n-Nih adlı kitabında Gaylan'a ait bir mektubu nakleder. Gaylan bu mektubun s
nunda şöyle demektedir:
«Ey Ömer, kendisinin
yaptığını başkaları yapınca onları kınayan, başkalar, kınadığı bir fiili
kendisi işleyen, kendisinin istediği bir şeyi
yapanları cezalanrt ' ran veya
cezalandıracağı bir şeyi takdir
eden hikmet sahibi bir zat bulunabil]' . mi? Kullarından güç
yetiştiremeyeceği fiilleri yapmalarını isteyen veya kendisine itaat ettikleri
halde onları cezalandıran rahmet sahibi (bir Allah) olur mu? insan lan yalana,
yalancılığa zorlayan doğru bir insan düşünebilir misiniz? Bu ne ka dar açık bir
husus ve bunu görmemek ne kadar büyük bir körlüktür.»
Gaylan, Hişam b.
Abdülmeiik tarafından öldürülünceye kadar bu nevi fikirleri yaymaya devam
etmiştir.
Bazı ilim adamları
Gaylan'ın Kaderiyye adında, kendi görüşleri üzerine kurduğu bir mezhebi
olduğunu ileri sürerler. Ancak Mu'tezÜe tarihçileri Tahakat kitaplarında
Gaylan'ı kendi alimlerinden olarak zikrederler. Bu sebeple ve ayrıca Gaylan'ın
görüşleri Mu'tezileye dahil olduğu için bu konuda onu Mu'tezile arasında
zikrettik.
2)
Mu'tezile'nin ortaya attığı iki görüşten ikincisi Mürtekİb-i Kebire [büyük
günahlar işleyen kimse} konusudur. Mu'tezileye göre büyük günah işleyen kimse
mü'min veya kafir olmayıp sadece fasıktır. İki menzile arasında bir menzilede
iman ve küfür arasında bîr noktadadır. Böyle bir kimse Cennete giremez. Çünkü
o cennet ehlinin işledikleri amelleri işlememiştir. Böyle bîr kimseye müslüman
olduğunu İzhar ettiği ve kelime-İ şe-hadeti söylediği için müsiüman denebilir,
ama mü'min denemez. Ona her ne kadar müslüman denirse de onu gerçekten mü'min
olanlardan ayırmak için mü'min denemez.
Mu'tezile'nin bu
menzile beyne'l-menzileteyn (iki menzile arasında bir menzile) görüşü o asrın
şartlarının icabıdır. Hz. Ali (R.A.) döneminin sonlarında ve Emeviler devrinde
mürtekib-i kebire'nin mü'min olup olmadığı hususunda pek çok ihtilâflar
olmuştur. Çeşitli fırkaların bu husustaki farklı görüşleri şöyledir:
1) Harici
fırkalarından Nafi b. Ezrak'ın tabileri olan Ezraika'ya göre büyük olsun, küçük
olsun günah işleyen kimse kâfirdir. Hatta ondan dünyaya gelen çocuklarda kâfirdir. Sufrİyye
fırkası çocuklar dışında Ezarıka ile
aynı görüştedir.
2) Havariçten
Abdullah b. İbad'ın tabileri İbadiyye fırkasına göre ise büyük günah işleyen
kimse inanç küfrü değil de nimet küfrü işlemiş o -mak manasında kâfirdir. Yani
böyle bir kimse Allah'ın [C.C.) kullarına i san etmiş olduğu nimetlere karşı
nankörlük etmiş, onları itaate sarf edeceği yerde günahlara sarfetmiştir.
3) Hasan Basriye
göre böyle bir kimse münafıktır. Çünkü
o rnü'-Tdlöi halde, fiilleri imanının olmad.ğın. göstermektedir.
4) Mürcie'ye
göre küfür halinde taatm bir faydası olmadığı gibi, iman Huktan sonra ma'siyyetin de bir zararı olmaz. İslâm ümmeti olan hrkesln her halükârda rahmet-i
iiâhiyyeye mazhar olacağı umulur.
5) Ehl-i
sünnete göre büyük günah işleyen kimse asi bir mü'mindir. Al'ah (C.C) onu bu
günahına karşılık cezalandırabileceği gibi, affedip rahmetine de erdirebilir.
6) Mu'tezile
ise bütün bu karşı görüşlerin ortasında bir görüş ileri sürmüş ve mürtekib-i
kebirenin iki menzile arasında bir menzilede olduğunu söylemiştir.
194-
Mu'tezile'nin ortaya attığı meşhur iki görüş bunlardır. Ne var ki bu fırka
canlı ve hareketli bir ekoldür. Binaenaleyh Mu'tezile daha sonraları itikadî
görüşlerini kendisine özgü beş esasta toplamıştır. Ebu'l-Ha-san el-Hayyat
ei-intişar adlı' eserinde konuyla ilgili olarak şöyle demektedir.
«Bir kimse beş esası
benimsemedikçe Mu'tezile'den olamaz. Bunlar, tevhid, adi, va'd, va'id, menzile,
beyne'l-menzileteyn, ve iyiliği tavsiye kötülükten sakın-dırmakdıi'.»
Ebu'l-Hasan el-Eş'ari
Makalatü'l-İslâmiyyin adlı eserinde Tevhİd'in manasını açıklamaktadır
ki,"özetle şöyledir: Tevhid Allah'ın benzer ve misilden münezzeh
olmasıdır. Binaenaleyh O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O'nun otoritesine hiç
kimse ortak olamaz. İnsanlar için geçerli olan herhangi bir şey O'nun için
sözkonusu olamaz. O'nun bir şeyden fayda sağlaması veya zarar görmemesi mümkün
değildir. Allah Taala sevinç, lezzet, acı veya keder duymaz. O'nun sonu
yoktur, hakkında yokluk caiz değildir. Zat-ı akdesi için acizlik ve eksiklik
bahis mevzuu olamaz. Yüce Allah (C.C.) kadınlarla ilişkili olmaktan, kendine
eş ve oğul edinmekten mü-nezzehdir.
Mu'tezile buradan
hareket ederek cisim olmasını ve bir cihette bulunmasını gerektireceği için
Allah Taala'nin (C.C.) ahirette görülemeyece-şmı, kendi görüşlerine göre birden
fazla kadimin bulunması gerekeceği 'Çin Allah'ın (C.C.)sıfatlarının zatından
başka bir şey olmadığını Yüce AI-J^ın kelâm sıfatının olmadığını, kabul
ettikleri İçin Kur'an'ın Allah'ın (C. C-J mahluku olduğunu ileri sürerler.
Adi prensibine göre
Allah Taala (C.C.) fesadı [zulmü) sevmez. Kulla-rır>ın fiillerini
yaratmaz.İnsanlar Allah'ın (C.C.) kendilerine verdiği ve yapılarına
yerleştirdiği kudret sayesinde emrolundukları fiilleri işler,
nehyo-İundukiarından da kaçınırlar. Allah (C.C.) murad etmediği bir şeyi emretmediği
gibi, ancak istemediği şeyleri yasaklar. Yüce Allah emrettiği her iyi amele
taraftar olup yasakladığı her günaha karşıdır. Ondan uzaktır. Kullarından güç
yetiremedikleri bir şey istemez. Yapamayacakları bir şeyi murad etmez. Va'd ve
va'id prensiplerinin manası ise Allah Taala'nın hayır amel işleyeni mükâfatlandırması,
günah işleyeni de cezalandırması, tevbe etmediği sürece büyük günah işleyenleri
affetmemesidir.
Menzile beyne'I-menzileteyn esasına gelince
bunun Mu'tezilenin lideri Vasil
b. Ata şöylece açıklamaktadır.
îman bazı güzel
hasletlerden ibarettir. Bu hasletler bir kimsede bulununca o kimseye mümin
denir. Mü'min kelimesi övgü ifade eden bir isimdir. Fasık ise güzel hasletleri
(fiilleri) şahsında toplamaz. O medh bildiren bir sıfata lâyık değildir. O'na
mü'min denemez. Nitekim o kâfir de değildir. Çünkü kelime-i şeha-det ve diğer
bazı hayır ameller gibi inkârı mümkün olmayan hasletleri vardır. Ancak işlediği
büyük günaha tevbe etmeden Ölürse ahirette cehenneme gider ve orada ebedi
kalır. Çünkü orada sadece iki gurup vardır: Cehennemlikler ve cennetlikler.
Ancak bu kimsenin azabı kâfirinkinden daha hafif olur.»
Emr bil-maruf ve nehy
ani'l-münker (iyiliği tevsiye etmek ve kötülükten sakındırmak) esasına
gelince, Mu'tezileye göre İslâm'ı yaymak, sapi-taniarı hidayete erdirmek ve
insanları uyarmak için bu husus her mü'mi-ne vaciptir. Bu vecibeyi her mü'min
kendi imkânı çevresinde; hatip hi-tabetiyle, alim ilmiyle ve asker silahıyla
eda eder.
195-
Mu'tezüiler, akidelerine delil getirirken akli hükümlere dayanıyorlardı.
Eşyanın hakikatina, inanç esaslarını anlama hususunda akla dayanmalarının
sonucu olarak, eşyanın güze! ve çirkin olduğun akıl vasıtasıyla
hükmediyorlardı. Şehristani'nin Milel ve Nihai adlı kitabında zikrettiği gibi
şöyle demekteydiler:
«Bütün eşya akılla
bilinir. Allah'a (C.C.) şükretmek din gelmeden Önce kula vacip olur. Güzellik
ve çirkinlik güzel ve çirkin olan şeyin sıfatlarıdır.»
Mu'tezile
üstadlartndan biri olan Cübbaî bu konuda şöyle demektedir :
«Allah Taala'nın (CC.)
yasaklaması caiz olan her ma'siyyet yasaklandığı için çirkindir. Yüce Allah'ın
(C.C.) mubah kılması caiz olmayan her bir ma'siyyet de (Allah'ı tanımamak gibi)
lizatihi çirkindir. Keza Ö'nun emretmemesi caiz olan her şey emrolunduğu için
güzeldir. Emretmemesi caiz olmayan ise lizatihi güzeldir.»[92]
Bu noktadan hareket
eden Mu'tezile Allah (C.C.) için salah ve aslan olanı yapmanın vacip olduğunu
ileri sürerler. Mu'tezile'nin cumhuruna göçe Allah (C.C.) ancak salih
(hayırlı) olanı yapar. Bu O'na vaciptir. Yüce Allah (C.C.)'ın yaptığı her fiil
hayırlıdır. O'nun saiih (hayırlı) olmayan bir fiili yapması mümkün değildir.
196-
Düşünceleri, görüş ve metodlarına baktığımızda Mu'tezilenin Abbasî döneminde
bulundukları ortamda revaçta olan felsefeden bazı görüşler aldıklarını
görebiliriz. Binaenaleyh Mu'tezile alimi, düşüncelerinde diğer mezhep
alimlerinin önem vermediği yalnız Mu'tezilenin değer verdiği felsefi bir bakış
açısına sahipti.
Bu mezhebin
alimlerinin çoğu felsefi araştırma arzusu duyuyorlardı. Ancak bununia birlikte
bu âlimler böyle bir çalışmaya mecbur kalmışlardır. Çünkü onlar İslâm'a
taarruz eden kimselerle mücadele ediyorlardı. Filozoflar da İslâm'a hücum
ediyorlardı. Mu'tezile âlimleri filozofları yenebilmek için onların
bilgilerini öğrendiler ve bazı metodlarım kullandılar. Mu'tezile alimleri
gerçek manada İslâm filozofu idiler.
197-
Mu'tezilenin Emevi halifeleri ile olan ilişkileri olumlu sayılmazdı; onlara ne
bağlı ve ne de karşı idiler. Abbasilere gelince, önce Mansur ve peşinden Mehdi
onları etraflarına aldılar. Onların delil ve burhanlarını zındıklar ve
zındıklık hareketine karşı bir silâh gibi kullandılar. Me'mun gelince
Mu'tezileyi özel dostları arasına soktu ve kendisinin de Mu'tezile fikirlerini
benimseyen bir Mu'tezilî olduğunu açıkladı. Bir süre sonra, Mu'tezile ileri
gelenlerinden bîri olan vezir Ahmed b. Ebû Duad, halifeye halkı, Kur'ân'ın
mahluk olduğunu kabul etmeye zorlaması ve aksi görüşte olanları müsiüman
saymaması yolunda telkinatta bulundu. Mer-mun'dan sonra Mu'tassm ve Vasık
fukaha ve muhaddislere bu noktada zor kullandılar. Ahmed b. Hanbel bu halifeler
döneminde büyük haksızlıklara maruz kaldı. İbn-i Teymiyye haik-ı Kur'ân
meselesinde Ahmed b. Hanbei ile aynı görüştedir. Bu konu İbn-i Teyrniyye'nin
çalışmalarında önemli bir yer işgal eder. Kendisinin Allah'ın (C.C.) Kelâm ve
sıfatı ile ilgili bir de
risalesi vardır.
Halife Mütevekkil
tahta çıkınca Ahmet B. Hanbel'i serbest bırakarak Mu'tezile'yİ takibe başladı.
Sonra aradan geçen asırlarla birlikte Mu'tezile Şia dışında kimseden bir itibar
görmez oidu. Nitekim İbn-i Ebu'l-Hadid'in de ifade ettiği gibi İsna aşeriyyenin
Mu'teziti fikirlerden istîfsde ettiği bi iinmektedir.
198-
Mutezile bahsettiğimiz beş esasta ittifak etmekle birlikte, akaid konularını
anlarken akla dayanmaları ve cüzi meselelere girmeleri yüzünden birçok fırkaya
ayrılmışlardır. Bu fırkaların
herbiri görüş ayrılıgına düşen zatın ismine atıfla ayrı
ayrı isimlerle anılmışlardır. Bu fırkalar şunlardır:
(1)
Vasiliyye: Bunlar Mu'tezİle'nin lideri olan Vasıl b. Ata'nın tabileridir.
(2)
Hüzeyfiyye: Ebu'l-HDzeyl el-Allaf'ın tabileridir.
(3)
Nezza-niyye: En-Nezzam'ın tabileridir.
(4)
Haitİyye: Bunlar da Ahmed b. Hait'in tabileridir.
(5)
Bişriyye: Bişr b. el-Mu'temir'in peşinden gidenlerdir.
(6) Muammeriyye:
Muammer b. Ubbad'a tabi olanlardır.
(7)
Merdaniyye el-Mer-dan lakabiyle bilinen İsa b. Sabih'in peşinden gidenlerdir.
(8)
Sümmaniy-ye: Sümame b. Eşras en-Nümeyriye tabi olanlardır.
(9)
Hişamiyye: Hîşam b. Ömer'e bağlı olanlardır.
(10) Cahiziyye:
Cahiz'e bağlı olanlardır.
(11)
Hayyatiyye: Ebu'I-Hüseyn el-Hayyat'in peşinden gidenlerdir.
(12)
Cübbaiy-ye: Ebu'l-Hasan el-Eş'ari'nin hocası Ebu AN ef-Cübbai'nin tabilerîdir.
(13)
Behşemiyye: Cübbai'nin oğlu Ebu Haşim Addüsselâm'ın tabileridir.
199-
Mu'tezİle'nin bu ölçüde ihtilafa düşüp gruplara ayrılmasının sebebi yukarıda
işaret ettiğimiz akla dayanmalarından başka taklide son derece karşı olmaları,
herhangi bir araştırmaya girmeksizin başka birine bağlı olmaktan
kaçınmalarıdır. Hiç bir Mu'tezili diğerini taklid etmemiştir. Onların
prensipleri şu olmuştur: Herkes dinin esaslarında İçtihadı kendisini nereye
götürmüşse onunla yükümlüdür. Hülâsa bir talebenin ayrı bir fırka sahibi
olabilmesi için bir meselede hocasına muhalefet etmesi kâfi olmuştur.
Zikrettiğimiz Mu'tezile fırkaları içinde hocası ile ihtilâfa düşen talebelerden
doğanlar vardır. Meselâ Ebu'l-Hüzeyl el-Allâf bir fırka imamıdır Talebesi
Nazzam O'na muhalefet etmiş bir fırkada O'nun olmuştur. Çahız da hocası olan
Nazzam'a muhalefet etmiş, O'nun da bir fırkası olmuştur. Cübbai'nin bir
fırkası vardır. O'na muhalefet eden oğlunun da başka bir fırkası olmuştur. [93]
200- Sırtını
Abbasî halifelerine dayayan Mu'tezileler muhaliflerine karşı sert davranışlara
saptılar. Nerede bir meşhur fıkıh veya hadis alimi varsa fikirleri yüzünden
onlara baskı yaptırdılar. Sonunda Mu'tezile fikirlerini benimseyenler dışında
kimsenin kurtulamadığı bu haksızlıklar ve eziyetler karşısında halk, bu
kimselerin yaptıkları İslâmî hizmetleri
unuttu, adeta yok hükmünde kabul etti. Mütevekkil tahta geçince Mu'tezile'yi saraydan
uzaklaştırıp onların hasımları olan ehl-i sünnet ulemasını himayesine aldı.
Fıkıh ve Kelâm alimleri de halkın ve önde gelen eşraf ve yöneticilerin
destekleriyle Mu'tezile'ye karşı atağa geçerek mücadeleye başladılar.
201- Üçüncü
asrın sonunda ve dördüncü asrın başında gerek fikirleri ve gerekse tabilerinin çokluğuyla dikkati çeken
iki zat ortaya çıktı.
Bunlar Ebû Mansur
Maturidİ ile Ebu'l-Hasan el-Eş'arî idi. Bu iki alimi, Fıkıh ve Hadis
ulemasının ileri sürdükleri fikirleri savunuyorlardı.
Semerkand'ın Mâtûrid
şehrinde de doğmuş olan Mâtûridi, hanefi mezhebi prensiplerine göre Fıkıh ilmi
tahsil etmiş, sonunda Maveraünnehr bölgesinde fıkıh, usulü fıkıh ve diğer dini
ilimlerde müslümanların müracaat ettikleri bir alim seviyesine gelmişti.
Usu'l-ü fıkıh dalında Kitabu'l-Cedel'i ve Me'hazu'ş Şeria adlı kitaplarını
yazdı. Daha çok Kelâm Ümİndeki mevkii İle meşhur olan Maturidi, bu sahada
Horasan halkı için, ileride temas edeceğimiz Eş'arî Mezhebine paralel bir
mezhep teşkil etti. Muhammed Abduh. Akaidü'l-Adudiyye üzerine (yazdığı)
talikinde Maturidiyye ile Eşa-rîyye arasındaki ihtilaflı konuların otuza yakın
olduğunu zikretmiştir. Ancak alimlerin çoğu bunların cüz'i meseleler olduğu ve
ihtilâfın lâfzî olduğu, her iki mezhebin de esas ve gayede ittifak halinde
oldukları görüşündedirler. Maturidi Kelâm ilmi dalında er-Reddü ala'İ-Kaİbi
el-Mu'tezili Ey-hamu'l-Mutezile, er-Reddu ala'r-Rafıda ve er-Reddü
ala'i-Karamıta adlı eserleri yazmıştır, Maturidi h. 333. yılında vefat
etmiştir.
202- Eş'arî
ise Basra'da doğmuş ve H. 330'lu yıllarda vefat etmiştir. Kelâm ilminde
Mu'tezile mezhebi esaslarına göre yetişen Eş'arî, bu mezhebin üstadlarından Ebu
Ali El-Cübbaî'ye talebelik yapmıştır. Eş'arî hocasının yanında bulunduğu
sıralarda güzel konuşma ve münazara etme kabiliyetinden dolayı kalâmî
tartışmalara Cübbaiyye vekaleten kendisi katılırdı. Çünkü Cübbaî şifahî
tartışmalarda başarılı olamaz, fikirlerini yazı ve kalemi ile daha iyi
savunurdu. Ne var ki, Eş'arî zamanla, sofralarından beslenmiş, bütün fikir
meyvelerinden toplamış olmasına rağmen kendisinin Mu'tezili fikirlerden
uzaklaştığını hissetmeye başladı. Kendileriyle bir arada bulunmamış, İslâm
akidelerini onların metoduyla edinmemiş olmakla birlikte içinde fıkıh ve hadis
alimlerinin akaidle ilgili görüşlerine bakmaya başladı. Sonunda bir süre
evinde itikafa girdi ve iki tarafın dayandıkları delilleri değerlendirdi.
Sonunda vardığı nokta Mu'tezİle'nin karşısında bir yerdeydi. Çarşıya çıktı.
Karşılaştığı kimseleri camiye davet etti. Bir Cuma günü Basra Camii minberine
çıkarak şu konuşmayı yaptı:
«Ey mü'minler, size
kendimi tanıtayım. Ben Ebu'I-Hasen el-Eş'arî'yim. Daha önceleri Kur'ân'ın
mahluk olduğunu, Allah Taala'ın (C.C.) gözlerle görülemeyeceğini kötü fiilleri
bizim kendimizin yarattığımızı, savunurdum. Şu andan itibaren o fikirlerimi
bırakıyorum. Bundan sonra Mu'tezile ile mücadele edecek, onların yanlış
fikirlerine karşı çıkacağım. Mü'minler, aranızda bulunmadığım bu süre içinde
Mu'tezİle'nin delilleri ile diğer hadis ve fıkıh ulemasının delillerini gözden
geçirdim. Bana her iki tarafın delili denk gibi göründü. Bunun üzerine. Allah'a
(C.C.) yalvarıp bana yol göstermesini talep ettim. Yüce Allah (C.C.) bana Şu
kitaplarımda bulunan düşüncelerimi lütfetti. Şimdi şu elbisemi çıkardığım gibi,
bugüne kadar inandığım bütün fikirlerimi kafamdan çıkarıyorum. Eş'arî üzerinde
bulunan bir elbiseyi sırtından çıkarır, Fıkıh ve Hadis âlimlerinin fikirlerine uygun
olarak yazmış olduğu yazıları oradakilere verir. Bu yazılarda Mu'tezüe'ye karşı
itirazları Fıkıh ve Hadis alimlerini destekleyen düşünceler vardı. Ebu'I-Ha.
sen Eş'ari yeni prensiplerine ve Mu'tezüe'ye karşı itirazlarına kısaca temas ettiği
el-îbane adlı kitabının mukaddimesinde Allah'a (C.C.) hamd ve sena, Resulüne
salat ve selamlarını takdim ettikten sonra şöyle demektedir:
«Mu'tezile ve
Kaderiyye'nin çoğu nefislerine uyarak imamlarını ve seleflerini taklid ettiler.
Kur'an-ı Allah'ın (C.C.) bildirmediği, bir açıklama yapmadığı tarzda, Hz.
Rasûlullah'tan (S.A.V.) ve seleften öyle bir rivayet bulunmadığı halde,
sahabenin Rasûlullah'tan fS.A.V.) ahirette gözlerle görülebileceği tarzındaki
rivayetlerine muhalefet ettiler. Oysa bu konuda muhtelif senetlerle naklolunan
hadisler, mütevatir eserler ve rivayetler vardır. Hz. Peygamber'in (S.A.V.)
şefaatini inkâr edip selef-i salihinin bu konudaki rivayetlerim reddettiler.
Sahabe ve Tabiinin icma'ma rağmen, kabir azabını ve kâfirlerin mezarlarında
azap gördüklerini inkar ettiler. «Bu bir insan sözüdür» diyen müşriklerin
sözlerine bir na. zire olarak. Kur'ân'm insan sözü gibi hadis okluğunu iddia
ettiler. Biri iyiliği, diğeri kötülüğü yaratan iki Tanrı'nın varlığına inanan
Mecusiler gibi, kötülüğü (şerri) İnsanların yarattığını ileri sürdüler.
Allah'ın (CC) olmayacak bir şeyi dilediğini, O'nun dilemediği bir şeyin
olabileceğini iddia ettiler. Allah'ın (C.C.) dilediği oîur, dilemediği de
olmaz, diyerek icma yapan müslümanlara muhalefet ettiler. «Allah (C.C.)
dilemedikçe sîz dilemeyesiniz» buyurarak Allah'ın (C.C.) dilemesini
dilemedikçe bizim bir şeyi dilemeyeceğimizi bildiren âyetini reddettiler. Yüce
Allah'ın «Allah dileseydi onlar savaşmazlardı.» «Dileseydîk her nefsi hi.
dayete erdirirdik» «O, dilediğini yapandır» meallerindeki âyetlerine, bir
âyetinde «Suayb'dan (S.A.V.) naklen «Rabbîmiz Allah dilemedikçe biz oraya
dönemeyiz» nassına muhalefet ettiler. O'nun için Hz. Peygamber onlara bu
ümmetin mecusi-leri adını vermiştir. Çünkü onlar Mecusiler gibi inandılar,
onların konuştuğu gibi konuştular. Kötülüğün ve iyiliğin, ayrı birer tanrısı
bulunduğunu, însanm Allah'ın (C.C.) dilemediği bir şeyi yapabileceğini iddia
ettiler. Allah'ın (C.C.) «De ki, Allah dilemedikçe ben kendime bîr favda ve
zarar vermek gücüne sahip değilim.» mealindeki âyetini reddederek Kur'ân'dan
ve müslümanlarm icmamdan saptılar, kendi nefislerine zarar ve fayda verme
gücüne sahip olduklarını iddia ettiler. Amellerinde Allah'ın (C.C.) bir
müdaheîesi olmadığını, tek başlarına kendi fiillerini yarattıklarını ileri
sürdüler. Allah'a (C.C.) bir ihtiyaçları olmadığım zannettiler. Kendilerini Allah"
gibi güç yetîren bîr varlık olarak tavsif ettiler. Nitekim Mecusiler de
Şeytan'm güç yetirdiğine inanıyorlardı. Hulâsa onlar bu ümmetin Me-cusileri
idiler. Çünkü onlar gibi inanmış, onlar gibi konuşmuşlardı. Onların sapık
görüşlerine meylettiler. Halkı Allah'ın (C.C.) rahmetinden ümitsizliğe ittiler.
«Allah'ın (C.C.) bunun dışındaki sunanları dilediği kimselerden affeder.»
mealindeki âyete muhalefet edip günahkâr mü'minlerin Cehennem'e gireceğini ve
orada ebedî azap göreceğini iddia ettiler. Cehennem'e giren bir kimsenin oradan
asla çıkamayacağım da iddia ettiler. Hz. Rasnîûllah'tan CRA.V-) rivayet edilen;
«Ce> hennem'de yanın cezasını çektikten sonra AHan (C.C.) bn-n kimseleri
oradan çıkarır.» tarzındaki hadise muhalefet ettiler. Allah Taala: (C.C) «Celâl
ve İkram sahibi olan Rabb'inin vechi baki kalır.» buyurduğu halde onîar O'nun
vechinin ol-masmı kabul etmediler. Allah (CC) «el'mde varattiemn» buyurduğu
halde de O'nun elinin olmasını reddettiler. Allah'ın (C C.) sözünün olmas'm da
inkâr ettiler. Halbuki Yüce Allah «KÖzIerimVden önünde aVir» Hdlvordi*»
«gözümün önünde büyü-yesin dîye» buyurmuştur. Hz. Pevgamber'in (S.A.V.); «Allah
dünya semasına İner» mealindeki hadisini reddettiler. Ben bütün bunları ayrı
bağlar halinde zikredeceğim İnşallah. Yardım ve tevfik Allah'tandır. İçinizden
biriniz şöyle diyebilirsiniz.
Mu'tezile Kaderiyye,
Haruriyye Rafıda ve Mürcie'nin görüşlerini reddediyorsun, oeki sen ne diyor,
nasıl, inanıyorsun? Bize bildir. Ona şöyle cevap veririz. Bizim sözümüz ve
inancımız Allah'ın (CC.) kitabına ve Peygamberimizin (S.A.V.) sünnetine
ittibadır. Sahabe Tabiin ve Hadis imamlarından rivayet olunanlara tabi
olmaktır. Biz bu yoldan Ahmed b. Hanbel'in (Allah (C.C.) yüzünü parlak, derecesini
yüksek ve mükâfatını bol eylesin) yolundan gidiyoruz. O'na muhalefet edenlerden
uzak duruyoruz. Çünkü O muhterem imam, sapıklık çıktığı zamanda Allah'ın
(C.C.) kendisiyle hakkı izhar ettiği, takip edilecek olan yola açıkladığı
bid'atçıların bid'atlarmı, sapıtmışlarm sapıklıklarını, şüphecilerin şüphelerini
söküp attığı olgun bir reistir. Allah (C.C.) o Öncül imama ve bütün
müslümanlara rahmet eylesin.
Biz özet olarak
Allah'a (C.C.) O'nun meleklerine, kitablanna peygamberlerine, onların
Allah (C.C.) katından
getirdiklerine ve sika kimselerin Rasulallah'. tan (S.A.V.)
riyayet ettikleri sünnete
İnanırız. Allah'ın (C.C.) bir tek olduğuna hiç bir şeye muhtaç olmadığına eş ve
çocuk edinmediğine, Hz. Muhammed'in
(S.A.V.) O'nun kulu ve Rasulu olduğuna İnanırız. Biz inanırız ki, kıyamet
kopacaktır. Bunda şüphe yoktur. Allah (C.C.)
kabirdeki ölüleri diriltecektir. O, arşa
istiva etmiştir. Nitekim
kendisi «Rahman arşa
istiva etti» buyurmuştur.
O'nun yüzü vardır. Nitekim; «Celâl ve ikram sahibi olan Rabbi'nin yüzün
baki kalır» buyurur. «O'nun elleri açıktır.» buyuran Allah'ın (C.C.) eli vardır. O'nun gözü vardır. Kur'an'da; «gözlerimizin önünde akıp gidiyordu.»
buyrulmuştur. Ancak bu .sıfatların keyfiyetini bilemeyiz. Allah'ın iüm sıfatı
vardır. «O'nu ilmiyle indirdi» buyurmuştur. O'nun kudreti, kudret sıfatı da
vardır. Çünkü «Onlar kendilerini yaratan Allah'ın onlardan daha güçlü olduğunu
bilmezler mi? buyurmuştur. Yüce Allah'ın
(C.C.) işitme ve görme sıfatları da vardır. Mu'tezile ve Cehmiyye
gibi bunları inkar etmeyiz.
Allah'ın (C.C.) kelâmının
mahluk olmadığına, yarattığı her şeyi «ol» deyip O'nun da
«oluvermesiyle» yarattığına, hayır ve şer O dilemedikçe hiç bir şeyin olmayacağına, eşyanın
«O'nun dilemesiyle meydana
geldiğine inanırız. Hiç kimse Allah yaratmadan hiç bir şeyi yapamaz,
bir fiil işleyemez. Biz Allah'tan (C.C.)
müstağni olamayız, O'nun
ilminin dışına çıkamayız
O'ndan başka yaratıcı yoktur.
Kulların fiilleri Allah'ın hem makduru
ve hem de mahlukudur. Yüce Allah (C.C.) «Allah sîzi ve amellerinizi yarattı»
buyurmuştur. İnsanlar yaratamazlar,
kendileri yaratılmışlardır. Kur'an'da 'Onlar yoktan mı yaratıldılar, yoksa
kendileri mi yaratıcıdırlar?' buyurulmuştur. Bu manadaki ayetler çoktur. Allah Taala (C.C.) mü'min
kullarını zatına itaat etmeleri için
muvaffak kılar, onlara merhamet eder, onları korur. Kendileri salih olsalar da onları İslah eder. Kullar
Allah (C.C.) hidayet ettiği için
hidayette olurlar. Kur'an'da «Allah'ın
(C.C.) hidayet ettiği kimse hidayette olur. Dalalete sevk ettikleri ise hüsrana
uzayanların ta kendisidirler.» buyurulmuştur. Biz Allah'ın (C.C.) kaza ve kaderine,
hayır ve şerrine tatlı ve ekşisine iman ederiz. Bize yazılanın mutlaka başımıza
geleceğine, bazımıza gelmeyenin ise
bizim için takdir edilmemiş olduğuna
inanırız. Biz Allah'ın (CC.) kelâmı olan Kur'ân'm yaratılmamış olduğuna, aksini
iddia edenlerin kâfir olduklarına hükmederiz. Allah'ın (C.C.) ahirette gözlerle
ayın öndördüncü gecesi
görüldüğü gibi görüleceğine
inanırız. Hadiste varid olduğu
gibi, mü'minler Allah'ı (C.C.)
görürler. Kâfirler ise O'nu göremezler. Nitekim Kur'an'da;
«Kâfirler o gün Rablerinden men olunurlar» Duyurulmuştur. Biz ehl-î kıble olan
herhangi bir kimseyi zina, hırsızlık ve içki içmek gibi bir günahından dolayı
tekfir etmeyiz. Hariciler
İse böyle bir
kimsenin kâfir olduğunu iddia ederler. Bir kimse bir büyük
günahı haram olduğunu kabul etmeden, onu
helâl sayarak isterse onun
kâfir olacağına hükmederiz. Allah
Taala'nm (C.C.)
Hz. Peygamber'in
(S.A.V.) şefaatıyla bazı kimseleri Cehennemde azap gördükten sonra oradan
çıkaracağına inanırız. Kabir azabına iman ederiz. îman söz ve amelden İbaret
olup artar ve eksilir. Rasûlullah'ın (S.A.V.) ashabı olan selefi sever, onları
Allah'ın (C.C.) övdüğü gibi över ve kendileriyle dost oluruz. Hz. Peygam.
berden (S.A.V.) sonra ilk halifenin Hz. Ebu Bekr (R.A-) olduğunu, Allah'ın
(C.C.) O'nunla dinini yücelttiğini ve mürtecilere karşı kendisine yardım
ettiğini kabul ederiz. Ebu Bekr'den (R.A.) sonra halife Ömer (R.A.) dır. Ondan
sonra Halife Hz. Osman' (R.A.) dır. Katilleri O'nu haksız yere öldürmüşlerdir.
Dördüncü halife ise Hz. Ali (R.A.) dır. Bu zatlar Rasûlullah'tan (S.A.V.) sonra
gelen hak imamlardır. Onların halifelikleri nübüvvet halifeliğidir. Peygamber
efendimizin müjdelediği on sahabenin cennetlik olduklarına şehadet ederiz.
Diğer sahabeye dost olur, aralarında çıkan tartışmalara girmeyiz. Dört
halifenin faziletli ve hidayette olduklarına, bu konuda diğer ashaptan üstün
olduklarına inanırız. Rivayetlerde geçen Allah'ın dünya semasına inmesine,
«Bir istekte bulunan af dileyen yok mu?» diye nida etmesine ve diğer
rivayetlere iman ederiz. Müslüman halifelerin iyiliğine dua eder, onlara itaat
ederiz. Deccal'm çıkacağını kabul eder, kabir azabına, münker ve nekir'e
inanırız. Miraç hadisini tasdik eder, uykuda görülen pek çok rüyanın sahih
olabileceğini kabul ederiz. Ölen mü'mînler için verilen sadaka ve yapılan
duanın fayda vereceğini kabul ederiz. Allah'ın (C.C.) salih kullarına bazı
kerametler verebileceğine İnanırız. Müşriklerin çocukları hakkında şöyle
söyleriz. Allah Taala (C.C.) ahirette onların karşısına bir ateş çıkarır ve
'buna giriniz' diyerek onları imtihan eder. Nitekim bu mealde rivayet de vardır.
Fitneye sebep olan her şeyden uzak kalmayı ehl-İ hevadan ayrı durmayı uygun
görürüz. İleride bunların tefsilâtma gireceğiz.»
203- Bunlar
Eş'arî'nin Mu'tezüe'den ayrılıp fukaha ve muhaddisin yoluna döndükten sonra
ilân ettiği yeni fikirlerinin bir hülâsasidir. Bu hülâsadan, şu hususları
çıkarabiliriz :
1) Eş'arî
Kitap ve Sünnette yer alan bütün akaid maddelerine inanmakta, bu hususta her
türlü ikna metodlarmı delil olarak kullanmaktadır.
2) Teşbihi
akla getiren âyetlerin zahirini herhangi bir teşbihe düşmeden kabul etmektedir. Allah'ın (C.C.) yüzü olduğuna fakat bunun insanların yüzü gibi
olmadığına inanmakta, O'nun mahlukatın ellerine benzemeyen eli olduğuna iman
etmektedir.
3) Eş'arî akaid
konularında ahad hadislerle
istidlal olunabileceğini kabul etmiş, ahad hadisle sabit olan bir çok meseleye
iman ettiğini açıklamıştır.
4) İnançlarında
Mu'tezile ve bütün ehl-i dünyadan uzak durmuş, haktan sapan pek çok kimsenin
düştüğü hataya düşmemeye dikkat etmiştir.
204-
Gerçekten Eş'arî'nin fikirlerinden pek çoğu aşırı uçlar, zıt fikirler arasmda
doğru ve mu'tedil bir noktadadır. O büyük düşünce adamının hayatını araştıran
bir kimsenin, geniş ilim ve bilgisinden dolayı O'nun zor olanı bir orta yol
olarak seçmesinin kendisi için zor olmadığını görür. MakaiatüT-İslâmiyyin
kitabı Eş'arî'nin bütün farklılıklarına rağmen, çeşitli İslâm mezhepleri
hakkında geniş bir bilgi sahibi olduğunu gösterir. Ayrıca bir araştırıcı O'nun
bütün fikir ve akidelerindeki itidali görmekte zorluk çekmez. Meselâ O'nun
Allah'ın (C.C.) sıfatları konusundaki görüşü hayat, sem ve basar sıfatlarını
inkâr eden Mu'tezile ve Cehmiyye ile Allah Taala'yı (C.C.) teşbihe sapan Haşeviyye ve
Mücessime'nin görüşleri arasında orta bir yerdedir. Keza insanın kudreti ve
fiilleri konusundaki görüşü de Cehmiyye ile Mu'tezile arasında orta bir
görüştür. Mu'tezile insanın fiillerini yaratmaya ve kesbetmeye muktedir
olduğunu iddia ederken, Cehmiyye insanın bunlardan hiç birine kudretinin
bulunmadığını id- ' dia etmektedir. Eş'arî ise insanın yaratmaya değil de
sadece kesbe güç yetirdiğini kabul eder [94]. Meselâ
Müşebbihe Allah Taala'ntn
ahirette keyfiyetti ve sınırlanmış olarak görüleceğini, Mu'tezile ve
Cehmiyye İse asla görülemeyeceğini iddia ederlerken, Eş'arî yine orta bir yol
tutar ve Allah'ın (C.C.) herhangi bir keyfiyet ve sınırlama olmaksızın
görüleceğini kabul eder. Keza Mu'tezile Allah'ın (C.C.) elinin kudret ve nimeti
manasına, Haşevİyye ise bir organ tarzında olduğunu ileri sürerken [95],
Eş'arî orta bir yo! takip eden ve onun sem ve basar gibi bir sıfat olduğunu
ilân eder. Haşevîyye de Kur'an'ın yazıldığı harfler, boyalar ve kağıtların da
kadim olduklarını iddia eder. Bu hususta da İki görüş arasında orta bir yol
tutan Eş'arî Allah'ın kelamı olan Kur'an'ın kadim olduğunu, onun mahluk ve
hadis olmadığını, fakat harf, kağıt, boya ve seslerin mahluk olduklarını kabul
etmektedir. Keza Mu'tezile büyük günah işleyen bir mü'minin cehen-nem'de ebedi
olarak yanacağını iddia ederken, Mürcie Allah'a (C.C.) imanı olan bir kimsenin
ne olursa olsun işlediği büyük günahtan herhangi bir azap görmeyeceğini ileri
sürer. Bu konuda da orta bîr yol tutan Eş'arî böyle günahkar bîr kimseyi
Allah'ın (C.C.) dilerse affedip Cennet'e koyacağını, dilerse günahına karşılık
cezalandırdıktan sonra yine Cennet'e alacağını kabul
etmektedir. Yine Rafıziler
Hz. Peygamber (S.A.V.)
ve Hz. Ali'nin (R.A.) Allah'ın (C.C.) izin ve emri olmaksızın şefaat
edeceklerini, iddia etmişlerdir. Mu'tezile ise şefaat diye bir şeyi kabul
etmemektedir. Orta bir yol tutan Eş'arî ise Hz. Peygamberin (S.A.V.) azabı hak
etmiş olan mü'minlere Allah'ın (C.C.) emir ve izin ile şefaat edeceğini, O'nun
razı olmadığı kimseleri ise affetmeyeceğini kabul etmiştir.
Böylece Eş'arî
mezhebinin itidal ve orta bîr yol olduğunu görmüş bulunuyoruz. Orta yol ise
çoğu kez hak ve doğru ölçüyü temsil eder.
205- Eş'arî
akaid konularını isbat ederken nak! ve akla dayanmıştır. Eş'arî Kur'ân ve
Sünnet'te varid olan Allah'ın (C.C.) sıfatlarını, Peygamberlerini, ahiret
gününü, melekleri, hisab, ceza ve mükâfatı kabul etmiş, bunlar da akli
delillerden, mantıki burhanlardan, filozofların kullandıkları felsefî kaziyye
ve meselelerden İstifade etmiştir. Bunun birkaç sebebi vardır:
1) Eş'arî
Mu'tezile arasında yetişmiş, onların fikirlerinden istifade etmiştir. Onun
İçin akaid konularını ele alırken onların metodlarından istifade etmiş, fakat
sonuç ve hüküm bakımından onlardan ayrılmıştır. Bilindiği gibi, Mu'tezile metod
olarak mantık ve felsefe metoduna bağlı kalmıştır.
2) Eş'arî Mu'tezile ile
mücadele etmiştir. Binaenaleyh
hasımlarını susturup ortaya attıkları şüpheleri izale etmek,oniara kendi
metodlarıyla mukabele etmek için hasımlarının delilleri türünden deliller serdetmek, aynı tarz
istidlalde bulunmak durumunda kalmıştır.
3) Eş'arî
ayrıca filozoflar, Karamita, Batiniyye, Haşevfyye Ravafız ve benzeri ehl-i
bid'at, batıl mezhepler ile de mücadele etmiştir. Bu mezheplere mensup
olanların pek çoğu akli delillerden başka birşeyle ikna olmazlardı. Ayrıca
bunlar arasında bulunan filozoflar da nakil ve nasları delil saymazlardı.
Zamanla Eş'arî büyük
bir şöhrete kavuştu. Artık pek çok tabii vardı. Yöneticilerden de destek
görüyordu. Bölgesindeki Mu'tezile, gayr-i müslim ve batıl mezhep sahibi
hasımlarına karşı mücadele verdi. Her bir tarafa gönderdiği yardımcıları ehl-i
sünnet ve cemaate hasım ve muhalif olan kimselere karşı büyük bir uğraş
verdiler. Alimler onu ehl-i sünnetin imamı lakabına lâyık gördü.
206- Ne var
ki, bununla birlikte Ebu'I-Hasan el-Eş'arî'ye muhalif olan din alimleri de
vardı. Meselâ Ibn-i Hazm, O'nu insanın fiilleri ile ilgili görüşünden dolayı [96]
Cebriyye'den saydığı gibi büyük günah işleyen mü'min ile ilgili görüşünden
ötürü Mürcie'den saymıştır [97].
İbn-i Hazm bu iki konu
dışında diğer bazı konularda da Eş'arî'yi tenkit etmiştir. Ancak bununla
birlikte O'nun muhalifi olan mezhep ve kimseler zamanla zayıflayıp tarih
sahnesinden silinip giderken aynı zaman içinde Eş'arî'nîn taraftarları gün
geçtikçe güçlenmişlerdir. Eş'arî'nin düşüncelerini benimseyen, tarafları
Maturidi ve tabileri Mu'teziie ve inkarcılarla mücadele etmiş, çeşitli
metodterla, bütün iman konularında onlarla karşı karşıya gelmişlerdir.
Eş'arî'nin tabileri
İçinde en belirgin ve güçlü şahsiyet, en etkili isim £bû Bekr el-Bakıllanı'dir[98].
Büyük bir âlim olan Bakillanî Eş'arî'nin ke-lâmi konularını tanzim etmiş,
Allah'ın (C.C.) birliğinin akli deliller ve onların mukaddimeleri
üzerinde durmuştur. Bakillanî;
cevher, araz konularından bahsetmiş,
arazın arazı hamil olamayacağını bir arazın İki zamanda baki kalamayacağım vs.
konu etmiştir. Bakiilâni Eşa'rî'nin görüşlerine bağlı kalmakla yetinmemiş,
ayrıca bir hükümleri elde etmek için kendisinin bahsettiği mukaddimelerin
dışına çıkılamayacağını da iddia etti. O'nun bu tutumu Eş'ariye bağlılıkta bir
aşırılık ve taassup demekti. Çünkü bu mukaddimeler Kur'an ve Sünnet'le tayin
edilmiş değildi. Aklın sahası geniş, kapıları açık, yollan ise serbestti. Başka
insanlar Eş'arî'nin elde edemediği önerme, akli delilleri ve neticelerini elde
edebilirlerdi. Eş'arî'nin çıkardığı neticelere ve düşüncelere zıt olmadığı
sürece bu önerme, delil ve neticeleri almakta ne kötülük olabilirdi.
207- Bunun
içindir ki, kendisinden sonra gelen Gazza'i, Bakillanî gibi düşünmedi. Daha
ileri giderek akideleri delillendirirken Eş'arî ve Bakil-lanî'den farklı bir
delil ve metod kullanmanın medlul ve hükmün butlanını gerektirmeyeceğini
benimsedi. Ona göre din ayırımı yapmaksızın herkesin aklına hitap ediyordu ve
herkesin Kur'an ve sünnette bulunan konulara iman etmesi gerekirdi. Binaenaleyh
dMedikleri delil ile bu inançlarını takviye edebilirlerdi.
Gerçek şudur ki;
Gazali, Ebu Mansur Maturidi'nin ve Ebu'I-Hasan el-Eş'arî'nin görüşlerine bir
taklitçi bakışıyla değil hür ve tenkit edici bir kişi gözüyle bakmıştır. Pek
çok konuda onlar gibi düşünmüş fakat dini bir zaruret olarak bazı konularda
onlara muhalefet etmiştir. Bu muhalefeti do-layısıyladır ki, Maturidi ve
Eş'arî'ye mensup pek çok kimse O'nu küfür ve zındıklıkla suçlamışlardır.
Gazzali; Faysalu't-Tefrika beyne'l-İslâm va'z-zanadika isimli kitabında konuyla
ilgili olarak şöyle demektedir:
«Aziz kardeşim ve
arkadaşım, birtakım kimselerin akaid konularıyla ilgili bazı kitaplarımıza dil
uzattıklarını ve bu eserlerimizde daha önceki ulemanın ve kelâm üstadlannm
görüşlerine muhalif görüşlerin bulunduğunu, bir arpa boyu bile olsa Eş'ari'den
ayrılmanın küfür olduğunu, az bir miktar da olsa ondan ayn düşünmenin dalalet
ve hüsran olacağım İddia ettiklerini duymuş ve tereddüde düşmüş olmalısın. Aziz
kardeşim, kendine eziyet etme, bu yüzden üzülme. Böylece onları yen, sözlerine
sabret ve onlara ilişme. Hz. Muhammed'den (S.A.V.) daha mükemmel ve daha akılh
kim vardır? Kendisine deli dediler. Allah'ın (C.C) kelâmından daha yüce ve daha
doğru kimin sözü vardır? Masal dediler. Kendi kendinden ve arkadaşından küfrü
tarif etmesini iste. Eğer küfrün Eş'ari Mu'te-zili, Hanbelî vb. mezhebine
muhalif olan bir düşünce oldu&unu iddia ederse, bil ki o taklitle bağlanmış
kör ve dar akıllı biridir. Sen onu ıslah etmek için zamanını zayi etme. O'nu
ilzam etmen için kendisinin görüşleri ile hasımlarının görüşlerini karşı karşıya getirmen kâfidir.
Çünkü Eş'ari'nin muhalifi olan diğer mezhepler arasında da kendisine muhalefet
etmenin kimden gelirse gelsin küfür olduğunu iddia edenler mevcuttur. Sen O'na
sor: Eş'ari'nin fikirlerine bağlanmanın farz olduğunu nereden bulmuş, Allah'ın
zatından ayrı bir sıfat olmayan beka sıfatı meselesinde Eş'ariyye muhalefet
eden Bakıllanı'nın küfrüne hükmediyor? Nîçin Bakıllanî Eş'ariye muhalefeti
sebebiyle küfre düşürülüyor da, Eş'ari, Bakıllani'ye muhalefetinden dolayı
küfre düşürülmüyor? Niçin biri esas alınmıyor da diğeri esas alınıyor?
Eş'ari'nin esas alınması O'nun Bakıl, lani'den önce yaşamış olmasından dolayı
mıdır? Buna göre haklılık ve esas alınması Eş'ari'den önce yaşamış olan Mu'tezile'nin
hakkı olmalı değil miydi? Yoksa esas alınma fazilet ve ilim üstünlüğünden ötürü
müdür? Acaba bu fazilet sıralamasını hangi ölçü ve esasa göre yapmışlardır ki,
kendi üstadlarından daha faziletli birinin bulunmadığı neticesini
bulmuşlardır? Eğer Bakillani'nin Eş'ariye muhalefet hakkının olduğunu kabul
ediyorlarsa, niçin bu hakkı başkalarına vermiyorlar? Bu hak ayrıcalığını neye
dayanarak tanımaktadirlar?Eğer bazı aşırı taraftarları sıfatlan reddeden
Mu'tezîle hakkında niçin o derece katı davranıyorlar? Oysa Mu'tezile Allah'ın
(C.C.) alim olduğunu kendilerini zorlayarak Ba-kıllani ile Eş'ari'nin Allah'ın
(C.C.) varlığının devamı konusunda beraber tevak-ku ettiklerini, zat veya zata
zaid vasıf konusuna ait ihtilâflarının fazla bir tepkiyi gerektirmeyecek
nitelikte bir ihtilâf olduğunu ileri sürerek Bakillani'nin Eş'ari ile olan
ihtilafının îâfzî bir ihtilâf olduğu bunun ötesinde bir mana ifade etmediğini
iddia ediyorlar. O'nun ilminin bütün mahlûkâti kuşattığını, mümkün olan her
şeye kadir olduğunu kabul ediyor, ancak O'nun zatıyla veya zatından ayrı bir
sıfatla kadir ve alim olduğu hususunda Eş'ari ile ihtilafa düşüyor.
Mu-tezîle'nin Eş'ari ile ihtilâfı ile Bakillani'nin ihtilâfı arasındaki fark
nedir?»
208-
Görüldüğü gibi, Bakıllânî akaid konularında Eş'arî, Maturidî, ve taraftarlarına
benzer bir görüşe sahip olmakla birlikte, oldukça cesur davranmış, herhangi bir
imamı taklid etmemiş, itikadi mezheplerden birine bağlı kalmamıştır.
Gazzali'den sonra
Eş'arî mezhebine bağlı kalıp yeni bazı delillerle is-tidlâ! eden bir takım ilim
erbabı gelmiştir. Beyzavî, Seyyid Şerif Cürcanî v.b. akli ve nakli delillere
vakıf bilginler bu ilim adamlarından bir kaçıdır. Ben bu alimlerin eski
çağlarda olduğu gibi, bugün de tahsil edilmekte olan Kelâm ilmi sahasındaki delillerini,
Mu'tezililere verdikleri cevaplan kaleme almış bulunuyorum. Allah (C.C.)
cümlemizi hakka muvafık kılsın ve doğru yola iletsin. [99]
209- İbn-i
Teymiyye'nin yaşadığı yüzyıl herhangi bir temel düşünceye dayanmayan, sırf
taklid ve bağlılığa dayanan, fikri tartışmalara sahne oldu. O'nun yaşadığı asır
tasavvufî fikirleriyle meşhur olan bazı kişilerin ortaya çıkışıyla tanınır.
Bunların çoğu aslında temeli eski felsefi akımlardan birine, ya da semavî
olmayan eski dinlerde mevcut bulunan dinî bir düşünceye sıkı sıkıya bağlı
bulunan ve fakat yeni bir görüş pozuna bürünerek ortaya çıkmışlardır.
İbn-i Teymiyye şu üç
düşünce ile meşgul olmuş, onlarla mücadele etmiş, bu sebeble bazı kimselerle
ihtilâfa düşmüş ve pek çoklarının saldırısına hedef olmuştur:
(1)
Muhyiddin İbnu'l-Arabî'nin savunduğu vahdet-i vücud fikrinin son şekli olan
ittihad fikri.
(2) Kişinin
kalbinin muhabbetullah (Allah sevgisi) ile dolduğu zaman
itaat ve isyanın aynı manaya geldiğini iddia etmeleri.
(3) Tasavvufî
tarikatlarda, onun asrında görülen olağanüstü davranışlar.
210- Bu üç
düşünceyi açıklığa kavuşturmak için İbn-İ Teymiyye'nin zamanında mevcut olan
meşhur tasavvufî görüşlerden bahsetmek, onları ileri süren kimseleri, o dönemde
işgal ettikleri makamlarını, İbn-İ Teymiyye'nin onlarla olan mücadelesinde ne
gibi zorluklarla karşılaştığını, O'nun etrafında koparılan fırtınaları
zikretmek istiyoruz.
İslâm tasavvufu iki
ayrı kaynaktan doğdu.
Birinci kaynak:
Tasavvufun kendisinden doğduğu birinci kaynak bazı müslümanların dünyadan
alakayı kesmeleri ve sırf ibadete yönelmeleridir. Bu hareket ilk olarak Hz.
Peygamber (S.A.V.) döneminde görülmeye başladı. Sahabeden bazıları geceleri
uyumayip namaz ve niyaz ile geçirmeye, bazıları sürekli oruç tutmaya, bazıları
da hanımlarından uzak durmaya karar vermişlerdi. Bunu haber alan Hz. Peygamber
(S.A.V.) ashabını toplayarak şu konuşmayı yaptı: «Bazılarına ne oluyor ki şöyle
böyle konuşuyorlar. (Görüyorsunuz ki) ben oruç da tutuyor, yemek de yiyorum,
(geceleri) namaz kıldığım gibi uyku da uyuyorum. Kadınlarla evleniyorum. Sünnetimden
ayrılan benden değildir.»
Hz. Resulûllah
(S.A.V.) ashabını ruhbanlıktan menetmiş ve «İslâm'da ruhbanlık cihad etmekten
ibarettir.» buyurmuştur. «Sünnetimden ayrılan benden değildir.»
Fakat Resulûliah'ın
[S.A.V.) refik-i alaya i rti ha I inden sonra eski dinlere mensup pek çok
kimse İslâm'a girdi. Brahmanizm, Budizm gibi eski dinlerin bir kısmında, bedene
eziyet vermenin ruhu temizleyeceği, güçlü ruhun sadece riyazat ile İnceltilmiş
ve terbiye ediimîş olan bedende yaşayacağı, ruhun ancak bedenin isteklerinden
kurtulduğu takdirde, Allah'ın (C.C.) huzuruna yükseleceği, bedeni ağırlıkların
ruhun yücelere yükselmesine mani olduğu inancı vardı. -
İşte bu dinlerden olan
insanlar İslâm'a girince müslümanlar arasında dünya ve nimetlerinden elini
çekmede aşırı gider, dünya ve cennet nimetlerinin bir kişide birleşemeyeceğini
kabul eden, Cennete giden yolun dünya nimetlerini tamamiyle terketmekten
geçtiğine inanan zahidler çoğaldı.
211-
Binaenaleyh tasavvuf bu tarz düşünen İnsanlar arasında kendisi için uygun bir
zemin bulmuştur.
Müslüman haîkı
tasavvufa iten ikinci kaynak bu üike!ere giren eski dinlere ait olan iki
düşüncedir. Bu düşüncelerden birincisi, İrakiyye filozoflarından geçen;
bilginin nefse psikolojik riyazat ve terbiye ile doğacağı düşüncesidir.
İkinci düşünce İse
Allah'ın insan nefislerine hululü düşüncesidir. Bu düşünce ilk olarak
müsülmanlann hiristiyanlıkla karşılaşmasından sonra sadece zahiren müslüman
olan kimseler arastnda başlamış, daha sonra Sebeîye, Keysaniyye'nin bir kısmı,
Karamita ve Batiniyye'nin bir kısmı arasında görülmüştür. Aynı düşünce daha
sonra bazı sofiler arasında bir başka renkle ortaya çıkmıştır.
Bu düşüncelerden b3şka
bir de Vahdeti Vücud düşüncesi vardırki, bu da Hind kaynaklı bir düşüncedir ve
halen Hind düşüncesinde izine rastlanmaktadır. Bu düşüncesinin özü, mevcut
olan her şeyin büyük bîr asılla, sabit bir birimle bağlantılı ve bitişik olup
eşyanın şekil, vasıf ve görüntüsü farklı da olsa, aslında hepsinin bir olduğu
görüşüne dayanır. Buna göre hayvanlar, cansız varlıklar ve bitkiler aslında bir
olan bir tek şeyin görüntüsünden başka bir şey değildir.
212- Bu
düşünceler birbirine karıştı.
Zühdde aşırıya kaçıştan Yunan felsefesi menşeli İşrak fikrine, hulul
fikri kapısının açılmasına ve Vahdet-i Vücud fikrîne geçildi. Bu düşüncelerin
karışmasından da müslümanlar arasında ortaya çıkan tasavvuf teşekkül etti.
Dördüncü ve beşinci asırlarda güçlenen tasavvuf İbn-i Teymiyye'nin yaşadığı
yedinci ve sekizinci asırlarda yükselişinin
zirvesine ulaştı.
Tasavvuf bu unsurların
farklı miktarda bir karışımından oluşuyordu. Kiminde işrak düşüncesi galip
geliyor, kiminde ise hulul düşüncesi en belirgin tarafı teşkil ediyordu.
Bazılarında Vahdet-i Vücud en belirgin esas İken, bazıları da marifet ve keşif
sıfatları hususunda peygamberin (S.A.V.) dahi ulaşamadığı dereceye ulaşan
evliyaya bağlılığı tek unsur olarak kabul ediyordu.
Tasavvuf? düşüncelerin
kaynaklandığı bir başka düşüncenin daha olduğunu söyleyebiliriz. Bu da nass ve
hükümlerin zahir ve batınlarının olduğu fikridir. Tasavvuf bu fikri
Batiniyye'den almıştır. Çünkü batınıier her nassın bir tevili olduğunu, her
tevlin de bir batını bulunduğunu; tevil ve batın ilmini de ancak imamların
bileceğini iddia ediyorlardı.
Öyle anlaşılıyor ki,
Mutasavvıflar diğer düşünceleri başkalarında aldıkları gibi, bu düşünceyi de
Batiniyye'den almışlardı. Onlar bu manada şöyle diyorlardı:
«Bilesin ki, bizim
yolumuzda taharet (temizlenme) bîHnegelen temizlik; ha-desten temizlik manasına
değildir. Çünkü hades insanın hakikatidir. Birşeyin kendi hakikati demek olan
hadesten temizlendiği zaman insanın kendisi yok olmuş olur ki geride Allah'tan
(C.C.) başka bir şey kalmayacağı için ibadetle yükümlü olacak bir kimse kalmaz.
Onun için biz temizlik (taharet) denince Allah'ın (C.C.) kulun bütün
ibadetinde kulağı, gözü, ve bütün benliğine sinmiş olmasını, bedenin insana
fakat tasarruf ve idraklerin Allah'a (C.C.) ait olmasını anlıyoruz.[100]
213-
Zikretmiş olduğumuz bu fikirlerin bir araya gelmesiyle bilhassa H. 5. asırdan
sonra yayılıp gelişen ve farklı kaynaklardan kaynaklanması hasebiyle çeşitli
isimler alan İslâm tasavvufu ortaya çıkmış oldu.
Tasavvuf ekollerinin
ilki İşrakiiiktİr. Bu ekol de felsefî düşünce, zühd ve diğer düşüncelerden daha
ağır basmıştır. Aslında bütün tasavvufî düşüncelerde İşrakilik bir esas olarak
görülmektedir. Ne var ki, bazılarında sırf İşrakiÜk esası bulunduğundan, hulul
ve Vahdeti Vücud'a yer verilmezken, bazılarında diğer iki husus da bulunmuştur.
Tasavvufî ekollerin
ikincisi İlâhî unsurun insan unsuruna hulul ettiği esasına dayanan
huluiiyyedir. Hallaç bu esası bir şiirinde şöyle dile getirmiştir:
«Sen kalbimde yerleştin,
dilim sana hitap etti.
Bazı sebebleıie
bir araya geldik ve yine
bazı sebeblerle ayrıldık.
Eğer büyüklüğün seni
gözle görmeye mani oluyorsa, Vecd de içe almaktadır.»[101]
Bir başka şiirinde İse
aynı manayı daha açık bir şekilde ifade etmektedir. Şöyle ki:
«Mahlukatına parlak
Iahutunun yüksek sırrını izhar eden.
Sonra Mahlukata da
yiyen içen, bir varlık suretinde zuhur eder.
Ve mahlukati onu
başlı, gözlü olarak müşahede eden Allah ne kadar yücedir.»
Üçüncü ekol Vahdet-İ
Vücutçuluktur. Bu ekole göre bütün varlık aslında tek ve birdir. Gözle görülen
çokluk ise varlığın zatında değiî şeklinde meydana gelen bir çokluktur. İbn-i
Arabi'nin bayraktarlığını yaptığı bu düşünceye göre yer, gök. üzerindeki
yıldızlar ve bütün varlık Allah'ın (C.C.) tecelli sünnetleridir, her şey O'dur;
İbn-i Arabi bu hususu şu beyitlerle ifade etmiştir:
«Ey eşyayı zatından
yaratan Allah (C.C), sen yarattıklarını nefsinde toplayansın. Sen varlığı
sende sona erenleri yaratırsın. Sen geniş olan bir darsın».
Bahauddin el-Amili de
Vahdet-İ Vücudu Allah'ın (CC.) Rasulûllah'a fS.A.V.) ve ahiretteki tecellisine
benzeterek şu ifadeleriyle açıklamaktadır:
«Yüce Allah'ın (C.C.)
bîr şahıs suretiyle tecellisi caiz olduğuna göre yerde ve gökte bulunan
suretlerin O'nun tecellilerinin sureti ve zatının zuhur tarzlar! olmasına ne
mani vardır. Eğer denirse ki, Allah'ın (C.C.) kendisinde tecelli ettiği
suretler güzel bir surettir. Güzellik ve nuraniyette bunların hilâfına olan
eşyaların suretleri gibi necis ve pis suretler nasıl Allah'ın (C.C.) tecelli
suretleri olabilir? Biz de deriz ki: Eşyanın pisliği onların zatından
ayrılmayan vasıflar değildir. Eşyanın pisliği onların zatından ayrılmayan
vasıflar değildir. Eşyanın pisliği veya temizliği kişilere veya onların
zevklerine göredir. Eşyanın pislik ve temizliği izafî şeylerdir. Eşyanın
aslında, mutlak ve zâtı bir pislik veya çirkinlik söz-konusu değildir. Eşya
mutlak olarak ele alındığı zaman pislik de temizlik de birdir.»
214-
Mutasavvıflardan bazıları İse bir başka esasa, Allah'ı (C.C) arzulamak ve
sevmek esasına yönelmiştir. Her ne kadar mahabbet de İş-: rak fikri gibi bütün
tasavvuf ekollerinde mevcut ise de bazı mutasavvıflar muhabbete büyük bir önem
vermiş, muhabbetten Allah ile birleşmeye bir yol çıkarmıştır. Bu esas hulul ve
vahdet-İ vucud esası olmayıp Allah ile birleşmek/mahlukun hâlikini sevmesi ve
O'na bağlılığı ile halıkıyla birleşmesi olayıdır.[102]
İbn-i Farid bu
görüştedir. O Allah'ı sevmek O'nun sevgisini elde etmek böylece Allah Taaîaya
kavuşup O'na yükselmek düşüncesindedir. tCsiYüce Varlık'la birleşme derecesine
ulaştığı zaman «Mahv' yani fanî zatın şahsının sahibi olan Allah'ın (G.C.)
zatında yok olması veya hissin ortadan kalkmasından dolayı sekr (sarhoşluk)
tabir ettikleri bir halde bulunur. Sofiyye bu halde Vahdet-i Şuhud hali
derler. Bu hal diğer bazılarının Vahdet-i Vücud dedikleri halin mukabilidir.
İbn-i Farid bu hali şu beyitlerle anlatmaktadır:
Baktığım herşeyde
O'nun tecellisini buldum. Gördüğüm herşeyde, kendi ba. kışlarımla O'nu gördüm.
O, zahir olduğu zaman
gözümü açtığımda orada kendimin O olduğunu halvet halinde buldum.
Varlığım gördüğümde
yok oldu. Her şeyi yok ederek gördüğümün vücudunda kayboldum.
Gördüğüm sekr'den
sonraki sahv haline hazırlanmasıyla O'nun
mahvında
müşahede ettiğimi kucakladım.
Sahv'dan sonraki mahv
halinde ondan başkası olmadım. O tecelli edince zatım da O'nun zatı idi.»
215- Hikam
müellifi, İbn-i Teymiyye'nin çağdaşı İbn-i Ataullah İs-kenderî Ezher'de ders
verdiği günlerde şeyhi ile arasında cereyan eden bir olayı anlatarak şöyle
demiştir:
«Şeyhin huzuruna
girdim. Bu sırada içimden bu şekilde Allah'a kavuşmak zahir ilimlerle meşgul
olarak, halka karışarak O'na ibadet etmekten evlâdır, diye. rek Masiva'yi
terkedip Allah'a yönelmeye karar vermiş durumdaydım. Ben henüz kendisine bu
hususta bir şey sormadığım halde şeyh bana şöyle dedi. Zahiri ilimlere meşgul
olup bu sahada en yüksek mertebeye çıkan, sahasının erbabı olan bir zat bana
gelerek «Efendim bulunduğum işi bırakıp sohbetinize devam etmek istiyorum»
diyerek benden izin istedi. Ben O'na «Sen orada kal. Allah'ın bizim elimizle
senin, için takdir buyurduğu şeyler sana ulaşacaktır.» dedi. Şeyh efendi daha
sonra bana bakarak şöyle devam etti: «îşte Sıddıklar böyledir. Hak Taalâ (C.C.)
çıkarmadıkça onlar hiçbir noktadan çıkamazlar.» Bir süre sonra Şeyhin
huzurundan ayrıldığımda, Allah Taalâ o düşüncemi kalbimden söküp almıştı. Ben
de Allah (C.C.)'a bağlanarak huzur bulmuştum>>.
216- Sofiyye
mutlak bir itimada dayanan gerçek tevekkülün, Ai-'ah'a mutlak olarak bağlanmak
olduğunu kabul eden kimselerdi. Ruh terbiyesi prensipleri onlarda tevekkül
düşüncesini besliyordu. Hatta muhtemelen İlâhî feyz ile elde edilen bilgiye,
ruhî işraka inanmaları onların sebeblerle müsebbibleri arasında güçlü bağı
görmemelerine yol açıyordu. Sofiyye ayrıca:
«Siz Allah'a (C.C.)
tam olarak tevekkül ederseniz, Allah (C.C.) sizi sabah aç olarak kıra çıkan ve
tok olarak akşama geri dönen, kuşu rızıklandirdiği gibi rimealindeki hadisin
zahirine uyarak şöyle diyorlardı:
«O günkü yiyeceği
bulunduğu halde ertesi günün rızkını düşünen kimse gü_ nah işlemiş olur.»
Sofiler de benzeri
düşünceleriyle cebrî bir tutum içindeydiler. Kişinin fiillerinde hiçbir
İradesinin olmadığına, iradenin sadece bir ve kahredici olan Allah'a (C.G.)
ait olduğuna inanıyorlardı.
Cebri bir akaide sahip
olan bu kimseler, gaybî işlerde de Allah'a mutlak olarak tevekkül ediyor,
O'ndan gelecek olan herşeye razı oluyorlardı. Çünkü onlara göre kendileri de
Malik oldukları ve işledikleri her fiil de çok bilgili ve güçlü olan Allah'ın
(C.C.) eseridir. Hatta bu tutumun sonucu olarak onlardan biri şöyle diyordu:
«Eğer Allah'ın rızası
O'nun beni Cehenneme koyması ile olacaksa ben O'na razı olurum.»
Sofiler Cebir ve
tevekkülü garip bir şekilde birleştirmiş, Rab'lerins (C.C.) yaklaşmak ve O'nun
kendilerinden razı olması için nefislerini ruhî riyazâta zorlamışlardı. Bu
tutumlarının tabîî sonucu olarak, Allah'ın (C.C.) kendileri için takdir ettiği
şeylere daima razı olmuş, nefislerinden şikayet etmiş, O'nu her zaman
suçlamışlardır. Bu tutumlarını da riyazat ve tasavvufun bir mertebesi olarak
görmüşlerdir. Hatta bu hususta İbn-i Ataul-!ah İskenderî Hikem'inde şöyle
demiştir:
«Nefsinden razı
olmayan bir cahil ile beraber bulunman, nefsinden razı olan bir alim ile
birlikte bulunmandan senin için daha hayırlıdır. Nefsinden razı olan alime alim
denir mi, ondan razı olmayan cahil midir?»
217-
Sofiyye'nin, sebeplerin müsebbeblere etki ettiğine inanmamaları onların,
evliyanın kerametine inanmalarına imkân sağlayan bir amil oluyordu. Kerametler,
derecesi yükselip Allah'ın velilerinden olan şeyhlerin ortaya koydukları
olağanüstü şeylerdir. Keramet aslında olayların görünen sebeplerinden
koparılmasından başka bir şey değildir.
Veli Allah'ı (C.C.)
sevip, O'nun zatında fani olduğu için önündeki perde kalkar, fiillerinin
sebeplerine olan bağları kesilir ve sonunda halkın göregeldiğin dışında cereyan
eden keramet zuhur eder. Çünkü veli kendini fani kılmakla normal insanlar
arasından çıkmış olur. Hatta veliden kerametin zuhur etmesi o noktaya gelmekten
daha kolaydır. Çünkü O'nun için nefsi arzularından uzaklaşmak, yüce ve kudretli
olan Allah'a yönelmek şarttır. Kuşeyri'nin risalesinde bu, noktaya İşaret eden
şu cümle vardır:
«Rivayete göre Ebu
Muhammed b. Abdullah b. Muhammed b. el-Murtaiş'e: «Falan zat havada yürüyor»
denmiş. O da; «Bana göre Allah'ın (C.C.) O'na kendi arzularına karşı koyma
imkânını vermesi havada yürümesinden daha büyük bir olaydır» cevabını
vermiştir.»
218-
Sofiyye'nin azmedip yöneldiği ve en büyük gaye bildiği fena hali, onların
olayların sebeblerini inkâr etmelerine sebep olduğu gibi, ayrıca günah
kavramına da bilinegelenden farklı bakmalarına yol açıyordu. Meselâ onlara göre
bir günah eğer kişiyi dolayısıyle gururdan alıkoyuyorsa, bu, O'nun için zarara
götüren bir taatten daha hayırlı idi. Hatta İbn-i Ataullah İskenderî Hikem'in
de şöyle demektedir.
«Tevazuu ve gururun
kırılmasını doğuran bir ma'siyyet, gurur ve kibir doğuran taatten daha
hayırlıdır. Çünkü gurur nefsi Allah'ın (C.C.) zatında fani olmaktan
uzaklaştırırken, günahla gelen tevazu ve gurursuzluk insanı Allah'ın (C. C.)
zatına yakın kılar».
Yine İbn-i Ata şöyle
demiştir:
«Nefsin günah işlemede
hali açık, taatte ise gizlidir. Gizli olanm çaresi daha zordur».
Yani ma'siyyet,
sahibine bir üzüntü verir. Halkın arasında bu kişi onun yüzünden utanır,
kınanır. Taat halinde ise insan farkında olmadan riyaya düşmüş olabileceğinden
onu idare etmek ve korumak zordur. İbn-i Ata aynı hususa işaretle:
«Halkın bilemediği bir
yoldan riyaya düşmüş de olabilirsin»
diye ikazda
bulunmuştur.
Sofilerin dualarından
bazılarında da Allah'ı sevmenin herşeyden önemli olduğu, O sevildiği zaman
günahların önemsiz olacağı, o sevilmediğinde sevapların bir hükmünün
olmadığını ifade ifade eden cümlelere ras-lanmaktadır. Ebu'l-Hasan Şazeli'nin
duasında şöyle dediği rivayet edilmiştir:
«Allah'ım,
günahlarımızı sevdiklerinin günahı kıl, hasenatımızı ise sevmediklerinin
hasenatı kılma. Çünkü sen buğzedersen hasenatın bir faydası, seversen
günahların bir zararı olmaz. Rahmetini umalım ve azabından korkarım diye
uh-revi durumumuzu gizli tuttun. Bizi korktuğumuzdan emin kıl, umduğumuzdan
rnahrum bırakma. Daha önce senden istemeden bize imanı lütfettiğin gibi diğer
isteğimizi de ver.»
219- Sofiler
dünyada sebeplerin müsebbeblerle olan bağın kopardıkları, hakiki bilginin
masivayı terkten doğan İşrak İle elde edildiğinde inandıkları; Allah'ı (C.C.)
sevmenin herşeyden daha önemli olduğunu, insanın O'nu gerçekten sevdiği, tam
olarak tevekkül ettiği ve rahmetini um-du9u zaman başka herhangi bir şeyin
öneme haiz olmadığını iddia ettik-erı için, eğer günahla birlikte pişmanlık
bulunuyorsa hasene ile seyyie-n"i» taat ile ma'siyetin bir olduğunu
telâkkî etmişlerdir. Mu'tedil tasav-VlJfçuiar kişinin günahından dolayı ceza göreceğini
ancak Allah'ın (C.C.) rahmetiyle O'nu affetmesinin umulacağım itiraf
etmişlerdir. İbn-i Ata bir duasında şöyle demiştir:
«Allah'ım, eğer benden
güzellikler zuhur ederse bu senin fazıl ve ihsanınla-dır ve senin bana karşı
minnetin olur. Eğer kötülükler zuhur ederse bu da senin adaletin iledir ve
bana karşı hüccet senindir.»
Ebu'İ-Abbas el-Mürsî
de bir duasında şöyle demiştir:
«Allah'ım (C.C.),
ma'siyetim (günahlarım) taati, taatim ise ma'siyeti sesleniyor. Hangisinde
azabından korkup hangisinde rahmetini umayım? Eğer ma'si. yette rahmetini
ummamın gerektiğini söylersen, bana fazlınla muamele etmiş olur, bana bir korku
bırakmazsın. Eğer taatinle korkmamı söylersen, adaletinle muamele eder ve bana
bir ümit bırakmazsın. Acaba ben sana itaat edince bana ihsanda bulunacağını
nasıl düşünebilir, isyan ettiğim zaman fazlını nasıl unutabilirim?»
İşte Sofiyye'nin
düşüncesi bundan ibarettir. Bunu Allah katında ma'-siyet ve taatin bir olduğu,
hidayette olanla dalalette olan arasında bir fark olmadığı düşüncesinin takip
edeceğinde şüphe yoktur. Bu insanlar daha ileri giderek şeriatın asi île mutî
aracında bir fark koymuş olmasına rağmen hakikatin varlığı; her şeyi
lezzetleri, arzuları, emredilen ve yasaklananları yaratan Allah katında bunlar
arasında bir fark olmadığını söyleyecek; hakikatin ariflere mahsus olduğunu,
şeriatın ise hakikati bilmeyenler için olduğunu iddia edeceklerdir.
Sofiyye'ye göre günah
İşleyip daha sonra istiğfar etmek Allah'a yaklaşmaktır, O'ndan uzaklaşmak
değildir. İstiğfarın kulu Allah'a yaklaştırması, günahın O'ndan
uzaklaştırmasından daha fazladır. Onlara göre bazı rivayetlerde şöyle
denmiştir:
«Eğer siz günah
işleyip tevbe etmeseydiniz, Allah (C.C.) günah işleyip istiğfar edecek bir
millet yaratırdı.»
220- Yüksek
mertebelere çıkmış olanların anlayışı böyle olunca, tasavvufta o derece
yükselmemiş ve üst tabaka kadar hakikatleri idrak edememiş olan müridiere işi,
ma'siyet ve taat diye bir mefhumun mevcut olmadığı İddiasına kadar vardırdılar.
Bazısı emir ve yasak tanımazken, bazısı da bir taraftan mürşid olduğunu iddia
ederken, yasakları çiğnemekte, zevklere dalmakta hiçbir dinî ve vicdanî mani
tanımıyordu. O'nun için tasavvuf, günahlarını saklamasına yarayan bir örtüden
başka bir şey değildi. Bu insanlar bütün bunlara rağmen evliyalık iddiasında
bile bulunabiliyorlardı.
Tasavvufun sadece
kabuk kısmını tanıyan, bu hususta şekilden b=ş-ka bir hakikat bilmeyen bazı
avam sofiler ise keramet göstermek İçin herhangi bir şeyhe veya veliye
ittiba'in yeterli olduğunu halk arasında yayıyorlardı. Onlara göre böyle bir
ittibadan sonra artık onları ateş yakmacak y|!an sokmayacaktı. Akılları
durduracak, olan kerametler göstere-k halkın zihinlerinibulandıracaklardı. Böylece
halkın kendilerine körü körüne
bağlanmalarını sağlayacaklardı.
İbn-i Teymiyye bu
anlayışları, tutum ve davranışları müşahede etmiş, çalışmalarının sonunda
Sofiyye arasında dolaşan hakikat, şeriat ve itti-had fikirlerinin şer'i
hükümlerin iptalinden başka bir şey olmadığı sonucuna varmış; bu insanların
halkı saptırıcı yaşayışlarına şahit olmuştu. Her iki noktaya da karşı çıkan
İbn-i Teymiyye birinci nokta ile Kur'an ve Sün-net'ten delillerle, ikinci nokta
ile de amelleriyle mücadele etmiştir. Nitekim kendisinin hayatından
bahsettiğimiz bölümde bu hususa işaret etmiş oluyoruz.
221- İbn-i
Teymiyye'nin yaşadığı dönemde Sofiler büyük bir itibara sahipti. Meselâ Mısır
valileri şehirde dergâhlar kurup buraların masraflarını karşılayacak
tahsisatlar ayırmışlardı. Sığınak ve barınağt bulunmayan yabancılar ve
yolcuların ihtiyaçlarını karşılamak üzere tekkeler İnşa etmişlerdir. Mısır ve
Şam'da Sofilerin ve abidlerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere özel mahalle
teşkil ediliyor. Oralar İçin pek çok masraflar yapılıyordu. Öyle ki, Nureddin
Zengİ haçlılarla karşı karşıya gelince bazı yakınları O'na şöyle dediler:
«Memlekette Sofiler ve
fakirlere büyük paralar ayn~ ıış bulunuyor. Şimdilik onlardan da istifade
etseniz uygundur.»
Buna çok kızan Zenejî
şu cevabı vermişti:
«Vallahi ben ancak
onlann hürmetine zaferi elde edeceğime inanıyorum. Şunu biliniz ki, ancak
zayıflarınızın hürmetine rızıklandırılıyorsunuz. Nasıl olur da yatağımda
uyurken hedefini şaşırmayan oklarla cihad edenlerin maaşlarını kesip, bazen
şaşırana ve bazen de isabet ettirenlerine sarf ederim? Sonra bahsettiğimiz
kimselerin hazinede muayyen bir payları vardır. Ben onu başka birine nasıl
veririm?»[103].
Daha sonra Selahaddin
Eyyübi de Mısır'da fakir mutasavvıflar için bir tekke yaptırmıştır. Ondan sonra
gelen Memlüklüler de aynı şekilde hareket etmiş, bu hususta pek çok harcamalar
yapmışlardır.
Ayrıca İbn-i
Teymiyye'nin dostu olan Melik Nasır Kalavan da bir tekke yaptırmıştır.
Seryakus adındaki bu tekkenin inşa ediliş sebebi tarik-Çi Makrizî şöyle
anlatıyor:
«Bir defasında Nasır
adeti üzere ava çıkmıştı. Yolda giderken birden kor-unÇ bir acı hissetmeye
başladı. Atından indi. Acısı gittikçe artıyordu, Neredeyse ölecekti, işte bu
sırada, eğer Allah kendisine şifa verirse, burada halkm ibadet etmesi için bir
ibadet yeri inşa edeceğine dair bir adak adadı. Bir müddet . sonra iyileşerek dağdaki
kaleye dönen melik daha sonra bir gurup mühendis ile birlikte hastalandığı o
mevkiye gelerek orada bir tekke yaptırdı (H. 823). Melik yüz kadar Sofî'nin
ikamet ettiği bu tekkenin yanına bir cami, bir hamam ve bir de aşevi inşa
ettirdi.»
222- İbn-i Teymiyye'nin
en çok güvendiği hükümdar Nasır'ın böyle yaptığını gördükten sonra, Sofİyye'nin
Mısır ve Şam'da ne denli büyük bîr itibara sahip olduklarını tahmin etmek zor
olmayacaktır.
İbn-i Teymiyye hata ve
dalalette olduklarına inandığı diğer kimselerle mücadele ettiği gibi, bunlarla
da mücadele etmek zorunda kaldı. İbn-i Teymiyye Sofilerin Şam'da kerametvari
fiillerine ilişip hilelerini açığa çıkarınca;. gizli yanlarını yayıp
bazılarının Tatarlarla ilişkisini isbat edince, iki taraf arasındaki çarpışma İyice
şiddetlendi. Nitekim İbn-i Teymiyye'nin hayatından bahsederken bunları
zikretmiştik. Sonra kendisinin İbn-i Arabi'nin savunduğu vahdet-i vücud fikri
ile çağdaşı olan ve Ezher'-de ders veren İbn-i Ataullah İskenderi'nin temsil
ettiği Allah'ın (C.C.) zatında fena bulmak ve birleşmek fikri ile nasıl
mücadele ettiğini de zikretmiştik.
Bu mücadele sonunda
Mısır'da Sofilerin hücumuna uğradı. Fakat sevenleri araya girip bedenî bir
acıya ma'ruz kalmasına mani oldular Eğer İbn-i Teymiyye mani olmasaydı büyük
bir fitnenin çıkmasına ramak kalmıştı.
Burada da olayların
birbirini açıklığa kavuşturduğunu görüyoruz. Çünkü biliyoruz ki, Nasır ile
İbn-i Teymiyye arasındaki ilişkiler, İbn-i Teymiyye Mısır'dan ayrılıp kesin
olarak Şam'a yerleşinceye kadar karşılıklı bir güven içinde cereyan etmiş;
Nasır ancak hayatının son demlerinde İbn-i Teymiyye'ye karşı tavır almıştır.
Şunu da belirtelim ki,
İbn-i Teymiyye'ye işkence H. 826 senesinde başlamıştır. Nasır'ın yaptırdığı
tekke ise H. 825'de bitmiştir. Demek oluyor ki, bu süre içinde Sofiyye Nâsır'ı
tesirleri altına almış, OYıu dostu İbn-i Teymiyye'nin aleyhine geçirmişlerdi. O
da İbn-i Teymiyye'nin kalede hapsedilmesine izin vermişti. Bilhassa kendisinin
son olarak suçlandığı meseleler kabirlerin ziyareti ile, üç mescit dışında
kalan diğer mescitleri ziyaret amacı yola çıkmanın dinde yeri olmadığı
meseleleri idi ki, bunlar daha çok Sofiyye'yi ilgilendiren meselelerdi.
Binaenaleyh
diyebiliriz ki, Nâsır'ı İbn-i
Teymiyye'nin aleyhine geçirenler
yalnız fukaha değildi, c-ksine bunda baş amil Sofiyye idi. [104]
223- İşte
İbn-i Teymiyye'nin yaşadığı dönem budur. Bu dönem konusunda hayli uzunca söz
ettik, kâğıdı mürekkebi esirgemedik. Çünkü İbn-i Teymiyye o dönemin bir meyvesi
ve neticesidir. O'nun, bulunduğu dönemin geneline muvafık veya muhalif olması,
bu hükmü değiştirmez. Çünkü zaman muvakat suretiyle etki ettiği gibi, muhalefet
suretiyle de etki eder. Asır eğer kötülükleriyle dolu ise, bu kötülükler
içinde yaşayanların bir kısmini o kötülüklere tepki göstermeye sevk ederken,
bazılarını da nefislerinin arzularına uymaya iter. Herkes yaşadığı dönemin
kendi yapısına uygun olan tarafını alır. Bu olumlu olabileceği gibi, olumsuz
da olabilir.
İbn-i Teymiyye'nin
yaşadığı yüzyıl siyâsî çalkantılar ve savaşlarla geçtiği gibi, bu dönemde
genellikle bütün ilimlerde bir taklit anlayışı hüküm sürüyordu. O'nun da
intisap ettiği Hanbeliier Eş'arî'nİn görüşlerini taklit eden çoğunluğa
muhaiefet ediyorlardı. Bu yüzden de tartışmalar oluyordu. Tasavvuf Mısır ve
Şam'da çoğunluğa hakim olmuştu. İbn-i Teymiyye delillerle tasavvufun üzerine
yürüdü ve onunla ölçülü bir şekilde mücadele etti. Öte yandan Şia İslâm
toprakları üzerinde fitnelere sebeb oluyor; selefe aykırı birtakım iddialarda
bulunuyordu. Bir kısmı da dağlara çekilmişti. Diğer bir kısmı halk için daha
büyük bir tehlike oluşturuyorlardı. İbn-i Teymiyye bunlarla susturucu deliller
ve keskin kılıçlar kullanarak mücadeleye girişti.
224- Gerçek
şudur ki, İbn-i Teymiyye kalbi ve aklı ile Kur'ân, Sünnet, sahabe sözü, kaza ve
fetvalarının, onlardan rivayet olunan görüşlerin etkisine girmiş, onların
atmosferinde yaşamıştır. Etrafına bakan İbn-i Teymiyye o yüce öncülerin ve
Rasulullah'ın (S.A.V.) getirdiklerine muhalif görüşleriyle karşılaşmıştır.
Bunun üzerine halkı Rabbi'nin emrine, Sünnet-1 Rasulullah'ı (S.A.V.)
diriltmeye, Selefin yolundan gitmeye çağırmıştır. Bu arada İbn-i Teymiyye ile
halk veya şeyhleri taklit ile sırf hakka bağlanmak düşünceleri arasında
çatışma olmuştur. Bu savaşta, sağlam ipe tutunmuş olan İbn-i Teymiyye'nin sert
davrandığı hiçbir şeyden korkmadan inandığını söylediği görülüyor. O'nun
kitaplarında yazdığı düşünceler, risalelerinde savunduğu fikirler işte bu
çarpışmalar sırasında ortaya çıkmışlardır. Bu sebeple, İbn-i Teymiyye'nin
risale ve kitaplarının sıcak, sert ve Süçlü olduğu görülür. Çünkü bir savaş
sırasında meydana gelmişlerdir. Onlar sanki patlayan silâhlar, çarpışan oklar
ve birbirine giren kılıçlar gibidirler.
İbn-i Teymiyye'nin
eserlerinde sertlikten başka bir şey daha vardır: Açıklık ve genişlik. O'nun bu
tarafını kitabımızın ikinci kısmına, içtihad-ları ve fikhî yönü bahsine
bırakalım. [105]
[1] Bu
ailenin îbn-i Teymiyye ailesi diye
isimlendirilmesinîn sebebi konusunda alimler farklı fikirler ileri sürmüşlerdir. Bazılarınca ceddi Muhammed
b. eî-Hıdr, Teyma geçidi yolu İle hacca giderken orda Teymiyye isminde
bir kız ço. cuğuna rastlamış, döndüğünde karısının bir kız doğurduğunu görünce
O'na Toy-rmyye adını vermişti. Bir başka görüşe göre de dedesi Muhammed'in
annesi vai-zeydi. Adı ise Teymiyye idi. Aile O'na nisbet edildi. O'nun adı İle
tanındı.
[2] Rivayetlerin
çoğunluğu onun onuncu günde
doğduğu şeklindedir. Tarihçilerden
az da olsa onun buna yakın bir tarihde Rabiulevveî ayının onikinci gününde
doğduğunu zikredenlerde vardır. Belki de bunlar, Hz. Peygamber'in şeriatını ihya edeceği için bizzat Hz.
Muhammed'in doğduğu günde doğmuş olduğunu söylemek istiyorlar.
[3] Îbn-I Teymiyye'nin babası Dimesk'te h. 682'de vefat
etmiştir.
[4] İbn-i Teymiyye'nin
dedesi Harran'da 652'de vefat etmiştir. Bkz. Tarih-i İbn-i Kesir, XIII, s. 158.
[5] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 21-23.
[6] Bu konuda bakz. Kitabü'l-Kevakib ed-Dürriyye (îbn-i
Teymiyye Külliyatı içerisinde, s. 139.)
[7] A.g.e.
[8] Makrizi Hitat'ında şöyle diyor: Salahuddin eî-Eyyübi
çocukluğunda Kut-buddin Ebu'l-Meali Mes'ud b. Muhammed en-Nisaburi'nîn telif
etmiş olduğu bir akideyi (itikada mütealiik bir eser) ezberlemişti. Bu akideyi
küçük çocuklarına ezberletir oimuştu. Bu yüzden Eş'arî mezhebine aşırı bir Önem
vermişler ve sıkıca sarılmışlardır. Hakimiyetleri döneminde bütün insanları bu
mezhebi benimsemeye sevketmişlerdi. Bu hal Eyyübiler dönemindeki bütün
meliklerin hükümranlıkları sırasında devam etmiş sonra da Türklerden oluşan
mevalileri döneminde de aynı durum sürmüştür. İbn-i Tümert de Gazali'den
Eş'arî mezhebini aldıktan sonra Mağrib'de aynı şeyi yapmıştır. Eş'arî
mezhebinin Şarkta, Garbta her yerde yayılmasının sebebi budur. Hatta öyle
olmuştur ki bu Mezhebe îbn-i Han-bel mezhebine
tabi olanlar hariç hiçbir muhalif mezhep
kalmamıştır.
[9] Bu konuda îbn-i Kesir'in el-Bidaye ve'n-Nihaye adlı
eserinin c. III, s. 53'e bakınız. Bu medresenin banisi olan Ebû Ömer b. Kudame
Hanbeli fıkhında el-Muğnî adlı eserin sahibi olan Muvaffakuddin Abdullah Ahmed
b. Kudame'nin kardeşidir. Kendisi Muvaffakuddin'den büyüktü ve O'nu yetiştiren
kendisi olmuştu. Alim, zahid, takva ve vera sahibi, kendisini ilme vermiş
birisi idi. Hatıbdi. Bununla beraber Salahuddin el-Eyyubi ile Haçlılarla
savaşmaktan geri durmuyordu. 528 de doğmuş 607 de vefat etmiştir. Gidişatı
itikadı kitap ve sünnete sarılması açısından selef-i salih mezhebi üzerinde
idi. Allah O'ndan razı olsun.
[10] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 23-31.
[11] îbn-i Dakiki'l-îyd'den yapılan her iki nakil için bkz.
el-Kavlu'I-Celî, (îbn-i CTeymiyye Külliyatı içerisinde Teracim s, 101).
[12] îbn-i Kesir. El-Bidaye ve'n-Nihaye, C. XIV, s. 4.
[13] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 33-39.
[14] İbn-i Kesir, C. XIII, s. 334.
[15] İbn-i Kesir, C. XIV, s. 9.
[16] Moğolların müslüman olan dördüncü hükümdarı vefat
etmiştir. (703) senesinde vefat etmiştir
[17] el-Kavlu'l-Celî, Menakib, s.
162. (îbn-i Teymiyye
Külliyatı içerisinde).
[18] EI-Kavlu'l-Mücellâ, s. 162. Bu eserde şunlar da
yazılıdır: «Onlar Kazan Hanı'nm huzuruna çıktıkları zaman onlara yemek verilmiş
ve tbn-i Teymiyye hariç hepsi yemiştir. îbn_i Teymiyye'ye niçin yemiyorsun?
diye sorulduğunda, senin yemeğini nasıl yiyebilirim? Hepsi milletin
koyunlarından yağmaladıklarınızdan olup, milletin ağaçlarından kesdiklerin
odunlarla pişirdiniz, diye cevap vermiştir, Allah'ım (C.C.) eğer bu ilây-ı
keliraetullah için savaşıyor ve senin yolunda cihad ediyorsa sen O'nu
güçlendirir ve O'na yardım edersin, yok eğer saltanat için, dünya için, çokluğu
ile övünmek için koşturuyorsa, sen ona (gerekeni) ya-?ar^m; *şte böyle dua
ediyor, Kazan Han da duasına amin diyordu. Biz ise Onu öldürür de kanını akıtır
diye korkumuzdan elbiselerimizi topluyorduk. Sonra di-şan çıkınca kendisine: «—
Yahu neredeyse bizi de kendinle beraber helak edecektin. Biz bundan böyle
artık seninle birlik olmayacağız, dedik. O da: Ben de sizerefakat etmiyorum,
dedi. Biz grup olarak yola çıktık. O ise arkada kaldı. Durum asker ve
emirlerce duyuldu ve ona her taraftan akın ettiler. O mübareği görmek için
O'na katılmaya başladılar. O üç yüz süvari arasında şehre ulaşmıştı. Bize
gelince, yolda bir grup yolumuzu kesmiş ve bizi soymuşlardı.
[19] el-Ukud ed-Durrîyye s. 12û'ye bkz. Burada cihada
teşvik eden uzun bir risale vardır
[20] Bütün bu haberler hak. bkz. el-Bidaye ve'n-Nİhaye, C.
XIV, s. 15.
[21] Bu haberler için bkz. lbn~i Kesir, EI-Bidaye
Ve'n-Nihaye C. XIV, s. 11.
[22] a.g.e., C. XIV. s. 19.
[23] Bütün bu haberler için bkz. El-Bidaye Ve'n-Nihaye.
[24] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 41-47.
[25] Abdulazİz el-Meragî, îbn-i Teymiyye s. 8.
[26] Ibn-i Kesir,
el-Bidaye ve'n-N;haye, C. XIV, s. 28.
[27] İbn-i Kesir, a.g.e., s. 34.
[28] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 47-52.
[29] Îbn-İ Kesir olayı tam olarak anlatmaktadır. Şöyleki:
Sultanın vekilinin mevcut olmaması sebebi ile Dimeşk'te bir kargaşa ve ihtilât
vaki olmuştu. Şeyh Cemalettin el-Mizzî'nin yağmur duası (istiskâ) için Buhârî'nin
Ef'al el-îbâd bcilü-münden Cehmiyye'ye reddiye içeren bir faslı okunduğuna
rastlamıştı. Hâzır bulunan fakihlerden biri buna kızarak onu, Şafiî kadısı
îbn-i Sasra'ya şikayet etmişti. Kadı da Şeyh Mizzî'nin yanında idi. Kadı,
Mizzî'yi hapsetmişti. Durum İbn-i Teymiyye'ye ulaşmış, doğru hapishaneye
giderek bizzat kendisi Mizzî'yi hapisten çıkarmış ve Sara'ya gitmişti. Kadıyı
orada bulmuş ve Cemaleddin el-Mizzî hak-kında alışmışlardı. tbn-İ Sasrâ mutlaka
O'nu tekrar hapsedeceğine aksi takdirde kendisini kadılıktan azledeceğine
yemin etmişti. Maib, kadının kalbini hoşnut eimek için Mizzî'nin hapse iadesini
emretmiş, kendi yanında birkaç gün hapsederek serbest bırakmıştı. Saltanat
Naibi döndüğü zaman îbn-i Teymiyye kendisine, Dimeşk'te bulunmadığı süre
içinde gerek kendi ve gerekse arkadaşlarının başına gelenleri anlatmış.
Saltanat Naibi de olanlara üzülmüş ve bir ilân çıkararak memlekette hiç bir
kimsenin akaîd konusunda konuşmamasını, kim bu münakaşalara tekrar dönerse
O'nun malının ve kanının helâl olacağım duyurmuş böylece ortalık sükun
bulmuştu. (C. XIV, s. 37.)
[30] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 53-57.
[31] Allah'ın
yardımıyla îbn-i Teymiyye'nin görüşlerinden bahsettiğimiz zaman
bu tür ilmî meclislere işaret edeceğiz.
[32] İbni Kesir, C. XIV, s. 38.
[33] Tarih-i İbn-i Kesir, C, XIV, s. 38.
[34] Bkz. İbn-i
Kesir, XIV, 43.
[35] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 57-65.
[36] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 66-70.
[37] Bu karşılıklı konuşmaları, tbn-i Kesir, Tarihle ilgili
eserlerinin Ondör-düncü cildinin S. 46'da yazmıştır. el-Ukudu'1-Berriyye sahibi
de bunları el-Berzaîı'-den s. 270 naklen rivayet etmiştir.
[38] es.Seb'iniyye, İbn-i Seb'in'e nisbet edilmiştir. O,
İbni Seb'în el-Mersî'-dir. Hicrî yedinci asırda yaşamış ve 668 yılında Mekke'de
ölmüştür. O, filozof bir Sofi idi. Onunla II. Frederik arasında karşılıklı
sorular ve cevaplarla ilgili yazışmalar yapılmıştı. Bu yazışmalarda, felsefe
ile tasavvuf arasındaki fark hakkında şöyle bir açıklama vardı. olmalı,
hislerin etkisini yok etmeli ve mânevi hislerini ortaya koymalıdır. (El-Akide
ve eş-Şeri'a s. 139).
— El-Arabiye ise îbnü'l- Arabi 'ye nisbet edilmekte idi. îbnü'I-Arabî,
meşhur mutasavvıf ve filozoftir. Biz, O'nun bazı sözlerini açıklamıştık.
[39] Bkz. îbn-i Kesir, el-Bîdaye ve'n-Nihaye, XIV, 50: Bu
mektubun tania-mı, el-Berazilî'den nakledilerek el-Ukudu'n-Durriyye, s. 274 te
bulunmaktadır. Her iki ibare arasında bazı lâfızlarda ufak tefek farklar
vardır.
[40] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 70-76.
[41] Belki bu formalar «Kitabu'l- Cevap es-Sahih li men
beddele dine'1-Mesih >> (Hz. İsa'nın (A.S) dinini bozan kimseye verilen
doğru cevap) adındaki eser. O Dimaşk'da iken veya en az Mısır'a gitmekten önce
bu kitabın plânım yazmış olabilir.
[42] Bknz.el-Ukudu’d-Durriye, s 284
[43] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 77-81.
[44] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 83-89.
[45] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 89.
[46] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 90.
[47] Allah'ın yardımıyla bu ve diğer fetvalar, îbn-i Teymiyye'nin
ilmi ve görüşleri işlenirken ele alınacaktır,
[48] înşallah görüşlerini işlerken bunları mevzu edeceğiz.
Buradaki reddiyelerin bazısı kitaplarında yer almamaktadır. Bu Risale
Mısır'da basılmıştır.
[49] Tarihu'n-Nihaye ve'1-Bidâye, s. 134.
[50] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 90-97.
[51] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 99-101-113.
[52] el-Kevakib, s. 155, Kürd basımı bir mecmuadan.
[53] S. 155. Kürdi'nin bastığı mecmuadan.
[54] S. 154 Kürdi'nin bastığı mecmuadan.
[55] Kürdî'nin bastığı
mecmuanın 266. sahifesinden.
[56] el-Kevakibu'd-Dürriye'nin kenarında bu sözü Suyuti'ye
nisbet edilmiş olarak bulduk. Biz bu nisbetten şüphe ediyoruz. Çünkü «gözünün
görmediği. U-nunla beraber yorulduğu» gibi çağdaş olmaya delâlet eden sözler
söylüyorlar. Bu doğru değildir. Çünkü îbn-i Teymiyye 8. asrın ikinci çeyreğinde
vefat etmiştir. Suyutî io". asrın başlarında (911) de vefat etmiştir.
Aralarında yaklaşık ıkı asır vardır Sözün nisbeti ya tamamen batıldır, ya da
Suyutî tbn-i Teymiyye nın mıı-asın olan birinden nakletmiş fakat sahibini
zikretmem iştir, iki durumda da so,î manası itibariyle doğru değildir. Zira
İbn-i Teymiyye'de ne kendim beğenme, ne de kendini beğenme şüphesi yoktur.
Allah-u âlem (Allah en iyi bilendir.)
[57] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 115-121.
[58] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 115-121.
[59] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 121-126.
[60] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 127-128.
[61] el-KâmİI, îbn Esîr, 94, îbn Esîr, Haçlı savaşlarının
sebepleri arasında şu olayı zikreder. Mısır'daki Fatİmiler, Selçukluların
hakimiyetinin yayıldığı ve Suriye'yi ele geçirdiklerini görünce, bunu
engelleyebilecek güçleri olmadığını anlayınca Frenk krallarıyla yazıştılar.
İbni Esir'İn bu konudaki sözü şöyledir: «Mısır'ın alevi hükümdarı Selçuklu
devletinin gücünü, kudretini ve Suriye'yi Gazze'-ye kadar istila ettiklerini
görünce ve Mısırla onlar arasında onları engelliyecelc bir eyalet kalmayınca
korktular ve Frenkleri Suriye'ye çıkarma yapıp orayı İstilâ etmelerini ve bu
bölgenin Frenklerle Mısır'daki müslümanlar arasında paylaşılmasını İsteyen bir
mektup yazdılar. Allah daha iyi bilir.»
[62] el-Kamit, X,95.
[63] İbni Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye XII, 201.
[64] îbni Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye, XII, 220.
[65] Bk. îbni îyâs Tarihi.
[66] İbni
Kesir, Tarih XIII, 238.
[67] İbni Kesir, Tarih XIII, 276
[68] Suyuti, Hüsnü'l-Muhadara, II, 60 «Sultanların
Halifelere Karşı Tutumu» bölümü.
[69] Süyûti, Hüsnü'l-Muhâdara, II, 66.
[70] Bu yazışmalar için bakınız, Suyutî,
Hüsnü'UMuhadara, II, 67-71.
[71] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 128-147.
[72] ibni Kesir, C. XIII. s. 110.
[73] Hüsnûl-Muhedarat, II, 67.
[74] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 148-152.
[75] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 152-154.
[76] Hatat
Makrizi ve Dr.
Ahdullatif Haraza'mn te'Iif
ettiği Eyyubiler ve Memlüklüler arasında fikriharekeiler.
[77] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 154-162.
[78] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 163-165.
[79] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 166.
[80] Şehristanî, eLMilal ve'n-Nihal.
[81] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 167-168.
[82] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 168.
[83] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 168.
[84] ismailiyye'ye göre imamın gizli olması caizdir. Bu hal
O'nun imamlığına mani değildir.
[85] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 168-171.
[86] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 171-172.
[87] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 172-173.
[88] el-Milel ven-Nihal, Şehrîstanİ, Cehmiyye bölümü.
[89] Minye ve emel kitabı iki risale Müellif
Farihey’l-Cedel kitabında bu ikisini nakletmiştir.
[90] Tarihçiler Cehm'in Önceleri Irak'ta yaşamasına rağmen,
mezhebini Horasan'da yaydığı hususunda ittifak etmişlerdir. Ben.i Resip
kabilesinin azatlı kölesi olan Cehm, Kadi Şureyh'in katipliğinde bulunmuştur.
Nasr b. Seyyar'a karşı isyan eden Cehm, Emevilerin son dönemlerinde Müslim b.
Ahvaz eİ-Mazini tarafından öldürülmüştür. Cehm'in tr.bileri olan kimseler
Maturidi ve Eş'arinin mezhepleri Nİhavend'de bulunan bütün itikadi mezhepleri
ortadan kaldırmcaya kadar bu öölgede varlıklarını sürdürmüşlerdir.
[91] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 173-175.
[92] Makalat'ül-îslamiyyîn, Eş'ari.
[93] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 175-180.
[94] Tebyîn-û Kizbû'l-Müfteri, Ebûl-Hasan el-Eş'ari.
[95] Tebyîn-û Kizbû'l-Müfteri, s. 150.
[96] Ibn-i Hazm,
el-Fasl, C. 3, s. 22.
[97] İbn-i Hazm A.g.e, C. s. 204.
[98] Bakillanî 403 yılında öldü
[99] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 180-188.
[100] Bkz. Futuhat-ı Mekkiyye, I, 438.
[101] Tarih-i
Bağdad, VTT, 115.
[102] Tarih-i Bağdad,
VIII, 129.
[103] Bak: AbduHâtif Hamza, el.Haraketü'1-fikriyye fi Mısır
fi'1-asrayni'l-Ey-yubı ve'I-Memlükî ve'1-evvel.
[104] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 189-198.
[105] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye,
İslamoğlu Yayınları: 198.