HAYATI VE
ÇAĞI 90 HİCRİ - 708 MİLADI
12- İmam
Mâlik'in Medine-î Münevvere'de Doğması:
13- Nesebi,
Yemenli Bir Arap Kabilesine Mensup Olduğu, Araplığın Müdafaası:
14-
Atalarının Ne Zaman Medine'ye Geldiği Sahabi Olup Olmadığı:
15 - İmam
Mâlik'in Medine'de Yetişmesi, İlimle Şöhret Bulan Bir Aileden Olduğu:
16- İlim
Yurdu Medine-i Münevvere'nin O'nun Yetişmesinde Tesiri:
17- Kur'an'a
Ezberlemesi ve Rabi’da Okumaya Başlaması:
18- İbni
Hürmüze'de Okuması ve Onun Tesirinde Kalması:
19- İbni
Hürmüz’den Neler Öğrendi?Kaç Yıl Onda Okudu:
20- İbni
Hürmüz'den İki Nev'i İlim Tahsili ve Münakaşadan Hoşlanmadığı:
21- İbni Ömer'in
Azadlısı Nafi'den Ders Okuması, İlim Tahsilinde Katlandıkları:
22- Hadis
Alimi İbni Şahab, Zührî'den Ders Alması, Hadis Bellemekteki Dikkati:
23- Hadis-i
Şeriflere Gösterdiği Saygı ve Okumadaki Dikkati:
24- İlim
Tahsilindeki Tutumu, O zaman ki Sözlü ve Yazılı Tahsil Yolu:
25- Hangi
İlimleri Tahsil Ettiği, Bunların Beyanı:
26- Ders
Okutmak Ve Fetva İçin Mescidde Oturması Ve Ona Göre Dersin Önemi:
27- Kaç
Yaşında Ders Okutmaya Başladı?:
28- 17
Yaşında Ders Okutmaya Başladığı İddiasının Münakaşası:
29- 17
Yaşında Derse Başladığı İddiası:
30- Derse
Başladığı Zaman Yetişmiş Bir Alimdi:
31- Mescid'de
Hz. Ömer'in Yerinde Meskende İbni Mes'ud'un Evinde Oturdu:
32- Önce
Mescid-î Nebevî'de Hastalanınca Evinde Ders Okutması;
33- Geçimim
Baba Sanatı ile Değil, Ticaretle Sağlardı:
34- Halifelerden
Hediye Ve İhsan Kabul Eder, Başkasından Almazdı:
35- İlk
Zamanlarda Darlık İçindeki Hayatı:
36- Darlıktan
Sonra Varlık İçinde Ömür Sürmesi:
37- Yediğine,
Giydiğine, Evine Dikkat Etmek, İnsana Şeref Kazandırır:
39- Dersinde
Gösterdiği Vakar Ve Ciddilik:
40- Dersindeki
Heybet ve Tesiri:
42- Hadis ve
Fetva İçin Evine Koşanlar:
43- Evindeki
Dersine Sıra İle Kabul Etmesi:
44- İki
Hususun Açıklanması: Takdiri meseleler ve Fetvaların Yazılması:
Alimler,
Mâlik'in (Allah ondan razı olsun) doğduğu yıl üzerinde İhtilafa düştüler.
Bazıları Hicri 90 Miladi 708 yılında doğduğunu söylerken bazıları 93, bir
kısmı da 94,95,96 hatta 98 yılı dediler.[1] Çoğu
93 yılında doğduğunu kabul etmektedir. İmam Mâlik'in kendisinden: Ben 93
yılında doğdum[2] dediği rivayet
olunmaktadır. Biz de meşhur olan bu tarihi almaktayız.
Siyer,
Menâkıb kitaplarını yazanların kaydettiklerine göre, anası onu 3 yıl karnında
taşımış, iki yıl diyenler de var. Meşhur olan 3 yıldır. Anlaşıldığına göre bu
rivayetin aslı Vâkidi'nin şu haberine dayanmaktadır: «Mâlik İbni Enes şöyle
derken duydum: Bazen gebelik müddeti 3 yıl olabilir, bazı kimseler 3 yıl ana
karnında durmuştur, kendini kastediyor.» [3]
Bu
rivayet, İmam Mâlik'in hayatını acayip ve garip şeylerle doldurmak isteyenlere
bir nevi malzeme oldu, onu insanların üstünde, mümtaz bir sınıf göstermek için
doğumunu bile farklı yaptılar. Her doğan çocuk normal olarak9 ayda doğarken o,
hergün doğanlar gibi değil, üç yılda dünyaya gelmiş oldu, böylece doğumu bile
menkıbeyle başladı, bundan sonra hayatı hep menkıbelerle doldu.
İmam
Mâlik'in fıkhl görüşüne göre, çocuğun ana karnında kalma müddetinin en uzun
süresi 3 yıl olabilir. Bu görüşü, bazı annelerin haberlerinden veya Selef-i
Salih'ten bazı kadınlara nisbet olunan sözlerden almadır. Biz bunu kabul
edemeyiz. Çünki bugün tıbbın kabul ettiği şey, çocuğun ham! müddeti 9 ay
olmasıdır, bir yıldan fazla da kalmaz. Gözetim ve araştırma bunu
göstermektedir, çocuk normal olarak 9 aydan fazla kalamaz.
İmam
Mâlik'in böyle bir zanda olduğu rivayeti yaygın ise de, bize düşen onu reddedip
çürütmek ve anasının onu, diğer analar gibi doğurmuş olduğunu söylemektir.
Bunun böyle olmasında onun mevkiini küçültmek ve imam sayılmasına noksanlık
getirmek yoktur. Büyük olmak için 3 yılda doğmak gerekmez, bunda tarihen sabit
olmuş bir hususu çiğnemek de yok. Onun doğum tarihinde, yukarıda geçtiği üzere,
bunca çok ihtilafa düşenlerden bu rivayeti kabul edemeyiz, tıb, câri âdet ye
her yönden sabit ve belli bir şey hususunda akla uymayan bu şaz rivayet
alınamaz.
İmam
Mâlik, Medine-i Münevvere'de doğdu, orada Sahabe ve Tâbi'nin eserlerini gördüğü
gibi, Hz. Peygamberin Kabir-i Şerifini, Ravza-i Mutahharayı ve büyük makamları
gördü: Gözlerini hayat ışığında açtığı zaman baktı ki, Medine-i Münevvere
kutsal bir şehirdir, orası iiim beşiği, nûr ocağı ve irfan kaynağıdır. Onun
içine Medine'nin kutsallığı yerleşti ve ölünceye kadar bu böyle devam etti.
Onun düşünüşünde, fıkhında ve hayatında bunun tesiri görülür, Medine'de bineğe
binmez, Peygamberin ayak bastığı yere hayvan ayağı bastırmazdı. Medine halkının
bulunduğu halin onun ictihadlarında tesiri vardır, yerinde inşaallah beyan
edeceğimiz üzere, Medine halkının ameli önün hüküm çıkarma asıllarından bir
asıl kaide olmuştur.
İmam
Mâlik'in (Allah ondan razı olsun) nesebi: Yemen kabilelerinden bir kabileye
mensuptur ki, silsilesi şöyledir: Mâlik Ebû Enes b. Mâlik b. Ebi Amir Esbahî
Yemenî. Anasının adı Afiye Binti Şureyk Ezdiyedir. Anası ve babası her ikisi de
Yemenli Araptırlar, asla köle olmamışlardır. Fakat onların ikisi için de bir
söylenti vardır ki, onları biraz olsun açıklığa kavuşturmadan bırakmayacağız.
1- Şöyle bir rivayet var, Güya anası vaktiyle câriye imiş, adı da Tuleyha
imiş. Ubeydullah b. Ma'merin cariyesi imiş. Bu rivayeti Kadı İyad,
Tertibül-Medârik'de söyler ve ona dokunmaz. Fakat öyle bir ibare ile zikreder
ki, bu meşhur bir rivayet olmayıp, meşhur olan birinci, yani anasının Yemenli
ve Ezd kabilesinden olduğudur. Bizim tercihimiz de budur. Çünki biz meşhur olan
rivayeti bırakıp da meşhur olmayanı, alamayız, meğer ki onu tercih ettirecek
sebep ola veyahut bir delil buluna.
2- Bazı siyer yazarları İmam Mâlik'in ve ailesinin Arap olmadığını iddia
ederler. Güya büyük atası Ebû Amir, Beni Teym kölelerinden imiş. Ebu
Bekris-Sıddık (Allah ondan razı olsun) bu ailedendir. Bu iddiaya göre Mâlik
Velâ bakımından Kureyş'e mensup oluyor. Amcası Nâfi'in zikri Buhâri de
geçmektedir ve Arabın gayriden sayılmaktadır. Buhâri de Savm bölümünde şöyle
denir: İbni Şahab Zühriden, o der ki, Teym Mevalisinden İbni Ebi Enes bana
anlattı, ona babası şunu söylemiş: Ebû Hüreyre'yi şöyle derken işittim: Resulü
Ekrem (ona salat ve selam olsun) buyurdu ki: Ramazan ayı girince gök kapıları
açılır, cehennem kapıları kapanır, şeytanlarda bağlanır.» İbni Hacer
Fethul-Bâri'de der ki, bu ibni Ebi Enes, Malik'in amcası olan Nâ'fidir (C.17 s.
80). Bu kayıt gösteriyor ki, İmam Mâlik'in hocası olan İbni Şahab Zühri Maliki
beni Teym kölelerinden saymaktadır. Çünki amcasını onlardan saymıştır. İmam
(Allah ondan razı olsun) bunu inkar etmiştir, kendisinin öz Arap olduğunu,
azadlı kölelerden olmadığını söylemiştir. Öyle anlaşılıyor ki, bu kölelerden
olma mes'elesini siyer yazarı İbni İshak Vak'dl yaydı, onun için Mâlik onun
rivayetlerini muteber tutmadı, onun doğruluğunu kabul etmedi. Çünki Mâlik'in
koyduğu ilkelere göre: İnsanlar hakkındaki sözlerinde yalan söyleyenin rivayeti
kabul olunmaz, ilim hususunda yalan söylemese de bu böyledir. Her ne olursa
olsun bu iddia batıldır, çünki aslı yoktur. Zira Mâlik'in anası ile Abdurrahman
.b. Osman b. Abdullah arasında sadakat ve and vardır, vela değil. Hılf yani ahd
ve and her Araplar arasında olur. Velâe ise Arap ile Mevlâ arasında olur. Bu
ahd ve andın hikayesi de şöyledir: İmam Mâlik'in atası olan Mâlik'e Teym'den
Abdurrahman dostluk ve and teklif etmiş; bizim kanımız, senin kanın, bizim
sulhumuz da senin sulhun olsun demiş, o da bunu kabul etmiş, böylece kavga ye
barış zamanlarında birbirlerine yardım yapma dostluğu korunmuş, birbirlerinin
yardım müttefiki olmuşlardır,
başka
bir şey'değil.
Kendi
neseplerini beyan konusunda, Mâlik'in amcası Ebû Süheyl Nâfi şöyle demiştir:
«Biz Ziesbah'tan bir kabileyiz. Atamız Medine'ye gelmiş ve Teym kabilesinden
evlenmiş, onlarla birlik idi, biz onlara nisbet olunduk.» Bu da göstermektedir
ki, dostluk ve and, Ebû Amir ile oldu, oğlu Mâlik ile değil. Her nasıl olursa
olsun, bu sözlerden anlaşıldığına göre yapılan bu dostluk ve and, iki kabileyi
birbirine bağlayan alâkanın tabii bir neticesidir ki, bu alâka da dünürlük;
sıhriyet alâkasıdir. Bunun semeresi olarak da aralarında yardımlaşma andı
yapılarak bu bağ pekiştirildi.
Teym
oğulları ile önce dünürlük kurup sonra da bunu yardımlaşma andı ile
perçinleştirmiş olan Mâlik'in büyük atası Ebû Amir, ne zaman, hangi tarihte
Medine'ye gelip kondu? Bazı tarihçiler onun Hz. Peygamberin HayaVı
saadetlerinde Medine'ye geldiğini, Bedir savaşından sonra Medine'ye
yerleştiğini söylerler ve Bedir'den sonra bütün gazalarda Hz. Peygamber ile
beraber bulunduğunu yazarlar. Kadı Bekir b. Alâü Kuşeyri der ki: «Mâlik'in
ceddi Ebû Amir (Allah ona rahmet eylesin) Hz. Peygamberin ashabından olup Bedir'den başka bütün gazalarda
bulundu. Oğlu Mâlik de Tâbi'inden olup kendisi Ebû Enes'tir ve İmam Mâlik'in
dedesidir. Hz. Ömer'den, Talha'dan Hz. Aişe'den Ebû Hüreyre'den Hassan İbni
Sâbit'den (Allah onların cümlesinden razı olsun) hadis rivayet etmiştir, o zat,
Hz. Osman (Allah ondan razı olsun) şehid edildiği zaman, geceleyin onu Medine
mezarlığına götürüp gizlice defneden dört şerefli zatın biridir.» [4]
İmam
Mâlik'in menakıbını yazanların çoğunun anlattıkları budur. Bazıları bunu, diğer
rivayetleri hiç zikretmeden söyler, bazıları hem bunu ve hem de diğer rivayeti
zikreder ki, ona göre, Mâlik'in atası olan Ebû Amir, Medine'ye Hz. Resulü
Ekrem'in (Ona salat ve selam olsun) irtihallerind.en sonra Medine-i
Münevvere'ye gelmiştir. Buna göre O Muhadremi sayılıp sahabi değildir, çünki
Hz. Peygamberle buluşmasından, ancak Hz. Peygamberin asr-ı saadetinde yaşadığı
için muha-dara sayılır. Hz. Peygamberin ashabı ile görüştüğü, onlardan ders aldığı
için Tâbi'idir.
İbni
Abdülber, İntikâ kitabında onun sahabi olduğunu söylemez ve onun Medine'ye
geldiğini de kaydetmez, Medine'ye gelen, Ebû Amir'in oğlu Malik olduğunu
söyler. Buna göre elimizde üç rivayet oluyor: Birisi: Ebû Amir Hz. Peygamberin
Asr-ı saadetinde yaşadı ve Bedir'den başka bütün gazalarda bulundu. İkincisi: O
Medine'ye Hz. Peygamberin Refik-Alâya irtihallerinden sonra geldi ve Teym
oğullan ile dünür oldu. Üçüncüsü: Bu aileden Medine'ye ilk gelen kişi, Ebû
Amır'ın oğlu Mâlik'tir, Ebû Amır'ın kendisi değildir. Biz ikinci rivayeti
seçiyoruz. Çünki o, imam Mâlik'in amcası Nâfi'den rivayet olunana uygun düşmektedir,
o ailesini herkesten elbet daha iyi bilir. O, dedesinin Medine'ye geldiğini,
Teym oğullarıyla evlilik bağı kurduğunu söylüyor. Onun sahabi olduğu, Mâlikiler
arasında her ne kadar yaygın ise de muhakkak hadisciler bunu kabul
etmemektedir. Süyûti, «Tezyin-i Memâlîk» eserinde bu konuda şöyle demektedir:
«Hafız Şemseddin Zeheb'ı, Tecrîd in de der ki: Onu sahabiler arasında zikredeni
görmedim. Hafız İbni Hacer, İsâbe'sinde Zehebi'nin bu sözünü nakledip ona bir
ilave de yapmadı.»[5]
İmam
Mâlik, Medine-i Münevvere de yetişti, ailesi Hadis ve Eser ilmiyle meşguldü. Bu
hanedan kendini hadise vermişti. Hadis öğrenirler, sahabenin eserlerini,
haberlerini ve fetvalarını toplarlardı. Atası Mâlik b. Ebû Amir, Tâbi'inin
ulularından ve alimlerindendi. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, Hz.Ömer b.Hattab'dan
Osman b. Affan'dan, Talha b. Abdullah'dan, mü'minlerin anası Hz. Aişe'den,
hadis-i şerif rivayet etmiştir. Oğullarından: İmam Mâlik'in babası olan Enes,
Rabl Ebû Süheyl künyesini taşıyan Nâfi' ondan rivayet etmişlerdir. Öyle anlaşılıyor
ki, rivayet işine en çok önem veren bu Nâfi'dir. O, Hadis Alimi ibni Şâhab
Zühri'nin hocalarından sayılır ve onunla hemen hemen aynı yaştadır ve Zühri'den
sonra ölmüştür. Buharı şerhi Fethul-Bârî'de şöyle denir: «Ebû Süheyl Nâfi' b.
Ebû Enes Mâlik b. Ebû Amir, İsmail b. Ca'fer'in hocasıdır. O Zühri'nin en küçük
üstadlarından olup Zühri'nin talebesi ona yetişmiştir. İsmail b. Ca'fer gibi o
da ondan küçüktür. Ebû
Süheyl,
Zühri'den sonra öldü.»[6]
Öyle
görülüyor ki, Mâlik'in babası Enes'in hadisle meşguliyeti o kadar çok değildi.
Mâlik'in ondan rivayeti bilinmiyor, eğer onun hadisle meşguliyeti olsaydı,
ulema arasında ondan ilk rivayet eden oğlu oiurdu. Bazı kitaplarda şöyle birşey
naklolunur:
Mâlik
babasından, o da dedesinden, o da Ömer. Haîtab'dan o da Resulü Ekrem'den (Ona
salaî ve selam olsun) şöyle rivayet eder: Hz. Peygamber buyurmuştur ki: «Üç şey
vardır ki, cesed onunla ferahlar, hoşlanır: Güzel koku, yumuşak giyecek, bal
içmek.» Fakat hadis âlimlerinin muhakkıkları diyor ki: Bu haberin İmam
Mâlikten rivayeti sahih değildir, bu zayıftır.[7] Bu
haberi Hatib Bağdadi nakletmiştir ve onun sözünden anlaşıldığına göre, Mâlik
babasından bundan başka birşey rivayet etmiş değildir.[8]
Madem
ki, İmam Mâlik, kendisine nisbetinde şüphe olunan haberden başka babasından
birşey rivayet etmiş değildir, bunun manası, , ondan birşey rivayet etmedi
demek olur. Ondan rivayet etmeyince de, onun oğluna üstad olacak derecede hadis
ilminde yeri olan biri olmadığı anlaşılıyor. Öyleyse hadis ilmiyle meşgul
olanlardan değildi demek olur.
İlim
hususunda babasının hali ne olursa olsun, amcaları ve ataları arasında ona
yetecek şeref verenler var. Onlar ilimle ün salmış bir aite oluşturmak
bakımından ona yeterler. İmam Mâlik'ten önce kardeşleri ilme yöneldiler.
Kardeşi Nadr ilim halkalarına devam edip ulemadan ilim alırdı. Hatta İmam Mâlik
derse devam etmeğe başladığı zaman, ondan önce kardeşi şöhret bulunduğundan,
Nadr'ın kardeşi diye tanınırdı. İmam Mâfik'in namı hocaları arasında yayılınca
bu defa o, kardeşinden daha meşhur oldu ve artık kardeşi Nadr, Mâlik'in
kardeşi diye bilinmeğe başladı.
İmam
Mâlik'in ailesi işte bu! Böyle bir aile içinde yetişmiş kimse, eğer kendisinde
isti'dât ve kabiliyet varsa, elbette hadis ve fıkıh ilmini elde etmeğe yönelir.
Çünki genç mevhibelerini, yeteneklerini, arzularını, ailesinden alır. Onların
tutumuna göre yönelir, o ailenin havası içinde, mevhibeleri, isti'datlan
gelişir, seçeneklerine yön verir. İmam Mâlik'in yaşadığı o ülkede umumî çevre,
mübarek göğünün altında barındığı, toprağının üstünde dolaştığı o belde, ilim
ve İrfan yatağı olup güzel hasletleri, hak vergisi mevhibeleri geliştiren bir
yerdir. Orası Peygamber Aleyhisselam'ın şehridir, o, oraya hicret edip orada
barındı. Orası dinin yurdudur, nûr kaynağıdır, ilk İslam hükmünün yerleştiği,
İslam Hükümetinin kurulduğu yerdir. Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman
devirlerinde İslam merkezidir! Hz. Ömer devri, İslam fikir düşüncesinin çiçek
açıp ışıklarını yaymağa başladığı ilk çadır.Kur'an ve hadislerden Peygamberin
irşadları doğrultusunda, en parlak medeniyetleri kurmaya yarayacak hükümler
alındı, İslam nurlu hakimiyetini yeryüzüne yaymaya başladı. Hakkın sesi
yükseldi. Allah'ın kelimesi üstün oldu.
Emevîler
çağında Medine-i Münevvere dinin yatağı, ulema merkezi olmakta devam
etti,"sahabiler bile Medine'den ilim alırlardı. Rivayet olunuyor ki,
Abdullah .İbni Mes'uda Irak'da iken mes'ele sorulur, o da fetvasını verirdi.
Medine'ye geldiğinde verdiği fetvaya muhalif olanları görünce hemen Irak'a
döner, yükünü indirmeden yol yorgunluğunu gidermeden fetva verdiği kimseyi
bulur, ona doğrusunu söylerdi. Abdullah İbni Ömer daima müracaat olunan,
istişare yapılan bir zattı. İktidar kavgası yapan Abdullah İbni Zübeyr ile
Abdülmelik b.* Mervan, İbni Ömer'le istişare yaparlar, ona sorarlardı. O da
onlara şöyle yazardı: «Siz eğer meşveret yapmak diliyorsanız, hicret yurdu olan
Medine'ye başvurun, sünnete bakın!» Medine'nin yeri böyle yüksekti.
İmam
Mâlik'in yetiştiği yıllarda Medine-i Münevvere bu yüksek mevkiini koruyordu.
Adil Halife Ömer b. Abdülazİz (Allah ondan razı olsun) İslam merkezlerine
yazarak onlara sünnet ve fıkhı öğretir, Medine halkına da müracaat ederek
onlara geçmiş şeyleri onların nelerle amel ettiklerini sorardı. Ebû Bekir b.
Hazm'e sünnetleri toplayıp kendisine göndermesini yazdı. İbni Hazm bu
dediklerini yaptı, yazdı, fakat göndermeden önce vefat eti.[9]
İşte
İmam Mâlik'in gençliğinde Medine'nin manzarası: Sünnet ve Hadis yatağı, fetva
ve eserler yurdu. Ashabın ulemasının öncüleri, ilk kafilesi burada toplanmış,
onlardan sonra onların talebeleri, derken İmam Mâlik geldi ve buradallim, hadis
ve fetvalardan oluşan zengin bir miras serveti buldu. Onların sayesinde
kabiliyetleri gelişti, çiçek açtı, meyvelerini topladı, her tarafa büyük nam
saldı.
Bu,
hususi ve umumi muhit içinde yetişen Mâlik (Allah ondan razı olsun) çocuklarını
dini terbiye ife yetiştiren İslam ailelerinin çoğunda olduğu gibi, daha küçük
yaşta iken Kur'an-ı Kerim'i ezberledi, Resûlül-lah'ın şehrinde de ailelerin
yaptığı budur, çünki, henüz, asırların hayırlısı olan birinci asırda idiler.
Hz.Peygamber o zamanm hayırlı olduğunu haber vermişti.
İmam
Mâlik, Kur'an-ı Kerim'i ezberledikten sonra hadis-i şerifleri ezberlemeye
başladı. Muhiti onu buna teşvik ediyordu. Adeta Medine-i Münevvere'de ona bu
işareti ve bu cesareti telkin ediyordu. Onun için ailesine, ütema meclislerine
giderek ilim yazıp okumayı teklif etti. Anasına bu öğrenme arzusunu açtı,
anası ona en güzel elbiselerini giydirdi, sarık sardı ve sonra- Haydi şimdi git
ve yaz! dedi. Ona: Rabia'ya git, onun edebinden önce ilmini öğren! dedi.[10]
Anlaşıldığına
göre, anasının bu teşviki üzerine, ilk defa Rabia'nın ders halkasına oturdu ve
ondan Rey fıkhını gücüne göre, okumaya başladı. Ö zaman dahakörpecik bir
gençti. Hattabazı çağdaşları şöyie demiştir: Mâlik'i, Rabia'nın ders halkasında
gördüm, kulağında küpesi vardı. Bu da onun .daha küçük yaşta ilme devam etmeye
başladığını gösterir. Daha küçüklüğünden beri yazdıklarını ezberlemeye son derece
meraklıydı. Ders dinleyip yazdıktan sonra ağaçların gölgesine çekilir, orada
dersini tekrarlardı. Bir defa onu bu halinde kız kardeşi gördü ve babasına
söyledi. Babası da ona: - Kızım, o Hz. Peygamberin (Ona salat ve selam olsun)
hadis-i şeriflerini ezberliyor, dedi.
İlmi,muhtelif
âlimlerin meclisinde öğrenmek, yetişmekte olan gence İlmi meleke kazandırmaz.
Onların arasından birini seçip behe-mahal ona devam etmesi, böylece belli bir
süre özellikle ondan ders alarak tahsilini tamamlaması ve şahsiyetini kazanması
gerekir, tâki onda tahsilini kazandıktan sonra serbestçe, kendi başına
çalışabilir hâle gelsin, kazandığı ilmi hazırlık ve müktesebatile, fikir
istiklaline kavuşabilsin.
Ebû
Hanife'ye; nasıl okuyup öğrendiği sorulduğunda şöyle demiştir:
—
Ben ilim ve fıkıh ocağında idim. Onların ehlinin Önüne oturdum,
fakihlerden
birtakihin dersine devam ettim. İmam Mâlik gerçekten ilim ve fıkıh ocağında
bulunuyordu. Daha küçük yaşta, körpecik iken ulema meclislerine devam etti.
Fakat, acaba fukuha arasından birini geçip belli bir fakihle, muayyen bir alime
devam etti mi? İlmi varlığını kazanmak için bu iş mutlaka yapılmalıdır. Belli
bir alime devam etmesi ise, onun başka alimlerden ders almasına da engel olmaz.
Kendisi,
zamanındaki ulemadan birine özellikle devam ettiğini söyler. Medârik'de şöyle
yazılıdır: «Benim İbni ŞaHab Zühri adında bir kardeşim vardı. Bir gün babamız
bize bir mesele sordu. Kardeşim doğru cevap verdi, ben cevapta yanıldım. Bunun
üzerine babam bana şöyle dedi:
«—
Güvercinlerle oynamak, seni ilim öğrenmekten alıkoydu.» Buna canım sıkıldı.
İbni Hüzmüz'e devama başladım. Yedi (bazs rivayetlerde sekiz) yıl yalnız ondan
okudum, başkalarını bu işe hiç karıştırmadım. Yanıma hurma alırdım, ben ve
çocukları onları yerdik. Çocuklara tenbih ederdim, eğer birisi hocayı soracak
olursa, meşgul deyin derdim. Bir gün Hürmüz cariyesine: «Kapıda kim var? diye
sorar. Cariye de kapıda Mâlik'i gördü ve bakıp döndü: «Kapıda o kumral genç
var,» dedi.. Mâlik'in, İbni Hürmüz'ün kapısında oturduğu yerde taşların
soğuğundan korunmak için içi doldurulmuş bir minderi vardı. Taşların soğuğundan
korunmak için, mescidde de onun üzerine otururdu. İbni ü'ü ders halkası oradaydı.[11]
soğuğundan
korunmak ç, Hürmüz'ün ders halkası oradaydı.
Bu
haber üç şeye delâlet eder:
1 - İmam Mâlik (Allah ondan razı olsun) ilmi hayatının başlangıcında,
kendisine sorular sorulup cevap vermeye başlayacak ilim yolunu çizmeye
koyulduğunda, ilim ocağı Medine'de özellikle bir alimden okumaya başladı ve
uzun süre ona devam etti. Ondan ders aldığı bu uzun süre içinde diğer alimlerin
semtine uğramadı. Bunu kendisi söyler, bu ilim öğrenmeye ilk başladığı zaman değil,
İlimden anlamaya, kendi-
sine
sorular sorulup doğru-yaniış cevaplar verecek yaşa geldiği zaman oldu. Bu da on
yaşından küçük iken olmaz.
2- İbni Hürmüz'ün dersine devamı yedi yıl, diğer bir rivayette ise sekiz
yıl deniyor. Öyle anlaşılıyor ki, bu müddet Mâlik'in İbni Hürmüz'den
başkasından ders almadığı müddettir. Bu müddedden sonra diğer ulema ile
buluşur, onlardan da ders alırdı. Ancak onlardan ders alması, İbni Hürmüz'e
olduğu gibi, yalnız onlara münhasır kalmazdı. Hepsinden okurdu. Böylece iki rivayetin
arasını bulmak mümkün. İbni Hürmüz ile daha uzun süre görüşüp ders aldığı
rivayetleri de var. Kendisinden şöyle rivayet olunuyor: «Onüç yıl oturup İbni
Hürmüz'den ders okudum.» (16 yıl rivayeti de var). Ondan öğrendiklerimi, başka
bir kimseden almadım. O ehli nevaya, sapıklara cevap vermekte, insanların
ihtilaf ettikleri şeyleri çözmekte en bilgili idi.»[12]
Onun
şöyle dediği rivayet olunur: «Bir insan, öğrenmek için bir adama otuz yıl gelip
gitmeli. »Bununla kendisiyle İbni Hürmüz'ü kasdettiğini zannederiz. İbni
Hürmüz, hadisde onun adını zikretmemeye ondan and almıştır.
Ba
rivayetlerin arasını şöyle buluyoruz: Yedi ve sekiz ytl ders okuduğunu anlatan
birinci rivayetindeki müddet, başkalarından ders okumayıp ancak ondan okuduğu
müddettir. İkinci rivayetteki 13 yıl ders okuma ise, bu müddet zarfında İbni
Hürmüz'e devam etmekle beraber, başkalarından ders aldığı yılfardtr.
Üçüncü
müddeti, yani 30 yılı kabul edemeyiz. Zira Mâlik 30 yaşına gelmeden önce İbni
Hürmüz ölmüştür, çünki o, 117 yılında vefat etti, böylece İbni Hürmüz'e
talebeliği hakkındaki rivayetlerin arasını bulup birleştirmek mümkündür. Bu,
rivayetlerin metinleri arasındaki ibarelerin işaretlerinden alınarak
yapılmalıdır. Yetişip olgunlaşmak ve fikir istiklâli ile ilimden çok nasibini
almak isteyenin uyması gereken nizamın icabı da budur. Önce alimlerden birine
muntazaman devam eder, sonra başkalarından da ilim istifade eder ve aynı
zamanda özel üstadıyle de zaman zaman görüşür, böylece olgunlaşır.
3- İmam Mâlik üstadı İbni Hürmüz'den aldıklarının tamamiyle tesiri
altında kalmış denebilir, onun eğilimlerine yön veren, yol gösteren odur. Mâlik
alimler arasında kendine iyi örnek olacakları seçerdi. Bazı rivayetlerde
geçtiği Üzere İmam Mâlik Lâedrî-bilmenrı sözünü çok kullanırdı, bilmediği
birşey sorulunca hiç çekinmeden onunla cevap verirdi. Bu hususta da üstadı İbni
Hürmüz'e uymuş olurdu. Medârik'de şöyle denir; «Mâlik derdi ki, İbni Hürmüz'ü
şöyle derken işittim: Alim olan kimse, yanında olanlara, öğrencilerine
lâedrî-bilmem sözünü miras bırakmalı, onların elinde bu bir esas olmalı.
Birisine bilmediği bir şey sorulunca: Lâedri demesini bilmeli.. İbni Vehb der
ki, Mâlik kendisine sorulan şeylerin çoğunda: Lâedrî derdi.»
Bütün
bunlardan görülüyor ki, İmam Mâlik, büyük üstadı ibni Züh-rVnin yanında
yetişirken: Küçükken, gençken, aklen yetişmiş bir delikanlı iken ne kadar onun
tesirinde kalmıştır,
Kendisine
ve fikrine bu derece tesiri olup onu istediği tarafa yönelten bu büyük
alimden, İmam Mâlik'in aldığı ilim nedir? İmam Mâlik bunu açık bir surette
sözle beyan etmemiştir, hatta hadislerin isnadında bile tavsiyesi üzere, onu
sık sık anmaz. Çünki İbni Hürmüz takvasından ve zühdünden dolayı, belki Hz.
Peygamberin hadisleriyle bilmeyerek yanlış birşey karıştırırım korkusu ile,
onun adını zikretmemesini tavsiye etmişti.
Mâlik'in
sarih sözlerinden almaktan aciz kaldığımız biz, onun sözlerinin işaretlerinden
almış bulunuyoruz. Yukarıda naklettiğimiz rivayetler arasında Mâlik'in şöyle
bir sözü geçer: «O, ehli hevâya, sapıklara reddetmede ve ihtilaflı mes'eleleri
çözmede insanların en bilgiiisiydi. Bu sözden anlıyoruz ki, İmam Mâlik;
üstadından fetva ve fıkha dair ihtilafları çözmeyi, ehli hevaye red hususundaki
bilgileri öğrenip alıyordu. İlminin tamamını insanlar arasında yaymamış
olmanın bir sırrı da budur. Çünki Mâlik, talebesine hadis ve fıkıh
meselelerinden fetva öğretiyor, bu iki ilmin dışına çıkmıyordu.
İmam
Mâlik cedel; münakaşayı sevmiyordu. Mutezile, Cebriye Mürcie, Hariciler
zihinleri şaşırtıcı, akılları ihtilafa düşürücü bir takım meseleler ortaya
çıkarmışlardı. Mâlik bunlara dalmazdı. Sebebine gelince onların dediklerini
bilmediğinden değil, onları pekala bilirdi. Fakat baktı ki, bunlarla münakaşaya
dalmak, kişiyi selamet sahiline çıkarmıyor, bir gayeye ulaştırmıyor.
Medârik'de
şöyle denir: Mutezile'den birisi haber veriyor: «İmam Mâlik İbni Enes'e geldim,
insanların önünde ona kadere dair bir mes'ele sordum. Bana susmamı işaret etti.
Meclis dağılıp tenha kalınca bana: «Şimdi sor» dedi. Çünkü kader meselesini
halkın içinde kurcalamayı sevmezdi. Mutezili öyle diyor; ona kadere dair ne
sordumsa hepsi ne de cevap vermiş ve onların mezhebinin batı! olduğuna deliller
göstermiş.[13]
Bundan
da görülüyor ki, İmam Mâlik, dersinde her bildiğini söylemiyor, ancak
bildiklerinin en iyisini, insanlar için hayırlı gördüğünü anlatıyordu.
İnsanlara diıi bilgisi veriyordu.
O
çağda Medine-i Münevvere gerçekten bir ilim ocağı, ulema yatağı idi, Mâlik'in
zamanında Tâbi'inden bir çokları oradaydı. Genç Mâlik onlarda ilim susuzluğunu
giderecek, tükenmez bir kaynak, tatlı bir pınar bulmuştu, hiç bulunmayan, temiz
bir su gibi berrak bir kaynak. Onlardan biri olan İbni Hürmüz'e, yıllarca
başkasına bakmadan devam etti. Fıkıh meselelerine, ehli hevaye red konularını
ondan öğrendi. Böylece cidal ve münakaşaya kaçmaksizın hakikat arama arzusu
onda gelişti. Ondan sonra da diğer ilim kaynaklarından almaya koyuldu, fakat ilk
kaynağından içmeye, İbni Hürmüz'den almaya da devam etti.
Abdullah
İbni Ömer'in azadlısı Nâfi'den de (Allah ondan razı olsun) aradığını buldu.
Ondan da çok ilim aldı. İbni Hürmüz'ün dersine hep devamı da ihmal etmedi.
Malik
(Allah ondan razı olsun) şöyle demektedir: «Öğle,ortası Nâfi'e gelirdim,
güneşin sıcağından beni ağaçlar bile korumazdı. Onun evinden çıkmasını
beklerdim. Çıktığı zaman, onu görmemiş gibi yapar, biraz beklerdim. Sonra
yanına gelir, selam verirdim. Sonra ayrılırdım. Mescide girip derse başlayınca
yanına gelir : Şu meselelerde İbni Ömer ne derdi? diye sorardım. O da bana
cevap verirdi, sonra ayrılırdım. O hiddetli bir zattı.»[14]
Bu.haber,
İmam Mâlik'in ilim tahsili uğrunda nelere katlandığını göstermeğe yeter, o
sıcak ülkede, öğle vakti.kalkıp Nâfi'nin evine gidiyor, o zaman Medine'nin
dışındaki Baki'de oturuyordu. Onun evinden çıkmasını bekliyor, sonra onun
ardısıra mescide geliyor, Nâîi1 yerine oturup dinlenince ona hadis ve fıkıh
meseleleri soruyor. Mâlik, Nafi'den bir çok hadis aldı, İbni Ömer'in
fetvalarını öğrendi. İbni Ömer meşhur fakihlerden olup fıkıhta, Hadis ve Eser
ilminde üstün yeri vardır. Hadis Şeriflerin ışığı altında hüküm vermekte
mahirdi.
İmam Mâlik, Nafi'den sonra hadis alimi İbni
Şahab Zührî'den ders almıştır. Ondan okumaya, hadis şerifleri büyük dikkatle
ezberlemekle başladı., hem iyice anlıyor, hem güzelce ezberliyordu. Kendisinden
şöyle rivayet olunur: «Zührî bize geldi. Rabia yanımızda olduğu halde ona
gittik bize 40 kadar hadis-i şerif rivayet edip anlattı. Ertesi gün yanına
vardığımızda; yazdıklarınıza bakın ki, size hadis rivayet edeyim, dün
anlattıklarıma baktınız mı, bellediniz mi?» diye sordu. Rabia da: «Dün rivayet
ettiklerini sana tekrarlayacak işte bu,» dedi. Zühri: «Kim o-» diye sordu.
Rabia'da: «İbni Ebi Amir (yani Mâlik)» dedi. O da antet bakalım dedi. Ben de
dünkü 40 hadisi tekrarladım. Bunun üzerine Zühri: «Benden başka bunları
ezberleyecek kimse kalmadı sanırdım,» dedi. Bu rivayet gösteriyor ki, Mâlik
ilmi kudreti arttıktan, zamt ve ezberlemekte meşhur olduktan sonra İbni Şahab
ile görüşmüştür. Şöhreti o derecedeki,
üstadı Rabia, onların topluluğuna yazmayı ihmallerinden dolayı
yönetilen ithamı reddetmesi için Mâlik'i öne sürüyor, o da gerekeni yapıyor,
hatta üstadı Rabia ile birlikte ZührVnin dersine gidiyor, ve derste bir
arkadaş gibi onun yanına oturuyor.
İmam
Mâlik Zühri'nin rivayet ettiklerinden faydalanmaya çok meraklı idi. Ondan önce
de İbni Hürmüz'ün ilminden, Nâfi'nin ilim ve rivayetlerinden aynı merakla
faydalanmıştı. Yukarıda geçtiği gibi evine gider, çıkmasını bekler, cariye
haber verirdi. Nasıl ki sıcağa bakmadan Nâfi'nin Bakîdeki evine gider, güneş
altında onun çıkmasını bekler, sonra mescide gidip ders dinlerdi, bazen onu
kalabalığın gürültüsünden uzak, sakin bir havada ders dinlemek ümidiyle tenha
bulmak için bayramda bile gittiği olurdu. Onun şunu anlattığı rivayet olunur:
Bayram gelmişti, kendi kendime: Bugün İbni Şahab boştur, dedim, namazgahtan
yollandım, varıp kapısı önüne oturdum, onun cariyesine: «Bak kapıda kim var
diye seslendiğini duydum. Câriye baktı ve «Efendim o kula Mâlik!» dediğini
işittim.O da: «Getir, gelsin» dedi. İçeri girdim. Bana: «Bakıyorum henüz evine
dönmemişsin» dedi. «Evet öyle» dedim. «Birşey yedin mi?» diye sordu. «Hayır»
dedim. «Öyleysebirşey-ler ye» dedi. «Buna gerek yok» dedim. «Öyleyse ne
istiyorsun?» dedi.
«Bana
hadis rivayet et» dedim. «Haydi öyleyse, hazırlan,» dedi. Defterlerimi
çıkardım. 40 hadis-i şerif rivayet etti. «Daha fazla söyle» dedim. «Yeter dedi.
Eğer bunları belleyip rivayet edersen, sen hafızlardan sayılırsın» dedi.
«Belledim bile» dedim. Elimden yazıları çekip aldı ve sonra «Hadi anlat
bakalım,» dedi. Ben de hepsini ezbere okudum. Sonra defterleri bana verdi ve:
«Kalk, sen ilim hazinelerindensin!» dedi. Söylediğine göre, İbni Şahab
Zührî'nin hadislerini bellemeye o kadar çok meraklı idi ki, hadis dinlemeye
oturduğu zaman, yanında bir iplik bulundururdu, o Resûlullah'tan bir hadis-i
şerif rivayet etti mi, hemen düğüm atardı, böylece düğüm sayısına göre kontrol
yapar, rivayet olunan hadislerin hafızasında kalanların sayısını bilmiş olurdu.
Medarik de şu var: İbni Şahab derse oturdu mu, 30 hadis şerif rivayet ederdi.
Bir gün yine hadis rivayet etti, ben de düğüm attım. Fakat bir hadis-i şerifi
unuttum. Zühri'ye rastladım ve ona o Hadisi sordum. «Derste değil miydin» dedi.
«Evet dersdeydim,» dedim. «Öyleyse neden bellemedin?» dedi. «Tam 30 hadis,
ancak bir tanesi aklımdan çıkmış» dedim. Bunun üzerine Zührî: «İnsanların
bellemesi kalmadı, hafıza denen şey gitti, ben bellediğim bir şeyi asla
unutmam, sende olanları söyle» dedi. O unuttuğumu bana söyledi, ben de dönüp
gittim.[15]
Gençliğinden
itibaren İmam Mâlik, Hz. Peygamberin hadis-i şeriflerine gereken hürmette son
derece dikkatli olurdu. Onları doğru bellemek için saygılı olmakla beraber
huzur ve sükûn içinde dinlemeye çok önem verirdi. Onun için ayakta iken
dinlemez, sıkıntılı, üzüntülü, kararsız bir halde iken hadis dersi almazdı.
Onlarda bir yanlışlığa düşmekten korkardı.
Medârik'de
şöyle denir: «Mâlik'e, Amr b. Dinar'dan hadis dinledin mi?» diye soruldu.
Cevap verdi: «Onu hadis rivayet ederken gördüm, insanlar ayakta durmuşlar,
yazıyorlardı. Resulü Ekrem'in (Ona salat ve selam olsun) hadis-i şeriflerini
ayakta yazmayı hoş görmedim.»
Mâlik
Ebû Zinad'a uğradı, hadis naklediyordu. Dersine oturmadi, sonra Mâlik'e
rastladı ve ona: «Benim dersime oturmaktan seni alıkoyan nedir?» diye sordu. O
da: «Yer dardı. Ben ayakta iken Hz. Peygamberin hadislerinin rivayet
olunmasını istemedim,» dedi. Bu olayın Ebû Hâzim ile geçtiği de söylenir.
Bunlar,
İmam Mâlik'in tahsiline dair haberlerden bazı seçmeler. Burada onun
üstadlarının hepsini, hangi hocasından ne aldığını Hadis adamlarından kiminle
görüştüğünü sayıp sıralamak niyetinde değiliz. Çünkü bunun yeri, onun İlminin
kaynaklarından bahsederken gelecektir. Fakat burada, bu haberlerden bazısına
işaret ettiği, bazısını açıkça söylediği üç şeyi belirtmemiz gerekiyor ki,
onlarda şunlardır:
1- 0 zaman ilim, kişilerin ağzından duymak yoluyla, sözlü olarak
öğreniliyordu, yazılı kitaplardan değil. Onun için talebenin zihni gelişip
parlardı. Çünkü bütün güvendikleri kafalarına idi. İşleyen demir parıldar.
İşittikleri birşey kaçmasın diye titrerlerdi. Bakıyorsun, İmam Mâlik Hadislerin
sayısını iplere düğüm atarak tesbit ediyor, bir hadis zihninden kaçtı mı, onu
tekrar dinliyor, hocanın sert azarlaması, çıkışması ona asla engel olmuyor.
Birden 40 kadar hadis dinliyor, ancak bir kaçı aklından gidiyor, 40 tanesi
kalıyor, 30 hadis dinliyor, ancak biri hafızasından kaçıyor. Bu onda hafızanın
kuvvetini göstermektedir. İbni Şahab onu ilim-hazinesi, bilgi kabı olarak
niteliyor. Aynı zamanda bu onların hafızaya verdikleri önemi, bellemeye
verdikleri merakı da göstermektedir. Onların kalbleri böyle temiz, gönül
vergileri kuvvetliydi.
2- Alimler, artık ilmi yazmaya, kaydetmeye başlamışlardır. Fakat
yazılana, çizilene değil de, yine hafızalara itimad devam etmektedir. İşte İbni
Şahab Zührî işittiklerini unutmalarından korktuğu için talebelerini
duyduklarını yazmaya teşvik ediyor. İşte İmam Mâlik, ona gidiyor, elinde
yazdığı defterler var, duyduklarını onlara yazıyor. Bu onu diğer yandan
işittiklerini ezberlemekten de alıkoymuyor. İbni Şahab Zührî, Mâlik'in elinden
yazılı defterleri alıyor, ona anlattıklarından onu deniyor, onları noksansız,
tamamiyle ezberlemiş buluyor ve «sen ilim kabısın» diyor.
3- İmam Mâlik ilim tahsiline kendini vermişti, ciddi bir şekilde heves ve
sabır ile ilme sarılmıştı. Şiddetli sıcak, kavurucu hava onu evinden çıkıp,
alimlerin evlerinden çıkarak mescide ders vermeye gelmelerini beklemesine mani
olmazdı. Hatta bazılarının onu azarlamasına bile aldırmaz, jlim yolunda her
şeye katlanırdı. Sükûn içinde akıllıca ve yumuşak davranarak, elinden geldikçe
onları kızdırmamaya çalışırdı. Bütün vaktini ulema ile görüşmeye ayırmıştı.
Akşam, sabah onlardan ders okurdu. Bakarsın, İbni Hürmüze sabahın erken
saatlerinden geceye kadar devam edîyor. İlim için fırsat buldumu, istirahat
vakti demez, gecikmeden derse gider, hiç fırsat kaçırmazdı. Bakıyorsun, bayram
sabahı namazdan sonra evine gitmeden önce, İbni Şahab Zührî'nin !evine gidiyor,
çünkü bu vakitte İbni Şahab evinde insanların gürültücünden uzak, huzur
içindedir, ondan daha iyi, güzelce ders dinler ve daha çok istifade eder, o
bunu düşünür.
İlim
elde etme uğrunda hiçbir gayreti esirgemediği gibi bu yolda malını da asla
esirgenaez. İbni Kasım diyor ki: «İlim tahsili İmam Mâlik'i evinin tavanını
söküp satmaya kadar götürdü. Odunlarını satıp okudu, sonra dünya kucak açıp ona
yöneldi.»[16]
Bir
ilim öğrencisi olarak Mâiik'in hayatından sözetmeyi bırakmadan önce, kısa da
olsa onun öğrenmeye önem verdiği ilimleri zikredelim; yukartda naklettiğimiz
haberler bunlara işaret etmiştir.
0
ilmi dört cihetten elde etmeye çalıştı ki, bunların hepsi de fakih bir alimi
oluşturmada birleşir: O bir yandan gereği gibi âsâr ilmi biîir, diğer yandan
Rey fıkhını öğrenir. Çağının ruhunu kavrar, etrafında cereyan edenleri tanır.
İnsanların bilmesinde hayır gördüğü ilimleri onlara öğretip aralarında yaymaya
çalışır.
1- O çağındaki ehli nevaya, sapık cereyana kapılanlara reddetmeyi,
insanlar arasında ihtilaflar, fıkıh ve fıkıh dışında kalan mezhebler arasındaki
ayrılıkları öğrendi. Kendisinin haber verdiği üzere bunları İbni Hürmüz'den
aldı. Ondan çok şey öğrendi, fakat bunların hepsini halk arasında yaymadı.
Ancak bilmeleri zaruri olanları söyledi. Bu suretle o ilmi adeta ikiye
bölüyor: Umum halka, bütün insanlara verilecek ilim, bu tek bir kişiye mahsus
değil, bunda kimseye bir zarar yok. Herkesin aklı onu" alır ve kabul eder.
Herkes onu kolayca sindirir ve faydalanır.
.
Diğer
kısım ise, onu ancak havas -seçkin kişiler- kavrar, onu avam nasa anlatmak
olmaz, çünki bazı kişilere o, fayda yerine zarar getirir.
Mesela
ehli hevaya red ilmi böyledir. Olabilir
ki, çok defa bazı akıllar onu zor anlar, belki de yanlış anlarlar, kaş yapayım
derkez göz çıkarmış olurlar. Belki de onların sapık sözlerini ve onlara cevabı
konuşa konuşa bu sapık sözlere kendini kaptırır, onların durumuna düşer.
Böylece fayda umulurken zarar gelir. Bu sebeple İbni Hürmüz'den öğrendiklerinin
hepsini yapmadı, bunu kendi söyler.
2- Ashabın fetvalarını, Tâbi'nin fetvalarını öğrendi. Hz. Ömer'in ve oğlu
Abdullah İbni Ömer'in (Allah ondan razı olsun) Hz. Aişe'nin ve diğer
sahabilerin fetvalarını bilirdi. Tâbi'ilerin ulularından Muhammed İbni Müseyyeb
ve diğerlerinin fetvalarını öğrendi, bunlara erişmiş değildir, rivayet yoluyla
öğrendi.
Dikkate
şayandır ki, Ashabın ve Tâbi'nin büyüklerinin fıkhı, Mâliki fıkhının birçok
ta'riflerinin kaynağı olmuştur.
3- Rey fıkhını Rabıatül-Rey diye tanınan Rabia'dan okudu. Öyle
anlaşılıyor ki, Rabia'dan öğrendiği bu Rey, tam manasıyla kıyas, illetleri ve
her veçhile menatı değildi, belki bunun esası muhtelif na'slarla halkın
mesalihini uygun hale sokmak ve topluma fayda sağlamak yoludur. Onun için
Medarik'de aynen şöyle denir: «ibni Vehb dedi ki, Mâlik'e soruldu: Rabia'nın
ders meclisinde kıyas yapıyor muydunuz? Ve birbi-rinizle çok tartışıyor
muydunuz.» «Vallah hayır,» dedin»[17]
Bu
ifadeden anlıyoruz ki, İmam Mâlik çok kıyas yapan ve ona göre-meseleler çıkaran
fıkıh Re'y'ini almıyordu. Böylece, Irak'da çok olan takdiri fıkha da
girmiyordu. Bu takdiri fıkıh zaten çok kıyas yapmadan ve illet olmaya yarayan
vasıfları almadan doğmuştu.
Bundan
dolayı bizim tercihimiz şudur: Rabia'ya göre Rey fıkhının esas, insanların
mesalihidir, Mesâlih-i Mürsele'dir.
4-Herşeyden önce İmam Mâlik Hz. Peygamber Aleyhisselam'ın hadis-i
şeriflerini öğrenmiştir. Hz.Peygamberden rivayet yapan râvileri araştırır,
onların içinde mevsuk ve fakın olanları seçerdi. İnsanları anlamakta kuvvetli
bir feraseti vardı. Onların akıl ve fıkıh derecelerini kavrardı. Ondan şöyle
dediği naklolunur; «Bu ilim dindir, onu kimden aldığınıza bakın, dikkat edin.
Bu direklerin dibinde (Mescid-i Nebeviye İşaret etti) Resûlüllah buyurdu diyen
70 kişiye yetiştim, onlardan birşey almadım. Halbuki onlardan birine Beytülmal
verilse emniyette olurdu, öyle doğru kimselerdi, fakat bu İşin ehli
değildiler.»[18] Mâiik'in emin ve mevsuk
kimseleri nasıl tanıdığını, onun rivayetini ve ravilerîni okurken, inşaallah beyan
edeceğiz.
İmam
Mâlik, âsâr ve fetvaları öğrenmeyi tamamladıktan sonra, Mescid-i Nebevi'de bir
ders halkası kurarak ders okutmaya ve fıkhı öğretmeye başladı. Şüphe yok ki,
Tâbi'inin ve onlardan sonra gelenlerin meclislerine oturanlar, onlara İslam
diyarının doğusundan, batısından nice kimseler gelirdi, elbet ilimden büyük
bir nasib almış, hürmet ve vakar kazanmış zatlar olmalı ki, fakih öğrenmek,
fetva sormak için gelenlerin itimadını kazanabilsinler, sözleri muteber
tutulsun, güvene layık olsunlar, işte Mâlik ders okutmaya başladığı zaman böyle
bir güvene lâyık görülecek mevki sahibi idi. O, bizzat kendisi, hocalarının onu
bu işe ehil gördüklerinden emin olmak, bunu ikrar ve tasdik etmelerini
istiyordu. Onun dilinden sık sık şu güzel ve parlak söz çıkıyordu: «İnsanların
ehil görmediği bir işe kendisini ehil ve layık görende hayır yoktur.»[19]
Kendisinde
ders okutmak arzusu uyandığı zamanki halini ve bu işi anlatmak amacıyla şöyle
demektedir: «Her isteyen Mescid-i Nebevi'de hadis okutmak ve fetva için oturmak
olmaz, bu konuda salah ve fazilet sahipleriyle istişare etmeli, nereye
oturacağını sormalı, eğer onu bu işe ehil ve layık görürlerse oturmalı, benim,
bu makama ehil, bu işe layık olduğuma ilim ehlinden 70 ûstad şehadet etmedikçe,
ben bu makama oturmam.»[20]
Bir
adam gelerek, Mâlik'e bir mesele sormak istedi. İbni Kasım ondan önce cevap
verdi. Mâlik kızarak ona döndü ve şöyle dedi: «Ey Ebu Abdurrahman, ne de
cesaretle fetva verdin! Ve bu sözü tekrarladı durdu. Ben, kendimin bu işe layık
olup olmadığımı sormadıkça fetva vermedim.» Kızgınlığı biraz yatışınca, ona:
Kime sordun, dediler. «Züh-ri'ye ve Rabia'ya» cevabını verdi.
Bu
sahih haberler ve doğru sözler gösteriyor ki, İmam Mâlik bir kişiyi, ancak
olgunlaştıktan sonra ders ve fetvaya layık ve ehil görüyordu ve bunu kendine
de aynen uyguladı. Olgunlaşıp ilimde kemal sahibi olmadıkça ve içlerinde Zührî
ve Rabiâ da dahif, 70 kadar üstadı onun bu işe layık olduğuna şehadet
etmedikçe, ders ve fetvaya başlamadı.
Derse
başladığı zaman yaşı acaba kaçtı? Sahih rivayetlerde vatka dair bir şey yok.
Mantık bize onun o zaman adamlık çağında olmasını söylemeyi gerektirir. Zira
bir insan, o büyük ve din âlimlerinin arasında fetva verecek bir mevkie
ancakadamlık çağma geldikten sonra erişebilir. Aklı ve zekası ne kadar üstün
olursa olsun, genç bir çocuğun, Hz. Peygaberin Mescid-i Şerifinde,
kendilerinden ilim aldığı, onların kaynaklarından su içtiği o büyük üstadlann
arasında hadis ve fetva vermesine başlaması olamaz.
Fakat
onun menakıbıru yazan Mâlikilerden bazı müteassıblar, onun 17 yaşında iken
derse çıktığını söylemekten geri kalmıyorlar. Onlar bununla sanki onun ders ve
fetva vermesinin de olağanüstü hallerle başladığını söylemek istiyorlar, nasıl
ki hami müddeti ve doğuşu olağanüstü olduğunu iddia etmişler, anası onu üç sene
karnında taşıdı sanmışlardı. Bu hususta Süfyan b. Uyeyne'ye nisbet olunan bir
habere dayanmaktadırlar. O demiş ki: «Rabia'nın dersinde bir mesele geçmiş.
Mâlik onu ona sormuş. Rabia da kızarak onu azarlamış. Mâlik de öfkeyle kalkmış.
Öğle vakti yalnız oturmuş, onun yanına
da bir cemaat oturmuş. Akşam namazını kılınca yanına 50 veya daha çok
kimse toplanmış. Ertesi gün onun yanına birçok kimse toplanmış. O da artık ders
vermeye başlamış, o zaman 17 yaşındaymış.»[21]
İmam
Mâlik'in 17 yaşında iken ders okutmaya başladığı iddiası işte bu habere
dayanmaktadır.
Biz
bu haberi kabul edemeyiz. Onu duyunca yüz çeviririz. Çünkü bu, o zaman
Medine'de ders okutmanın durumuna uymaz; onun önem ve değeriyle barışmaz. Büyük
âlimler Medine'de Hz.Peygamberin. kabri civarında oturur, mücavir olarak
bulunurlardı. İbni Şahab Zühri, Nâfi' ve diğerleri gibi büyük alimleri bırakıp
bu genç çocuğun dersine oturmaları çok garip birşey olmaz mı? Meşhur alimler
dururken ondan hadis dersi almaları yadırganmaz mı?
Bize
göre pek çok doğru haberler vardır ki, onlar bu zanro geçmeyen haberi
çürütmektedir. Şöyle ki:
1 - Buna göre İmam Mâiik'in ders okutmaya oturması, hocası Ra-bia'ya kızıp
onun dersinden öfkeyle ayrılması imiş. Halbuki sadık rivayetler diyor ki, o
ders okutmaya başlamazdan önce üstadiarıyla istişare yaptı, özellikle Zühri ve
Rabia'nın adını vererek, onlara sordu. Rabia lonun ders okutmasına izin
verenlerin başında geliyor. Bu onun ders jokutmaya başlamasına sebep, Rabia'ya
kızarak ondan ayrılmasını 'göstermekle asla bağdaşmaz. Bize göre de, Rabia'yı
terketmiş olabilir. Fakat ondan sonra derhal ders okutmaya başlamış değildir.
Hem bu ayrılış Rabia onu azarladı diye değii, aralarındaki görüş
ayrılıklarından dolayı olmuştur, bir de bu 17 yaşında iken değildir.
2- Sahih haberlere göre özellikle İbni Hürmüz'ün dersine devam 7 'veya 8
yıldır. Diğer üstadlarına devamı ile birlikte ise daha çoktur. İbni Hürmüz'e
devamına sebep olarak şu gösterilir: Babası ona bir mesele sormuş, yanlış cevap
vermiş, kardeşi ise doğru cevap vermiş. Babası onu kendini oyuna vermekle
ayıplamış. Bunun üzerine İbni Hürmüz'e Revama başlamış. Kendisine soru sorulup
cevap veren kimsenin yaşı bndan küçük olamaz ve yanlış cevap verdi diye on
yaşından küçük çocuk ayıplanmaz. Yaşı haydi 10 diyelim, İbni Hürmüz'e de en
azından (7 yıl devam etti, o takdirde îbni Hürmüz'e devamı sona erdiği zaman
yaşı 17 olmuş oluyor. Halbuki özellikle sadece ona devamı bittikten sonra
başkalarından da ders almıştır, ya onlardan ne zaman ders almış olabilir? O
kendisi özel olarak sade İbni Hürmüz'den 7 yıl ders aldığını söylüyor ve ondan
öğrendiklerinin çoğunu insanlar arasında yaymadı-jğını tasrih ediyor. Bedahat
ve mantık, İbni Hürmüz'ün dersini bıraktıktan sonra da yani 17 yaşından sonra
da ders okumaya devam ettiğini haykırmaktadır, okuttuğunu değil!
3- Sahih rivayetler diyor ki, o 70 üstadıyla istişare yaptıktan sonra
ancak ders okutmaya başladı. İnsaflı olan bir kimse, yetmiş üstadın Mescid-i
Nebevi'de 17 yaşında bir gencin Peygamberin hadislerini okutmasına, fetva dersi
vermesine o zaman müsaade edeceklerini hiç zanneder mi? Meğer ki bu genç, mucize
kabilinden olağanüstü bir hale sahip olsun. Belki de bu sözü yayanlar da böyle
birşeyi kastediyorlar. Biz bunu kabul edemiyoruz. İmam Mâlik, ne vücutça, ne de
akılca ;evkaladelik bulunan bir kişi değildir. O da diğer insanlar gibi bir
insandır. Anası onu, diğer analar nasıl doğurursa öyle doğurdu. Evet bizce o,
jstün zekalı, dâhi bir alimdir, hıfzı çok kuvvetli, mevsuk, emin, faziletli bir
alimdir. Çağında hicret yurdu olan medine-i Münevvere'nin takibsiz, sşsiz
imamıdır.
4- Yine sahih rivayetlere göre o, İbni Şahab Zühri ile ilk görüştüğü
sırada Rabia'nın dersinde idi. Zühri'den dinledikleri hadis-i şerifleri
yazmadıklarından dolayı onları Zühri Levm edip çıkışınca o hadisleri ezber
söylemeye Mâlik'i teşvik eden Rabia olmuştur. Şüphe yok ki, o vakit Mâlik henüz
ders okutmaya başlamış değildi. Çunki o zaman henüz okutacak kadar hadis
öğrenmiş değildi. İbni Şahab Zühri'den hadis dinlemiş, bellemiş değildi ki
meşhur olup ders vermeye başlayabilsin. O ancak Zühri'den hadis okuduktan
sonra o kadar çok hadis öğrendi. Mâiik'in bellediği hadisler az değildir,
onların senedinde Zühri'de vardır. Bunların bir kısmını ondan bellemiştir.
Çünki onun İbni Şahab Zühri'ye sık sık geldiği belli birşey, hatta bayram günü
bile geliyor. Hadis okutmak üzere ders halkası olan biri bunu yapmaz.
Sonra
Zühri'yle ilk görüşürken madem ki Rabia ile beraber gittiler, Rabia o zaman
hüccet olan bir alim, makul olan o zaman Mâiik'in.çocuk yaşta bir genç
olmamasıdır. Yoksa Rabia gibi bir alimin gençbir çocuğu Zühri'ye takdim etmesi,
her ikisini de küçümsemek olur. Ne Rabia ne de Mâlik'ten bu beklenmez. Uygun
olan ve kabule şayan görülen Mâlik o zaman adamlarla beraber bulunacak bir
yaşta olan bir gençti. Yoksa küçük yaşta olan, çocuk denebilecek bir genç değildi.
Doğru
olduğunu sandıkları bu habere (yani 17 yaşında iken ders okutmaya başlamasına)
başka bir haberi de kattılar. Medârik'de şöyle yazılı: «Eyüp Sahtiyanı diyor
ki, Nâfi' sağken Medine-i Münevvere'ye geldim. İmam Mâiik'in o zaman ders halkası
vardı. Musab der ki, Nâfi1 sağken İmam Mâlik'in, onun ders halkasından daha
büyük ders halkası vardı, diğer bir rivayette ise, Rabia'nın halkasından
büyüktü. Şü'be der ki, Nâfi'in ölümünden bir yıl sonra Medine-i Münevvere'ye
geldim, İmam Mâiik'in o zaman ders halkası vardı. Nâfi'in ölümü 117 yılındaydı.»
Kadı
İyâd bunlara şunu ekliyor: «Bunların hepsi doğrudur. Daha önce geçtiği üzere
İmam Mâlik 17 yaşında ders okutmaya başladı. Doğumu ihtilaflı olsa da 93 yılı
kabul edilir. Nâfi'nin ölümü ise, 20 küsur senesindedir.»[22]
Görülüyor
ki Medarik sahibi bu haberin kabulünü, geçen haberin doğruluğuna bağlamaktadır,
halbuki o çok söz taşır. Nâfi'in sağlığında ders okutmaya başladığı, onun ders
halkasının Nâfi'den daha büyük olduğu şüphe taşıyan birşeydir. Zira Nâfi'nin ve
Rabia'nın mı olduğu şüphelidir. Böylece o delil olmaktan düşer. Hem de bu iki
kişinin ölüm tarihleri arasında fark büyüktür. Nafi' 117, Rabia'da 136 yılında
ölmüşlerdir.
Bu
haberler ile birinci haber arasında kurulmak istenen bağlantı ne olursa olsun,
onun Nafi'in Ölümünden bir yıl sonra ders okutmaya başladığı iddiasf, 17
yaşında iken derse başladı davasından daha kabule şayandır. Çünki bu takdirde
25 yaşında iken ders okutmaya başlamış olur. Fakat bunu teyid eden bir sened
yok.
Bu
haberlerin eleştirilmesinden şu netice çıkıyor; 17 yaşında iken ders okutmaya
başladığı iddiası, akia uygun, kabule şayan bir iddia değildir. O zamanki
meşhur ve maruf olan adete uymaz. Herkesçe kabul edilen maruf ve sahih olan
rivayetlerle bu bağdaşmaz.
Biz,
okuyup öğrendikten sonra hangi yaşta öğretmeye, okutmaya başladığını kesin
olarak bulamiyorsak da, ulema yetişip yaşça olgun-laşdıktan sonra ders vermeye
başladığını söyleyebiliriz, yoksa daha körpe bir genç iken değil. Meşhur
haberlere göre Rabia sağken o, ders okutmaya başlamıştır. Bu da ma'kul
birşeydir. Bunda akıl kabul etmez birşey yok. Çünkü Rabia 136 yılında öldü.
Mâlik de, tercih edilen kavle göre, 93 yılında doğdu. Demek Rabia vefat ettiği
zaman Mâlik43 yaşına gelmiştir, makul olan bundan önce derse başlamış
olmasıdır. Şüphesiz ki bu yaşa gelmeden önce ders vermeye başlamıştır.
Sabit
olan gerçek de bunu gerektirir. Çünkü İmam Mâlik, Rabia ölünceye kadar onun
dersine devam etmedi. Belki onun bazı fetvalarını hoş görmeyerek onun dersinden
ayrıldı. Fakat onun fazlını hiçbir zaman inkar etmedi, bundan dolayı, Leys b.
Said'in Mâlik'e yazdığı risalede şunlar vardır: «Rabia'nın bazı geçmiş şeylere
muhalefet ettiği şeylerden bir kısmı da: Bildiğin, hazır bulunduğun ve senin,
Yahya b. Said'in, Abdullah b. Amr'ın, Kesîr b. Ferkadin ve ondan daha yaşlı
olan bir çok Rey sahibi Medinelilerin görüşünü işittiğim meselelerdir. Hatta
bunlar seni, onun meclisini terketmek gibi hoşlanmadığın birşeye mecbur
etmiştir, Rabia'yı kınadığınız bazı şeyler hakkında sen ve Abdülaziz ile
müzakere etmiştim. Siz ikiniz benim kabul etmediğim şeylerde bana muvafakat
ediyordunuz. Bununla beraber Rabia'da elhamdülillah çok hayır var, sağlam bir
akıl sahibi, beliğ bir ifadesi var. İslâmi yaşayışı güzel, genel olarak bütün
arkadaşlarına ve özellikle bize karşı sahiden bir muhabbeti var. Allah ona
rahmet etsin, onu bağışlasın. Onu amelinden daha güzeli ile mükafatlandırsın.»[23] Bu
cümlelerden anlaşılıyor ki İmam Mâlik, Rabia ile aralarında çıkan ihtilaftan
onun bazı tabiatına aykırı bazı görüşlerinden dolayı, onun meclisinden ayrıldı.
Rabia sağken, Mâlik'in ders halkası iddiasında yadırganacak bir şey yoktur.
Madem ki ikisi arasında görüş ayrılığı başlamıştır, her İkisi de birbirine
muhalif görüş sahibidir. Mâlik de, Rabia'nın sağlığında artık ders okutacak
bir yaşa gelmiştir.
Aralarında
görüş ayrılığı, ders vermeye başlayacağı zaman hocası Rabiayla istişareden
Mâlik'i alıkoymaz. Çünkü aralarındaki ihtilaf ikisinin dostluğuna asla mani
değildir. Yukarda gördüğünüz üzere, Leys b. Sa'd, Rabia'ya hoş görmediğini İmam
Mâlik'e de hoş görmemektedir. Bununla beraber onu çok güzel övmekte, ona rahmet
ve mağfiretle dua etmekte, onun umum kardeşlerine ve özellikle ona sevgisini
anmaktadır.
Sözün
kısası, İmam Mâlik, akılca olgunlaştıktan, fikirce geliştikten sonra Mescid-i
Nebevi'de ders okutmaya başladı. O zaman bazı üstadları da sağdı. Yalnız o
vakit yaşı kaçtı, bu hususta kesin bir şey söylemek için elde delil yok.
İmam
Mâlik yaşça olgunlaşıp ilmen kemâle geldikten sonra Mescid-i Nebevi de, ders
vermeye başladı. Hadis ilmine susayanları, Hz. Peygamberin (Ona salat ve selam
olsun) hadis-i şerifleriyle sulayıp kandırıyordu. Mescid-i Şerifteki ders
halkasının yeri, Hz. Ömer b. Hat-tab'ın hüküm, kaza ve meşveret için oturduğu
yerdi.[24] Mâlik'in bu yeri seçmesi Hz. Ömer'in
tesirlerinde kalmasındandı, fetva ve hükümlerinde, Said b. Üseyyebin ve diğer
tabiilerin ondan rivayet ettikleri fetvaların tesiri altında kaldığı görülür.
Bu hal güzel bir duygu eseridir. Ona dâima manevi yönden ona uyma kuvveti
verir, bu meclisin diğer bir manevi değeri vardır. Burası mescitte Hz.
Peygamber aieyhisselam'ın oturduğu yerdir.
Oturduğu
evde de böyle yaptı. Abdullah İbni Mes'ud Hazretlerinin oturduğu evde oturdu.
Medârik'de şöyle denir: Mâlik İbni Enes'in Medine-i Münevvere'de oturduğu ev
Abdullah İbni Mes'ud'un evi idi.» [25]Bununla
Abdullah İbni Mes'ud'un izinde olduğunu gösterdi, nasıl ki aynı maksatla Hz.
Ömer'in/Allah ondan razı olsun) mecliste oturduğu yerde oturup ders verirdi.
İmam
Mâlik (Allah ondan razı olsun) Ashab-i Kfram'ın ve Tâ-bi'inin âsârı havasında
yaşadı, Tâbi'inden, sahabelerin fetvalarını alıp öğrendi, onların içinden Rey
sahiplerini daha beğenirdi. Hz. Ömer'in İbni Mes'ud'un ve diğer fakîh
sahabelerin haberlerini, eserlerini araştı-rır, onların verdikleri hükümleri,
yargıları öğrenip tanırdı. İncelemeleri de Bid'atcı yeni bir şey çıkarıcı
değil, tâbi' olucu olmaya dikkat ederdi. , Onun görüşüne göre: Medine halkının
amelleri, onların ehli hadis , denen ve âsâra uyan fakihin yolunu aydınlatıcı
şeylerdir, onların ışı- ! ğında hüküm çıkarır, onların hidayeti üzere yürür ve
onların nurundan aydınlık alır.
Allah
ona uzun ömür verdi, bereketli bir ömür sürdü, racih kavle göre 179 yılında
vefat eitiği zaman 90 yaşına yaklaşmıştı. Talebeleri çoktu, fıkhı her tarafa
yayıldı, onun hakkındaki haberleri herkes duydu, insanlar hep onun ilminden
bahseder oldu, namı her tarafta duyuldu. Biz burada şimdi onun hayatını, maruz
kaldığı şeyleri anlatacağız.
İmam
Mâlik hayatı boyunca hep Mescid-i Nebevi'de ders okutmadı, idrar hastalığına
yakalanınca dersi eve aldı. Hastalığından bahset denlerin bazısı bunu idrar
hastalığı diyor, fakat hastalığa yakalandığında ittifak var, bu yüzden evde
ders vermeye başlamıştır. İlim, hadis, fetva ve ders vermekten vazgeçmedi ise
de insanlar arasına çıkamaz olmuştu. Bu hal vefatına kadar böyle devam etti.
fibni
Ferhun, Dâbac Muzehheb'de şöyle der: «Vakıdi demiştir ki, Mâlik Mescid-i
Nebevi'ye gelir, namazlarda, Cumada, cenaze namazlarında hazır bulunurdu,
hastalan ziyaret eder, hukuku yerine getirirdi. Mescidde oturur, arkadaşları,
talebesi etrafına toplanırdı. Sonra Mescidde oturmayı bıraktı. Namazı kılar,
meclisine dönerdi. Cenaze namazına gelmeyi bıraktı.Mescide namaza gelmez
oldu.Cumaya da gelmezdi.Ta’ziye için kimseye gelemezdi.İnsanlar bunun hepsine
katlandı,nihayet bu hal üzere vefat etti.Nice defa kendisine bu belki
söylendi.Şöyle derdi:<<Her insan kendi özrünü konuşmaya muktedir
olamaz>>[26]
Ravilerin
çoğu onun 179 Hicri yılında vefat ettiğini söylerler.Kadı İyad sahih olan
budur,cumhur bunun üzerindedir,diyor.Ne vakit öldüğünde de ihtilaf ettilerse de
çoğu Rebiulahır ayının 14’cü gecesi vefat ettiğini söyler.Allah ona rahmet
etsin ve ondan razı olsun.
Onun
hayatından bahsederken sözü bitirmeden geçiminden, dersinden, devlet
adamlarıyla, idarecilerle olan münasebetinden, onlara nasıl davrandığından,
onlardan gördüklerinden biraz bahsetmek istiyoruz. Önce birinciden sözedelim.
Söze
İmam Mâlik'in (Allah ondan razı olsun) gelirinden, geçim kaynağından
bahsetmekle başlayalım. Menakıb ve Ehbar kitapları İmam Mâlik'in geçim
kaynaklarından açık, vazıh bir surette sözetmez-ler. Fakat kitaplar arasına
serpilmiş haberler onun gelir kaynaklarını, . geçimini, tam olarak değilse de,
biraz-olsun açmaktadır.
Ulema
onun babasının ok, mızrak, yaptığını söylerler. Acaba oğlu da bu san'atı devam
ettirdi mi? Zira bir çok ailelerde adet olduğu üzere oğul, baba sanatı üzerine
yetişir, onun hünerini devam ettirir. Kitaplar onun bu sanatı işlediğini
söylemiyor. Haberlerin gelişi, bundan başkasını gösterir. Çünkü rivayetlerin toplandığı
nokta şudur: O daha küçüklüğünde ilme yönelmiştir. Bu ise ailesinde yeni
birşey değildir. Çünkü dedesi, amcaları hadis ve eser ilminde yeri olan âlim ve
ravilerdendirler. Mâlik madem ki, küçük yaşta ilme yönelmiştir, öyleyse baba
sanatına sarılmadı demektir. Zira bu sanat, onun başladığı ilim tahsiline devamına
engel olur. Her ne kadar ilim tahsiliyle bu sanatı bir arada yürütmek ihtimali
varsa da, bunu doğrulayacak birşey yoktur.
Menakıb
kitaplarında görüyoruz ki, kardeşi Nadr kumaş ticaretiyle meşguldü. Mâlik de
onunla beraber satar ve ticaret yapardı.[27] Ticaretle
ilim tahsilini bir arada yürütmeye bir engel yoktur. Çünkü vekilleri, onların
adina bu işi yapar. Nadr'ın kendisi dahi ilimle, hadis-i şerif tahsiliyle
meşguldü. Hatta başlangıçta Mâlik Nadr'ın kardeşi diye tanınırdı. Sonra Mâlik
nam kazanınca, önce de geçtiği üzere bu kere Nadr'a: Mâlik'in kardeşi diye
çağırılır, andırdı.
Bizim
tercihimize göre İmam Mâlik ticaretle geçinirdi. Bazı haber kitapları buriu
tasrih etmektedir. İbni Kasım şöyle demektedir:
«Mâlik'in
400 dinarı vardı, onunla ticaret yapardı, geçimi onunla idi.»[28]
Böylece
İmam Mâlik'in geçim kaynağını öğrenmiş oluyoruz. Geçim kaynağı ticaret olmakla
beraber, aynı zamanda halifelerden hediye de kabul ederdi. Bunu almanın helal
olduğunda çağdaşı Ebû Hanife gibi şüpheye düşmüş değildi. Çünkü o, Abbasi
Halifelerinin hediyelerini kabul etmezdi, daha önce Emevilerden de hediye kabul
etmemişti. Halife Ebû Cafer Mansur'a dostluğu ve sadakati, hediye göndermek
suretiyle denenirdi. Eğer kabul ederse, bu ona bağlılığına delil sayılırdı.
Eğer kabul etmezse, bu da, içinde meydana vurmadığı birşey gizlediğini
gösterirdi.
İmam
Mâlik halifelerden mal kabul etmekten çekinenlerden değildi. Ancak onlardan
başka idarecilerden hediye almaktan sakınırdı. Sultandan hediye almak kendisine
sorulduğunda şöyle dedi.: «Halifelerden alınır, bunda şek ve beis yok, fakat
onlardan başkasından birşey almakta sakınca vardır.»
Belki
onun görüşüne göre halifelerden başkaları Devlet malından bir şey aşırıyorlar,
çalıyorlar, bundan dolayı onların verdikleri şeyleri ve hediyeleri kabul
etmiyor.
Bazı
kimseler onun hediye kabul etmesini çok görüyordu. Veya bu hediyelerin bir
kısmı çok görülüyordu. Hatta deniyor ki, Harun Reşid ona üçbin dinar ihsan
etmiş ve:
—
Ey Ebû Abdullah, üçbin dinar, bunu Emîr-ül-Mü'minin'den alıyorsun? demiş. O da
«âdil imam olunca, mürüvvet ehli insafı bu, bunda bir beis görmem,» demiş.
Bu
gibi hediyeleri kabul ederdi, çünkü bu mürüvvet ehlinin bir insafı ve ihsanı,
öyle anlaşılıyor ki, o bunları zaruret şevkiyle, hoşlanmasa da, yine kabul
ediyordu. Haysiyetini korumak, ihtiyacını karşılamak İstiyordu. İçtimai durumu
ona bunu gerektiriyordu. Zira yoksul talebelere bakıp onları barındırmak,
muhtaçların ihtiyaçlarını karşılamak vardı. O halifelerin hediyelerini bu
niyetle kabul ediyordu. Öyle anlaşılıyor ki, o bu güzel niyetle de olsa. bunda
yine birşey görüyordu, onun için başkalarını sultandan hediye almaktan
nehyediyordu. Çünkü onların, onun gibi iyi niyeti olmayabilirdi, bundan
korkardı. Sultandan hediye almak çok sorulurdu. O da sorana: «Alma» derdi. «Sen
alıyorsun» deyince «Kendi günahımla birde senin günahını da mi bana yüklemek
istiyorsun.» derdi. Bazen de «Beni kendi günahımla bastırmayı mı seviyorsun?»
derdi.[29]
İlk
zamanlarda çok güçlük ve sıkıntı içinde yaşardı. Hatta bazen kızı açlıktan
ağlardı. Bu konuda şu rivayet olunur: «O bir defa Ebû Cafer Mansur'a halkın
halini gözetmesini, yoklamasını tavsiye etti. O da vakıf olduğunu göstermek
için ona şöyle dedi:
«—
Kızın açlıktan ağladığı zaman, komşular duymasın diye, elde-ğirmeni taşını
hareket ettirmelerini emreden sen değil misin?
Mâlik
: «Bunu Allah'tan başka kimse bilmez» deyince: «Ben bunu biliyorum da, teb'amın
halini mi bilmiyorum, sanıyorsun! Hiç bilmez olurmuyum?»dedi.[30]
Öyle
anlaşılıyor ki, bu güçlüğün, darlığın sebebi kendini ilim tahsiline verip
geçim yolunu aramayı ihmal etmesidir. İbnİ Kasım der ki: «Kendini ilim tahsiline
vermesi, Mâlik'i evinin tavanını bozup ağaçlarını satmaya kadar zorladı. Fakat
sonra dünya kucak açıp ona döndü,[31]
yukarıda buna biraz işaret ettik.
Sözün
kısası İmam Mâlik (Allah rahmet etsin) hayatında geçim darlığı ve yokluk da
gördü, ferahlık ve bolluk da gördü. Her iki durumda da haline şükretti.
Fakirlik ve yokluk günlerine dair, varlık ve bolluk zamanına ait nice haberler
rivayet olunur. Bu konuda birbirine uymaz haberleri, darlık ve varlık
olaylarını anlattıktan sonra Kadı İyad şöyle demektedir: «Anlattığımız bu
muhtelif hikayeler, dünyadaki hali, bunlar hep dünya halinin kararsızlığından,
zamanların değişmesindendir. Zira kişinin baştaki hali ile sonraki hali başka
olur. İmam Mâlik (Allah rahmet etsin) 90 yılına kadar yaşadı. Zaman geldi, hadisde,
fetvada imam oldu. 70 yıl kadar sözü dinlendi. Her zaman kadir ve değeri arttı.
Her gün şeref ve büyüklüğü yükseldi. Ölünceye kadar itibarı çoğaldı. Yıllarca
tek adam sayıldı. Hiç rakipsiz dünya ve din riyasetini elde etti. Böyle çalkantılı
bir ömür sürdü. Değişik hallerine dair olan haberlerdeki ihtilafta bir tearuz yoktur.
Başarı Allah'tandır.»[32]
Namı
duyulup itibarı arttıktan, Allah ona bol rızk kapılarını açtıktan, halifelerin
ihsanları çoğaldıktan sonra belki de ticareti bırakmış, rızık kazanmak için
çalışmaktan vazgeçmiştir. Allah ona lütuf ve kereminden ilme kendini verme
yolunu açmış, kazanç peşinde koşmaktan onu müstağni kılmıştır.
İmam
Mâlik, Allah Teâlâ ona nimetlerini ihsan edip zenginlik ve servet verdikten
sonra fakirlikten kurtulup bolluk içinde rahat bir hayata kavuştu, müreffeh bir
yaşayışa başladı. Yaşayışının her görünüşünde, yemesinde, giyinmesinde, evinde
bu nimetlerin eseri göründü, Şöyle derdi: «Kendisine Allah'ın ihsan ettiği nimetleri
bir kişinin üzerinde görülmesi, ne sevimli şey, Özellikle ilim sahipleri için.»
Ve yine şöyle derdi: «Kur'an okuyan zahîd kimsenin elbisesinin beyaz olmasını
severim.»
İşaret
ettiğimiz gibi yemesinde, giyinmesinde, evinde, her şeyde bu nimetlerin eseri
görüldü, müreffeh bir hayat yaşamaya başladı.
Yemesine
gelince: Beslenmeye dikkat ederdi, kuru, bayat şey yemezdi, adi şeyler
istemezdi. En iyi ve âlâ şeyleri bulup almakta son derece titizlik gösterirdi,
bol et yerdi, fakat haddi de aşmazdı. Hicaz ülkesindeetin
ucuzolduğuhaldehergüneteiki dirhemharcardı.[33] Bu
düzen üzere gider, bundan şaşmazdı. Talebesinden biri şöyle demiş: «Eğer Mâlik
yemek üzere hergün iki dirhemlik et almak için para bulamazsa, bunu tedarik
için bazı eşyasını satmak gerekirse bunu da yapar, tahsisatı ete ayırmıştı.
Yemek
zevki vardı, en iyisini seçerdi, muzu çok beğenirdi, severdi. Onun için şöyle
derdi: «Onun kadar cennet yemişlerine benzeyen bir şey yoktur. Yaz kış ne zaman
ararsan bulursun. Allah Teâîâ şöyle buyurmuştur: «Yemişi devamlı gölgesi koyu
serin» Elbisesine de çok itina gösterirdi.. Beyazı seçerdi. Beyazdaki temiz
renk insanın içine ferahlık verir, zihni açar. En iyi elbise giyerdi.
Medârik'de şöyle denir: «Mâlik, Aden, Horasan ve Mısır malı fiyatı pahalı
elbise giyerdi.» Elbisesini seçmede olduğu gibi temizliğe de çok dikkat
ederdi. Fiatı ne olursa olsun en iyisini, en güzelini ve en yakışanını seçerdi,
temiz tutardı. Kardeşinin oğlu şöyle demiştir» «Malik'in elbisesinde asla
mürekkep lekesi görmüş değilim.»
Evine
gelince: Evinin eşyasına, döşeme ve görünüşüne dikkat eder, önem verirdi. Rahat
olmasına bakardı. Evin sağında, solunda her tarafına yumuşak kumaştan eşya
döşenmişti, Kureyş'den, Ensar'dan ve eşraftan gelenler onların üzerine
otururlardı.
Giyimine,
evine yiyeceğine, bütün yaşayışına böyle itina etmesi, içine rahatlık verir,
gözü gönlü doyar, huzur vjs°ferahlığa kavuşurdu. Güzel kokuyu severdi. Talebesi
Eşheb der ki:1}«Mâlik en iyi kokuları
kullanırdı,
misk ve saire.»
Bu
müreffeh hayatta her türlü nimet vardı, bütün rahat imkanları sağlanmıştı,
Gelir ve tahsisatından eline geçenleri, ticaret yaptığı zaman kazandıklarını,
sultandan gelen hediyeleri, ihsanları, bunların hepsini sarfederdi, bir ev bite
almamış, kirada otururdu. İlk zamanda miras kalmış bir evi vardı, sonra onu
sattı. Yukarıda geçtiği üzere ilim tahsil ederken geçimi için onun tavanlarının
ağaçlarını satmıştı.
İşte
o hayatının bir bölümünde, bu dünyada böyle müreffeh yaşadı. Birisi çıkarda
diyebilir ki: Bu, din adamlarının dünya nimetlerinden yü? çevirmeleri,
debdebeye kapılmaları, dünya ziynetine önem vermeleri . gibi şeylerle nasıl
barışır? Bu tarz hayat, onun gibi dindar bir adama yakışan dünya gösterişine,
maddi süslere aldan-, mamak gibi şeylere uymasu Bu türlü hayat, sultanların,
ümerânın, saray adamlarının hayatıdır; âlimlerin ve din adamlarının hayatı
değildir, onların hayattaki gayeleri manadır, madde değil, ruhtur, cisim
değil!?
Bu
ilk bakışta doğru gibi görünen bir sözdür fakat Malik'in hayatını inceleyen,
onun içinde bulunduğu ve etrafını saran olayları gözönüne, alınca, anlarız ki,
o bu tarz yaşayışla dünya ziynetini, zevk ve saltanat sürmeyi kasdetmedi, o ruh
yüksekliği, gönül yüceliği ve huzur aradı, aşağı bir yaşayıştan uzaklaşıp
yüceliğe yönelmek istedi.
Şu
da var ki bayağı iyi bir yaşayış içinde güzelce beslenip gıdasını alamayan,
ifrat ve tefrike kaçmadan, aşırı gitmemek şartıyla hayat nimetlerinden
faydalanmayan kimsenin, kuvveti yerinde, asabı sağlam, düşünce kudreti yerinde
olmaz. Gönül huzursuz, fikri muzdarip olur. Kötü beslenme sonucu, düşüncesi
bozuk olur, noksan beslenmeden idraki noksan kalır. Mide çok şiştiği zaman
zararlı olduğu gibi, boş kalması da hem akla, hem cisme zararlıdır.
İmam
Mâlik iyi beslenmekle oburluk yapıyor değildi. Kararca temiz yemek günah
değildir, düşüncesi yerinde ilim talebinde başarılı ve sabırlı olsun,
güçlüklere dayansın diye iyi besleniyordu. İslam'ın ruhunu anlamayan bazı
sofilerin yaptığı gibi, insanların önüne zayıf, bitkin, perişan bir halde
çıkmak istemiyordu. İnsanların en zah'ji olan Muhammed Aleyhisselam çok hırslı
ve düşkün olmamak şartıyla en güzel ve temiz yemekleri'seçerdi. İmam Mâlik'in,
elbisesine, evine önem vermesi, bir yandan da ruh bakımındandı, madde için
değil ilim erbabını, giydiklerine dikkat etmeye teşvik ederdi. Çünkü elbiseye
önem verip temiz giyinmek, nefse ferahlık verir, gönlü açar, ruha neşe getirir.
Bu sayede düşünce huzura kavuşur, fikir eğrisi, çalkantısı olmayan bir yolda
selametle yürür.
Giydiğine,
oturduğu yere dikkat edip önem vermek, kişinin izzeti nefsini korur, şerefini
artırır, insanlar arasında itibarı çoğalıp aşağı görülmekten kurtulur. Güzel
giyinmek, güzel ev ve güzel ev eşyası, insanı hakir görülmekten, aşağılıktan
kurtarır.
İmâm
Mâiik'in keskin görüşü, derin düşüncesi bunları mülahaza ediyordu. Rivayet
olunduğuna göre bir defa Halife Mehdi'ye şöyle demiştir: «Rabia bana şunu
söylemiştir: «Kişinin nesebi, evidir, ondan belli olur.»Zira güze! görünüşlü
ev, gösterişli eşya, insana şeref kazandırır, nasıl ki neseb şeref verirse...»[34]
İmam
Mâlik önceleri Mescid-i Nebevi de ders okuturdu. Sonraları evinde ders vermeye
başladı. Dersi mescidden evine almasının sebebi, açıklamak istemediği hastalığı
idi. Bu özürünü söylemek istemiyordu.[35]
Yukarıda
geçtiği üzere o ilk zamanlarda Mescid-i Nebevi'de oturup ders okuturdu, vakit
namazlarına, Cuma namazına gelir, cenaze namazında bulunur, hastalan ziyaret
ederdi, hacet görürdü. Sonra sadece cumaya gelmeye ve ta'ziye de bulunmaya
başladı. Daha sonra da tam manâsıyla evine çekildi. Öyle anlaşılıyor ki, onun
halindeki bu değişiklik hastalığının durumuna ve yaşına göre olmuştur,
hastalığı hafif olunca, yaşı da mani' olmazsa, o zaman Cuma namazına gelir,
inşalara hatır sorar ta'ziye de bulunurdu. Hastalığı artıp yaş da ilerleyince
evine kapandı, orada ders vermeye devam etti. İnsanlar her taraftan gelip
görüşürdü, o evine çekildi, fakat insanlarla görüşmeyi kesmedi.
İmam
Mâlik dersinde vakar ve sükûnu korurdu. Lüzumsuz ve uygunsuz sözden kaçınırdı.
Kendine yakışmaz birşey yapmazdı. İlim erbabına böyle gerekir derdi. Kardeşinin
çocuğuna şöyle nasihat etmişti: «Öğrendiğin bu ilmi, sükûn, ilim ve vakarla
öğren.» Şöyle derdi: «İlim öğrenen kimsede: Vakar, ağır başlılık, huşu' olmalı,
geçmişlerin eserlerine uymalı, ilim erbabı mizahtan uzak kalmalı, özellikle
İlim müzakerelerinde bundan sakınmalı. İlmin adabından biri de ancak tebessüm
ile gülmektir.»
Kendisi
bu edeb ve terbiyeye çok sıkı bağlıydı. O,50 yıldan fazla ders okuttu, hadis-i
şerif rivayet etti, bu müddet içinde bir veya iki defa güldüğü görüldü. Bu uzun
süre içinde hep bu güzel ahlak, vakar, sekinet ve olgunluk içindeydi. Kimse
onun sözünde lehiv, kabalık, mizah, yakışıksız bir söz duymadı. Dersinde tam
bir ciddilik, sükun ve vakar içinde idi.
Bu
hal, onun kabalığından veya tabiatının sertliğinden ileri geliyor değildi.
Belki derse ve hadise saygısından kendini tutuyor, nefsine hakim oluyordu.
Talebesinden biri şöyle der: «Mâlik, bizimle beraber oturduğu zaman, sanki
bizden biriymiş gibi olur, bizimle beraber söze dalar, bizden daha çok tevazu'
gösterir, fakat hadis-i şerife başladımı, artık sözü bize heybet verir, sanki
bizi tanımıyormuş, biz de onu tanımı-yormuşuz gibi konuşurdu.»
Bu
güzel huyundan, Allah korkusundan, ilim öğrenmek, öğretmekteki ihlasından,
takvasından, iehiv ve kabalıktan uzak kalmasından dolayı Allah Teâlâ ona ruh
kuvveti ve izzeti nefis ve şeref vermişti ki, yüksek bir vakar sahibiydi,
heybetli idi. Konuştuğu zaman herkesin itimadını kazanmıştı.
Vâkıdî
onun ders meclisini şöyle anlatır: «Onun ders meclisi vefa ve ilim doluydu. O
heybetli, şerefli bir .zattı, onun meclisinde gürültü falan olmaz, kimse yüksek
sesle konuşmazdı. Bir şey sorulup da sorana cevap verdi mi, ona: Bu nereden
diye sormazdı, onun sözüne itiraz yoktu.
Ders
verdiği uzun müddet hep bu heybet ve azamet üzereydi. Çağdaşlarından biri
diyor: «144 yılında Medine-i Münevvere'ye geldim, İmam Mâlik o zaman başı ve
sakalı siyah bir zattı. Etrafını saran insanların hepsi sükût İçinde, onun heybetinden,
birisi konuşmuyor.»[36]
Mâlik
heybetli olduğu kadar bütün ahvalinde ve dersinde son derece güzel ahlaklı idi.
Gerek meseleler hakkında fetva verirken, gerek Hz. Peygamber'den hadis
naklederken yüzü parlak bir hal alırdı. Hz. Peygamberin hadislerini rivayet
edeceği zaman abdest alır. hazırlanır, en güzel elbiselerini giyerdi, Ders
kürsüsüne ancak hadis-i şerif dersi okuturken otururdu.
Talebesi
Mutarrif evinde ders vermeye başladığı zamanki halini şöyle anlatır: «İnsanlar
evine geldiği zaman hizmetçi kız çıkar, onlara şöyle derdi: Şeyh soruyor; hadis
mi istiyorsunuz? Yoksa mesele mi soracaksınız? Eğer mesele soracaklarsa, o
çıkar, sorularına cevap verirdi. Eğer hadis-i şerif dinlemek istiyorlarsa, o
zaman onlara oturun derdi. Hemen banyoya girer, yıkanır, güzel kokular sürünür,
yeni elbiseler giyer, taylasanı, sarığı başına kor, kürsüye çtkar, temiz
giyinmiş ve kokular sürünmüş halde huşu' içinde hadis dersi verirdi. İçeride ud
yakılır, hadis-i şerif dersi bitinceye kadar buhurdanlık koku saçardı.»[37]
İşte
Mâlik'in ders okutması ve ders verirken hali böyle idi. Allah ona bereketli bir
ömür verdi, kuvvetli bir akıl ihsan etti, basiretini aydın kıldı. Herşeyi güzel
kavrardı, nüfuz-u nazar sahibiydi. Yaşı ilerledikçe anlayışı, idraki arttı,
değeri; itibarı çoğaldı, uzak şarktan, uzak garba kadarj bütün İslam diyarında
nâmı duyuldu ve yayıldı. Onda hadis-i şerif okumak, ortaya çıkan meseleleri
sormak için her taraftan alimler ve talebeler ona koştular. O da onlara
islamdaki yerini anlatır, hükmünü bildirirdi. Kapısından heyetler hiç eksik
olmazdı. Özellikle hac mevsiminde evi dolup taşardı, onun için krallar gibi
evinde kapıcı beklerdi. Talebesinden ve müdavimlerinden, polise benzer
muhafızları vardı. Hatta menakıb kitapları onun hapishanesi olduğunu söylerler.
Nizama uymayanları, doğru yoldan sapanları oraya hapsederdi. Birini yanlış bir
hadis rivayet ederken duydu mu, onu kapardı. Sonra sorulduğu zaman, dediğini
düzeltirse, yanlışlığını tashih ederse oradan çıkardı.«[38]
Mescid-i
Nebevi'deki dersine isteyen gelip dinlerdi, umuma açıktı, kimse ona engel
olmazdı, ancak ders dinleme kurallarına uymaz, Mâlik'in dersinde gereken
saygıyı bozarsa, o zaman dersten çıkarırlardı. Fakat evindeki dersine gelince,
önce bu ders talebesine, arkadaşlarına ayrılmıştı. Sonra umuma izin verilirdi.
Gelirler, evinde hadis dersi okuturdu. Onu, buna sevkeden şey şu olsa gerek: O
her taifeye takatına, ilimdeki derecesine göre hitabetmek isterdi. Ona devam
eden talebesi, fıkıh meselelerini kavrayacak, hadis-i şerifleri ezberleyecek
bir durumdadır. Bunları daha yükseltmek, derecelerine göre ilim vermek
istiyor, avamın ise ilimden nasipleri daha az olduğundan, onlara dini sahada
faydalı olacak şeyler anlatırdı, onların takatini aşacak konulara girmezdi.
Çünkü dinleyenin iyice kavrayamadığı bilgi onu şaşırtır. Çünkü onu yalış anlar
ve sapar. Veya onunla hiç ilgisi olmayan bir şeyi onunla çözer ve ifsat eder.
Hac mevsimi olunca her taraftan insanlar imam Mâlik'i ziyarete gelirlerdi. Bu
mevsimde kapıcısına şunu emrederdi: Önce Medine halkına izin verecek, onlarla
görüşme bittikten sonra bütün insanlara müsaade edecek, bazı kerede, kapıda
bekleyenler çok olunca, bölge bölge kabul edip görüşürdü.
Medârik'de
şu var: «Hasan b. Rabi' der ki, İmam Mâlik'in kapısında idim. Adımı nida edip
çağırdı: Hicaz halkı girsin, dedi. Yalnız onlar girdi, sonra Şamlılar, sonra
Iraklılar çağırıldı. Ben son girenlerdendim, aramızda Ebû Hanife'nin oğlu
Hammad da bulunuyordu.
Burada
iki şeye işaret etmeden, onun ders hakkındaki sözünü bitirmek istemiyoruz,
çünki onun fıkhından bahsederken bunların önemi olacak.
1- İmam Mâlik dersinde daima olmuş şeyleri hükme bağlayıp cevap vermeye
dikkat ederdi. Olmayacak birşey konuşup faraziye yürütmezdi. Talebeleri bazen
onu olmamış bir şeye cevap vermeye götürmeye çalışırlardı. Çünkü düşünce merakı
ve öğrendikleri asılların tatbiki arsuzu, onları böyle olmamış meseleleri farz
ve takdir etmeye sürüklerdi. Fakat o onlara uymazdı, onların farz ve takdir
ettikleri hayali meseleler peşinde gitmezdi. Belki vukubulmuş mesele sınırında
dururdu. Çünkü müftüye, gücünün yettiği kadar onun hükmünü bilmek gereklidir.
Adamın
biri ona farazi bir mesele sordu. Ona: «Olan birşeyi sor, olmamış şeyi bırak»
dedi. Başka biri de aynı tarzda birşey sordu, ona da cevap vermedi. Ona: «Neden
cevap vermiyorsun?» deyince: «Eğer faydası olacak bir şey sorarsan sana cevap
veririm» dedi. Talebesi b. Kasım diyor ki: Mâlik öyle çok şeye cevap vermek
istemezdi. Talebeleri şöyle bir çare bulmuşlardı: Bir adam geldi mi, öğrenmek
istedikleri bir meseleyi, umumun'başına gelmiş bir mesele gibi ona
sordururlardı, o da o zaman cevap verirdi.»
İmam
Mâlik, böyle mesele farazi ve takdir etmekten çekinirken iki şeyi göz önünde
tutardı:
Birincisi:Mesele
farazi ve takdir etmeye aklın düşkünlüğü ve merakı, kişiyi bazen hayal peşine
takar, akıl, farkına varmadan, bilmeden bazı eserlere muhalefet etmeye maruz kalabilir.
Bu kitap ve Sünnetten delil olmaksızın, bilmeyerek fetva vermeye götürür.
İkincisi:
Fetva vermek alim için bir nev'i imtihan ve denemedir. Ona ancak insanlara
doğru ameli göstermek ve irşad için baş vurulur, onları din dairesi hududunda
tutmak için yapılır, olmamış meselelerde buna gerek yok.
İmam
Mâlik olmuş meselelere fetva verirken hataya düşmekten çok sakınırdı. Onun için
az çok vermeye çalışır, çok cevaptan kaçınırdı. Çünkü o bilirdi ki, bu ilim,
dindir. Kuvvetli delil olmaksızın Allah'ın dininde söz söylemek doğru olmaz.
Cevap verirken sözüne şöyle başlardı: «Maşaallah, la kuvvete illa biilah»
Lâedri- Bilmem sözünü çok söylerdi. Biz ancak zannederiz, bizyakinen
bilenlerden değiliz.» derdi. Abdurrahman b. Mehdi diyor ki, bir adam İmam
Mâlik'e bir mesele sordu ve Mağripten altı aylık yoldan bunun için
gönderildiğini söyledi. Buna karşılık olarak: «Seni gönderene haber ver ki,
benim bunun hakkında bir bilgim yok,» dedi. Adamcağız - Öyleyse bunu kim bilir?
deyince - Allah'ın bildirdiği bilir» dedi.[39]
Adamın
biri gelerek ona: Mağrip halkının ondan sormasını istedikleri bir mes'ele
sordu. O da: «Bilmiyorum, bizim ülkemizde bu mesele başımıza gelmedi,
üstadlarımızdan hiç kimsenin bunun hakkında konuştuklarını duymadım.» dedi.
Ertesi gün adam yükünü katın üzerine yüklemiş, yedeğinde yine geldi. Mâlik ona:
Sordun, bilmiyorum, dedi.
Adamcağız:
—
Ey Ebû Abdullah, ben arkamda, yeryüzünde senden daha iyi bilen yok, diyen bir
cemaat bıraktım, ne yapayım deyince, hiç çekinmeden: Ben güzelce bilmiyorum,
dedi.[40]
2- Onun ders meclisinden ayrılmadan önce beyan etmemiz gereken diğer bir
husus da şudur: Talebesi, olan meseleler hakkında fetvalarını yazarlar mıydı?
Acaba bunları onlara dikte edip yazdırır mıydı? Şüphe yok ki, Mâlik, kendisi,
duyduğu ravilerden işitip bellediklerine itimad ederek ders verirdi, kendisi
bunları kaydetmişti de. Bundan önce sözümüzde bunu gösterir şeyler geçti,
işittiği hadis-i şerifleri yazardı, ezberlemeyi ihmal etmezdi. Hem ezberler,
hem kaydederdi. Aklını ilmiyle beslemek için ezberlerdi, ezberlemek aklın
gıdasıdır, fikir , ise ma'kul olanı
hazmeder.Yazması, yalnız akla itimad olununca belki yanlışlık olur
korkusundandı.
Öyle
anlaşılıyor ki, hadis dersinde talebesini, kendi yaptığı gibi, yapmaya teşvik
ederdi. O hadis-i şerifleri yazar, onlara verirdi. Onlar da onun önünde
okurlardı. Talebesi Habib hadisleri ona okurdu, eğer okurken hata ederse
yeniden başlardı, o da onu doğrulturdu. Çünkî hadisleri yazmak ve kendisine
okumak, korumak için en ihtiyatlı yoldur,) ravi iafz ve manada şüpheden
kurtulur.
Vukubulan
mes'eleler hakkındaki fetvalarını yazmaya gelince, bu konudaki haberlerin
zahirine bakılırsa, bunları yazmaları için talebesini teşvik etmediği
anlaşılıyor, fakat yazmaktan da menetmezdi. Bazen ondan işittikleri her şeyi
yazmalarını pek hoş karşılamadığı da olurdu.
İbni
Medînî diyor ki: «Yahya'ya: Mâlik sana dikte edip yazdırır mıydı? dedim. Onun
önünde yazardım, dedi. Talebesi Mıs'ab der ki: «Mâlik, adamı yanında yazarken
görür, onu menetmezdi.» [41]
Talebelerinin
çok yazmalarını hoş görmediğini gösteren rivayetler de var, talebesi Ma'n diyor
ki: «Mâliki şöyle derken işittim: «Ben de beşerim, hata ederim, o dediğimden
dönerim. Her dediğim yazılıyor.»[42]
Eşhep der ki: «Bir mes'ele hakkında verdiği cevabı yazarken beni gördü. Yazma,
dedi. Zira bunda sabit olacak mıyım, yoksa olmayacak mıyım, bilmem.»[43]
Bütün
bu haberlerden çıkan netice, o kendisinden herşeyin yazılmasını çok görürdü.
Vermiş olduğu bazı fetvalardan dönme ihtimali olduğundan her fetvasının
yazılmasını istemezdi. Ancak bir fetva verir de.,KaJbi ona tam ma'nasıyla
yatışırsa, yahut o mevzuda kat'i bir nass veya aynı hükmü taşıyan sarih bir
hadis bulursa; o zaman onu yazmaktan nehyetmezdi. Fakat bir mesele hakkında
fetva verir, onun temeli de kendisinde racih olan bir zannı olup kesin olarak
vardığı bir yekîn değilse, onu yazan birini görürse bunu yazmaktan nehyederdi.
Bu
sözlerin zahirinden çıkan netice budur. Herşeyi bilen alîm ve habîr olan Hak
Sübhanehu ve Teâlâ'dır.
[1] Bak:İbni Abdilber:İntika, Süyuti:Tezyinül-Memalik ,İbn
Hallikan:Vefeyatul-A’yan,İbni Ferhun:Ed-Dibac,Kadı İyad:Tertibül-Medarik.
[2] Süyuti, Tezyınul-Malik,s.7
[3] Aynı Kaynak, S. 6
[4] Tezyinül-Memâlik, Dibac, Zurkani'nin Muvatta' şerhi
mukaddemesi.
[5] Süyuti, Tezyinül-Memâlik, S. 4, Zürkânı-. Muvatta
Mukaddemesi, C 1, S. 3
[6] Fethul-Bari,C. IV, S. 80
[7] Süyuti, Tezyinüi-Memâlik, S.5.
[8] Süyuti, Tezyinüi-Memâlik, S. 5.
[9] Kadı lyâd Tertibü Medârik, Dârükütübi Mısrıye, No.
9673, Tarih I. cüzün birinci bölümü, S. 32
[10] Kadı, Medârik; S. 115, Dibas, S. 20, Bu Rabia,
Rabiatür-Reydir
[11] Kadı Medrik;1Kısım S.117 İbn Ferhun Dibac’da aynını
nakleder.
[12] Kadı, Medârik, I. Bölüm, S. 71 32
[13] Kadı Metrik, C.1, Bölüm, i, S. 71
[14] ibni Ferhun Dlbac, S. 117.
[15] Kadı, Medârik, S. 121
[16] Kadı, Medârik, S. 115.
[17] Kadı, Medârik, S. 127.
[18] İbni Abdülber, Intika, Süyuti, Tezyinül-Memâlik, Kadı
lyad Kitabül-Medarik.
[19] Kadı, Mecjârik, S. 127
[20] Kadı, Medarik, S. 127
[21] Dibac, Medârik.
[22] Kadı, Medarik, S. 127
[23] Mâlik'in ve Leys'in mektupları ileride aynen
verilecektir.
[24] Kadı lyad, Medârik, S. 108
[25] Kadı fyad, Medârik, S. 108
[26] ibni Ferhun Dibac, Müzehhep, fi Ma'rifeti A'yan Mezheb
S. 22
[27] Kadı, MedâritcS. 109
[28] Ferhun Dibac Müzehheb, S. 19
[29] Kadı; Medârik.. S. 274
[30] Kadı, Medsrik, S-110
[31] Fertıun Dibac, S- 20
[32] Kadı, Medârik. S. 111
[33] Kadı İyad, Medârik, S. 106
[34] İmam Mâlik giyiminde güzelliğe, iyi görünmeye dikkat
ederdi. Hiç bir zaman insanların önüne bıçimsiz kılıkla çıkmazdı- Madârik der
ki: «Sabah olunca Mâlik elbisesini giyer, sarığını sarardı. Ev halkı ve destlan
onu sarıksız, elbisesiz görmemişlerdir. Hiç kimse onu insanların gördüğü yerae.
sokatoa yiyip içerken asla görmüş değildir» (Medârik. S.112).
[35] Hastalığının idrar hastalığı olduğunu ancak vefat günü
söyledi: Eğer son günümde olmasaydım bunu açıklamak istemezdim. Resulullah'ın
Mescidine abdestsiz gelmeyi hos görmedim,
durumu söylemeyi de Rabbimden şikayet saydım, dedi.
[36] Kadı, Medârik S. 187
[37] Kadı, Medârik S. 171, Dibac, 23
[38] Kadı Medarik ,191,Ferhun Dibac ,Suyuti Tezyinül-Memalik,
[39] Kadı, Medârik, S. 159
[40] Kadı, Medârik, S. 159
[41] Kadı. Medârik. S. 187
[42] Kadı. Medârik, S. 166
[43] Kadı, Medârik, S. 166