HALİFELERLE, DEVLET
ADAMLARIYLA ALAKASI
46- Ömer B. Abdîilazizi
Takdir Ettiği:
47- Hâricilerin Ayaklanmasını
Hoş Karşılamadığı:
48- Hâricilerin Hicaz'da
Yaptıkları, Asıp Kesmeleri:
49- Mekke ve Medine Halkının Fitnelerden
Usanıp Yüz Çevirmeleri:
50- Huzur, Fitne İle Değil,
Halkı ıslah ile Sağlanır:
51-Hasan Basri ile İmam
Mâlik'in Görüş Birliği:
52- Hz. Ali'nin Hulefayi
Raşidin'den Sayılıp Sayılmadığı:
53- Hz. Ali'den Az Hadis
Rivayet Etmesi Mes'elesi:
54-Onun Siyasi Görüşünün
Özeti:
İmam
Malik (Allah ondan razı olsun) 93 yılında doğdu, 179 yılında da öldü. Bu
mübarek ömür içinde iki İslam Devleti gördü. Bu iki devlet sırasında İslam ülkeleri genişledi, İslam
hakimiyetinin hududu/ üzerinden güneş batmayan, her tarafa uzanmış geniş
ülkelere yayıldı. Doğudan İslam hudutları Çin'e batıdan Avrupa ortalarına,
karanlık denize, Atlantik sahillerine ulaştı. Emevi
ve Abbasi Devletleri, Hilafet adına hüküm sürerlerdi, fakat bu krallık ve
istibdat idi. Halbuki bu ikisi birbirinden farklıdır, zira hilafet müslümanlar arasında şura yoluyladır. Halbuki krallık ve
saltanat, parmak ısırtacak derecede şiddete dayanır, oğullar babadan miras
yoluyla alır. Hükümdarlar arasında kavga eksik olmaz, silahlar çekilir,
kılıçlar çarpışır, İmam Malik, işte böyle bir şeyin hüküm sürdüğü bir devrede
yaşadı. Hariciler hükümete karşı geldiler, fakat kendileri onlardan daha adil
değildirler. Onların en az adaletlisi kadar bile hgkuka
riayet etmediler, daha çok zulüm yaptılar. Bundan başka devlete karşı çıkıp
ayaklanmada, ayrıca daha çok kargaşalık, anarşi, düzenin bozulması, bütün
işlerin fesada uğraması vardır. Haram tanınmaz olur, ırzlara tecavüz edilir,
mal, can emniyeti kalmaz. Ne idiği belirsiz, baldırı
çıplak takımı meydan bulur, bir saat anarşi içinde, nizam dairesinde yıllarca
işlenemeyen zulümler irtikâp
olunur.
Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman (Allah cümlesinden razı olsun) devirlerinde
olduğu gibi, sağlam bir şura hükmü kurulmaksızın böyle kötü hava içinde,
ümitsiz bir hayat süren kimse, çaresiz bulunduğu hali kabul eder, İslamın çağırdığı ve olması gereken üstün, örnek bir hüküm şeklini
bulamayınca, buna razı olur. O zamanki durum buydu, bu halden kurtulmak için
daha büyük bir zararı, daha geniş ve derin bir fesadı göze almak gerek. Fakat
başkaldırmakla bunların düzeleceğinden kim emin olacak? Netice belli değil.
Tecrübeler gösteriyor ki, bu halden başka hale geçişin,
kurulu düzenin değişmesi, daha kötü haller doğurur, zulüm daha artar, zarar
çoğalır, akılca bedihi olduğu kabul edilmiş bir kuraldır ki, ikisi de zarar
olan bir şey arasında tereddüt hasıl oldu mu, o zaman zararı daha ehven, şerri
daha az olan tercih olunur, bu bir fıkıh kaidesidir (Mecelle bunu ehven-i şerreyn ihtiyar olunur, diye almıştır). İşte bu durum, ağır
başlı, sakin tabiatlı, bir fakih olan İmam Malik'i,
bulunduğu hali kabule, o duruma razı olmaya sevketmiştir.
Olması gerekene, Allah'ın hükmü cari oluncaya kadar iş böyle gidecektir. «Bir
millet kendisini bozmadıkça, Allah onun halini bozmaz.» (Kur'an-ı
Kerim)
«Layık
olduğunuz şekilde idare edilirsiniz.» (Hadisi şerif) İmam Malik, onun için
sustu. Ona göre susmak, vaki' olan hali kabul sayılmaz, sükût ikrardan
değildir. Onu değiştirmek elinden gelmeyince, gücü yetmeyince ne yapsın? Onu
değiştirmek elinde değil. Zararın çoğundan kaçınmak için, azı kabul edilir.
Bu
özeti biraz açalım: İmam Mâlik'in doğumu Emevilerden Velid b. Abdülmelik zamanına
rastlar. Sonra kardeşi Süleyman hüküm sürdü. Sonra Allah hayır diledi,
Süleyman'dan sonra Emevîlerin en hayırlı hükümdarı
olan Ömer b. Abdülaziz Halife seçildi.[1]
Mâlik'in gönlü ferahladı. Ömer b. Abdülaziz, son derece takva, zühd sahibi, akıllı, iradesi kuvvetli bir zattı. İslam
ülkelerini, selefi Hz. Ömer b. Hattab'ın
idaresine benzer bir tarzda idare etti, her ne kadar Hz.
Ömer'in (Allah ondan razı olsun) bir benzeri yoksa da, onun yolundan yürüdü.
İmam Mâlik, Ömer b. Abdülaziz'de tam manasıyla bir İslam hakimi vasıflarını
gördü: İnsanların haklarını koruyor, onların canlarını, mallarını, ırz ve
namuslarını koruyor. Müslümanların mallarını, devlet hazinesini son derece
dikkatle muhafaza ediyor, halife olduktan sonra, devlet hazinesinden gayet az
maaş alıp onunla yaşamaya razı oluyor, kendi Emevî
ailesini, daha önce görmedikleri şekilde zabtü rabt altına alıyor, onları daha önce yaptıkları
haksızlıkları iadeye mecbur tutuyor, insanların onlardan haklarını alıyor, bu
hususta hiçbir gayreti esirgemiyor, adilane bir idare kuruyor. İmam Mâlik, bu
adil hükümdarı, son derece beğendi. Onda yüksek ve adil bir İslam hükümdarı
suretini gördü. Onun slretine uyardı. Hatta onun slretinin bir kısmını ezberlemişti. Bazı talebeleri onun
suretinden ezberlediklerini naklederler.
Muhammed
b. Abdullah b. Abdülhakem, Ömer b. Abdülaziz'in slretini naklederken başında şöyle demektedir:
«Bana
babam Abdullah b. Abdülhakem anlattı ve dedi ki: Bana
k/lâlik İbni Enes ve Leys b. Sa'd ve Süfyan b. Uyeyne Abdullah b. Lehia Bekir b. Mudar,
Süleyman b. Yezid Ka'bî
Abdullah b. Vehb, Abdurrahman
b. Kasım, Musa b. Salih ve ilim ehlinden isimlerini yazmadığım daha niceleri
anlatmışlardır ki, bu kitapta Ömer b. Abdülaziz'e dair yazdıklarımın hepsi,
yazdığım ve anlattığım gibidir, onlardan her biri bana bir kısım anlattılar,
bildiklerini haber verdiler. Ben de bunların hepsini topladım.»[2] Bu
kitaba baktığında Mâlik'ten rivayet olunanların çokluğunu görürsün, ki bu da
Mâlik'in bu âdi! halifenin slretine olan hayranlığı,
onu adil İslam hükümdarının sağlam bir sureti saydığını
Bu
adil hükümdarın saltanat müddeti, gece karanlığında parlayan şimşek parıltısı
gibi parlayıp söndü, uzun sürmedi.
Ondan
sonra gelen Emevî Halifeleri onun çığırından
yürümediler, onun yolunu takip etmediler, milletin yolu sarpa sardı. Kötü
arzular meydan buldu. Heva ve heves hüküm sürdü, Allahu Teala sanki bu adi! imamı
bu karışık hava içinde, eğer doğru yolda giderlerse, insanlara iyilik
vereceğini göstermek için başlarına getirmiştir. Allah'ın kudreti her şeyi
kuşatmıştır.
İmam
Mâlik, Emevı Hükümdarlarını, Haricilerin Devlet'e
karşı çıkıp kafa tutmalarını, Ali hanedanının çöküntüsü, uğradıkları takipleri,
bunların neticesi olarak millete gelen zararları gördü. Hakkın yerine getirilmediğine,
batılın def edilmediğine şahid oldu. Geçmişi yaşayıp
olayları gözleriyle gören üstadlarıntn ağzından
bunları dinledi. Onların ağzından Harre olayını
işitti. Hz. Peygamberin (ona salat
ve selam olsun)
Harem-i
Şerifi olan Medine-i Münevvere'nin üç gün üç gece
nasıl mubah kılınıp, tecavüz edilmedik namus bırakılmadığını (çünki üç gün ırza geçmek, malları
yağma etmek, insan öldürmek, Emevilerce helal
sayılmıştı). Ensar-ı Kiramın evladları
nasıl zelil edilip esir sayılarak zincirlere bağlandığını, hakkın çiğnenip
batılın hüküm sürdüğünü hep dinledi. Abdullah İbni Zübeyr ile Abdülmelik b. Mervan arasında cereyan eden olayları, Harem-i Şerifin
nasıl mubah sayılıp orada Müslüman kanı döküldüğünü, Allah evi sayılan Kâbe-i Muazzama'nın nasıl mancılıkla
taşa tutulduğunu onlardan öğrendi. Hicaz'ı baştan başa fitne ve fesad kaplamıştı. Halbuki Mekke-i Mükerreme,
insanlar için sevap ocağı idi. Hac yeri, Meş'ari
Haram orada idi. Fakat fitne ateşi, hiç birşey
bırakmıyor, hepsini silip süpürüyor...
Bundan
dolayı İmam Mâlik her ne kadar zalim olsalar da, hükümdarlara karşı çıkmayı,
isyanı yerinde bir hareket bulmuyordu. Çünki fitneler
kopup kanlar dökülür, fitne zamanında evinde oturan, ayağa kalkandan, ayağa
kalkan da savaşa gidenden hayırlı sayılır. Bu Ebû
Musa EI-Eş'eri'den böyle rivayet olunur.
İmam
Mâlik 40 yaşına yaklaşıp yetişkin, olgun bir adam olunca Hicaz da büyük bir
Harici fitnesi koptu.[3]
Haricilerden Ebû Habza,
çetesiyle birlikte Mekke'ye saldırdı. Hacılar Arafat'da
idi. Mekke valisiyle andlaşma yaptılar, Hacılar
hacdan dağılıncaya kadar sulh oldular. Onlara Hacılardan bir heyet gönderildi,
içlerinde. İmam Mâlik'in hocası Rabia b. Abdurrahman da vardı. Heyet sözcüsü oydu. Onlara ahidlerini hatırlattı. Ebu Hamza «Maazallah, biz ahdimizi bozmayız, sözümüzden
dönmeyiz vaflah, hayır yapmam, boynum kesilse yine
yapmam, sizinle aramızda andlaşma son buluncaya
kadar, dedi.»
130
Hicri yılında Ebu Hamza,
çetesiyle Medine halkı arasında olan bir çarpışmadan sonra Medine-İ Münevvere'ye girdi, nice insanlar öldürdü. Kureyş'den nice canlar uçtu. Bozulanlar Medine'ye geldiler.
Kadınlar yakınlarına matem yaparlar, ağlayıcı, yascı
tutarlardı. Erkeklerinden haber gelinceye kadar orayı terketmezlerdi.
Birer birer çıkıp erkekleri öldürülürken bakmaya
giderlerdi. O kadar çok adam öldürüldü ki, matem çadırından kalan olmadı.»[4]
Sonra
Haricileri oradan kovdular. Bu olaylar sırasında Medine askerlerin cirit
oynadığı yer oldu, İnsanların acılarını duyan, bir kalp taşıyan İmam Malik,
bunları Peygamberin kavmi Kureyşin katli ama
uğramasını, Peygamber ilminin vârisi olan Medine halkının kılıçtan
geçirilmesini, kendisinin hayvana binmekten çekinerek yaya yürüdüğü o kutsal
yerlerde böyle fitnelerin azgınca koptuğunu gördü. Bu halde, bu duygular içinde
isyandan ve isyancılardan hoşlanmadı, çünki isyanın,
kargaşalığın sonu hiç de hayır getirmedi...
Çünki bu
çatışmalardan, bunca insan kıyımından sonra sonuçta yine adalet gelmedi.
Gayenin meşruiyeti, vasıtayı meşru' kılar, veya iyi netice karşısında kötü
vasıtanın günahı azalır, kuralları ona göre bu ortamda sökmez. Tutulan yol
günah, neticeden hayır yok. Onun için, o isyana teşvik edici olmadı, hükümete
karşı gelenlere yardım etmedi. Fitneye asla taraftar ve yardım edici olmadı.
İmam
Mâlik'in (Allah ondan razı olsun) fitneden yüz çevirmesi, isyana taraftar
olmaması, Medine halkına hiç de garip gelmedi. Çünki
onlar da aynı eğilim, özlem ve arzu içinde idiler. Çünki
İslam hakimiyeti Hicaz'ın elinden çıkıp idare, Hz.
Ali çağında Irak'da, sonra da Emeviler
çağında Şam'da, daha sonra Abbasiler çağında tekrar Irak'da
yerleşince, o zamandan itibaren Hicaz halkı, siyasetten e! çektiler, onunla
meşgul olmaz oldular, onları siyasete sürüklemek isteyene kulak asmadılar.
Yalnız Yezid b. Muaviye
çağında Hz. Hüseyin (Allah ondan razı olsun) ile
ayaklanıp onun tarafını tuttular. Ondan sonra Medineliler, hiçbir siyasi arzuya
alet olmadılar, hiçbir harekete katılmadılar, ancak, Medine'ye saldırıldığı
zaman kendilerini savundular. O zaman Medine halkı canlarını, mallarını, ırz ve
namuslarını korumak için müdafaaya geçtiler. Bunu bir kavme taraftar çıkmak
veya bir devlete yardım etmek için yapmadılar, yalnız sükûnu korumak için
yaptılar. Nasıl ki Haricilerden Ebû Harnza'ya karşı tutumları böyle oldu. Bundan dolayı Medine-i
Münevvere, Emeviler çağında, Abbasiler devrinin bir
kısmında, diğer Hicaz ülkeleri gibi, sükûn içinde şairler, alimler ve
kendilerini Allah'a veren zahidler yatağı oldu.
Dünyaya iltifat etmediler, 'Rahmana ibadet, Kur'an'ı
anlamak, hadis-i şerifleri öğrenmek, dini konularda fetva vermek gibi işlerle
meşgul oldular, şartları uygun buldukça bunu yaptılar. İmam Mâlik (Allah ondan
razı olsun) bu hal üzere yetişti. Muhitinden bu terbiyeyi aldı. Olayların
gelişi, onun gönlünde bu arzuyu kuvvetlendirdi. Görüşünün sağlam, yolunun doğru
olduğunu, kanaatinin isabetli bulunduğu, delillerle kuvvetlendi, ömrünün sonuna
kadar bu yoldan ayrılmadı.
İmam
Mâlik, İslam topluluğunun çoğunluğundan, cemaattan
ay-nlmadı. Devlete karşı gelip itaatsizliği hoş
görmedi, isyana asla davet etmedi, onu teyid etmedi.
Doğruyu söylemek gerekirse, o çağının halifelerinden ve devlet adamlarından
yana olmaya , onları teyide de çağırmadı, o, tarafsızdı, yan tutmadı. Bir isyan
çıkar veya bir fitne koparsa, kimseden yana olmaya da davet etmedi. Onun mantıkına uyan, görüşüyle barışan da budur. O, cemaata uyup devlet'e itaat tarafını tutuyorsa da, bu
çağında sultanın siyasetini İslam hükümleriyle ve Kur'an-ı
Kerim hidayetiyle uygun bir sarih hak yolundan değil, ancak devlete itaata rıza gösterdiğinden böyle yapıyor. Çünkü bunda nisbeten bir nevi' salah var. İsyanda ise zarar var. Bu
hali güzel öğüt, sırasında hak sözle ıslah etmek, irşad
yoluyla hidayete ulaştırmak mümkün. Zira
hakimin
salahı, idare edenin iyi halde olması, çok defa idare olunanların salahına
bağlıdır. Öyleyse alimlere düşen şey, insanları ıslah etmektir, irşad yoluyla doğrulmaktadır. Halk ıslah olup İyi hale
gelirlerse, onların, iyi halde olmalarına uyarak idareciler, baştakiler de iyi
olur, hadis-i; şerifte geçtiği üzere; milletler layık
olduğu idareye kavuşur. İslah yolunda onun görüşü
nasıl olursa olsun, o hiçbir sebeple fitneyi doğru bulmaz ve ondan yana olmaz, çünki fitnede iki taraf da günah işlemektedir. Hiçbir taraf
diğerine karşı desteklenemez, Halifeye karşı isyan eden Haricilerin öldürülmesi
hakkında kendisine sorulduğu zaman cevabı bu tarzda olmuştur. Birisi, onları
öldürmek caiz olur mu? diye sordu. «Eğer Ömer b. Abdülaziz gibi adil birine
karşı çıkarlarsa, evet» dedi. «Şayet onun gibisi değilse ne olacak?>>
deyince:
«—
Bırak, Allah zalimden zalimle intikam alsın, sonra da her ikisinden intikam
alsın.» dedi.[5]
Bunu
hangi devlet hakkında söyledi? Emevİ Devleti veya
Abbasi mi bilemiyoruz! fakat ihtimal Abbasi Devleti hakkında olmasıdır. Çünki İmam Mâlik'in olgunluk çağı o zamandır. Bundan onun Abbasiieri değil de Emevileri
tuttuğu anlaşılmasın. Çünki onun hayatında, üzerinde
yürüdüğü mantık, buna uygun düşmez, sonra o, soran kimsenin önüne canlı bir
misal koyuyor: Şayed Halife Ömerb.
^düiazizgibi doğru, adil, takva sahibi, insanlara
karşı şefkatli olursa, o zaman ona isyan edenler öldürülür, yoksa bıraksınlar,
hepsi de sapıklık içinde yüzsün dursunlar, diyor.
imam
Mâlik'in, Haricilerin halifelere karşı silaha sarılması hakkındaki sözleri bize
Emeviler çağında Basra’nın meşhur vaizi ve fakihi Hasan Basri’nin tutumunu hatırlatır.[6] Kendisine
Haricilerin Emevi Halifelerinden Abdülmelik
b.Mervan’a karşı ayaklanmaları sorulduğunda:<<Ne
bunlarla ne onlarla olma>>,dedi.Şamlılardan bir adam:<<Emir’ül Mü’minin’den yanada mı olmayalım, ey Ebu Said?>>deyince kızdı ve eliyle işaret yaptı.Sonra
şöyle dedi:
<ßEmir’ül –Mü’minin’den yana da evet
, Emir’ül –Mü’minin’den
yana da …>>
Görülüyor
ki, bu iki âlim arasında görüş birliği var. İkisinin de Hariciler hakkındaki
görüşü bir, ifade farklı ise, manası ayni.
Gerçekten
çağında idareciler hakkında İmam Mâlik'in görüşünü inceleme ve zamanındaki Emevi idarecilerine dair Hasan Basri'nin
görüşünü araştırma bizi şu neticeye götürmektedir: Bu iki değerli imamın
kanaati aynıdır. Zira ruh, kaynak ve sebep bir. Her ikisi de çok çalkantılı,
çok fitneli siyasi ahval içinde yaşadılar. Böyle fırtınalı fitnelerin gürültüsü
içinde hak söz duyulmaz, kin ve intikam hakimdir. Kötü arzu ve isteklere
uyulur. O gibi günlerde mü'mine yakışan, hadis-i
şerifte olduğu gibi kılıcı elinden bırakıp taşa çalmak, insanlardan kaçıp dağ
tepelerine sığınmaktır. Eğer kırda otlatacağı koyunu yoksa, dağ tepelerine
gidemezse, insanlar arasında yaşamak zorunda ise, onların içine düştükleri
fitnelere dalmamalı, dini konularla meşgul olmalı, Selef-i Salih'in izinden
gitmeli, kendi yakınlarına ve sözü geçen kimseler aynı yolu göstermeli.
Görüldüğü
üzere Hasan Basri ve İmam Mâlik (Allah ikisinden de
razı olsun) aynı noktada birleşiyorlar. Çünki her
ikisi de muttaki, Allah'tan korkan, temiz yürekli kişilerdi. Güzel ahlaklı,
yüce.görüşlü, keskin akıllı, işin sonunu düşünen ve gören kişilerdi. İkisinin
de kanaatına göre; sırasında güzel öğüt, tatlı söz;
isyandan, ayaklanmadan, fitne ve fesat çıkarmaktan daha faydalıdır. Her ikisi
de dinleyecek kulak, anlayacak kalb buldular mı, aynı
güzel öğütleri söylerlerdi. Onun için fitne ve fesatlar karşısında ikisinin
tutumu aynı olmuştu. İmam Mâlik bu konuda Hasan Basri'nin
izine uymuştur. Onun tutumunu biliyordu. Çünki Hasan Basri öldüğü zaman, İmam Mâlik 18 yaşında idi.[7] Said b. Müseyyeb'İn Halifeye dair
tutumu aynıdır, Malik onlara uyar.
Hasan
Basri ile, İmam Mâlik siyasi bakımdan aralarında
görüş birliği olmakla beraber, bir noktada ayrılıyorlar: Hasan Basri siyasetten uzak bulunduğu halde, Hz.
Ali'ye taraftardı, Muaviye ile savaşında Hz. Ali haklıdır, Muaviye
haksızdır, hatta Muaviye ona göre bağındır, devlete
karşı, meşru hükümete karşı başkaldırmıştır. Hz. Ali
(Allah onu şerefli kılsın) kendisinden önceki üç Hulefa-ı
Raşidin mertebesindedir.[8] Dereceleri
farklı olmakla beraber, o da Hz. Peygamberin cennetle
müjdelediği Aşere-i Mübeşşere'den, on zattan biridir.
İmam Mâlik ise (Allah ondan razı olsun) bütün haberlerden anlaşıldığına göre
pek Hz. Ali yanlısı değil, onun, Hz.
Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman (Allah onlardan razı olsun) diğer sahabiler derecesindedir, ona göre üç halifenin
mertebesine yükselemez. Bu hususa biraz açıklık getirilmesi gerekir: Hz. Ali yanlısı biri, İmam Mâiik'e
dersinde.sordu:
— Hz. Peygamber aleyhisselamdan
sonra insanların en hayırlısı kimdir?
— Hz. Ebubekir'dir, dedi.
—
Sonra kimdir? dedi.
—
Ondan sonra Hz. Ömer'dir, cevabını verdi.
—
Sonra şehid edilen Halife Osman'dır, dedi.
Talebesi
Musab rivayet eder: İmam Mâlik'e, Hz.
Peygamberden (O'na salat ve selâm olsun) sonra
insanların en faziletlisi kimdir? diye sordular. «Ebubekir'dir»
dedi. «Sonra kimdir» sorusuna da «Ömer'dir» diye cevap verdi. «Sonra kimdir?
dediler, «Osman'dır» dedi.Ya sonra kimdir?» denince,
burada durakladı. Sözünü şöyle tamamladı: «Bu üçü insanların en hayırlılarıdır.
Hz. Peygamber hastalanınca, Ebû
Bekir'e namazı kıldırmasını emretti, Ömer'i Ebû Bekir
seçti, Hz. Osman'ı Hz.
Ömer'in tayin ettiği 6 kişi şura seçti ve durdu. Diğer bir rivayette, bu işi,
hilafeti taleb eden etmeyen gibi olamaz.»
İbni Vahbin rivayeti ise şöyledir: «İnsanların en faziletlisi Ebû Bekir ile Ömer'dir, dedi. Sonra kimdir, dedim. Sustu.
Dedim ki: Ben din hususunda sana tabi bir kişiyim. Bunun üzerine «Osman'dır»
dedi.[9]
Bu
muhtelif rivayetlerden şu iki netice çıkmaktadır:—İmam Mâlik Hulefayı Râşidin'den Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'ı aynı
mertebede saymaktadır, diğerleri onlardan aşağıdadır. Ancak İbni Vehbin zikrettiği son
rivayete göre Hz. Osman'ı, Hz.
Ebû Bekir ile Hz. Ömer'in
derecesinde saymakta tereddüt ettiği anlaşılıyor. Çünki
onu sorduğu zaman sustu.
Bu
görüşüyle İmam Mâlik, kendisiyle aynı çağda yaşayan diğer iki imamdan
ayrılmaktadır. Birisi ondan daha yaşlı olup daha önce ölen İmam-ı A'zam Ebu Hanife'dir.
Diğeri kendisinden daha küçük ve talebesi olan İmam Şafii'dir. Çünkü İmam-ı A'zam Ebû Hanife,
Hz. Ali'yi diğer ashab
derecesinde değil, onu Hulefayı Raşidin
derecesinde saymaktadır. Hatta onu derece serisinde Hz.
Osman'dan öncede tutmaktadır. İmam Şafii'ye gelince: Hz.
Ali'ye olan sevgisinin aşikare söylemektedir. Onun düşmanlarını hükümete
başkaldırmış Bâgıfer saymaktadır. Bağıler,
hükümete karşı başkaldıranlar hakkındaki hükümleri, Hz.
Ali'nin hükümetine karşı isyan eden Haricilere karşı Hz.Ali'nin
uyguladıklarından çıkarmaktadır. Hatta İmam Şafii bu yüzden Şiilikle itham
olunmuş, bu nedenle hesaba çekilmiş, tehlike bile atlatmıştır. Şu da var ki, o Hz. Ebu Bekir'in güzel menakıbıni daima anar, onu Hz.
Ali'den üstün tutardı (Allah ikisinden de razı olsun). Bu sebeple onu Rafızi
sayanlar bile olmuştur (M. Akif, Safahat- Asımda Şafii'nin buna dair şiirini
nakleder).
Mâlik
Hz. Ali'yi acaba neden diğer üç Halife derecesinde
sayıp üstün tutmadı. Hz. Osman'ı saydıktan sonra
durur ve «Burada artık insanlar aynı seviyededir.» derdi. Halbuki Hz. Ali, diğer insanlar gibi değildir, bu büyük İmam Hz. Ali'nin faziletlerini, dillere destan olan menakıbı bilmez midir? İslama
olan hizmetlerini, onun gazalarını, bu uğurdaki kahramanlıklarını, Hz. Peygambere olan yakınlığını inkar mı ediyor? Bunları
bilmediğini hiç zannedemeyiz. Böyle bir şey asla hatıra gelemez. O Hz. Ali'yi (Allah ondan razı olsun) gayet iyi, tanır, onun
yüksek mevkiini, makamını bilir, fakat o bu mes'eleye
cevap verirken buna hilafet bakımından bakmakta, o noktadan eğilmektedir. Belki
bu bakımdan cevap vermekte, biz ne kadar buna muvafakat.etmiyorsak da, onu
mazur gösterecek sebepler vardır: Bizim bulabildiğimiz sebepler şunlardır:
a- Ona göre, Hz.
AH Efendimiz, hilafete talip idi. Onu elde
etmeye
çalışıyordu, istiyordu. Bu onun için bir kusurdur, onu istemeden o makama
geçenlerin mertebesinde sayılmaz. Bazı rivayetler de şöyle dediği söylenir: «Bu
işi isteyenle istemeyen bir olmaz. İstemek, arzuyu gösterir, arzu da ise bir
nevi' itham bulunur. İstememek ise zühd ve takvaya
delalet eder, takva da ise nezahet vardır, ithamdan
uzaktır, «Talip olma, matlup ol.» derler.
b- Hz. Ebû Bekir'in
Halife seçilmesi Hz. Peygamber Aleyhisse-lamın
bir nevi işaret ve emriyle olmuştur, Hz. Ömer'in
Halifeliği de, Hz. Peygamberin işaretiyle seçilen Hz. Ebu Bekir'in seçim ve
tayiniyle olmuştur. Hz. Osman ise, Hz. Ömer'in gösterdiği altı kişinin seçmesiyle o makama
gelmiştir; onu Şura Hey'eti intihab
etmiştir. Hz. Ali'ye gelince iş böyle olmamıştır,
Onun ihtiyari, ondan öncekilerin İhtiyari gibi olmadığından onlar gibi
sayılamaz.
Geçen
rivayetlerden birinde buna işaret sayılacak bir şey vardır. Onun bu 'sözünde Muâviye'nin ve Emevilerin havası
sezilmektedir.
c- İmam Mâlik mes'eleleri incelerken realist
bir adam gibi davranır, işlere bakar, başka birşeye
değil. Hz. Ali (Allah ondan razı olsun) devri baştan
başa savaşlarla, iç çatışmalar ve kargaşalıkla dolu bir devirdir. İmam Mâlik bu
gibi şeylerden hoşlanmaz, nefret eder.
Onu:
İslamın kılıcı, Zülfikar
sahibi olan Hz. Peygamberin amcasının oğlu ve sevgili
kızının kocası bulunan Ali Beyt'in temeli sayılan Hz. Ali hakkında bu görüş sevkeden
ma'zeretler ne olursa olsun, bunda bir nevi' Emevi eğilimi vardır, Emevilerin
yaptıklarını her ne kadar beğenmiyorsa da, bu hava seziliyor, her ne kadar Hz. Ali aleyhinde birşey
söylediği, onu hayırdan başka bir ^eyle andığı bilinmiyorsa da bu, onu tam
manasıyla takdir etmeyi göstermez.
İmam
Mâlik in bazı çağdaşları, onun Hz. Ali'den ve
Abdullah İbni Abbas'dan çok
hadis-i şerif rivayet etmediğini İleri sürmüşler, onu buna sevkeden
şeyin Emevi eğilimi olduğunu söylemişler, Bunun sebebi
sorulunca cevabında: Kendisi o iki zatı görmediğini, onların asha-biyle, arkadaşlarıyla
buluşmadığını söylemiş.'Çünki o: Rivayetlerinde zikri
çok geçen ve ashabiyle görüşmüş olan kimselerden,
Tabiilerden nakletmektedir. Soran bu zat, Abbasi Halifelerinden Harun Reşit
idi. Zürkâni Muvatta
şerhinde şöyle diyor:
«Harun
Reşid, İmam Mâlik'e dedi ki: Kitabında Hz. Ali'nin ve Abbas'ın zikrini
görmüyoruz. Buna cevap olarak: «O ikisi benim memleketimde değildi, onların
adamlarıyla da buluşup görüşmedim. » dedi. Eğer bu doğru ise, bundan maksad çok zikirleridir. Çünkü muvatta
da ikisinden de rivayet olunan hadisler var.»[10]
Mâlik'in:
Benim memleketimde yani Medine'de değildiler, demekten maksadı eğer
ömürlerinin son devirlerinde burada değildiler demekse, doğrudur. Zira Hz. Ali'nin (Allah ondan razı olsun ve onu şerefli kılsın)
Hilafet makamı Irak idi ve oraya defnolundu. Abdullah
İbni Ab-bas'ın son yıllan Mekke-i Mükerreme
de geçti, ders halkası oradaydı, orada ders verirdi. Özellikle Kur'an-ı Kerim tefsirini orada yapardı. Bundan dolayı bu
iki zattan, Hz. Ali ve Hz. Abbas'dan rivayet bu iki ülkede çoktur. Fakat Hz. Ali'nin hayatının çoğu Medine-i Münevvere'de
geçti. Çünkü kendisinden önceki üç halife devrinde orada yaşadı. Bu sebeple
Medine'deki ravilerin ondan hadis-i şerif duymamış
olmaları düşünülemez. Meğer ki, Emevilik eğilimi
üstün gelip de, Emevilerin hoşuna gitmek veya onların
ezasından korkarak, Hz. Ali'den az rivayet etmiş
olalar. Çünkü Emeviler, Hz.
Ali'nin (Allah onun şanını artırsın, onu şerefli kılsın) adını unutturmak,
namını silmek için hiçbir şeyden, çekin-miyorlardı.
Onlar ki, sağken ona düşman kesildiler, sonra da onun zürriyetinin kanını helal
sayıp dökmekten çekinmediler.
Sözün
özeti olarak şöyle denebilir: İmam Mâlik (Allah ondan razı olsun) zühd ve takva sahibi bir alim olup siyaset batağına dalmak
İstemeyenlerdendi, hiçbir suretle devlete karşı ayaklanmaya, isyana teşvik
etmezdi. Fitne ve fesada asla razı olmazdı. Diğer yandan halifelere, devlet
adamlarına, öğütten, nasihatten çekinmez, sözünü esirgemezdi. Halifelerden
ihsan kabul eder, hediye alırdı. Emevilerin hoşlanacağı
bir eğilim içinde idi, fakat bunu sözle ve işle açığa vurmazdı, belirtmezdi.
Bununla beraber Hz. A!i hakkındaki görüşü umumiyet itibariyle
onların görüşüyle birleşik sayılabilecek niteliktedir.
[1] Ömer b. Abdülaziz 99 yılında halife oldu, 101 yılında
vefat etti. Mâlik o zaman 8 yaşındaydı, bu yaşta bir gencin artık aklı çalışır.
[2] S.17,Bu kitap Mısır’da basılmıştır.
[3] İbni Esir, Kâmilin'dederki: 129 yılında Harici Ebû
Hamza hacca geldi, insanlar Arafat'da
iken bir de baktılar ki, 700 kadar kara sarıklı ve bayraklı kişi ellerinde oklargeimişer. Halk korktu. Ne istediklerini sordular. Mervane ve âli mervâne karşı
olduklarını söylediler. O zaman Mekke ve Medine Valisi olan Abdülvahid
onlardan sulh istedi. Ve insanlar dağılıp hac bitinceye kadar barış yaptılar.
[4] İbni Esir, C. V, S-146 Ebû Hamza'nın bir hutbesi şudur:
«Ey Medineliler! Yılık olan Hişâm'ın devri geçti,
sizin meyvelerinize afet vurdu. Vergiyi kaldırmasını istediniz, o da yaptı.
Bununla . zenginin serveti, fakirin yokluğu arttı. Ona Allah hayrını versin
dediniz, vermesin. Ey Medineliler! Biliniz ki biz memleketimizden şer ve abes
için çıkmadık. Devlet veya öç içinde çıkmadık, baktık ki, hak ışıkları söndü,
hak diyen ezildi, adelet istiyen
öldürüldü. Yeryüzü bize dar geldi, .
Rahmana taate, Kur'an
ile hükme çağıran birini duyduk. Biz ona uyduk. Çeşitli kabilelerden toplandık.
Biz yeryüzünde azız, Allah'ın nimeti sayesinde kardeş olduk. Sonra sizin
adamlarınızla karşılaştık, onları Rahmana itaata, Kur'an'a uymaya çağırdık. Onlarsa bizi şeytana itaata, Mervane uymaya
çağırdılar, Buikîsi; zulüm ve adalet arasında fark ne
büyüktür. Şeytan onları tuzağına düşürdü, onların kanıyla kazanını kaynattı.
Allah'ın yardımcıları kitleler halinde geldiler. Ellerinde parlak kılıçlar,
kavga değirmeni döndü. Ey Medineliier! Siz Şayet Mervane ve. onun âline yardım ederseniz, Allah sizi ya kendi tarafından, ya bizim
elimizle bir azaba çarpar, mü'min kavmin Öcünü alır.
Ey Medineliler! Evveliniz hayırdı, sonunuz ise şer. Bana Allah'ın
kitabında larz kıldığı 8 hisseden, zekattan haber
verin. Bu zenginden alınıp fakire verilir. Dokuzuncusu çıktı, bunu zorla
kendisi için aldı. Ey Medine halkı, duydum ki, siz benim arkadaşlarımı,
adamlarımı küçümsüyorsunuz. Tecrübesiz gençler, yeni yetişmiş çocuklar ve
baldın çıplak Araplar dermişsiniz. Allah için onlar, gençliklerinde bile
yetişmiş olgun kimselerdi. Gözleri sere bakmaz, ayakları batıla
yürümez...>>
[5] Ahmed Emin, Duhal-İslam.
[6] Hasan Basri Hazretleri, 110
H. 728 M. yılında öWü, 90 yıldan fazla yaşadı.
[7] Hasan Basri'nin Emevilere karşı tutumuna kısaca işaret edelim: Hasan Basri fi'ilen siyasetten ayrı
durdu, fakat fikren siyaseti bırakmadı. Ömer b. Abdülaziz'den maada Emeviler hakkındaki görüşü kötüydü, fakat onlara karşı
isyanı da doğru bulmaz, halkı buna davet etmezdi. Çünki:
a- Devleî'e karşı gelmek İslamı
temelinden sarsar, din muattal kalır. Emir onlara bakıyor, onların elinde; Cuma
kılmak, ganimeti toplayıp tevzi etmek, hududu muhafaza etmek, şeriat
kaidelerini îatbik eylemek. Din bunlarla ayakta
durur. Baştakiler her ne kadar cevr ve zulüm yapsalar
da, ıslah ettikleri, ifsatlanndari daha fazla ve
yararlı, zararlardan daha çok. b-Devfet'e karşı
isyan, İslam Devletine zarar getirir, Müslümanların birbirine kini artar,
zararı dokunur, düşman onlara saldırır.
c-Gördü
ki, Devlet'e karşı isyanda haksız yere kanlar akar, (Harialer
bunu yaptı) zulüm artar. İnsanlar bizim zalimin elinden, daha büyük bir zalimin
eline düşer.
d-Ona
göre fesadı ıslah yolu, isyan değil, ıslah etmektir. Fesad
iki başlıdır, idare edenlerde ofduğu gibi, idare
edilenlerde de kusur var. Baştakilen ıslah zor, fakat
halkı ıslah daha kolay. Halk iyi olunca baştakiler de iyi idare eder. Birdef'a birini Haccac Zalime
beddua ederken işitti; Allah aşkına yapma, dedi.O bize göre geldi. Eğer Haccac azlolunur veya ölürse başımıza(maymun ve domuz
tabiatlılar göçer, bundan korkarım.Peygamberimiz; Başınızdakiler, amellerinize
göredir, buyurmuştur. Lâyık olduğunuz gibi idare olunursunuz. Bir adam, salih olan bir dostuna mektup yazarak, idarecilerin
zulmünden şikayet etmiş. O da ona şu cevabı yazmış:Eykardeşim,
mektubun geldi, baştakilerin zulmünden şikayet ediyorsun. Bu amelinize göredir.
Günah isteyenin cezadan şikayete hakkı olmaz. Başınıza gelen günahınızın
vebalidir.Kendinizi ıslah edin. Baştakiler de ıslah olur. Selam.»
[8] Muhammad Ebû
Zehra, Tarihül-Cedel, S.
345
[9] Kadı, Medârik, S. 205
[10] Zürkani, Şerhi Muvatta' Mukaddimesi, S. 9