132- Kitap ve Sünnette Bulunmayınca Rey'le
Hüküm Vermek:
133- Rey ve Hadis Rivayeti Arasında:
134- Ulemanın Merkezi Medine Olmuştur:
135-Tabiîn Devrinde de Rey ve Rivayet
Yolu Sürdü:
136- Hadis Uydurma Sebepleri, Ulemanın
Sahihleri Seçmesi:
137- Irak'ta Rey, Hicaz'da Hadis
Fıkhı Yayıldı:
138- Medine Fukahası da Reyi Alır:
139- Rey ve Hadis Fukahası Üç Noktada
İhtilaflı:
140- Medine Fukahası Her Tabaka'da
Rey'i Almıştır:
141- Rey Fukahası İle Hadis Fukahası
Yaklaşması:
Şehristanî,
El-Milel-Ven-Nihal'de şöyle der: «Gerek ibadetlerde ve gerek muamelata
dair olanlarda o kadar çok olay bulunur ki, bunları sayı altına almak
imkansızdır. Kesin olarak biliyoruz ki, her olay hakkında nass
gelmemiştir, zaten bu tasavvur da olunmaz. Nasslar mahduddur, olayların ise sonu gelmez, bitip tükenmez.
Namütenahi olanı, mahdud olamaz. İctihad
ve kıyas zaruridir, her hâdise için ictihad
gereklidir.» Hal böyle olunca Hz. Peygamber Aleyhisselamın irtihalle-rinden sonra Ashab-ı Kiram, bitip
tükenmez, sayıya sığmaz olaylar karşısında kaldılar. Ellerinde kitab ve Resulü Ekrem'in sünneti vardı. Pek tabii olarak
olayları kitaba arzedip çözümünü aradılar. Eğer onda
açık bir hüküm buldularsa, ona göre hükmünü verdiler. Kitapta açık bir hüküm
bulamadılarsa, o zaman Hz. Peygamber Aleyhisselamın sünnetine başvurdular. Hz.
Peygamber'in bu gibi meselelerde nasıl hüküm verdiği hususunda aralarında
istişare yaptılar, ona göre hüküm verdiler. Eğer bu konuda bir hadis bellemiş
olanlar yoksa, o zaman ona benzer ictihad yapıp
reyleriyle hüküm verdiler. Kadı ve müftü de bu durumdadır. Önündeki mesele
hakkında nass yoksa, o zaman ona benzerini tatbik
eder veya adalete uygun gördüğü şekilde reyiyle hüküm verir. Onlar böyle
yapıyorlardı. Kitap ve sünnetten nass bulamayınca, o
zaman rey'e baş vurup görüşlerine göre hükmederlerdi.
Hz.
Ömer'in kaza ve yargı hususunda Ebû Musa El-Eş'ari'ye yazdığı mektubunda, meşhur mesajında şunlar
vardır: «Kitap ve sünnette olmayan hususlarda gönlünün yatıştığı şeylere
dikkat et, onları iyi anla. Birbirine benzeyenleri, emsali olanları tanıyıp
bil. O takdirde işleri
mukayese
et, kıyas yap.»
Ashab-ı
Kiram rey'i alıp kabul ettiler, ancak ne kadar alacakları ölçüde ihtilaf
ettiler. Bir bölük az, bir bölükse çok aldı. Bir bölükte kitap ve sünnetten bir
nass bulunmayan hususlarda tevekkuf
yanlısıydı. Hepsi de kitap ve sünnetten bir nass
varsa, ona itimad etmekte ittifak halindeydiler. Eğer
kitap ve sünnetten bir deli! bulamazlarsa, o zaman fukahanın
meşhurları rey'ine yönelirlerdi. İçlerinde Hz.
Peygamber'in hadisini doğru bellemiş olmakta şüpheye düşerek ona yalan isnad etmiş olmamak için hadis rivayetinden kaçınanlar da
vardı.
İmran b. Hüseyn'in şöyle dediği nakil olunur: «And
olsun ki, eğer istesem, Hz. Peygamber'den iki gün hiç
aralıksız hadis rivayet edebilirim, fakat beni bundan alıkoyan şudur: Hz. Peygamber Aieyhisselamın
ashabından bir çokları da , ben gibi ondan hadis-i şerif dinlediler, ben gibi
onun yanında bulundular. Bakıyorum, onlar öyle hadisler rivayet ediyorlar ki,
hiç de dedikleri gibi değil! Onlar böyle yanıldıkları gibi ben de yanılmaktan,
benzetmekten korkuyorum.
Ebû Ömer Şeybâni şöyle demiştir: «Ben İbni
Mes'ud'un yanında bir yıl beraber bulundum. Hz. Peygamber şöyle buyurdu, demezdi. Hz.
Peygamber şöyle buyurdu dediği zaman onu bir titreme kaplardı ve şuna benzer
söyledi, buna yakın birşey dedi, derdi. İbni Mes'ud hadise bağlanarak Hz. Peygamber hakkında yalan söylemiş olmak durumuna düşmektense,
reyiyle fetva verip onun sorumluluğunu yüklenmeyi tercih ederdi. Herhangi bir
mesele hakkında kendi reyiyle fetva verdikten sonra şöyle derdi: Bu benim
görüşümdür. Eğer doğru ise bu Allah'ın bir lütfudur,
eğer yanlış ise o da benden ve şeytandandır.» Rey'i, ashab-dan
birinin rivayet ettiği bir hadise uygun düşerse, o zaman sevinçten uçardı.
Nasıl ki, mufavvaza meselesinde böyle olmuştu: Ona mihri misliyle hükmetti, ashabdan
biri çıkıp Hz. Peygamber Aleyhisselam'ın
da bu konuda onun gibi hüküm verdiğini söyleyince pek sevinmişti.
Gerçekten
Ashab-ı Kiram, dinî vicdanlarından kopup gelen iki
türlü duygu içindeydiler: Birisi: Meydana gelen olayları çözmek için Hz. Peygamber'den çok hadis rivayet etmek. Fakat bunda
bilmeyerek yanılıp yalana düşmek tehlikesi var. Dehlevî,
Huccetul-Lâhil Bâliga kitabında şöyle der: «Ömer b. Hattab
(Allah ondan razı olsun) ashabdan bir grubu Kûfe'ye gönderirken demiştir ki: Sizler Küfe'ye gidiyorsunuz.
Siz öyle bir cemaata varacaksınız ki, onlar, arı
uğultusu gibi gür sesle Kur'an okuyorlar, onlar size
gelip hadis soracaklar, rivayeti az
yapın!»
İkincisi: Hz. Peygamber'den bir eser naklolunmayan
hususta kendi reyleriyle hüküm vermek. Fakat bundan da kendi görüşlerine qöre birşey için haram veya helal
demeye karışmaktır. İçlerinden bir kısmı eser naklolunmayan hususta fetva
vermekten çekinir, ancak hadis rivayetini seçerdi. Bir kısmı da Hz. Peygamber'den naklolunmuş bir sünnet bulunmayan
hususlarda rey'i seçer, fetva vermekten kaçın-mazdı.
Eğer sonradan bu konuda hadis bulunduğunu anlarsa, rey'in-den hadisin hükmüne
dönerdi. Ashabın bir çoklarından bu rivayet olunmuştur. Hz.
Ömer de bunlardan biridir. Ashab-ı Kiram'dan bir kısmı rey ile hüküm verirlerdi ki bunların
başında Ömer b. Hattab, Zeyd
b. Sabit, Ali b. Ebû Talib
ve Abdullah İbni Mes'ud
hazretleri gelmektedirler.
Ashab-ı
Kiram devrinden sonra onların talebesi sayılan Tabiin geldi. Tabiîn çağında iki
önemli iş vardır ki, onların fıkıh içtihadında tesiri olmuştur:
1- Müslümanlar bir takım bölük ve kollara ayrıldılar. İhtilaf fırtınası çok
şiddetli ve sarsıcı esiyordu. Birbirlerine karşı çok sert ve amansız
davranıyorlardı. Birbirlerine küfür, fısk, isyan
kelimelerini fırlatmak onlar için kolay bir şey haline gelmişti, hatta birbirlerine
ölüm oklarını atıyorlar, kılıç çekiyorlardı. Böylece ümmet: Hariciler, Şiiler,
Emevİler diye bölündü. Bunlardan birine katılmayıp
Allah tarafından gelen bu belaya çaresiz razı olarak fitneden uzak kalanlar da
vardı. Hariciler de aralarında Ezarıka, Bazıye, Necdat ve diğer adlarla
türlü fırkalara ayrıldılar. Şia da birbirine uymaz fırkalara ayrıldılar. Hatta
Şia da öyle şaz, aykırı görüşlü olanlar vardı ki, İslam'dan bile çıktılar, şayed girmişlerse! Öyleleri de vardı ki, müslümanları İfsad etmek için İslama girmiş görün-düler,
yalancıktan müslüman oldular. Dinin ana direğini
dikmek onların umurunda bile değildi. Onların emeli İslam'ı temelinden
sarsmaktı. Böylece kendi milletleri, eski kuvvetlerini ve saltanatlarını
kazanacaklar, en azından onların bağımsızlığına son vermiş olan müslümanlardan öc alacaklar veya müslümantâr kavga karanlığında yaşayacaklar, Allah'ın nuru
sönüp gidecekti. Bu çalkantıların neticesi olarak bazı kimselerde dini
duygular azaldı, yalan yayıldı, Hz. Peygamber Aleyhissela-mın ağzından yalan
hadis uyduranlar çıktı. Bu durum mü'minlerin büyüklerini
endişeye düşürdü. Bu türlü uydurma hadisleri önlemek için tedbir almaya
başladılar. Bunun için sahih ve sabit olan hadisleri tesbit
etmeye koyuldular. Sabit hadisleri, sahih sünneti tedvin etmeyi düşünen Ömer
b. Abdülaziz olmuştur (Allah ondan razı olsun).
2- Siyasi nüfuz ve kuvvet Medine'den başka yerlere intikal etti. Bu, önce
Hz. Ali'nin hilafeti Küfe'ye nakil etmesiyle başladı.
Sonra Emeviler Şam'ı devlet merkezi yaptılar. Medine
ilim merkezi olarak kaldı, bu da ahval ve şartlara göre bazen kuvvetli, bazen
zayıf olduysa da çoğunlukla ilim hareketi canlanmıştır. Hz.
Osman devrinin sonlarına doğru ulema muhtelif bölgelere dağılmışlardı. Bunların
her bölgede ta'bileri bulunuyordu ve bunlar ilim
atmosferine hakimdiler. Bu sayede islam beldelerinin
her birinde ilim merkezi meydana geldi. Kûfe'de,
Basra'da ve diğer yerlerde medreseler kuruldu. Fakat fitne kazanı kaynayıp
huzursuzluk çoğalınca, ileri gelen ulema, Hicaz'ı emin bir yer olarak seçip
Medine ve Mekke'ye yerleşmeye başladılar. Çünki Emeviler çağında Hicaz ülkesi, fitnelerin en az olduğu
yerdi. Huzur ve emniyet olan yerde İlim ve araştırma olur. Onun için Medine
Tabiîn devrinde ilmin geliştiği bir yer olmuştur, başka şehirlerde de bazt ilimler varsa da Medine başta gelir. Onun için Ömer b.
Abdülaziz, halife olup da İslam ümmetine dini umurunu gerçek yönüyle öğretmek
isteyince, Medine'den başka yere müracaat etmedi, Medine ulemasının yardımını
istedi^Ebû Bekir b. Hazm'e
hadisleri toplamasını emretti. Medine ule-masfrti memleketin her tarafına dağılarak vardıkları
yerlerde ilim rehberi olmaya teşvik etti.
Gördük
ki, sahabe çağında Ashab-ı Kiram başlıca iki gruba
ayrılmıştı. Bir kısmı rivayeti çok yapar, reyle fetva vermekten çekinirdi.
Diğer bir kısım da rey taraftarıydı, rivayeti az alırdı. Ancak sahih hadisleri
kabul ederdi. Tâbi'in devrinde bu iki grub arasındaki
görüş ayrılığı daha da açıldı. Her iki grubun taraftarları kendilerinden
öncekilerden daha geniş sahaya açıldılar. Rivayet taraftarları yollarına daha
çok bağlandılar. Her tarafı saran fitnelerden kurtuluşu bunda aradılar. Çünki onlarca kurtuluş ancak sünneti almakla mümkündür.
Diğer grub ise baktı ki, Hz.
Peygamber Aleyhisselam adına yalan hadis söylüyorlar.
Ona güvenleri azaldı, yeni olaylar karşısında rey'le hüküm zaruret halini aldı.
Böylece ortaya iki fıkıh metodu çıktı. Rey fıkhı, hadise dayalı rivayet fıkhı.
Her iki fıkhın da meşhur alimleri vardı. Rey fukahası,
eser fukahası.
Bu
iki grubun arasındaki ihtilafın temeli, sünneti temel olarak almak hususunda
değildi. Sabit olan hadisi, sahihi, sünneti almakta ihtilaf yoktu. İhtilaf
reyle fetva vermekte, rey ile meseleleri çözmekteydi. Rivayet taraftarları,
zaruret olmadıkça reyi almıyorlardı. Bunu, muztar
kalan bir müslümanın domuz eti yemesine
benzetirlerdi. Onunla mesele çözümlüyoriardı. Bir de
ancak olmuş meselelere cevap veriyorlardı. Rey ehli ise bu konuda ellerinde
sabit bir hadis olmayınca meseleleri çoğunlukla rey ile çözüyorlardı. Hatta
içlerinden bazıları yalnız vâki meselelere cevap bulmakla yetinmiyor, vukubulmamış meseleler far-zederekonlaracevap
hazırlıyorlardı. Ulemaca kabul edilen şey şudur ki, hadis ehlinin çoğu Hicaz'da
rey ehlinin çoğu iselrak'da idi. Onun için, Hicaz
fıkhı, Irak fıkhı denir. Medine fukahası, Irak fukahasını sünnete uzak kalmış sayarlar. Dinde reyle fetva
veriyorlar, derler. Irak fukahası bunu kabul etmez.
Bunu ileride açıklığa kavuşturacağız.
Tabiîlerin
devri de böyle geçti. Onlardan sonra gelen Tebai
Tabiin ve diğerleri çağında, Hz. Peygamber adına
hadis uydurma işi durmadı. Kadı îyâd, bu
yalancılardan bazısını ve yalan söylemelerinin sebeplerini şöyle anlatır:
Bunlar türlü türlüdür. Bir kısmı Hz. Pey-gamber'in asli dememiş olduğu şeyleri, alay için
uydururlar, zındıklar bunlardandır. Bir kısmı ise dindarlık ve sofuluk
taslayarak zanlannca sevap umarak yaparlar, fazilete
teşvik için fezail ve Regaib
hadislerini uyduran cahil sofular gibi. Bir kısmı şöhret kazanmak, garip bir
şeyle ^ nam salmak için yaparlar, fasıkolan hadisciler gibi. Bir kısmı kendilerine delil yapmak için taasub yüzünden uydururlar bid'atcılar
ve rrtutaassıb mezhebciler
gibi. Bazıları da dünya ehlinin arzularına uymak, isteklerine özür yolları
bulmak için uydurur. Hadis ehli ve ilim; ricaralimlerince
bu sınıfların her biri malumdur, onları tanırlar. Öyleleri de vardır ki,
hadisin metnini uydurmaz, fakat-zayıf olan bir hadise sağlam ve kuvvetli bir sened uydurur. Bazıları senedleri
karıştırır, ziyade yapar. Başkala-nna
karşı gariplik göstermek, kendini cahil sanmasınlar diye bunu yapanlar da
olmuştur. Bir kısmı işitmediği bir sözü, işittiğini İddia ederek yalan söyler,
görüşmediği kimseyle görüştüm tüyerek ondan hadis nakleder. Öyleleri de vardır
ki, ashabdan birinin sözünü, Arapların ata sözlerini
veya filozoflardan birinin lafını alıp onu Hz.
Peygamber'e nisbet eder.[1]
Tabiilerden
sonra, ictihad devrinde, mezheblerin
kurulduğu çağlardaki bu yalan dalgasının esmesi iki şey doğurdu:
1- Hadis alimleri, özellikle içlerinde fakih
olanlar, sadık olanları seçmek için rivayetleri incelemeye yöneldiler. Temizi
çürüğünden ayırmak için, karışmış olanları ayıklamaya
başladılar. Hadis rivayetlerini incelediler, onların hallerini, hayatlarını
öğrendiler. Rivayeti doğru, emin olanı, olmayandan ayırıp
tanıdılar. Onları doğruluk, sıdk bakımından
mertebelere ayırdılar. Sonra hadislerin metinlerini
tetkik ettiler. Onlar üzerinde çalıştılar. Dine uygunluğu tarttılar, meşhur ve
sahih olduğunda şüphe olmtyan Hadislerle
karşılaştırdılar. Meşhur hadislere muhalif olanı reddettiler, sonra büyük
alimler sahih olan hadisleri yazmaya yöneldiler. İmam Mâlik Muvatta'ı
yazdı. Süfyan b. Uyenne
Sünen ve Adab'da El-Camîi topladı. Süfyan Sevrî fıkıh ve hadiste
Camii Kebir i te'lif etti.
2- Ehli Rey fukahası, Hz.
Peygamber hakkında yalan söylemiş olmak korkusuyla, rey ile fetva vermeye hız
verdiler, görüşlerine göre fetva vermekten geri kalmadılar.
Irak
rey fıkhı yatağı olarak şöhret buldu. Hicaz, özellikle Medine-i Münevvere hadis
fıkhı yurdu olarak tanındı. Bu görüş öyle yerleşti ki, İslam fıkhı tarihinde bu
belirgin bir çizgi olarak kabul olundu. Biz de hiç şüphe etmiyoruz ki, rey fukahası Irak'ta, Hicaz'daki kardeşlerinden daha çoktu.
Hadis îukahası da Hicaz'da birincilerden daha
fazlaydı. Fakat Irak fıkhının hepsinin rey fıkhı olduğuna hükmedemeyiz. Hicaz
fıkhının hepsinin de hadis fıkhı olduğunu söyleyemeyiz. Çünki
Irak fukahası da hadisi ve eseri alıyordu, Hicaz'da
da rey muteberdi. Yukarıda görüldüğü üzere, Medine fıkhını temsil eden yedi fukaha ki, bu fıkhı en iyi onlar tasvir ederler, onların en
büyüğü olan Said b. Müseyyeb,
rey'le fetva vermekten hiç çekinmezdi, hatta ona cerî;
cesur, atılgan adını vermişlerdi. Rey'de atak olmayan, her konuda fetva
veremez, esere bağlanıp kalana da atılgan lakabı verilemez. Atılgan adı, esere
dayanıp kalmayan, birçok meseleleri çözen kimseye bu vasıf verilir. Fetva
verdiği konuda hadis ve eser bulamayınca rey'Je fetva
veren bu niteliği taşır. Urve b. Zübeyr
ile Ebû Bekir b. Ubeyd b. Abdurrahman b. Haris istisna edilirse, yedi fukahanın geri kalanları fetva hususunda atılgan sayılacak
niteliktedirler, rey kullanırlar.. Onlardan bir kısmı hadi-' si, Allah'ın
kitabına meşhur ve ma'ruf olan sünnete arzetmedikce kabul etmezdi. Bu ise önlerinde hadis yoksa,
durup kalarak rey'te fetva veremeyenlerin yapacağı birşey değildir.
Iraklıların
rey'le, Medinelilerin eserle şöhret bulmalarının sebebi, Medine fukahasının Mürsel ve Münkati hadisleri alıp birincilerin bunları almaması
olamaz. Çünki Iraklılar da, Medineliler gibi bunları
alıyorlardı. Hatta Tabiin ve Tabai Tâbi'in
zamanlarında, Ebû Hahife ve
Mâlik devirlerinde hadis isnad etmek meşhur bile
değildi. Çünki onlar güvendikleri kişilerin mürsel hadislerini kabul ederlerdi. Hadis rivayetinde
onların dikkate aldıkları şey mevsuk ve emin olmaktı. Vaktaki, ulemanın rivayet
edenlere güveni kalmadı, o zaman senetleri zikretmek zaruri oldu, isgat
yapıldı.
Gerçek
şudur ki, madem fıkıh vardır, mutlaka rey'de lazımdır. Reysiz fıkıh olamaz.
Fakat ekoller, üstadlarının görüşlerine, onlarca
sabit olan âsâr ve Hadislere göre muhtelif olmuştur, kimisi az, kimisi çok
olmuştur. Medine fıkhını oluşturan yedi fukahanın
fıkıh maddelerini âsâr teşkil ediyorsa da, şunu da bilmemiz gerekir, yine bu fukaha rey ile meşhur olan ashabın fıkıhlarını
nakledenlerdir. Hz. Ömer'in fıkhını, Zeyd b. Sabitin fıkhını bunlar naklettiler. Bunların ikisi
de çok defa rey'le fetva verilen rey taraftan idiler, eser bulunmayınca durup
kalmazlardı. Fakat nedense, Medineliler, Irak fukahasına
ulaşan hadis malzemesinin, kendi fıkıhlarını oluşturmaya kafi gelmez diye
onlara taş atıyorlardı, yani bunun üzerine sahih rey fıkhı kurulamaz demek
istiyorlardı.
Şah
ve Dehlevî ekollerin muhtelif olması konusuda şöyle der:
«Tâbil'nden olan her alimin kendine özgü bir mezhebi oldu.
Her diyarda bir imam vardı, mesela: Medine'de Sald b.
Müseyyeb, Salim b. Abdullah İbni
Ömer, bunlardan sonra Zühri, Kadı Yahyab.
Sald, Neblab. Ebû Abdurrahman gibi alimler,
Mekke'de Atâ b. Ebû Rebah, Kûfe'de İbrahim Nehâi ve Şa'bı, Basra'da Hasan Basri,
Yemen'de Tavus b. Keyan vardı. Yüce Allah, ilim
aşıklarının susuzluğunu onlarla kandırdı, onlara sarıldılar, onlardan ilim,
sahabe fetva ve kavillerini aldılar. Bu alimlerin mezhepleri kendi incelemeleri
eseriydi. Onlara halk fetva sordu, onlar da cevaplandırdı. Meseleler soruluyor,
davalar onlara arz olunuyordu. Saîd b. Müseyyeb, İbrahim ve Emsali bütün fıkıh bablarını
derlemişlerdi. Her babda, seleften aldıkları bir
usulleri vardı. Saîd b. Müseyyeb,
arkadaşlarına göre Haremeyn ehli fıkıhda en sağlamdı.
Onların fıkhının temeli: Abdullah İbni Ömer'in İbni Abbas'ın ve Hz. Aişe'nin fetvaları ile Medine
kadılarının verdikleri hüküm ve yargılardı. Bunlardan mümkün olanları
topladılar, sonra onları süzüp tedkik ettiler.»
İbrahim
Nehai ve arkadaşlarına göre: Abdullah İbni Mes'ud ve arkadaşlarının
fıkhı en sağlam fıkıhtı. Alkame, Mesruk'a
şöyle demişti: «Abdullah'tan daha sağlam ve mevsuk olan var mı?» Ebû Hanife de olmasaydı Alkame, Abdullah İbni Amr'dan daha fakihdir derim.
Abdullah ise, işte o bildiğin Abdullah! Onun mezhebinin temeli, Abdullah İbni Mes'ud'un fetvaları ile Hz. Ali'nin kaza ve fetvaları yanı sıra Kadı Şureyk'in ve diğer Küfe kadılarının hükümleridir. Bunları
elinden geldiği kadar derlemiştir. Medine ehlinin asarını Medine fukahası nasıl işlediy-se, o da meseleler kurup çıkarmıştır. Böylece fıkhın her
babında meseleler oluşmuştur. Safa b. Müseyyeb,
Medine fukahasının dili ve tercümanıdır. Hz. Ömer'in yargılarını, Ebû Hureyre'nin rivayet ettiği hadislerle en iyi bilen oydu.
İbrahim, Küfe fukahasının dilmacıydı. Bu ikisi bir
hususta konuşurlar ve bunu bir kimseye nisbet
etmezlerse, bu sarahat veya işaret yoluyla çoğunlukla seleften birine
mensuptur. Onların bu dediklerini beldelerinin fukahası
toptan kabul ettiler, onları aldılar. Onlara göre yeni meseleleri çözdüler.»[2]
Şah
Veliyullah, başka bir yerde şöyle demektedir: «Her
âlimin seçtiği, kendi beldesinin mezhebi ve üstadlarıdır.
Çünki o, onların dediklerini en doğru bilir, onların
usulüne en çok uyar ve riayet eder. Gönlü onların faziletine bağlıdır. Hz. Ömer ve Osman, Abdullah İbni
Ömer, Hz. Aişe, İbni Abbas, Zeyd
b. Sabit ve onun yetiştirdiklerinden Saîd b. Müseyyeb ki bu Hz. Ömer'in
yargılarıyla, Ebû Hureyre'nin
hadislerini en iyi bilendir. Keza Urve, Saiim,*Atâ, İbni Yesar, Kasım Ubeydullah b.
Abdullah, Zühri, Yahya b. Saîd,
Zeyd b. Eşlem ve Rabia'nın
yolları, Medine ehline göre diğerinden daha çok uymaya layıktır. Çünki Hz. Peygamber Medine'nin
fazilet ocağı olduğunu beyan buyurmuştur; Medine her çağda fukaha
yurdu, ulema yatağı olmuştur. Onun için, gördüğün.gibi, İmam Mâlik onların
mesleğini tuttu. Abdullah İbni Me-sud'un ve arkadaşlarının mezhebini Hz.
Ali'nin, Kadı Şureyh'in ve Sa'bi'nin
yargılan ve İbrahim'in fetvaları, Küfe ehline göre alıp uymaya layıktır.»[3]
İslam
merkezleri arasındaki ihtilaflar, özellikle Irak ile Hicaz'ın fıkıh usulündeki
ayrıcalıkları hakkında Dehlevî böyle diyor ve bu
doğru bir sözdür. Yedi fukahanın hayatını anlatırken
dediğimiz gibi, Irak ile Hicaz arasındaki ihtilaf, bu çağdaki ifadeyle dedikleri
gibi rey fukahası ile hadis fukahası
arasındaki ayrılık, usul ve metod ayrılığı değildir.
Onların hepsi de kitaptan almakta ittifak halindedirler. Kitapta olmayan hususlarda
Hz. Peygamber Aleyhisselamtn
sünnetinden almakta beraberdirler. Muttasıl veya Mürsel
Hadisi delil almakta eşit tutarlar, ancak onları delil alma miktarında vukuf
derecesinde farklıdırlar. Her iki grub da sahabe
kavillerini delil alırlar. Ancak bu iki grup üç noktada ihtilaf halindedirler.
1- Medinelilerce Hz. Ebû
Bekir, Ömer ve Osman'ın ve fetvaları ile İbni Abbas'ın,Hz. Aişe'nin
fetvaları ve Ebû Hureyre'nin
hadisleri daha makbuldür. Irakhlarca ise İbni Mes'ud'un hadis ve
fetvaları, Hz. Ali'nin kaza ve fetvaları, Ebû Musa EI-Aş'arVnin kazaları,
Kadı Şureyh'in kazaları önde gelir. Bu noktadaki
İhtilaf üstad ihtilafıdır, metod
ihtilafı değil.
2- Hadis ve âsâr serveti Medine ulemasında daha çoktur. Böyle olunca âsâre itimad daha fazladır.
Onların fıkıh malzemesini sahabe kavilleri ve fetvaları teşkil eder. Meseleler
daha çoktur ve boldur. Görüşleri bu âsâre dayanır,
hükümlerini onlardan alırlar.
3- Tabiinin fetvaları, Medine'deki müctehidierce
muteber tutulurdu, onlara saygılıydılar. Çok defa onlara uyarlardı. Irak fukahasınca ise Tâbi'inin görüşleri ilzam edici sayılmaz. Onun
içindir ki, Ebû Hanife'den
şu nakil olunur; O, kendini sahabenin görüşleriyle mukayyed
tutar, onların kavilleri dışına çıkmazdı. Fakat TâbiTnin
görüşleriyle kendini bağlı saymaz, onlar ictihad
eden kişilerse, onlar nasıl ictihad ettilerse, onun
da ictihad hakkı vardı.
Bu
sözden çıkan mantıki netice şudur ve tarih de bunu böyle isbat
etmiştir:
a- Medine ehlinde rey mevcuttur, hem de az miktarda değildir.
Çünki
fıkıh olunca, nasslardan istinbat
da vardır. Hakkında nass olmayan meseleleri hakkında
nass olanlara hamletmek pek tabii bir şeydir, bu
bedahet yoluyla sabittir. Ve işte rey'de budur.
b- Medine ehlinin rey'i, rivayet olunan asardan almadır. O, onlara
benzer, onun dairesinde yürür, rey'e dayalı istinbat
onu andırır.
c- Irak ehlinde rey, Medine ehlinden daha çoktur, Medine'de âsâr daha
fazladır, Irak'da ise daha azdır. Onun için onlar
kendi görüşleriyle ictihad etme yolunu tuttular, Tabil'lerin fetvalarına bakmadılar.
Irak
fukahasının rey'i, kıyas ve istihsan
ile Irak ehlinin ört ve adetlerine dayanıyordu/Medine fukahasının
rey'i ise, çoğunlukla akli kıyaslara değil, mesalihe,
Medine ehlinin örflerine dayanıyordu. Medine örfleriyle Irak örfleri arasındaki
fark,. Medine ile Irak arasındaki farklar gibidir. Irak türlü milletlerin,
türlü inanç fırkalarının, bid'atçıların ve sapık
cereyanların yurdu idi, çeşitli dinler yatağıydı. Medine ise bir İslam
yurduydu, İslam orada doğdu, orada gelişti, oradan ışıklarını saçtı. Ashabın ve
Tabiîlerin âsârı oradaydı. Oranın örfleri şüphesiz ki İslam'dan alınmaydı,
birçok ahvaide İslam ilkelerinden alınmaydı.
Bu
araştırma sonucu vardığımız şey şudur: Bazı pazarların sözlerinden anlaşıldığı
üzere, Medine'de rey az değildi. Çünki Medine fukahasının her tabakasında Rey sahibi olan fukaha bulunuyordu ve bunların o fıkhın oluşumunda yeri
vardır. Sahabe tabakasında Hz. Ömer ve Zeyd, İbni Abbas
ve başkaları vardı. Tabii tabakasında bulunan yedi fukâhadan
beşi rey taraftarı idiler. Onlardan sonra gelen tabakada Rebiatül-Rey,
Yahya b. Sald, Kesir b. Ferkad
ve Leys b. Sa'd'ın İmam
Mâlik'e yazdığı mektup da geçtiği üzere bunlardan
yaşlı nice fukaha vardı. İmam Mâlik (Allah ondan razı
olsun) Medine ulemasının bu ilmine varis oldu. Şah dehlevi
bu konuda şöyle der: «İmam Mâlik Hz. Pey-gamber'in hadislerini bilmede en eminleri idi. Senedler hususunda en mevsuktu. Hz.
Ömer'in kazalarını, Abdullah İbni Ömer'in, Hz. Aişe'nin ve ashabın yedi fukahasının kavillerini en iyi bilendi. Rivayet ilmi ve
fetva onunla ve onun emsaliyle ayakta durdu. Bu iş ona verilince: Hadis okuttu
fetva verdi, herkes ondan istifade etti ve gayet güzel yaptı.»[4]
İmam,
Mâlik madem ki bütün bunların ilmini alıp topladı, onların metodunu takip etti,
şüphe yok ki, o hem rey fakihi ve hem de hadis
alimidir. Onun için İbni Kuteybe
onu rey fukahasından saydı, yalnız âsâre bağlanıp kalanlardan saymadı.
İşte
rey ve hadis fıkhı budur ve onlann yurdlan bunlardır. Daha doğrusu rey fıkhının çok olduğu,
hadis fıkhının çok olduğu yerler buralardır. Sonuç olarak şunu diyebiliriz ki,
İmam Mâlik Hazretleri hadis alimidir, bununla beraber rey'de büyük yeri olan
bir fakihtir.
Doğrusu
şudur ki, İmam Mâlik çağında fıkıh ekolleri birbiriyle karşılaşmaya,
aralarında ilim alış verişi başladı. Hac mevsiminde her diyardan gelen alimler
toplanırlar, ilim müzakereleri yaparlar, fıkıh ve hadis ilimleriyle ilgili her
türlü maarif konularını görüşürler, konuşurlardı. Bakıyorsun, Ebû Hanife, Mâlik ile görüşüyor,
her ikisi birer ekolün üstadı fıkıh meseleleri hakkında konuşuyorlar,
ayrıldıkları zaman her ikisi de birbirlerinin görüşlerini takdir edip saygı
gösteriyorlar. Bakıyorsun Leys b. Sa'd
ile Mâlik İbni Enes, hitab ve yazışma yoluyla birbirleriyle ilim müzakeresi
yapıyorlar. İmam Mâlik türlü fıkıh meselelerine dair Ebû
Hanife'nin ölümünden sonra oğlu ile görüştüğü vakit,
ona babasının bazı meseleler hakkında görüşünün ne olduğunu sorup öğreniyor. Ebû Hanife'nin baş talebesi olan
İmam Ebû Yusuf âsâr ve hadis ilmi çalışmalarına
yöneliyor, onları delil olarak kullanıp görüşlerini onlarla te'yid
ediyor, daha önce kararlaştırdığı bir görüşe kail oluyor. İbni
Cerir Taberî onun hakkında
şöyle der: «O, hadis bellemekte çok ma'ruf idi. O bir
hadis alimini yakalar, ondan 50-60 hadis beller, sonra oradan kalkıp onları
insanlara yazdırırdı.» Ebû Hanife'nin
ikinci meşhur talebesi İmam Muhammed hadis öğrenmeye sarıldı. Servi'den hadis
öğrendi, sonra üç yıl İmam Mâlik'e devam etti ve ondan hadis okudu. Bu devamı
süresince İmam Muhammed ondan hadis belledi ve İmam Mâlik'ten hadis rivayet
etti. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi Ebû Hanife'nin görüşlerini öğrenmeye meraklı olan İmam Mâlik,
karşılaştığı meseleler hakkında Ebû Hanife'nin görüşlerini elbet talebesi İmam Muhammed'e
sormuştur. Bu.suretle İrak fıkhı ile Medine fıkhı
arasındaki açıklık, gitgide daralmış, hatta birleşmiştir, her ikisi de rey'de
müşterektir.
Bu
kısaca bakışta Medine fıkhını, rey ve eser fıkhını anlatmaya çalıştık. Netice
olarak şunu diyebiliriz ki, İmam Mâlik'in öğrenmiş olduğu fıkıhta rey'in de
büyük payı vardır, hadis ve sünnete olan bağlılık çok kuvvetli olduğu
şüphesizdir. Kaldı ki, o çağda sözü edilen bu rey nedir? O, hakkında nass olmayan bir emri, nassla
sabit olan bir hükme, aradaki rnüşterek illet
dolayısıyla ilhak etmek suretiyle yapılan fıkıh kıyas mıdir?
Yoksa bundan daha umumi bir şey midir? Sahabe ve Tabiin çağında rey kelimesini
araştıranlar bunun yalnız kıyasa mahsus olmadığını görürler. Bu, kıyasa ve
başkasına da şamildir. Daha sonraları mezheblerin
kurulduğu vakitlerin başlarına geldiğimizde, yine bunun böyle geniş anlamda
olduğunu anlarız. Fakat daha sonraları mezhebler
kurulup yerleştikten sonra, her mezhebin rey anlayışı ve yorumu birbirinden
farklı olduğunu görüyoruz.
İbni
Kayyım, Sahabe ve Tâbi'inden naklolunan rey'i şöyle yorumlar: Fikir ve
teemmülden sonra kalbin karar kılıp aldığı şey, emarelerin taâruz
ettiği yerde doğruyu öğrenme arzusudur. Sahabe, Tâbiî'lerin ve onların yolunu
tutanların fetvalarını araştıran kimse, görür ki, rey'in rnanası
onlara göre, nass bulunmayan hususta fakihin vermiş olduğu fetvadır. Bu hususta müftü, dinin
ruhunun umumundan anladığına uygun ve kendi görüşünce umumi «hükümlere muvafık
fetva vermeye itimad eder veyahut nassia
sabit olan emre benzer ise, o zaman benzeri, benzer olana ilhak eder. Buna
göre rey: Kıyas, istihsan, Mesâlih-i
Mürsele ve örfe şamil olmuş sayılır.[5] İmam Ebû Hanife ve talebeleri, kıyası,
istihsanı örfü alırlar. İmam Mâlik ve arkadaşları
kıyası, istihsanı ve Mesâlih-i
Mürsile'yi alırlar. Mâliki mezhebinde Mesâlih-i Mürsele meşhur olup
önemli yer alır. Bu sayede mezhep yumuşaklık kazanmış olup muhtelif çağlarda
halkın karşılaştığı her meseleyi çözmeye elverişli bir hal almıştır. Mâliki
mezhebinde istihsan da böyledir, o da geniş ve bol
yer alır. Onun için Mâlik: İstihsan ilmin 9/10 dur,
demiştir. Fakat bu, nass olmayan, sahabe ve Tabiî
fetvası bulunmayan, ehl-i Medine ameli cereyan
etmeyen hususlardır.
[1] Tafsilat için bak: Merhum Muhammet! Hudarî, Teşrii İslam Tarihi, S. 87
[2] Şah Veliyullah Dehtevî, Huccetullâhi'l-Balığa C. 1, S. 143
[3] Aynı
Kaynak, S. 44
[4] Şah Dehlevî, Huccetül-Baliğa, C. 1, S. 145
[5] Hanelilerden İbni Hasan Kerhl istihsanı şöyle tarif eder:
Daha kuvvetli bir delil dolayısıyle benzerleri
hakkındaki hükmü bırakıp mesele hakkında başka bir hüküm vermektir. Bu tarife
göre bazı fukahanın İstihsan,
kıyası hafidir, demeleri de girer. Mâliki Mezhebine göre ise istihsan: Külli delil mukabilinde cüz'i
maslahatı almaktır. Maksad, mutlak maslahat olmayıp,
daha kuvvetli bir delile dayanandır. İbni Arablnin Ahkâm-ı Kur'an'daki
tarifi de buna uyar:j İstihsan, daha kuvvetli olan
delil İle ameldir. Bazı Malikllerin tarifi,
Hanefilerin tarifine yakındır. Şatıbl, Muvafakat1 ında şöyle der: İstihsanın
iktizası Mürsel istidlali kıyasa takdimdir. İstihsan; yapan kimse, mücerred
arzusuna uyuyor değildir. Şâri'in kasdettiği
umumî maslahatı gözönüne alıyor demektir.
Mesâlih-i Mürsele ise: Aklın kabul ettiği, fakat şeriatın ilga veya itibar suretiyle bir kaide' koymadığı bir şeydir. Muteber olması kabule münasıb bir yönü olmasıytedir. Bu yolla kıyasa! girer. Mâlikllerce istihsan ve Mesâlih-i Mürsele mânaca birbirine yakındır. Baksana onlar, istihsanı: Külli delil karşısında cüz'i maslahatı almak, diye tarif ederler. Bu Mesâlih-i Mürsele'ye' yakınsa da aralarında ince fark vardır. İmam Mâlik'ten naklolunan şu: İstihsan, ilmin 9/10 dur, sözü Mesalih-i Mürsele'yi de içine alır. Mâlikllerce bunlar birbirine yakınsa da Hanefîierce ayrıdır. Aradaki ince farkı yerinde inşaallah açıklayacağız.