181 - Faydalı Olanı Almak, Zararlı
Olanı Atmak:
182- Ulam Fıkhında Maslahatın Yeri:
184- İtiraza Yol Açan, Yanlış Anlamalar:
186- Haz : Fayda Felsefesine
saldıranlar:
187- Başkasını Mutlu Etmek, Fazilet
Yoludur;
188- Gerçeği Beyan, Evhamı Siler:
189- Dini Hükümler: İbadet ve
Muamelat olur, Muemalatta Mesalih Aranır:
190- Muamelâtın: Zarurî, Hacet ve Kemâlât
Nev'ileri: Can, Mal, Akıl, Nesil ve Irz Hıfzı:
191- Maslahat ve Mefsedet Farkı:
192- Maslahatın Nevi'I eri: Hayır Ve
Şer: Rahmet Ve Zahmet Yanyana:
193- İbnü Kayyım'ın Görüşü, Batının
Ona Yaklaşması;
194- Maslahat ve Mefsedeti Eşit Bir
şey Var mı?:
195- Tufî, İbni Kayyım'in Görüşüne
Karşı:
196- Tufi'ye Bakarak, fişi Kur'aya
Bırakamayız:
197- Bahsin Özeti: Maslahat, İlaç
Gibidir:
198- Arzuların Maslahatla Alakası;
199- Şâtıbî, Arzular Maslahata Girmez
Diyor:
200- Maslahatlar Veya Zararlar Tearuz
Ederse:
201- Din, Umumî Menfaati Gözetir:
Ahlâk
ilmi bilginlerinin çoğunun temayülüne göre: Hayır ve şer için öiçü, kişinin
işlediklerinden doğan faydadır, menfaattir. Eğer bir işde fayda var, onda
kimseye bir zarar yoksa, o hayırdır, onu yapmak fazilettir. Eğer bir işte,
İnsanların bir kısmına fayda, diğer bir kısmına zarar varsa, o zaman menfaatle
zarar çarpışır. Bu gibi hallerde hayır, daha büyük fayda elde etmek için küçük
menfaatleri feda etmektedir, veyahut devamlı fayda sağlamak için muvakkat
menfaati bırakmaktır, muvakkat menfaat uğruna şüpheli menfaattan vazgeçmektir.
Bu
düşüncede olup böyle söyleyenler ölçülerini umumileştiriyorlar, bunu kanunlara,
edebiyata devlet siyasetine ve yüksek ahlaka teşmil ediyorlar. Zira ahlâkın ve
kanunların amacı birdir, o da milleti mutluluğa kavuşturmaktır. Gerçekte ahlâk,
ferdlerin saadetiyle ilgilidir. Ceza vermeden, onları terbiye eder. Kanunlar
insanların birbirleriyle olan münasebetlerini tanzim eder, onlara muhalif
davrananları yargı yoluyla maddi hükümlerle cezalandırır. Siyasetle ahlâk veya
kanunla adab arasındaki fark şöyledir: Ahiâkl hükümler cezası olmasa da zahire
ve batına, içe ve dışa şamildir, hakimdir. Kanunların ise hükmü zahire
hakimdir, karşı gelenlere maddi cezası vardır ve bu ceza dünyadadır, ahir-ete
kalmaz. Böylece ahlâk siyasetten veya kanundan ayrılmaz. Onun için bu şey
ahlâkta çirkin, kanun ve siyasete göre güzeidir, denemez. Nasıl ki, hesab
kurulları ekser ahvalde sahihtir, bazısında batıldır, diyemeyiz. Zira hak ve
batıl ölçüleri de riyaziye kuralları gibidir, değişmez.
Buölçüfaydakıstasiahlâkvekanunlardadadoğrulanır.[1]
İslam
fıkhının ana esasları, ümmetin mesalihidir. Maslahat olan herşey matlubdur,
dini deliller onları istemektedir. Bu umumca mukarrer ve kabul edilmiş bir
asıl olup İslam fukahası bunda icma' halindedir. Onlardan hiç biri, İslam dini
kulların maslahatına olmayan birşey getirmiştir, dememiştir ve diyemez. Yine
hiçbiri, müsiümanlar için meşru1 kılınan hükümler ve şeyler içinde zararlı olan
vardır, dememiştir. Eğer bu konuda, şayed aralarında bir ihtilaf varsa, bu
meselenin aslında değil, tatbikine ve teferruatına aid olabilir.
Bir
kısmına göre, din, insanların maslahatına olan herşeyi içine almıştır, onun
nasslarında bütün maslahatlar bulunmaktadır. Nassla-rtnda bulunmayanlar nass
üzerine hamlederek kıyas yoiuyla alınır. Dinden bir şahid ve tanık olmadıkça,
müctehid maslahatı bilemez. Bu görüştekilerin bayrağını taşıyan İmarn
Şafiî'dir. Onun için nassdan bir şahidi olmaksızın istifisin adı altında
maslahatı itibar edenlere karşı yaman hücuma geçmiştir. Bu görüşün temeli
maslahatı ihmal değildir. Belki de şöyle düşünüyorlar; Allah Teala insanları
başıboş bırakmamıştır. Nasslardan bir şahid olmaksızın maslahat bulunacağını
farzetmenin altında şu yatar: Allah Teala insanların umurunu kendilerine bırakmış,
maslahat tayin edecekler! Bunu ise yüce Allah nef'etmektedir. Ayet-i kerime
şöyle buyurur: «İnsan boş bırakıldığını mı sanıyor?»[2]
Hanefî
fıkhı da, bu görüşte Şafii'ye yaklaşmaktadır, fakat onlar, nass üzerine
hamletme kapısını Şafii'den daha geniş açmaktadırlar. İnsanların mesalihinden
uzak olan kıyaslardan bazı umuru kabul ederler ve bunda Ebû Hanife'ye itiraz
ederler, eleştirirlerdi. Fakat: Ben istihsân yapıyorum, dedi mi, kimse ağzını
açamazdı. Nass olmıyan, kıyas sökmeyen yerde istihsân yapmak, maslahatı
almaktır.
imam
Mâlîk'in ve Ahmed'in mezheplerine gelince: Onlar maslahatı fıkıhta bizatihi
kaim bir asıl itibar ederler. Onlara göre dinî nasslar, ancak insanların
maslahatına olan hükümleri getirmiştir. Nasslarda olanlar onlardan anlaşılır.
Nassdan anlaşılmayan, dinde umumi nassla-nn ruhundan anlaşılır. Mesela yüce
Mevlâ'nın şu ayeti; «Dinde size bir güçlük kılmadı.» Hz. Peygamber
Aleyhisselam'ın şu hadis-i şerifi: «Zarar ve zararla mukabele yoktur» gibi..
Bu
iki mezhebin görüşleri ışığı altında fakih şu hükmü verebilir:
Maslahat
olup zarar bulunmayan veya faydası zarardan çok olan her-şey. dinde matluptur,
bunda hususi delile gerek yoktur. Zararlı olup maslahat bulunmayan veya zararı
faydasından çok olan herşey nehiy olunmuşdur. Bunda hususi nassa ihtiyaç
yoktur. Hatta bazı Hanbell ve Mâlikîler buna ilaveten Kur'an ve hadislerin
nasslannı mesalih ile tahsis bile ederler, ancak bu nassların İnsanların
muamelatına dair mev-zu'larda olması şarttır, ibadetlerde tahsis olamaz.
Maslahatı
bu doğrultuda almada Hanbelilerin Necmeddin Tûfî çok aşın gitmiştir. O şöyle
demektedir: «Eğer maslahat, icma'ia veya kitap ve sünnetten bir nassla sabit
bir hükümle tearuz ederse, tahsisle beyan yoluyla, maslahata riayetin onlara
takdimi gerekir.[3]
Mâliki
ve Hanbeli fukahasının maslahat hususundaki bu tutumları şüphe yok ki, İslam
fıkhını çok zenginleştirmekte, onu her çağda ve her yerde insanların
ihtiyaçlarını karşılayıcı ve doyurucu bir haie getirmektedir. Biz bu
meslekteki tutumu, ihtiyatlı olarak seçmekteyiz, onda Tûfî gibi aşırılık
taraftan değiliz. Ancak dinî bir nassla çatışan kat'1 bir maslahat
bulunmadığını kesinlikle söylemeliyiz. İslam fukahasının icma1 ettiği bir
emirde maslahata muhalif birşey bulunmaz. Tufî'ye muhalif olduğumuz yer şuradadır:
Bir şeyde maslahat olduğunu insan aklı kabul etsin de, sonra ona riayeti
meneden bir nass bulunsun, yahut da ulema onun tersine icma' etsin, işte bu
olamaz.
Şüphe
yok ki, Mâliki Mezhebi, Hanbeli Mezhebi de öyledir. Şunu kabul eder ki din,
ahlak emirleri, nizam ve kanunlar insanları mutlu kılmaya yöneliktir. Dinde her
emir olunan veya yasaklanan şeyde ölçü: Menfaat ve maslahattır. Nasıl ki
filozoflara göre bu ahlakta fazilet ve rezilet ölçüsüdür. Kanunda da adalet ve
zulüm kıstastır.
Son
çağda filozoflardan biri, ahlâk ölçüsünün menfaat olduğunu anlatmak istedi.
Bunu güzelce anlatmak ve sınırlarını çizmek-; bunu, insanların onunla
bağlantılı sandıklan bozuk mânalardan ayırmak gerektiğine inandı ve şunları
söyledi:
Menfaat:
Fayda sözünü doğru anlamak lazım. Çünkü benim gördüğüm kadar, bunu insanların
kabulüne en büyük engel bunun kötü ve yanlış anlaşılmasıdır. Eğer o, bu kötü
mânalardan kurtarılır, en azından, en sertlerinden arınırsa, önündeki engelin
çoğu kalkar. Onun için fayda teorisinin dayandığı felsefe usulüne girmezden
önce, onu beyan etmek, onunla ondan olmayanı ayırmak istiyorum. Ona yapılan
itirazları kaldırmak diliyorum. Çünkü itirazlar, onu yanlış anlamadan ileri
geliyor, onu yanlış anlamakla bağlantılı.[4]
Fayda:
Menfaat sözünün yanlış anlaşılması, bunun etrafında itirazların kopmasına ve
eleştirilere yol açtığı gibi, maslahattan muraddaki kapalılık da, bazı islam
fukahası tarafından bunun islam'da bir fıkıh asiı olarak alınmasına itirazlar
olmuştur. İnsanlar arasında olan hâdiselerin hükmünü bilmede maslahat, itimada
layık, uyulması gerek bir asıldır. Hayatta cari olan muamelat işlerinde hükmün,
İslam'ın maksat ve gayelerine uygun olması için bu gereklidir.
Mücerred
maslahat veya Mesalih-i Mürsele ile istidlal edenlere itirazda bulunanlar
diyorlar ki ,bu dinde arzuya göre hüküm vermektir.Bakıyoruz Gazali, Malikilerce
kıyas mukabili mesalihi almak demek olan istihsanın batıl olduğu hususunda
şöyle demekte: «Biz biliyoruz ki, delillere bakmaksızın bir alimin kendi arzu
ve hevasına göre hüküm vermesinin asla caiz olmadığına icma’i ümmet vardır.Dini
delillere bakmaksızın istihsanı almak, mücerred arzu ve hevaya göre hüküm
vermektir. »[5] Mesalih-i Mürsele için de
şöyle der: «Eğer şer’i delilden bir şahid yoksa ,o da istihsan gibidir. »[6]
Gazali’ye
göre ,dini bir nassın şahid olmadığı,emarelerin tekid etmediği mücerred bir
mesalihi almak ,kendi arzusuna göre,heva ile hükümdür.Gazali’den önce
imamül-Haremeyn de nassdan bir şahid aramaksızın mesalihi almaya itiraz etmiş
ve şöyle demiştir: «Bu kendi heveslerine göre avamı hakem yapmaktır.Kendi heva
ve heveslerine uyanı alırlar , hoşlanmadıklarından kaçarlar.Bu takdirde
hükümler ,şahısların ihtilafıyla muhtelif olur. »[7]
Bunlardan
da görüldüğü gibi, İslam fıkhında maslahatın emir ve nehi için bir ölçü olarak
alınmasına hücumla, onun heves ve nevaya göre bir hüküm olduğu zannından ileri
gelmektedir. Sanki o muhkem ve ince bir usul değümiş de ona göre verilen
hükümler heves ve arzuya tabi oluyormuş. Muhtelif şahıslar tarafından çevre ve
ahvale göre değişiyormuş.
Garip
bir tesadüf ki, Sokraî'dan sonra Yunan felsefesinde çıkan menfaat ekolüne de
aynı tarzda saldırılır, hatta daha sert ifadelerle yapılmıştır. Aklı başındaki
filozofların çoğu şöyle demişlerdir: Hayatın -onların tabirince- menfaat ve
lezzetten daha üstün gayesi yoktur, demek, insanlık şerefini düşürmektir. Bu,
eski zamanlarda Ebikur'a tâbi olanların benzedikleri domuzlara yakışan bir
şeydir. Ebikurcilere bu tarzda itirazlar yapıldıkça ontann cevabı da şu şekilde
olmuştur: Asıl buna itiraz edenler, insanlara hakaret ediyor, onların şerefini
küçük düşürüyor. Çünkü insanları domuzların yaşayışından daha üstün bir
menfaattan istifadeye layık görmüyorlar... Hayvanların lezzeti, insanların
saadet tarziyle asla birleşemez. İnsan, hayvan şehvetlerinden çok üstün bir
kuvvetten faydalanmaktadır. O mutluluğu bu kuvveti duyarlılıkta bulur... [8]
Şafiî,
Gazali ve İmamüJ-Haremeyn, naslardan şahid ve destek aramadan maslahatı
bizatihi kaim bir fıkıh delili itibar etmeye karsi çıkmışlar, nass oimayan
yerde maslahatı alanlara hücum etmişlerdir. Onların hücumuna sebep: Maslahat
arzuya göre, heves ve hevaya uyarak hüküm vermektir, diyorlardı.
İslam'da
maslahat kaidesine karşı çıkanlar, Avrupa'da menfaat felsefesine hücum edenler
gibi değildir. Çünkü Avrupalılar, Hristiyanfığı kabul ettikten sonra hücuma
başladılar. Çünkü Hristiyanlık zühde çağırıyor, dünyayı terke teşvik ediyor.
Bu ise, rivenfaat: Lezzet felsefesiyle taban tabana zıddı. Onun için Avrupalı
lezzet felsefesi yanlısı yazarlar, zühd ile menfaat arasını bulmaya,
uyuşturmaya çalıştılar, şöyle ki: İnsanın kendi mutluluğundan biraz
fedakarlıkta bulunması, büyüklüktür. Fakat bu fedakarlık bir gaye için olmalı,
Çünkü bizzat kendisi gaye değildir. Eğer bize: Gaye sadece mutluluk değildir,
belki daha üstün bir şeydir ki» o da fazilettir, denirse, biz de deriz ki:
Başkaları da aynı fedakarlığı yapacağına inanmadıkça, bir kahraman veya zahid
bu fedakarlığı yapar mı? Eğer kendi mutluluğunu terketmek, başka bir insana
fayda sağlamayacağını zannederse bunu yapar mı? Hayattan onların nasibini de
kendi nasibi gibi olmalı. Kendilerini hayat lezzetinden mahrum bırakanların
elde ettikleri şeref. Eğer bu mahrumiyet bu dünyada başkalarının mutluluğuna
sebep olacaksa, o zaman gerçek tam olur. Fakat başka bir sebepten dolayı
kendini mahrum edenler, saygıya hak kazanamaz. Evet onun yaptığı da, insan
gücünün neler yapmaya kaa-dir olduğunu gösterir bir delil olabilir. Lâkin
yapılması gereğine misal olamaz. Bu noksan, dünyada bu zayıf nizam içinde,
insanın başkasını mutlu etmek için tutabileceği en güzel yol, kendisinin
mutluluğundan fedakarlık yapmasıdır. Bu kusurlu dünyada, bu fedakarlığı yapmaya
hazır olmak, insanda bulunan en büyük fazilettir.»[9]
Menfaat
felsefecileri böyle savunuyorlar. Maslahat emir ve nehiy hususunda bir asıl
olarak alanlarla onlara karşı çıkanlar arasında, İslam fıkhında böyle bir
yazışma benzeri yok. Çünkü böyle mücerred bir zühd islam'da yok. İslam'da zühd,
kendi şahsi saadetini feda ederek başkalarının faydası için müsbet ameldir,
hayırlı iştir. Dünyayı terk değil İslam'da ilk büyük zahid ve muttakiler böyle
yapardı. Sıddık'ın ve şühedadan olan: Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali ve
diğerleri (Allah onlardan razı olsun) böyle yaptılar. İslam'da ruhu temizlemek
diye cisme işkence yoktur, tam aksine, ruh vazife'sini gereği gibi yapsın diye
cismi kuvvetlendirmek lazımdır.
İslam
fukahasından bazılarının, maslahatın bir fıkıh kaidesi olarak (alınması
karşısındaki tutumları ile, eski çağdan beri bir kısım filozofların menfaati
hayır ve şer ölçüsü tutmak karşısındaki durumları arasında bir yön benzerliği
bulunduğunu söyledik. O da yanlış anlaşılmadan doğuyor. Şimdi muteber olan
maslahatı ve onun yerini beyan edelim. Ümid tederim ki, onun doğru beyanı,
zihinlere takılan evhamı siler. Nasıl ki, iyeni çağda menfaat felsefesi
yanlıları, itirazcıların kafalarından vehim-jjleri silmek için onun hakikatini
anlatmaya yönelmişlerdir.
İslam
fukahası, İslam'daki teklifleri başlıca iki kısma bölerler: Bir ısrjnı
ibadetlere dairdin Bunlar, kulun Rabbına karşı vazifeleridir. İnanla Allah
arasındaki alakayı tanzimdir. Bu kısımda esas: Teabbudî oirrlaktır. Bunlar
nasslarda nasılsa öylece olur, bu nasslar ta'lii olun-rhaz, şöyle böyle
denilmez, illet, sebep aranmaz. Allah'ın emri olduğu için yerine getirilir.
Bunlara başka benzeri birşey ilave olunmaz, şâri'in farz kılmadığı bir ibadeti
mükellef kendi üzerine yükiemez, nassla sabit plandaki sebebe bakarak, münasip
hikmet arayarak onu farz kılamaz. Bu meh'ilerle beraber, rnüslümanlarm şuna da
inanmaları vacibdir ki, ibadetlere dair olan bu tekliflerin hepsi insanların
masiahatındadır. Ancak o maslahat ve hikmetlerin benzeri diye o da onların
misli birşey !meşru kılamaz, insan bu nasslann hududunda durur, onların
yüklediği teklifleri, kendiliğinden birşey ziyade etmeden yerine getirir,
ibadetler teabbüdidir, katılmaz, atılmaz.
İkinci
kısım teklifler, insanların birbiriyle olan muamelelerini tanzim eder,
münasebetlerini düzenler, buna fıkıh ıstılahında âdât-muâmelât denir. Bu
kısımda olan kaide: Fukahanın ittifakıyla bu hükümlerin niçin meşru'
kılındığına, sebep ve hikmete bakmak, maksad ve mânayı gözetmektir. Çünkü bu
umurun teklif olunmasından maksat esas adalet ve fazilet olan fazıl bir İslam
medeniyeti oluşturmaktır, maslahatı temin ve adaleti tevzi' etmektir.
Şâttbî,
Muvafakât'da bu asıla yani âdât ve muamelâtta asıl mâna maksada bakıldığını üç
delille isbat etmektedir:
1- İstikra' Yolu: Din, kulların mesalihini kasdedip gözetir. Hükümler
maslahatlarla döner, onlara bağlıdır. Bir şeye bakıyorsun, maslahat yoksa o
halde menolunmuştur, maslahat varsa caizdir. Dirhemi dirhemle bir müddetle
mübaya yasaktır, ribadır.
Karz:
Ödünçvermek caizdir. Yaş hurmayı kuru hurma ile mübâde-jle, eğer aldatma varsa
yasaktır, ribadır, eğer taraflar için maslahat arsa caizdir. Dini hükümler böyle
maslahata bağlıdır. Ailah Teala şöyle jbuyurur: «Ey akıl sahipleri, sizin için
kısasda hayat vardır.» «Aranızda mallarınızı batıl yola, haksız olarak
yemeyiniz.» hadis-i şerifler de şöyle denir: «Hakim kızgın ve Öfke halinde
hüküm vermesin.» «Zarar ve zararla mukabele yoktur.» «Katil mirasçı olamaz.»
«Her sarhoşluk veren haramdır.» Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: «Şeytan, şarap
ve kumarla sizin aranıza düşmanlık ve buğz koymak ister. Sizi Allah'ın
zikrinden ve namazdan alıkoymak ister..» Böyle daha nice nasslar ve hükümler
vardır. Bunların hepsi sarahat veya işaret yoluyla emir ve nehyin esas mesalih
olduğunu gösterir, izin ve yasak mesaiihe göredir, onunla beraber döner
dolaşır.
2- Din, insanlar arasındaki muamelatın hükümlerini beyan ederken
illetleri ve hikmetleri de geniş surette açıklar. Hükme münasip illetleri çoğu
mesalihle ilgilidir, akıl bunları kabul eder, benimser. Her hükmün bir hikmeti
ve sebebi var ki, bu maslahata bağlıdır. Bundan anlıyoruz ki, sâri' bunlarla
mânaya, ruha uymayı kasdeder, ibadetlerde . olduğu gibi nasslarda durmaz.
İbadetler ancak nassla sabit olur, mua-
melatda
iş başkadır.
3- Mânaya yani mesaiihe bakmak, Peygamberlerin olmadığı zamanlarda, iki
peygamber arasında geçen boşluk-fetret devrinde bile vardı, adetleri, maslahatları
böyle cari idi. Yaşayışlarını öyle sürdürdüler. Ancak onlar tafsilatı
bilmiyorlardı. Din gelerek muamelât işlerini tamamladı, ahlâkı yükseltti, yol
açtı.Onun için değil mi ki, İslam, cahili-yet adetlerinden bir bölümünü olduğu
gibi bıraktı; diyet, kaseme muda-rebe şirketi (yani sermaye birinde, iş
birinden olan ortaklık). Bunlar cahiliyet devrinde muteber şeylerdi. Aklın
kabul ettiği, iyi adetler ve güzel ahlâkla ilgili şeyler hep bu nev'idendir.
Bunlar çoktur.» 33A
Adat
ve muamelât nev'inden olan umurun meşru' olmasında aranan mâna ve maksad,
maslahattır. Acaba maslahatın hakikati ve mahiyeti nedir? Emir ve nehiy için
ölçü nedir ki, maslahat varsa müsaade
olunsun,
yoksa nehyedilsin?
İslam
dininde hükme esas olan maslahat, dinin maksad ve ruhuna uygun olan şeydir.
İslam dininin başlıca beş ana maksadı vardır ki, o beş şeyi korumayı hedef
edinmiştir: Canı, malı, aklı, nesli ve ırzı
korumak.
Bütün milletler, bunların muhafazasını gerekli olduğunda ittifak halindedirler.
Akıllar, bir cemaatın bunları korumak, idare etmek göreviyle mükellef olduğunu bitir. Gazali
bunları hiç bir milletin mubah kılmadığını söyler. Biz de, ister dinden alınmış
kanun olsun, ister Atinalı salon kanunu gibi akılla yapılmış olsun, hiçbir
kanunun bunları mubah saymadığını söyleriz.[10]
Usul
uleması, bunların muhafaza için amelleri üç kısma ayırırlar: Zurariyyat,
Hâciyyât ve Tahsiniyyât.
Zarueiyyât:
Din ve dünya mesalihi için behemahal lazım olan şeylerdir. Eğer onlar
bulunmazsa din ve dünya işi yürümez, bozulur, çığırından çıkar, hayat bile
elden gider. Bunları muhafaza, onları yerine getirmekle olur. Onlara gelecek
bozukluğu, arız olacak fesadı önlemek lazımdır. Onun için zaruri olan yiyecek, içecek,
giyecek, bunlar için gerekli muameleler mubah kılınmıştır. Hayat onlarsız
olmaz. Yine böylece cinayetleri önlemek için kısas, diyet, mala gelen
zararları tazmin ettirmek, hırsızların elini kesmek, zina yapana had vurmak ve
diğer cezalar tertib olunmuştur ki, bunlardan maksat toplumdaki düzeni korumak
için fesadı önlemektir. Zaruriyatta esas, bu beş şeyi korumak ancak onlar ile
olmasındadır.
Hâciyyât
ise, bu beş şeyi korumak onlarsız da olabilir! Ancak zorluk olur, darlık
çekilir. Bunlar genişlik getirmek içindir, kolaylık içindir. Dinde güçlük ve
meşakkat olmadığından, hâciyyât bunları kaldırmak için meşru kılınmıştır.
Avlanmanın mubah olması, temiz yiyeceklerden istifade bu nevi'dendir. İnsanlar
onlarsız da olabilir, fakat zorluk çeker, bunlar genişlik vermek için mubahtır.
Tahsiniyyât
(buna kemâliyyât da denir) bunların terkinde darlık yoktur, ancak bunlar daha
iyilik, rahatlık getirir, güze! adetler bu nevi-dendir. Temiz yemek, temiz
giyinmek böyledir. Yeme ve içmede güzel davranmak, israftan kaçınmak bu
kabildendir. Bu az misallerden diğer benzerleri anlaşılır. ŞâtıbVnin dediği
gibi bunlar çoktur. Bu kısımların tafsilatına dalmayacağız. Bunun yeri usul
ilmidir, ulema bunları orada beyan ederler, jsteyenler oraya bakar,
tafsilatıyla öğrenir.[11] Biz burada
mesalihle olan alakalara kadar bahsettik. Bu umuru muhafaza etmekte maslahat
vardır, tersinde ise fesat vardır.
Bunları
beyandan sonra şimdi de insanın maslahat veya menfaati hangi umurdadır, bu beş
şeyle onların bağlantısı nedir, bunu görelim. Hükümler hangi maslahatlarla
vücud ve adem bakımından beraber bulunur, birlikte deveran eder, hangi maslahat
hükme medar olur, dikkate alınıp muteber tutulur, bunu öğrenelim, r
Bu
varlıkta sırf hayır, sırf fesat olan birşey bulmak zor, fesaddan hali mesalih
çok ahvalde yok. Zararlı olan bir şeyde de fayda yönü olabilir. Fayda, zararla
bitişik, zararın da yararlı yönü var. Şâtıbî varlıktaki bu gerçeği şöyle
açıyor: Mesalihde bir takım teklifat ve meşakkatler bulunur, bunlar önceden
olur, sonradan lahık olur. Yemek, içmek, giymek, mesken, binek evlenme vesaire,
bunlar hep emekle, yorularak elde edilir. Hazır lokmayı bile ağıza götürmek
var. Zarar bulunan şeylerin de hepsi tümüyle zararlı değil, faydalı yönü de
var. Bu dünya iki şeyin: Fayda ve zararın karışımından meydana gelmiş. Birini
diğerinden ayırmaya güç yetmiyor. Tecrübe buna şahid. Bu dünya hayır ve serin
yanaştığı bir imtihan evi. Allah teâla şöyle buyurur: «Sizi şerle ve hayırla
deneyeceğiz.» «Hanginizin ameli daha güzel diye sizi denemek için ölümü ve
hayatı yarattı.»[12]
Varlığa
bakınca ilk göze çarpan bu. jbni Kayyım, hakikatına bakmaksızın akli tahmine
göre eşyayı beş kısma ayımıştır:
1- Halis maslahat olan,
2- Râcih maslahat olan,
3- Halis zarar olan,
4- Râcih zarar olan,
5- Zararı, faydası eşit olan.
İbni
Kayyım'ın bu taksimi tahmini, takdiri birşey. Ameli bakımdan, düşünce ehli ve
görüş sahipleri bunlardan üçünde ihtilaf etmişler, diğer ikisini kabul
etmişlerdir ki, onlar maslahatı racih, zararı râcih olan kısımlardır.
Halisfayda, halis zarar, zarar-fayda eşit olanda ihtilaf etmişlerdir.
Bazı
ulema sırf menfaat, sırf zarar diye birşey yoktur. Halis maslahat, halis
mefsedet olamaz, demişlerdir. Ibni Kayyım onların sözünü şöyle yorumlar:
Maslahat; ni'met ve lezzettir, ona sebep olan şeydir. Mefsedet, azap ve elemdir
ve onlara götüren şeydir. Lezzet, sevinç otan her şeyde de, sabrı
gerektiğinden, bir nevi elem bulunur. Fakat maslahat da olduğundan buna
bakılmaz, ondan ötürü maslahat ihmal edilmez. Az serden ötürü çok hayrı
terketmek olmaz. İnsan bazı şeyleri lezzet için yapar, zararı da olduğunu
bilir, eline geçene aldanır. Yapmazsa maslahat fevt olması var. Bazı şeylerin
fesadı, maşlahından daha büyüktür. Faydası zararına karışıktır. Altah Teaia
şarap ve kumar hakkında şöyle buyutur: «Sana şarabı ve kuman soruyorlar; de ki,
bu ikisinde büyük günah var, insanlara faydaları da var, fakat günahları'
faydalarından daha büyüktür» (Bakara). Riba, zulüm, çirkin ister, içki içmek,
bunlar şer ve fesad dolu kötü şeylerse de bunları işleyenler onlarda lezzet ve
menfaat buluyorlar. Onun için onları seçip yapıyorlar. Yoksa büsbütün
menfaattan sıyrılıp çıplak fesat halinde kalsa, kimse onu beğenip yapmaz. Zararın
nisbetle az bir menfaati da olsa, neticede madem ki zararı üstündür, ondan
dolayı akıllı kimseler onları terkeder, yapmaz.»[13]
Varlıkta
sırf şer, sırf hayır olan bir şey görmeyenlere karşı İbnü Kayyım'ın getirdiği
deliller bunlardır. Dünyada mahaza hayır, mahaza şer şeyler olduğuna kani
olanlar diyorlar ki: Bu varlıkta öyle şeyler mevcut ki, o sade hayırdır, onda
şer yoktur. Diğer şeylerde var ki, sırf serdir, onda hayıryoktur. Peygamberler,
veliler, hayırlı kimseler, melekler bunlar tertemiz hayırdır, bunlarda serden
eser yoktur. Mel'un iblis ve avenesi, şer doludur, hayır yoktur. İnsanların
Musa veya Firavun olanları vardır. Şahıslar içinde mahaza hayır, mahaza şer
olanlar olduğu gibi ameller de böyledir, sırf hayır ve sırf şer olan bulunur.
Allah Teala zararı olup da fayda vermeyen sihri-büyüyü şöyle anlatıyor::
«Kendilerine fayda vermeyip zarar veren şeyi öğreniyorlar.» Bu sihrin mahaza
şer olduğuna hükümdür, biz Allah'ın hükmünü inkar edemeyiz.[14]
İbnü
Kayyım, tartışmacıların arasını şöyle buluyor: Bu meselede sözün kesimi
şöyledir: Halis maslahattan murad, o özüne halistir, ona fesat karışmamıştır,
demek ise, bunun vücudunda hiç şüphe yoktur. Eğer meşakkat karışmayan zatında
değil, ona vesilede eza bulunmayan maslahat murad edilirse, bu itibarla yoktur.
Zira mesalih ve hayırlar, lezzet ve kemaîat, yüce ve güzel şeyler, bunların
hepsi meşakkatsiz kolayca ele geçmez, bunlara yorgunluk ve zahmet köprüsünden
geçerek kavuşulur. Her milletin aklı başında olanları birleştirmiştir ki,
ni'mete ni'met içinden erişilmez, rahat isteyen, rahatından feda eder. Kişi
tehlikeleri göze almadıkça, zahmete katlanmadıkca, ferah ve ni'met göremez.
Gamı olmayanın ferahı da olmaz, sabır etmeyen lezzet bulamaz. Yorulmadıkça
rahat yok. Kul az yorulur ama uzun boylu rahata kavuşur. Sabır ve meşakkata bir
saat katlanmak, ebedi hayata götürür. Devamlı ni'met içinde olmak, bir saat
sabrın eseridir. Yardımcı ancak Allah'tır. Kuvvet ondandır. İnsanın nefsi
şerefli himmeti en yüce olunca, beden yorgunluğu daha çok olur, rahattan nasibi
de azalır.[15]
İbni
Kayyım, bu ihtilafı çözmek için Fasl-ı Hitab dediği bölümde birkaç türlü şey
ileri sürüyor:
1- Bazı maslahatlar halisdir, ancak onu elde etmek için sabır meşakkati
gerektirir. îstenen maslahat halisdir, ona giden yol dikenlidir,elemlidir.
2- En büyük meşakkat, mahza maslahatta bulunur. Çünkü, zahmet halis
hayrın miktarına göredir, büyük iş uğruna büyük güç, çok gayret, fazla sabır
gerekir. Neyl-ı maksuda bezli mechud gerek.
3- İbnü Kayyım neticede şuna varıyor: İnsanın nefsi şerefli, himmeti
yüce olunca bedeni çok yorulur, rahatı azalır, onun menfaati manevi olur, maddi
menfaati hemen eline geçmez, ileride kazanır. İbnü Kayyım bu noktada menfaat
mesleğinden ahlâkçılarla birleşiyor. Onlara göre: Himmetler yüce, gaye yüksek,
nefis şerefli olunca, şahsın menfaati manevi olur. Şüphe götürmez bir gerçektir
ki, işleri tecrübe eden, umuru hakkıyla bilen kimseler, aklın fazilet hududu
içinde yaşadıkları manevi hayatı, herşeye.tercih ederler. Hayvanların bütün
zevkleri vaad edilse bile, hayvan olmaya razı olacak insan az bulunur. Nasıl
ki, zeki biri, ahmak olmaya razı olmaz, okumuş bir kimse cahilliğe dönmek
istemez. İnce duygulu, yüce vicdan sahibi biri, kaba ve yabaniliği kabul
etmez. Onlar, ahmak, budala, duygusuz kimselerin kendilerinden daha rahat
oldukları kanısında olsalar da, bunu istemezler. Hatta onlar kendilerinde olan
akıl, ilim ve şuurun fazlasının, insanlar arasında ortak arzu ve emel olan en
büyük lezzet ve ni'metlerie değiştirilmesine bazı olmazlar.[16]
(Hissiz insanlara eğlence gelirmiş yaşamak, yüreğin 'hislimi, işkencedesin
talia bak). Bundan, Garp düşüncesinin Doğu İslam düşüncesiyle nasıl
birleştiğini görüyoruz.
İkinci tartışmalı mesele de, faydası zararı
eşit bir şeyin, hayırla1 şercin, maslahatla mefsedetin müsavi olması hususudur.
Bir kısmı bunun varlığını kabul ederken, diğer bir kısım reddetmektedir. İbnü,
Kayyım bunun dünyada varlığını kabul etmiyor ki, biz de ona katılırız. Bu ifarazi
bir şeydir. Şöyle diyor: Bir fi'lin husuli evladır, o maslahatı racih demektir.
Bir şeyin olmaması evladır, o da zararı racih demektir. Ama bir şeyin maslahatı
için olması evfa zararı için olmaması evla olsun, her ikisi de eşit olsun, işte
bu olamaz, buna delil yoktur. Bunun olmayacağına delil vardır. Çünkü: Maslahat
ve mefsedet, menfaat ve mazarrat, lezzet ve elem, birbiriyle karşılaşınca,
bunlardan biri diğerine galib gelir ye hüküm de galib olana göre verilir
veyahutta birbiriyle çatışıp çarpışırlar. Biri diğerine galib gelemesin bu
olamaz...[17] Bu sözün anlamı ışudur:
Bir şeyin faydası, zararı eşit olması imkansızdır. Böyle birşey mevcut
değildir, Çünkü birşeyin ya zarar tarafı racih olur veya fayda tarafı ıracih
olur. Racih olan tarafa göre ya emir edilir, ya yasaklanır. İkisi de .-eşit
birşey olsa, bunlar birbiriyle çarpışır, eserleri kalmaz. Yani fayda ve jzararı
bulunmaz ki, böyle bir şey yoktur. Faydayı zarar yok etsin, zararı fayda yok
etsin, hiç birinin eseri kalmasın, böyle bir şeyin vücudunu farzetmek imkansızdır...
ibni
Kayyımın anlatmak istediği şudur: Zararı ve faydası eşit bir şeyin varlığını
kabul etmek, ancak farzi bir şeydir. Hakikatte böyle bir şey mevcut değildir. Çünkü
mevcut olan bir şeyin ya fayda tarafı râcih veya zarar tarafı râcih olur. Racih
ve galib tarafa göre hüküm alır. Bu duruma göre muhtelif olur. İbnü Kayyım'ın
bu görüşü mâkuldür ve hayatta ve varlıkta gördüklerimize uygun düşer. Ancak
Necmeddin Tufî, meşhur risalesinde, faydası ve zararı eşit şey mevcuttur, o takdirde
kur'a ile hal olunur demektedir. Şöyle ki: Maslahatlar ve mefsedet-ler bazen
tearuz eder. Onların tearuzunu defi için çare lazımdır. Her hüküm illete
göredir. Bir şey mahza maslahat ise emir olunur, bir şey .mahza zarar ise menolunur, Fakat şayet
maslahatla mefsedet bir arada toplanırsa, eğer maslahatı temin, zararı def
mümkünse her ikisi yapılır. Eğer mümkün değilse, en önemli olan yapılır, şayet
aynı önemde eşit iseler, o zaman biri seçilir veya kur'a çekilir. İki maslahat
veya mefsedet tearuz eder veyahut bir maslahatla mefsedet tearuz ederse, bir
yönden racih olan alınır. Eğer eşitseler, yine biri seçilir veya kur'a çekilir.[18]
Bundan açıkça görülüyor ki, Tûfi ye göre maslahat ve mefsedeti, faydası zararı
birbirine eşit şey caizdir. Bunların eseri müsavi surette görülür ve bunun
çaresi kur'a ile tercih yapmaktır.
Buna
göre önümüzde birbirine tam zıd iki muhtelif görüş var:
1- İbni Kayyım'ın görüşü, ona göre, zarar ve faydası eşit, biri diğerine
racih olmaksızın müsavi surette eseri görünen birşey mevcut değildir, pna göre
birşey ortaya ya zararı racih veyahut faydası üstün olarak çıkar, ancak
zamanların ihtilafına göre bu değişebilir.
2- Tufîye göre: Fayda ve zarar eşit şey vardır, onu kur'a ile hallederiz.
Tufî'nin bu görüşünü alamayız. İbni Kayyım bu sözü güzelce reddetmiştir. Bu
imkansız, aklın tasdik etmeyeceği birşeye götürür, diyor. Aklın kabul
etmeyeceği şey, mümkün sayılmaz. Hayatı araştırılacak olursa İbni Kayyım'ın
doğruluğunu gösterir. Çünkrinsan her zaman herkes için faydası, zararı eşit
birşey bulunduğunu göremiyor. Bir şeyin zarar ve faydası, zararı eşit birşey
bulunduğunu göremiyor. Birşeyin zarar ve faydası zamana, şahsa, ahvali, muhite,
millete göre değişir. İlaç bile hastaya faydalı, sağlam kişiye zararlıdır.
Demekki duruma göre iş değişiyor. Madem ki Tufî ilm'i bir görüş ortaya sürüyor,
ilmi bir hüküm veriyor, bunu misallerle göstermeliydi! Özellikle bu konu ulema
arasında tartışılıyor, mümkün görmeyenler var. Mademki kulların maslahatı söz
konusu buna görünen misaller vererek ihtilafa son verecek şekilde sözü
kesmelidir, sadece hüküm vaz'etmek yetmez, hükmü te'yid eder hâdise göstermeli.
Şayet faydası, zararı eşit ve denk birşey kabul etsek ve bunlardan birini kur'a
ile alsak, bu çok acaib birşey olur. Kur'ada eğer zararlı olan çıkarsa, o
zararlı olanı bile bile yapmak zorunda kalırız. Maslahat olanı da bırakmış
oluruz. Kar'ada öyle çıktı diye, böyle terketmek ihtiyarımıza aykırıdır. Maslahat
olanı ihmal etmeye mecbur oluruz, tufî'nin görüşüne uyarak mümkün olmayın
birşeyi var sayarsak, ne oiur bakın. Kişi muhtaç olduğu ve faydasına olan şeyi
yapmayacak, zararına olanı yapacak, iş kur'aya bağlı. Faydasına olan ihtiyacını
ihmal edip zararlı olanı almfş oluyor. Halbuki zararı defetmek, maslahatı celb
etmeye tercih ofunur. Menfaati almaktansa, zararı defetmek daha iyidir.
Sağduyunun emri budur. Muzdar durumda kalan kimse, zararı olduğu halde domuz
eti yer, nefsi tiksindiği halde leş yemeye ruhsat var. Böylece ölmekten
kurtulur, zararı defeder ise bu görüşle baktığımızda şu neticeye varırız;
maslahat hususunda bir ciheti diğerine tercih etmek icabeder. Bunu da hükümleri
sağlam temele oturtmak için iradeyle yaparız, yoksa işi kur'aya bırakamayız.
Zarar ve faydanın eşit bir surette birşeyde toplanması, bu dünyada sabit bir şey
değildir.
Derinliğine
daldığımız bu araştırma bizi şu neticeye götürdü; Dünyadaki işlerin ya fayda
tarafı racih veya zarar taraft racihtir. Mahza fayda, mahza zarar olanlar nadir
bulunur. Her yönden, her ahvalde ve herkes için her iki tarafı da eşit ve denk
olan birşey mümkün değildir. Maslahat ciheti, istenen ve arzulanan birşeydir,
zarar ciheti istenmez ve yasaktır. Maslahat olan istenir ve din bunu emreder.
Zarar istenmez, fakat istenmeksizin ve kasdedilmeksizin, menfaatin yanı sıra o
da bulunur. Zarar, velev tabi olma suretiyle dahi olsa, şâri'ın asla maksudu
değildir, hiç bir surette ve ahvalde zarar taleb edilmiş olamaz. Racih olmayan
bir maslahat! din nehyederse, kasdetmeksizin bu maslahatı nehyetmiş değildir, o
doğrudan bizzat zararı nehyetmiştir. Zarardan kaçınırken maslahat da birlikte
fevt olmuştur. Şâtıbl bunu şöyle anlatır:
«Mefsedete
nazaran maslahat galib ise, o dinden maksud olur, onu elde etmeleri kullardan
istenir, emir olunur. Böylece o en doğru yol, en hidayetli çtğır da yürümüş
olur, tam surette elde edilir, bu dünyada cari adetlere uygun olarak maksada
ulaşılır. Bu yolda ona bir zarar ve meşakkat da karışırsa, o bu işin içinde
maksud birşey değildir. Eğer zarar ve mefsedet galib ise, onu kaldırmak,
defetmek dinen kasd olunur. Onun için o nehyolunur. Çünkü onu tam bir surette
kaldırmanın yolu budur. Her sağduyu sahibi bunu böyle bilir, böyle anlar. Bu
nehye uyarken buna bir maslahat ve lezzet tâbi olursa, o asıl maksud değildir,
"flatlub olan zararın defidir. Diğerleri nehyin muktazası dışıdır, nasıl
ki, pnaslahat emirde mefsedet dışarda kalır.»[19]
Görülüyor
ki, fayda ile zarar karışınca sari' tarafından matlup olan maslahattır,
nehyolunan ise zarar cihetidir, bazı faydalar da bulunabilir. Din bu hususta
doktor gibidir. Doktorun verdiği ilaç acı ise, bunu acı olduğu için hastaya
veriyor değil, onu şifa versin diye veriyor. Hastalığı süresince bazı güzel
yiyecekleri de yasaklıyor, bunları faydalı yönlerinden değil, hastaya zararlı
yönlerinden yasaklıyor. Hastanın midesine zararlı, sindirimi zor olduğu için
böyle yapıyor.
Sözün
kısası, din, maslahat olanı buyurur, zararlı olanı yasaklar. Dünya işlerine aid
maslahatları insan aklı kavrar ve anlar, sarih bir nass varid olmayan
hususlarda, şâri'İn emri doğrultusunda bunlar idrak olunur. Emirler umumidir,
ahkamı araştırma şunu gösterir ki, din külli ve cüz'i bütün emirlerinde ve
nehiylerinde maslahatı celb, mefsedeti defetmeyi hedef almıştır, faydalı olanı
buyurmuş, zararlı olanı yasaklamıştır.
Kulun
Rabbiyle olan alakası yani ibadetlere dair olanlarda maslahatı bilmek kulun
takati dışındadır, kolay birşey değildir. Akıl bazı hikmetleri kavrar, hususi
nass olmasa da dünya işlerinde maslahatları anlar, fakat ibadetler böyle
değildir, nass olmadan bir ibadet meşru kılınamaz. Yoksa bu dinde bid'at
çıkarmak olur, hadisin tasrih ettiği üzere her bid'at dalâlettir, her dalâlet
cehennemdedir.
İslâm
fukahası, arzuların, isteklerin maslahatla alakasını da kurcalamışlardır. Heva
ve heveslerin menfaata bağlılığı nedir? Heva ve şehvet maslahata bağlı mıdır?
Ondan ayrılmaz mı? Yoksa menfaat felsefesinden sözeden ahlak ulemasının dediği
gibi maslahat heva ve şehvetten ayrı mıdır? Buna muarız ve taraftar olanlar ne
diyor, İslam ulemasının görüşü nedir? İslam fukahası diğer bir konuya da
değindiler. Maslahat bir cemaatın faydasına iken, başkalarının zararına
olursa, bu tearuz halinde ne yapılır. Bir bakımdan milletin bir yönüne menfaat
başka bakımdan zarar verirse ne olur? Menfaat mezhebi yanlısı ahlâkçılar
bunları nasıl tartışdılarsa, İslam fukahası da bunları bahis konusu yapmışlardır.
İslam
fukahasına göre, birinci mesele, yani arzuların maslahatla . lakası, bu ikisi
arasında bir bağlantı sabit değildir. Dinde muteber olan hıaslahatlarda heva ve
hevesler, mucerred şehvetler mülahaza olun-ıaz. Onlarda ahirete bir köprü olmak
üzere dünya ahvalini düzenleye-ek maslahatlar itibara alınır. Yani bu dünya
hayatını faziletli, iyilikti ılacak bir hale getirmeyi hedef tutar.
Parçalanmış, topuk bir hayat değil. Onun için Şâtıbt şöyle der: «Dinin
gözönünde tuttuğu mesalih: ayda celbeden, fesadı'defeden maslahatlardır. Bunlar
dünya hayatını, bedi ahiret hayatı için hazırlayıcıdır, yoksa nefislerin
arzusuna göre adi , aslahatları celb, adi zararları def için değildir.»[20] Bundan
sonra maslahatlardan muradın, nefsin heves ve arzulan, mucerred şehvet olmadığını
isbat için dört delil getirir:
1- Din, mükellefleri kendi heves ve nevalarından kurtarmak, kötü
arzulardan çıkarmak için gelmiştir. Allah teala şöyle buyurur: «Eğer hak
onların heves ve hevalarına uysa, yerler, gökler ve onlarda olanlar fesad
bulur, alt-üst olurdu.»
Demek
din, kötü arzulara, şehvani şeylere uymak için gelmedi, iiradeyi
kuvvetlendirmek için geldi, kamil ve üstün ahlakı yaratmak için [geldi. Bu da
temelleri sağlam fazilet üzerine kurulmuş bir toplum meydana getiren
maslahatları temin ile olur, yoksa şehvete bağlı menfaatlerle değil.
2- En eski çağlardan beri akıllar ittifak etmiştir ki, hayatın dayanağı,
toplumu ayakta tutan şey, fazilettir, onu muhafaza yolunda elem vardır, lezzet
değil, bu uğurda zahmet çekilir, keyif sürülmez. Bu Uğurda güçlükler olsa da,,
matlup an budur, yoksa insanların hevesleri değil. Geçmişte ve şimdiki halde
bütün milletlerde ukala tarafından bunun böyle kabul edilmiş olması gösterir
ki, maslahatı gpzetmekte heves ve zevk yönü dahil değildir.
3- Menfaatlar ve zararlar çok defa izafidir, hakiki değil. Yani izafi
olması demek, bir halde faydalı olur, başka halde olmaz. Şahsa göre, zamana
göre değişir. Mesela, yemek, içmek insan için faydalıdır fakat buna ihtiyaç
olduğu zaman yarar, yenen de temiz ve güzel olmalı. Pis ve acı olmamalı, zarar
verecek birşey olmamalı. O yüzden başkasınada bir zarar gelmemeli. Bunların
hepsi bir arada pek az bulunur. Menfaatların bir çoğu, bir kavme fayda değil,
zarar verir, veya bir zaman için, bir halde faydalıdır, başka zaman değil. Bu
haller gözönünde tutulursa, anlaşılır ki maslahatlar, bu dünya hayatını düzende
tutmak, devam ettirmek içindir, yoksa şehvani arzulara erişmek, heva ve
hevesleri doyurmak için değil.
4- Bir şeyde arzu ve garazler muhtelif olur. Birinin arzusu yerine gelir
ama, bu diğerine zarar verebilir. Böyle türlü arzuların birbiriyle çatışması,
dinin bu arzu ve hevesleri mülahaza edip bunların maslahat olmasına engeldir,
böyle çelişik arzu ve hevesler menfaat sayılamaz. Çünkü bunlar belli bir
kaideye oturtulamaz. Hükümlerinde istikrar yok, mazbut kuralı yok...[21]
Birinci
mesele böyle. Şimdi ikinci meseleye gelelim. Yani menfaatlar veya zararlar
çatışınca ne olur. Bir maslahatı almakta, diğer bazısını ihmal olursa, bir
zararın definde başkasına zarar gelirse ne yapılır. Maslahat konusunu işleyen
İslam fukahası derler ki, burada galib olana bakılır, hangisi daha çoksa,
ihtiyaç fazlaysa o tercih edilir. Fayda ve zarar yönünden, miktarı ihtiyaç
bakımından ele alınır. Bu konuyu Şâtıbî Muvafakat'da [22]İbni
Kayyım, Miftah, Dârül-saâde'de, Tufî Rîsalesi'nde çok güzel işlemişlerdir.
İbni
Kayyım şöyle der: «Allah .Teala'nın kulları için vaz'etmiş olduğu dinine
bakınca görürsün ki, o mümkün mertebe racih veya halis maslahatları te'min
eder, en büyüğünden ve önemlisinden en küçüğüne, hepsi dahildir. Yine böylece
halis ve racih zararları defeder, en sertinden en aşağısına kadar hepsini
içerir. Hakimlerin üstünde hakim olan Allah, dininin hükümlerini böyle
koymuştur. Bunlar onun ilminin kemaline, hikmetinin yüceliğine, kulların lutf
ve ihsanının bolluğuna delalet eder. Dinin tadını alan, onun berrak havzının
şerbetini içen, onun südü ile beslenen kimse bunda asla şüpheye yer vermez.[23] Tufî
de şöyle demiştir: «Bir yerde iki veya daha ziyade maslahat bulunursa, eğer
hepsini temin etmek mümkün olursa, bu yapılır. Eğer temin etmek mümkün olmazsa,
o zaman ziyade olan temin olunur.
Önem
bakımından farklılık varsa o zaman en önemlisi temin olunur.[24]
Buraya
kadar geçenlerden ve yapılan nakillerden görüyoruz ki, İslam fukahası, şeriat^
hükümlerini ta'ül ederken, maslahat usulünü beyan eylerken şunda birleşiyorlar
ki, dinin istediği maslahat ve menfaat mümkün mertebe en çok bir adet için en
büyük menfaati sağlamıştır. Defetmek istediği zarar da en çok adet için en
büyük zarar olanlardır. Bu işlerde ölçü izafidir. Bu görüş kanun ve ahlakta
menfaat mezhebini destekleyen filozofların sözlerine uygun düşmektedir. Bentham
şöyle demiştir: «Menfaat nev'ileri müteaddittir. Herhangi bir zamanda iki
menfaat birbiriyle çarpışabilir. Fazilet, büyük menfaati temin için, küçük
menfaati feda etmektedir, veyahut sürekli menfaati elde etmek uğruna geçici
menfaati bırakmaktır. Veyahut da muhakkak menfaat uğruna şüpheli olanı
terketmektir. Böylece asil menfaatin mânası açık olarak meydana çıkar,
anlaşılır. Bizim anlattığımızdan başka bir yoldan onu anlamaya çalışmak onu
idrakte hataya götürür.»[25]
[1] Bentham, Kanunların usulü, C. I, S. 29 Arapçası.
[2] Şafii’nin Istihsam ibtal kitabına bak. Şafii'ye göre
istihsân tabiri, Hanefi ve Mâİikllerin ftkth örtünde: Mesâ!ih-i Mürsele ve
istihsân dediklerine şamildir.
[3] 717 H. yılında ölen Tufi'nin maslahat risalesi, Menâr
Dergisini IX. cildinde S. 745'de yayınlanmıştır. Tufi'nin aşın görüşünü
yerinde eleştireceğiz.
[4] Bak. J. Stuart Mili. Menfaat, S. 10 Arapça tercemesi.
[5] Gazali, Müstesfâ, C. 1, S. 275.
[6] Aynı Kaynak, S. 264.
[7] Muvafakat, Hamiş, C. II. S. 214, Dem.şkı Tab
[8] J. Stuart Mili, Menfaat Risalesi, S. 13. Ebikur, bir
Yunan filozofudur. 230) M. O. de öldü. Lezzet felsefesini işlemiştir. İnsanın
en üstün lezzetten istifadesini savunur, maddeci bir kişidir. Bentham ve Stuart
Mill'in görüşleri ondan farklıdır. Onlar menfaati daha çok kişiler için daha
büyük miktarda isterler.
[9] Stuart Mili, Menfaat Risalesi, S. 28. Bu bölümde züfta
hakkında güzel bir bahis var. Ne zaman fazilet olur, kişinin ve insanların
saadetini nasıl sağlar.
[10] Bu konu Mâliki fıkhında geniş yer alır. Hanefilerce o
kadar işlenmemiştir. Osman Keskioğlu'nun Fıkıh Tarihi ve İslam Hukuku kitabına
bak, S. 35/38 (Mütercim).
[11] Tafsilat için Bak: Gazali, Müstesfâ, Satıbl,
Muvafakat. Her ikisinde geniş bifgi vardır.
[12] Şâtıbl, Muvafakat, C. II, S. 16.
[13] İbni Kayyım, Miftâhu Dari Saâde, S. 341.
[14] Aynı Kaynak, S. 412.
[15] Aynı Kaynak.
[16] J. Stuart Mili, Menfaat Risalesi, S. 15.
[17] İbni Kayyım, Miftahu Daril-Saâde, S. 343.
[18] Tufı Risalesi, Menâr Dergisi, IX. C, S. 768.
[19] Şâtıbİ, Muvafakat, C. II, S. 17.
[20] Şâtıbî, Muvafakat, C. II, S. 25. 372
[21] Şâtıbi, Muvafakat, C. II, S. 26-27.
[22] Aynı Kaynak.
[23] Miftâh Dâril-Saâde, S. 350.
[24] Tufî, Risale, Menar Dergisi, C. IX. S. 768.
[25] Bentham, Kanunfann usulü. (Ahlak ve Hukuk Prens.pten)
Arapça Tercümesi, Ahmed Fethi
Zağlûl.