202- Maslahatın Müstakil Bîr Asıl
Olup Olmadığı:
203- Mesalih-i Mürsele Hakkında Dört
Görüş:
204- Tufî'nin görüşü: Muamelatta
Maslahat Esastır:
205- Muamelatta Maslahatın Tercihi
Sebepleri:
206-Tufî'nin Görüşünün Eleştirmesi:
207- Tufî'nin Delilleri Geri Teper:
208- Maslahat Bunların Neresinde)
Tufî Söylesin:
209- Tufî İddiasını İki Çürük Temele
Dayamıştır:
210- İzz b. Abdüsselam'ın Dedikleri:
211- İmam Mâlik Mutedil bir Fakihtir:
212- İmam Mâlik Maslahatı Almayı
Ashabdan Öğrendi:
213- İmam Mâlik, Umumun Menfaatini
Gözeterek Maslahatı Aldı:
214- Umumi Maslahata Uygun Bir Meselesi Daha:
215- Maslahatı Alırken Dikkat Ettiği
Noktalar:
216- Maslahatı Alanlar Çoktur:
217- Maslahatı Almada En Doğru Yolu O
Tuttu:
Geçen
bahsimizde İslam Dininin mesâliha ne kadar önem verdiğini anlattık. Bu arada
beyan ettik ki, insanlar arasındaki muamelatta olan maslahatları bilmek ve
idrak etmek mümkündür, fakat ibadetler-dekileri tam olarak idrak mümkün olamaz.
Bu konuyu bahsederken alimlerin kavillerini de aktardık, onlara göre muamelatta
mükellefin anladığı mânaları dini maslahatlar da mülahaza etmiştir. Fakat
ibadetler böyle değildir. Matlup olan Mesâlih-i Mürsele'nin kaidelerini bildirdik.
İslam'da muamelatın meşru kılınmasındaki maksat ve mânaları belirttik. Bu arada
şuna da işaret ettik ki, nasslar maslahatı şüphesiz ki ihtiva eder. Ancak ulema
maslahatın müstakil bir asıl olup olmadığı anda ihtilaf etmişlerdir. Şöyle ki,
maslahatın muteber şartlarını haiz olan her emir, bu maslahatın nev'ine nassdan
bir şahit olmasa da, meşru bir emir (iş) sayılır mı? Bunda ihtilaf var. Ancak,
bu maslahatın nev'ine nassdan bir şahid varsa, o zaman ulemanın ittifakıyle bu
maslahat şer'i bir emirdir, nassda bu mülâhaza olunmuştur. Çünkü bu, nass
üzerine yapılan kıyasla sabit olan bir'yerde sabit olmuş itibar edilir.
Şimdi
burada bu sözleri biraz tafsil etmek istiyoruz. Şöyle ki: Nev'inin muteber
olduğuna dair şahid olacak has bir nass bulunmayan maslahatlara Mesalih-i
Mürsele denir. Bunların fıkıhta muteber bir asıl olup olmadıkları fukaha
arasında üzerinde durulan bir konudur. Karâfî, bütün fukahanın bunu delil
aldığını iddia eder, bunu cüz'iyatta, fer'i meselelerde delil saydıklarını
söyler, ancak külliyatta asıl olmasını çoğu inkar etmiştir. Bu hususta o şöyle
der:.«Mesâlih-i Mürsele'yi bizden başkaları inkar ederler. Fakat fer'i
meselelerde, bakarsın, mutlak maslahatla ta'lil yapıyorlar. Ona itibar için
şahid aramaya kendileri istekli değil, belki mücerred münasebete itimad
ediyorlar, bu ise Maslahat-ı Mürseledir.[1]
Onun
bu iddiası ister sahih olsun, ister olmasın, şu muhakkaktır ki, has bir nassın
şahid bulunmadığı maslahatları muteber olup olmadığında ulemanın görüşü
muhteliftir. Bu, asıl olmada değil de, Karâfi'nin zannettiği gibi, en azından
ne miktarda alınmasındadır. Bu hususta ulemanın dedikleri dört kısma ayrılır:
1- Şafiller ve onlardan yana olanlar, şâri'den, bir şahidi olmayan
Mesalih-i Mürsele'yi delil almazlar. Çünkü onlar ancak nassları ve bir de asıl
İle füru' arasında bir bağlantısı esas olan kıyas ile nass üzerine hamlolunanı
alırlar. Nass bulunan hükümle, kıyasla ona ilhak edileni delil sayarlar. Eğer
Karâfiye bakarsak, bize göre kıyas olmadan maslahat-ı mürseleyi almaları çok
nadirdir.
2- Hanefîlerle onlara uyanlar ki, bunlar kıyasla istihsani alırlar,
istihsan hakkında onlar nederse desinler, istihsan mutlak mesâliha itimaddan
hali değildir. Eğer insafla söylemek lazımsa, onların istinbatlarında mesalih,
Şafiîlerden daha çoktur, ancak onların usulünde mesa-lih bir asıl sayıldığından
ona itimadlan nadirdir.
3- Mesalihi almakta aşırı gidenler, hatta bunlar halkın muamelatında
maslahatı nass üzerine tercih ederler, onunla nassı tahsis yaparlar, icma'ı
tahsis yaparlar. Yani ulema nassia bir emirde icma' etseler bu bazı yönlerden
maslahata muhalif bulunsa, maslahat buna tercih olunur ve bu tahsis sayılır.
Bunu söyleyen Necmeddin Tufî'dir.
4- Dördüncü grup mutedillerdir, bunların görüşü en samimidir, makuldür.
Bunlara göre nass olmayan yerlerde Mesalih-i Mürsele muteberdir. Mâlikîlerin
çoğu bu görüştedir. Mâlik'le ilgili olduğundan Tufî'nin ve bunların görüşleri
hakkında biraz konuşalım:
Muamelata
dair nassların karşısına mesalih ile duranların bayraktarı Tufî'dir. Bu
görünüşünü: Zarar ve zararla mukabele yoktur.» Hadis-i şerifini şerheden meşhur
Maslahat Risalesinde yazar. Maslahat, nassa veya icma'a tearuz ederse,
maslahata muhalif olan bu ikisine, tahsis ve beyan suretiyle maslahatın tercih
edilmesi gerekir. Bilmiş ol ki mezkûr hadisden istifade ederek takrir ettiğimiz
bu yol, İmam Mâlik'in aldığı gibi Mesâlih-i Mürsele'yi alma sözü değildir, bu
ondan daha beliğdir. Bu ibadetlerde ve şer'i miktarlarda nassîara ve icma'a
dayanmaktır, muamelatta ve diğer hükümlerde maslahatı itibar etmektir. Biz
maslahatı ibadetlerde değil de, muamelâtta itibara aldık. ıÇünkü ibadetler,
Allah'ın hakkıdır, ona mahsustur, miktar, keyfiyet, zaman ve mekan itibariyle
onları hakkıyla bilmek mümkün değildir, onları ancak Allah bildirir. Ku! onları
kendisine gösterildiği şekilde yapar. Bizden birinin uşağı Hadimi, efendisinin
kendisine verdiği emirlere aynen uyar, onun razı olacağı şeyleri yaparsa, o
zaman ancak itaatli bir hizmetçi sayılır, bu da öyledir. İbadetler teabbudidir.
Filozoflar vakta ki akıllarına bağlanıp dinleri reddettiler, Allah'ın gazabına
uğradılar, saptılar, sapıttılar. Mükellef olan kulların hukuku böyle değildir.
Onfarın hükümleri idari, siyasidir. Kulların maslahatları için konmuş
hükümlerdir. Bunlarda maslahat muteberdir, ona dayanır. Burada: Şeriat onların
maslahatlarını daha iyi bilir, onun delillerinden alalım, denemez. Çünkü biz
de şöyle deriz: «Bizce rAukarrerdir ki, maslahat dini delilerdendir, onların en
kuvvetlisi, en has olanı odur. Öyleyse maslahatı temin için onu öne alırız.
Sonra bu, mesalihi akıl, örf ve âdet mecrasından gizli olan ibadetler hakkında
söylenmesi doğru olur. Kulların hukukuna aid maslahatlar, bunlar örf, âdet ve
akıl hükmünce malumdur. Nasslar bunları ifade ve beyan etmediğine göre,
bunları. beyan bize düşer.»[2]
Görülüyor
ki, Tufî maksadını açıklıyor: İnsanlar arasındaki muamelelerde maslahat nassa
ve icma'a tercih olunur. Hatta o daha ileri giderek maslahat, en kuvvetli
delildir, diyor. Risalede şunları söylüyor: Maslahatla diğer deliller ya
ittifak ederler, ya ihtilaf halinde olurlar. Eğer ittifak ederlerse, ne âlâ, ne
güzel. Nasıl ki hadlerdeki beş hükümde yanı: Kazil ve mürtedin katlı,hırsızın
elinin kesilmesi, iftira haddi ve serhoşluk cezası,, bunlar nass, icma' ve
maslahat delilleri ile basittir. Diğer bazı delillerde ittifak vardır. Eğer
ihtilaf ederlerse, herhangi bir suretle aralarını tevfik etmek mümkünse, o
yapılır, mesela, bazı deliller bazı ahkâm ve usule hamlolunur, ancak bunda
maslahatı ihlal etmemek ve delillerle oynamak şarttır. Eğer aralarını cemi' ve
tevfik mümkün olmazsa, maslahat, diğerlerine tercih olunur. Zira Hz. Peygamber
şöyle buyurmuştur: «Zarar ve zararla mukabele yoktur.» Bu, maslahata riayet
için zararı defetmeyi gerektirir, öyleyse maslahat takdim olunur. Zira kullara
aid hükümlerde maslahat siyaseti maksuddur. Diğer delilleri vesile gibidirler,
maksadin.vesiieye takdimi vacibdir.»[3]
Tufî
görüşünü İsbat için deliller getiriyor, onlardan biri de mezkûr hadis-i şerifi
ve şu ayet-i kerime: «Ey insanlar, size Rabbinizden; öğüd ve kalblere şifa
geldi. O mü'minlere hidayet ve rahmettir. De ki, bu Allah'ın bir fazi ve keremi
ve rahmetidir. Bununla sevinsinler, o topladıklarından çok hayırlıdır.»
Hükümlerinde maslahatı da taşıyan ayetleri delil olarak gösteriyor: «Kısasda
sizin için hayat vardır» ayeti de bunlardandır. Maslahatın nassîara takdim
olunmasını da kendine delil yapıyor: Nasslar neshi kabul eder, fakat maslahat
neshi kabul etmez! Nasslar neshtan salim olsa da, tahsisten salim değildir.
Buna
itiraz olarak: Maslahatlar şüphesiz gözetilmiştir. Sâri' delilleri onlara
alâmet kılmıştır. Delilleri almadan onları almak şâri'in emrini ta'dil
etmektir, denirse, cevap verilir: Maslahatı asıl kılan Şâri'dir. Onu
takdim
etmek bazı usulü diğerine takdim etmek sayılır. Sâri1 insanların maslahatını
daha iyi bifir, maslahatları dini delillere yerleştirmiştir. Onları tanımak
için alamet kılmıştır denirse, cevabımız şudur: Kutların mesalihini en iyi
bildiğine, evet deriz. Kulların mesalihen riayeti delillere bırakması, yerinde
değil! Biz onun delâleti, ancak Hz. Peygamber'in «zarara zararla mukabele
yoktur» hadis-i şerifine müstenid olan râcih bir şer'l delille bırakırız.
Nasılki icma'ı diğer delillere takdimde siz bunu söylüyorsunuz, sonra Cenab-ı
Hak âdeten, mesahilimizi bilmek için bize yol göstermiştir. Maslahata yol olup
olmaması ihtimalli müphem bir şeyden dolayı onu bırakamayız.»[4]
Maslahat
konusunda Tufî'nin tutumu böyle. Görüldüğü gibi o me-sâliha riayeti nasslara
takdim ediyor. Hatta icma'ın îe'yid ettiği nasslar-dan bile ileri tutuyor. Bu
tercih işi insanların muamelatına dair olan meselelerdedir, Çünkü Allah'ın dini
teşri' etmekten maksadı, maslahattır. Nasslar ve diğer vesileler hep ona irşad
içindir. Eğer maslahat ve vesileler olmadan gerçekleşirse, ona muarız olana
takdim olunur, Çünkü maksad, vesileden mukaddemdir, tercih olunur.
Biz
onun bu sözünü eleştirmek istiyoruz: Konuya dalmazdan önce, tutumlarını
beğendiğimiz fukaha İle onun arasındaki niza' noktasını belirtelim. O, fukaha
da, ona şahid olan hâs bir nass olmasa da, maslahat bizatihi kaim bir fıkıh
aslı itibar etmektedirler. Çünkü, iki ihtilaf arasındaki tartışma noktasını
tesbit etmek niza'ı kesmek için birinci esastır. Hatta Sokrat'a göre iki kişi
arasındaki ihtilafın esas niza' mevzuunu tarafların bilmemesidir. Eğer
bilseler ihtilaf kesilir, anlaşma tamam olur.
Nass
bulunmayan yerde maslahat bizatihi kaim bir asıldır, delil olur, diyenlerin
birleştikleri nokta şu: Muhakkak veya ilim ve zannı galibe göre maslahat
bulundu mu, o matlubtur, alınır. Ancak niza' yeri, maslahat bulunur. Sübut ve
delaleti kesin nass da bulunur da aralarında tearuz varsa ne olur? Tufi'ye
göre bu tearuz tahakkuk ederse, maslahat nassa takdim olunur. Mâlikîlere ve
Tufî'den gayri olanlara katılan Hanbelilere göre, nassın bulunduğu yerde
muhakkak maslahat vardır, maslahat olsun da ona kafi bir nass tearuz etsin, bu
olamaz, böyle birşey sezilirse, bu fikir sapıklığından, düşünce şaşkınlığından,
heva ve hevesten, kötü arzudan ileri gelir, bu geçici bir menfaat düşkünlüğüdür.
Bu sübuti kafi ve delâleti açık olan, hakim sari1 tarafından gelen kati bir
nass karşısında duramaz, fakat ancak böyle bir hüküm, senedi ihtimalli, zahirin
delaleti gibi delaleti zanni bir nassla sabit ise dururn değişir. Bilindiği
gibi İmam Mâlik zanni ile sabit olanları tahsis eder, kafi olan asıla itimad
eder ki ona göre racih olduğu kesin yolla sabit olan maslahat bu sınıftandır.
Ortada birbirine muarız iki asıl var, birinin senedi veya delaleti zanni,
diğerinin ise kafidir. Bu durumda kafi zanniye tercih olunur. Nass haber-i
vahid İse, senedi zayıftır, metni şaz sayılır. Racih bir maslahata muhalif
olduğunda, fayda sağlayan, zararı defeden maslahata tearuz edince, dinen matlup
olana muhalif sayılır, red olunur.
Nasslarla
maslahatların tearuz halinde Mâliklerin tutumu budur. Ne kadar isterdik ki,
Hanbeli Tufî de Mâlikllerin durduğu bu hadde dursun, onlara uysun. Fakat o
haddini aştı, haddi geçti, Maslahatlar, kafi naslara muarız olur hesap etti. Bu
yanlış zanna şunu da ekleyerek maslahatlar ümmetin icma'ına karşı durur dedi.
İhtilafın kertik yeri burasıdır, söz burada kopar.
Tufî'nin
getirdiği deliller, onun iddiasını isbata yarayacak kesinlikte değildir, belki
onlarla iddiası arasındaki bağlantı boş bir şeydir. Şâri'ın kafi nassları,
maslahata zıd olur gibi önemli ve büyük bir iddiaya kalkışanın iddiasını
neticelendirmeye yaramaz. Hatta kendi iddiasını jsbat için sevkettiği
mukaddimeler, muhalifine delil olur, hatta muhalif jarafın daha çok işine
yarar: «Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüd bönüllerdekine şifa geldi...»
(Yunus: 57) ayeti dini nassların maslahatları ihtiva ettiğini açıkça gösterir,
yoksa maslahatlara muarız ihtimalini jgösterir yeri yoktur. Çünkü ayetteki:
Öğüd, hidayet, rahmet ve şifa, bunların maslahata aykırı olması asla
düşünülemez. Yoksa, öğüt, hidayet, şifa ve rahmet olmaktan çıkarlar* öyleyse
bunlar maslahattır ve nassda vardırlar.
Tufi'nin kendisine delil tuttuğu ayetler, gösteriyor ki, nasslardaki hükümler de maslahat vardır.
Akılların muteber saydığı hakiki
maslahatlara muarız birşeyin, dini nasslarda bulunmasına imkan yoktur. Bunda
şüphe etmek imkansızdır. Hadis-i şerife gelince, o dinin, zararı ve zararla
mukabele etmeyi yasakladığını haber veriyor. Bu şekilde hüküm getiren bir dinin
nassları, nasıl olurda maslahata muarız olur? Maslahat zararı defediyor, nass
da defediyor. Öyle olunca, nasslaria maslahatlar arasında tearuz bulunduğunu
farzetmek, batıldır. Tearuz batıl olunca, delaleti ve sübutu kafi olan nassa,
maslahatı takdim de batı! olur.
Sıra
Tüfî'nin şu görüşünü tartışmaya geldi, onun zannına göre: Maslahat yolu
acıkmış, maslahata yol olması da, olmaması da muhtemel mübhem birşeyden dolayı
onu terketmek doğru değilmiş!
Burada
görüyoruz ki, Tufî maslahata tam inanmış ve kendini ona büsbütün kaptırmış. Keşke
zaman ona imkan verseydi de bizim çağımıza kadar yaşayıp bu günlere erişse ve
görseydi. Çağımızda sosyal çatışmaları, meselelerin düğümlenmesini, çare arayan
ilim adamlarının bunlar karşısında şaşırıp kalmasını, görüşlerin ayrılığını,
mesleklerin zıdlaşmasını, acaba bunlara ne derdi? Biri tüm maslahatları bir
işte görüyor, ona göre açık ve doğru olan sade bu, diğerleri onun tersine bir
görüşte. Felsefedeki meslek ayrılıkları, umumi boğazlaşma sathına yayılıyor,
halk arasına iniyor. Bu anarşist şu sosyalist, o büîün kuvvetiyle kapitalizmi
destekliyor, bu biraz daha ılımlı ve mutedil, öte tarafta faydası umuma aid
olsun diye maden ocaklarının devletleştirilmesini isteyenler, beri yanda
toprakların bütün milletin malt olmasını iddia edenler, şunlar mirası
kaldırmayı arzu ediyorlar, diğerleri onu caiz görüyor... Her bölük kendi
havasında. Herkesin maslahat görüşü başka, Tufî buna ne buyurur. Kafi nasslar
ribayı haram kılmıştır. Sermaye taraftarları ise maslahatı, ribayı kayıt
altına almakta buluyorlar. Hiç olmazsa bazı ahvalde müsaade istiyorlar, Allah
Tealanın: «Eğer tevbe ederseniz, ana sermayeniz sizindir, ne haksızlık
edersiniz, ne de haksızlığa uğratılırsınız.» (Bakara : 279) ayet-i kerimesinin,
bazı hallerde, bazı kişiler için tahsis edilmesi görüşünü ileri sürüyorlar. Ve
emsali şeyler açık bir iş için nassı terkeden mi olalım? Haberiniz olsun, helal
de belli, haram da belli. Bu ikisi arasında şüpheli şeyler var. Zamanların
doğurduğu şüpheli şeylerden bizi koruyacak olan kafi naslara itimad-dır, felah
onda, nûr onda. Hiç şaşmayan, eğri olmayan ana cadde o dur. Ona sarılmak, hiç
kopmayan sağlam sapa tutunmaktır.
Maslahatların
hepsi açık, yolu belli değildir. İçlerinde beyana muhtaç olmayanlar da var,
tarife muhtaç olanlar da vardır, bazıları ise iltibas içindedir, açık, aydın
değildir. İnsanlar özel ve genel hayatta öyle meselelerle karşılaşırlar ki,
doğrusu nedir/maslahat nerededir, bunu kestiremezler. Bazı işlerde de maslahat
yönü kapalı olur, incelemek, araştırmak gerekir. Hangi şeyde maslahat
olduğunda insanların ittifak etmesi güçtür, hatta bazen mümkün bile olmaz,
Kur'an ve hadis nassla-rında buna muarız görünen olabilir. Bizim ile Tufl veya
Tufî İle maslahatta mutedil olanlar arasında ihtilaf iki noktadadır:
1- Tufî davasında iki mukaddimeye dayanıyor; her ikisi de kabul olunacak
gibi değil. Birincisinde bütün maslahatlar açıktır, aydındır, müphem değildir.
Bunlara itimad, açık olan ve müphem olmayan şeye itimad etmektir, diyor. Bize
göre maslahat herşeyde bilinemez, nassa bakmalı. Öyle işler vardır ki, onlar da
maslahat yönü kesin olarak bilinemez. O zaman nass ona ışık tutan bir nur olur.
Görüşler ayrı ayrı olabilir, nasslar ise sağlamdır. İkincide ise, nassla
maslahat tearuz eder, her ahvalde nasslar maslahata alâmet olmaz, diyor.
Halbuki hiçbir kesin maslahat yoktur ki, senedi ve delaleti kafi olan bir nass
ona aykırı olsun. Tufl sözünü isbat için hiç bir misal göstermiş değildir ki,
onda maslahat kesin olsun da, kafi bir nass ona muarız olsun. Ne kadar arasa
böyle bir misal gösteremez..
Yukarıda
geçenlerden anlaşıldığı üzere dünyada maslahatları çok girift, menfaatler
dolaşıktır, zararları karışıktır. Halis maslahatın bulunması mümkün değil.
Kişi ancak râcih olan maslahatı alır, zararı en çok olanı defeder. Burada
yapılacak iş, İzz b. Abdüsselam in dediği gibi racih maslahatı, mercuh zarara
takdim etmektir ve en güzel şey de budur. Evet, maslahat karşısında racih
zararı defetmek de güzel bir şeydir. Hükema bunda ittifak halindedir, diyenler
bunu getirmiştir. Doktorlar hastada en büyük derdi gef etmeyi tercih ederler.
Küçüğüne bakmazlar, hastanın sağlığını sağlamak için ne gerekirse onu yaparlar,
önemli olanı tedavi ederler. Din ruha baktığı gibi, tıb bedene bakar. Sıhhat ve
afiyet için maslahatı celbeder, zararlı olanı defeder. Hastalığın defi için
uğraşır, sıhhat için faydalıyı alır. Hepsini defetmek veya hepsini cefb ve
temin etmek güç olursa, o zaman tercih yapılır.[5]
Ekser
ahvalde maslahatlarla zararlar bu kadar karışık ve birbirine dolaşık olunca,
bunları kesin surette ayırmaya yol yok. Madem ki öyledir, öyleyse kat'Lnassa
tearuz edecek nitelikte maslahat olmaz. İşte Mâlik'le Tufî arasında ayırım bu.
Artık
Tufî'yi aşırılıkla bırakıp İmam Mâlik'e ve itidaline dönelim. Muamelatta
maslahatı alıyor ve onu müstakil bir delil sayıyor. Başka bir şeye istinad
etmiyor. Ona has bir şahid bulunsun, bulunmasın, maslahat nerede bulunursa onu
alıyor. Buna fukaha dilinde Mesalih-i Mürsele denir. İmam Mâlik, Mesalih-i
Mürsele'yi alır. Zannî nassiar onunla tearuz ederse, maslahat tercih edilir.
Nass tahsis edilir veya senedi zayıf bulunur. Eğer muarız nass yoksa, doğrudan
alınır. O maslahatın mânasını aniamada derin vukuf sahibi olarak bu hususta
serbest atılım yapan bir fakihtir. Bunda şâri'in maksadına uyar, onun gayesi
dışına çıkmaz. Dinin usulünden bir asılı bozmaz. Aldıklarına Mesaiih-i Mürsele
denildi. Onun bu serbest atilimi, istirsalini ayıplayaniar olmuştur, onun
bağlılığı sıyırıp attığını, teşri' kapısını açtığını sandılar. Heyhat, o böyle
şeyden ne uzaktır, Ailah rahmet eylesin, o kendisi için fıkıhta ittiba' yolunu
seçmiştir. Hatta bazıları onu kendisinden öncekilerin mukallidi gibi
gösterirler. Doğrusu o Allah'ın dininde basiret sahibi bir fakihtir.[6]
İmam
Mâlik, Mesafih-i Mürsele'yi müstakil bir asıl delil olarak almada başkalarına
tâbi olan birfakihtir. Yeni birşey çıkarmış değildir. Bid'atcı değildir.
a) Baktı ki Hz. Peygamber Aleyhisselam'ın Ashab-ı Kiramı onun zamanı
saadetlerinde olmayan bir takım şeyler yapmışfar, mesela Kur'an-ı Kerim'i bir
mushaf halinde topladılar, Çünkü maslahat bunu gerektirdi. Hafızların
ölmeleriyle Kur'an'ın bir kısmının unutulmasından korktular. İrtidat
hareketlerinde çok sayıda hafızların öldüğünü görünce, Hz. Ömer endişelendi,
halife olan Hz. Ebû Bekir'e mushaf halinde toplanmasını söyledi. Sahabe bunu
tasvip ve kabul ettiler ve Mushaf yazıldı..
b- Hz. Peygarnber'den sonra yine
Ashab-ı Kiram, içki içene 80 değnek had cezası verilmesinde ittifak ettiler.
Bunda maslahat mürsele deliline dayandılar. Baktılar ki, içki hezeyan
yaptırarak, namuslu kadınlara iftiraya, laf atmaya sebep oluyor, iftira cezası
verildi.
c- Hulefa-i Raşidin, san'at erbabının mala yaptıkları zararı ödemelerine
ittifak ettiler, aslında o mal onlarda emanet sayılır, emanet tazmin edilmez,
fakat baktılar ki, eğer tazmin ettirilmezse insanların eşyasını, mallarını
korumada ihmal gösterecekler. Halbuki insanların buna ihtiyacı da var.
Ellerindeki emanet malı korumada dikkatli olsunlar diye tazmin ettirildi. Hz.
Ali şöyle demiştir: «İnsanlar buna layık oldu..»
ç- Hz. Ömer, şüphelendiği valilerin kazandıkları mallarından hesap
sorardı. Valilik nüfusuna dayanarak servet yapmalarını önlemek için bunu yaptı.
Valilik makamının maslahatını bunda gördü; bu nüfuzu kullanarak helal olmayan
yolla mal kazanmaya mani oldu.
d- Rivayete göre Hz. Ömer, su karıştırılmış olan sütleri dökmüştür. Bunu
hileyi önlemek, hile yapana ceza için yapmıştır. Halkı aldatmayı önlemekte,
umumun maslahatı var.
e- Yine Hz. Ömer, bir kimseyi, müşterek surette öldüren cemaatı kısas
yaparak öldürmüştür. Çünkü maslahat bunu gerektirir. Maktul masumdur. Katiller
kanma girmişlerdir. Hepsi katle iştirak etmişlerdir. Hepsinin bu işte parmağı
vardır. Eğer bir cana, bir can alınır dersen, bunlar cezasız kalacak, bu ise
suça teşvik olur, kati suçunu müştereken işlemişlerdir, hepsi katlolunur. Kan
dökmeyi önlemek maslahatı bunu gerektirir... 357
Ashab-ı
Kiram'ın fukahasının bıraktığı bu zengirvfıkıh malzemesi, İmam Mâlik'e ışık
tuttu. O da onların yoluna koyuldu. Dinin maksat ve ruhundan ayrılmamak
şartıyle onların mesleğini tuttu. Gerek umumi, gerek hususi meselelerde vermiş
olduğu fetvalarda ve hükümlerde maslahatı gözetti.
a- Umumi meselelerde maslahatı gözettiğine açık delil: Daha layık olanı
varken mefdul'ün ondan daha üstünü bulunan kimsenin halife olacağına fetva
vermiş olmasıdır. Çünkü bu yapılmazsa, işler fesada varır, karışır. Dünyada
insanların umuru çığırından çıkar, istikrar bozulur. Bir saat kargaşalık ve
anarşide, yıllarca yapılamıyacak otan zulüm ve kötülükler işlenir. Onun için
istikrarı korumak lazımdır. Nakil olunduğuna göre Ömer b. Abdülaziz'den sonra
hilafet salih bir kimsenin veliahd yapılması düşünüldü. Ondan sûnra-haüfelik
sırası Abdülmelik oğlu meşhur Yezid'indi. Ömer b. Abdülaziz, eğer salih bir
kimseyi veliahd yaparsa, Yezid, haksız yere hak iddiasına1 kalkışır.isyan eder
fitne kopar diye korktu. Çünkü fitne ıslahı kaabil olmayan fesadlar doğurur.
Umumi maslahatı düşünerek bunu yapmadı.[7]
b- Yine umumun maslahatını gözettiği meselelerden biri de şudur:
«Beytilmal bomboş kalır, ordunun ihtiyacını karşılayacak para bulunmazsa, İmam
(Devlet Başkanı) zenginlerden kafi gelecek kadar para alır. Beytilmale para
toplanıncaya kadar böyle yapar. Çünkü maslahat bunu gerektirir. Sonra bunu
yaparken de diğer maslahata riayet eder: Bu paraları mahsulün toplandığı hasad
zamanı, meyvelerin devşi-rildiği vakitlerde yapar. Tâ ki tahsis olunan bu
paraların toplanması zenginleri ürkütmesin, canlarını sıkmasın. Bundaki
maslahatlar açıktır, eğer adil imam (Başkan) bunu yapmazsa devlet sarsılır,
ülke fitnelere maruz kalır, ülkeye göz dikenlerin istilasına maruz olur. Biri
şöyle diyebilir: İmam zenginlerden böyle vazife alacağına Beytülmale istikraz
yapar. Şâtıbî buna şöyle cevap veriyor: Buhran zamanlarında, darlık
vakitlerinde istikraz, eğer Beytülmale gelir sağlayacak bir gelir ümidi varsa,
yapılır. Bir gelir beklenmezse, gelir yolları zayıfsa, gelir yetmezse, o zaman
bu yola başvurup zenginlerden toplamaktan başka çare kalmaz.[8]
Haram
her yeri kaplasa, helal kazanç yollan tıkansa, oradan başka yere gitmek güç
olsa, insanlar ihtiyaçlarını gidermek için helal kazanç yolu bulamadıklarından,
istemeyerek de olsa, zaruret dolayısıyle o habis kazançlarından yerler. Çünkü
onları yemezlerse, dara düşecekler, meşakkat çekecekler, muztar kaldığı zaman,
haram olan leşi ve domuz eti yemeye ruhsat olduğu gibi, bu durum da onlara
benzer. İhtiyaçları kadar yerler. Eğer ihtiyaçtan kadar yemezlerse iş yapmaktan
ve kazanmaktan aciz kalırlar. Böyle sıkıntı içinde yaşamak helake götürür, br
dinin harab olmasıdır.
Şâtıbî
bunun dinin maksatlarından bazısına uygun olduğunu söylüyor ve ,öyle
"diyor: Bu şer'in tasarruf atına uygundur. Buna aynen nass yoksa da,
muztar olan kimseye leş, kan ve domuz eti vesaire gibi habis-pis şeyleri yemeye
cevaz verdi. İbnül-Arabi doyunca yemenin cevazında ittifakı nakleder, Zaruret
halinde başkasının malını almayı caiz gördüler. Yukarıki hal bundan noksan
değil.
Bunlardan
görüyoruz ki, İmam Mâlik (Allah ondan razı olsun), fıkıh ' hükümlerini çıkarırken,
toplumun ihtiyaçlarına çare bulma, onların hayır ve salahına olacak şeyleri
gözetme esası üzerinde yürümüştür. Toplumun işlerini kolaylaştırmaya
çalışmıştır. Güçlük, darlık, zorluk, sıkıntı ve . meşakkat olmasını
istememiştir. Mâliki mezhebini inceleyip onun istin-bat usulünü tanıyanlar şunu
tesbit etmişlerdir: Mâlik, Mesalih-i Mürse-leyi almakta atılımlarının dayanağı
mesabesinde olan şeyler şunlardır:
a- Aldığı maslahat ile dinin maksatları arasında uygunluk bulunması: Öyle
ki, dinin asıllardan bir asılla veya kafi delillerden biriyle asla zıd
düşmemeli, dinin te'minini kasdettiği maslahatlara uygun bulunmalı, ya aynı
cinsten veya ona yakın olmalı, has bir delil ona şahid olmasa da, garib ve şaz
olmamalı.
b- Haddizatında mâkul olmalı, akıl ondaki münasebeti anlama akıl
sahiplerine arz olununca onu kabul etmeli.
c- Onu almak dinde lazım olan bir güçlüğü kaldırmalı. Eğer bu maslahat
mâkul bir şekilde alınmazsa insanlar için güçlük doğacak nitelikte olmalı.
Allah Teala şöyle buyurmuştur: «Dinde sizin için güçlük
kılmadı..»[9]
Bu
kayıtlarla bağlı olması onun geçmişlere bağlılık kaydını atmadığını gösterir.
O, insanların umurunu, heves ve arzularına göre yürütmez. Bir zaruret
olmadıkça asla nassı bırakmaz, Zaruretlerin kendine göre hükümleri vardır. Hür
ihtiyar varken uyulması gereken bazı vacib-lerin ıztırar halinde düşmesi
caizdir; bu kafi nasslarla sabittir (Aç ölmemek için yemeye ruhsat var).
Söylediğimiz
gibi İslam fıkhı mesaliha itibar eder. O, onları temin için geldi. Bütün
hükümlerde bunu dikkate almıştır. Ancak fukaha arasında ihtilaf şuradadır.
Nassdan veya Hz. Peygamber'in îi'ilinden bir şahit olmadıkça hüküm istinbatında
onu müstakil bir asıl itibar edip etmemektedir. Eğer bir benzerlik varsa, o
zaman bunu kıyasın bir nevi sayarak almakta ittifak vardır. Mâlik ve Ahmeti bu
alınır demişlerdir. Hanefi Bere ve Şafîîİere gelince; Hanefiler bunu istihsan
adı altında almaktadırlar. Bu örf ve âdetin, maslahatın veya zaruretin hükmüne
girmektedir. Netice itibariyle bu celb-i menfaat, defi mefsedet veya fayda
sağlamak, güçlük gidermek mânasına gelmektedir. Hanefî Mezhebi kaidelerine
müracaat eden kimse, onlarda mesaliha itimad eden bir çok kaideler bulunur.
İbn-i Nüceym'in Eşbâh ve Nezairine (ve Suyûtl'nin aynı adiı kitabına,
Desûsî'ninTesisün-Nezâirine bak) orada maslahatı celb, mazarratı defi kaideleri
bulursun.
Şafiî
ise, İmamül-Haremeyn'in dediğine göre, bazen Mesalih-i Mürseİe'yi alır, ancak
bu mesalihin, muteber mesalihin benzeri olmasını şart koşar. Sübkî ise şöyle
demektedir: Şafiî mutlak olarak mesalihi almada Mâiik'in sözüne yaklaşmaktadır.
Ancak muteber mesalihe benzer gördüğü maslahatta hükmü ona ta'lika cevaz verir
ve şeriatta mukarrer usulle sabit hükümlere müstenid olana bağlar.[10]
Şâtıbî Ebû Hanife'n; görüşünün de böyle olduğunu söyler. İtisam'da şöyle der:
Şafiî ve Hanefîlerin büyük kısmı, sahih bir asıla dayanmayana sarılır, ancak
sabit mânaya yakın olması şarttır.
Muteber
maslahata veya sabit mânalara benzer maslahatı almak, kıyasın nevilerinden biridir.
Mutlak maslahatı almak ve onü bizatihi kaim bir müstakil ast! itibar etmek
sayılmaz.
Bu
konuda Şafnlerle Hanefîleri bir tutmak, üzerinde durulacak bir şeydir. Çünkü
Şafii istihsanın hiç bir nev'ine müsaade etmez. Ebû Hanife ise, istihsani alır
ve hemde çok kullanır. O, zaruret veya örfe uymak, meşakkati kaldırmak,
maslahatı gözönüne almak suretiyle genel kaidelerden bir nevi' istisnadır.
Beyan ettiğimiz veçhile, o maslahatı celb, zararı defi1 kaidesini kullanmak
demektir.
İslam
fıkhında maslahatın yeri böyledir. İnsanların muamelelerinde 0 ilk planda
tutulur! Uzak, yakın gayeyede gözetilir. Fukaha onu delil almada ittifat
etmişlerdir. İhtilaf onu almada değil, nassdan bir şahidi olmaksızın sırf
akılla onu idrak etmeye ne derece itimad olunacağın-dadır. Bazıları Tufi
maslahat hususunda aklın hükmüne itimadda aşın gittiler. O derece ki, aklın
hükmüyle maslahat kati nassla muarız olursa, onu tahsis eder, kafi surette
sabit icmada tahsis eder, dediler. Bu sözde kabul olmayan aşırılığı beyan
ettik. Diğer bir kısmı nasslarda durup akıl maslahatı idrak edemez, dediler.
Şüphesiz ki, bu da dünya maslahatlarını anlamadan geri durmaktır ki, makbul
birşey değildir. Hz. Peygamber Aleyhisselam «Siz dünya işinizi daha iyi
biiirsiniz» buyurmuştur. Hicret yurdu imamı doğru yolu tutmuştur. Maslahat hususunda
aklın hükmünü aşırı tutup, haddi geçmedi, kafi nasslara ve kafi icma'a muarız
kılmadı. Aklı daraltıp maslahatları kavramaz, demedi. Bu ikisi arasında orta
bir yol tuttu, ifrat ve tefrite sapmadı. Böylece kezhebi itidali aşmadan geniş,
verimli bir mezheb oldu. İnsanların dertlerine deva buldu, insanların örf ve
adetlerini, toplumun durumunu, çevreyi dikkate alarak uygun yolu tuttu, ne
bid'atcılığa kaçtı, ne de doğru yoldan saptı. Hakk'a uydu. Geçenlere tâbi olup
onlardan ayrılmadı. Doğru yolu gösteren Allah Tealadır.
[1] Karâfi, Tenkihul-füsûl, S. 200.
[2] Tufi, Maslahat, Menar Dergisi, C. IX, S. 769 Menar tefsiri, C. VII, S. 194.
[3] Tufî, Maslahat Risalesi, Menar Dergisi, C. IX, S- 767.
[4] Tufî, Maslahat Risalesi, Menâr dergisi, S. 762.
[5] izz b. Abdüsselâm, Kavatd-ı Kübrâ C. 1, S. 3.
[6] Şâtıbî, l'tisam, C. II, S. 311.
[7] Şâtıbî, İ'tisam, C. II, S. 305
[8] Şâtıbî. l'tisam, C. II, S. 298.
[9] Şâtıbı, l'tisam, C. II, S. 307.
[10] Tahrir Şerhi, C. III, S. 150.