234- Örf ve Adet Nedir? Örfü Alanlar:
235-Her Sınıfın Aralarındaki Örf Ve
Adet Muteberdir:
236- Karafî Adetleri Anlatıyor:
238- Örf ve Adete Göre Hükümler
Değişir:
Hayat
akımında insanlardan bir toplumun birlikte kabul edip yaktıkları bir iştir.
Adet ise, ferdlerin ve toplumun tekrarlanan amelleridir.
Bir toplum, bir işi âdet edinip tekrar tekrar
işlerse, o örf haline gelir. Adet ve örfün mefhumları ayrı ise de anlamlan
birleşir.[1]
Mâliki
fıkhı, da Hanefî fıkhı gibi, örfü deli! alır ve nass
olmayan yerde onu fıkıh usulünden bir asıl kabul eder. Hatta o örfe,
Hanefîlerden daha çok saygın bir yer verir. Zira Mâlikî fıkhının istidlalde ana
direği mesalih-tir, şüphe yok ki örfe riayet etmek,
maslahatın nevilerinden biridir, fakih onu ihmal
edemez, onu alması lazımdır.
Mâlikller,
örfe muhalif olan kıyası terkeder. Kurtubi istihsân babında örfden dolayı kıyası terketmek,
bunun bir nev'i olduğunu söyler.[2]
Mâlikîlerce örf, âamı tahsis eder, mutîakı takyid eyler. Aam bahsinde bu böyle geçti, onu tahsis edenler arasında
adetler de sayıldı.
Öyle
anlaşılıyor ki, nass olmadığı zaman Şafiîler de örfe
itibar ediyorlar. Çünkü örfün hükmü galip ve şâyidir. İnsanlar alışkanlık ve itiyad dolayısıyle fi'len ona uyuyorlar, yasaklayan bir nass
olmayınca onu almaya bir mani yoktur. Yasaklayıcı birşey
olmayınca onu almak gerekir, İbni Hacer,
nassa muhalif olmayan örfle amel olunur, demektedir.
Mâlikî
Kurtubî, Hz. Peygamber Aleyhisselam'ın, Ebû Süfyan'ın karısı Hind'e
söylediği: Ebû Süfyan'ın
paralarından sana ve çocuğuna yetecek kadar mâruf yolda al.» hadisini şerhederken: Bu hadis-i şeriften, Şaffilerin
hilafına, örfün muteber olduğu anlaşılmaktadır, der, Şafii, Hafız İbni Hacer bunu reddederek şöyle
der: Şafiîler nassa muhalif olan veya nassin göstermediği örfle ameli menederler.
Böylece Şaffilerin bazen örfü aldıklarına işaret
ederken, diğer yandan nassin ona irşadını veya muarız
olmamasını da şart koşuyor. Böylece biz, fukahanın
almasına göre örfü üç kısma ayırabiliriz:
1- Fukahanın hepsinin aldığı örf ki, bu bir nassın herhangi bir yerde işaret ettiği örftür. Bu halde o
ittifakla alınır.
2- Nassin haram kıldığı veyahud
nassla sabit bir vacibin ihmalini gerektiren örf, icmaen muteber değildir, alınmaz, O fasid
birşey olduğundan onu kaldırmak lazımdır. Onu
kaldırmak, hayır ve takvaya yardım etmektir. Susmak ise, iyiliği emir,
kötülüğü nehiden vazgeçmek sayılır. Ona razı olmak
günah ve mâsiyete yardımdır.
3- Nehyolunmayan, nassla
imâ ve irşad edilmeyen örfe gelince; Mâlikller ve Hanefîler bunu alırlar, müstakil bir asıl
sayarlar. Umumî olan örf, Hanefİlerce âamı tahsis, mutlakı takyid eder; örf kıyasa tercih olunur. MaliMlere
göre de örf, âamı tahsis, mutlakı
takyid eder, örf, maslahatın bir nev'idir.
örf
ve âdet, Mâlikî f.khında büyük ve ön en. ona göre
yorumlanır. Çünkü kelimeler örf ve adete göre mana taşır, bunda söze bakılır,
fiile değil. Şâtıbî burada şöyle der :Örf ve adete
göre mana taşır, maksadı ifadeler muhtelif olur. Söz bir manadan başka olunur,
bir millette sanat erbabının tabirleri sanat deyimleri cumhur halktan farklar. Her sanatın kendine özgü
tabirler, vardır. Bazı manalarda çok kullanılan sözler, bir özellik kazanır.
Daha oncbaşka mâna anlaşılan sözler, anlam
değiştirir. Hüküm mu’tad olan başka bir göredir,
âdete göre anlam tasır. Bu tarz sözlere yeminlerde
yemin sözlerinde, akidlerde talakın kinaye sözlerinde
çok rastlanır.[3] Örf ve Adetlere göre
sözlerin yorumlanmas, akiderde
onwaşır-mihrin, birleşmeden
önce kabz-, âdet ise buna '"^olunur Ahş ve rişde- âdet, peşin parayla
veya veresiye ise, taraflar arasında aykırı birşey
konuşulmadıysa, bu âdet muteberdir.[4] Bugün de ticaret hukukunda tüccarlar
arasındaki örf ve âdete uyulur.
Karâfî, Furuk kitabında, akidlerde örf ve
âdetin tesiri hakkında kıymetli malumat vermektedir. «Şirket akdi eğer mutlak
söylenirse bu yarı ortaklık olur. Arazi akdine üzerindeki bina ve ağaçlarda
dahildir. Bina akdine toprakta girer. Ev akdine kapısı, merdiven ve raflar da
dahildir. Murabaha akdinde dikiş, nakış dahildir. Ağaç akdinde onun toprağı,
meyvesi dahildir. Ve böylece devam eder. Bunların hepsi örf ve âdete göredir.
Eğer örf olmasa bunlar zorlama olur, meçhuiü satış
olur ve caiz olmaz. Bu saydıklarımın hepsi örf ve âdete göredir. Ancak meyve
meselesi müstesnadır, o nassa ve kıyasa dayanır.
Diğerleri örf ve âdete göredir. Eğer âdet değişirse, ona göre verilen bu fetva
da batıl olur. Bunu iyi düşün, heıva âdet'ere göre olur...[5]
Adetler
iki kısımdır: Biri yerleşmiş, kökleşmiş sabit âdetlerdir. Bun-tarasırların veülkeierin
değişmesiyle değişmez. Bunlar insanın fıtratından alınmadır, tabiata uygundur,
yemek, içmek, uyumak gibi. İkincisi insanlara ve memleketlere göre değişik olan
âdetlerdir. Şâtıbl bunları şöyle anlatır: «Değişen
âdetler, telakkiye göredir. Hoş karşılanma veya hoş karşılanmama, güzel görülme
veya görülmeme gibi şeyler böyledir. Başı açma, üikeye
göre değişir. Doğu ülkelerinde bu hoş karşılanmaz, batı ülkelerinde ise böyle
değildir. Buna göre de hüküm değişir.[6]
Çok
defalar âdetler değişik olur. İkinci kısım âdetler birincilerden daha çoktur.
Adetlere göre olan hüküm, o âdetin değişmesiyle değişir mi? Malikî mezhebi bu
değişikliğe itibar eder mi? Karâfi'ye bu sorulmuş ve
cevap vermiş. Uzun olan bu cevabı nakledelim ki, âdetlerin bu mezhebde olan tesirini görelim. Tirmizi
Fetva ve Ahkam kitabında şöyle der: Örf ve âdetlere göre olan bu hükümlerin
Mâliki ve Şafiî mezheblerinde durumu ulemaca nedir?
Bu âdetler değişince onlar da değişip yenilerine göre mi olur? Fıkıh
kitaplarında yazılı olan o hükümler değişip yeni âdetlerin gereğine göre mi
fetva verilir? Yoksa, biz mukallidiz, ictihad yapıp
yeni hüküm vermeye ehil değiliz, geçmiş müctehidlerden
nakir olunan kitaplardakilerle fetva veririz mi
denecek?
Bunlara
şöyle cevap verir: Adetlere göre verilen hükümlerin o âdetler değiştiği halde
devamı icma'a muhaliftir, dini bilmemektir. Dinde
âdete dayalı hükümler, o jetlerin değişmesi halinde değişir, yeni âdetlere göre
ayarlanır. Bu mukallidin içtihadı yenilemesi değildir, ki bunda ictahada ehil olmak şartı aransın. Bu ulemanın kabul ettiği
bir kaidedir, bunda icrna' vardır. Biz yeni ictihad yapmadan onlara tabi oluyoruz, onların kaidesini
uyguluyoruz, görmüyor musun? Onlar muameletta,
satılanın bedeli mutlak söylenirse bunu o zaman müteda-vil olan paraya hamlettiler. Eğer âdet muayyen bir para ise
mutlak söyleneni ona hamlederiz. Eğer âdet değişirse,
yenisi.anlaşılır, âdet değiştiği için birincisi gerçersiz
sayılır, yenisi alınır. Vasiyetlerde, yeminlerde, âdetlere dayalı olan bütün
fıkıh meselelerinde bu böyledir. Adetler değişince o kelimeler de değişir.
Davalar da böyledir, bir şeyde âdet üzere geçerli söz davacının iken, bu âdet
değişse, söz artık davacının olmaktan çıkar, durum tersine olur. Belki âdetin
değişmesi bile şart olmaz. Bulunduğumuz memleketten çıkıp başka bir memlekete
gitsek, oranın âdeti bizim memleketin âdetine uymasa, oranın âdetine göre fetva
veririz, bizim memleketin âdetine göre değil. Bu hususta İmam Mâlik'ten şu
nakil olunur: «Birleşme olduktan sonra eşler arasında mehrin
kabzı hakkınca ihtilaf çıksa, asıl ademi kabz olduğu
halde, söz kocanındır.» Kadı İsmail derki, Medine'de adet böyleydi, kadın mehrinin tamamını almadıkça birleşme yapılmazdı. Bugün ise
adet bunun hilâ-fınadır. Onun için söz, yeminle beraber kadınındır, Çünkü
adet değişmiştir, hüküm de değişir. Bunu böyle kabul edince, şimdi ben buna
dair meseleler kaydedeceğim ki, mezheb sahipleri
onların delilinin adet olduğunu, fetvalarının adete dayandığını söylerler.
Bugün adet onların hilafına olduğundan, yeni adet gereğince o hükümlerin
değişmesi ica-beder.[7]
Bundan sonra misaller veriyor ve şöyle diyor: «Sözün adet üzere anlamında ve
kullanışında mânasını bilmek gerekir. Nereden neye nakil olunmuştur. Sözlük
anlamı iktiza etmez ama, adet ve örfe göre.o mânaya delâlet eder. Çok defa örf
mânası râcih bir mecaz olur.
Onun
için fukaha: Tearuz halinde örf mânası lügat mânasına
tercih olunur, demişlerdir.»[8]
Buna
dair üç misal veriyor:
1- Vadiâ, yani fiyattan düşerek yapılan satışda taraflar arasında örfe göre eskiden şöyle
yapılırmış; onbir ona, yirmi ona, derlermiş ve
birinciden maksat 11 lik fiyatı ona indirmek, ikinciden
de fiyatı yarıya indirmek imiş. Karâfl diyor ki, bu
âdet bugün kalkmıştır. Bu sözlerden bugün böyle bir mâna anlaşılmaz, bunları
avam değil, fukahanın bile çoğu anlamaz. Çünkü böyle
bir âdet yok. Sözlük olarak bunlardan böyle bir mâna çıkmaz. Böyle bir
muameleyle akid yapılırsa, bunun batıl olması
gerekir. Çünkü bugün böyle bir söz kullanma âdeti yok. Biz bu uzun hayatta,
ömür boyunca böyle bir şey işitmedik, bunları ancak fıkıh kitaplarında
görüyoruz, muamelatta rastlanmıyor. Ve âdete göre fiyat malum olmayınca, akid batıl olur.»
2- Tevliye ve Murabeha
yoluyla, yani kârsız veya kârı söyleyerek yapılan satışlarda eğer: Bana kaça
mal olduysa o kadara sattım, derse bu caizdir, ancak burada eski âdete göre,
kumaş ise yıkama, boyama, dikiş, vesaire masraflar da eklenirmiş. Nakil ücreti,
hamaliye parası, bina kirası vesaire varmış. Bunlar sözün lügat mânasından
değil, âdete göre anlaşılırmış. Bugün âdeten bu böyle
anlaşılmıyor, insanlar bu ibareyle alış veriş yapmıyor. Madem ki böyle âdet
değildir, fiyat meçhul kalıyor,.caiz olamaz. Adet değiştiğinden kitaplardakine
göre akid sa-
hihdir
diye fetva veremeyiz.»
3- Müdevvene kitabında şöyle deniyor: «Bir adam karısına: Sen bana
haramsın, benden uzaksın, seni ailene bağışladım dese, üç talak boş olur. Üçten
azı kasdettim dese, faydası yoktur. Çünkü bu sözler,
örf ve âdete göre üç talakla boşarken söylenmekle meşhur olmuştur.»
Bu
böyle olmakla beraber, bilirsin ki, bu gün insanlardan hiç kimse bu sözleri bu
mânada kullanamaz. Ömürler geçer, hiçbir kimseyi karısını boşamak istediği
zaman ona: Benden uzaksın, seni ailene bağışladım, derken işitmiş değilsin. Bu
sözler nikah akdini izale için kullanılmaz, sayı bildirmez. Bu sözlerden örf
ve âdet olumsuz yönde değişmiştir, örf değişince, hükümde kalmamıştır.[9]
Buraya
kadar anlattıklarımız gösteriyor ki, Mâliki mezhebinde ön ve âdet istinbat usulünden bir asıldır. Birçok hükümler ona
dayanmaktadır. Zira örf ve âdetler, çok defa maslahatla uyuşmaktadır. Maslahat
ise bu mezhebde münakaşa taşımaz bir asıldır. Sonra
örfe kalbler ısınmıştır alışmıştır, insanlara uygun
şeylerdir. Onlara muhalif hükümler darlık, güçlük yaratır. Halbuki güçlük İslam
hükümlerince kaldırılmıştır. Allah Teala dininde
insanlar için bir zorluk, güçlük kılmarruştır. Cenab-ı Hak insanlara benimseyecekleri, kolayca kabul
edecekleri şeyleri meşru kıldı, hoşlanmayacakları nefret edecekleri şeyleri
değil: Örf ve âdet, rezalet olan birşey üzerine
kurulmamışsa, o hürmete değer, onu muteber tutmak insanlar arasındaki birlik
bağını kuvvetlendirir. Zira o insanları geleneklerine, içtimai varlıklarına,
atalar mirasına bağlar. Onlara karşı çıkmak, geçmişi yıkar, atalar mirasını
koparır, birliği bozar. Bedihı olan birşey varsa. O da sözler, örf ve âdete göre anlaşılır, akidler o esas üzerine yürür. Ancak harama yol açan bir
şeyse, o zaman o bırakılır, terketmek vacip olur.
İyiliğe ve hayra yardım etmek onu değiştirmeyi icabeder,
örf ve âdetlerin millet hayatında yeri önemlidir.
Mezhep
ulemasının füru' meselelerden aldıklarına göre, İmam, Mâlik'in (Allah ondan
razı olsun) fıkıhtaki usulü, bunlardır ki, 11 ana delildir. Mezhebdeki
fer'i meseleler bunlardan alınmadır, bunlara dayanır. Muhtelif kaynaklardan
çıkardıkları üzere, İmam Mâlik hükümlerinde bunlara itimad
etmiştir.
Bu
usulde ve kaidelerde ilk dikkati çeken şey, onların uysallığı yumuşaklığı ve
esnek olmasıdır. O kitap ve sünneti-mutlak bir nass
olarak almadı, umumunu tahsis, mutlakını takyid hususunda kapının iki kanadını da açtı. Tahsis işini
genişletti. Tahsis kapısını açtıkça, nasslar daha
genişledi, istinbat vasıtaları esneklik kazandı. Fakih ibareler karşısında donup kalmadı, usulü bjrbirine münasib şekilde
bağladı. Bunu, sununla tahsis etti. Garip olan mânayı, yakın olan bir asıldan
aldığı mâna ile bağdaştırdı. Böylece ortaya; olgun, kuvvetli, sağlam, doğru,
maruf olan ve akla uzak gelmeyen, insanların kolayca kabul edecekleri bir fıkfh çıkmış oldu.
Bu
usulde ikinci bir husus ta: Maslahatı en yakın yoldan gerçekleştirmeye yönelik
olmasıdır. Maslahat yollarını açtı ve çoğalttı. Kıyası, bunu gerçekleştirici
bir yol olarak aldı. Kıyas maslahata ulaştırmazsa mürsei
istidlali tercih ederek istihsânı aldı. Mesâlih-i Mürseleyi, en kolay ve
kısa yoldan maksada ulaşmak için, istidlalde bir esas olarak aldı. Şeddi zeria ve fethi zeriayı bir
maslahat yolu yaptı ve onu istidlalde bir asıl olarak kabul etti. Son olarak da
örf ve âdeti muteber tuttu ki, bu güçlüğü kaldırmak, zorluğu ve meşakkati
gidermek, maslahatı gerçekleştirmek ve şeddi zerai'
yollarından biridir. Akidleri, insanların arzu ve
ihtiyaçlarını, günah işlemeden yapacakları bir hale soktu. Aralarında meşhur
olan tarzda yürütmelerine meydan açtı.
İmam
Mâlik (Allah ondan razı olsun), gördü ki, Şârı'in
dindeki maksadı, insanların maslahatını temin etmektir. Onun için kafi nasslar dışında fıkhının kutbunu maslahat teşkil eder, onun
mihveri etrafında döner. Şeddi zeria ve fethi zeria ile onları besleyip korur. En yakın nokta şudur: Onun
aldığı istinbat usulü birbirine sıkı bağlıdır, biri
diğerini tamamlar, Hepsi de bir kaynaktan sulanır ve tek hidayet yoluna girer
ki o da İslam nassları, İslam'ın ruh ve manası, Hz. Peygamberin ve ashabının tatbikatı. Böylece onun fıkhı
tek bir gayede toplanmıştır. O da insanların dünya ve ahiret
saadetini sağlamak, maslahatları temin etmek. O selefe tâbi olma yolundadır, bid'at yolunda değil. Bakıyoruz, Ashab-ı
Kiramın fetvalarını alıyor, onların yargılarına uyuyor dinin gayesini
kavrıyor. Dinin nasslarını ve maksatlarını anlamada
tam bir vukuf sahibi âlim olarak, dinin hüküm ve gayelerini ona göre tarif edip
anlatıyor. Uzak, yakın maksatlarını bildiriyor. Böylece kendisinden sonra
gelen talebelerine ve onların talebelerine sağlam bir yol açtı. Onlar da fıkhı,
onun gibi anladılar, onun yoluna koyuldular, bu suretle Mâliki fıkhı çok
gelişti. Artık onu anlatma sırası geldi, öyleyse ona dönelim.
[1] Örf ve âdet sözleri, anlamca pek farklı değildir.
Gazali, Müslesfâ'da şöyle der: «Örf ve âdet, akıl
yönünden kalblere yerleşen, salim tabiatların kabul
ettiği şeydir. Tahrir şerhi ise: Adet, boyuna, tekrar eden şeydir.» der. İbni Abidin örf hakkındaki,
risalesinde şöyle demektedir: «Adet, tekrar tekrar
yapıldığından kalplere yerleşir ve kabul olunur. Mâna bakımından örf ve âdet
birdir.» Anlaşılıyor ki islam fukahasınca
örf ve âdet bir manayadır, mafhümları ayrı da olsa
anlam birdir.
[2] Yukarıda geçen istihsân
bahsine bak.
[3] Ştabi, Muvafakat, C. II, S.
198.
[4] Aynı Kaynak.
[5] Karafi, Furûk,
C. II, S. 287.
[6] Şâtıbî, Muvafakat, C. II, S.
198.
[7] Karâfi, Ihkâm
Fi Temyizil-Fetâvâ anil-Ahkam, S. 67.
[8] Aynı Kaynak, S. 68.
[9] Aynı Kaynak, S. 70.