1- ÎMAM ŞAFİÎ, HAYATI, YAŞADIĞI ÇAĞ
10- Soyu Hakkında Söylenenler:
11- Gazze'den Mekke'ye Göçen Yoksul Blr Âîlenin Çocuğu:
12- Çocukluğu, Yetişmesi, Çöl Hayatı:
13- Mekke'de Ve Medine'de İlîm Tahsil Etmesi:
14- Vâlîlîkte, Memuriyette Bulunması:
15- Şafiî'nin Ta'kîbe Uğraması, Bağdad'a Getirilmesi:
16- Bağdad'da Muhammed b. Hasan'la Görüşmesi Ve Ehl-i Re'y Fıkhını
Öğrenmesi:
17- Mekke'ye Dönüşü Ve Mescîd-i Haram'da Ders Vermesi:
18- Tekrar Bağdad'a Gîtmesî Ve Görüşlerini Orada Yayması:
19- Üçüncü" Defa Bağdad'a Gelîşi, Oradan Mısır'a Gidişi:
20- Şafiî'nin, Üstadı Mâlîk'i Tenkide Başlaması:
21- Îctîhad Safhalarının Hayatının Devrelerine Bağlanışı:
Bu yıl, sizinle etüd için, îmam Şafiî'yi seçtik. Dersimize onunla başladık-
Zîrâ Şafiî'nin fıkhı, İslâm fıkhım en parlak ve en olgun devrinde en mükemmel
bir surette temsîl etmektedir. O, re'y ehli fıkhı ile
Hadîs ehli (Bağdad fıkhı ile Hicaz fıkhı) arasını
âdil ölçülerle birleştirmektedir. Şafiî, fıkıhta re'y
kaidelerini tesbit etmiş, Kıyas ölçülerini koymuş bir
fakihtir. Aynı zamanda Sünneti zabt
ve tesbit etmeğe çalışan, bu iş için Ölçüler ve
mikyaslar koyan ilk hadîsci fakîhtir.
Kitap ve Sünneti anlamanın yollarını aydınlatan, nâsih
ve mensûhu beyan eden odur. Giriştiği bu iğlerle, vaz'ettiği usûl-ü fıkıh ile hüküm istinbâü
için sabit esaslar kurmuş, tahric yoluyla hüküm
çıkarma usûlünü vaz'etmiştir. Onun nasslar-dan hüküm alma usûlünü etüd
eden kimse, îslâm fıkhını, gelişmiş ve olgunlaşmış,
esasları aydınlanmış, çığırı düzelmiş bir halde incelemiş olur.
İmam Şafiî'yi ve
fıkhını etüd eden kimse, bu araştırmayı yaparken
Hicaz fıkhına, onların bahis usûllerine de temas eder. Çünkü o, hicret yurdunun
imamı, çağında Hicaz'ın en büyük üstadı olan îmam Mâlik'ten ders aldı. Yine bu
inceleme isinde Irak ehlinin fıkhına da temas eder. Çünkü îmam Şafiî, onların
kitaplarını okudu, Hanefî fıkıh kitaplarını derleyen Muhammed b. Hasan'la
görüştü; ondan ders aldı ve onların arasında yaşadı; onlarla münazara ve
münakaşalar yaptı; mücâdele edip uğraştı. Mücâdele yapan kimseye, mücâdele
yaptığı kimselerden bâzı şeyler geçer. Onların tutumundan, düşünce tarzından
bir şeyler alır. Nasıl ki, harb yapan kimse,
karşısındaki düşmanın tutumuna, plânlarına göre hareket eder, ondan bir şey
alıp faydalanır. Fikirler insanlara, dostlardan olduğu gibi düşmanlardan da
geçer. Hanhelîlerden birtaJumı,
bâzı dinsizlere cevap vermeğe koyulmuşlardı. Muhaliflerinin bâza görüşleri,
düşüncelerin geçişi yoluyla, farkına varmaksızın
kendilerine geçtiğini sezdiler... îşte Şafiî de
böylece, her iki taraftan da bâza şeyler almış oldu. Re'y
ve Hadîs taraftarlarından faydalandı. Bu bakımdan Şafiî'yi incelemek, îslâm fıkhını, gelişme, olgunlaşma çağında en üstün
derecesine çıkarken her yönden onu incelemek demektir.
Bunların üzerine ilâve
olarak Şafiî, Usûl-ü Fıkhın da va'zıdır. Nass-Iardan hüküm çıkarmanın, istinbât ilminin umumî esaslarını ve usûlünü o kurmuştur.
Onu etüd etmek, usûl-ü fıkhı incelemek ve öğrenmek demektir.
Böylece usûl-ü fıkhın sınırlan çiz'1!^ kendine mahsûs bir yer almağa başladığı
görülür. Fer'î mes'elelerden ve onun genel kayıdlanndan ayrılır. Bu incelemenin kendine mahsus
meyveleri ve faydalan vardır. Çünkü bu füru' mes'eleleri
ve hükümlerini inceleme ilminden ayn, bambaşka bir
ilim tarihinin etüdü demektir.
îmam Şafiî, mezhebinin
usûlünü ve içtihadının yönlerini toplayan kitaplar te'lif
etmiş ve yazmıştır. Böylece o, bu çığın ilk açmış demektir. Aynı zamanda bu
yolu gösteren işaretleri koyarak, incelemelerde bulunmak isteyenlerin yoluna
da ışık tutmuş, yollarını aydınlatmıştır.
Biz bu araştırmamızda
îmanı Şafiî'nin yetişmesini, kültürünü, üstad-lannı, talebelerini inceleyeceğiz. Bütün bunlar onun
hayatını etüd etmek demektir. Bundan sonra onun
yaşadığı çağı, fıkhını, kitaplannı inceleyeceğiz.
Kitaplarım nasıl te'lif ettiğini, onlardaki kültür
derecesini araştıracağız. Daha sonra umûmî olarak istinbât
ve hüküm çıkarmak için vaz'ettiği usûlleri
inceleyeceğiz. Mezhebini vaz'ederken tuttuğu sistemi,
onun derli toplu görüşlerini etüd edeceğiz. Sonra da
mezhebini ve yayılmasını, gelişip genişlemesi sebeplerini araştıracağız. [1]
Rivayetlerin çoğuna
göre îmâm-ı Şafiî Suriye'de (Filistin'de) Gaz-ze'de
doğdu. Fukahâ tarihçilerinin ve Tabakât
yazarlanmn büyük bir çoğunluğunun görüşleri bunda
birleşiktir. Fakat, çoğunluğun benimsediği bu rivayetin yanısıra
onun Askalân'da doğduğunu söyleyenler de vardır. Askalân, Gazze'den üç fersah
uzaktadır. Hattâ Suriye'den Yemen'e atlayarak onun Yemen'de doğduğunu
söyleyenler bile olmuştur[2].
Fakat ekseriyet bunlardan doğru olanı seçip almıştır. Bâzıları bu üç rivayetin
arasını şöyle birleştirmek ister: O Yemen'de doğmuştur, demekten maksat,
Yemenlilerin bir mahallesinde doğmuş demektir. O Askalân'da
ve Gaz-ze'de yetişti. Askalân'da
Yemenli kabileler ve Yemen soyundan olanlar vardır. Bu itibarla Yemenliler
arasında doğmuş demektir. Yâkût Hamevî der ki:
"Eğer o rivayet doğru ise, bu tarzda anlamak bence güzel bir te'vildir."
Bütün rivayetler onun
150 yılında doğduğunda ittifak eder. Aym senede
îmam-ı A'zam Ebû Hanîfe vefat etmiştir. Hattâ bâzıları Ebû
Hanî-fe'nin öldüğü gece Şafiî'nin doğduğunu
söylerler. Bu, halk tarafından; bir imam öldü, aynı gece de diğer bir imam
doğdu, tarzında söylenmiş bir sözden başka bir şey değildir. Bundan ne fazilet
çıkar?
Nesebine gelince,
fıkıh tarihini yazanların çoğunun benimsediği rivayete göre o, Kureyş ve Muttalib kabilesinden
olan bir babadan doğmuştur. Çoğunluk onun soyunu şöyle tesbît
eder: Abdi Menâf oğlu, Muttalib
oğlu, Hâşim oğlu, Abdi Yezid
oğlu, Ubeyd oğlu, Sâib
oğlu, Şâfi' oğlu, Osman oğlu, Abbas oğlu, İdris oğlu Muhammed'dir. Soyu, Hz.
Peygamber'le Abd-i Menâf da
birleşmektedir.
Şafiî'nin nesebinin
vardığı Muttaîib, Abdi Menâfin dört oğlunun biridir.
Onlar da şunlardır: Muttalib, Hâşim,
Emevîlerin atası olan Abdi Şems, Cübeyr
b. Mut'im'in atası Nevfel.
Bu Muttalib, Hazret-i Peygam-ber'in Atası Hâşinı'in kardeşi
oğlu Abdulmuttalib'i büyütüp yetiştirmiştir. Muttalib oğulları ile Hâşim
oğullan beraber olup bir taraf idiler. Câ-hiliyet zamanında Abdi Şems oğulları yâni Emevîler onlara karşı idiler. Bunun İslâmiyet devrinde iki
işte eseri görülmüştür:
1- Kureyşîiler Hz. Peygaraber'e ve akrabasından onun tarafını tutanlara
boykot ilân edince, Muttalib oğulları
Peygamber'in yardımına koştular.
Bu işte Müslüman olan da, olmıyan da beraberdi.
Peygamber'in yanında ezâ ve cefaya katlanmağı kabul ettiler.
2- Hz. Peygamber: Ganimet taksimine dâir olan âyet-i kerîmede
zilkurbâye ayrılan hisseden Muttalib
oğullarına da pay ayırdı. Abdi Şems oğullarına, Nevfel oğullarına böyle bir pay ayırmadı.
Cübeyr b. Mut'im rivayet ediyor:
"Hz. Peygamber Hayber'den
alınan ganimetten Zevilkurbâ hissesinden Benî Hâşim'e ve Benî Muttalib'e pay
verince ben ve Osman b. Affân Hz.
Peygamber'e gittik. Ben dedim ki: Yâ Resûla'llâh, bunlar Benî Hâşim'den
aenin kardeşlerin. Onların fazileti inkâr olunamaz. Allâhu Teâlâ Seni onlardan kıldı.
Ancak Sen Abdü'l-Mutta-lib
oğullarına pay verdin, bizi bıraktın. Biz onlarla aynı derecedeyiz."
Hz. Peygamber cevaben: "Onlar, hem câhiliyette, hem de Islâmiyet-te bizden hiçbir vakit ayrılmadılar. Hâşim
oğulları, Muttalib oğulları hep bir şeydir."
buyurdular ve sonra da iki elini birbirine kilitlediler[3].
Nesebi hakkında
Cumhur'un benimsediği budur. Fakat Şafiî'ye karşı olan bâzı Mâliki ve Hanefî
Mezhebi mutaassıbı arı, mezhebler arasında taassub fikrinin nefret derecesinde hüküm sürdüğü
devirlerde, Şafiî'nin soy itibariyle Kureyş olmayıp,
kölelik vön;:.ıvlen Kureyş olduğunu iddia ettiler. Çünkü atası Şafiî, Ebû Leheb'in kölesi imiş. Hz. Ömer onu Kureyş kölelerine
katmamış. Ömer'den sonra Osman onu bunlara katmış. Bu çürük bir iddiadır. Bu,
Şafiî'nin soyu hakkında kendisinin söylediklerine uymaz. Onun söylediklerini
çağında hiçbir kimse yalanlamadı. Mevsuk râviler
nesebi hakkındaki sözleri ondan naklettiler; kitaplar bunu birbirinden alarak
böylece yazdı. Bu haber her tarafa böyle yayıldı. Meşhur olan bir habere aykırı
birşey ileri sürenler dâvalarını isbât
edecek kuvvetli bir delil, sağlam bir sened
getirmelidirler. Halbuki bunların elinde böyle bir şey yok[4].
Anası ise Ezd kabîlesindendir; Kureyşten
değildir. Şafiî'ye taraftarlıkta ileri gidenlerden bâzıları, onun Kureyşten, Hz. Ali sülâlesinden
olduğunu ileri sürer. Doğrusu, Fahrürrâzî onun Kureyşten olması rivayetini şaz bulur, icmâa
muhalif görür. Bu konuda şöyle der: "Şafiî'nin annesi tarafından nesebi
hususunda iki kavil vardır: Birincisi, Hâkim Ebû
Abdullah Hâfız'm rivayeti olup —ki bu şazdır— Şafiî'nin
annesi Fâtıma bint-i
Abdullah b. Hüseyin b. Hasan b. Ali b. ebî Talib'dir. İkincisi meşhur olan rivayettir ki, o da Ezd kabilesinden olduğudur."
Soyu hakkında
Şafiî'nin lisânından naklolunan rivayetlerin hepsinde anasının Ezd kabilesinden olduğu kendi lisâniyle
tasrih edilmektedir. Bunun üzerinde icmâ vardır.
Şafiî'nin babasının soyu, anasının lüzumsuz bir surette Kureyşten
olduğunu iddiadan onu müstağni kılar. [5]
Yukarıda beyan
ettiklerimizden görülüyor ki, Şafiî Kureyştendir.
Kendisi Filistin'e sığınmış fakir bir aileden yetişti. Yemenlilerin yaşadıkları
semtte oturdu. Şafiî'den naklolunan müteaddit rivayetler gösteriyor ki, babası,
o henüz küçükken vefat etmiştir. Şerefli nesebi zayi' olmasın diye annesi onu
alıp Mekke'ye götürmüştür.
Yâkût Hamevî, Mu'cemül-Üdebâ'da Şafiî'nin şöyle bir rivayetini nakleder; demiş ki: "Ben 150
senesinde Gazze'de doğdum, iki yaşında iken Mekke'ye
götürüldüm." Kendisinden Mekke'ye on yaşında iken vardığı da rivayet
olunur. Hatîb Bağdadî, Tarih-i Bağdad'da,
Şafiî'ye ulaşan bir senedle der ki, Şafiî şöyle
demiş: "Yemen'de doğdum, anam, soyumun gaybe
uğramasından korktu ve bana: Kabilene katıl ki, sen de onlar gibi olasın. Çünkü ben nesebinin kayıb
olmasından korkarım, dedi 'v© beni Mekke'ye götürdü. Mekke'ye geldiğimde ben on
yaşlarında idim. Akrabamdan birinin yanında kaldım ve ilim öğrenmeğe
bağladım." Şüphe yok ki zahirde bu ikisi arasında tearuz vardır. Bunların
arasım şöyle bulmak; mümkündür: Filistin'de kabilesinin yaşadığı yer ile Mekke
arasında gelip giderdi. Akrabalariyle tanışıp
sülâlesine intisâb etmek üzere ilk gidişi iki yaşında
iken idi. Sonra on yaşma gelince onların kültürü ile yetişmek ve artık
»aralarında kalmak üzere gitti, orada yaşadı ve onlara karıştı. Bundan sonra
artık yoksul bir fakir yaşayış içinde yaşadığında bütün haberler
birleşiyorlar. Demek Şafiî, zamanının en şerefli bir soyu olan ve asırlar
boyunca böyle devam edecek olan yüksek ve şanlı bir soydan doğdu. _ Fakat
büyüyünceye kadar yoksulluk içinde yaşadı. Şerefli bir soydan olan bir kişinin yoksulluk içinde
yetişmesi, engeller ortadan kalkar ve kaideden ayrılmış olmazsa, onu
olgunlaştım-, güzel ahlâk sahibi yapar, iyi' yola sevk eder. 'Çünkü yüksek ve
şerefli bir soydan oluşu onu daha küçük yaştan itibaren büyük işlere yöneltir,
küçük işlerden uzaklaştırır. A1-? çak şeylere tenezzül etmez. Yoksulluğa bir de
zillet katmaz. Kügtik dü-i
sürücü şeylere yaklaşmaz. Yoksulluk hissetinden, ihtiyaç zilletinden kur-11 tulmak için büyük bir himmet ve celâdetle şerefli mevkilere
koşar. Bundan başka onun soyunun şerefli olması dâvasını güderek böyle fakr u, zaruret içinde yetişmesi, onu insanların içine
karışarak onların duyduklarını duymağa sevk eder. Her tabakadan türlü
insanlarla temas eder, onların iç âlemlerine muttali' olur; ne gibi duygularla,
düşüncelerle dolu olduklarını öğrenir. Bu ise toplumla ilgili işlerle alâkadar
olan, onların muamelelerini bir düzene koymak isteyen kimse için bilinmesi
zarurî işlerdendir. Çünkü şeriatı yorumlamakta, onun hakikatlerini meydana çıkarmada,
onun ölçülerini açıklamada araştırıcı bunlardan faydalanır.
Rivayet olunduğuna
göre İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin talebesi Mu-hammed b.
Hasan Şeybânî elbise boyacılarına gider, onların
muamelelerini, aralarında câri usulü sorup öğrenirdi. Bunu sormaktan maksadı,
insanların ahvâline ve âdetlere taallûk eden bir meselede vermiş olduğu
hükmün, şeriatın usûl ve hükümlerinin, bir asla muhalif olmamak şartiy-le, o âdetlere daha yakın
ve uygun olmasını sağlamaktı. Şafiî'nin, soyunun şerefli oimasiyle
beraber böyle yoksulluk içinde yetişmesi onu öyle olgunlaştırdı ki, kendisini
üstün tutup muamelelerinde halktan uzaklaşmadı. Fakat avam gibi ibtizâle de düşmedi; halkın nazarında küçümsenecek
şeylerden sakındı. Soyunun şerefi vardı, fakirliğinin de temiz bir değeri oldu.
Bunların her ikisini birarada toplamanın, sonra
hayatın bolluğuna kavuşunca, eseri görüldü. Vezir, kendisine hediye verdiği
zaman onu kabul etmedi. Çünkü bu hediye kendisinden dûn olan birindendir. Halîfe
kendisine atiyye verir, ihsanda bulunur; onu alır,
ancak bulunduğu yerden ayrılmadan onları başkalarına dağıtır, yahut onları
yanında alıkoyup yakınlarından olan yoksullara tevzi etmiştir. [6]
îmam Şafiî yoksul bir
aileden yetişti. Yukarıda bildirdiğimiz gibi öksüzdü. Annesi onun soyundan ayrı
kalıp bilinmemesinden endişe etti. Onun ilk terbiyesini, kücüklüğündeki
zekâsını ve keskin zihnini gösteren rivayetlerin hepsinden alınan özet şudur:
Şafiî küçük yaşta Kur'ân-ı Ke-rîm'i ezberledi. Kur'ân-ı Kerîm'i
çabucak ezberlemesiyle kuvvetli zekâsı meydana çıktı. Kur'ân-ı
Kerîm'i ezberledikten sonra Hz. Peygamber'in
hadîslerini ezberlemeğe koyuldu. Bunları ezberlemeğe çok meraklı idi. Muhaddisleri dinler ve bir işitişte hadîs ezberlerdi. Sonra
hadîsi bâzan levhalara bâzan
deri üzerine yazdı. Divana giderek yazmak için arkası yazılmamış kâğıtları
alırdı[7].
Bütün bu rivayetler
gösteriyor M, o henüz minimini körpe bir çocukken ilme hevesli idi.
Peygamber'in hadîs-i şeriflerini öğrenmeği pek severdi.
Allah'ın Kitabını
ezberlemek ve Peygamber'in hadîslerini bellemekle beraber diğer cihetten arapçayı düzgün ve mükemmel öğrenmeğe de bağladı,
Arapların Arap obnıyanlarla ihtilâtı neticesi, büyük
şehirlerde ve bölgelerde Arap lisânını tehdit eden bozuk arapçadan
ve onun kötü tesirinden uzak kalıp kurtulmak istiyordu. Bu maksatla çöl
hayatına atıldı ve Hüzeyl kabilesi arasına katıldı.
Bu konuda kendisi şöyle der: "Ben Mekke'den çıktım, çölde Hüzeyl kabilesi arasında kaldım. Onların dilini, şivesini
öğrendim, onların âdetlerini aldım, Hüzeyl'e
kabilesi, Arapların en fasihi idi. Onların arasında yaşadığımdan onlarla göçer
konardım, nereye gitseler giderdim. Mekke'ye dönünce gür söylemeğe başladım,.
Edebiyat ve hikâyeler bilirdim."
Hüzeyllilerin şiirlerini ve hikâyelerini o derece bellemişti ki,
Asma?, Arap diünde o yüksek mevkide bulunduğu halde,
şöyle diyor: "Hüzeyl kabilesi şiirlerini, Kureyşten Muhammed îbn-i îdris adındaki bir gençten tashih ettim."
Anlaşılıyor ki,
Şafiî'nin, îbn-i Kesîr'in bir rivayetinde geçtiği üzere, gölde on sene gibi uzun bir müddet kalması,
çöl halkının güzel bulduğu âdetlerini almasına sebep olmuştur. Atıcılık,
okçuluk öğrendi ve ona merak sardırdı. Hem de mükemmel ok atardı. Hattâ on ok
atar ve bunların hepsi hedefe
Jtşte Şafiî'nin ilk terbiyesi, ilk yetişmesi böyledir. Bu,
o çağdaki Arap terbiyesinin en mükemmel örneğini arzeder.
Kur'ân-ı Kerîm'i ezberlemek, hadîs öğrenmek, düzgün arapça bilmek, binicilik ve atıcılık Öğrenmek, şehirde ve
çölde yaşayanların âdetlerini, ahvâlini tanımak. [8]
Şafiî Mekke'de iken,
oradaki fukahâdan ve muhaddislerden
okuyup ilim aldı. Fıkıh tahsil etti ve ilimde yüksek mertebeye ulaştı. Hattâ
Müslim b. Hâlid Zenci ona fetva vermesi için izin
vererek:
— Yâ
Ebâ Abdullah, artık fetva ver, senin fetva vermen
zamanı geldi, dedi.
Şafiî fetva verecek
bir mertebeye ulaşmıştı; burada durabilirdi Fakat onun ilim öğrenme aşkı ve
himmeti bir hadde duramadı. Çünkü, ilmin hududu yoktur. Medine'nin müctehidî îmam Mâlik'in haberini duymuştu.
Mâlik'in ismi o
sıralarda her tarafa yayılmıştı. Diller onun şöhretini ilden ile naklederdi.
îlîmde ve hadîste yüksek bir noktaya ulaşmıştı. Yüce himmeti Şafiî'yi bilgi
almak için Medine'ye göçmeğe sevk etti. Fakat o Medine'ye Mâlik'in ilminden
bihaber, bomboş gitmek istemedi. Mekke'de bir adamdan Muvatta'ı
emanet aldı. Onu okudu. Hattâ rivayetler onu ezberlediğini söyler.
Muvatta'ı okuması ve ezberlemesi, onun hicret yurdunun imâmı
olan Mâlik'e gitmeğe şevkini arttırdı. Onun sayesinde Mâlik'in fıkhiyle ünsi-yet hâsıl etti, Hz. Peygamber'den rivayet ettiği hadîs-i şerifleri öğrendi.
İmam Şafiî, Mekke
Valisinden bir tavsiye mektubunu hâmil olduğu halde îmam Mâlik'e gitti. Bu
göçmeden sonra Şafiî'nin hayatı büsbütün fıkha yöneldi[9].
Mâlik onu görünce, ferâsetiyle onun uyanık bir genç olduğunu sezdi ve ona:
— Yâ
Muhammed, Allah'dan kork, günahtan sakın. Zîrâ sen
büyük mertebe sahibi bir zât olacaksın, Allah senin kalbine nur koymuş, onu
günahla söndürme, dedi. Ve sözünün sonunda:
— Yarın gelirsin, sana
okutacak olan da gelir, dedi.
Şafiî diyor ki:
"Ertesi günü ona geldim. Okumağa başladım, kitap da elimde. Mâlik'ten
çekinip okumağı kesmek istedimse de, güzel ve düzgün okuyuşumu pek
beğendiğinden: Ey genç, devam et, dedi. Böyle devam ederek az gün zarfında
kitabı ona okudum."
Şafiî, Mâlik'in Muvatta'ını rivayete ehliyet kazandıktan sonra ondan fıkıh
almağa, onun fetva verdiği mes'eleleri öğrenmeğe
devam, etti. 179 senesinde bu büyük imâmın ölümüne kadar ondan ders aldı. Şâfü o zaman ömrünün baharında, gençliğin en olgun çağında
idi- Öyle anlaşılıyor ki, Şafiî İmam Mâlik'e devamla beraber, vakit vakit onun dersine ara veriyor, İslâm ülkelerinde
seyahatler yapıyordu. Bu seyahatlerinde her zeki yolcu gibi insanların
envalini, tarihini öğreniyor, içtimaî olayları incelemek fırsatım bulu3'ordu.
Bu arada Mekke'ye gidiyor, annesini ziyaret ediyor, onun öğütlerini dinliyordu.
Zîrâ o bilgili, anlayışlı, güzel düşünceli, asîl bir kadındı. Şafiî'nin İmam
Mâlik'in dersine devam etmesi, onun seyahatlerine, şahsî inceleme ve
araştırmalarda bulunmasına bir mâni teşkil etmezdi. [10]
îmanı Mâlik (Allah
ondan razı olsun) vefat edince, Şafiî ilimden yeteri kadar nasibini aldığına
kânî oldu. O vakte kadar fakir idi. Kendisine kazanç sağlayacak, ihtiyaçlarını
karşılayacak bir şey düşündü. Hayatını kazanmak için bir iş araç1!. Bu sırada
Yemen Valisi Hicaz'a gelmişti. Ku-reyşten
bâzıları ona Şafiî'yi beraberinde Yemen'e götürmesini söylediler. Vali bunu
uygun bularak Şafiî'yi beraberinde götürdü. Şafiî bu hususta diyor ki:
"Annemde bana
verecek yol parası bile yoktu. Evi rehin olarak verdim, yol parasını tedarik
ettim. Yemen'e varınca Vali bana iş verdi."
Bu işte Şafiî'nin mevhîbeleri, tecrübeleri, zekâsı, bilgisi, soyunun asaleti
kendini gösterdi. Âdil, seçkin bir adam olarak nâmı her tarafa yayıldı. Mekke
vadisinde adı dillere destan oldu. Kendilerinden ilim aldığı ve kendileriyle
görüştüğü fukahâ ve muhaddisler
de bunu duydu. Bunu türlü türlü karşıladılar. Kimisi
onun ilmi bırakıp memuriyete girmesini hoş görmediler. Memuriyeti bırakır asını
tavsiye ettiler.
Şafiî Necrân'da işe başladı. Orada atâlet bayrağını açarak hakkaniyet
üzere iş gördü. Her çağda ve her yerde olduğu gibi Necrân'da
da insanlar; valilere, kadılara, hâkimlere yaranmağa çalışırlar, onlara yakınlaşmak
için yol ararlar. Fakat bu gibiler, böyle yaranmak, yaltaklık suretiyle
Şafiî'ye yaklaşmağa yol bulamadılar, onun adaletine gölge kondurmağa imkân
yoktu. Kendisi bu konuda şöyle diyor: "Ben Necrân'da
vazife görmeğe başladım. Orada benî Haris b. Abdü'l-Medân ve Sekîf me-vâüsi yaşamakta idi. Oraya bir
vali gelince ona yaranırlarmış. Bana da bunu yapmak istediler, fakat bende
aradıklarını bulamadılar,"
Demek oluyor ki Şafiî,
yaranmak suretiyle kendisini âlet etmek isteyenlerin yüzüne kargı yaranma
kapışım kapamıştır. Bu öyle bir kapıdır ki, kendileri küçük olanlar, büyüklerin
kalbine bu kapıdan sızarak onları adaletten ve hak yolundan çevirmeğe
çalışırlar. Şâfü, bu kapıyı kapamakla kendisini her
türlü serden ve zulümden korumuştur. Büyüklere dalkavukluk suretiyle sokulanlar
onları yanıltır. Şafiî bundan kendini korudu. Onun için bütün yaptıkları
adaletti. Fakat adalet, dâima, üstüne binilmesi güç bir bineğe benzer. Ona
ancak azim sahibi olan kimseler güç yetirir. Onlar da zamanın şiddetine ve
ezasına mâruz kalırlar, işte Şâfü de böyle oldu. [11]
Yemen'e zâlim, gaddar
bir vali geldi. Necrân da Yemen vilâyetine dâhil.
Şafiî, onun zulüm ellerinin, idaresi altındakilere uzanmasına mâni' olurdu. Çok
defalar Şafiî, ulemânın ellerinde çok iyi kullanmasını bildikleri keskin bir
kılıç olan tenkîd vasıtasiyle
bu valiyi uyarmağa çalıştı. Onu hırpaladı. Fakat Şafiî'nin, zulmüne karşı
koyduğu bu valiyi tenkîd ederek onu böyle
hırpalaması, valiyi kendi aleyhine harekete geçirdi. Vali ona kin bağlayarak
hakkında iftiralar uydurdu, tezvîrata başladı. Herkes
tabiatının icâbını yapar.
Abbasîler,
karşılarında en kuvvetli düşman olarak Hz. Ali
evlâdını görürlerdi. Çünkü onlar da aynı soydandılar. Üstelik Ali'nin torunları
"Re-aûlullâh'in neslinden idiler. Bu, onlarda
yoktu. Abbasî Devleti neseb iddiası sayesinde
kurulmuş bir devlet olunca, Hz. Ali torunları da aynı
nesebe sâhib, hattâ Resûlullâh'a
daha yakındılar. Onun için Ali torunlarına bir davet sezdiler mi, onu daha
beşikte iken hemen bastırırlardı. Bu hususta uzun boylu tahkikat yapmadan,
kati delile bakmadan şüphe üzerine insan öldürürlerdi. Prensipleri şuydu:
işlerin kendi çıkarlarına yorumu uğrunda suçsuz kimseyi öldürmeği, iğlerini
bozacak bir maznunu serbest bırakmaktan kendileri için, daha evlâ görürlerdi.
îşte bu zâlim vali de
Abbâsîleri bu zayıf noktalarından avlamasını becerdi. Şafiî'yi Aleviliğe
taraftar olmakla itham etti. Halîfe Hânın Reşid'e
yazdı: "Alevilerden 9 kişi kımıldanmağa başladılar." Sonra, mektubunda
şöyle dedi: "Ben onların hükümet aîeyhinde
ayaklanmalarından korkuyorum.. Burada Şafiî Muttalib
oğullarından bir adanı var, o burada oldukça benim ne buyruğum tutuluyor, ne
de yasam."
Bâzı rivayetlere göre
ise Şafiî hakkında şöyle demiş: "Harb meydanlarında
savaşan bir kimsenin kılıçla yapamadığım o, diliyle yapıyor."
Bunun üzerine Halîfe Reşid, Hz. Ali taraftan olan bu
dokuz kişinin, Şafiî de beraber olmak üzere, Bağdad'a
getirilmesi için emir vermiş.[12]
Rivayetlerin dediğine
göre Halîfe bu dokuz kişiyi öldürtmüştür. Şafiî hüccetinin kuvveti ve Hanefî fakîhi Muhamnıed b. Hasan Şeybânî'nin gehâdeti sayesinde
kurtulmuştur.
Hüccet ve delilinin
kuvveti şundan anlaşılıyor: Kendisine kılıç altında Alevilik ithamı
yöneltildiği zaman Halîfe Harun Reşid'e şöyle cevap
verdi:
— Yâ
Emîrü'l-Mü'minîn, iki adam
var, bunlardan birisi beni kendisine kardeş sayıyor, diğeri kölesi addediyor.
Ne dersin, bunlardan hangisi bana daha sevgilidir?
— Seni kardeş sayanı daha çok seversin.
— îşte o adam sensin ya
Emîrü'I-Mü'minin. Zîrâ siz
Abbasî oğulları, onlar ise Ali oğulları. Biz de Muttalib
oğulları. Siz Abbasî oğulları bizi kardeş görürsünüz, onlar ise bizi köle
sayarlar.
Hanefî fakîhi Muhammed b. Hasan Şeybânî'nin
onun hakkındaki iyi şehâdetine gelince: Şafiî onu,
itham olunduğu esnada Harun Reşid'in meclisinde
görüp tanımıştı. Zîrâ ilim, ilim ehli arasında bir akrabalık bağıdır. Şafiî
müdafaası sırasında söyledikleri arasında kendisinin ilimden, fıkıhtan nasibi
olduğunu söyledi ve kadı Muhammed b. Hasan da bunu bilir, dedi. Harun Reşid, bunu Muhammed b. Hasan'a sordu. O da:
— O ilmi çok, bilgiden nasibini almış bir
zâttır. Ona isnat olunan bu işle onun bir ilgisi yoktur. O öyle adam değil,
dedi. Harun Reşid de:
— Onu yanına al,
bakalım, düşünelim, dedi. Bu sayede Şafiî kurtuldu. [13]
Bu sınamayla Şafiî'nin
Bağdad'a gelişi 184 yılında idi. O zamanlar 34
yaşında bulunuyordu. Başına gelen bu hâl onun hükümet umuriyle
uğraşmaktan, valilik işlerinden el çekip ilme dönmesine bir vesile oldu. Bundan
sonra yine kendini ilme verdi. Okudu, okuttu; ders aldı, ders verdi, însanlar
için fıkıhta ebedî eserini meydana getirdi. Zîrâ Muhammed b. Hasan'ın nezdinde m
Şafiî, Muhammed b.
Hasan'dan ilim aldı. Onun kitaplarını okudu, ondan nakletti, bu nakil
ettiklerini kaydetti. Kendisi şöyle demiştir:
"Muhammed b.
Hasan'dan bir deve yükü ilim aldım, hepsi de bizzat ondan duyduklarımdır."
Muhammed b. Hasan'ı çok sever ve sayardı. Onda sanki üstazmı
görürdü. Onu çok öğer, ilmini çok takdir ederdi. Onun
hakkında şöyle derdi: "İncelenmesi gereken bir mes'eîp
sorulduğu vakit
yüzünü çatmayan tek
bir kişi görmedim, ancak Muhammed b. Hasan Öyle değildi." Şafiî ondan
hadîs de rivayet etti, ondan yalnız re'y fıkhını almakla
iktifa etmedi. (El'Üm)'de
diyor: "Bize Muhammed b. Hasan haber
verdi, o da Yâkûb b. İbrahim'den, o da Abdullah b.
Dinar'dan, o da îbn-i Ömer'den rivayet ediyor, Hz. Feygamber
buyurmuştur ki: Velâ da neseb
akrabalığı gibi bir akrabalıktır, ne satılır, ne de hibe olunnr."
imâm Muhammed de Şafiî'ye lâyık olduğu hürmeti göstermekte hiç kusur etmezdi.
Hattâ Şafiî'nin meclisinde bulunmağı, sultanın meclisinde bulunmağa tercih
ederdi. Rivayet olunduğuna göre: Bir defa imam Muhammed Halîfenin sarayına
gitmek üzere atma binerek evinden çıkmıştı. Şafiî'nin geldiğini gördü. Hemen
atından indi ve Şafiî'ye koştu. Hadimine: Sen hadi git, Özür dile, ben gelemiyeceğim, dedi. Şafiî: Ben başka vakit geleyim, dedi
ise de o: Hayır, dedi ve Şafiî'nin elinden tutarak evine getirdi. Şafiî, imam
Muhammed b. Hasan'm ders halkasına devam ederdi. Bununla beraber kendisini
îmanı Mâlik'in talebesinden, onun mezhebinin fukahasmdan
ve Muvatta'ın râvilerinden
sayardı. Onu korur, onun üstüne titrer, Medine ehlinin fıkhım müdafaa ederdi.
îşte bu yüzdendir ki, İmam Muhammed ders meclisinden kalktıktan sonra onun
talebeleriyle münazara ve mübâhase yapar, Hicaz
fıkhını ve onların yolunu müdafaa ederdi. Belki de üstadhk
mevkiine saygısından bizzat imam Muhammed'le münazara yapmazdı.
imam Muhammed, onun
kendi talebesiyle münazara yaptığını haber alınca, ondan bizzat kendisiyle
münazara yapmasını istedi. O sıkıldı ve bundan kaçındı. İmam Muhammed ısrar
edince istemiyerek münazaraya girişti. Hicaz fukahası ile Irak fukahası
arasında münakaşa mevzuu olan bir şahit ve yeminle hükmetme[14]
meselesinde Şafiî, imam Muhammed'le münakaşa yaptı ve Şafiî olan râvilerin rivayetlerine göre bu münakaşada Şafiî
kazanmıştır.
Şafiî Bağdad'da îmam, Muhammed'in talebesi olarak oturdu. îmam
Mâlik'in talebesinden Medîneli bir fakîh olması
itibariyle onunla ve talebesiyle münazaralar yapardı. Bundan sonra Mekke'ye döndü. Yukarıda
söylediğimiz veçhile
yaranda Iraklıların kitaplarından bir deve yükü kitap götürdü. Râvilerin çoğu bu gelişinde Bağdad'da
ne kadar kaldığını söylemiyorlar. Fakat herhalde ehl-i
re'y fıkhım öğrenecek kadar bir müddet kalmış olması
akla yakındır. Bu da iki sene kadar olsa gerek. [15]
Şafiî Mekke'ye döndü
ve Mekke'de Harem-i Şerifte derslerini vermeğe başladı. Hac mevsimi gelince
nice büyük âlimler onunla görüşür, onu dinlerlerdi, işte bu esnada Ahmed b. Hanbel de onunla
görüştü. Artık Şafiî'nin şahsiyeti yepyeni bir fıkıhla ortaya çıkmıştı. Bu, ne yamız Me-dîne ehlinin fıkhı idi,
ne de yalnız Irak ehlinin fıkhı. Belki de her ikisinden de alınmış yeni bir
fıkıh ki, Kitap ve Sünnet ilminin olgunlaştırdığı, arapçayı
ve insanların ahvâlini iyi bilmenin perçinlediği, kıyas ve re'yin
geliştirdiği parlak bir aklın hulâsasıdır. Kendisiyle görüşen âlimler, onda nev'i şahsına münhasır yepyeni bir âlim tipi görürlerdi[16].
Râvilerin sözlerinden anlaşıldığına göre Şafiî bu gelişinde
Mekke'de dokuz sene kadar oturdu.
Şüphesiz Şafiî,
birbirinden farklı olan her iki türlü fıkhı gördükten, münazara ve
münâkaşalarda bulunduktan sonra görüşlerin ayrıldığını, nokta-i nazarların muhtelif
bulunduğunu, tutumların 'aşka başka olduğunu görünce hakkı bâüldan
ayırmak için belli ölçüler, usûl kaideleri vaz'etmek zarurî olduğunu anladı. Yâhût en azından hakikate
en yakın olanı bilmenin yolunu aradı. Zîrâ Hicaz fukahası
ile Irak fukahası arasında görüş farkları,
ihtilâflar bulunduğunu gördükten sonra, Şafiî gibi her iki görüş sahiplerini
tanıyan ve sayan, kanaatlere hürmet eden bir zâtın, ince ve esaslı bir ölçüye
vurmadan bu görüşlerden birinin bâtıl olduğuna hükmetmek asla makûl bir şey olamazdı.
îşte bunun içindir ki, o istinbat usûlünü, hüküm alma
kaidelerini tesbit etmeği düşündü. Görüşlerin
birbiriyle çarpıştığı ve boğuştuğu Irak'ın gürültülü hayâtından uzak kalıp
Mekke'de uzun müddet oturmayı da bunun için tercih etmiştir. Zî-râ bu kaideleri çıkarmak için
kendisini huzur içinde ilme ve teemmüle vermesi gerekli idi. Vaktini Kur'ân'a vakfedip onun delâlet yollarını araştırdı,
hükümleri inceledi, nâsıh ve mensûh,
her ikisinin hususiyetlerini tanıdı. Sünneti ele aldı, onun şeriat ilminde
yerini ve değerini belli etti- Sa-hîh
olanını çürük olanından ayırmayı, sünnetle istidlal
etmeyi, Kur'ân-ı Kerîm'e nazaran derecesini tanıdı.
Sonra Kitap ve Sünnet'te bulunmayınca hükümler nasıl çıkarılacak ve bu durumda
içtihadın usûlü ve kaideleri ne olacak? Müctehid için
çizilmiş hudut nelerdir ki, ictihâdde bir yanlışlığa
düşmemek için o hududu aşmasın, işte bütün bunları tesbit
etmesi lâzımdı. Bu da salim kafayla olurdu. Onun için, durmadan seyahat eden
bir kimse olarak tanıdığımız Şafiî'nin bu defa Mekke'de uzun müddet kaldığım
görüyoruz. îşte bu esnada istinbat usûlünü vaz'etti ve onları insanlara sundu. Belki*de cumhûr-ı fukahâya arzedecek kadar birtakım
kaideler vaz'ettikten sonra bilûmum fukahâ yatağı olan Irak'a tekrar gitti. Târk
imam Mâlik'in vefatından sonra Medine eski parlaklığını kaybetti ve artık Bağdad'da hem ehl-i re'y ve hem de ehl-i hadîs vardı. [17]
195 senesinde imam
Şafiî'yi tekrar Bağdad'da görüyoruz. Bu ikinci
gelişidir. Bu gelişinde fıkıhta yepyeni bir yolu vardır. Artık yalnız-hükümlerini
beyân için fer'î mes'elelere bakmıyor, yalnız fetva
vermek için cüz'î mes'eleleri
ele almıyor. Bu defa Bağdad'a geldiğinde o heybesinde
küllî kaideler taşıyan bir fakîhtir. Usûlü vaz'etmiştir. Onlarla cüz'î mes'eleleri bir kaide altına zabt
ve tesbit etmiştir. O halde fıkhı, cüz'î ve fer'î değil, küllî bir ilim hâline getirmiştir,
hususî fetvalar ve hükümler değil, umumî kaideler kurmuştur. Bağdad Şafiî'de bunları gördü. Âlimler ve fıkıh isteyenler,
onun başına toplandı. Muhaddisler ve ehî-i re*y hepsi ona koştu.
Bu gelişinde o ilk
defa olarak, usûl-ü fıkıh ilminin esasım kurmuş olan Kitâbü'r-Risâle'sini
te'lif ettiğini söylerler. Fahreddin
Râzî, Menâkıb-ı Şafiî
eserinde diyor ki: "Rivayete göre Abdurrahman b.
Mehdî, Şafiî'den daha gençken kendisi için öyle bir kitap yazmasını istemişti
ki, onda Kur'ân, Sünnet, icmâ
ve kıyasla istidlalin şartlarım bildirsin. Nâsıh ve mensûhu, umûm hususun mertebelerini beyân etsin. Bunun
üzerine Ş|fiî, Kitâbü'r-Risâle'sini
yazarak ona gönderdi. Abdurrahman Mehdî, kitabı
okuyunca şöyle dedi: "Zannetmem ki, Allâhu Teâlâ bu adamın bir dengini yaratnuş
olsun."
Sonra Râzî şöyle diyor: "Bilmiş ol ki, Şafiî, (Allah ondan
razı olsun) Kitâbü'r-Risâle'sini Bağdad'da
iken yazdı. Mısır'a dönünce onu tekrar yazdı. Bunların her ikisinde de çok ilim
vardı."
Buna göre Şafiî Kitâbü'r-Risâle'sini Bağdad'da
yazmış oluyor. Ta-rih-i Bağdad'da
böyle kaydediyor. Ancak Râzî'den naklettiğimiz
fıkranın başında Abdurrahman b. Mehdî kendisinden bu
kitabı yazmasını dilediği zaman Şafiî'nin genç olduğu söyleniyor. Halbuki Şafiî
Bağdad'a bu gelişinde orta yaşma girmişti, 45 yaşını
aşkındı. Ancak bu yaşta bir kimseyi genç sayarsak iş düzelir. Bâzı insanların
§öyle dedikleri de olur: Er-Risâ-le'yi
Abdurrahman b. Mehdî'nin dileği üzerine Mekke'de iken
yazıp sonra Bağdad'a geldiğinde kendisine göndermiş
olması da ihtimal dahilindedir ve onun için Bağdad'da
yazdı denilmiştir.
Şafiî, Irak'ta
kendisinin açmış olduğu bu yeni yolu yaymağa başladı. Onun esaslarına göre
mücâdele ediyor, ilim mes'elelerini onun usûllerine
göre tenkîde tabi' tutuyor, kitaplar yazıyor, r
Bu son gelişinde acaba
neden Bağdad'da az oturdu? Neden orada uzun müddet
kalmadı? Bağdad o zaman ulemâ yatağı idi. Şafiî'nin
de orada talebeleri, sevenleri vardı. Bağdad ilim
merkezi idi, ilim oradan her tarafa yayılıyordu. Halbuki, o zaman Mısır'ın Bağdad gibi ilmî bir mevkii yoktu. Ona yaklaşamazdı. Öyle
ise Şafiî neden Bağdad'dan Mısır'a gitti? içimizde bu
sorular uyanıyor. Bunun cevabı belki şudur: 198 senesinde Hilâfet makamına
Abdullah Me'mûn geçti. Me'mûn'un
zamanında iki iş oldu ki, Şafiî'nin hayâtı ve onun ilmî gidişi bunları hoş
karşılamağa mü-sâid olmadığından orada oturmadi.
1- Me'mûn zamanında Iran askeri Araplara galebe çaldı. Zîrâ
Emin ile Me'mûn arasında başlayan mücâdele gerçekte
Emin'in ve kumandanlarının temsil ettiği Arap kampı ile, Me'mûn
tarafını tutan, askeri ve kumandanları Arap olmıyanlardan
olan Iran kampı arasında bir savaştı. Bu savaş iranlıların
galebesiyle neticelendi. Böylece nüfuz ve kuvvet onların eline geçti. Şafiî
gibi Kureyşten olan bir zâtın, Iran nüfuzu altında
kalan bir yerde yaşamak, onuruna dokundu.
2- Me'mûn kendisi feylesof kelâmcılardandır. Mu'tezileyi kendine yaklaştırdı. Kâtipleri, mabeyn memurları, nedimleri, hususî meclisinde bulunanlar, en yakın
adamları, ilimde söz sahibi saydıkları
hep onlardandı. Şafiî ise Mu'tezileden ve onların mübâhase usûllerinden hiç hoşlanmazdı. Akâid
mes'elelerinde onların yolunca konuşan, onların
daldıkları münakagalara dalan kimselere ceza terettüp
ettiğini söylüyordu. Şafiî gibi bir adam onlarla bir arada bulunmağa, onlara
böyle yüz veren bir Halîfenin idaresinde yaşamağa razı olamazdı. Nasıl ki,
sonraları iş oraya vardı ki, islâm Tarihinde
(Mihnet-i halk-ı Kur'ân) denilen olayda fukahâ ve nıuhaddisler. türlü
sınamalara uğradılar. Rivayet olunduğuna göre Me'mun,
İmam Şafiî'ye kadılık teklif etmiş, o da Özür dileyerek kabul etmemiştir. Onun
düşünce mantığına uyan da budur. Onun şimdiye kadar öğrendiğimiz hayatına da
yakışan budur.
Bağdad'da oturmak Şafiî'nin hoşuna gitmedi. Oradan göçmesi zarurî
idi. Kendisine göç yeri, rahat yurdu olarak Mısır'ı uygun buldu. Çünkü
Mısır'ın Valisi Kureyşten Hâsimî,
Abbasî idi. Yâkût, Mu'cemü'1-Üde-bâ'da
diyor ki:
"Şafiî'nin
Mısır'a gelmesinin sebebi şudur: Abbâs b. Abdullah b.
Ab-bas b. Mûsâ b. Abdullah îbn-i Abbâs
kendisini oraya davet etti."
Bu Abbâs,
Halîfe Abdullah Me'mun tarafından Mısır'a vali tâyin
edilmişti. Şafiî Mısır'a gitmeğe niyet ettiği zaman şu kıt'ayı
söylemişti: "îçim, Mısır'a gitmek şevkiyle yanar, Ne çare arada İller,
çöller var. Bilmem açılır mı baht île zafer? Yoksa mezar e mi sürükler
kader?"
Şafiî bu şiiriyle
soruyordu: Mısır'a acaba bolluğa ve kurtuluşa mı gidiyor, yoksa mesâre mi sürüklenmektedir? Kader onun bu sorularının her
ikisine de cevap verdi: Onu bunların hepsine kavuşturdu: Şerifler soyundan
olması dolayısiyle Zevî'l-kurbâ hissesinden tahs
Şafiî'nin hayatı
hakkında sözü bitirmeden önce onun
hayatiyle ve tarihiyle alâkalı ilmî bir noktaya işaret etmek lüzumunu duyduk. O
da şudur: Şafiî 195 yılında Bağdad'a geldikten sonra,
hattâ bundan önce Mekke'deki derslerinde fıkıhta yeni bir çığır sahibi idi.
Bâzı yeni görüşler getirdi. Bunlarda Mâlik'in görüşlerinden ayrılma vardı.
Fakat Mâük'in görüşlerini tenkîd
veya tezyif etmiyordu. Muvafık da olsa, muhalif de olsa, Mâlik'in görüşlerini tenkîd etmeden kendi görüşlerini söylerdi. Her ne kadar
bâzı görüşlerinde az çok Mâlik'e muhalefet de etse, işte bu sebeple yine de
Mâlik'in ashabından, talebesinden sayılırdı. Nasıl ki, îmam Mâlik'in bâzı
ashabı Mâlik'e, Ebû Hanîfe'nin
ashabı ve talebesi üstadlanna muhalefet ettikleri
olmuştur.
Fakat Şafiî'yi, üstadı
Mâlik'in görüşlerini tenkîd ve tezyifle ona hücuma
sevk etmeğe bir olay sebep oldu. Şafiî, bâzı islâm
ülkelerinde, İmam Mâlik'ten kalan eserlerin, eşyanın ve elbiselerinin takdis
olduğunu duydu. Müslümanlar arasında öyleleri meydana çıkmıştı ki, kendilerine Resû-lullâh'ın bir hadîsi
söylense, ona karşı Mâlik'in sözleriyle mukabele ve muâraza
ederlerdi. îşte bunların karşısında Şafiî artık kendini tutamayıp coştu. Baktı
ki, insanlar îmam Mâlik'i, Resûlullâh'm hadîslerinden
alan bir müctehid mertebesinden ileri
aşırmaktadırlar. Böylece tehlikeli bir yol tuttuklarını gördü. Zîrâ
Bu konuda bir kitap
yazarak ona (Hilaf-ı Mâlik) adını verdi. Fakat üstadı Mâlik'e hürmeten kitabı
meydana çıkarmakta tereddüt etti. Hayatı boyunca ona üstad
nazariyle bakmıştı. Evet Mâlik'in hatalı bulduğu görüşlerini söyleyerek halkı irşâd etmesi lâzımdır. Halkm onu
takdîs etmesi, Sünnet için bir tehlike idi. Fakat üstadına vefa göstermesi de
gerekti. Onun için bir sene kadar kitabı dürüp kaldırdı. Sonra Allah'dan hayırlısını dileyerek kitabı açıklayıp yaydı.
Fahreddin Râzî bu konuda şöyle der:
"Şafiî, Mâlik aleyhinde bu kitabı yazda. Çünkü duydu ki, Endülüs'te halk,
Mâlik'in sarığiyle yağmur duası yapıyorlar.
Kendilerine: Peygamber dedi, diye hadîs rivayet olununca: Mâlik şöyle dedi,
derlerdi. Şafiî düşündü ki: Mâlik bir insandır, hatâ da eder,
Rabî' diyor ki: "Şafiî'yi şöyle derken işittim:
Mısır'a geldim. Mâlik'in rivayet ettiği hadîslerden yalnız onaltısma
muhalefet edildiğini bilirdim. Baktım, gördüm ki O, aslı alıyor, fer'î
bırakıyor. Fer'î alıyor, aslı bırakıyor."
Bundan sonra Fahrürrâzî, Şafiî'nin üstadı Mâlik'i tenkîd
etmesini haklı göstermek için, Aristo'nun Eflâtun'u tenkidine gelerek göyle diyor: "Ben de derim ki, Feylesof Aristo,
felsefeyi Eflâtun'dan öğrendi. Sonra ona muhalefet etti. Kendisine: Bunu nasıl
yaptın? denildi. O da: Üstadım dostumdur, hak da dostumdur, bunlar birbiriyle
karşılaşınca hakkın dostu olmak daha evlâdır." dedi. Şafiî'yi de üstadı
Mâlik'e muhalefete sevk eden bu düşüncedir.
Şafiî, Mâlik'e
muhalefeti açığa vurdu. Bunu ancak Allah rızası için yaptı. Mâlik'i tenkîd etmek ona çok ağır geldi. Çünkü o, üstadı idi. Ondan
dâima üstâd diye bahsederdi. Bu tenkîd
ona pahalıya mal oldu. Başına felâketler getirdi. Zîrâ Mâlik Mısır'da müctehîdler arasında birinci mertebeyi işgal ederdi.
Mâlikîler, Şafiî aleyhinde harekete geçtiler. Onu ten-kîde,
ona hücuma başladılar. Ona ta'n ediyorlardı. Hattâ
Mâlikîlerden kalabalık bir grup valiye giderek, Şafiî'yi memleketten
çıkarmasını istediler. Fahrürrâzî diyor ki:
"Şafiî, Mâlik'e karşı o kitabı yazanca, Mâlik taraftarları hükümdara
gittiler, ondan Şafiî'yi memleketten çıkarmasını istediler."
Şafiî yalnız Mâlik'in
görüşlerini tenkîd etmedi, ondan önce Irak fu-kahâsmdan Ebû Hanîfe'nin
ve onun arkadaşlarının ve diğer Irak fuka-hasının
görüşlerini de tenkîd etti, onlara muhalif olduğu
yerleri zikretti, onların re'ylerini çürüttü. Evzâî'ye muhâlîf olduğu yerleri zikretti ve pnun Sîyer'deki görüşlerini tenkîd etti[21].
Halbuki bunların hepsinin, o zaman fıkıh adamlarından taraftarları vardı,
onlara toz kondurmak istemezlerdi. Onları tenkîd
etmesiyle Şafiî'ye karşı büyük bir cedel ve münazara
yapmağa başladılar. O da onlara aynı mukabelede bulundu. Bu mücadele ve
münazaralarında âdâb-ı münazara kaidelerine riâyet
ederdi. Görüş sahibine bir kötülüğü dokunmazdı. Yalnız hüccete sarılırdı,
delile dayanırdı. O özel bir fıkıh felsefesine sahip bir zattı. Onun hakkında
Ah-med b. Hanbel şöyle
demiştir:
"Şafiî, dört
şeyde feylesoftur: lisânda, insanların ahlâkım bilmede, mânalara vukufta ve
fıkıhta." [22]
Yaptığı mübâhaselerde her zaman hadîs adamları tarafını tutardı, cedel usûlüne vâkıftı. Ehl-i re'y, onunla 184 yılında Bağdad'da
ilk karşılaşınca, onun bu kudretine hayran kalmışlardı. Razı bu hususta şöyle
diyor: "însanlar Şafiî'nin zamanından Önce iki gruptular: Hadîs
sahipleri, re'y sahipleri. Hadîs sahipleri Hz. Peygamber'den rivayet olunan hadîsleri ezbere
bilirlerdi; fakat onları incelemekten, münazaradan âcizdiler. Re'ysahiplerinden biri onlara bir sual sorup, onlara müşkîl bir mesele arz edince şaşırıp kalırlar, onların
önünde âciz düşerlerdi. Re'y sahipleri ise, nâzâr ve cedel sahibi kimselerdi. Ancak onlar da eser ve sünnet hususunda
âcizdiler. Şafiî ise Hz. Peygamber'in sünnetlerini
bilir, onların usûlüne vâkıftı. Münazara ve mübâhase
âdabını bilir, onlarda da kuvvetli idi. Düzgün sözlü idi. Hüccet ve delil
kuvvetiyle karşısındakini ilzam etmesini bilirdi. Resûlullâh'ın
hadîslerini korurdu. Ilendisine herhangi bir kimse
bir suâl sorsa, bir müşkÜ arzetse
onu kandırıcı cevaplarla halleder, karşısındakini sustururdu. Ehl-i re'yin, ehl-i
hadîse saldırmasını o durdurmuş
oldu,"
Şafiî, usûlünü vaz'edip kaideler kurmağa başlayınca gördü ki, Hicaz fukahâsından olanlar, bu usûlün dı§ına çıkıyorlar, onlarla mukayyed olmuyorlar, üstadı da bunlardan biridir. Baktı ki, üstadı (Mâlik) bir aslı alıyor, fer'ı bırakıyor, fer'ı alıyor, aslı bırakıyor. Böyle bir ıttıradsızlık var. Onun için Hicaz fukahâsiyle de mücâdeleye, girişti. Bu yüzden bütün hayâtını bu şeriat fıkhının uğrunda savaşarak geçirdi. Hak için, hak yolunda çalıştı. Hattâ bâzı tarihçiler onun bu uğurda can verdiğini söylerler[23]. Gerçekten Şafiî, çağında fıkıhta imam idi. [24]
[1] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 12-13.
[2] Bu üç türlü rivayet Şafiî'nin dilinden nakil
olunmaktadır. Onun şöyle dediği söyleniyor: "Ben 150 yılında Gazze'de doğdum. İki yağında bir çocukken Mekke'ye
götürüldüm." Diğer bir rivayet ise şöyledir: "Ben Askalân'da
doğdum". Yâkût Hamavî diyor ki, Askalân ile Gazze arası üç
fersahtır. Her ikisi de Filistin'dedir. Onun şöyle dediğe de rivayet olunur:
"Ben Yemen'de doğmuşum. Annem benim sönüp gitmemden korkmuş., beni
Mekke'ye götürmüş."
[3] Bunun içindir
ki imam Şafiî, zevîi-kurbâ hissesinden kendisine
pay verilmesini istediği vakit, bu dileği yerine getirildi.
[4] Falıreddin Râzî, Mâliki ve Hanefî
Mezhebi mutaassıplarına üç yönden cevap
verir:
a)
Mâlikîlerden ve Han enlerden o çağda ona
muhalif olanlar, onunla mücâdele
ediyorlardı. İçlerinden onu çekemeyip
küçük düşürmek isteyenler vardı.
Eğer o, Kureyş/ten
olmasaydı onun soyuna ta'n ederlerdi
ve bu
da o zaman
duyulur, yayılırdı. Halbuki
mücâdele ettiği kimselerin böyle bir §ey
dedikleri hiç naklolunma-mıştir.
b) İmam Şâfü, Harun Reşid'e karşı ayaklanan Alevîlerle beraber olmakla itham edilince bu neseb iddiasını Halîfe Harun Regid'in
huzurunda yaptı. Eğer Mevâ-lîden olsa
idi, o zaman
Halîfenin amucasımn oğlu
olduğu iddiasında bulunamazdı. Çünkü böyle bir ithamla elleri
kelepçeli olduğu halde korku İçinde getirilmişti. Eğer neseb'i
güneş gibi meydanda olmasaydı, Şafiî
gibi aklı başında bir adam böyle bir
makamda öyle aslı oîmadık iddiada bulunamazdı.
c) Büyük Ulemâ
bu nesebin böyle olduğuna şahîddirler. Muhammed İbn-i İsmail
Euhâıî, Tarih-i Kebîı'inde
Şafii'yi anlatırken der ki: "Muhammed b. îdris
Şafiî, Kureyştendir..." Müslim
b. Haccac da
der ki: "Mekke
Valisi olan Abdullah
İbn-i Sâib, Muhammed
b. İdris'in atası olan Şafiî b. Sâib'in
kardeşidir. Abdullah b. Sâib'in Kureyşten
oîduğunda hiç niza' yoktur." (Fahrürrâzî, Menakıb-ı Şafiî, s. 87).
İmam Şafiî hakkında ilk eser Dâvud Zahirî
(ölümü 270 H. / 883 M.) tarafından yazılmıştır. Sonra Sâcİ
(Ölümü 307 H. / 919 M.), İbn-i Ebî
Hâtem (ölümü 327 H. / 938 M-) taraflarından da menâkıbı yazılmıştır ve bunları başka eserler takîp
etmiştir. Tarih ve Tabakât kitaplarında da ona dâir
geniş bilgi vardır (Mütercim).
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 13-15.
[5] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 15-16.
[6] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 16-17.
[7] Bu, Şafiî'nin kendi ağzından duyulmuş birçok rivayetlerde
vardır. Bunu Falırürrâzî, Menâkıb-ı
Şafiî'de, Hamalı Yakut Mu'cemü'l-Üdebâ'da nakleder.
Hepsi aynı mânâdadır. Bu rivayetlerde dîvanda içine yazılmış, arkası beyaz
kalmış kâğıtları aldığa söylenir.
Bu eserde Şafiî'nin
biyografisine âit birçok kısımlar, Yâkût Hamevî'nJn Mu cemü'l-Üdebâ'smdan alınmıştır. Dârü'I-Me'mûn Matbaasında basılan Mu'cemü'I-Üde-bâ'nın XVII. cildinin
281/327. sâhifelerini tutan Muhammed b. îdris Şafiî maddesinden yer yer
alınan bu kısımlar için sâhife gösterilmemiştir,
isteyen o maddeye müracâat edebilir (Mütercim).
[8] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 17-18.
[9] Yakut'un Mu'cemü'l-Üdebâ'smda, Fahrürrâzî'nin Menâkıb-ı Şafiî eserinde naklolunduğu üzere Şafiî'nin
Mâlik'e gitmesini ve onunla görüşmesini onun dilinden 'dinleyelim. Çünkü bu, o
çağda ilim adamlarının mevkiini gösterir. Şafiî diyor ki:
"Mekke Valisinin
yanma girdim. Onun Medine Valisine ve Mâlik fbn-1 Enes'e yazdığı mektubu aldım. Medine'ye geldim. Mektubu
Valiye sundum. Mektubu okuyunca:
— Ey delikanlı, benim Medîne içinden Mekke
içine yalınayak yürüyerek gitmem, Mâlik îbn-t Enes'in
kapışma gitmekten bana daha kolaydır. Onun kapısı önünde durup dikilmekte ben
hiçbir küçüklük görmem.
Dedim ki:
— Allah Emîre iyilik versin, onu davet
buyursanız.
— Bu olmaz,
biz onun ayağına gitmeliyiz. Eğer
Medine'nin tozuna toprağına katlanırsak bâzı emelimize belki nâiî oluruz, dedi. ikindi vakti sözleştik. Toptan yollandık.
Vallah, dediği gibi, Akîk (Medine'de bir
dere boyu) in tozu toprağı İçinde
kaldık. Eve vardığımızda bir adam ilerleyip
kapıyı çaldı. Siyah bir
câriye çıktı. Emir ona:
—Efendine benim kapıda
olduğumu söyle, dedi.
Câriye içeri girdi.
Biraz gecikti, sonra çıktı ve şöyle dedi:
— Efendim selâm ediyor ve diyor ki, eğer bir
mesele sormak İstiyorsa onu bir kâğıda yazsın, cevâbını alsm.
Eğer ders için ise ders gününü biliyorsun, dön!
Emîr dedi ki:
— Ona söyle,
ben ona mühim bir iş hususunda
Mekke Valisinin mektubunu getirdim.
Câriye içeri girdi ve
elinde bir sandalye olduğu halde çıktı. Sandalyeyi yere koydu. Sonra îmam Mâlik
heybet ve vakar İçinde çıktı. Uzun boylu, sünnet üzere bırakılmıg
sakallı, yaşlı muhterem bir zât. Oturdu. Bağında taylasânı
vardı. Vali kendisine mektubu takdim etti. Açıp okumağa başladı. "...
mektubu getirenin işi şu merkezde, onunla konuş, gereğini yap..."
sözlerine gelince mektubu elinden attı ve:.
— Sübhânallâh, Resûlullâh'm İlmi artık böyle vâsıtalarla alınır mı oldu?
dedi. Baktım ki, Vali onunla konuşmaktan korkuyor. Ben ileri atıldım ve:
— Allah. iyilikten ayırmasın, ben Muttalib ailesinden
bir adamım. Maksadım şudur, diyerek hayat hikâyemi
anlattım. Sözlerimi dinleyince o zaman bana baktı. Onda büyük bir feraset ve
sezgi vardı. Bana Adın ne? dedi.
— Muhammed, dedim.
— Ey Muhammed, Allah'dan
kork, günahtan sakın,
zîrâ sen yüksek
mertebe sahibi bir adam olacaksın, dedi.
[10] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 18-20.
[11] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 20-21.
[12] Burada iki şeye işaret etmek, istiyoruz:
1- Şafiî, Hz. Ali evlâdına beslediği sevgiyle tanınmıştı. Nasıl ki,
bunu ileride »sıkılayacağız, îbn-i Abdu'I-Berr'in El-lntika'sında ve başkalarında kaydedildiğine göre, onun göyle dediği rivayet olunur:
"Hz. Muhammed'in ÂPtai sevmek râfizîlik ise, ins ve cin
tanık olsun ki ben râfizîyim."
2- Raviler ittifak etmiştir ki, Şafiî, AH tarafdariığı
ile itham olunmuştur ve Halîfe Reşid bu yüzden onu
tazyik etmiş ve Bağdad'a getirtmiştir. Yalnız İhtilâf
ettikleri cihet gudur: O Mekke'de iken mi, yoksa
Yemen'de iken mi bu ithama mâruz kaldı? îbn-i Hacer'in Tevâlî El-Tesîsi'nde, Fahreddin
Râzî'nin Menâkıb-ı
Şafiî'sinde, Yâkût Hamevî'nin Mu'cemü'I-Ü'debâ'sında naklettiklerine göre bu
itham Yemen'de bulunduğu esnada olmuştur ve Yemen'den alınarak Bağdad'a Halîfe Reşid'e getirilmiştir.
İbn-i AbdÜ'1-Berr ise El-întikâ'da bu ithamın Mekke'de bulunduğu sırada olduğunu
kaydediyor. Şafiî'nin dilinden şöyle anlatılıyor: "Harun Reşid'e
ihbar etmişler ki: Mekke'de birtakım tertipler var, Yemen'den Alici olan bir
adamı çağırdılar, o da mücavir olarak Mekke'ye geldi, Kureyş'ten
bir cemâat onun etrafında toplandı. Ona bîat etmek istiyorlar. Harun Reşid, Yahya b. Hâlid Bermeki'ye emir verdi. Bermekî,
Mekke'de hepsi de Kurey'ş.ten 300 kişinin elleri
bağdı olarak gönderilmesi için Mekke Valisine derhal yazmasını talep eder.
Onlarla birlikte ben de vardım."
Sonra diğer bir
rivayette şöyle diyor: "Şafiî, Ali tarafdarlannm
onuncusu olarak Hicaz'dan getirildi."
Bu rivayetler şüphesiz
ki, zahirde birbirine aykırıdır. Fakat aralarını göyle
bulmak mümkündür: Şafiî ailesini ziyarete geldiği sırada Mekke'de iken itham
olunmuştur. Bu ithamı yapan da hakkında tezvîr ve iftiralar hazırlayan Yemen
Valisidir.
itham olunanların sayısındaki İhtilâfa gelince: Asıl itham on Kişiye
yönetilmiştir. Diğerleri onları dinleyip onlara uyanlardır.
[13] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 21-23.
[14] Bir şahit ve yemînle hükmetme mes'elesi
Hanefîler ile Şâfiîler ve Mâlikîler arasında ihtilâf konusu olmuş meşhur bir mes'eledir. Mes'elenin esası
şudur: Hanefî-lere göre beyyine
davacıya, yemîn de inkâr edene düşer, buna g"8re davacıya yemîn yoktur.
Eğer kabule şayan beyyinesi varsa onlarla hükmolunur, beyyine yoksa o zaman
dâvâlıya yemîn teklif olunur. Eğer yemîn ederse yemine göre hüküm verilir. Eğer
yemîn etmezse o zaman davacının lehine, hüküm verilir. Hiçbir suretle davacıya
yemîn teklif olunmaz.
Mâlikî ve Şâfiîler ise diyorlar ki: Davacının yalnız bir şahidi varsa,
kendisine bir de yemîn teklif olunur, bu yemîn ikinci şahit yerine geçer. Fakat
bu da yalnız mal dâvalarmdadır. Mal dâvalarından
başkalarında mevrid-i nassa
bakılarak davacıya yemîn tevcih olunmaz. Bu münazara El-ümm'ün
yedinci cüz'ünde zikrolunmuştur.
[15] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 23-25.
[16] Yâkût Hamevî, Mu'cemü'l-Üdebâ'da kaydediyor: îshak
b. Râheveyh diyor ki, Süfyân
b. Uyeyne'nin yanında Amr
b. Dinar'ın hadîslerini yazıyordum. Ahmed b. Hanbel gelerek bana:
—Ey Ebû
Yâkûb, kalk, sana gözlerinin mislini görmediği bir
adam göstereyim, dedi. Ben de kalktım. Beni zemzem kuyusu meydanına götürdü.
Baktım ki, orada beyaz elbiseli bir adam duruyor. Yüzü esmerce, güzel,
yakışıklı bir zât. Aklı sunasında okunuyor. Beni yanıbaşma oturttu
ve Ahmed ona:
— Ey Ebû Abdullah, îshak b. Râheveyh Hanzalî işte budur,
dedi. Şafiî beni selâmladı, İltifatta bulundu. Karşılıklı ilmî mes'elelerin müzâkeresine daldık. Onda coşkun bir ilim
gördüm. Bilhassa hıfzı hoşuma gitti. Orada oturmamız uzayınca Ahmed b. Hanbel'e:
— Ey Ebû Abdullah,
kalk, adamın yanma gidelim, dedim. O da:
— işte adam budur, dedi. Ben de:
—Sübhânallah,
dedim, Zührî bize hadîs rivayet etti diyen adamın
yanından kaldırınca, bizi Zührî veya ona yakın bir
adamın yanına götüreceğini sezmiştim. Bizi böyle bir gence getirdin... Bana:
— Ey Ebû Yâkûb, bu adamdan ilim al, zîrâ benim gözlerim bunun
gibisini görmüş değil, dedi.
Bu ve emsali hikâyeler Ahmet b. Hanbel'in
Şafiî'yi Mekke'de gördüğünü göstermektedir. Fakat bunun ilk görüşmeleri olup
olmadığı bu hikâyeden anlaşılamıyor.
[17] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 25-26.
[18] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 26-27.
[19] Yâkût, Mu'cemü'I-Ü'debâ, c. XVII, s. 304.
imam Şafiî'nin mezarı Mukattam dağının eteğindeki mezarlıktadır. Bugün civan
binalarla doludur. Türbe gayet süslüdür, üzerindeki muazzam kubbe Melik Kâmil Eyyûbî tarafından 608/1211'de yapılmıştır. Mezarı, ziyaret
mahallidir. Kubbenin üzerinde kuşlara yem koymak için kayık şeklinde bir yemlik
vardır. Türbe her zaman ziyarete açıktır. Çbgu kadın
olmak üzere pek kalabalık ziyaretçi gelir.
Türbe dilek mahallidir.
Koca arayan kızlardan tut da imtihanı kazanmak isteyen Öğrencilere liadar herkes her türlü dileğini bu türbeye yapar. Bu
dilekler, dilekçe (arzuhal) şeklinde yazılıp türbenin parmaklıklarından içeri
atılır. Hattâ posta İle dilekçe gönderenler de vardır. Posta müvezzü imam Şafiî adresine postalanmış her zarfı getirip
buraya atar.
Ne tuhaftır ki, îmam Şafiî, üstadı İmam
Mâük'in sarığıyla Endülüs halkının yağmur
duası yaptıklarını duyduğu zaman, bu
hurafeye hücum etmişti. Sonradan
onun mezarı da başka bir hurafeye vesîle yapıldı (Mütercim).
[20] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 27-28.
[21] Merhum Hüseyin Beyin bastığı Şafiî'nin fıkıh
mecmuasında bu kitapların hepsi var.
[22] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 28-30.
[23] Yâkût, Mu'cemü'I-Udebâ'da diyor ki: "Mısır'da Mâlik İbn-i
Enes'in taraftarlarından Fityân
isminde birisi vardı. Sert ve haşîn bir kişi idi. Şafiî İle sık sık. münazara yapardı. Halk da onların etrafına toplandı.
Günün birinde hürrün bey'i mes'elesini
münakaşa ettiler. Yâni bir adam kölesini rehin bıraksa, sonra onu âzâd etse, başka malı da olmasa, âzâd
etmekle hür olur. Fakat rehin bırakılmış olduğundan rehine karşılık
satılabilir mi? Şafiî bir kavime göre bu satışın caiz olduğu cevâbını verdi. Fityan ise bunu caiz görmez. Çünkü madem ki, âzâd edilmiştir, her "bakımdan âzâddır
(Şafiî'nin bir kavli de böyledir). Şafiî kuvvetli delilleriyle üstün gelince Fityan sıkışıp kaldı. Şafii'ye en çirkin şekilde küfür
etti. Şafiî ağzını açıp ona tek kelime bile söylemedi. O, meselenin
münakaşasına devam etti. Biri bu işi valiye aksettirdi. Vali, Şafiî'yi
çağırarak meseleyi sordu, ısrar karşısında Şafiî olup bitenleri anlattı.
Şahitler Fityan'm aleyhinde şahitlik ettiler. Vali,
Şafiî gibi bir ki§i Fityan aleyhinde şahitlik etse
onun boynunu vururdum, dedi ve Fltyan'a dayak atılmasını
emretti. Fityan bir deve üzerinde şehirde teşhir
olundu, önünde bir münâdi, Reaûlullâh'ın sülâlesine
şovenin cezası budur, diye nida ediyordu,
Bundan sonra Fityan tarafını tutan ayak takımından bir grup anlaşıp
Şafiî'nin dersine gelip oturdular, Şafiî'nin talebesi dersten kalkıp gitmekle
Şafiî yalnız kalınca Üzerine hücum ettiler. Onu dövdüler. Sonra Şafiî evine
götürüldü, hastalığı devam etti ve nihayet öldü.
Ne gariptir ki İslâm'da
dört mezhebin dört imamı da tarihten zulüm görmüştür, îmam Mâlik biat fetvasından
dolayı dayak yedi. imam Şafiî şîa tarafdarı diye
yakalanıp sorguya çekildi. Ebû Hanîfe
o hazîn akıbete uğradı, Ahmed b. Hanbel
18 ay hapiste yattı ve dayak yedi. tşin garibi Ahmed'e dayak atan adam da Ah> ed
gibi oruçluydu.
Bu rivayetten anlaşılan, ölümü bu dövme yüzünden olmuştur. Bu biraz söz
taşır. Dövme olayı doğru olsa da, olmasa da, rivayetlerin çoğunda zikrolunduğu üzere Şafiî'nin ölümüne sebep olan mayasıl
illetidir. Fazla kanama yapması yüzünden Tan-rı'nuı
rahmetine kavuşmuştur. Allah rahmet eylesin.
[24] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 30-31.