2- ŞAFİÎ'NİN TAHSİLİ VE İLMİNİN KAYNAKLARI
22- Şafiî'nin İlimdeki Mevkii, Âlîmlerîn Bu Husustaki Sözleri:
23- Arap Edebiyatına Olan Derîn Vukufu:
24- Onun Bılgî Hamurunun Yoğrulduğu Unsurlar:
25- Şahsî Kaabilîyeti, Însan Pstkolojisîne Vukufu, Hakikati Aramadaki
Temiz Nîyetî:
26- (II.) Üstâdları, Fıkıh Ekolleri, Muhtelif Mezheb Ve Meslekteki Ulemâdan Ders Alışı:
Yemen Ahalisinden Olan Üstadları:
Irak Ahalisinden Olan Üstâdlan:
27- Hadîs Ve Re'y Fıkhı Ekolleri, Mekke Ekolü:
28- (III.) Hususî Etüdleri Ve Bîlgilerî:
29- İlîm Yolundaki Seyahatlerin Faydası, Görüştüğü Ulemâ İle
Münazaraları, Kitapları İncelemesi:
30- Bîr Îddîa: Şâfîî Yunanca Bîlîyor Muydu?
Şafiî'nin hayatını,
bütün safhalariyle, seyahatleriyle anlatmış bulunuyoruz.
Bu esnada onun hayatındaki tutumu ve geçirdiği safhalara ışık tutacak şekilde
ilminden de biraz bahsettik. Fakat Şafiî'nin ilminin kaynaklan başlı başına
bir bahiste incelenmeğe lâyıktır. Yoksa onun hayatından bahsederken tesadüfen
söz açmak, içinde yaşadığı olayları anlatırken münasebet aldırarak bahsetmek
suretiyle bu iş olmaz. Zîrâ üzerine fıkhını kurduğu temel budur. Onun fıkhı
ise bizim incelemek istediğimiz konunun Özüdür.
Şafiî, ilmiyle ve
akliyle insanları alâkadar ve meşgul eden bir zâttır. Ehl-i
re'y yatağı olan Bağdad'da
onunla ilgilendiler. Cüz'iyyât yerine küllî esaslar,
fer'î meseleler yerine usûl kaideleri kurarak yepyeni bir fıkıh ile ortaya
çıkmaya başlayınca Mekke'de de dikkatleri üzerine topladı. Fuka-hânın
ihtilâflarım, bâzı ashabın ihtilâflarını kendi bulduğu usûllere göre incelemeğe
başlayınca, Bağdad'da da fikirleri meşgul etti.
Ulemânın ilgisini çekip, onları alâkalandıran bu ilim nedir? Bunun kaynaklan
nedir? Biz bunlardan bâzılarına onun hayatından bahsederken temas ettik. Şimdi
müstakil bir bölümde ele alacağız.
Bütün üstâdları, yakınları ve kendisinden ilim alan talebeleri
ittifak etmişlerdir ki o, ulemâ arasında bir bayrak gibiydi, onunla kimse, boy
ölçüşemez, yarışa giremezdi. Bunlar tarihin kayd ve
nakil ettiği şehâdet-ler
hâlinde bize kadar gelmiştir.
Şafiî henüz
olgunlaşmamış, gayesine ulaşmamış olduğu bir zamanda üstadı Mâlik onu öğmüştür.
Abdurrahman Ibn-i Mehdî, kendisinin
arzusu üzerine yazıp gönderdiği usûl hakkındaki r
"Bu, anlayışlı,
zekî bir gencin sözüdür."
Mısır'daki
talebesinden biri olan Muhammed b. Abdullah b. Hakîm diyor ki; eğer Şafiî
olmasaydı, bir kimseye nasıl mukabele edeceğimi, nasıl cevap vereceğimi
bilemezdim. Ben öğrendiklerimi ondan Öğrendim. Bana kıyâsı o Öğretti; o, sünnet
ve esere riâyet eden, faziletli, hayırsever bir kimseydi. Lisânı düzgün, üstün
ve salim akıl sahibi idi.
Ahmed b. Hanbel onun hakkında
şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'-den rivayet
olunduğuna göre Aîlâhu Teâlâ
her yüzyılın başında bu ümmete dînini doğrultacak bir adam gönderir. Birinci
yüzyılın başında Ömer b. Abdulazîz vardı. Umarım ki
ikinci yüzyılın başında da Şafiî'dir."
Dâvud b. Ali Zahirî diyor ki: Şafiî'nin öyle faziletleri
vardı ki, bunlar başkasında bir arada toplanmış değildir. Şerefli soy; din ve
akîde sağlamlığı; cömertlik; hadîsin sahih olanını, olmıyanmı
bilmek; nâsihini, mensûhunu
tanımak; Kur'ân'ı ve hadîsi ezberlemek; ilk
Halîfelerin sîre-ti üzere olmak; güzel güzel eserler yazmak. Bunların hepsi onda vardır.
Böyle onun hakkında
çağında ilmî mevkiini gösteren bu k«abîl şehâ-detler çoktur. Bunların
hepsini öğrenmek istersen, onun hâl tercümesi ve menâkıbı
hakkında yazılmış kitaplara bak[1].
Biz o gehâdetleri bir yana bırakalım, günkü onların bir değeri
olmakla beraber, söyleyenler, Şafiî'ye taassubla
bağlı bulunmakla itham olunabilirler. Onların aksini söyleyenler de
aleyhtarlık töhmetinden kurtulamaz. Her ne kadar bâtıl da olsa gehâdete kargı şehâdettir.
Bunları bir yana bırakıp geçersek, delil yönünden kuvvetli ve çok açık olan
şahitler buluruz ki, onlar da bıraktığı eserler, yazdığı r
Şafiî'ye, —Allah ondan
razı olsun— Arap edebiyatı bilgisi verildi. Kur'ân
bilgisi verildi. Bu sayede Kur'ân'm mânasını
inceledi, esrarını ve maksadlarını öğrendi.
Derslerinde bunları yaydı. Talabesinden bâzısı diyorlar
ki: Şafiî âyeti tefsir etmeye bağlayınca, sanki onun indirilişini görmüş gibi vâkıfâne konuşurdu; hadîs ilmini bilirdi. Mâük'in Muvatta'ını ezberledi.
Sünnetin kaidelerini kurdu. Maksûd olanı ve onu delil
olarak kullanmağı bilirdi[3].
Nâsihini, mensûhunu tanırdı. Re'y ve kıyas fıkhına vâkıftı, sağlamını, çürüğünü ayırmak için kıyâs kaidelerini ve ölçülerini vaz'etti. O dâima bilgi almağa davet ederdi. Şöyle derdi:
"Bir kimse Kur'ân'ı öğrenirse değeri artar, bir
kimse hadîs yazarsa hücceti kuvvetlenir. Bir kimse fıkıhla meşgul olursa
derecesi artar, bir kimse edebiyat bilirse tabiatı nazikleşir, hesab bilirse görüşü genişler. Bir kimse kendi şerefini
korumazsa ilmi ona fayda vermez."
Onun ilim meclisinde
türlü ilimler öğrenilirdi. Rabî* b. Süleyman diyor
ki: "Şafiî merhum, sabah namazını kıldıktan sonra kürsüsüne oturur, Kur'ân ehline ders vermeğe başlardı. Güneş doğunca onlar
kalkarlar, hadîs ehli gelirdi. Hadîs yorumlarını, mânâlarını Sorarlardı. Güneş
yükselince onlar da kalkarlardı. Ondan sonra ders halkasında müzâkereler ve münazaralar
başlardı. Kuşluk vakti olunca dağılırlardı. Arkasından arapça,
aruz, nahiv, gür yânî edebiyat erbabı gelirdi. Öğleye yakın böylece devam
ederdi." [4]
Şafiî, bunca ilmi
nereden elde etti? Onu ilmin bu mertebesine ulaştıran kimdir? Bütün kuşaklar
üzerinde böyle derin tesiri nedendir? Öyle ki, zamanında, etrafında dönülen bir
kutub oldu. Herkes ona koşuyor, onu arıyordu. Bence
insanı bilgiye yöneltmede tesiri olan dört unsur vardır:
1- Kişinin
şahsî kaabiliyeti; istidadı ve temayülleri ki,
diğerlerinin zaten direği ve temeli budur.
2- Kendisine
ilim yolunu gösteren, bilgi çığırını açan üstâdları
ve rehberleri ki, bunlar onu doğru bir yöne çevirip içinde silinmez tesirler bırakırlar,
takip edeceği yolu çizerler.
3- Şahsî
araştırmaları, tecrübeleri ve incelemeleri.
4- Yaşadığı
çağ, iğinde bulunduğu muhît ve kendisini besleyen fikir çevresi.
îşte bu unsurlardan
birer birer bahsedelim. Çünkü bunların hepsinin
Şafiî'yi, Şafiî yapmakta tesiri vardır. Bunların her biri muayyen bir Ölçüde
onun üzerinde tesirini göstermiş, onu yoğurup meydana getirmiştir. [5]
Allâhu Teâlâ Şafiî'ye Öyle bir istidâd ve kaabiliyet vermiştir
ki, bu mevhîbeler onu mütefekkirlerin başına geçirir,
görüg sahiplerinin birincisi yapar.
1- Şafiî
kavrayışı kuvvetli bir zattı. Aklî kuvvetleri sağlamdı. Hazırcevaptı. Lüzumu
ânında mânalar ona akardı, düşüncelerinde duraklama ve tıkanma olmazdı,
mânalar kapalı kalıp anlayışta tutukluğa uğramazdı. Okuttuklarına kendi
düşünüşünden öyle ışık tutardı ki, önünde hakikatler perde perde
açılır, hakikatlerin mantığı dosdoğru görünür ve gerçeklerin yolu belli olurdu.
Düşüncesi derindi, zekâsı engin deniz gibiydi. Eşyanın yalnız dışını, kabuğunu
Öğrenmekle yetinmezdi. Onların, derinliklerine inerdi, dibini bulurdu. Anlayışı
çok derindi. Hakikatin tâ kendisini bulmadıkça hiçbir had tanımaz ve durmazdı.
Olayları ve hükümlerini incelerken onları umûmî kaideler altında toplamayı
hedef tutardı, incelemeleri küîlî kaidelere, umûmî
nazariyelere yönelmişti. Yalnız parça parga
incelemeler hâlinde değildi. Şüphesiz ki küllî kaidelerin Öğrenilmesi daha
kuvvetli akıl, daha keskin düşünce, daha parlak basiret ister. Cüz'î meselelerin incelenmesi böyle bir şeye ihtiyaç
gösterir. Onun cüz'î mes'e-îeieri değil de küllî kaziyyeleri
incelemeğe yönelmesi onu, usûl-ü fıkıh ilmini ve onun esaslarını vaz'etmeğe götürmüştür.
2- Şafiî'nin
ifâde tarzı hem çok açık, hem de çok kuvvetli idi. lisanı düzgün, ifadesi
beliğ, beyânı kuvvetli olduğu gibi çok tesirli tok bir sesi vardı. Düzgün
kelimelerle açık anlattığı gibi, sesinin âhengiyle de tesir ederdi, imam
Mâlik'le görüştüğü zaman Mâlik, Muvatta'ım ona, bâzı
arkadaşlarına okutmak istemiştir. O da, ben sana bir sahife
okuyayım bakayım, demişti ve bir sahife okuyunca
imam Mâlik, sonuna kadar devanı etmesini istemiş ve dinlemişti. Bu, onun
sesinin güzel, tesirinin, ifadesinin hog olmasının
bir eseridir. Kelimeleri telâffuzu tatlı idi. Sesi güzel olduğundan Kur'ân okuduğu zaman dinleyenleri ağlatırdı.
Ha,tîb
Bağdadî, Târih'inde onun çağdaşlarından nakleder; diyorlar ki: Biz gözyaşı
dökerek gönlümüzü yumuşatmak istediğimiz zaman, aramızda birbirimize: Haydin
şu Muttaübî gence gidelim, Kur'ân
okutalım, derdik. Ona geldiğimiz vakit Kur'ân
okumağa başlardı. Etrafına halk toplanırdı. Ağlayış sesleri çoğalırdı. O, bu
hâli görünce okumağı keserdi.
Yine aynı kitapta nakl olunuyor: îbn-i Ebî El-Cârud, Şafiî hakkında
şöyle diyor: "Hiçbir kimse görmedim ki, her yazdıkları, sözlerinden iyi
olmasın. Ancak Şafiî böyle değildir. Çünkü onun l
Şafiî'nin kitapları,
temiz ifâde ve düşünceyi güzel tasvir bakımından en iyi bir durumda olduğu
halde, konuşması onlardan daha hoş olunca, artık onun konuşması kimbilir nasıldır? İbareleri düzgün, ifâdesi tatlı, edası
kuvvetli, beyânı açık bir konuşma olduğu muhakkak. Yukarıda bâzı
çağdaşlarından naklolunan, bunu gösterir, ifâdesinin güzelliği o dereceye
ulaşmıştır ki, îbn-i Râhavey
ona Hatîbü'I-Ulemâ (Bilginlerin hatîbi) nâmını
vermiştir.
3- 'Şafiî
insanların ruh haletine vâkıftı. Kuvvetli bir feraset, sezgi sahibi idi. Üstadı
İmam Mâlik gibi insanların ahvâlini tanırdı. Kimin ne taşıyacağını bilirdi: Bu,
hasmım kendine çekmek isteyen zekî münazara^ cıda
bulunması gereken bir vasıf olduğu gibi, talebesine ders veren üstâd-da da aranan bir vasıftır. Onlara, marifetinin ne
kadarına takatleri yeteceğini ölçmesi lâzımdır. Böylece talebesinin anlayış
seviyesine hocasının anlatış derecesi uygun düşsün. Münâsip olan ilmî gerçekler
açıklansın. Şafiî'nin bu husustaki mehâreti ile ifâde
kudretinin güzelliği, kendi etrafında büyük bir talebe kitlesinin ve
arkadaşlarının toplanmasına sebep olmuştur.
Rivayet olunmağıma
göre o, Bağdad'a geldiğinde etrafında altı arkadaş
toplanmıştı. Fakat camide derse başlayınca ders halkası genişledi. Camide onun
ders halkasından başkası kalmadı. Tarih-i Bağdad'm
kaydettiğine göre camide ondan önce 50'ye yakın ders halkası varmış.
İnsanların ruhlarını
iyi tanıdığından, dinleyicilerine ancak kavrayıp hazmedebilecekleri bilgileri
verirdi. Onların taşıyabilecekleri kadarını öğretmeğe çalışırdı. Yâkût, Mu'cemü'l-Üdebâ'da diyor ki: O bâzı çağdaşları ile Hüzeyl kabîlesi şiirlerim müzâkere ederlerdi, Şafiî ezbere
bir şiir okudu. Yanmdakine: "Bunu hadîs
ehlinden kimseye Öğretme, zîrâ onlar buna tahammül edemezler." dedi.
Görülüyor ki, Şafiî insanlara ancak taşıyabilecekleri, takat getirecekleri
şeyleri veriyor. Arkadaşlarının, havsa-laları almıyacak bir şeyi kendisinden işitmelerini sevmezdi, hattâ
bu, bilinmesi istenen, şer'in tanıdığı ve reddetmediği bir şey olsa da onu gizlerdi.
4- Şafiî,
ruhu temiz bir insandı, dünyanın kirleri ona sızmamiştı,
sızamamıştı. Hakikat ve m«'rifet talebinde ihlâs üzere idi. Hakikatleri aramada doğru görüş sahibiydi.
İlmi, Allah için isterdi. îlmi aramada doğru yola yönelirdi. Şarkın hikmetli
sözlerindendir: "Hakikati aramada ihlâs üzere
olmak, insanın kalbine ma'rifet nuru kor, ruha Öyle
bir safiyet verir ki, hakikatleri anlamağa başlar, akla idrâk kapısı açılır, fikir
doğru
istikâmete
yönelir." Sonra bu sahîh mânaları en doğru ibarelerle ifâdeye başlar.
Böylece düşünce ve görüş doğru olur, ifâde de sağlam olur.
Şafiî, hakikati
aramadaki ihlâsmdan, hayatı boyunca, hiçbir vakit
ayrılmadı. Kendi ihlâsi, insanların alışık oldukları
görüşle çatışınca cesaret ve kuvvetle kendi görüşünü ilân ederdi. Tarihten ve
ashabın haberlerinden, Hz. Ali'nin yüksek mevkiini
öğrendi ve onun bu mevkiini ilândan çekinmedi. Bundan dolayı râfizîlikle itham olundu[6].
Fakat ne töhmet, ne iftira umurunda bile değil, o, hakîkata
ve ilme önem vermektedir. Bâ-gîler
hakkındaki hükmünde Hz. Ali'nin Haricîlerle olan
savaşlarına dayanıyor. Hz. Ebû
Bekir'in faziletini zikrediyor. Bu defa Nâsıbî
olmakla itham olunuyor. Yâni Âl-i Beyt'e düşmanlık
tuzağı kurma töhmetine uğruyor. Birinci ithama kulak asmadığı gibi bu da
umurunda değil, 'hattâ bu hususta bir şiirinde şöyle diyor:
"Biz Hz. Ali'yi tafdîl edersek,
câhiller nezdinde bununla râftzî
sayihrvs. "Ebû
Bekir'in faziletini zikredersek, fazlını söylediğimizden tuzak kurmakla itham olunuruz.
"Ne olursa olsun,
ben bu türlü râftsîlik ve nâsibî olmaktan vaz geçmem. Toprağa gömülünceyedek bu
kanaattan ayrılmam”
Hakîkata olan ihlâsı, üstâdlarma olan ihlâs ile
çarpışınca yine o, ha-kîkatı seçer. îmam Mâlik'e olan
ihlâsı onu, ona muhalefetten alıkoymadı. Endülüs'te
halkın Mâlik'in sanğiyle yağmur duası yaptıklannı, onun sözleriyle Hz.
Peygamberin hadîslerine muhalefet ettiklerini duyunca, îmam Mâlik'e
muhalefetini ilân etti. Muhammed b. Hasan geybânfye olan
ihlâsı, onunla münazara yapmasına ve münazarada onu
sıkıştırmasına mâni olmadı. îmam Muhammed'in arkadaşlarına galip gelerek Hicaz
ehlinin öcünü aldı ve hadîs yardımcısı unvanını kazandı. îlîm yolunda dâima böyle
sırf hakikat için ihlâs nurunun ışığında yürüdü, onun
için münazara yaptığı kimselerle ihlâs üzere
münazaraya girişti. Bunu, hakikati meydana çıkarmak için yaptığından dâima
muzaffer olurdu.
islâm Dîni'nin esaslarının, Allah'ın Kitabı ile
Peygamber'in Sünneti olduğuna inanırdı. Resûlullâh'm
sünnetlerinin hepsini ilmiyle ihata ettiği kanaatmda
değildi. Arkadaşlarını ve talebelerini hadîs öğrenmeğe teşvik ederdi. Onun
takrir ettiklerine muhalif sahîh bir rivayet bulurlarsa, onun görüşünü
reddedip, hadîsi almalarını söylerdi.
Yâkût, Mu'cemü'I-Udebâ'da[7] Rabî' b. Süleyman'dan naklen yazıyor:
"Şafiî'ye bir
adam bir mesele sordu. O da, Hz. Peygamber'in bu hususta
şöyle şöyle buyurduğu rivayet olunuyor, dedi, Adamona:
— Ey Ebû Abdullah,
sen de buna mı kailsin, deyince, Şafiî titredi, rengi sarardı. Hâli de değişti,
ve:
— Resûlullâh'tan bir
hadîs rivayet olunur da ben, evet öyledir, canım ve başım üstüne, demezsem
beni hangi yer üstünde taşır, hangi gök
altında barındırır?., dedi."
İhlasın bir nev'i vardır ki Allâhu Teâlâ onu seçkin kullarına
bahşeder, onlar da insanlara rehber ve örnek olurlar. O da mü'minin
düşüncesi, kanaati uğrunda erimesidir. Bu şekilde ihlâs
göstermek, çıkılması güç bir merdivendir, erişilmesi zor değerli bir istektir.
Söz düellosu yapanlar, hüccete güvenerek hücuma geçenler, delille çarpışanlar
arasında kendisine gurur gelmeyen ve üstün gelmek arzusuna kendini kaptırmayan
gayet azdır. Şafiî işte bunlardan biridir. Onun için o, münazara ve cedelde hiç kızmazdı. Kimseye şiddetle dil uzatmazdı. Çünkü
o, yaptığı münâkaşada hakikati arardı. Gerçeği meydana çıkarmak için münâkaşa
yapardı, yoksa üstün çıkmak için değil. îlim mevkiinde zühdü, hakkı aramakta ihlâsı o dereceye ulaşmıştı ki, o, insanların, ilmi
kendisine nisbet etmeden onun ilminden
faydalanmalarını isterdi.
îbn-i Kesîr Tarihi kaydediyor: Şafiî bir adama şöyle
demiştir: "Ne kadar isterdim ki, insanlar bu ilmi öğrensinler, bana ondan
hiçbir şey nisbet etmesinler, beni öğmesinler, böylece ben de ecir ve sevabına ere-yim."
Bu ihlâs
ona, gayet temiz bir kalb, yüksek emel, kuvvetli bir
ruh kazandırdı. Küçüklüklerden uzak tuttu, olgun insana yakışmayan şeylerin
üstünde kaldı. Yahya b. Maîn onun vasfında şöyle
diyor: "Onun için yalan söylemek, faraza mübâh
edilseydi bile, mürüvveti onu yalandan yine menederdi."
Bu, hulûs sahibi dürüst bir kimsenin erişebileceği en yüksek bir haldir. [8]
Şafiî fıkıh ve hadîsi
öyle üatâdlardan aldı ki, bunların memleketleri
birbirinden uzak, usûl ve sistemleri birbirinden ayrıdır. Hattâ bunların içinde
Mu'tezilî olanlar vardı. Onlar, Şafiî'nin menettiği
kelâm ilmiyle meşgul idiler, gâfiî onlardan alınması
gerekeni alıyor, reddedilmesi gerekeni atıyordu.
Şafiî Mekke'de,
Medine'de, Yemen'de, Irak'ta birtakım üstâdlardan
ilim aldı. Fahrürrâzî, onun üstâdlarından
bâzılarının adlarını kaydetmekte Ve şöyle demektedir: "Bitmi§ ol ki, kendilerinden ilim aldığı üstâdlan
çoktur. Biz onların meşhurlarını zikredeceğiz. Fıkıh, ve fetva erbabından olan Üstâdlan 19 olup bunlardan beşi Mekkeli, altısı Medîneli,
dördü Yemenli, dördü de Iraklıdır. Mekke halkından olan üstâdlan
şunlardır:
1- Süfyân b. Uyeyne,
2- Müslim b.
HâlM Zencî,
3- Saîd b. Salim Kaddâh,
4- Dâvud b. Abdurrâhman Attâr,
5- Abdulhamîd îbn-i Abdulâzis b. Ebî Zevâd. [9]
1- Mâlik îbn-i Enes,
2- İbrahim
b. Sa'd’ül-Ensâri,
3- Abdulâziz b. Muhammed Dârverdî,
4- İbrahim
b. Ebî Yahya[10],
5- Muhammed
b. Saîd b. Ebî Füdeyk,
6- îbn-i Ebî Züeyb'in
şakirdi Abdullah b. Nâfi’ Sâiğ. [11]
1- Mutarrif b. Mazin,
2- San'â
Kadısı Higâm b. Yûsuf,
3- Evzâî'nin
şakirdi Ömer b. Ebî Seleme,
4- Leys b. Sa'd'm şakirdi Yahya b. Hassan. [12]
1- Vekf b. Cerrah,
2- Ebû Üsâme, Hammâd
b. Üsâme (Bu ikisi Kûfelidir),
3- îsmail b. UJeyye,
4- Abdulvahhâb b. Abdulmecîd'dir (Bu
ikisi de Basrahdır).
Bunlardan başka,
Şafiî, Muhammed b. Hasan Şeybânî'den onun ki-taplannı sima' (dinleme) suretiyle aîdı,
ondan hadîs rivayet etti. Irak fıkhını ondan öğrendi. Bu bakımdan o da onun üstâdîanndandır. Fahrürrâzî her
ne kadar taassub yüzünden bunu söylememişse de, ilim,
onun taassubuna boyun eğecek değildir.
Bu söylediklerimizden
çıkan netice şudur: Şâfıî türlü mezheb
sahibi, türlü eğilimli birçok üstâdlardan ilim
almıştır. Bu i'tibârla diyebiliriz ki,
O, çağındaki mezheblerin çoğunun fıkhını öğrenmiştir. Mâlikî fıkhını bizzat
Mâlik'ten aldı. Mâlik, onun üstâdlarmm içinde
parlayan bir yıldız gibidir. Evzâî'nin fıkhını, onun
şakirdi Ömer h. Ebî Seleme'den
okudu. Mısır'ın fakîhi Leys
b. Sa'd'ın fıkhını onun şakirdi Yahya b. Hassan'dan aldı. Ebû Hanîfe'nin ve şakirtlerinin fıkhını Muhammed b. Hasan'dan
öğrendi. Böylece Mekke, Medîne, Şam, Mısır ve Irak fıkhı onda bir arada
toplanmış oldu. Mûtezilîlikle tanınan ve usûl-ü dînde
yâni İ'tikadâtta hadîs ve fıkıh erbabının mesleğini
tutmamakla ma'rûf olan kimselerden bile fıkıh almakta
bir beis görmedi, böylece her koldan gelen pek çok ilim, Şafiî'nin özünde
toplandı ve ortaya her türlü karışımlardan meydana gelen sağlam bir fıkıh doğdu
ki, bunda her türlü eğilimler uygun ve denk bir şekilde birleşti, ahenkli bir
halde kaynaştı. Bundan, Şafiî'nin potasında işlediği ve parlak bir üslûp ve
sağlam sözler hâlinde insanlara sunduğu üstün mânâlar doğdu. [13]
Şafiî'nin yukarıda
saydığımız üstâdlarından hangisinden ne okuduğunu
açıklayacak bir durumda değiliz. Ancak burada bir noktaya işaret etmek gerekir[14]:
Fıkha dâir yazanlardan bâzıları diyor ki: Fıkıhta iki ekol vardı. Bunlardan her
birinin muayyen bir sistemi vardı. Fukahâ, pek azı
müstesna, bu iki ekolden birinin yolundan yürürlerdi. Bunlardan biri hadîs
ekolüdür ki, merkezi Medine'dir. İkincisi re'y ekolü
ki, merkezi Irak'tır[15].
Biz bunlara uymakla
beraber buna üçüncü bir ekol daha ilâve ediyoruz ki, o da tefsir ekolüdür. Kur'ân'ın yorumunu yapar, nüzul sebeplerini öğretir. Me'sûr olan tefsiri rivayet eder. Arap diline ve bâzı âdetlerine
bakarak bunların ışığında Kur'ân'ı anlamağa çalışır.
Bu ekol de Mekke ekolüdür. Bunu Abdullah îbn-i Abbâs kurmuştur.
Bana kalırsa, bu
ekoller hadîs ve re'y bakımından birbirinden ayrılmaz,
belki ders alma sistemi ve görüş yoluyla ayrılır, sahabe fetva çokluğu ve azliğiyle ölçülür. Kabul edilmiş bir gerçektir ki, Hicaz,
yâni hadîs fıkhının üstâdları olan yedi fakîh[16] çok
defa re'y kullanırlardı. Her ne de olsa Şafiî
hepsinden aldı. Hicaz ekolünün üstadı olan îmam Mâlik va-sıtasiyle ehl-i hadîsten ilim
aldı. imam Mâlik de teba-ı tabiînden olan bir
cemâatten ilim telâkkî etü. Bunlar da fıkıh ilmini,
sahabe fetvalarım ve asarı bilmekle olduğu gibi re'y
ile de şöhret bulan tabiînden aldılar. Bunlar da Hz.
Ömer, Zeyd b. Sabit, Abdullah İbn-i
Ömer'in mesleği üzere yürüyen ashâbdan aldılar.
Bunlara bir mes'eie arzolununea
onun hükmünü Kitapta ararlardı, bulamazlarsa Hz.
Peygamber'den nakil ve rivayet olunan eserlere bakarlardı. Bulamayınca
insanların maslahatına göre, faydasına yarar bir şekilde hükmederler, fetva
verirlerdi.
Irak ekolüne gelince,
bunun üstâdları, Ebû Hanîfellen sonra onun talebeleri oldu. Ebû
Hanîfe, fıkhı, Muâz'm
fıkhının tesiri altında kalmış olan tabiînden ders alan teba-ı
tabiînden aldı. Muâz ise: Sünnette bula-mazsam kendi re'yimle ictihâd ederim, diyen bir sahâbidir.
Keza yine bu tabiîn Ömer b. Hattâb'm mesleğini temsil
eden Abdullah İbn-i Mes'ûd'-dan
ilim almıştır. Böylece Irak fıkhı re'ye kail olan
mesleğe dayanır. Şafiî bunlardan da ilim aldı.
Şafiî, Kur'ân ve tefsîr ilmini Mekke'de öğrendi, Mekke'de oturan
Abdullah İbn-i Abbâs'm medeğini tutmuş olup, hayatta kalan son ulemâdan ders
aldı. îbn-i Abbâs Mekke'de Kur'ân'ın mânamı öğretir, tefsîr dem verirdi. Hattâ ona nisbet olunan bir cild tefsîr
bulundu. Abdullah İbn-i Mes'ûd,
İbn-i Abbâs'ı (Tercümânü'l-Kur'ân) diye
vasıflandırdı. Abdullah îbn-i Ömer'e bir âyetin mânâsı
soruldu. Soran kimseye,
— Abdullah îbn-i Abbâs'a git ve ona sor,
zîrâ Muhammed Aleyhisse-lâm'a Allah'ın inzal ettiğini
en iyi bilenlerden hayatta olan odur, dedi.
Ata îbn-i Rebâh diyor ki: îbn-i Abbâs'm meclisinden daha
değerlisini ve şereflisini, fıkıhça en zengin, heybetçe en yüksek olanını asla
görmedim. Fıkıh erbabı onun katında, Kur'ân erbabı
onun katında, şiir ve edebiyat erbabı onun katında, bunların hepsi bir
kaynaktan su alıyor. A'maş diyor ki: îbn-i Abbâs bir hutbe söyledi. Kur'ân okuyup öyle tefsîr etmeğe başladı ki, ben: Bunu îran ve Bizans halkı dinlese Müslüman olurdu, demekten
kendimi tutamadım.
Şafiî Mekke'de
yetişti. Ora ulemâsı veya onların bir kısmı Abdullah îbn-i
Abbâs'm mesleğinin ve onun dînî anlayış yolunun te'sîri altında kalmıştır. Büyüdüğü ve tahsil görüp
yetiştiği yer Mekke idi. Sonra Mekke onun ders verdiği yer oldu. Fıkıhta
mesleğini tâyin ettiği, ilimde yolunun hududunu çizdiği yer orasıdır. Belki de
o bu esnada îbn-i Abbâs'ın
yolunu tutmuştu. Onu örnek tutuyor, kendini onun mesleğine göre yetiştirmeğe çalışıyordu.
Çünkü her üstün zekâ sahibi bir kimsenin, kendini yetiştirdiği ve hazırladığı
sırada, ilim, fikir ve ahlâk sahasında kendine uyduğu, üstün bir örnek olarak
rehber tuttuğu bir şahıs vardır. Onu takip eder, ikisinin arasında bir uyuşma, istidâdlari arasında bir yaklaşma bulunur. İbn-i Abbâs'm meziyetleri bu
çağda dillerde destan, illerde yaygın idi. Âlimler ve tarihçiler onları
anlatıyor, Hâşimî Devletinde yâni Abbasîler yanındaki
yüksek mevkiinden ötürü ondan bahsediyorlardı.
Şafiî ile İbn-i Abbâs arasındaki benzeyiş
meydandadır: Şafiî'nin lisânı çok düzgündü. İbn-i Abbâs da böyle idi. Şafiî Kur'ân
ilmine çok Önem verirdi, İbn-i Abbâs
da böyle idi. Şafiî fıkha olduğu gibi şiir ve edebiyata da önem verirdi. îbn-i Abbâs da böyle yapmıştı.
Sonra Şafiî'nin derslerine; Kur'ân ilmi isteyenler,
hadîs talebesi, fıkıh öğrenmek isteyenler, gür ve arapça
meraklıları devam ederlerdi. Bu hâl ibn-i Abbâs'da da aym idi. Bunlara
bakarak Şafiî'nin îbn-i Abbâs'ı
kendine Örnek tuttuğu ve onun yolunda yürüdüğü kanısına acaba varamaz
mıyız? Böyle farz edişimiz doğru
olsun, olmasın, muhakkak olan bir cihet var ki, Şafiî, Mekke'de ders okuyup
orada ikâmet etmekle, ne Irak'ta ve ne de Medine'de bulunmayan ilimlerden
istifade etmiştir. Yâni îbn-i Abbâs yolunu tutarak Kur'ân
ilmine önem vermiş, Kur'ân'ın mücmelini, mufassalını,
nıutlâkmı, mukayyedini, hâssıni, âmmını incelemiş,
çağındaki fukahâya, malzeme Önlerinde hazır olduğu
halde incelemedikleri yeni yeni şeyler vermiştir. [17]
Bir âlim, bilgisini
yalnız nazarı kaabiliyetlerinden ve üstâdlarmdan almaz. Belki onun hususî incelemeleri, türlü ilimleri araştırması, seyahatleri, deneyleri, görgüleri, bunların
hepsinin onun kültüründe büyük te'sîri vardır. Verimli olmasında, aklî meyvelerini veriş
özelliğinde bunun te'sîri büyüktür. Şafiî Mekke'de ve
Medine'deki üstâdlariyle
buluşmakla beraber, yararlı işler peşinde koşardı. Seyahati severdi. Küçük
yaşta Hü-zeyl kabilesine
gitti. Onların lehçesiyle dilini düzeltti.
Onların yanında kaldı, onlar nereye giderlerse o da gider, nereye
konarlarsa o da orada konaklardı. On sene gibi uzun bir müddet böyle geçti.
Arap yurtlarını, onların âdetlerini ve tabiatlerini
yakından tanımak ona çok şeyler kazandırdı. Kur'ân
ki, onlar hakkında ve onların içinde inmişti. Onların âdetlerinin bâzısı, Kur'ân-ı Kerîm'de olanların bir kısmım tefsîre yaramakta
idi. Bundan sonra hadîs ve fıkıh Öğrenmek için seyahate başladı. Medine'ye
gelerek İmam Mâlik'le görüştü ve onun dersine devam etti. Mâlİk'-le münâsebetini devam ettirmekle beraber Arabistan
Yarımadasında bilgi toplama ve tedkîk seyahatleri
yaptı. İmam Mâîik'in ölümünden sonra Ye-men'e gitti,
bâzı vilâyetlerde hükümet vazifeleri aldı, Necrân'da
bulundu, âmirle memur, hâkimle halk arasındaki münâsebeti öğrendi. İnsanların
birbirleriyle ilgilerini yakından gördü. Sonra Irak'a, oradan da Mısır'a gitti.
Şüphesiz ki o, bu seyahatlerinde insanların aralarında yaptıkları muameleleri
öğrendi. Âdetlerin ve örflerin nasıl cereyan ettiğini bildi. Bunların hepsinin
onun adalet görüşünde ve anlayışında tesiri oldu. Buna göre Ölçüler vaz'etti, hükümler çıkardı. O, seyahat etmede çok büyük
fayda görürdü. Bir şiirinde şöyle der:
"Ben ülkeleri
baştan basa, enine boyuna, dolaşacağım, ya muradıma
kavuşurum, yahûd da yabancı illerde y": ı,p
olarak ölürüm. "Eğer bu uğurda canım çıkarsa, Allah hayırlar versin,
"Eğer sâğ, salim, kalırsam, memleketime dönüş yakındır."[18]
Şüphesiz ki seyahat
etme, yolculuk yapma, bir fakîhe fıkıh malzemesi ve
tecrübe bilgisi verdikten başka ayrıca onun zihnini açar, görüşünü genişletir,
duygusunu inceltir ve keskinleştirir. Fikre tasavvur ufku hazırlar ve onu
genişletir. Aklî nazariyeler, vukûbulan mes'eleler için yollar açar. Onun için, cüz'î hâdiseler hakkında küllî kaideler koymak isteyen
mütefekkire bu lâzım bir şeydir. Bundan ötürü değil midir kî, insan aklının
verdiği eserlere yeni yeni şeyler katan feylesofların
çoğu yeryüzünde seyahat edenler, arzın sırtlarında dolaşanlar olmuştur. [19]
Şafiî'nin seyâhadleri ilmî seyahatlerdi. O bu seyahatlerde üstâdlarla buluşup görüşür, ulemâ ile ders müzâkereleri
yapar, onlardan ilim alır, onlara ilim verirdi. Bu seyahatler onun için ders
halkası gibi idi. Muhtelif mezheb sahipleriyle
görüştü, bâzılarından dinlemek suretiyle ilim aldı, bâzılarının yazdıkları
kitapları görüp okudu. Evzâî'nin mezhebini inceledi.
Bu incelemenin mahsûlü olarak yazdığı kitap bugüne kadar gelmiştir. Mısır'da
basılan Mecmua-i Fıkhiyye'de Sîyerü'l-Evzâî kitabı da vardır. Şafiî onda Evzâî'nin
Sîyer'İndeki fikirlerini münakaşa etmektedir. Onların
bâzılarında Evzâî'ye muhalefet, bâzılarında muvafakat
etmektedir.
Leys b. Sa'd'm mezhebini
inceledi. Hattâ fıkıhta Leys'i, imam Mâ-lik'ten üstün bulduğu
söylenir. "Leys, Mâlik'ten daha fakîhtir, ancak Leys'in
talebeleri vazifelerini yapmadılar." demiş. Böyle bir söz, Şafiî gibi bir
zâttan, iki tarafın görüşlerini incelemeden çıkmaz. Her iki tarafın
görüşlerinin kuvvet derecesini tanıdıktan, sahibinin fıkıhtaki mertebesini
ölçtükten sonra ancak bu sözü söyler. Öyle olunca, şüphe yok ki, Şafiî Leys b. Sa'd'm fıkhını derin bir
incelemeden geçirdi ki, neticede böyle
bir hükme vardı. Fıkhını zayi' ettiklerinden, onu yaymağa çalışmadıklarından
dolayı Leys'in talebelerine de levmde
bulundu. Bundan sonra, Irak ehlinin fıkhını inceden inceye öğrendi. Muhammed b.
Hasan'ın kitaplarını bizzat Muhammed b. Hasan'dan dinledi. Hilâfiyât
kitaplarını Iraklıların kendilerinden okudu. Elimizdeki Mecmûa-i Fiklu'yye'sinde bu incelemelerin bir kısmı kayd ve tescil olunmuş bir haldedir. Bu eserde sen, Ebû Hanîfe ile Ibn-i Ebî Leylâ'nın ihtilâflarına
dâir Ebû Yûsuf'un yazdığı kitabı bulursun. Orada
Şafiî, Ebû Hanîfe'nin, Jtbn-i Ebî Leylâ'nın ve Ebû Yûsuf'un görüşlerini münâkaşa eder, sonra bunların
iğinden hakîkate en yakın gördüklerini seçer.
Bütün bunlardan
görüyoruz ki, Şafiî, zamanındaki tanınmış, mez-hebleri bir müdekkik ve münekkid
görüşüyle incelemiş, doğruyu bulmak ve anlamak istemiştir. Yoksa ne kusur
bulmak isteyen bir kimse, ne de adamlara ve sırf isimlere tabi' olan bir mukallid sıfatiyle bunu yapmış
değildir.
O, bu ilmî
seyahatlerinde yalnız, halîfeler hizmetine ve itâatına
girmiş olan ehl-i sünnetin fukahâsını
incelemekle kalmadı. Belki Şia'nın ve diğer mezheblerin
görüşlerini de inceledi. Bunun izlerim, o ulemânın bâzısını öğen sözlerinde
görmekteyiz. îbn-i Kesîr Tarih'inde geçtiği üzere, onun şöyle dediği rivayet olunuyor:
"Fıkıh öğrenmek isteyen kimse Ebû Hanîfe'nin iyâlidir, sîyer
isteyen Muhammed b. îshâk'm iyâlidir,
hadîs isteyen Mâlik'in iyâlidir, tefsir isteyen Mukâtil b. Süleyman'ın iyâlidir."
Şafiî'nin tefsîr
ilminin imâmı olarak tanıdığı bu Mukâtil b. Süleyman,
Şia'nın Zeydiyye mezhebindendir. îbn-i
Nedîm, Fihrist'inde der ki:
"Mukâtil b. Süleyman, Zeydiyye'dendir.
Muhaddistir ve müfessirdir. Onun şu kitapları vardır:
Tefsîr-i Kebîr kitabı, Nâsih ve Mensûh
kitabı, Kıraat kitabı, Müteşâbihi'l-Kur'ân kitabı, Cevâb Li’l-Kur'ân kitabı."
Öyle ise o, şüclir. Şafiî onun kitaplarım okudu, inceledi ve neticede
onları okumağa teşvik etti. Onu bu hususta imam addetti. Bu maddede kendisine
başvurulan bir âlim saydı.. Şüphesiz bu da gösteriyor ki, Şafiî fıkıhla ilgili
olan her şeyi inceliyordu. Fıkha dâir naklolunan ictihâdJan,
o kimsenin mezhebine bakmaksızın araştırıyordu. îlme nail olmaktan bag-ka bir şey onun umurunda değildi[20].
Şafiî, ana kaynağı
Kitap ve Sünnet olan bir fıkıh mezhebi kurmak istedi ve îslâm
fıkhına faydalı olan her geyi öğrendi. Arap dilini, Kur'ân'i, hadîsi, kendinden öncekilerin görüşlerini
öğrendi. Önlarm mezheb ve
kanaatlerine bakmaksızın, ayrıldıkları, birleştikleri noktaları inceledi. Bu
uğurda ilmî seyahatlerde bulundu. Bunlardan büyük istifâdelerde bulundu. Çok
bilgiler edindi, insanların tabiatlerini,
durumlarını, içtimaî hallerini tanıdı. Lâkin acaba bu meyanda
yunanca da öğrendi mi? Bu hususta elimizde sağlam, doğru bir rivayete dayanan
bir bilgi yoktur. Biz her ne kadar redde meyyal isek de, t'Jnu
red veya isbat eden bir
delile sahip değiliz. Çünkü Şafiî, üstâdlanmn çoğunu
ve kendileriyle görüştüğü âlimleri zikretti. Eğer kendisine yunanca öğreten
biri olsaydı onu da söylerdi. Kendisine taraftarlıkta aşırı gidenler, onu ilmin
en üstün derecelerine çıkarmaktadırlar. Eğer yunanca Öğrendiğini gösteren bir
şey olsaydı, onu hemen ilân ederler, Şafiî'nin nâmını yükseltirlerdi. Fakat
onların tu-tunabilecekleri doğru bir rivayet
bulamıyoruz.
Şâfiî hakkında
incelemelerde bulunanlardan bâzılarının onun yunanca bildiğini ileri
sürdüklerini görüyoruz. Bu konuda Fahrürrâzî'nin eserinde
geçen sözleri delil tutuyorlar. Fahrürrâzî'nin
rivayet ettiğine göre, Şafiî Şiîlik ithâmiyle Harun Reşid'in huzuruna çıkarıldığı vakit, Harun Reşid
ona neler bildiğini sorar. Bu karşılıklı konuşma da şöyle geçiyor:
"Reşid ona: Tıp bilgin nasıldır? dedi. Şafiî de
şöyle cevap verdi: — Aristo, Hipocrat, Calinus, Sertorius, Ebuklis gibi Yunan bilginlerinin dediklerini onların lisâniyle bilirim. Arap tabiblerinin
nakil ettiklerini, Hind feylesoflarının takrir
ettiklerini, îran bilginlerinin yazdıklarım bilirim."[21]
Bu sözler onun Rumca,
yani Şark tarihçilerinin çoğunun tâbirince, Yunanca bildiğini ifade etmektedir,
fakat geçen münakaşaya dair Râzî'-nin
anlattığı bu hikâyenin bu tarzda cereyanı, üzerinde önemle durulacak bir
noktadır. Çünkü bu hikâyeye göre Harun Reşid'in
meclisinde Ebû Yûsuf ile Muhammed b. Hasan varmış.
Halbuki Şafiî'nin itham olunarak Bağdad'a gelmesi 184
yılında idi. Yâni Ebû Yûsuf'un vefatından sonra
olduğu muhakkak..Çünkü Ebû Yûsuf 183 yılında vefat
etti. Yine bu hikâyede Muhammed b. Hasanla Ebû
Yûsuf'un Harun Reşid'î Şâfü
aleyhine tahrik ettikleri isnad olunur. Böyle bir şey
ilim erbabının ahlâkiyle, bu iki değerli imâmın mâruf olan halleriyle asla
bağdaşamaz. Bundan başka, herkes arasında yayılıp duyulan ve tarihi kat'î olarak bilinen şeyler hükmünde olan bir cihet vardır
ki, imam Şafiî bu seyahati esnasında Bağ-dad'a
geldiğinde, îmanı Muhamnıed'le görüştü. Onun kitaplarım ondan dinleme suretiyle
okudu. O hikâye, bununla da bağdaşamaz. Sonra o hikâyede geçen fıkıh münakaşalarında
Şafiî'nin verdiği cevaplar, Şafiî
mezhebine uygun değildir, bu da hikâyenin uydurma olduğunu gösterir. Fahrürrâzî, bunların bâzısını müdâfaa etmek isterse de îbn-i Kesîr ve İbn-i Hacer bu hikâyeyi reddetmişlerdir. îbn-i
Hacer bu hususta diyor ki: "Şafiî'ye nisbet olunan ve Abdullah îbn-i
Muhammed Belevî yoliyle rivayet
edilen seyahatnameyi Âbürî, Beyhakî
ve başkaları uzun ve kısa surette çıkarmışlar, Fahrürrâzî
de, bu ikisine güvenerek onu, isnadszz olarak, Menâkib-ı Şafiî'de kaydetmiştir. Bu yalandır. Bundakilerin
çoğu uydurmadır. Bâzıları da başka rivayetlerle karıştırılmış şeylerdir. Bundaki
en açık yalanlardan biri şudur: Güya Ebû Yusuf'la
Muhammed b. Hasan, Harun Reşid'i Şafiî'yi öldürmeğe
teşvik etmişler imiş. Bu, iki yönden bâtıldır:
1- İmam
Şafiî Bağdad'a geldiği zaman, îmam Ebû Yûsuf vefat etmişti, bu itibarla Şafiî ile buluşmasına
imkân yok.
2- Bu iki
imam gibi zatlar, bir Müslümânm, bilhassa ilmiyle meşhur
olan bir kimsenin katline çalışmaktan çok uzaktırlar. Allah'ın kendisine
bahşettiği ilminden başka bir şeyi olmayan bir kimsenin ne sugu
var? Böyle bir şey bu gibi zatlardan asla beklenemez. Onların mevkîi, şanları, herkesçe bilinen temiz
dindarlıkları bunu redde kâfidir."
Râvileri doğru söyleyenlerden olmadığından ve rivayetin bâtıl
olduğu içindekilerden anlaşıldığından, madem ki, bu hikâye muhakkik râvi-lerce kabule şayan
görülmeyip reddedilmiştir. Öyle ise ona bakıp da en= da tutunacak yer aramak
ilmî araştırma ile bağdaşamaz. Ancak bu hususta başka bir delil bulunur, daha
doğru ve daha duru bir haber varsa o başkadır. Biz bu rivayetten başka bir
yerde onun Yunanca öğrendiğine dâir bir gey
bulamadık. Bu bakımdan onu kabul edemiyoruz. Bu konuda gerçek ilmî araştırma
yolundan başka yola uymuş değiliz. Zîrâ târih meseleleri, doğruluğu tercih
olunarak, râvisinde ve rivayetinde yalan şaibesi
bulunmadığı takdirde kabul olunur. Şafiî'nin Yunanca öğrendiği iddiasını
reddetmekte, bizim hususî bir maksadımız
yoktur. Şafiî öyle bir imamdır ki,
onun bahis yolu açıktır, ilminin
kaynakları meydandadır. Hükme
bağladığı mes'elelerde hüküm çıkarma metodu, usûl
Ölçüsü olarak koyduğu küllî kaideler bellidir. Yunanca bilmesi onun mezhebini
tanımamıza birşey ilâve etmez. O dili bilmiş olması
onun metoduna bir nakî se
vermez. [22]
[1] Meşâhîr-i Ashâb-ı Güzin ve Terâeim-i Ahvâ!-i Fukahâ adlı eserden Şafiî'nin hikmetli sözlerinden bâzılarını
naklediyoruz:
îlim Öğrenmek, nafile namazdan efdâldır.
Dünya ve âhireti
arzu eden ilmi rehber tutsun.
Ulemânın süsü, ilimlerinin amellerine
uymasıdır.
Doğru davramşh
vicdan sahipleri, kötü ahlâklı bayağı kimselerle imtizaç edemezler.
Akıllı, hayır İle şerri ayırt edendir.
Hiçbir vakit yoktur ki, mütalâa üzüntü ve
kederi gidermiş olmasın.
Kitap okumak, kalbin en ince ve en derin
noktalarını uyandırır, duygulan canlandırır.
Sâdık dost, arkadaşının üzüntüsüne ve
sevincine ortak olandır,
îki kişi darıldıktan sonra birbirinin aybını söylemek,
münafıklık alâmetidir.
Kibir ve gurur ile tahsil olunan ilimde felah
yoktur.
Bağa geçmeden önce Üim Öğren.
Hafızada duran birtakım meseleler, ilim değildir.
îlim, fayda verendir.
Âlimlerin fakirliği
ihtiyarı, eâhillerinki ise zorluk yüzündendir.
ilim öyle bir
meziyettir ki, sahibinden asla ayrılmaz.
Nefsânt arzuları
azgın olanlar, kendilerini ibâdete
vererek onları yen sinler.
Kalbi nurlu
olmak isteyenler, az yeminli
ve alçakların yanma gitmemelidir.
Mürüvvet, îmanın
başıdır. Eğer soğuk suyun mürüvveti yok edeceğini bilsem, asla soğuk su
İçmezdim.
Her işde hayır bulmağı arzu edenler, insanlara karşı iyi niyet beslesinler.
Haksız sözleri tasdik
eden dalkavuktur.
Sadık dost, arkadaşının kusurunu görünce ihtar
eder, ifşa etmez.
Arkadaşının sohbetini zehirleyen sözlerde neg'e
yoktur.
Arkadaşının mürüvvetine
güvenip de fenalık ve latifeye kalkışma, her sevene güvenme.
Sana durmadan cefâ eden
seni reddetmiş sayılır.
Bilmediğin, tanımadığın adamı medhetme.
Sende olmiyan bir
iyilikle seni öğenin, kızdığı zaman sende bnlunmıyan
bir fenalıkla seni yereceğinden şüphen olmasın.
Arkadaşının kusurunu ona gizlice söylersen,
nasihat etmiş, olursun, alenen söylersen ifşadır.
Kanaat rahat doğurur.
Yüksek meziyetli
insanlar, kendilerinde üstünlük
görmeyenlerdir.
Derecelerinin üstü
işlere ve bilmediği şeye karışan, kadir (kıymet) ve meziyetlerini kaybederler.
Bir adam görünüşte ne
kadar güzel davranışlı olursa olsun, alçak; vicdanlı ve kötü huylu adamları,
bildiği halde, dost edinirse ahlâksızlıkta
müşterek sayılır.
ibret almak istersen, kötü kimselerin
akıbetlerine bak da aklım başına al
Servet elde etmek için
öksüzlerin ve kadınların etrafında dolananlar zillettedirler.
Kendine merhameti olmıyanm sana faydası olmaz.
Kendine her türlü
tarziye verildiği halde hakkına razı olmiyan
şeytandır.
însan, bir ilmi
öğrendikçe kusurunu daha ziyâde anladığı zaman âlim olur.
Şafiî, edebî zevki olan
bir zatdı. Bir gün gayet hazîn bir sesle şiir okuyan
bir muganniyi tatlı tatlı dinledi. Yanında bulunan
birine: Birşey anladın mı? diye sordu. O da: Hayır,
deyince: öyle ise sende insanlık duygusu yokmuş, dedi.
(Hilmizâde
[2] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 32-34.
[3] Sünnetin mânasını bildiğinden, Arap edebiyatiyle ilgili olan kısımları, üa-tâdları bazen ondan sorarlardı. Yâkût, Mu'cemti'l-Üdebâ'da
diyor ki:
Hz. Peygamber'in, "Kuşa dokunmayın, yerinde
dursun." hadîsi rivayet edildi. Şafiî, Ibn-I Üyeyne'nin yambaşmda idi. Ona
dönerek:
— Ey Ebû Abdullah, Hz. Peygamber'in bu
sözünden murâd nedir? dedi.
Şafiî dedi ki:
—Araplarda kuşlarla tefe'ül etmek vardır. Birisi evinden çıkıp bir yere yollanınca
gördüğü ilk kuşa bakardı. Sağından geçerse: Bu uğurlu kuş, derdi. Ve işine devam
ederdi. Eğer solundan geçerse: Bu, uğursuz kuş, derdi ve işinden vazgeçip yolundan
dönerdi.
Hz.
Peygamber'in: "Kuşu yerinde bırakın!" buyurması, onu ürkütmeyin,
yerinden oynatmayın, demektir. Yâni, kuşu yerinden kaldırıp onunla fal bakmak
hiçbir §ey yapmaz, bundan işinizde bir şey çıkmaz, Allah'ın kaza ve takdir
ettiği olur."
[4] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 34-35.
[5] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 35-36.
[6] Bu hususta şu beyitleri söylüyor:
"Ey yolcu, Minâ'ya vardtğmda dur, coşkun Fırat dalgaları gibi hacilar Minâya geldiğinde onlara
haykır:
"Eğer Muhammed'in Âl'ini sevmek râftsîUJc ise: îns ve cin şâhid olsun ki, ben râfızîyim!"
İslâm gâtri rahmetli Âklf, Safahât'ın
altıncı kitabı Âsim'da bunu göyle
anlatır: "Şafiî'nin mi, kimindir o şiirf
— Hangi şiir?
— Hani Peygamberin evlâdını candan sevmek,
Râfızîlikse,
— Evet
— Yer de beşer, gökte melek,
Râftsîdir
bu, desin hepsi de hakkımda benim, Ben oyum işte.." diyor,,..
[7] Yâkût Hamevî, Mu'cemü'I-Üdebâ, Muhammed İbn-i îıîris Şafiî maddesi.
[8] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 36-39.
[9] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 40.
[10] Fahrürrâzî diyor ki:
[11] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 40.
[12] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 40.
[13] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 40-41.
[14] Bu aözü söyleyenlerce bu iki
ekol Şafiî zamanında birbirine yaklaşmıştır.
[15] Üstâd Âhmed
Emin, Duha'l-îslâm adlı
kitabında re'y ekolü olan EbÛ
Ha-nîfe Medresesinin ashâb'dan,
tâbiîn'den ve sonra gelenlerden olan üstâdlarının silsilesini şöyle tesbît
ediyor:
1a- Abdulâh b. Mes'ûd (32)
1b- Ali b. Ebî Tâlib
(40)
2a- Şureyh b. Haris Kindi
(88)
2b- Alkarna b.
Kays Nahaî (62)
2c- Mesrûk b. Ecda' (63)
2d- Esved b. Yezîd Nahaî (65)
3a- İbrahim Nahaî (95)
3b- Amir
b. Şuranbil
(104)
4a-
Hammâd b. Ebî Süleyman (120)
5a- Ebû Hanîfe Nu'mân
b. Sabit (80-150)
Ehl-i Hadîs EkolÜ'ntin müessisi olan İmâm Mâlik'in silsilesi ise şöyledir:
1- Ubeydullah b. Abd. b. Utbe b. Mes'ûd (99)
2- Kasım b.
Muhammed b. Ebî Bekir (106)
3- Süleyman b.
Yesar (100)
4- Salim b.
Abdullah b. Ömer (106)
5- Nafi’ Mevla Abdullah b. Ömer (117)
6- Rabiatu’r-Rey (136)
7- Malik b. Enes (93-179)
1- Urve b. Zübeyr (94)
2- Said b. Müseyyeb (93)
3- Harice b. Zeyd b. Sabit (100)
4- Ş. Zöhri (124)
5- Ebu Zinad Abdullah (131)
6- Yahya b. Said (143)
7- Malik b. Enes (93-179)
Sonra Şafiî'nin
kimlerden ders aldığına gelince, O'nun, bu her iki medreseden ders aldığını
söylüyor. Demek Şafiî'nin ilim silsilesi bu her iki silsile olmuş, oluyor. Biz
büyük üstadımızın cedvelde gösterdiklerine muvafakat
ediyoruz. Ancak Üd.noktaya dokunmak isteriz:
1- Abdullah İbn-i Mes'ûd, Hz.
Ömer'in mesleğine muhalif değildi. Bütün mü-dakkıklara
göre ashâbdan ehl-i re'yin üstadı Hz, Ömer'dir.
Birçok mes'eleler hakkındaki görü§ü, onun mesleğini
açıkça gösterir, öyleyse Küfe ekolü, Abdullah îbn-i Mes'ûd yoluyla Hz. Ömer'e
dayanır.
2- Abdullah İbn-i Abbâs siyâsetten el çektikten
aonra Mekke'de ikâmet etti. Orada ders verdi, o
özellikle Kur'ân'ın tefsîrine Önem veren bir ekol
sahibi idi. Şafiî, Mekkeli müteahhırîn ulemâ vâsıtasiyle o ekolden ilim aldı. Nasıl ki Evzâî'nin gâkirdi ve Leys b. Sa'd'm şâklrdlerl vâsıtasiyle onların ilmini
öğrendi. Böylece çağındaki fıkıh ekollerinin hepsiyle münâsebet kurmuş oldu.
[16] Medine'nin yedi fakîhi
listede gösterilmiştir. Ashâb içinde en fakîh olup yedi fakîh nâmiyle anılanlar da
şunlardır:
Hz. Ömer (—23), Hz. Ali (—40),
Abdullah İbn-i Mes'ûd
(—32), Hz. Ai§e (—58), Zeyd b. Sabit (—45), Abdullah tbn-i
Abbâs (—68), Abdullah îbn-i
Ömer (—74).
(Mütercim)
[17] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 41-44.
[18] Şafiî seyahatin faydasına dâir diğer bir şiirinde
şöyle demektedir: "Seyahat et ki, bırakıp ayrıldıklarının yerine
başkalarım bulursun. Bu
uğurda meşâkkatlara katlan, zira hayatın şevki
yorulmaktadır". "Ben gördüm ki, suyun bir yerde durması onu bozuyor,
Akıp gitmesi ise onu temiz ve berrak
yapıyor, akmazsa temiz olmuyor". "Aralan yaşadığı ormandan ayrilmazsa av bulup
avlanamaz, Ok yayından çıkmayınca hedefe
[19] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 44-45.
[20] Bundan gâfiî'nin, Şîa-ı Zeydiyyeye meyil ettiğini çıkarmak istemiyoruz. ÇÜnkÜ bu ona bir delil sayılamaz. Çünkü Şafiî ilmi nerede
bulursa alırdı. O, ilmi içinde taşıyan kaba bakmazdı, onun için mühim olan,
kabın içindeki İlimdi. Şafiî Harun Regld zamanında ŞÜHkle İtham olundu, gizli olarak Evlâd-ı
Alî'den bâzılarına bîat etti, denildi.
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:
45-46.
[21] İbn'ül-Kayyim
bu rivayeti reddetmiştir. Miftâhü's-Saâde kitabında Yunan tıbbim onların diîiyle
bildiği rivayetini söyledikten sonra diyor ki: "Bu, Şafiî'ye ya-pılmıg bir iftiradır,
yalandır. Bu yalan, Muhammed oğlu Abdullah Belevî'den
gelmektedir. O yalancıdır, yalan uyduran biridir. Şafiî'nin seyahatim Rıhletü'ş-Şâfiî'ye uyduran odur. Onda Şafiî'nin Ebû Yûsuf'la Re§id'in huzurunda münazara yaptığını söyler.
Halbuki Şafiî Ebfi Yûsuf'u hiç görmedi. Onunla asla
buluşmadı. Çünkü Ebû Yû-suf un ölümünden sonra Bağdad'a
geldi. Bundan başka hikâyenin gelişi de aklı olan kimseye bunun yalan ve iftira
olduğunu göstermektedir. Çünkü Şafiî Yunanca bilmiyordu ki, onların
dediklerini kendi dilleriyle biliyorum demiş olsun. Yine bu hikâyede, Muhammed
b. Hasan'm, Şafiî'yi Harun Reştd'e
gammazladığı, Regid'in de onu öldürmek istediği söyleniyor.
Halbuki îmanı Muhammed'in Şafiî'ye kargı gösterdiği saygı, beslediği sevgi,
Şafiî'nin de onu saydığı, onu öğdüğü herkesçe bilinen
bir şeydir. Bu da, o yalanı reddetmektedir. Bak: îbn-i
Kayyim Cevziyye, Miftâhü's-Saâde,
a. 565.
[22] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 46-48.