31- İslâm Medeniyetinin, Eski Medeniyetlerin Sâhibi Mîlletlerle
Karşılaşması:
32- Bağdad, Eski Medeniyetlerin Ve Milletlerin Karıştığı Bîr Merkezdi:
33- Terceme Hareketinin Canlanması:
35- Mezhebleri Yaymak İçin Hareketler, Zeydiyye Mezhebi:
36- İlimlerin Tedvîni, Eser Yazma Yarışı:
37- İslâm Devletinin Genişlemesi, Îlîm Merkezlerinde Canlılık:
38- Abbasî Halifelerinin Îlme Saygısı:
39- Ulemâ Arasındaki Cedel Ve Münazaralar, Leys'în Mâlîk'e Bîr Mektubu:
40- Îlmı Münazaraların Fıkıhta Önemî Ve Yerî:
Şafiî Abbasîler
devrinde doğdu. Onların devrinde yaşadı. Şafiî'nin ömür sürdüğü yıllar, Abbasî
Devletinin idareye hâkim olup istikrar bulduğu, îslâm
hayatının parlak devrini yaşadığı bir devirdir. Bu devri di-ğerlerinden\ayıran birtakım hususiyetler vardır ki, bunların, ilmin
gelişip serpilmesinde, İslâm'da fikir hareketlerinin uyanmasında, ulemânın Yunan
felsefesini, İran edebiyatını, Hind ilmini almasında
büyük tesiri olmuştur. Bu çağın fikir ve ictimâiyyat
sahasında göze çarpan özelliklerinden kısaca bahsedelim[1]
Bu çağda İslâm
şehirleri îranlı, Rum, Hindli,
Nabat vs. gibi muhtelif unsurlarla dolup taşardı. Bağdad hükümet merkezi idi. İblâm
Hükümetinin başkenti çeşitli ırklara mensup, meram ve gayeleri muhtelif, çeşitli
yapıda ve çapta milletlerle kaynaşırdı. İslâm dünyasımn
her tarafından oraya hey'etler, temsilciler gelirdi.
Bunların her biri, kalblerinin içinde, duygularının
altında kendi milletinin kültürünü taşırdı. Bağdad çe-gitli kültürlerin kaynaştığı
bir yerdi. Bu tarzda olan bir cemiyette içtimaî olaylar çoğalır. Zîrâ bu kabîl
millî özellikler türlü sahalarda kendim gösterir, belirtiler meydana çıkar.
Her hâdisenin şeriatta bir hükmü vardır. İslam Dîni umûmî bir dindir. Küçük
büyük, önemli önemsiz her hâdise hakkında mubah veya yasak tarzında hükmünü
verir. Bu hâdiseleri incelemek fakîhin aklını
genişletir, onun zihnini mes'elelerin hükmünü çıkarmağa
hazırlar. Böylece mes'eleleri tasvîr eyleme, farz ve
takdir etme alanı genişler. Biribirine uymayan fer'î
mes'eleler için umûmî kaideler kurma imkânı sağlamr. [2]
Bu çağda tereeme hareketi de camandı.
Abbasî Halîfeleri bunu des-tekieyerek
teşvik ediyorlardı. Arap dili, muhtelif yollardan gelen Yunaı
düşüncesinden geçme şeylerle zenginleşti. Bunlar
Yunanlıların tesirinde kalmış olan İran yoliyle
geldi. O çağda Yunan felsefesinin en büyük nâkili olan Süryânîler yoliyle geçti. Bizzat Yunanlılardan doğrudan geldi. Çünkü Mevâliden bir kısmı Yunancayı ve Arapçayı mükemmel biliyordu. Bunlar Yunan düşüncesinden
seçtiklerini Arapçaya aktardılar. Demek oluyor ki.
Yunan felsefesi bâzan Öz hâlinde, bâzan
İran elbisesi giyerek, bâzan da Yahudilik ve Hıristiys.iıûk kisvesine bürünerek
Süryânîler yo-liyie Araplara geçti.
Bunun İslâm
düşüncesinde tesiri oldu. Bu felsefeyi elde edenlerin aklının ve dîninin kuvvet
derecesine göre, bunun tesiri de çok değişik ve türlü oldu. İnsanlardan
kinlinin aklı sağlam ve dürüsttür, îmanı sâdıktır. Akıllarının ve îmanlarının
kuvvetine göre kendilerine gelen, arzolunan
düşüncelere hâkim oluyorlar. Onları hazmediyorlar, düşüncelerini,
kavrayışlarını besleme ve geliştirme, akıllarını olgunlaştırma hususunda bundan
faydalanıyorlar. Bu kabiliyette olmiyanlar, buna
dayanamazlar; bu düşünceler kargısında kalınca eski ile yeni arasında akılları
sarsılır, bîr düşünce anarşisine düşerler, istikrar bulamazlar. Bakarsın kimisi
§âir, kinlisi muharrir, kimisi kendini ilme vermiş
zatlar, böyle düşünce karşısında kalınca onları, akılları hazmedemedi, eski
yararlı düşüncelerinden ayrıldılar, fakat yeniyi iyi kullanamayıp sarsıldılar,
şaşırıp kaldılar. Bunlann yanıbaşmda
zındıklar da türedi. İslâm cemâatini karıştırmak için bozguncu fikirler
saçarlardı, İslâmı yıkmak için çalışır, Müslümanlara
tuzak kurup, onun şanını düşürmeğe uğraşırlardı, islâm
hâkimiyetini kaldırıp eski Iran hâkimiyetini diriltmek isteyenler de vardı,
Mehdi devrinde Abbasî Devletine karşı ayaklanan Horasanlı Mukanna'
gibi. [3]
Abbasî halîfeleri,
devlete karşı gelen zındıklara karşı kılıç çektiler, İslâm cemaatında
fesat çıkarıp Müslümanlar arasında ibahacılığı yaymak,
gerîat emirleri, din hududu dışına çıkmak isteyenlere
karşı da kırbaç kullandılar. Yaldızlı delillerle bozuk akideleri Müslümanlar
arasına yaymak isteyenlere karşı ulemayı ileri sürdüler. İslâm fikir târihinde Mu'tezile[4] nâmı
verilen ulemâ, üstün gelen cemiyetleri, kuvvetli delilleri ile bozguncuların
karşısına dikildiler. Onları mağlûp ettiler. Halîfeler
Mu'tezileyi kendilerine yakın tuttular, meclislerine aldılar. Mansur ve Mehdî halifelikleri sırasında saraylarının
kapılarını onlara açtılar. Sonra Me'nıun, Mu'tasım ve Vâsik zamanlarında
hep böyle devam etti. Bu son üç Halîfe zamanında Mu'tezileden
vezirler, mâbeyn memurları, saray kâtipleri vardı.
Hattâ Me'nıun kendisini Mu'tezileden
sayardı.
Zındıklara, Mecûsîlere
ve bozgunculara cevap vererek İslâm'ı müdafaa işine bu ulemânın kendilerini
vermesi, akideleri isbat ve onları korumak için
delil getirme hususunda yeni bir yol tutmalarına sebep oldu. Bu yol, daha önce ashâb ve tabiîn devirlerinde selef-i sâlih
nezdinde alışılmış değildi. Mu'tezile
bu yoîda felsefeden silâhlarını bilemeğe yarayacak
olanı, delillerini kuvvetlendirecek şeyleri aldılar. Bundan başka hücum ve
müdafaada düşmanlarının taktiğini, usûlünü aldılar. Bu yüzden, karşılarındaki
düşmanların, içine daldıkları meseleler onlara da sirayet etti. Bundan dolayı,
ashâb ve tabiîn zamanında Müslüman ulemâsının
düşünmedikleri felsefî meseleleri kurcalamağa başladılar: İnsan iradesinden ve
fiillerinden, Allah'ın bunlar üzerinde hâkimiyetinden söz açtılar, Allâhu Teâlâ'nın vasıflarından bahsederek,
sıfatlar ile zât aynı şey midir, sıfat zâtının aynı mıdır, yoksa gayrı mıdır,
diye konuştular. Fukahâ onların bu yaptıklarını hoş
karşılamadılar. Çünkü bunu akideye, istidlal hususunda selef-i sâlihin yoluna, muhaddislerin ve fukahânın yoluna aykırı buldular. Pek tabiî ki, İslâm
Dîni'ne hizmette bulunan bu her iki grubun, akliyeti
ve düşünce mantığı birbirinden farklı olduğundan bunlar birleşemezdi. Fukahâ ve muhaddisler dîni, Kitap
ve Sünnetten öğreniyorlardı. Onların akıllarının işi Allah'ın Kitabı'nm ve Peygamber'in Sünnetinin naslarım
anlamaktı. Onların ibarelerinden ve işaretlerinden hüküm çıkarmağa
çalışıyorlar, nass olnııyan
yerlerde re'y ile ictihâd
yapıyorlardı. En çok yayabildikleri bu idi. Mu'tezile
ise akaidi isbat hususunda aklî kıyâsı lüzumlu
görüyordu. Onun için mantık kullanıyorlar ve felsefî bahislere başvuruyorlardı.
İşlerin akışı,
herkesin iht
Kelâm ilmi, Şafiî zamanında Mu'tezilenin
Öğretilerine ve üslûbuna dayanırdı. O
yüzden Şafiî bu ilimden nefret etti ve onunla meşgul olmağı hoş görmedi. Çünkü
o, bu ilmi ancak Mu'tezüede gördüğü şekilde anlamıştı.
Diyebiliriz ki, Mu'tezilenin, Şafiî üzerindeki tesiri
umumiyetle menfî olmuştur. Ancak bir bakımdan müsbet
oldu. O da onların cedel ve münazara usûlünü
benimseyerek fıkıh meselelerinde bunu kullandı. Delilleri kuvvetli oldu. Mu'tezile saflarına katılmış olan Bişr
Merîsi gibi bâzı re'y fukahâsiyle
münakaşa ve münazara yapardı. Bunlar cedel ve münazarada mehâret
sahibi idiler. Şafiî de onların1 cedel yolunu tuttu.
Hasımla nasıl tartışılır, onun sözlerinden aleyhine delil nasıl çıkarılır,
bunu öğrendi. Şafiî bu hususta şöhret kazanmış bir âlimdir. Kitapları bunlarla
doludur. Her duruma göre Şafiî'nin çağı her yönden cedel
ve münazara çağı idi. [6]
Emevîlerden hâkimiyeti almak için kılıca sarılmış olan islâm fırkaları, yâni Şîa ve Haricîlerin artık kılıçları korleşmişti, kuvvetleri zayıflamıştı, fitneleri
yatışmıştı. Fakat bu fırkalara mensup kimseler cihâd
tarzlarını değiştirmişlerdi. Ok yerine
kalem kullanıyorlardı. Görüşlerini nazma çekiyorlar,
hüccetlerini yazıyorlar, fırsat düştükçe
delil ve burhanla dâvalarını müdafaa ediyorlardı. Şîa nıezhebleri
meydana gelmişti. Bunlardan biri On îki İmam fırkası idi. Onların ayrı fıkıhları
vardı. îmâ-miyyenin îsmailiye
kolu teşekkül etmişti. Onların
felsefesi, ictimâiyyâtı vardı, propagandaları vardı. Zeydiyye mezhebi kurulmuştu. Bu çağda onların büyük bir
fıkhı vardı. Milano'da bâzı islâm eserleri bulundu.
Bunlar arasında 122 senesinde vefat eden îmanı Zeyd'e
mensup bir fıkıh yazması mevcuttur. Bu yazma eserin İmam Zeyd'e
nisbeti ister sahih olsun, ister olmasın, şüphe
götürmeyen bir cihet vardır ki, o da Şafiî zamanında Şîa fıkhının okunur ve
yazılır bir halde olmasıdır. Yukarıda arzetti-ğîmiz gibi Şafiî, Mukâtü b.
Süleyman'ın eserlerine muttali' idi. O ise Şîa-nın Zeydiyye mezhebındendir. Şüphesiz
ki, Şafiî, bu fırka hakkında bilgi sahibi idi. Kitaplarında her ne kadar
onların adını zikretmemişse de onların fıkhını bilirdi. O, birçok münakaşalar
nakleder, fakat sahiplerinin ismini açıklamaz.
[7]
İnsanlardan birtakım
kimselerin muhtelif ilimleri Öğrenmeğe yönelmelerinin tabiî neticesi olarak,
ilimleri tedvine başladılar. İşte Abbasîler devri bununla temayüz etmiştir. Emevîler devrinde ilim şifahî idi, dinleme suretiyle
alınırdı. Bilhassa dînî ilimler semâen telâkkî
edilirdi. Abbasîler devrinde ilimler tedvin olunmağa başladı, şubelere
ayrıldı. Her ilimle ayrı ayrı meşgul olan âlimler
vardı. Bunlar bir ilimde derinleşiyor, kaideler kuruyorlardı. Halil îbn-i Ahmed aruz vezinlerini vaz'ede-rek nâzını şekillerini,
şiir tarzını tesbit etti. L
Fıkıh, Hadîs ilimlerinde
de aynı oldu. Fukahâ ve muhaddisler
Eme-vî devrinin sonlarında eserlerim yazmağa
başladılar. Medine fukahâst Abdullah İbn-i Ömer, İbn-i Abbas ve Hz. Âişe'nin
fetvalarım ve onlardan sonra Medine'deki tâbiîn'in
büyüklerinin fetvalarını topluyorlar, onları gözden geçiriyorlar, hüküm
çıkarıyorlar, onlara göre meseleleri hallediyorlardı. Irak fukahâsı
da Abdullah îbn-i Mes'ud'un
fetvalarım, Hz, Ali'nin verdiği hüküm ve fetvaları,
Kadı Şüreyh'in ve diğer Küfe ka-dılanmn hükümlerini topluyorlar, onlardan hüküm
çıkarıyorlar, kendi hükümlerini onlara göre veriyorlardı[8].
Abbasîler devri gelince, Hadis tedvîninin ufku genişledi, fıkıh babları tertibine göre Hadîs tertibi çoğaldı. Bu iş, yalmz muhaddislere münhasır
değildi. Yukarıda beyan etmiştik ki, Şîa fukahâsı da
eserler yazmağa başlamıştı, bütün fukahâ görüşlerini
tesbit ediyorlardı. İmam Ebû
Yûsuf Kitabü'l-Harâcî,
El-Hilâf beyne Ebî Hânife
ve İbn-i Ebî Leylâ kitabını
yazdı. Muhammed b. Hasan Ebû Hanîfe'nin
ve ashâbimn fıkhım tedvin etti. İş böylece devam ediyordu,
tbn-i Nedim, El-Fihrist'inde Ebû
Hanîfe'ye ve ashabına nisbet
olunan birçok kitaplar saymaktadır.
Şafiî çağında fıkıh
tedvîn olunurken, eskilerin tedvin olunmuş fıkhı mevcuttu. Şafiî 'onları ve
çağdaşlarının tedvîn olunmuş mukarrer fıkhını gördü. Onlardan bir kısmım,
yazanların kendisinden dinledi. Sahibinden bizzat işitmek mümkün olmıyan diğer kısmını ise okudu. Şafiî'nin önünde ham
değil, olgunlaşmış bir fıkıh malzemesi vardı. Elbette bunlar kolayca boğazdan geçecek, hazmı kolay olacaktır ve öyle de oldu. Şafiî kendi
kabiliyeti ve görüşüyle mütenâsip, yeni bir şeyler vermiş, böylece mezhebi
doğmuş, usûlü teessüs etmiştir. [9]
Bu çağda İslâm Devleti'nİn sahası çok genişlemiş, batıda tâ Endülüs'ten
başlayarak doğuda Çin'e kadar uzanan ülkelere yayılmıştı. Bu genig ülkelerde birçok mühim İslâm merkezi ve büyük şehir
kurulmuştur. Bunların ilim târihinde büyük, şöhretli mevkii vardır. Eskiden Resû-hıllâh'ın ashabı bu büyük
şehirlere yayılmışlardı. Her sahâbinin şâkirdleri olduğu gibi onların bulundukları hâle uygun
fıkıh görüşleri vardı. Sonra her şehirde kendine göre içtimaî, ticarî ve ilmî
bir durumu vardı. Her biri ulemâsının ve fukahâsmın
çokluğuyla üstün bir mevki kazanmak isterdi.
Merhum üstadımız
Muhammed Hudarî Bey (Allah makamım nur-landırsm), Abbâsîlerin ilk devrinde bu şehirlerin,
durumunu, Târihü'l-Teşri' Bl-Islâmî adlı eserinde şöyle anlatıyor:
"Batıya doğru
giderek İslâm ülkelerinin en sonuna
uzanırsan, Endülüs'te Kurtuba şehrini bulursun. Bu
şehir, Endülüs'te Emevî Devleti'-nin
kurucusu olan büyük Emîr Abduı^rahman b. Muâviye'nin idaresi altında gelişmekte ve Bağdat'la
karşılıklı öğünmeğe hazırlanmaktadır. Kuzey Afrika'da Kayrevân
şehrini bulursun ki, Afrika'daki Roma şehirlerinin azametine vâris olmuş,
onların güzelliği kendine geçmiş, orada yaşıyor. Daha beri gelirsen Mısır'ın
başkenti olan Fustât şehrini görürsün. En ulu camii
olan Amr Camiini ulemânın ders halkaları doldurmuş. O
ulemâ ki, ictihâd ve istinbatta
en büyük eserleri meydana getirdiler. Bütün insanla.r için, muhtelif mezheblerin müctehid imamlarının fıkhım meydana çıkarıp gözonüne serdiler. Bu diyarın tarihçilerinin yazdıklarına
göz gezdiren kimse burasının ilim, medeniyet, ticaret, sanat hususunda Bağdat'tan
hiç de geri olmadığını görür. Sonra Dima.sk (Şam) şehrini bulursun. O, her ne kadar hilâfet merkezi
olmak süsünden mahrum kalmış ise de, Enıevî oğullarından kendine mîras kalan o haşmeti hâlâ
muhafaza etmektedir. Küfe ve Basra ulemâ ve hükemâ
ile dolup taşmaktadır. Hilâfet merkezi Bağdat, bu iki şehre en yakın olduğu
halde, o haşmetiyle bunların güneşini asla gÖIgeleyemedi.
Çünkü Basra Hind'Ie
yapılan ticaretin en büyük limanı idi. Küfe ise Arap unsurunun yaşadığı bir yerdi.
Buradan doğuya doğru gittik mi Merv, Nişâbur ve diğer büyük şehirleri görürsün. Medeniyetin
ilerlemesi; ticaret, ziraat ve sanayi dairesinin genişlemesini icabeder. Bunların hepsi bu devrede en üstün noktasına
ulaştılar, O derece ki, İslâm diyarı, kendinden önceki medeniyetlerin
hepsinden parlak bir medeniyete sahip idi. Çünkü o, muhtelif medeni-1 yetlerin hulâsası demektir.
Şüphe taşımaz bir
gerçektir ki, bunun fıkıhta da büyük tesiri oldu. Çünkü fıkıhla meşgul olan
kimse, bu meselelerin cevabım bulmak için muhtelif konuların kaidelerini koymak
imkânını arar ve bulurdu."[10].
Hiç şüphe yoktur ki,
bütün bunların Şafiî'nin kültürü üzerinde büyük tesiri oldu. Özellikle bu
şehirlerin fıkhı tedvin olunup yazılıyor ve muhtelif ülkelere yayılıyor, ulemâ
onları tenkîd ediyor, münazaralarda inceleme konusu
yapıyorlardı. Sâfiî bu ülkelerin çoğunda gezip
dolaştı. Arabistan Yarımadasının her tarafını gezdi. Çölleri dolaştı. Yemen'in
bâzı vilâyetlerine memur olarak gitti. Kûfe'ye,
Basra'ya gitti. Vardığı yerde ulemâ ile münakaşalar yaptı, onlardan ilim aldı,
onlara cevap verdi. Ki-tâb-ı El-Üm,
hadîsin hüccet olduğunu inkâr eden Basra ulemâsiyle, omın münakaşalarda bulunduğunu bize haber veriyor. Böylece
onun Mekke ile Bağdat arasında bir araştırıcı, öğrenici, inceleyici sifatiyle gidip geldiğini görüyoruz. Vardığı her şehirde
ve yerde, ulemânın yazdıklarını okur. öğrenirdi. En sonunda seyahat asasını
Mısır'da elinden yere attı ve orada, bütün bu araştırıp incelemelerin meyvecim
verdi, bütün öğrendiklerinin neticesini ortaya döktü. [11]
Abbasî Devleti
Halîfelerinde dînî bir meyil ve tutum, vardı. Her ne kadar, zaman zaman, lüks hayata dalmışlar, zevke ve lehviyata
sapmışlar, bâzı yasak işleri yapmışlar veya ithamların en uzak ihtimallisine bakarsak,
yasak korunım yakınında dolaşmışlar ve helâl ile
haram arasında şüpheli olan şeyleri işlemişlerse de, dînî eğilimleri vardı. Bu
devlet acaba neden bu tutumu tuttu? Bunun cevabı şudur: Bu. devlet, Hz. Pey-gamber'e nisbet olunan bir aile tarafından kurulmuştu. Yâni Hz. Pey-gamber'in sülâlesinden
idiler. Demek bu dînin sahibine nesebce bağlılık
kuvvetine dayanıyordu... Halbuki Emevî Devleti böyle
bir iddiada bulunamazdı. Çünkü o, devletin kurucusu, bu hâkimiyeti, nesebce Peygam-ber'e en yakın olan ve bu dîne en çok bağlı bulunan
kimselerin elinden almıştı. Onlar da, Hz. Ali ve
ondan sonra evlâdıdır. İşte Abbasî Halîfeleri bu dînî meyil sebebiyle ulemâyı
kendilerine yaklaştırdılar. Onların mevkilerini yükselttiler. Onlara bol bol atiyye ve ihsanda bulundular.
Onlara ilim yollarım kolaylaşürdılar. Mehdî, Hâdî, Me'mım, Mu'tasira, Vâsık hilâfetleri zamanlarında, zındıklarla ve îsîâm prensiplerine .saldıran gayrimüslimlerle
savaşabilmek için, Mu'tezile ulemâsını ileride tutuyorlardı.
Harun Reşid zamanında fukahâ,
muhaddisler, vaizler en ileri tutulan ulemâ oldular.
Hattâ rivayete göre Reşid, Mu'tezileyi
hapsetti*, onları Kelâm ilmiyle iştigalden meneyledi.
Belki de bu yüzden Şafiî, Harun Reşid zamanında
Bağdat'ta kalmağı arzu etti. Sonra Me'mun gelince,
yukarıda hayâtından bahsederken açıkladığımız gibi, Bağdat onu sıktı, oradan
ayrıldı. Harun Reşid'in fukahâyı
kendisine yaklaştırmasının açık eseri görüldü: Onların öğütlerini dinliyor, onu
sıkıştırsalar da onları istiyor; kelimeleri sert, İbareleri şiddetli de olsa
onları dinliyordu, ö, İmam Mâlik'in öğüt verici, irşat edici r
Rivayet olunduğuna
göre, Şafiî, Ali taraftarlığı ile itham olununca Harun Reşid'in
huzurunda kendini müdafaa ederek bu işten beri olduğunu isbat
ettiği zaman, Reşid ondan kendisine nasihatte
bulunması isteğinde bulunmuştur.
Bunun için Harun Reşid zamanında fıkhın ve fukahânın
yüksek mevkii vardı. îlmin şerefiyle şereflenirler, onun yüceliğiyîe
yükseliyorlar-di. Bu, fıkha teşvik edici bir şey oluyordu. Zekâ ve asalet
sahibi kimselere fıkhı Öğrenmeği sevdiriyordu. Emin'in hilâfeti devrinde de fukahâ bu itibarı görüp faydalandılar, babası gibi onları
kendine yakın tutmadı ise ve babası gibi onları dâima dinlemediyse de, onları ihmal
de etmedi. Me'mun devri gelince ilk zamanlarda fukahâya bir zararı dokunmadı. Fakat devrinin sonuna doğru
ortaya attığı Halk-i Kur'ân sınaması yüzünden fukahânın basma birçok belâlar geldi. Olan onlara oîdu.
Demek oluyor ki,
Şafiî, fıkıh ve Hadîse Önemli yer verilen bir çağda yaşadı. Şafiî'nin gençliği
ve adamlık çağı, fukahânın ve muhaddislerin
Halîfe nezdinde yüksek derecelere nail oldukları bir
çağa rastlar. [12]
Abbasîler devrinin ilk
zamanlarında cedei ve münazara arttı, aldı yürüdü;
hattâ âlimler, edibler, yazarlar arasında yarış ve
müsabaka konusu hâline gelmişti. Bu, her derin âlimin değer ölçüsü idi. îlmi
ve araştırmayı şerefe doğru yükselme yolu tutan her temiz soylu araştırıcının
basamağı olmuştu. Halîfelerin teşviki sayesinde münazara ve mübahase
hareketi daha çok canlandı. Halîfelerin ve emirlerin saraylarında ilim
meclisleri kurulur, münazaralar yapılırdı. Halîfelerin arasından bu münazaralara
karışıp onun derinliklerinde kulaç atanlar olurdu. Bu hususta en büyük ün
kazanan Halîfe Me'mun olmuştur. O, ilim ve felsefe
sahibi bir kişi idi.
Yarışta kazanma ve
üstün gelme arzusundan ileri gelen bu münazaraların yanıbaşmda,
dînî hamiyet ve mezheb gayretinden doğan dînî münazaralar
da vardı. Bunlar, muhaddislerle fukahâ
arasında olduğu gibi bunlarla Mu'tezile arasında da
cereyan ederdi. Fukahâyı bu mübahase
ve münakaşalara sevkeden şey dîne olan ihlâsları idi, Mu'tezile tarafında
bâzılarında da böyle bir ihlâs vardı. Bundan başka, fukahâ kendi aralarında da birbirleriyle münazaralar
yaparlardı. Hacda, Kabe'nin hareminde, Medine'de, Mescid'in
hareminde fukahâ arasında münazaralar olurdu. Büyük
İslâm merkezlerinde, Bağdat'ta, Basra'da, Kûfe'de,
Şam'da, Mısır'da, Füstât'ta türlü fıkıh
yönelişlerine sahip fukahâ arasında böyle münazaralar
cereyan ederdi. Bir fakîh, nereye gitse, orada kendisiyle
münazara yapacak birini bulurdu.
Bu münazaralar,
aralarında yalnız şifahî olarak cereyan etmeğe münhasır kalmazdı. Mektuplaşma
ve r
Leys b. Sa'd'm r
"Sana seldin
olsun. Kendisinden başka hiçbir Tanrı bulunmayan Allah'a hamd
ederim. Allah bana ve sana sıhhat ve afiyet versin. Dünyada ve âhirette akıbetimizi iyi ve hayırlı kılsın.
"Mektubunuzu
aldım. Hâlinizin iyi olduğunu söylüyorsunuz, buna sevindim. Allah iyilikte
berdevam kılsın. Şükrünü edâye yardım etmekle,
ihsanını arttırmakla nimetini tamamlasın. Sana gönderdiğim yazılarım hakkındaki
görüşünü, onları doğrulttuğunu, üzerlerine mührünü bastığını söylüyorsun. Bu
yaptığın hayırların Allah mükâfatını versin. Sizin bâzı yazılarınız bize
ulaştı, ben de onların hakikatini sizin nazarınıza arz-etmek istemiştim... Benim,
sizin katmızdaki cemâate muhalif olarak bâzı
hususlarda halka fetva verdiğimi size ulaştırmışla:-. Bu fetvalara iü-mad hususunda benim kendim
hakkımda endişe etmem, gerekir. İnsanlar Medîne ehline tabidirler, Peygamber'in
hicreti oraya »ai, Kur'ân
orada nazil oldu, diyorsun. Bundan sonra yazdıkların hep yerinde. Bunlar gönlümde
sevdiğin yeri aldı. İlim erbabı içinde ben kadar şâz fetvaları kerih gören bir
kimse bulunmadığı gibi geçmiş Medîne ulemâsını ben kadar üstün tutan, onların
ittifak ettikleri fetvaları ben kadar alan bir kimse de yoktur sanırım.
Âlemlerin Rabbı olan Allah'a hamd
ve senalar olsun. O'nun hiçbir ortağı yoktur.
"Peygamber
Efendimizin Medine'de ikamet ettiklerini, Kur'ân-ı Kerîm'in
orada Ashabı arasında iken nazil olduğunu, Allah'ın onlara öğrettiklerini,
halkın böylece onlara tabi olduklarını hatırlatmana gelince, bu cihet böyledir.
"Öne geçerek birinci olan Muhacirler ve Ensâr
ile iyilikte onları takip edenlerden Allah hoşnud
olmuştur, onlar da AUahMan hoşnuddurlar.
Allah onlara içinden ırmaklar akan Cennetler hazırladı; orada ebedî ve dâim
olarak kalırlar. İşte en büyük saadet budur." (Tevbe:
101) âyetini zikretmene gelince, bu sâbikûnun çoğu,
Allah'ın rızâsını kazanmak için
Allah yolunda cihâda
çıktılar. Ordular toplayıp hazırladılar, insanlar da onların etrafında
toplandı. Allah'ın Kitabını ve Peygamberinin Sünnetini dâima meydanda tuttular.
Bildikleri hiçbir şeyi saklamadılar. Her orduda Allah'ın Kitabını ve
Peygamber'in Sünnetini bilen bir cemâat vardı. Kur'ân'm
ve Sünnetin açıklamadığı hususlarda re'yleriyle ictihâd ediyorlardı. Bu hususta onların önderi
Müslümanların kendilerine reis seçtikleri Ebû Bekir,
Ömer, Osman olmuştur. Bu üç şahıs Müslüman ordularını kayba, zarara
sürükleyecekler değildi, gafil de değildiler. Dîni dosdoğru tutmak için en
küçük bir şeyde hemen yazışırlardı. Allah'ın Kitabı ve Peygamberinin
Sünnetinde ihtilâfa düşmekten
sakındırırlardı. Kur'ân'm
açıkladığı hiçbir emri, Hz. Peygamber'in işlediği bir
işi veyahut Peygam-ber'den
sonra aralarında yapıp uydukları hiçbir1 şeyi bırakmaksızın onları Öğrettiler.
Mısır'da, Suriye'de, Irak'ta Ebû Bekir, Ömer ve
Osman'ın hilâfetleri zamanlarında ResûluHâh'm
Ashabının amel ettiği bir iş varsa ve vefatlarına kadar ondan devam ettiler ve
onun aksi bir şeyle emir etmedilerse, Ashâbdan ve
Tabiînden olan selef-i sâlihînin yapmadıkları
bir işi bugün İslâm askerinin ortaya atmasını caiz görmüyoruz. Halbuki Resûlullâh'ın Ashabı sonra birçok şeylerde fetva hususunda
ihtilâfa düştüler. Şayet bunları senin bilmediğini bilsem,, sana yazardım.
Bunun ardından Resûlullâh'ın Ashabından sonra Tabiîn
de bâzı şeylerde ihtilâfa düştüler. Saîd b. Müseyyib ve emsali birbiriyle şiddetle ihtilâf ettiler. Sonra
onların ardından gelenler de ihtilâfa düştüler. Bunlar Medine'de ve diğer
yerlerde bulunuyorlardı. O gün reisleri îbn-i Şihâb ve Rabîa b. Ab-durrahman idi. Rabîa'nm, kendinden
öncekilerden bâzılarına muhalefet
ettiğini biliyorsun. Bunlara sen de şahid oldun, bu
hususta senin dediklerini, Medîne ehlinden re'y
sahiplerinin, Yahya b. Saîd, Ubeydullah b. Önıer; Kesîr b. Ferkad ve daha
yaşlı olan birçoklarının dediklerim duydun. Hattâ bunlar hoşuna gitmediğinden
o meclisten ayrıldın. Sen, Ab-dülâziz b. Abdullah îbn-i Rabîa hakkında kullandığın
bâzı vasıfları müzâkere ettin. Siz de benim reddettiklerime muvafakat
etmiştiniz. Benim kerih gördüğümü siz de kerih görmüştünüz. Bütün bunlara
rağmen Ra-bîa'da da birçok
iyi cihetler vardır. Asıl bir akıl, düzgün bir l
"îbn-i Şihâb ile karşılaştığımız
veya onunla yazıştığımız zaman birçok ihtilâflar olurdu. Nice defalar, re'y ve ilminin fazlına rağmen, bir şey hususunda üç
sebepten kendisine yazmak lüzumu duyulurdu: Re'y-leri birbirini nakzederdi, bu hususta daha önce geçen re'yinin farkında olmazdı. îşte beni, onu terke sevkeden budur. Benim: Ondan kabul etmeyip reddettiğim bir
husus da, yağmurlu gecede akşam ve yatsı, iki namazın bir arada kılınması
meselesidir. Suriye'nin yağmuru,
Medine'nin
yağmurundan daha
boldur. Öyle olduğu halde tek bir imam yağmurlu gecede iki namazı cem'etmiş değildir. Ebû Ubeyd b. Cerrah, Hâlİd b. Ve-lidT Yezid b. Ebî
Süfyân, Amr b. Âs, Muaz b. Cebel gibi zevat bunlar arasındadır. Bize rivayet yoliyle gelen hadîs-i şerifte Hz.
.Peygamber şöyle buyurmuştur;
"İçinizde helâl
ve haramı en iyi bilen Muâz b. Cebel'dîr." Yine:
"Muâz, Kıyamet günü ulemânın bir adım ilerisinde, önde
gelir." denilmiştir.
"Şurahbil b. Hasen'e, Ebû el-Dardâ, Bilâl b. Rabâh da
bunlardandır. Mısır'da Ebû Zer, Zübeyr
b. el-Avvam, Sa'd b, Ebî Vakkas bulundu. Humus'da, Ehl-i Bedir'den yetmiş
zât vardı. Irak'ta îbn-i Mes'ûd,
Huzey-fe b. Yemân, Imrân b. Husayn bulundu. Emîrü'l-Mü'minîn Hz. Ali senelerce orada
ikamet etti. Onunla birlikte Resûlullâh'ın Ashabından
birçokları vardı. Bunlar akşam namazı İle yatsı namazım asla cem
etmediler."
"Kabul etmediğim mes'elelerden biri de, bir şâhid
ve davacının ye-.mini ile hükmetmedir. Bilindiği Üzere Medine'de hâlâ bununla
hüküm verilmektedir. Halbuki Şam'da, Humus'da,
Mısır'da, Irakla Resûlullâh'ın Ashabı bununla
hükmetmediler. Hz. Ebû
Bekir, Hz. Ömer, Hz, Osman
ve Hz. Ali yâni Hulefâ-i Râşidînden hiçbiri onlara bunu yazmadılar. Daha sonraları
Ömer b. Abdulâziz Halîfe oldu. Malûm olduğu üzere o,
Sünneti ihya etmek, dîni hakkiyle yerine getirmekte ciddî olmak, re'yde
"Burada talâk,
îlâ' mes'elelerine temastan sonra devamla diyor ki:
'Sizin hoşumuza gitmeyen bâzı fetvalarınız bize ulaşmıştı. Bâzıları hakkında
size yazdım, fakat cevap vermediniz. Korkarım ki, bunu ağır buldunuz. Ben de red ettiğim şeyleri tekrar yazmağı bıraktım. Duydum ki, sen,
Züferâ b. Âsim Hilâl'i, yağmur duası için namaz
kılacağı zaman, namazın hutbeden önce kılınmasını emir etmişsin. Bu yersiz bir
şeydir. Çünkü yağmur duasında hutbe, Cum'a günü
hutbesi tarzındadır. Şu kadar var ki, imam Hutbeyi bitireceği zaman duâ ederken
cübbesini ters çevirir, sonra iner, namazı kıldırır.
Ömer b. Abdulâziz, Ebû
Bekir Muhanı-nıed b. Ömer
b. Hazm ve başkaları yağmur duası yaptılar; bunların
hepsi hutbeyi ve duayı namazdan önce yaptılar. Züfer
b. Âsım'm yaptığım bütün halk istihfafla karşıladı,
hoş görmedi."
"Yine bana
ulaştığına göre sen: İki cins karışık olan bir malda, her cinsi ayrı ayrı n
Yine duydum ki, şöyle
diyormuşsun: "Bir kimse, bir adama mal satsa ve paranın bir kısmım kabzetse veya alan kimse malın bir kısmını sarf ederek
malda tasarruf etse, bu adam iflâs ettiğinde, malı satan kimse müfliste
bulduğu malı alır." Halbuki halkın teamülü böyle değildir. Malı satan
kimse paranın bir kısmını alırsa, yahud da müşteri
maldan sarf ederek tasarruf etmiş olursa, artık o mal bâyiin malının aynı
olmaktan çıkar.
"Yine bu
kabildendir ki, sen Hz. Peygamber, Zübeyr b. Avvâm'a harb ganimetinden ancak bir at hissesi verdi, diyormuşsun.
Halbuki insanların hepsi, ona iki at için dört hisse verdiğini söylüyorlar.
Ancak üçüncü hisseden mahrum etmiştir. Bütün ümmet bu hadîsle amel etmektedir.
Şam halkı, Mısır halkı, Irak halkı, Afrika halkı hep bunun üzerindedir. Bunda
iki kişi ihtilâf etmiş değildir. Bu hadîsi bir hoş adam-; dan bile duymuş olsak
bütün ümmete muhalefet etmek sana yakışır bir şey değildir."
Buna benzer birçok
mesele var ki ben onları bir yana bıraktım. Size Allah'tan tevfîk
ve uzun Ömürler dilerim. Bunda halka fayda görürüm, senin gibi bir zâtın
aramızdan gitmesi büyük bir kayıptır. Ülkelerimiz uzak olsa da sizin
makamınızla ünsiyetimiz var. Sizin benim katımda dereceniz böyledir,
hakkınızdaki görüşüm budur. Bunu iyi bilmelisiniz, Ba*
na mektup yazarak hâlinizi, oğlunuzun ve ailenizin
iyi haberlerini bildirmenizi rica ederim. Sizin veya başka birinin bir haceti
olursa onu görmeğe memnuniyetle hazırım.
"îste size
yazdıklarım bu kadar. Biz sıhhat ve afiyet üzereyiz. Allah'a hamd olsun. Allah'dan size ve
bize bahşettiği nimetlerin şükrünü edada hepimize kolaylık göstermesini' bize
nimetlerini tamamlamasını dileriz. Selâm ve Allah'ın rahmeti üzerinizde dâim
olsun."
Bu mektuptan iki şey
meydana çıkıyor:
1- Fukahâ arasında fıkhın her koluna âit mesele üzerinde münazaralar
ve münâkaşalar oluyordu. Bu münazaraların özünü hakikati aramak arzusu teşkil
ederdi, yoksa kendi re'yine taassup göstermek değil.
Onun için bunlarda söz nezaheti hâkimdi, hitablar yumuşaktı, gönüller sakin ve rahattı. Çünkü kalbe,
gayenin şerefi dolmuştu. Hevâ ve hevesten, Öfkeden,
kazmaktan, kaba ve seri; sözden uzaktı. 'Çünkü bunlar hırs ve kötü niyet olan
yerde bulunur. O zaman gerçek ortaya çıkmaz; hakîkatler, çarpışan hissiyat ve
gelişen heves fırtınalarının ortasında kaybolur gider. Kendini beğenmek,
hakikatle bir arada bulunamaz.
2- Leys b, Sa'd, İmam Mâlik'e
muhalefet ettiği mes'eleleri arz ederken bu mes'ele hakkında muhtelif Ashabın ve Tabiînin görüşlerini açıfc-ıiyor, sonra bunların
arasından çoğunluğun görüşü olarak gördüğünü; alınması şâz sayılmayacak olanı
seçiyor. Bu da gösteriyor ki, o vakitler-deki incelemeler Ashabın, Tabiînin ve
diğer beldeler ulemâsının görüşlerini araştırmağı içine alıyordu. İnceleyici,
o görüşleri birbiriyle mukayese yapıp ölçüyor, içlerinden insanlar için en
yarayışlı olanı ve çoğunluğun
kabul ettiğini
seçiyordu.
Şafiî (Allah ondan
razı olsun), gerek çağındaki ve gerekse Önceki fukahânın
görüşlerini incelemeğe son derece îtinâ ederdi. Gerek rivayet ve gerekse
dirayet bakımından onları tenkîd ediyor, sonra
içlerinden kendi tutumuna uygun olup Hz.
Peygamber'den gelen sahih rivayetlere aykırı olmayanı seçerdi. [15]
istersen Şafiî'nin
yaşadığı devre, verimli fıkıh münazaraları çağı adım verebüirsin.
Bil ki, istinbat olunan İslâm fıkhı, gayesi şerefli
ve temiz olan bu münazaralara borçludur. Burada ortaya birçok mes'eleler çıktı M, bunlar inceleme ve araştırma konusu
oldu. Bunlar, muhtelif fıkıh eğilimlerinin etrafında döndüğü bir merkez, bir kutub gibi idi. Soi> ra bu münazaralar fıkhî
delillerin, füru'da muhtelif görüşlerin yardım-1 andığı usûlün bir sicilli
mahiyetinde idi. Zîrâ fukahâ kitaplarını tedvîn
ederken, pek azı müstesna, füru* mes'eleleri ve
hükümleri, delillerini ve istinat ettikleri usûlü zikretmeksizin kaydederlerdi.
Cüz'î hâdiseyi ve ona verdikleri hükmü zikrederler,
bundan başka bir şey beyan etmezlerdi. Fakat fıkhî
münazaralarda görüşler birbiriyle çarpışınca herkes delilini ortaya koyardı,
mesleğini açıklardı. Öyleyse münazaralar mez-heblerin usûlüne kaynak vazifesi gördüler.
Şafiî,
mezhebini-tedvîn veya imlâ edince veyahud mezhebi
ondan rivayet olunurken münazara kisvesine bürünmüş bir hâl aldı. Çünkü birçok
münazaraların eseri idi, Mezheb hükümleri delillerle
birlikte zikrolu-nurdu. Belki de Şafiî bu
münazaralarda cilalanmış bir âlim olduğundan usûl-ü fıkhın vaz'mda
bunlardan mümkün olan âzami derecede faydalanmıştır. Muhtelif münazaralar,
çeşitli görüşler arasında mukayeseler yapma, Şafiî'nin fikrini olgunlaşırdı.
Birbirine karışık bu çapraşık şeylerden hüküm çıkarma hususunda umumî kaideler
topladı.
Birçok mes'eîeler etrafında münakaşalar cereyan ederdi. Bunlar İslâm fıkhının kaynaklan ve esasları addolunurdu. Bu mes'elelerin bâzısını, Şafiî'nin devrinde bunlar etrafında cereyan eden münakaşaları zikredelim, tâ ki, Şafiî'nin ne dereceye kadar kendisinden öncekilerin tesiri altında kaldığını ve bu ictihadlarının semeresini kendinden sonra gelenlere nasıl verdiğini bilmiş olalım.
[1] Tarihü'l-Cedel
adlı kitabımızda Abbâsîlerin ilk devrindeki içtimaî ve fikrî özelliklere dair
bir kısım yazdık. îsteyen oraya baksın, s. 241-249.
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:
49.
[2] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 49.
[3] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 50.
[4] Şafiî'nin çağiyle
ilgili olduğundan bu bahiste Mu'tezileden biraz söz açacağız.
[5] Bu mesele Me'mun, Mu'tasım ve Vâsık olmak üzere üç
Abbasî Halîfesi zamanında zihinleri meşgul etti. Meselenin esası şudur: Kur'ân mahlûk mudur, değil midir? Mu'tezile
mahluktur diyor. Allah halk etti, Resulüne indirdi. Muhaddis-Jerin, ve fukahânın bir kısmı,
mahlûk değildir, çünkü Allah kelâmıdır, Allah kelâmı mahlûk değildir, dedi. Muhaddislerin ve fukahânın bir
kısmı ise meselede tevakkuf ettiler.
[6] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 50-52.
[7] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 52.
[8] Ahmed Emin, Duha'l-Ialâm, c. 11, s. 171.
[9] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 52-53.
[10] Muhammed Hudarî, Tarihü'J-Teşri' Bl-îslâmî, Kahire.
[11] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 53-55.
[12] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 55-56.
[13] Leys b. Sa'd,
müstakil ictihad sahibi bir imamdır. 175 yılında
Mısır'da öldü. ölümü Şafiî'nin Mısır'a gelişinden yıllarca öncedir. Şafiî
onunla îmam Mâlik'in meclisinde görüşmüş, olsa gerek,
[14] Bak: îbn-i el-Kayyim, î'lâmü'I-Muvakkıîn, c. III, s. 72, Münir Dımagkî
tab'ı.
Bu r
[15] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 56-61.