41- Hadîs Fıkhı, Ehl-i Re'y Fıkhı:
43- Tabiîn Devrinde Re'y Ve Hadîs:
44- Re'y Ve Hadis Ekollerinin Tutumu:
45 - Hadîs Ve Re'y Fukahası Arasındaki Mesafenin Genişlemesi:
46 - Irak Fukahalsının Re'ye Kaymasının Sebepleri:
47- Irak Ve Hîcâz Fukahasının Hadîsi Kabulleri:
48 - Şafiî Zamanında Hadîsi Delil
Almak Îstemiyenler:
49- Şafiî'den ÖnceEhl-i Re'y Île Ehl-i Hadîs Arasındaki Durum:
50- Şâfîl Devrinde Ehl-i Hadîs İle Ehl-i Re'yin Birbirine Yaklaşması Ve Bunun
Sebepleri:
51- Münakaşa Konusu Olan Re'yden Murad Nedir?:
Hz. Peygamber Efendimiz'in
(Ona saJât ve selâm olsun) irtihâlle-,
rinden itibaren Şafiî'nin yaşadığı devre gelinceye
kadar geçen müddet zarfında iki türlü fukahâ vardı:
Bir kısmı re'yle şöhret bulmuştu, bir kısmı da
rivayet ile meşhurdu. Ashâb fukahâsı
arasında re'yiyle tanınanlar bulunduğu gibi hadîs
rivâyetiyle meşhur olanlar da vardı. Tabiîn ve Tebe-i
Tabiîn fukahâsı da böyle ehl-i
re'y ve ehl-i Hadîs fukahâsı diye ikiye bölünmüştü. Sonra büyük müctehid imamlar devri geldi. Ebû
Hanîfe, Mâlik ve diğer büyük şehirlerin müctehidleri, hep böyledir. İçlerinden re'y
ile tanınanlar olduğu gibi Hadîs ile tanınanlar da oldu. Kısa bir surette de
olsa bunu, biraz açıklamağa çalışalım:
Şehristânî, El-Milel Ve'n-Nihal'de der ki: "îbâdât ve muamelâtta vukua gelen olaylar, hâdiseler
sayılmayacak kadar çoktur. Kesin olarak biliyoruz ki, her hâdise hakkında nass gelmemiştir. Bu, tasavvur dahi olunmaz. Mademki naslar mahduttur, olaylar ise sonsuzdur, ardı arası
kesilmez. Sonu bulunan ve mahdut olan bir şey, sonsuz olan bir şeyi ihata
edemez. Öyle ise ictihad ve kıyasın muteber tutulması
gerektiği kesin olarak anlaşılıyor. Her hâdise hakkında ictihad
lâzımdır."[1]. îşte bu yüzdendir ki, Hz. Peygamber Efendimiz'in irtihâllerinden sonra Ashâb-ı
Kiram, sonu gelmeyen ve sayılamayacak kadar çok olan olaylar önünde kalınca,
ellerindeki Allah'ın Kitabına, Hz. Peygamberin mâruf
olan sünnetlerine başvururlar, yeni olayı Kitaba arzederlerdi.
Eğer hâdise hakkında sarih bir hüküm bulurlarsa onunla hüküm verirlerdi. Eğer Kitâbul-lah'ta açık bir hüküm
bulmazlarsa, o zaman Hz. Peyganıber'den
rivayet olunan Hadîslere bakarlardı. Ashâb-ı Kirâm'm hafızalarına başvururlardı. Bu gibi hâdiseler
hakkında Hz. Peygamber'in nasıl hüküm ve kaza
ettiğini öğrenmek isterlerdi. Eğer bu konuda hükme medar olacak bir Hadis
bellemiş olan bir kimse çıkmazsa, o zaman reyleriyle ictihad
ederlerdi.
Bu durum içinde onlar, önündeki dâva hakkında kanunla mukayyet olup fakat
kanunun metninde hüküm edebilecek bir madde bulamıyan
hâkime benzerler. Hâkim kanunun ruhune göre adalet ve
hakkaniyete uygun gördüğü hükmünü verir.
Onlar böylece
yollarında yürüyerek mes'eleleri Kitaba, sonra Sünnete
arz ederek onlara göre hallederlerdi, yoksa re'y ve ictihad yolunu tutarlardı. Hz.
Ömer'in, Ebû Musa El-Eş'arî'ye
yazdığı mektupta şöyle denilmektedir:
"Sana Kitap ve
Sünnette bulunmayau bir mes'ele
getirilirse her şeyden evvel İdrâkine müracaat et. Birbirinin benzeri olan
şeylere; emsal bulunanlara dikkat et. Ondan sonra kıyas yap; re'y ve fikrinle hükmet,"[2].
Ashâb-ı Kîrâm re'y ile hükmü
kabul ettiler. Ancak bunu ne kadar* alacaklarında ihtilâf ettiler. Bir kısmı re'yi çok kullandı, bir kısmı daha az aldı. Kitapta veya
tabi' olunan Sünnette bir nass
bulamayınca tevakkuf edenler de vardı. Onların gerçek durumu şöyledir: Onlar
Allah'ın Kitabına ve mâruf olan Sünnete itimadda
birleşmektedirler. Kitapta ve mâruf olan Sünnette bulamadıkları takdirde,
meşhur olan fukahâ re'ye
başvururlardı. Bâzıları Hz. Peygamber'in hadîsini veya
bu iş hakkındaki fetvasını güzelce hıfz ettiğinde şüphelenir, o zaman o hadîsi
alıp rivayet etmemeği tercih ederdi ve Hz.
Peygamber'e yalandan isnâdda bulunmuş olmaktan
korkarak kendi re'yiyle fetva verirdi. Rivayet olunur
ki, Umrân b. Husayn şöyle
derdi: ''Allah'a kasem olsun ki, eğer istemiş olsam, Hz. Peygamber'den
iki gün hiç ara vermeden
hadîs rivayet edebilirdim. Fakat beni bundan alıkoyan şey şudur: Ashâb-ı Kirâm'dan bir kısmı Resûlullâh'tan Hadîs dinledikleri gibi ben de dinledim. Onların
müşahede ettikleri gibi ben de müşahede ettim. Şimdi bâzı Hadîsler rivayet
ediyorlar ki, hiç de onların dedikleri gibi değil. Onların karıştırdıkları gibi
ben de zanna kapılmaktan korkuyorum."
Ebû Amr Şeybânî
de şöyle diyor: tbn-i
Mes'ûd'un
meclisinde bir yıl kadar bulunduğum esnada öyle sık sık:
Resûlullah dedi, demezdi. Re-sûlullah
dedi, dediği zaman ise onu bir titreme alırdı ve bunun gibi, buna benzer, buna
yakın buyururdu, derdi. İşte böyle
olan Abdullah b. Mes'ûd,
yamlarak Hz. Peygamber
adına yalan söylemek hatâsına düşerek mes'uliyet
yüklenmekten ise, kendi re'yiyle fetva
vermeği tercih ederdi. Kendi görüşüyle bir mes'ele
hakkında fetva verdikten sonra şöyle derdi: "Ben bunu kendi re'yimle.söylüyorum, eğer doğru ise Allah'tandır, eğer
yanlış ise benim kusurumdur, şeytandandır." Eğer re'yiyle
verdiği hüküm bâzı Ashabın naklettikleri bir Hadise uygun düşerse o zaman
sevincinden uçardı. Nasıl ki, mufavvaza mes'elesinde böyle olduğu meşhurdur. O mufavvaza
hakkında mehr-i misil ile hükmetmişti. Ashâb-dan bâzıları bu mes'elede Resûlullâh'm da onun verdiği hüküm gibi hükmettiğine
şahitlik edince ne kadar sevinmişti.
ikinci bölük, re'yleriyle fetva verenleri muâhaze
ediyorlar, Kitap ve Sünnetten hüccetleri olmadığı halde Allah'ın Dîninde fetva
veriyorlar, derlerdi. Gerçekte Ashâb iki müşkil, darlık arasında idiler. Bu, vicdanlarının kuvvetli
din duygusundan ileri geliyordu:
1- Yeni yeni ortaya gıkan olayların
hükümlerini bulabilmek için Hz. Peygamber'den çok
hadîs rivayet etmek durumunda idiler. Bunda Hz.
Resûl'e yalan isnâd etmek korkusu vardı. Hoca Dihlevî, Huccetü'llâh El-Bâliga'da diyor ki: "Hz.
Ömer, Ensârdan bir cemâati Kûfe'ye
gönderirken onlara şöyle dedi: Siz Kûfe'ye
gidiyorsunuz, onlar Kur'ân okurken sesleri arı kovanı
uğultusu gibi etrafı tutar. Onlar size gelip Hadîs sorarlar, siz az rivayet
edin."
2- Hz.. Peygamber'den Hadîs duyulup bilinmeyen hususlarda
kendi re'yleriyle hükmederlerdi. Bunda, görüşle bir
şeyi helâl veya haram etmek cihetine kaymak vardı. İçlerinden bâzıları Hz. Peygamber'in Hadîsini tercih eder, eser rivayet olunan
hususlarda duruyordu. Bâzıları da Hadîs şöhret bulmayan hususlarda re'yi seçer, kendi re'yi ile
fetva verirdi. Eğer sonradan bu hususta bir Hadîs olduğunu Öğrenirse, re'yinden Hadîse dönerdi. Hz.
Ömer'den ve Ashâbm çoğundan böyle haller rivayet
olunmuştur. [3]
Ashâbdan sonra onların şâkirdleri
olan Tabiîn geldi. Onların devrinde de iki iş ortaya çıktı:
1-
Müslümanlar birçok bölüklere ve fırkalara ayrıldılar. İhtilâf fırtınası çok
sert ve sarsıcı bir şiddetle esiyordu. Aralarında gösterdiği tesir çok sertti.
Birbirlerine küfr, fısk.
isyan kelimeleri yapıştırmak çok kolay bir şey olmuştu. Âdeta ölüme susamışcasma birbirlerine kılıç çekmekten bile çekinmiyorlardı.
Ümmet fırkalara bölünmüştü: Haricîler, Şîa ve Emevîler.
Bir de millet üzerine çöken bu felâketlere karışmaktan kaçınıp fitnelere
dalmaktan uzak kalan zümre vardı. Haricîler de aralarında birçok fırkalara
ayrılmıştı: Azârika, tbâzıye,
Necdât ve diğer birçok adları vardı. Şîs. da birbirine zıd fırkalara
ayrılmıştı. Bâzıları o kadar ayrı bir görüşe saplandılar ki, îslâm dairesinden bile çıktılar, şayet girmiş sayıhrlarsa! Hattâ islâm'da
bozgunculuk yapmak maksadiyle kendilerini Müslüman
olmuş göstererek zahiren Müslüman olanlar bile bulundu, islâm
Dîni onların umurunda bile değildi. Onların vazifesi bu dîni temelinden
yıkmaktı. Böylelikle eski milletlerinin hâkimiyetini tekrar sağlamağa
çalışıyorlardı. Hiç olmazsa, en azından o hâkimiyete son verenlerden
(Müslümanlardan) intikam almış olacaklardı. Veyâhud
da Müslümanlar coşkun fitne karanlıklarında yaşasınlar, Allah'ın nuru da
sönmeğe yüz tutsun; onlar bunu istiyorlardı.
Bunun bir neticesi
olarak bâzı kimselerde dînî sorumluluk azaldı. Hz.
Peygamber'den yalan Hadîs rivayet edenler çoğaldı. O derece ki, bu iş mü'minleri endişeye düşürdü. Bu mevzu Hadîsleri meydana
çıkarıp onların önünü almak için harekete geçtiler. Ömer b. Abdulâziz sahîh Hadîsleri, Sünnetleri toplayıp yazdırmağı,
Hadîsleri inceleyip rivayet olunanlar içinde doğru olanları araştırmağı
düşündü.
2-
Medine'nin ilmî hâkimiyeti ye üstünlüğü azaldı. Ashâb-ı
Kiram zamanında, bilhassa fıkhî içtihadın altın devri
sayılan Hz. Ömer devrinde Medine Ashabın ulemâsı ve fukahâsı yuvası idi. Bunlar Medine'den çıkmazlardı. Ayrılan
oİursa bile ilmî bağlantısı devam ederdi. Ortaya çi-kan yeni meseleler hakkında yazışmalar olurdu. Hz. Ömer'in tutumu, Kureyş'ten
olan Ashabın büyüklerini Hicaz dâhilinde tutmaktı, Muhacirlerin ve Ensânn büyükleri onun müsâadesi olmaksızın Medine'den ayrılıp
taşraya gidemezlerdi. Onları adetâ murakabe
altında bulundururdu. Hz. Ömer'in vefatından
sonra, Ashabın uluları muhtelif memleketlere dağıldılar. Bunların her
birinin bir fıkıh ekolü oldu. Onu rivayet edenler, ona uyanlar oldu. Medine'de
kalan veya Medine'den başka yere giden
Ashabın fukahâsmm şâkirdleri
olan Tabiîn devri gelince, her büyük îs-lâm şehrinde birçok fukalıâ
yetişti. Şehirlerin uzaklığı nisbetinde görüşler de
birbirinden ayrılmağa başladı. Çünkü her biri bulunduğu yerin Örf ve âdetini
alıyordu. O beldede çıkan meseleleri gözönünde
tutuyordu. Bundan başka her biri, o beldeye gelmiş olan Sahâbînin yoluna tabi' idi, o Sahâbînin
rivayet ettiği ve aralarında yayılmış bulunan Hadîslerin nâkili idi. Bu gibi
sebeplerle muhtelif eğilimli fıkıh görüşleri ortaya çıktı. Bunların her biri Kur'ân-ı Kerîm'den ve Hadîs-i Şeriften faydalanarak, vermiş
olduğu hüküm ve fetvanın, dîne uygun olması için gerçeği araştırıyordu. [4]
Sahabe devrinde gördük
ki, onlar iki yol üzere yürümekte idiler.
Birinci grup: Re'ye çok önem verir, rivayet azdır. Re'yle
hüküm verdikten sonra Hadîs bulunursa ona döner, yâni Hadîsi alır.
îkinci grup: Rivayeti çok alır, ondan şaşmaz. Rivayet olmıyan hususta re'yiyle
Allah'ın Dînine karışmamak için fetva vermemeği tercih eder. Tabiîn devrinde bu
iki yol arasındaki açıklık gok genişledi. Her iki
yolu tutanlar, kendilerinden öncekilerden çok daha geniş surette birbirlerinden
uzaklaştılar. Rivayeti tercih edenlerin kendi usûllerine daha çok
sarıldıklarını görüyoruz. Ortalığı karıp katan ve şiddetlenen fitnelerden
kurtuluşu da bunda buluyorlar. Çünkü onlarca bu fitnelerden uzak kala-ra,k kurtuluş, ancak
Sünnete uymakladır. Diğerleri Hz. Peygamber'den yalan
Hadîs rivayetinin çoğaldığım ve bunun sebeplerini görüyorlar. Sonra yeni
ortaya çıkan olaylar hakkında hüküm verme zaruretini de görüyorlar.
Müslümanların fethettikleri yerlerdeki milletlerle temas, yeni yeni fikir cereyanları doğuruyor. Bundan başkaca Tabiînin
çoğu Mevâlî-dendir[5]. Mevâlî ise eski medeniyetlerin sahiplerinin
vârislerindendir. Bu gibi sebeplerle iki yol arasındaki mesafe çok genişledi ve
birbirlerine yaklaşmadılar. Halbuki önce birbirine çok yakındılar, hattâ
ikisinin arasındaki çizgiyi ayırmak güçtü.
ihtilâfın esası,
Sünneti delil olarak alıp almama meselesi değildir. Belki re'yi
alıp almama meselesiyle birlikte her ikisidir. Re'ye
göre meselelerin çözümü meselesidir. Ehl-i Hadîs, re'yi kabul etmez. Ancak muz-tar
kalınca alır; bu darda kalan Müslümana domuz eti
yemenin mubah olması gibi bir şey. Bunlar muztar
kalmayınca re'yle mesele halletmezler. Vukubulmamış meseleler için hüküm çıkarmazlar, ancak vukubulmuş bir hâdisenin hükmünü verirler. Vukubulmuş olayların ötesine geçmezler,
birtakım meseleler farzederek onlarla meşgul
olmazlar, takdirî fıkha bakmazlar. Ehl-i re'y ise, ictihad ettikleri mevzu
hakkında kendilerince sıhhati sabit olmuş bir Hadîs bulamayınca re'y ile hüküm ve fetva verirler. Pıkhî
incelemelerde yalnız vukubulmuş meselelerin hükmünü
çıkarmakla kalmazlar, vukubulmamış meseleleri de farz
ve takdir ederelt kendi görüşleriyle onlar için'
hükümler koyarlar. Ehl-i Hadîsin çoğu Hicaz'dan idi.
Vakıa orada ehl-i re'y
fıkhı da pek az değildi. Hicaz ilk Sahabelerin yurdu, vahy
mahalli idi. Orada yaşayan bâzı Tabiîn re'yi çok
kullanmayan Ashâbdan ders alıp yetiştiler. Çok re'y kullanan bir Sahâbînin
şakirdi olan Tabiî, üstadının re'ylerini rivayet
etmekle iktifa ederdi.
Ehl-i re'yin çoğu ise Irak'ta
idi. Çünkü onlar Abdullah îbn-i Mes'ûd'-dan
ders alarak yetişmişlerdi. O, yanılırım endişesiyle Hz.
Peygamber'den Hadîs rivayetinden çekinen bir zâttı, fakat kendi re'yiyle ictihâd ederdi. Eğer ictihâd ettiği konuda sahîh bir Hadîs bulursa re'yinden Hadîse dönerdi; Hadîs râvîlerinin
çoğu zâten Hicaz'da bulunurdu. Irak'ta ise ilim ve felsefe vardı, orada eski
mektepler (okullar) bulunurdu. Bu yolun te'siri
altında kalanlara re'y ile ictihâd
uygun gelir. Bilhassa rivayet sebepleri onlarca tam değildi. [6]
Tabiîn devrinde re'y fukahâsı ile Hadîs fukahâsı arasında ihtilâf çukuru, görüldüğü veçhile,
genişledi. Tebei Tabiîn devri ve mezheb
sahibi büyük müctehidler devri geldiği zaman, bu
açıklık daha da genişledi. Sonraları mezheb sahibi müctehidler çağının basında bu ihtilâf daha şiddetli İdi.
Daha sonra bu iki taraf birbiriyle buluşmağa başlayınca biri diğerinden almağa
başladı. Hadîs ehli tevakkuf çenberinden çıktılar, bu
çıkışlar onları bâzı ahvalde re'yi kabul etmek
zorunda bıraktı. E2ıl-i re'y de Sünnetin bir kısmının
tedvîn olunduğunu, toplanıp yazıldığım, asarın tetkik edilmeğe başlandığını
görünce re'ylerini Hadîsle te'yîd
etmeğe başladılar. Kendi re'yteriyle fetva verirken
bilmedikleri bir Hadîsin sıhhati sabit olunca re'ylerinden
dönüp Hadîsle amel ettiler.
Bunu kısaca da olsa
biraz îzâh edelim. Zîrâ Şafiî'nin yaşadığı devir budur. O bu devirde üstadlarından ders aldı, onların kitaplarını okuyarak
yetişti. Bu devirde Resûl-i Ekrem adına Hadîs uydurma, yalan dalgası kesilmiş
değildi. Çeşitli fırkaların kendi görüşlerini müdafaa etmek için l
Mezheblerin teessüs ettiği zamanda ve ictihâd
devrinde bu yalan dalgasının böyle esmesi iki şeye sebep oldu:
1- Muhaddisler rivayetlerin doğruluğunu incelemeğe koyuldular. Temizini bozuğundan ayırdetmek için sahîh olanı, olmıyam
araştırmağa başladılar. Hadîslerin râvilerini
incelediler; durumlarını tanıdılar; doğru olanı, olmıyanı
öğrendiler. Râvüeri,
doğruluk derecelerine göre sınıflandırdılar. Sonra Hadîslerin
metinlerini incelediler. Onları doğruluğuna hiç şüphe edilmeyen meşhur
Hadîslerle, Rur'ân-ı Kerîm'le ve dinde zarurî olarak
maruf olanlarla ölçtüler. Uymayanları kabul
etmediler. Sonra büyük imamlar,
sahîh olan Hadîsleri tedvîne başladılar. îmanı Mâlik Mu-vatta'ını
yazdı[8]. Süfyân îbn-i Uyeyne
El-Cevami' Fi's-Sunen Vel-Âdâb
kitabını yazdı. Süfyân Sevrî
fıkıh ve Hadîste El-Câmi'El-Kebîr'ini yazdı.
2- Fukahâ ve ehl-i re'y, bilmeyerek Peygamber adına yalan söylemek günahına
düşmekten korkarak re'y ile fetva vermeği
çoğalttılar. [9]
Irak, geçen yüzyılda
olduğu gibi, yine re'y fıkhının çoğunlukta olduğu
yerdir; ehl-i re'y
yatağıdır. Zîrâ burada çıkan fukahâ, re'y ile şöhret bulup re'yle çok
fetva veren Tabiîn ve Tebei Tabiînden ders alarak
yetiştiler. Hoca Dehlevî, Hüccetü'Uâhi'l-Bâliga adlı kitabında ehl-i
Hadîsi zikrettikten sonra diyor ki: "Mâlik ve Süfyân
zamanında ve onlardan sonra bunların yambaşmda diğer
bir cemâat vardı ki, onlar meselelerle karşılaşmaktan ürkmezlerdi, fetva
vermekten çekinmezlerdi; din binası fıkıh üzerine kurulmuştur, onu yaymak
lâzımdır, derlerdi. Hz. Peygamber'den Hadîs
rivayetinden çekinirler, Hadîsi ona
vardırmaktan korkarlardı. Hattâ
Şa'bî şöyle demiştir: Peygamber1 den başkasının dediğini demek
bana daha sevimli gelir.,
Onlarda, aynca, keskin bir anlayış ve seziş, hads,
bir şeyden diğer şeye zihnin sür'atle intikal kudreti
vardı. Kendi ashabının sözlerine göre meselelerin cevabını bulmağa kaadir oluyorlardı. Herkes kendi kabiliyetine göre iş
görür. Her fırka kendinde olanla sevinir. Onlar fıkhı tahric
kaidesine göre işleyip hazırladılar."[11].
Bunlardan görülüyor
ki, Irak fukahâsinm re'yi
çok almalarının sebebi şunlardır;
Meselenin halledilmesi
lüzumuna kaildirler, yeni meselelerle karşılaşmaktan ve cevap vermekten
korkmuyorlar, onların kanaatınca fıkıh dînin
yapısıdır, yalana düşeriz endişesiyle Hadîs rivayetinden çekiniyorlar, diğer
beldeler ulemâsının sözlerini pek almazlar, kendi üstadlanna
taassubla bağlıdırlar, meseleleri onların kavillerine
göre hallederler. [12]
Irak fukahâsının re'yi çok
kullanmalarının, Hicaz ve Şam fukahâsının az
almalarının sebebi ne olursa olsun, yukarıda belirttiğimiz bir noktaya burada
da işaret etmek gerekiyor: EhH re'y
ile ehl-i Hadis, Kitap ve sahih Sünneti almanın vücûbunda ittifak etmişlerdir. Bundan sonra ayrıldıkları
nokta şudur: Ehl-i Hadîs, re'yden
kaçınırlar, Resûlullâh'dan rivayetten çekinmezler;
Hadîs bilmedikleri bir konuda muztar olarak re'y ile hükmü kabul ederler. Ehl-i
re'y ise Hadîs rivayetinden çekinirler, meşguliyetini
yüklenerek re'yle fetva ve hüküm vermekten
çekinmezler, fetva verdikten sonra bu konuda sahîh bir Hadîs bulurlarsa re'ylerinden Hadîse dönerler. Bu husustaki haberler gayet
meşhurdur.
Bundan çıkan netice
şudur: Ehl-i re'y zayıf
Hadîsleri almağı kabul etmiyorlar. Ehl-i Hadîse
gelince bir kısmı mevzu' olduğuna delil bulunmadıkça zayıf hadîsleri alıyor.
Devrinde Medine halkının imâmı olan İmam Mâlik munkatı'
miirsel, mevkuf Hadîsleri alıyor, ehl-i
Medine'nin amelini kabul ediyordu[13]. Îbnü'l-Kayyım,Îlâmü'l-Muvakkrîn'mde diyor ki: İmam Mâlik ise mürsel,
munkati', bana böyle geldi tarzında rivayet olunan
Hadîsleri ve Sahâbî kavillerini kıyasa tercih
eder."[14].
Cedel, münazara ve ihtilaflarla dolu olan bu asırda Hadîsleri
ve Peygamber'e nisbet olunan eserleri delil olarak
almağı reddeden bir taife vardı. Şafiî bunları (El-Üm)'de
zikretmekte ve onlarla yaptığı münâzaraîanndan bahsetmektedir. Onların ileri sürdükleri
delilleri, onlardan birinin
ağzından bize El-Um'de şöyle naklediyor:
"Arkadaşlarının
mezhebince ilme mensup olanlardan biri bana dedi ki: Sen Arapsın, Kur'ân
senin milletin olan Arapların diliyle
indi. Sen onun hıfzını en iyi bilirsin. Allah'ın inzal ettiği farzlar Kur'ân'dadır. Eğer birisi Kur'ân'da
şüpheye düşer de bir harfi inkâr ederse tevbe ettirilir,
tevbe ederse ne âlâ, etmezse katlolunur.
AUâhu Teâlâ Kur'ân hakkında: Her
şeyi beyân için inzal olundu,
buyurur. Allah'ın farz ettiği bir şey hakkında, bir defa: Bundaki emir
delâlettir; başka bir defa: Bundaki emir ibaha
içindir, demek sana veya diğer birine göre nasıl caiz olur? Böyle aralarında yapılan farklar
çoktur. Senin indinde bir veya iki veyahut üç Hadîs var. Onları bir adamdan
rivayet edersin, o da başkasından rivayet eder; tâ ki Reaûlullâh'a
ulaşır. Sana ve senin mezhebini tutanlara bakıyorum, karşılaştığınız ve sıdk ve hıfzda ileri
tuttuğunuz kimselerden hiçbirini her şeyden tebrie
etmiyorsunuz. Görüşüp karşılaştıklarınızdan hiçbirinin Hadîsinde
yanlışlıktan, unutmadan ve hatâ etmekten
uzak olduğunu ileri sürmüyorsunuz. Bunun aksine bakıyorum, onlardan bir kısmı
hakkında filân şu Hadîste, falan bu
Hadîste hatâ etti diyorsunuz. Görüyoruz ki, sizler şöyle diyorsunuz: Helâl etme
veya haram kılma hususunda delil tuttuğunuz Hadîs hakk^da
bir adam çıkıp da: Bunu Resûl-i Ekrem
söylemedi, siz veya size bunu rivayet eden hatâ ettiniz, sîz veyahut size
bunu söyleyen yalan söylüyorsunuz, dese,
onu tevbe etmeğe zorlamıyor sunuz.
Ona: Ne kötü şeyler söylüyorsunuz, demekten başka bir şey yapmıyorsunuz.
Zahirî bir şey olan Kur'ân'ın hükümlerinden biri
arasında, hâlini vasfettiğiniz gibi olanın haberi ile
fark yapmak caiz olur mu? Onların haberlerini Allah'ın Kitabı makamında mı
tutuyorsunuz-ve siz onlara göre hüküm verip onlarla mensediyorsunuz."
Şafiî'nin o muhalif kimsenin ağzından naklettiği budur. Şafiî ona cevap da veriyor, fakat
burada Şafiî'nin reddi bizi ilgilendirmez. Buna, onun fıkhından söz açtığımız
zaman temas edeceğiz. Bizi burada ilgilendiren cihet, bu sözlerin gaye ve
maksadını anlatmaktır. Bundan anlaşıldığına göre Kur'ân'ın
hükümleri bizzat Kur'ân'ın ibarelerinden anlaşılması
lâzımdır. Yayılmış bulunan haberler, Hadîsler Kur'ân'ı
tahsis için yeterli olamaz. Çünkü râvîlerin
doğruluğunda, hıfzlarında, nasıl bellendiklerinde şüpheler vardır. Hadîsler Kur'ân derecesine ulaşamaz. Bunun delili şudur: Kur'ân'da olan bir şeyde şüphe eden kâfir olur ve bundan
dönmesi için tevbe teklif olunur. Tevbe ederse kabul olunur, yoksa katledilir. Ahbâr-ı hassadan yâni haber-i vâhid
rivayetlerini tekzip edenler, onları alarak hatâ edenler, onlara dayanarak
helâl ve haram hükmünü verenler tevbe etmeğe
zorlanmazlar.
Bu sözlerin zahirinden
anlaşılıyor ki, eğer Sünnet sahih ise ve Peygamber'e nisbeti
doğru olduğuna kesin delil bulunursa onlar da Hadîsi alıyorlar ve onunla
istidlali reddetmiyorlar. Onlar, Resûlullâh'a haberin
nisbetinde şüphe olmasından dolayı reddediyorlar.
Eğer bu şüphe kalkarsa, onu almağa mâni olan sebep de ortadan kalkmış bulunur
ve Hadîsi almak vâcib olur.
Fakat Hadîslerin bu nev'ini almağı reddedenleri Şâfü
iki kısma ayırıyor ve şöyle diyor: "Haber-i
Resul hususunda bâzı insanlar iki yol tuttular. İki fırkadan biri hiçbir
haberi kabul etmezler ve Allah'ın Kitabında her şey beyân olunmuştur, derler.
Mâdeni Allah'ın Kitabında yoktur, hiçbir kimse onu farz edemez. Diğer bir kısmı
ise: Hakkında Kur'ân'da bir hüküm bulunan hususlarda
Hadîs kabul olunur, diyor. Bu iki mezhebin de sapıklığı açıktır. Ben bunlardan
hiçbirini kabul etmem.”[15].
Bunlar türlü
düşüncelerle yüklü olan bu çağda Hadîs ve âsâr etrafında koparılan gürültüler,
uyandırılan şüphelerdir. Bu geniş çalkantı alanında birbiriyle çatışan
gürültüler yükselmektedir. Bir kısım insanlar, haberin Peygamber'e nisbetinde şüpheye düştüklerinden onu delil olarak almağı
reddettiler. Bir kısım cemâat Kur'ân'ı anlama
hususunda Hadîsten faydalanmağı kabul ettiler, onunla Kur'ân'da
olan hükümlere ziyade yapmayı kabul etmediler. Bu iki fırka da tarihin derin sahifelerine gömüldü. Re'yi alıp
kullanan diğer iki taife devam etti ki, onlardaki birincisi re'yi çok kullanır, ancak metni zayıf olmayan ve senedinde
şüphe bulunmayan Hadîsleri kabul ederler. Yalan olduğuna delil bulunmasa da
zayıf olan bir Hadîsi kabul etmezler. Diğerleri ise rivayeti çok kullanırlar, re'yi daha az alırlar. Şafiî'nin asrından evvel bunların
arasındaki uçurum çok genişti. [16]
Şafiî'nin devrinde
ise, bu iki fırka, yâni ehl-i re'y
ile ehl-i Hadîs birbirine yaklaşmağa başladı. Bu da
şundan ileri geliyordu: Her iki taraf ders, müzâkere, cedel
ve münazara için birbirleriyle görüşüp buluşuyor, bir arada toplanıyorlardı.
Bunların çoğu şeriatın meş'alesini yükseltmek
istiyorlar, onun vekar ve şerefinin artmasını
diliyorlardı. Kendi çağlarında ilimler yazılmağa başlayınca her fırka
diğerinin yazdıklarım okumağa başladı, böylece onlarda olan ilmi öğrendi.
Diğer taraftan Hadîslerin çokluğu ve sonu gelmeyen olayların bulunması, Hadîs
ehlini de re'yi kabule mecbur etti. Sahih Hadîs
kitaplarının yazılması, Hadîslerin nevi'-lere
ayrılması, Hadîslerin kolayca öğrenilip tanınması, ehl-i
re'yîn, Ashâb-ı Kirâm'dan ve Hz. Peygamber'den
rivayet olunanların çoğuna muttali' olması, muhtelif beldelerdeki ulemânın
rivayet ettikleri Hadîsleri ve âsârı görmeleri, ehl-i
re'yin elinde çok miktarda Hadîs toplanmasını sağladı
ve bütün bunlar onları ehl-i Hadîse yaklaştırdı.
Ebû Hanîfe'nin ashabından imam Ebû Yûsuf ve re'y fukahâsı, Hadîsleri öğrenmeğe ve ezberlemeğe koyuldular,
vâsıl oldukları görüşlerine onlardan delil getirmeğe başladılar. Biri, önce
ileri sürdüğü bir görüşünü Sünnete muhalif bulursa, hemen ondan döner ve
Hadîse uygun olan bir re'ye kail olurdu. îbn-i Cerîr Taberî,
Ebû Yûsuf hakkında der ki: "O Hadîs bellemekle
tanınmıştı. Muhaddislerin dersinde bulunurdu,
elli-altmış Hadîs ezberler, somu oradan kalkar, onları insanlara
yazdırırdı."
Yine Ebû Hanîfe'nin talebesi Muhammed
b. Hasan Hadîs öğrenirdi. Sevrî'den Hadîs okudu.
Sonra üç sene îmam Mâlik'e devam ederek ondan Hadîs ilmi aldı. Görülüyor ki,
böylece ehl-i Irak ile ehl-i
Hicaz arasındaki açıklık yavaş yavaş daralmağa
başladı, nihayet birbirlerine yaklaştılar,
Bütün bunlar Şafiî'nin
gençlik çağında oldu. Şafiî'nin devri gelince ehl-i re'y fıkhı ile ehl-i Hadîs
fıkhının karşılaştığı ortam kendisi oldu. O, ehl-i
Hadîs mesleğini tamâmiyle benimsemedi, yalan olduğuna
delil bulunmadıkça her haberi almalarını kabul etmedi. Re'y
dairesini gayet geniş tutmaları sebebiyle ehl-i re'yin yolunu da tamârıiyle
tutmadı. Belki re'y usûlünün kaidelerini tesbit etti, çığırını biraz daralttı, yolunu hazırladı,
kolaylaştırdı, boğazdan kolayca geçer hale getirdi. Bu ciheti onun fıkhından
bahsederken beyan edeceğiz, Dehlevî, Hüccetü'llâhi'1-Bâ-liğa'da onun hakkında şöyle
diyor: "İmam Şafiî; Ebû Hanîfe
ve Mâlik mezheblerinin doğuşlarının, usûl ve füruunun tertip ve tesbit
edilişlerinin başlarında yetişti. Kendinden öncekilerin yaptıklarına baktı.
Onlarda öyle şeyler gördü ki, bu yüzden dizginlerini çekerek onların yolunda
yürümekten vazgeçti." Kendini mukayyet kıldığı fikirlerin beyanı yeri ise
onun fıkhından bahsederken gelecektir. [17]
Re'y fukahâsı. ile Hadîs fukahâsının ihtilâflarını kısaca beyan ettik. Etrafında söz
edilen re'y acaba nedir? Aralarında müşterek illet
dolayı-siyle hakkında nass
bulunan bir şeyin hükmünü, hakkında nass bulunmayan
bir şeye de vermek demek olan kıyas-ı fıkhı midir, yoksa bundan daha geniş umumî
bir mânada mıdır? Sahabe ve Tabiîn devrinde kullanılan re'y
kelimesinin mânasını aragtiran kimse, onu umumî
olarak bulur, yalnız kıyasa mahsus olmadığını görür. Kıyasa ve ondan başkalarına^
da şâmildir. Sonra daha beriye doğru gelerek mezheblerin
kurulduğu çağa inersek yine aynı şekilde umumî mânada buluyoruz. Sonra mezhebler
çağının ortalarına geldiğimiz vakit,
alınması caiz görülen re'yîn tefsirinde her
mezhebin diğerinden ayrılmış olduğunu görürüz.
Îbnü'l-Kayyim, Ashâbdan
ve Tabiînden naklolunan re'yi şöyle tarif ederek
açıklıyor: "îşaret ve emarelerin taaruz ettiği
yerde doğruyu bulmak için derin düşünüp teemmülden sonra kalbin gördüğü,
gönlün yatıştığı şeydir." Gerçekten Sahabe ve Tabiînin fetvalarına ve
onların mesleğini tutanların eserlerine bakan kimse anlar ki, re'yden murad: Nass bulunmayan hususta fakîhin
vermiş olduğu fetvadır. Bu fetvasında dînin ruhuna uygun bir surette
bildiklerine itimat eder veyahut da fetvayı verenin nazarında umumiyet
itibariyle dînin hükümleriyle bağdaşır bir surette olur. Yahut da hakkında nass bulunan bir emre müşabih olur, böylece benzeyen bir
şey benzerine katılmış sayılır. Buna göre re'y kıyasa
da şâmil olur, istihsana"[18], mesâlih-i mürseleye, örfe de
şâmil olur. İmanı Ebû Hanîfe
ve Ashabı kıyası, istihsanı ve örfü kabul edip alıyorlardı. İmam Mâlik istihsanı, mesâlih-i mürseleyi ve örfü alıyordu. Mâliki mezhebi mesâlih-i mürseleyi almakla
meşhurdur. Bu sebeptendir ki, bu mez-heb muhtelif devirlerde insanların ahvâline uygun olarak
onların meselelerini çözmeğe kabiliyetli ve elverişli bir hal arzetmiştir. Halbuki bu nıez-heb, Hanefiyye mezhebi gibi,
kıyası çok almaz. Mâliki mezhebi istihsa-na da çok geniş yer verir. Hattâ îmam Mâlik istihsan için, "O ilmin onda dokuzudur"
demiştir. Fakat bütün bunların hepsi nass, sahabe fetvası
ve Medine halkının ameli bulunmayan hususlardadır.
îmam Şafiî'ye gelince: İtimat olunur bir .,ass bulunmaksızın hükümlere delil bulma hususunu, ucu bırakılıvermiş, serbest salınmış bir halde buldu. O, hüküm çıkarma hususunda böyle kayıtsız bir yol tutmadı. Ona göre şerîatte esası kıyasa dayanmayan bir re'y muteber olamaz. Aralarındaki benzerlik dolayısiyle hakkında nass bulunmayan bir şey, hakkında nass bulunan bir şeyin hükmünü alır. Bu halde re'yi yine nassa hamletmek demektir. Şerîatte bir bid'at çıkarmak değildir. Fakat mutlak olarak istidlal yaparak mensûs olan hükümlerin illetine bakmaksızın ahkâmı mutlak surette ta'lîl etmek şerîatte bid'attir. Onun için Şafiî, istihsan yapan kimse şerîat vaz'ediyor demek olur, demiştir. Kıyas için kaideler, Ölçüler kurmuştur. Kıyası takviye etmiş ve müdafaasını yapmıştır. Hattâ kıyasın usûlünü yazıp isbat etme hususunda Hanefiyyeden daha üstündür. Onun için Fahred^in Râzî şöyle demiştir: "Şâyan-ı hayrettir ki, Ebû Hanîfe'nin istinadı kiyasa olduğu ve çok kıyas yaptığından dolayı düşmanları onu zemmettiği halde, ne ondan, ne de talebesinden kıyası isbat için bir şey yazdıkları naklolunmamış tır. Ders takrirlerinde bu konuda hüccet olacak bir şey şöyle dursun, en ufak bir îmâ dahi zikret-memigtir. Kıyası inkâr eden hasımlarının delillerine cevap verdiği duyulmamıştır. Belki bu mesele hakkında ilk konuşan ve deliller getiren İmam Şafiî olmuştur."[19]
[1] Şehristânî, El-Milel Ve'n-Nihal.
[2] Fıkıh kitaplarının Sİyaset-i
Kaza, Tedbir-i Hükm-ü Kitap nâmını verdikleri bu
mektubu ehemmiyetine binaen buraya alıyoruz:
"Emîrü'l-Mü'minin Ömer bin Hattab'dan
Abdullah bin Kays'a:
Umur-u kaza, bir muhkem
fariza ve uyulması gereken bir sünnettir. Sana bir dâva arzedilince
çok dikkat et. Davacıların maksatlarını iyi anla. Zîrâ tenfiz
edilmeyen hakkı mücerret söylemek bir faide vermez.
Birinden diğerinin hakkını ikrara delâlet edecek bir söz sâdır olursa onu ikrariyle ilzam et. Kıymeti olmayan beyanlara iltifat
etme; herkesi karşında, mahkemede müsavi tut, tâ ki kaviler senden tarafgirlik
beklemesin, zailler de adaletinden me'yus olarak
haksızlar ümide düşmesin.
Davacı beyyine göstermekle mükelleftir, înkâr edene yemin verilir,
Müslümanlar arasında haram olan bir şeyi helâl veya helâl olan bir şeyi haram
kılmamak şartiyle sulh caizdir.
Davacı müddeasım, dâvah da defi'
dâvasını isbat için mühlet isterse, beyyine ikamesi mümkün olacak kadar bir zaman için müsaade
et. Bu müddet zarfında beyyine ikame ederse hakkını
ver. Aksi halde aleyhine hükmet. Bu suretle hareket şüpheyi izalede daha
kesin, mazereti ifadede daha beliğdir.
Sakın halkın İğlerini
uzatma, dâvalarım sürüncemede bırakma. Doğru görülmesi sevabı mucip ve âhirette mükâfata sebep olan bir dâvada tarafların
haklarını iddia olunan şekillerden başka bir suretle müdafaa ederek zayi etme.
Bir mes'ele
hakkında hüküm verildikten sonra hükmünün yanlış olduğu taayyün ederse hakka rücu et. Çünkü hakka rücu etmek,
bâtılda ısrardan çok hayırlıdır.
Müslümanlar âdildirler.
Onların yekdiğeri aleyhinde vâki şahadetleri makbuldür, Meğer ki yalan
şahadetle mâruf olmuş veya kendisine haddi kazif
cezası verilmiş olmak veyahut velâ' ve karabet
sebebiyle mazarrat: def, menfaati celp daiyesi bulunmak
gibi şahitliğe mani bir hali oîsun. Kullarının serairine Cenâb-ı Hak vâkıftır.
Bu hususlar mücerret sözle değil, beyyine ve yeminle
bilinir.
Sana Kitap ve Sünnette
bulunmayan bir mes'ele getirilirse her şeyden evvel
idrâkine müracaat et. Birbirinin benzeri olan şeylere, emsal bulunanlara dikkat
et. Ondan sonra kıyas yap, re'y ve fikrinle hükmet.
Muhakeme esnasında gadap ve hiddetten, bağırıp çağırmaktan ve işlerin çokluğundan,
sıkıntı getirmekten, ekşi yüzü olmaktan sakın. Çünkü mahkemede hüküm vererek
icrayı kaza etmek ahlâkî fazilettir. Allah nezdinde
sevabı, halk yanında iyilikle yâd olunmağı muciptir. Bir kadı ki, hükmü hulûsi niyyete makrun ola, Allah onu halk ile kendi arasında vukuu melhuz
tehlikelerden korur. Nefsinde olmayan şeyleri izharla sureti hakdan görünerek hüsnüniyeti ihlâl edenleri Allah halk
arasında rüsvây ederek utandırır. Allah kullarından
ancak hâlis olan ameli kabul eder."
Hazret-i Ömer, Kadı Şureyh'a da bunlara benzer
sözler yazmıştır — Mütercim
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 62-63.
[3] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 64-65.
[4] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 65-66.
[5] Mevâlî kelimesi, Mevlâ'nın
cem'idir. Mevlâ Arapçada zıd
anlamlı kelime-ierden olup: Kul, köle, azat edilmiş
köle mânasına geldiği gibi, mâlik, kulun efendisi, köle âzad
eden adam mânasına da kullanılır. Bunlardan bagka bir
adamın dost ve yârine, yakın hısımına, komgusuna, mütteflkına, oğluna, amucasma, müsafirine, şerik ve
ortağına, kız kardeşi oğluna, yeğene,
velisine, mürebbisine, yardımcısına, iyilik ve ihsan edene, sevdiğine
tabi' olup uyana, damada, ulu ve şanlı adama da mevlâ
denir. Araplar kendilerinden maada Müslüman olan milletler hakkında bu tâbiri
kullanmışlardır. Bu şu mânaya olsa gerek: Fütuhat devrinde Araplar fethettikleri
ülkeler halkını harta esirleri gibi kul köle saymışlar, bunların çoğu âzad edilerek yüksek mevki sahibi olmuşlar. İçlerinden pek
çok âlim yetişmiştir. İlim hareketinin başına geçmişlerdir. Umumiyetle mevâlî denince bu mâna kasdolunur.
Fakat kelimenin lügat mânasına bakarsak, dost ve müttefika,
tabi' olana da mevlâ denildiğine göre mevâlî denince neden mutlaka köle, âzad
edilmiş kul mânası hatıra gelsin ? Arap olmayan milletler Müslüman olunca
Arapların dostu ve müttefiki oldular, idare Arapların elinde bulunduğuna göre
onlar tabi' idiler. Bu itibarla onlara mevâlî
denildi. Yoksa mevâlî denince behemahal
köle mânasına gidilmemelidir. Araptan gayri Müslüman
milletler kasdedilmiş olması daha uygundur. Bak:
Mütercim Asım Efendi, Kamus tercümesi Okyanus, MevSâ
Maddesi (Mütercim).
[6] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 66-67.
[7] Bak: Muhammed Hudarî, Tarih'el-Te§rî
Kl-Islâmî, s. 83.
68
[8] İmam Mâlik'in Muvattaı bize
kadar gelen eski Hadîs kitaplarının en meghurlaradandır.
Ondan önce Hemmâm'm El-Sahîfesi
ile Ma'mer'in El-Câmi'i vardır. Hemmâm'ın
Sahîfesi basılmıştır. Ma'mer'in
el yazması Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde İsmail Saib Sanear kitapları arasında
2164 No.'da, İstanbul'da Feyzullah
Efendi Kitaplığında 541 No.'da bulunmaktadır
(Mütercim).
[9] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 68-69.
[10] Ebû Hanîfe Mekke'de Dâru'l-Hayyât'ında Evzâî ile
görüştüğünde Evzât
'ona soruyor:
— Siz niçin
rükûa varırken, rükûdan Kalkarken tekbir esnasında ellerinizi kaldırmıyorsunuz ?
Ebû Hanîfe şu cevabı veriyor:
— Çünkü bu hususta Resûlullah'tan
sahîh bir eaer yoktur.
—Nasıl olur? Zühri Sâlim'den, o da babasından rivayet eder ki: Hazret-i
Peygamber namaza başlarken iftltah tekbîrinde, rükûa
varırken ve rükûdan dogrulur-ken
ellerini kaldırırdı.
— Hammad İbrahim'den
ve AJkame'den, Esved de îbni Mes'ud'dan bize rivayet
ettiler ki; Hazret-î Peygamber ancak iftitah
tekbîrinde ellerini kaldırırdı, başka yerde bunu yapmazdı.
— Ben sana Zühri'den,
Salim ve babasından Hadîs rivayet ediyorum, sen İse ba--
na tutup Hammad İbrahim'den
şunu rivayet etti, diyorsun...
— Dinle: Hammad
Zührî'den daha fakîhtir;
İbrahim Sâlim'den daha fakîhtir, Alkame
de îbni Ömer'den aşağı kalmaz. Îbni
Ömer'in Sahâbelik fazl ü mezlyyeti
varsa Esved'in de birçok meziyyetleri
vardır. Abdullah (îbni Mes'ud)
ise işte o bildiğin Abdullah. Bu sözler karşısında Evzâî,
sükût ediyor ve diyecek bir şey bulamıyor.
[11] Şâh Veliyyullah Dlhlevî, Huccetü'llâhi'l-Bâliga'dan, k
[12] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 69-70.
[13] Burada şu gerçeği
belirtelim ki, imam
Mâlik ve Hicaz
fukahâsi,
Irak fukanâsı kadar olmamakla beraber yine de re'yi çokça kullanıyorlardı. Şâtıbî'nin
ve başkalarının dediği gibi Kur'ân'a veya başka bir
Hadîse veyahut küllî bir kaideye muânz olan Hadîsleri
reddediyorlardı. Şâtıbî
Muvatta'mda bu
hususa kıymetli bir fasıl ayırmıştır. Orada
der ki: "Hz.
Aişe, İbn-i Abbâs, îbn-i Ömer b. Hattab; güç-lü&Ü kaldırma kaidesi ve şâire gibi bâzı îslâmî asıllara muhalif olan bâzı Hadîsleri
reddetmişlerdir. Onlarca Hadîsin böyle muhalif olması, onun Resûlullâh'a
nisbetinin yalan olmasından ileri gelir. îmana Mâlik
de bu asla itimâd etmektedir. O da Kur'ân'a ve kat'î bir Hadîse
veya umumî bir aslî kaideye muhalif
olan Hadîsi reddetmiştir." Şâtıbî bundan soüra devamla diyor
ki: "Baksana, köpek yalamasından
ötürü kabı yedi defa yıkama Hadîsi hakkında Mâlik ne diyor: 'Hadîs böyle
geliyor, fakat hakîkatı nedir bilinmiyor.' Bu
hususta şöyle derdi: 'Köpeğin tuttuğu av yeniyor, salyası neden kerih olsun?'
Hıyâr-ı Meclis hakkındaki sözü de aynı
mânaya bakar, onun hakkında da
şöyle der: "Bizim nezdimizde bunun maruf bir haddi belli değil, bu hususta
ama! olunacak bir emir de yok." Yâni meclisin müddeti
meçhul demek istiyor. Halbuki bir kimse meçhul bir müddet için muhayyerlik şart
koşsa, bu icmâan bâtıldır. Şart olması caiz olmayan
bir hüküm, şer'an
nasıl sabit olur? diyor ve burada
da icmâî bir asla dönüyor. Diğer taraftan meçhul olmanın şartı bozması
kaidesi kat'îdir, bu da bu zannî
Hadîsle tearuz etmektedir... Tine bu kabilden olarak Mâlik: "Bir kimse
ölür de üzerinde oruç borcu varsa, ondan Ötürü oğla orno
tatar." Hadîsi ile "Ne dersin, babanın borcu olsaydı Ödemez
miydin?.." Hadîsini nazar-ı itibara' almadı. Çünkü bunlar Kur'ân-ı
Kerîm'in kat'î ve mukarrer olan aslına aykırıdırlar.
"Kimse başkasının günahını yüklenmez.", "tnsan İçin
çalıştığından başka bir şey yoktur." Yine Mâlik harbde
alman ganîmet malı
taksim edilmezden önce pişirilen
deve ve koyun etlerinin pişirildiği çömleklerin dökülmesi Hadîsini
reddetmiştir. Bunda güçlüğü kaldırma aslına dayandı. O buna Masâlih-i
Mür-sele namı verir.
Ganîmet malları taksim edilmezden
önce muhtaç olanların onlardan yemesine
cevaz verdi. Bunu îbnü'I-Arâbî söyledi. Şevval
ayında altı gün cniç tutmaktan nehyetti;
halbuki o Hadîs sabittir, bunda da sedd-i zerâi* aslına dayanırdı. Emzirmede de ne beş, ne on
olmasına itibar etmedi, çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de şu asıl vardır: "Sizi emzirmiş olan anneleriniz..." Mâlik'in
mezhebinde bunun benzerleri
çoktur. Görülüyor ki, imam Mâlik umûmî
asıllara aykırı gördüğü Hadîsleri kabul etmemektedir. Şâtıbî
bunun naklinde şöyle diyor: "Çünkü
asıllar kafidir, ha-ber-i vahid.se zannîdir."
Şâtıbî burada, umûmî asıllara muhalif olan haber-i vâhidleri alma hususunda İmamların ihtilâflarım naklederek
şöyle diyor: "İbn-i Arabî der ki, şer'm kaidelerinden bir kaideye' muarız bir haber-i vâhid bulunursa bununla amel caiz mi, yoksa değil mi? Ebû Hanîfe: Bununla amel caiz
değildir, dedi, Şafiî caizdir, dedi. Mâlik meselede tereddüt etti, Mâlik'in
meşhur ve i'timâda şayan olan kavline göre, eğer
haber-i vâhid olan Hadîsi diğer bir kaide takviye
ederse onu ahr, eğer yalnız kalırsa onu terk eder.
Sonra köpeğin yalamasından dolayı kabı yıkama meselesinde Mâlik'in sözünü nakil
ederek der ki: Çiinkü bu Hadîs iki büyük asla tearuz
etmektedir. Biri Cenâb-ı Hakk'm
su âyeti: "Onların tuttukları avlan yeyin." Diğeri de şudur:
"Temizliğin iller ve sebebi diri olmaktır. Bu köpekte de vardır."
Arâyâ Hadîsine Ribâ kaidesi çarpmakta ise de bunu
örf ve iyilik yapma kaidesi desteklemektedir. Irak fukahâsı
Müsarrât Hadîsinin muktazasmı
takdir ettiler. Mâlik ise bunu ağla aykırı buldu. Zîrâ bu haraç, zamanladır,
aslına muhaliftir. Zîrâ bir şeyi İtlaf eden kimse ya
onun mislini veya onun kıymetini Öder, fakat başka bir cinsten yenen bir geyle borçlandırmak, bu olmaz. Mâlik bu konuda Muvatta'mda bulunmayan ve sabit olmiyan
bir şey söyledi." (Şâtıbî, Muvafıkât, c. III, s, 10,
DImişkî tâb'i).
Arâyâ Hadîsinden murad, Zeyd b. Sâbit'ten rivayet
olunan Hadîsdir. Hadîse göre Hz.
Peygamber yaş hurmalar dallarında iken ölçülerek satılmasına izin vermig-lerdir. Bu esas i'tibâriyle hurma ağacı üzerindeki hurmaları hibedir. Sonra
hibe olunan hurmalara denilmiştir. Bunların misli misline olmak üzere kuru
hurmayla satılması yâni mübadelesi caizdir. Ağaç üzerindeki hurmanın mUtdarı tahmin ve hads yoluyla
tâyin olunur. Bu alışverişte riba şüphesi vardır,
çünkü ağaç tizerindekini tam bir surette ölçmeğe
imkân olmadığından satılan malların biribirinden
eksik veya fazla olmak İhtimali vardır. Bu takdirde fazlalık ribâsı olur. Fakat Hz. Peygamber
zorluğu kaldırma esasına binâen buna müsâade buyurmuşlardır, zîrâ bir ailede
kuru hurma vardır, fakat yaş ve taze hurmaları yoktur. Bu suretle taze hurmaya
kavuşurlar. Sonra örf ve âdet böyle gelmiştir. Bunda müsamaha câridir.. Aslında
bu bir nevi bağış ve hibedir, iyilik yapmadır, ribâ
sayılmaz. Müsarrât Hadîsi ise Ebû
Hüreyre Hazretlerinin rivayet ettiği Hadîstir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ''Satacağınız deve ve
koyunları sütlü görülsün diye sütü sağmadan yelinlerinde
biriktirmeyiniz. BÖyîe bir hayvanı satınalan kimse onu sağdıktan sonra muhayyerdir, isterse
elinde tutar, isterse hayvanı reddeder, sağdığı süt için bir sag hurma verir." Sütü yelininde
toplansın diye ve çoğalsın diye satacağınız hayvanı birkaç gün sağmayarak
müşteriye sütlü göstermeye çalışmaktan men olunmuştur. Bu Hadîsin muk-tezasını fukahâdan
birçoğu reddetmişler, Muvafıkât sahibi Şâtıbî'nin yukarıda zikrettiği gibi, bunu zayıf
saymışlardır.
Bu nakilden anlaşılıyor
ki, Hicaz fukahâsı da kendilerince doğru buldukları
Islâ-mî bir asla muhalif olan bâzı Hadîsleri reddediyorlar ve zayıf
sayıyorlardı. İşte îmam MâlUc Mürsel
Hadîsleri, Munkatı' eserleri almakla beraber Kitap ve
Sünnetten malûm bir kaideye muhalif olan Hadîsleri almıyordu. Eğer ortada
umumî bir kaide yokaa o zaman Hadîsi alırlar ve onu re'ye tercih ederler.
[14] tlâmü'l-Muvakkıîn,
c. I, s. 26.
Hadîs-i Mürsel: Tabiînin, kendinden rivayet
ettiği Sahâbîyi zikretmeksizin vasıtasız doğrudan
Peygamber'den rivayet ettiği Hadîstir. Munkatı': Senedde Tabiî ve Sahâbî zikrolunmayandır. Bunların hepsi tetkîk ister. Mâlik
hakkındaki kitabımıza bak.
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 70-72.
[15] Şafiî, EI-Üm, e. VII, s.-250/252.
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:
72-74.
[16] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 74.
[17] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 74-75.
[18] Hanefiyye fukahâsmrîan olan Ebû Hasan Kerhî, istihsanı şöyle tarif
eder: "Emsaline, vermiş
olduğu hükmü isbât eden
birinci delilden ayrılmasını
icâbeden daha kuvvetli bir delil sebebiyle müctehidin o benzerlerine
vermiş olduğu hükmü buna da vermekten vazgeçmesidir." Bâzı fukahânm kısaca, "Istihsan,
gizli kıyastır" demeleri de bu tarife
girer. Mâliki mezhebinde
istihsan
şöyle tarif edilir:
"Külli . bir delil
mukabelesinde cüz'î maslahatı
almaktır." Maksat, mutlak
surette maslahat değildir. Belki
istidlal tarafını daha kuvvetli kılan maslahattır. Bu tarif Ibnü'l-Arâbî'nm Ahkâmü'l-Kur'ân'daki, "îstihsan iki
delilden en kuvvetli
olanlyle ameldir" tarzındaki sözüne de
uygundur. Mâlikİyyenin bu tarifi, Hanefiyyenin tarifine yaklaşmaktadır. Şâtıbî, Muvâfıkât'mda diyor
ki: "istinganın iktizası, mürsel
istidlali kıyasa takdim etmektir. Çünkü istihsan
yapan kimse mücerred zevkine ve arzusuna
müracaat etmiyor,
bu gibi meselelerin emsalinde
şârün
maksadı ne olduğu hakkındaki
bilgisine müracaat ediyor,
şeriatın ruhuna bakıyor.
Meselâ bir meselede kıyas Öyle
bir hükmü icabeder ki, bu başka bir cihetten ya bir, maslahatın kuvvetine veyahut da bir fesadın celbine
sebep olacak mahiyettedir. Igte böyle olan kıyas istihsanla bırakılır."
Mesâlih-i mürsele, aklın kabul ile
aldığı maslahatlar, fâidelerdlr. Şerîaün
asıllarından birisi onun ilgasını veya İtibar edilmesini göstermemiştir.
Şeriatın ilgasını gösterdiği şey ittifaken reddolunur. İtibar edilmesini gösterdiği şey ise bu münasip
vasfından dolayı ittifaken makbuldür ve bu, kıyas
içine girer.
İstihsan İle mesâlih-i mürsele, Mâlikiyye nazarında
mânaca birbirine yakındır. Baksana, onlar mesâlih-i mürseleyi külü bir delil mukabelesinde cüz'î
maslahatı almaktır, diye tarif ediyorlar. Buna göre istihsan,
Mâlikiyyeye göre mesâlih-İ mürseleye çok yaklaşıyor. Aralarında ince bir fark
kalıyor. Belki, imam Mâlik'ten naklolunan şu, "îstihsan
ilmin onda dokuzudur." sözünden murad mesâllh-i mürseleye de şâmildir.
Bizce onlar, birini kabul edip diğerlerini reddeden Hanefiyye
görüşüne göre başka başka şeylerdir. Fakat Mâlikiyye nazarında birbirine yakındırlar. Aradaki farkı, Inşaallah yerinde beyan edeceğiz.
[19] Fahreddin Razl, Menâkıb-i Şâfil.
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:
75-77.