5- SAHABE VE TABİÎN FETVALARI VE EHL-İ MEDÎNE'NİN AMELİ, İCMA'
52 - Sahabe Fetvaları Hakkındaki Münakaşalar:
53- İmam Şafiî'nin Sahabe Fetvaları Hakkındaki Tutumu:
54- Ehl-i Medine'nin Amelî Hüccet Olup Olmadığı:
55- Ehl-i Medîne'nin Amelî Hakkında Şafiî'nin Görüşü:
56 - Îcma' Etrafındaki Münakaşalar:
Etrafında münakaşa
cereyan eden meselelerden biri de Ashabın fetvalarıdır. Ehl-i
Hadîs ve ehl-i re'y bunları
kabule meyyaldir. Çünkü itti-ba', ibtida'dan
evlâdır. Yâni tabi' olmak, yeni bir şey çıkarmaktan daha iyidir. Zîrâ Ashâb-ı Kiram bizzat müşahede ettiler, onların görüşlerinin
Re'y fukahâsı olan ehl-i Irak'ın îmâmı olan Ebû Hanîfe'nin, Ashabın görüşleri ve sözleri hakkındaki sözü
böyle olunca, şüphe yok ki, başkaları onların fetvaları ve onlardan nakil
olunanların tesiri altında daha çok
kalmışlardır (Allah cümlesinden razı olsun). Bu devirde Ashâbdan,
naklolunan fetvalar o derece çoğaldı ki, bunlar fukahâyı
epey meşgul etti. Ictihadlarında onları birer meş'ale gibi tuttular ve onların tesiri altında kaldılar.
Ashabın tuttuğu yola koyuldular, onların izinden gittiler. Onların re'ylerine hürmet ettiler. Kitab
ve Sünnette delili bulunmayan hususlarda o re'yleri
muteber tuttular. Eğer onlar bir re'y üzerinde
bir-leştilerse, kendilerinden sonra gelen müctehitlere
onu almak düşer. Eğer onlardan biri bir re'y ileri
sürdü ise ve ona muhalif olan da bulunmadıysa, fukahânın
çoğu onu kabul ederler. Eğer aralarında ihtilâfa düştüler-se,
müctehidlerin çoğu
onların görüşlerinden kendi
tutumlarına uygun bulduklarım seçerler, bir şartla ki, onların görüşleri
dairesinden çıkmazlar, başka bir görüşü almazlar. Tabiîn ve müctehidler asrında fukahâ bu
yolda yürüdüler. Ancak henüz kendilerine mahsus bir asıl ittihaz etmişler,
usûl-ü dinden ve hükümlerinden faydalanarak bir fıkıh kaidesi kurmuşlar
değildiler. Onlar bunu böyle yapıyorlardı;
çünkü biliyorlardı ki, Kur'an-ı Kerîm» Hz. Peygamber'e nazil olurken Ashâb-ı
Kiram yanında bulunurlardı, gözleri önünde vahy
gelirdi. Vardıkları bu görüşlerin ruhu, elbette Hz.
Peygamber1 d en aldıklarına uygundur. Hz. Peygamber'e
nisbet olunan ve herhangi bir sebeple ona dayanan bir
işte hiç kimsenin içtihadı olamaz. Onların re'yleri mücerruL bir fıkıh içtihadı değildir, belki onlar ictihad olmaktan ziyâde Sünnete yakındır.
Bundan başka onlara
tabi' olmak, onların etrafa islâm fıkhını müjdeleyen
ilk muallimler olmaları itibariyledir. Onlar ufukları islâm
nuruyla aydınlatan yıldızlardır. [1]
imam Şafiî, işte bu
asırda geldi. Hicaz üstâdlarından ders aldı. îmam
Mâlik'ten okudu. O ise, Ashabın re'yinin alınması
lüzumuna kaildi, hattâ Tabiînin ulularından bâzılarının re'yini
almağa taraftardı, onların re'ylerinin başka re'ye tercih edilmesi gerektiğine kaani
idi. Ona göre ehl-i Medine'nin tutumları re'yden ileri tutulur. îmam Mâlik'in bunların tesiri
altında kalması pek tabiî bir şeydir. Kıyakçıların imâmı olan Ebû Ha-nîfe bile bu tesir altında
kalmıştır. Sahabe kavillerini kendi re'yinden ileri
tutmuştur, imam Şafiî'nin de Ashâb-ı Kirâm'm görüşleri
hakkında göyle dediği naklolunur: "Onların re'yleri bizim için kendi re'ylerimizden
daha hayırlıdır."[2]Yine tlâmü'l-Muvakkıîn kaydediyor: "Şafiî,
Risâle-i Kadîme'sinde demiştir ki: Onlar her ilimde, ictihadda, takvada, akılda ve her şeyde bizim
üstümüzdedirler. Onların
görüşleri bizim için çok
muhteremdir, bize kendi görüşlerimizden daha iyidir."[3]
Ibn-i Kayyim, Şafiî'nin
İhtilâf-ı Mâlik kitabından naklediyor: "îlim derece derecedir. Birincisi
Kitap ve Sünnettir, ikincisi Kitap ve Sünnet olmayan hususlarda icma'dir. Üçüncüsü Sahâbi bir söz
söyleyip ona muhalif olan bulunmamaktır. Dördüncüsü Ashabın ihtilâflarıdır.
Beşincisi kıyastır ve böylece devam eder."
a Şafiî, içtihadında
Sahabe re'yine gereken yerini veriyordu. Onun
usûlünden bahsederken bunu sana beyân edeceğiz. Bunlar hazırlık kabî-lindendir.
Tabiîlerin mezhebine
gelince: Hadîs fukahâsı onları bâzan
kıyasa tercih ederlerdi. Re'y. fukahâsı
ise, üstâdları Ebû Hanîfe'nin sözünde gördüğümüz veçhile, Tabiînin ictihad ettikleri gibi kendilerinin de ictihad
etmek yetkileri olduğudur kanaatmdadırlar. Şafiî'nin
usûlünden bahsederken açıkça görüleceği veçhile imam Şafiî bu ikinci meslek
ashâbındandır. [4]
Şimdi îmam Mâlik'in
ortaya attığı ve sımsıkı sarıldığı bir meseleye geçiyoruz
ki, o da ehl-i Medine'nin ameli meselesidir. O Medine
halkının yaptıklarım, işlediklerini delil olarak aldı. Çünkü insanlar Medine
halkına tabi'dirler; zîrâ, Mâlik'in Leys b. Sa'd'e olan r
1- Medine
halkının bu meselelerde başkalarına muhalif oldukları belli değildir.
2- Ehl-i
Medine'nin başkalarına muhalif oldukları
meseleler, ki, bendi aralarında ihtilâf edip etmedikleri malûm değil.
3- Ehl-i Medine'nin kendi aralarında ihtilâf ettikleri
meseleler.
Allah kendisinden razı
olsun, takvasından dolayı, bu muhalefet edilmesi eâiz
olmayan bir icmâı ümmettir, demedi."[5].
Birinci kısmı Hadîs-i sahiha takdim etti. İkinci
kısmı haber-i vâhidden ileri tuttu, ancak bu nakli
olan umurdadır, yâni ictihad ile olmayacak
şeylerdedir. [6]
Şafiî'nin hayatından
öğrendik ki, o İmam Mâlik'in taiebesidir. O ilmî
hayatının büyük bir kısmını ona muâraza ve
reddetmeden geçirdi, bâzı muhalefet ettiği olurdu. 184 senesinde Bağdat'a ilk seyatında O, îmam Mâlik'in talebesinden sayılırdı. Orada ehl-i
Medine'nin fıkhını müdafaa ederdi. Bu yüzden onunla Muhammed b. Hasan arasında münazaralar oluyordu. (Allah her
ikisinden râsı olsun.) Böyle olunca, bu hususta üstadının
görüşleri tesiri altında kalacağı şüphesizdir. Ondan ehl-i
Medine'ye saygıya dair sözler naklolunmaktadır. Beyhakî,
Menâkıb-ı Şafiî kitabında Yunus b. Abdul'a'lâ'dan naklediyor: "İmam Şafiî (Aüah ondan razı olsun) bir §ey hakkında münazara yapıyordu.
Şöyle dedi: Allah'a yemin ederim ki, sana sırf öğüt için söylüyorum: Medine
halkını bir §ey üzere bulursan, kalbine hiç şüphe girmesin ki, o şey haktır,
doğrudur. Sana gelen haber ne kadar kuvvetli de olsa, ona bir asıl bulamazsan,
sen ona itibar etme, ona bakma." Bundan görülüyor ki, O, ehl-i Medine'nin amelini almıştır. O'nun Hadîse muhalif
olması, Hadîsin sıhhatini zedeler ve
o Hadîse itibar
edilmez.
Anlaşıldığına göre
onun bu sözü, kendisi için ictihad ve istinbat yolunu tâyin ederek bir mezheb
kurmasından önce idi. Zîrâ o mezhebini tesîs edip ictihad
yolu karar bulduktan sonra, göreceksin ki, Hadîse Ki-tâbullah'dan.
başka hiçbir şeyi tercih etmemektedir. Allah'ın izniyle bunu ileride yeri
gelince beyan edeceğiz. [7]
Bu geçenlerden
anlaşılıyor ki, Ashâb bir re'y
üzerinde ittifak etmişler ve o re'ye muhalif olan
yoksa, cumhur fukahâ
onu delil olarak almaktadırlar. Bu hususta İslâm fukahâsının
hepsi yâni re'y fukahâsı ve
Hadîs fukahâsı müsavidir. Sonra gördük ki, Medine
ehli bir iş üzerinde birlestilerse, İmam Mâlik onu
delil olarak almaktadır, hattâ onu sahih Hadisten bile ileri tutmaktadır. Zîrâ
Hadîsin, Medîne halkının bu icma'ına muhâh'f bulunmasını, o Hadisin sıhhatini zedeleyen bir
sebep itibar etmektedir. Hz. Peygamber Efendimiz'in şu Hadîş-i Şerifleri de vardır:. "Ümmetim dalâlet
üzere toplanamaz. Allâhu Teâlâ
sizi üç şeyden kurtarmıştır: Peygamberiniz sizin aleyhinize dua ederek helak
olmaktan, yalan ehlinin, doğrunuza üstün gelip zafer kazanmasından, dalâlet
üzere birleşmekten korumuştur." Icma'm dinde
bir hüccet olduğu fikri doğdu. Bu ekseriyetin münakaşalarda icma'ı bir
delil olarak itibar etmesine sebep oldu.
Münakaşalarda taraflardan biri dâvasında
delil olarak icma'ı iddia ederdi, diğeri bunu kabul
etmez, inkâr ederdi. İcma’ı kabul etmi-yenîer onun esasına itiraz etmiyorlardı. Belki icma'ın bulunması tarzına itiraz ediyorlardı.
tema' yeni bir
münazara ve cedel unsuru oldu. Bâzı kaziyyelerde ve meselelerde taraflar onu, selbî ve îcâbî olarak
çekiştirirlerdi. Münazaralarda çok yer alırdı. Kendi re'ylerine
taassub derecesinde taraftar olanlardan bâzıları, delüsiz kalıp hüccet bulamayınca, hemen icma'
delilini
ortaya sürerlerdi.
Şafiî, münazaralarında icma' ile hücumda bulunan türlü
fıkıh firkalariyle, bunların aşırı gidenleri ve mûtedilleriyte münazara meydanlarında dolaşmış bir zattır.
Onun için bu mevzu, onun cedel ve münakaşalarında yer
alan mevzulardan olmuş, sonra da onun bahislerinde mühim yer almıştır.
Şafiî, icma' esasım kabul etti. Ondan önce insanlar, Kitapta aslım
ve delilini bilmeksizin onu dillerine doluyorlardi.
Yalnız yukarıda gösterdiğimiz iki Hadîsin iema'a
delil olduğunu bilmekle yetiniyorlardı. Şafiî icma'ı
inceleyince Kitapta onun aslını, delilini buldu ki, o da şu âyet-i kerîmedir[8]:
"Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra yan çizerek Peygamberden
ayrılıp mii'minlerin yokundan başkasına ayan kimseyi,
biz, döndüğü yöne döndürür ve onu Cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir varış
yeridir."[9]
Ulemâ topluluğunun
birleştikleri şeye muhalif bir
sözle onlardan ayrılmak, nıü'minlere uymamak demektir. Şafiî baktı ki, şer'î
hakikatler kendini icma'ı hüccet olarak almağa sevk
etmektedir. Onu i'tiraftan bag-ka çare bulamadı. Sonra onun kaidelerini tesbit etti, ölçülerini ve tartılarını vaz'eyledi.
Böylece delile dayanmaksızın
iddialarda bulunanların dâvalarının butlanını meydana çıkardı. Fakat
bunların yanısıra gördü ki, hiçbir ilmî esasa
dayanmaksızın münazaralarda icma' dâvasını ileri sürenler
de var. Şayet bu gibi münakaşacılar her iddialarında kendi tutumlarına hiBaiufırsa, bu bilgide anarşiye götürür, fikhi istidlal itibardan düşer. ±*gr yeni bir şey
ortaya atan bu iddiası için icma'dan başka delil
aramazsa, iş çıkmaza sarar. Onun için icma'm
derecesi belli olmalıdır. Şafiî iema'a Kitap ve Sünnetten
sonra yer vermektedir. Hiçbir kimse Kitabı veya haber-i vâhid dâhi olsa Sünneti, icma'
ile reddetmek yetkisinde değildir.
Münazara yaptığı
kimseye fazlaca ağır basınca dâvasını te'yid için iema'a sarılırdı. Hattâ hasmına şiddetle hücum, etmesi ve
çok ağır basması, onu icma'ın vücudunu inkâra kadar
götürürdü. Münakaşalarından birinde şöyle demişti: "İcma'
iddiası, iema'a muhaliftir." El-Üm'de Şâ-1 fiî'nin
lisânından şöyle deniyor: "îcma'm kusuru olarak
şu yeter ki, Re-sûlullah'tan sonra kimse icma' iddiasında bulunmamıştır. Ancak senin zamanındakiler
bunda ayrılığa düştü. Münazara yapan
kimse: Bâzıları bu iddiada bulunmuştur, dedi. Ben de dedim ki: Bu
iddiayı hoş gördün mü? O da: Hayır, dedi. Sonra diyor ki: Zem ettiğin bir şeye
nasıl olur da düğersin? Senin yolundan da icma', icma' iddiasını terk olduğu çıkar. Bu icma'dır,
dersen bu iyi bir görüş olmaz. Çünkü ilim erbabından senden başka birisi çıkar,
sana: Allah esirgesin, bu icma' olamaz, senin icma1 bulunduğunu
iddia ettiğinde birçok vecihlerden, bir belde de yahut bize naklolunan beldeler
halkının çoğunca ihtilâf vardır."[10]
Şafiî, bâzı icma'larm bulunduğunu teslim etmektedir, icma'ın mevcudiyetini her cihetten inkâr ediyor değildir.
Münakaşa yaptığı kimse ona münazaranın başında soruyar:
"icma' var mıdır?" Dedim ki, evet. Allah'a
hamdolsun ki, farzların birçoklarında vardır, kimse
onları bilme-mezlikten gelemez, tammamazlık
yapamaz. îşte icma' odur ki, insanlar bunda icma' etti; dediğin vakit, etrafında biraz bir şey
bilenlerden tek bir kişi çıkıp da sana: Bu icma'
değildir, diyemez."[11]
Bu konuda sözün
tamamım Şafiî'nin usûlünden bahsedeceğimiz yere bırakarak bu giriş kısmında bu
kadarla iktifa edelim. [12]
Fukahâ arasındaki ihtilâflar yalnız delillerin nevi'lerine,
derecelerine ve kuvvetlerine münhasır değildi. Nasslarm
fıkhî delâletleri hususundaki ihtilâf daha şiddetli
ve daha derindi. Bu, onları lâfızlar (kelimeler) ve onların delâletlerinin envâı etrafında münakaşalar yapmağa götürdü. Çünkü münazara
ve münakaşalar, kelimeler, kelimelerin medlullerine intikâl edince münakaşa
sahası gayet geniş açıldı, meydan her tarafa uzanıp genişledi. Bâzı Arapça
sığaların, murad olunan mânayı tâyin etmek hususunda
karinelere ve mevzuu saran münasebetlere dayanması yüzünden bu münazaralar çok
şiddetlendi ve alevlendi. Murad olunan mânayı tâyin
hususunda bâzan Sünnetten veya Arapların örf ve
âdetlerinden de faydalanılır. Meselâ emir fi'linin sîgası birçok mânalara, iştirak yoluyla, delâlet eder: îbâha yâni bir şeyin mübâh
olduğunu bildirir, irşada delâlet eder. Bir şeyin mendub
olmak üzere yayılmasını istemeyi gösterir, bir şeyin vücûb
üzere behemahal yapılması gerektiğine delâlet eder. Kur'ân-ı Kerim'in veya Hadîs-i Şeriflerin nasslarında geçen emir fi'li
haddizatında bu mânaların hepsine muhtemeldir. Bu mânalardan birini tâyin etmek
lâfzı karinelerle, eserle, Peygamber'in tefsîriyle, makam veya hâl karînesiyle
olur. Allâhu Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurmuştur: "İhramdan
çıktıktan sonra avlanın." Buradaki emir fi'linin
sîgası itibariyle ibâhaya,
irşada ve talebe, yâni bir şeyin yayılmasını istemeğe ihtimali vardır.
Âyetteki ihramdan çıktıktan sonraki kayd-ı .karinesi,
Hac için ihramda iken avlanmanın haram olduğunu gösterir. Öyleyse ihramdan
çıkınca bu hürmet kalkar, avlanmak mubah olur. îşte emir sîgaları
böyle karinelere göre anlaşılır.
Bu hâl iki türlü
ihtilâfa yol açtı:
1-
Karinelerin kuvvet derecelerinde ve medlullerinde ihtilâf. Bir karineyi biri
alıyor, diğeri onu almıyor. Bu nassın cüz'ünü
anlayışta ihtilâftır.
2- Emirde
umumi kaidede ihtilâf. Emirde aslolan vücûb ifade etmek, bir şeyin kesin olarak yapılmasını
istemektir. Bundan başka mânaya delâletine delil bulunmadıkça böyle midir?
Veyahut aslolan ibâha ve irşâd mıdır? Kesin olarak taleb
olunduğuna dair delil bulunmadıkça bu mânaya mı ahnır?
Nehiy fi'li de böyledir. Tahrim, kerahet, irsâd için olur.
Murad olan mânayı, karineler tâyin eder. Ulemâ nasslarm cüz'inde ihtilâf
ederler. Sonra da hilâfına delil bulunmadıkça, nehyin
asıl delâletinin hörmet = tahrîm
olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir.
Nehiy fi'li hakkındaki
ihtilâflar, yalnız onun delâleti hakkında kalmaz. Bu ihtilâflar daha
derinleşir; nehiy fi'li bir
vasıfla mevsuf olan bir akd
üzerine olursa, onu ilga ve iptal etmez mi? Bu şartla akd
yapılırsa bunun tesiri nedir? Akdi iptal etmez mi? Yoksaf
bu akidlerin onu feshetmesi vâcib
olan nehyedilmiş bir akid
mi olur? Eğer feshetmezlerse günahkâr mı olurlar? Hanefiyye
diyor ki: Böyle bir akd mün'akid
olur, fakat feshedilmesi lâzımdır. Hanefiyyeden
başkaları, bu akd esasen mün'akid
olmaz, dediler. Yine bu nevi' ihtilâflardandır: Sâri' muayyen bir halde talâkı
nehyeylese, bir kimse de o halde talâk yapsa, yapan günâha girmekle beraber talâk vâki
olur mu, yoksa olmaz mı? Sâri' onu nehyet-tiğmden bu talâk bâtıl mı olur? Ehl-i
sünnet cemâat-ı fukahâsı, günah olmakla beraber talâk
olur, demişlerdir. Şîa ise, nehyedümis olduğundan
talâk vâki olmaz, demiştir. Bundan başka müşterek mânalara gelen kelimelerde o
mânalardan hangisinin murad edildiğini tâyin etme
hususunda da ihtilâf edilmiştir. Nasıl ki "Boşanan kadınlar Uç kur' iddet beklerler." âyetindeki kur' kelimesinin
yorumunda evvelâ Sahabe, sonra Tabiîn, daha sonra müctehidler
arasında ihtilâf cereyan etmiştir. Ashâb-ı Ki-râm*dan bâzıları kur'u tuhur,
yâni iki hayz arasında geçen temiz müddet ile tefsir
etmişler, bâzıları da hayızla tefsir etmişlerdir.
Tabiîn ve müctehidler de Ashabın ihtilâfına bakarak
ihtilâf etmişlerdir. (Hanefîler hayz, Şâfüler tuhur mânasına alırlar.).
Bundan başka medlulü
birçok şeyleri içine alan ânımın delâletinde ihtilâf etmişlerdir. Ânımın şâmil
olduğu efrada delâleti kat'î midir, yoksa zannî midir? Nasslarda bir mevzu
hakkında varit olan cemi'ler hakkında, mutlâkı
mukayyetle takyîd etmek hususunda da ihtilâflar cereyan
etmiştir. Bunların hepsinde ihtilâf ettiklerini görüyoruz. Bu sahanın ufku çok
geniş, fikir yönü çok derindi. Şafiî bu konularda fukahâ
ile münakaşalar yapıyordu. îstinbat usûlünü tedvîn
etmeğe başlayınca bu meselelere büyük yer ayırdı. Arapçayı iyi bilmesi ve üslûbuna vâkıf olması bu
incelemelerde ona yardım etti. Bunu ileride beyan ederken bu ciheti açıkça,
göreceksin.[13]
Şafiî'nin (Allah ondan
razı olsun) yaşadığı çağ böyledir. Bu çağda eski medeniyetler, Hind, İran, Yunan medeniyetleri, yeni dînin sayesinde bir
ülkede birbiriyle karşılaşıp kaynaştılar. Birbirinden ayrı olan bu medeniyetlerin
esasları birbiriyle karıştılar. Bu nesilde bu medeniyetler ahenkli bir surette
uyuştular; çekişmelere, kararsızlıklara meydan kalmadı. Ancak bu yeniye girip uyamıyan bâzı kimselerin bâzı hallerdeki tutumları bir yana
durmalıdır. Onlar bu dîne ısınamadılar. Onun dolaşıp karışmasını isterlerdi.
Onun heybet ve vakar kazanmasını arzu etmezlerdi.
Bu çağ, akılların çok
verimli olduğu, fikir istiklâlinin hüküm sürdüğü bolluk çağıdır, işte muhaddisler, Hz. Peygamber'den
rivayet olunanların sahih olanlarını ayırmak için
büyük bir ciddiyetle kollarını sıvamışlar, bu işe candan sarıldılar; mevsuk ve
mutemed kimseleri tanımak için ölçüler koydular,
kaideler vaz'ettiler. Rivayet olunanların içinden
şâz olanları çıkardılar. Dinde hüccet olmağa sâlih
olanı, olmayanı beyan ettiler. Bu ölçülere göre sıhhati sabit olan, doğruluğu
meydana çıkan Hadîsleri tedvîn edip Hadîs kitaplarını yazdılar.
Ortada birçok fırkalar
var. Bunlardan her biri kendi görüşlerine zemin hazırlayarak gayesine ulaşmak
için yol açmak üzere hüccet kılıcını çekmiş, deliller konuşuyor. Her fırka bir
fıkıh mezhebini yaymağa çalışıyor, münazara yapıyor, Kitap ve Sünnetten
deliller getirerek usûlünü takviye ediyor. Şafiî bu türlü fırkalara karışıyor,
onlarla bir arada bulunuyor, görüşüyor, fıkhı delillerini beyâna kalkışanlarla
münakaşa yapıyor, mezheplerinin delillerini tartışıyor, hüccet olmağa yararlı
gördüklerini, o mezhebin ulemâsından
alıp benimsemekten asla çekinmiyor.
Bu âlimler, fukahâ ve muhaddisîer, memlekette
dolaşıp seyahat ediyorlar. Hadîs, fıkıh, Kur'ân ve
tefsir öğrenmek isteğiyle uzak yakın demeyip giderek ilim alıyorlar. Şafiî
bunlarla görüşüp buluşuyor. Bilhassa bir ilim, kongresi olan Beyt-i Harâm'da, Kâ'be'de, İslâm
Dünyasının en derin köşelerinden gelen ulemâ ile karşılaşır, muhtelif ilmî
görüşleri müzakere ederlerdi. Doğru olan görüşleri tanıyıp çürüğünden ayırabilmek için münazaralarda bulunurlardı. İlk yetişme
zamanlarında Mekke'nin Harem-i Şerifi, Şafiî'nin makamı idi. İlk defa Bağdat'a
gidip de orada ehl-i re'y
fıkhını inceledikten, onları dinleyip Muhammed b. Ha-san'ın kitaplarını
okuduktan sonra Mekke'ye dönüşünde burada müstakil ders vermeğe başladı.
Sonra, işte re'y fukahâsı, Hadîs fukahâsiyle bir yerde toplanıyorlar. Hakikati ortaya
çıkarmak amaciyle münazara yapıyorlar. Her biri diğerlerinde
olandan alıyorlar. Halbuki onlar birbiriyle karşılaşıp anlaşacaklarını hiç
zannetmiyorlardı. Fakat şimdi ne güzel anlaşıyorlar. Bakıyoruz, Hadîs fukahâsı re'yi alıp kabul
ediyorlar. Re'y fukahâsı da
Hadîs û"e görüştüklerini te'yîd
ediyorlar veya baştan bulamayıp da şimdi buldukları sahîh Hadîsle re'yleri uyuşsun diye re'ylerini
düzeltiyorlar, veyahut da Öğrendikleri Hadîse aykırı olduğundan dolayı
görüşlerinin bâzısından vazgeçiyorlar, onları ta'dil
ediyorlar.
Sonra Hulefâ-yi Râşidîn devrinde büyük îslâm merkezlerine dağılmış olan Ashabın bıraktıkları
ilim, ilim peşinde koşanların yaptıkları seyahatler dolayısiyle
bütün fukahâca öğrenildi. Her diyardan fukahâ bir araya toplanıyorlar, Sahabeden tevarüs
ettikleri. ilimleri birbirlerine naklediyorlar, herkes aldığını başkasına da
anlatıyor. Bunları müzakere ediyorlar. Her fakîh, bu
görüşlerden kendi tutumuna daha yakın gördüğünü veya kendi nazarında daha
kuvvetli bir delil bulduğunu veyahut da muhitinde ve çağında halka daha yararlı
gördüğünü seçip alır. Sonra bunlardan her birinin tercih ettiğini veya almayıp
bırakma sebebini münakaşa ederler.
Sonra bak. işte şu fakîh, Hadîsler tedvîn olunduktan sonra o da fıkhını tedvîn
ediyor, görüşlerini kitaplarında topluyor. Fakîh,
başkalarının görüşlerini kitaplarda yazılmış, îzah edilmiş bir halde görüyor.
Onları okuyor, inceliyor, tenkide tabi tutuyor. Kitap ve Sünnete en yakın
gördüklerini kabul ediyor.
Görüldüğü üzere,
münazaraların çoğaldığı bu çağda fıkıh, cüz'î
meselelerden ayrılıp küllî bir istikamete yönelmiştir. Bu zamana kadar müfti veya fakîh, vukubulan hâdiseler, sorulan meseleler hakkında fetva
verirdi. Sonra farz ve takdir ettiği cüz'î suretler
hakkında fetva vermeğe başladı. Fıkıh dersi usûle doğru yönelmeğe başladı.
Fer'î meseleler bu usûle dayamyor, cüz'î hükümler onlardan alınıp çıkarılıyordu. Sonra
uyulması, takip edilmesi gereken yolu açmağa başladılar. Delillerin birbirine nisbetle durumları ince^ndi. Kısa
bir deyimle: Münazaralarda düşünceler, fıkhî istidlal
ve istinbat usûlü için ölçü vaz'etmeğe
yöneldi. Delil olarak alınması gereken Hadîsler etrafında münakaşalara giriştiler.
Muttasıl Hadîsle Mürsel Hadîs de alınır mı, yoksa Mürsel alınmayıp yalnız Muttasıl Hadîs mi alınır? Bundan
başka Kitaba nazaran Sünnetin yeri nedir, kuvvet derecesi nedir? Sünnet yalnız
Kitabın beyânı mıdır, yoksa Kitabın ahkâmı üzerine Sünnetle de hükümler ziyâde
olunur mu? Sünnet kuvvetçe Kitap derecesine ulaşabilir mi ki, Kitabın bâzı hükümlerini
nesh edebilsin? Burada nesih hakkında konuşmağa
başladılar: Nesih ne zaman olur, nasıl olur? Böylece inceleme sahasına birçok
küllî meseleler, ana bahisler arzoiundu. Bunlarda
münakaşalara daldılar, fü-rû'da
olduğu gibi burada da meslekleri icabı ihtilâfa düştüler. Fakat bunlardaki
ihtilaf fürû'da olduğu kadar çok değildi. Sonra kelimelerin delâletteki
kuvvetleri ele alındı, fıkhî nasslar
nasıl anlaşılır, ibarelerin arasından hükümler nasıl çıkarılır, bunları hep
araştırdılar.
îşte înıam Şafiî, bu devirde geldi. Bu kuvvetli ilim
hareketlerinin gürültüsünde yaşadı. Bu münazaraların içine daldı. Bu büyük ilim
servetinden birçok şeyler aldı.. Şahsî yüksek kabiliyeti, incelemeleri, etüd-leri, güzel metodu ve iyi
tutumu ile asrında kendi görüşlerini ortaya atarak insanların önüne bir mezheble çıktı. [14]
[1] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 78-79.
[2] Îbnü'l-Kayyim
Cevziyye, llâmü'l-Muvaklutn, c. II,
s. 143.
[3] Ibnü'l-Kayyim
Cevziyye, llâmü'l-Muvakkıîn, c. II, s. 191
[4] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 79.
[5] Ibnü'l-Kayyim
Cevziyye, llâmü'l-Muvakkıîn, c. II, s. 191
[6] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 80.
[7] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 80-81.
[8] Bu âyetin icmâ'a delâleti
tetkike değer, ileride beyan edeceğiz.
[9] N
[10] Şâfu, El-Üm;
c. VII, s. 158.
[11] Aynı eser, c. VII, s.
157.
[12] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 81-83.
[13] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 83-84.
[14] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 84-86.