68- Hariciler Nasıl Meydana Çıktı?:
71- Taassubları, Kureyş'e Olan Kînlerî:
75- Haricîlerin Ayrıldıkları Fırkalar:
80- Müslümanlıktan Hâriç Sayılanlar:
Hâriciler, kendi
inançlarına ve fikirlerine müthiş bir taassupla bağ lı,
gftyet dindar görünen bir İslâm fırkasıdır.
Akidelerini çılgınca savunurlar. Korkunç hükümleri olan serkeş insanlardır.
Kanaatleri uğrunda, gayeleri yolunda her şeye göğüs gererek savaşırlar,
çekinmeden ileri atılırlar. Onları buna sürükleyen şey, zahirine bağlandıkları
bâzı sözler olmuştur. Bunu mukaddes din sandılar ve mü'min
olan ondan asla ayrılmaz hesap ettiler. Onların aklı: "Hüküm ancak
Allah'ındır" sözüne saplandı. ı •mı.ı bir dînî düstûr gibi tutup
muhaliflerinin yüzüne dâima haykırdılar. Konuşmak isteyenlerin sözünü bununla
kestiler. Hz. Ali'yi konuşurken gördüler mi, hemen
bu sözü söylerlerdi. Bu söz onların kalkanı olmuştu. Hz.
Ali onlar bu sözü tekrar tekrar söyleyince şöyle
demiştir: "Doğru bir söz, fakat bununla bâtıl murad
olunur, bunu kötüye kullanıyorlar. Evet hüküm yalnız Allah'ındır. Fakat bunlar
amirlik ancak Allah'ındır diyorlar, insanlar için doğru, sapık bir emîr
lâzımdır. Onun emri altında mü'min amel eder, kâfir
de faydalanır. Vergiyi toplar, düşmanla çarpışır, yollarda emniyet ve asayişi
sağlar, zayıfın hakkını kuvvetliden alıverir, böylece hayırlı olan kimse rahata
kavuşur, fâcirden kurtulmuş olunur."
Hz. Osman'dan, Hz. Ali'den ve
zâlim olan hâkimlerden kendilerim uzak tutmak, onlardan teberrî
etmek düşüncesi, Haricîleri o kadar şaşırttı ki, akıllarım bile bozdular. Bu
fikre öyle körü körüne saplandılar ki, anlayışlarına hâkim olan hep bu düşünce
oldu. Hakka götüren yol, onlar için adetâ kapalı kaldı. Bu kaba kuvvete Hz. Osman'dan, Hz. Ali'den, Tâlha ve Zübeyr gibi Ashabın
ulularından, Bmevîlerin zâlim hükümdarlarından
ayrılanlar hep bunlara katıldılar ve bu fikre saplandılar. Tesiri daha şiddetli
olan diğer prensiplerde müsamaha gösterdiler, fakat bu teberrî
prensibine sımsıkı sarıldılar. Abdullah Ibn-i Zübeyr, Emevîlere karşı
ayaklandı. Haricîler onun tarafına geçtiler. Ona yardım yapacaklarım, onun
saflarında döğüşeceklerini va'dettiler.
Fakat onun, kendi babası Zübeyr ile Tâlha'dan, Ali ve Osman'dan teberrî
etmediğini öğrenince, ondan ayrıldılar, onun etrafından savulup gittiler!
Emevi Halifelerinden
Ömer b.Abdülaziz Haricilerden Şevzeb ile
münakaşa yaptığı zaman, münakaşanın
marketini bu teherrt nreMİMİ
teşkil ediyordu. Halbuki Ömer I». Alıdıılu/.l/., Kmovllnnlpıı Millini yapıuı lara muhalifti, onları zulümlerindi- dcvûnnhm
mi'm-tmlgtl. HnkHir.lığa uğrayanların hakkını alıp adaleti yerine
getiren Adil bir halife idi. Fakat Haricîlerin kafasına teberrî
fikri saplanmıştı. Muayyen şahıslardan tt< berrî etmiyenleri, Müslüman saymıyorlardı. Bu-sebeple Ehl-l HUnnflt ve'l*
Cemâat topluluğuna giremediler, sapık fırkalardan oldular. [1]
Haricîler, parlak ve
yaldızlı sözlerin tesiri altında kalmakta Fransa'» da en korkunç cinayetleri,
irtikâptan çekinmeyen Ya'kubîlere benzerler. Bunlar
hürriyet, müsavat, kardeşlik kelimelerini tutturdular ve bunlar nâmına kan
döktüler, nice canlara kıydılar, Haricîler do (gerçek îman, hüküm ancak Allah'a
aittir, zâlimlerden teberrî) naralarını tutturdular
ve bunlar adına Müslümanların masum kanım mübâh sayıp
kan lçtil<t, İslâm ülkesini kana boyadılar. Etrafa
baskınlar yapıp canlara kıydılar. Hâiz oldukları bu atılganlıktır ki,
Haricîleri Yakûbîlerle birleştiren bir nokta olmuştur. Bu iki taifenin
birbirine benzeyen işleri, bu cesaret ve coşkun hissiyattan doğmadadır. Onları
ölçüsüz hareketlere sevkeden bu hissiyattır. Gustave le Bon,
Fransa İhtilâli eserinde Yakûbîleri şöyle anlatmaktadır:
"Yakûbîlik
zihniyeti kısa düşünceli, dar görüşlü, inatçı bir görüf
mahsûlü olup sahibini gayet basit bir adam derecesine düşürür. Bu zihniyetin
sahibi, işlerin ancak dış tarafım görür, ruhunda hâsıl olan evhamı, hakikat
sanır. Olayları birbirine bağlayamaz. Gözünü dikmiş olduğu hiı-yâlden asla ayıramaz. Demek
oluyor ki, Yakûbî işlemiş olduğu cinayetleri akıl ve mantık sâikasiyle işlemiyor. Çünkü akıl ve mantıktan onun nasibi
yoktur. O, zayıf aklına uyarak bu gibi şeyler peşinde koşuyor. Halbuki yüksek
idrâk burada durur kalır."
Yakûbîlerin bu hâli,
birçok cephelerden Haricîlerin hâlet-i rûhiyeulnn
uygun düşmektedir. Aşağıda zikri gelecek hâdiseler ve münâkaşalar bunu
göstermekte ve isbâta kâfi gelmektedir. [2]
Hamaset duyguları ve
kelimelerin zahirine saplanmak hevesi; Haricîlerin vazıh vasıfları yalmz bunlar değildir. Bunların yanışını diğer ba/j vasıflar da yer almaktadır. Meselâ: Fedakârlık,
serkeşlik, ölümden çekinmemek, sebepsiz tehlikelere atılmak gibi vasıflar,
bunlar meyanında dır. Bu hareketlerin bâzıları heves
mahsûlü idi. Bâzısı da âsâp bozukluğundan ileri geliyordu. Mücerret kahramanlık
göstermek ve mezhebi şiddetle sarılmak emvi <lrftll.ll Onların Ihı hali KndUlUa'ta Arap hftkl y altında İHilıııınıı ıin ini iv n ilim n
im-m/.ı-ı Onlardan bir kıtımı öyle hlr hevM» kendilerini kaplırnııifUrdi
ki, koyu bir taassup, bozuk bir dü-vUııi'i* uğrunda ollhnp ıılılmuktun eskinmiyorlardı. Comte
de Cactrie onlar lınlıkııııln
ııcılor yazıyor, bir bak. Okuyunca, bunun birçok
bakımdan llrtıicllcıı- ılı- uyduğunu >;or<(eksin. Diyor ki:
"Bu Hıriatiyanlardan her biri mahkemeye giderek Muhammed'e sö-f;• 11» (iyi»- olmck
isliyordu. Bunlar fevc fevc
mahkemeye koşuyorlardı. Kapıcı onları çevirmekten usanmıştı. Hâkim, idamlarına
hükmetmemek Igin »özlerini işitmeyeyim diye
kulaklarını tıkıyordu. Müslümanlar bu savatlılara acıyorlar, onları delirmiş
sanıyorlardı."
Haricîlerin içinde
öyleleri vardı ki, Hz. Ali hutbe okurken sözünü ke-Horlerdi. Hattâ o, namaz
kılarken namazım bile kesenler bulunurdu, Al-lah'dan
sevap umarak Müslümanlara meydan okuyanlar vardı. Böyle yapmakla Allah'a
yaklaştığını zannederlerdi. Abdullah tbn-i Habbâb b. Aretî'yi[3]
öldürdüler, cariyesinin karnını deştiler. Bu fecî cinayeti işlediler. Hz. Ali onlara:
— Katilleri bize teslim edin, dedi.
— Onun katilleri biz hepimiziz,
cevabım verdiler ve teslim etmediler. Hz. Ali onlarla
savaştı. Onları tepeledi, hepsini imha edecekti, buna rağmen geri kalanlar
yine bildiklerinden şaşmadılar, kudurmuşcasına eski
yollarında yürüdüler. O Hıristiyanlarla bunlar arasında bu bakımdan bir
benzerlik yok mu?
Bunların çoğunda gûyâ îslâm'a hulûsla hizmet etmek
düşüncesi hâkimdi. Fakat buna yanlış yoldan yürüdüler; ters bir istikamet
tuttular. Hataları burada idi. Rivayet olunduğuna göre Hz.
Ali, onlarla münakaşa yapmak üzere îbn-i Abbas'ı gönderdi. îbn-i Abbas yanlarına gelince onu i'zâz
ve ikramla karşıladılar. îbn-i Abbas
karşısında öyle adamlar gördü ki: Uzun müddet secde ede ede
alınları dağlanmış gibi yara olmuş,elleri ,yerlere çöken deve difttart gibi knlınlnıııu«, hııiihıınd» yıkana yıkana «kimli
gömlekleri var.[4]
Bunlann akidelerinde İhla» üzere
olduklarında |Uphe yok. Fakııi
im İhlasın noksan tarafları da çok: Evvelâ dini anlayışları
yanhıj. DnlftlH»»
»tapmışlar, dinin özünü anlayamıyorlar.
Kendilerine muhalif ulun her MUslümanın kanını helâl saymaları büyük hatâdır. MUslUmıının kanı <IA1-ma
masumdur. Ebû'l-Abbas Müberrid, El-Kâmil'inde diyor ki: Hu»lıilı<ıiıı enteresan olaylarından biri de şudur: Bir defa .bir
Müslüman ile bir Ih ristiyana tesadüf etmişler. Müslümanı öldürmüşler, Hıristiyana
Puygıım berine olan ahdini muhafaza etmesini
tavsiyede bulunmuşlar... Ahdııllıtlı tbn-i Habbâb'a rastladılar,
boynunda Mushaf-ı Şerif asılı, yanında da. gebe olan karısı var. Bu
insafsızlar Abdullah'ı yakalayıp:
— Şu boynunda asılı olan Kitap bize seni
öldürmemizi emrediyor
dediler.
— Ebû Bekir ve Ömer
hakkında ne dersin? diye sordular. O da on«
lan hayırla yâdetti.
— Hakem tâyin etme hâdisesinden önce Hz. Ali hakkında ve k«ın Hz. Osman'ın altı senesi hakkında ne dersin? dediler. O da
yine hayrı in yâdederek cevap verdi.
— Hakem meselesi hakkında ne dersin? diye
sordular. O da bu cevabı verdi:
— Benim diyeceğim şudur: Hz.
Ali Allah'ın Kitabım sizden çok dn-ha âlâ bilir.
Dînini sizden daha iyi korur, sizden daha çok-basiret sahibidir.
— Sen hidâyete tabi' olmuyorsun, adamlara
isimlerine bakarak tabi1 oluyorsun, elediler ve onu dere kenarına çekip hayvan
boğazlar gibi kei-tiler!.. Orada 'bulunan bir Hıristiyandan
hurma satın almak istediler.
O da:
— Hurma parasız sizin olsun, dedi.
— Parasız asla kabul etmeyiz, dediler.
Hıristiyan bu adamların yaptıklarına şaşarak:
— Ne acaip kimseler,
dedi. Abdullah b. Habbâb gibi bir zatı öldürürler,
bizden parasız hurma kabul etmezler!..[5]
Bir düşünceye bu kadar
taassubla bağlanmak nedendi? Onu mUda-dafaa uğrunda bu derece haşîn ve sert hareket etmeğe sebep
ne idi? Onu davette bu kadar kükreyip coşmak niçindi? insanları kılıç
kuvvetiyle, merhamet ve şefkat tanımayan bir kasvetle, dînin müsamahakâr rûhiyl<< barışmaz bir şekilde zorlayarak şiddet
kullanmak acaba neden İleri geliyordu? Bunun Mbtulerl
imim» tunlardır: HAriotlerüı gofu
Hâdlye Çöl Araplanndandı,
İçlerimle köyün, lehinle nâkltı olan Araplar udi. Çöl
Aıuplmı, İNİAmlyuttan önon dahi muıı dermin fııklr halli, yokluk ve
mim, ti İğinde yaşarlardı. Ulftmlyet gelince de
onların mâli durumlarımın, maddi vıı/,ıv«'ii'mımIc- 11,/in hir- İyileşme olmadı. Çoğu çölde hayat darlığı 1q1»»I«ı Hikıntılı bir haldü yaşamağa
devanı ettiler, tslâm sevgisi kalbleri-
ıı.- >: 11 .lı. lııkııl lıkı i İti ı Im.sıl ve .sade kaldı.
Tasavvurları dardı. İlimden uıak kaldılar. Bu şartlar
altında dar akıllı, kuru zâhid, alıngan bir mü' inin
çinini meydana geldi. Oinkii Hâdiyc
Arapları mahrumiyet içinde İdiler. Maddî mahrumiyet içinde olan ruhu, îman
kaplar ve sağlam bir Itlkad vicdana yerleşirse bu
dünya nimetlerine tama' etmekten vazgeçer. F&nl
dünya zevklerine göz dikmez. Kendini âhirete verir, âhiret nimetlerine rağbet eder. Cehennem azabından,
uzaklaştıracak şeylere sarılır. Onun için Haricîlerde dînî zühd
kuvvetli idi.
Sonra onların yaşayış
tarzları onları huşunet, kasvet, ünf ve şiddet
göstermeğe itecek mahiyette idi. Zîrâ nefis, gördüğü ve alıştığı şeylere uyar.
Onlar da sert çöl gibi sert oldular. Eğer Haricîler refah içinde yalamalar,
nimetlerden faydalansalardı, onların o haşin hâli değişir, sertlikleri ve
kabalıkları azalır, onlar da yumuşar ve
uysal kimseler olur, tabiatlarında değişiklik görülürdü. Şu hâdiseye bakın:
Ebu'1-Hayr isminde yoksul ve fakîr bir adamın
Haricîlerin görüşlerine taraftar olduğunu duyan Ziyâd
îbn-i Ebih, onu nezdine çağırıp ona valilik vermiş ve her ay dört bin
dirhem maaş bağlamış, ayrıca senede yüzbin dirhem de
gelir ayırmış. Ebu'1-Hayr
bu bolluğa kavuşunca: îtâattan ve topluluk içinde
yaşamaktan daha hayırlı bir şey görmüş değilim! dermiş. Valilik makamında uzun
müddet kalmış. Ziyâd onun bir hareketini beğenmemiş,
o da Ziyâd'a karşı gelmiş, bu yüzden hapse atılmış ve
orada ölmüş. Bunda gayet dikkat edilecek nokta şudur: Nîmete kavuşunca bu
adamın o sert tabiatı değişti, ruhu kibarlaştı, müsamahalı ve şefkatli oldu. Taassub ve şiddetten eser kalmadı.
Hz. Ali'ye ve ondan sonra da Emevîlere
karşı duran Haricîlerin çoğunun bu inançlarında ihlâs
üzere olduklarım söylemiştik. Fakat biz bununla, onları hükümete karşı isyana
sürükleyen bu akîdelerden başka sebepler yok demek istemiyoruz. Bunun en açık
misâli şudur: Haricîler, Hilâfete yalnız Kureyş'in geçmesini çekemiyorlar, başkaları dururken, ancak Kureyş'in hâkim olmasını kıskanıyorlardı. Gerçekten
Haricîlerin ekserisi Rabîa kabilelerinden idiler.
Bunlarla Mudar kabileleri arasında câ-hiliyet zamanından beri eski
düşmanlık vardı. İslâmiyet bu düşmanlığın Şiddetini biraz azaltmışsa da
büsbütün kaldıramamıştı. Kalblere gizlenmiş, ruhlara
sinmiş bâzı câhiliyet izleri kalmıştı. Bunlar,
Haricîlerin mezhebine ve görüşüne kapılanların görüş ve mezheblerinde
—farkına varılmadan, sezilmeden— kendini gösterdi. Bâzan
insan ruhunu, öyle bir arzu sarar ki, muıyyın Mr flkrt ıipı
|mıııı
lanıiedur, aklı
keudİNinl
doğruyu gOtÜnlüftli kınııııIııkıımh kapılır, h.mlnr
hayatta dâima görUltın İğlerdir, liman, kcmtlİMltıt elam veren |«ye ilimlini her dugunoeden nefretin kagar. Madem
ki, bunun böyle olduğu Mİı gprgektlr. Ekaertal Kııtıln kabilelerinden
olan 11 Ariciler d» haklılar ki, HttlirHiT,
aralarında düşmanlık bulunun Mııdııı kabilelerinden milimi, •ulunu hükümlerinden nefret ettiler.
Bu nefretin tewlrl
altında kalarak hllAlnl meselesinde farkına varmaknızın
bambaşka fikre Kaplıındılar • »•m inahz-ı
din saydılar, İhlasın özü Handılar. Dîne ihl&Hİa hağlanınnltlnn
aıihiı'ıı yönelmekten başka bir maksatları
olmadığı zannına kapıldılm lylnıîndc gerçekten ihlâs sahibi
olan, herhangi bir Kötü garajdan u/.nk ı.'ii.ım kimse de yok değildi. Fakat
umumiyetle haklarında verilen hüküm Itöy İndir. Kalblerde gizli olanı en iyi bilen Allah'dır. [6]
Hâricilerin ekserisi Arabdır.
Aralarında Mevûliden olanlar
(yani Arap olmıyanlar) gayet azdır. Halbuki
Haricîlerin Hilâfet hakkındaki |nrtigUne göre, şartlan mevcut olunca, Mevâlî
de Halîfe seçebilmek hak kını hâizdi. Çünkü onlar Hilâfeti herhangi bir Arap
hanedanına veya İm Mleline, hattâ herhangi bir ırka
veya bir zümreye münhasır görmüyor lardı. Bu görüş Mevâlînin işine uygun düşmektedir. Fakat, Mev&lînin lift Hollerin mezhebinden nefret etmelerinin
sebebi şudur: Haricîler, Mevziiden hoşlanmıyordu. Onlarda da koyu Arap
taassubu vardı. Nehcü'l-R«ılft
ğa Şârihi îbn-i Ebî Hadîd
naklediyor: Mevâlî'den bir adam Hârieîlfndrn
blr kadınla evlenmek üzere dünürlük yolladı.
Haricîler buna kızdılar; kadına:
— Bizi rezil ettin,
dediler.
Eğer bu asabiyet dâvasım bıraksalardı, Mevâlîden
onlara daha uyanlar olurdu.
Haricîler arasında Mevâlî az olmakla beraber, bâzı fırkalarda onla nn tesirini görüyoruz. Meselâ Yezidiyye[7]fırkasının
iddiasına göre Al-lâhu Teâlâ
Acem'den = Arap olmayanlardan bir Peygamber gönd«r« cek, ona gökten bir kitap indirecek, onunla Şerîat-ı Muhammediyyoyl neshedip
kaldıracakmış! Meymûniyye[8]
fırkası ise: Bir adamın öz evlâdının kızlarım, gerek erkek, gerek kız
kardeşlerinin evlâtlarının kızlarını
nikahlayıp almasını mubah görürler[9].
Görülüyor ki, bunlar ibfthiyyeclllk prensibidir.
Bunların İran mahsulü olduğu açıktır. Çünkü Mecûsi Farslar, İranlı bir
Peygamber beklemekte oldukları gibi bu türlü nikâhları da mubah saymaktadırlar. [10]
Yukarıki sözlerden Haricîlerin nasıl bir zihniyet
taşıdıklarım, onların hâlet-i ruhiyelerini ve
soylarım tanımış olduk. Gerçekten onların akideleri, basît ve sâde akıl ve
fikirlerinin mahsulüdür, inançlarında sathî görüşleri, Kureyg'e
ve bütün Mudar kabilelerine düşmanlık bundan ileri'
gelir.
a) Birinci
görüşleri —ki bu onların en doğru, sağlam görüşleridir— Halîfenin bütün
Müslümanların hür ve serbest seçimle o makama getirilmesidir. Bu seçme bir
fırkaya veya bir topluluğa mahsus değildir. Adaleti icra ettikçe, dîne
uydukça, hatâdan ve sapıklıktan uzak kaldıkça Halîfe sayılır. Eğer doğru
yoldan saparsa azli veya katli lâzımgelir.
b) Onların
görüşüne göre Halifelik Arap kabilelerinden hiçbir hanedana, aileye mahsus
değildir. Kendilerinden
başkalarının dediği gibi Hilâfet
yalnız Kureyş/in hakkı değildir. Yalnız Araplara
mahsus olup Arap olmayanlar o haktan mahrum edilemez. Müslümanların
hepsi bu hususta müsavidir. Hattâ haktan
ayrıldığı, doğruyu bıraktığı zaman azli ve katli kolay olsun diye Halîfenin Kureyş'ten başkasından olmasını tercih bile ederler. Çünkü
onu koruyacak kuvvetli asabiyet sahibi
kabile, barındıracak aşîret bulunmayacağından azli kolay olur. Başlan olan Abdullah
îbn-i Vehb Râsibî bu esasları kurdu ve bunlar dâhilinde onu kendilerine
reis seçerek ona Emîrü'l-Mü'minîn
unvanını verdiler. Halbuki o, Kureyşten değildi. Bu
başlangıç esası diğer Müslümanları onlara uymağa, mezheblerini
benimsemeğe teşvik edici olmalıydı. Fakat onların Me-vâlîyi
hakîr görmeleri, Müslümanların kanun helâl saymaları, kadınları ve çocukları
bile esir etmeleri, Hz. Ali'nin ve Ehl-i Beyt'in çoğunun îmanlarına
ta'n ile dü uzatmaları,
bütün bunlar Müslümanların onlardan yüz çevirmelerine sebep oldu,
c) Burada
şunu da kaydedelim ki, Haricîlerin Necdât' kolu
halkın bir Halîfe seçmesine hacet görmezler- Müslümanlara lâzım olan, aralarında
adalete riâyet etmeleridir, derler. Eğer bu cihet, onları hakka riâyete sevk
eden bir imam olmaksızın tamam olmazsa, o zaman bir imam seçerler. Halîfe
seçmek ser'an vâcib
değildir. Maslahat îcâb ederse, buna ihtiyaç hâsıl
olursa seçmek caizdir.
ç)
Haricîler, günah işleyenleri kâfir sayarlar ve bu işte bilerek, kötü maksatla
günah işlemekle, bilmiyerek, farkına varmadan,
içtihadında yanlış olmak sebebiyle hataya düğmek arasında hiçbir fark yapmazlar.
Bunun içindir ki, hakem tâyin ettikten dolayı Hz.
Ali'yi tekiîr ederler. Halbuki Hz.
Ali hakem tâyinine kendi arzu ve ihtiyariyle gitmemişti.
Haydi teslim edelim
ki, hakem tâyinini kendisi istedi, bu içtihadında hata eden bir müctehid durumunu aşmaz. Müctehidin
ise hatası bağışlanır. Onların Hz. Ali'yi tekfîr
etmeleri, ictihadda hatanın müctehidi
dinden çıkardığına inandıklarım gösterir. Kendilerine cüz'î
bir muhalefeti olan Hz. Talha,
Hz. Zübeyr, Hz. Osman ve diğer Ashabın uluları hakkında aynı şeyi
yapıyorlar. îctihadlarında hatalarından dolayı onları
tekfîr ediyorlar. Nehcü'l-Belâğa
Sârini îbn-i Ebî Hadîd, günah işleyenleri kâfir saymaları hususunda onların
tutundukları delilleri sayarak on lan birer birer reddedip çürütmüştür. Nasıl reddettiği bizim için o
kadar mühim değildir. Bizim için burada mühim olan şey onlann
noktai nazarlanni, nasıl
düşündüklerini gösterme bakımından onlann delillerini
tm vasıta ile öğrenmiş olmaktır. Bu delillerden onlann düşüncelerinin ne kadar sathî olduğunu, bahislerinde
hiç derinleşemediklerini, mevzuu et-rafiyle kavrayamadıklannı açıkça görüyoruz.
Bu delillerden
bâzısına göz atalım: "Oraya gitmeğe takati olan insanlara Allah için
Kabe'yi haccetmeleri farzdır. Her kim küfrederse, bilsin ki, AUâhu Teâlâ âlemlerden müstağnidir."
(Al-i îmrân: 97) âyetinde Haccı terk edeni kâfir
sayıyor. Haccı terk etmek büyük günahtır. Öyle ise Haricîlere göre büyük günah
işleyen her kimse kâfir olur. Diğer delilleri:
"Kim ki Allah'ın
inzal ettiğiyle hükmetmezse, onlar kâfirlerden olur." (Mâide:
47). Her günah işleyen kimse, onlarca, Allâh*m inzal ettiğiyle amel etmiyor
demektir ve kâfir olur. Diğer bir delilleri:
"O gün bâzı
yüzler ağarır, basa yüzlerse kapkara olur. Yüzleri kara olanlara denir ki: Siz
imandan sonra küfredersiniz ha, küfrettiğinizden dolayı şimdi azabı tadın
bakalım." (Âl-i înırân: 106). Onlarca fâsık olan kimse, yüzü ak olanlardan olamaz. Öyleyse o yüzü
kara olanlardan olması lâzımgelir. Yüzü kara olanlar
ise bu âyete göre kâfirdir.
"O gün bâzı
yüzler parlar, güler sevinir; birtakım yüzler de tozlu topraklı ve asık,
karanlık onn sarar, işte bunlar kâfirler ve facirlerdir." (Abese: 38-42).
Fâsıkın yüzü kir pas içindedir, onun kâfirlerden olacağı
muhakkaktır. "Zâlimler Allah'ın âyetlerini inkâr ederler." Zâlimler
münkirdir. în-kâr ise kâfirlerin sıfatıdır[11].
Bu delillerin hepsi, nasslarm aâhirine gayet sathî bir
bakısm mahsulüdür. Âyetlerin maksadım
anlayamamışlar, esrânm kavrayamamışlar ve hedefe de
Bu kıymetli sözler o inatçılan susturacak mahiyettedir. Bunların etrafında
gürültü kaldıramazlar. Hz. Ali onlara karsı Kitaptan
değil de, bizzat Hz. Peygamber'in islediği amellerden
delil getirdi. Çünkü ameî te'vil taşımaz. Başka türlü anlaşılmağa tahammülü yoktur. Onlann sathî görüşlerine meydan vermez. Onlar~yalniz bir tarafa bakıyorlar, böyle bir tarafa bakanlar,
ibarelerin bütününü anlamaktan uzaktırlar. Sözleri yanlış ve noksan anlıyorlar.
Onun için Hz. Ah' onlara amelî deliller gösterdi, onlann yanlış anlayışla giden te'vil
yollannı kapadı. Onların bozuk ve fasit görüşlerini
reddetti. [12]
Haricîlerin ekserisinin
benimsediği inançlar bunlardır. Bunların dışında aralarında anlaşamadıklan birçok ihtilâf noktalan vardır. Haricîlerin
kusurlanndan biri de çok ihtilâfçı, kavgacı olmalandır. En ufak ve ehemmiyetsiz bir mesele yüzünden aralannda hemen ihtilâf çıkar; kavga kopardı. Belki de onlann sık sık bozguna
uğramalarının sebebi de budur. Emevîler zamanında Mühelleb b. Ebî Sufra, Müslüman halkı onların saldırganliklanndan
korumak için bir kalkan vazifesini gördü. Onları birbirinden ayırarak kuvvetlerini
parçalamak, şiddetlerini azaltmak için aralanndaki
bu ihtilâflan fırsat bilirdi. Aralannda
ihtilâf çıkarmak için vesileler yaratırdı. Nehcü'I-Belâğa Şârihi îbn-i
Ebî HadM'in nakline göre:
Haricîlerin Ezânka kolundan bir demirci gayet zehirli
oklar yapar, bun-lan Mühelleb'in
adamlarına atarlar, öldürürlerdi. Bu durum Mühelîeb'e
arz olundu. O da:
Ben bunun çaresini
bulurum, inşaallah, dedi ve adamlanndan
birine bir mektup ile bin dirhem para vererek onu Haricîlerin kumandam Katarî'nin bulunduğu yere gönderdi ve ona bu mektupla
parayı gizlice oraya bırakmasın! tenbih etti.
Mektupta demirciye hitaben şunlar yazılı
idi:
"Yapıp
gönderdiğin oklan aldım. Sana bin dirhem
gönderiyorum. Bunları al ve bize daha çok ok gönder."
Bu mektupla parayı
bulanlar derhal kumandanları Katarî'ye koştular ve
işi haber verdiler. O da demirciyi çağırtarak:
—. Bu mektup ne? diye
sordu.
— Bilmiyorum, dedi.
— Bu paralar ne?
— Haberim yok, cevâbını verdi. Herifin
hakikaten bir şeyden haberi yoktu. Fakat inkâr ediyorsun diyerek demirciyi
öldürttü. Benî Kays b. Sa'lebe*nin reisi olan Abdürabbih gelerek
Katarî'ye itiraz etti ve inceden inceye araştırmadan
bir adamı öldürdün, dedi. Katarı de:
— însanlann yararına,
umumî maslahat uğrunda bir adamı öldürmek kötü sayılmaz, imamın yararlı
gördüğü şeyle hükmetmek hakkıdır. Teb'anın buna
itiraza hakkı yoktur, dedi.
Bu cevabı Abdürabbih beğenmedi ve cemâatiyle ondan ayrılmak istediyse
de adanılan buna yanaşmadılar. Mühelleb bunu haber
alınca başka bir çare düşündü. Bir Hıristiyan kişi buldu. <^na oldukça mühim bir para mükâfat va'dederek
şu talimatı verdi:
— Haricîlerin başı olan Katarî'yi
gördüğün zaman ona secde et, seni bundan menetse de: Ben sana secde ediyorum,
de!
Hıristiyan böylece
yaptı. Katarî:
— Secde ancak Allah'a yapılır, dediyse de o:
— Ben sana secde ediyorum işte, dedi.
Orada bulunan
Haricîlerden biri hemen ileri atıldı:
— O Allah'ı bırakıp sana secde ediyor. Kur'ân: "Sizler ve Allah'-dan gayri taptıklarınız
Cehennem odunudur." diyor. Sen de Cehennem odunlarından oldun, dedi.
Katarî şöyle müdafaa etmek istedi:
— Hıristiyanlar, Hz.
îsâ'ya taptılar, fakat bu îsâ'ya bir zarar verdi mi?
Diğer bir Haricî hemen
ayaklandı ve Hıristiyanı derhal öldürdü. Katarî bu işi hoş görmedi, diğer Haricîler de Katarî'nin bu hareketini hoş görmediler, inkâr ettiler. Bu
vaziyeti Mühelleb duyunca onlara adam gönderdi ve
şunu sordurdu:
— tki adam var,
bunlar muhacir olarak size gelmek üzere yola çıksalar, bunlardan biri yolda
ölse, diğeri sağ salim olarak size ulaşsa onu aınasalar,
fakat muvaffak olamasa, bunlar hakkında ne dersiniz?
Bâzıları, yolda ölen
kimse Cennetliktir, sınamada muvaffak olamayan kâfirdir, dediler. Bâzıları
ise: Her ikisi de kâfirdir, dediler. Böylece aralarında ihtilâf başladı. Bu
ihtilâf üzerine Katarî lstahar
hududuna gitti, bir ay orada kaldı, adamları ihtilâfta hep devam ettiler[13].
Görülüyor ki Mühelleb, bu büyük kumandan, onların kinlerini, taassuplarını
körükleyerek basit görüşlerinden nasıl istifade etmeğe çalışı-yor. O zayıf
düşünceli kimseler arasında düşmanlığı alevlendiriyor, ihtilâfı körüklüyor.
Böylelikle onların kinlerini birbirine musallat ediyor, Müslümanlara
saldırmağa takatları kalmasın diye onları birbiriyle
uğraştırıyor. Zaten Haricîlerin kendi aralarında ihtilâfları pek çoktu.
Hâriçten aralarına ihtilâf tohumu saçmağa lüzum kalmaksızın birbirleriyle
ihtilâf hâlinde idiler. Onun için birçok fırkalara bölündüler. Başlıca
fırkalarından ve başlarından biraz bahsedelim. [14]
Bunlar Ezrak oğlu Nâfi'a uyanlardır. Nâfi', Arapların Rabîa kabilelerinden
Benî Hanîfedendir. Haricîlerin en kuvvetli kabilesi
bunlardır. Sayıca çok, kuvvetçe üstündür. Nâfi'in
kumandası altında, Emevîlerin kumandanları ile ve
Abdullah îbn-i Zübeyr iîe 19 sene savaştılar. Bu Nâfi'
döğüş meydanında öldürülünce onun yerine Nâfi' b. Abdullah geldi, sonra da Katarî
başa geçti. Bunun zamanında kuvvetleri çöktü. Çünkü bu kültürsüz ve kaba
insanlar kan dökmekle nam almışlardı, Müslümanlar onlardan nefret ediyordu.
Aralarında da ihtilâf hiç eksik olmazdı. Bu sebeple her yerde bozguna
uğradılar. Katarî'den sonra hezimetleri devam etti.
Nihayet dağılıp gittiler.
Bunlar Haricîlerin
yukarıda saydığmuz prensiplerine kail olmakla beraber
üstelik onlara şunları da ilâve ediyorlardı:
a) Kendilerine
muhalif olan bütün Müslümanlar,
kendilerinin görüşlerini kabul etmeyen Haricîler, döğüşe
katılmayan Haricîler hepsi
Müşriktirler.
b) Muhaliflerinin küçük çocukları da
Müşriktirler. Bu masum sa-bîler de Cehennemde ebedî
kalacakmış!
c) Muhaliflerinin
memleketi, harb hâlinde olan kâfirler memleketidir,
çocuklarını, kadınlarım öldürmek, esir etmek caizdir.
ç) Zânî recm edilmez, çünkü Kur'ân'da bu zikrolunmamıştır. Namuslu
erkeklere şerefsizlik isnad eden kimseye had vurmak
yoktur. Fakat iffetli ve namuslu kadınlara kazf
eden, iffetsizlik isnadı yapanlara had vurulur. Çünkü bu Kur'ân'da
vardır.
d) Peygamberlerden büyük, küçük günahların sudûru caizdir[15].
Bunlar da Necdet b. Uveymir'e tabi* olanlardır. Bu da aynı kabîle dendir. Bunlar
döğüşe katılmayan Haricîleri tekfir ile çocukların[16] öldürülmesinin
helâl sayılması meselelerinde Ezârika'ya
muhaliftirler. Fakat bunlar aralarında muahede olan ve zimmet ile bağlı bulunan
kimselerin canım, malını helâl sayarlar. Zimmet ve ahid
tanımazlar. Bunlar Yemâ-me'de
bulunuyorlardı. Baştan Ebû Tâlût
Haricî ile beraber idiler. Sonra 66 senesinde Necdet'e bîat ettiler. Bunlar
işi birdenbire büyüttüler. Bahreyn, Umman, Hadramut,
Yemen, Tâif hep onların eline geçti. Sonra Necdet
ile aralarında ihtüâf çıktı. Ona kin bağladılar'.
Meselâ: Necdet kendi oğlunu orduyla göndermişti. Kadınları esir aldılar.
Taksimden önce ganîmet malından yemişlerdi. Necdet bunları affedince
kızdılar... Bunlar ihtilâf yüzünden üçe ayrıldılar. Bir bölüğü Atiyye b. Esved ile Sicistâne gittiler. Bir bölüğü Ebî
Fudeyk ile Necdet'e isyan ettiler ve onu Öldürdüler.
Bir bölüğü Necdet'i ma'zur gördüler. Necdât denen bunlardır. Necdet'ten sonra Ebû Fudeyk kaldı. Etmevîlerden Abdulmelik b. Mervan'ın gönderdiği ordu bunları dağıttı. Reislerini
öldürerek kellesini Halîfeye gönderdi. Böylece bunların işi de bitmiş oldu. [17]
Bunlar Ziyâd b. Asfere tabi' olanlardır.
Bunlar Ezârika'dan daha az mutaassibdırlar
ve fakat diğer fırkalardan daha şiddetli davranırlar. Büyük günah işleyeni
kâfir sayma hususunda Ezrakîlerin fikrine katılmazlar,
onu kâfir saymazlar. Hakkında hadd-i şer'î tâyin
edilmiş olan günahları işleyenleri tekfir etmezler. Onları Kur'ân'da
Allah'ın verdiği isimle yâdederler.' Zînâ yapana zâni, çalana hırsız denir. Hakkında had olmıyan
günahları işleyen kâfirdir. Bâzıları, had vurulan günahı işleyene kadı had
vurmadıkça tekfîr etmezler.
Sufriye'den olan Ebû Bilâl Mirdâs, zâhid ve sofî bir adamdı.
Yezid b. Muaviye zamanında
Basra'da hükümete karşı ayaklandı. Fakat halka dokunmazdı. Eline geçirdiği
hükümet malından ihtiyacına kadar alırdı. Savaş ve döğüş
yapmak istemezdi. Ubeydullah b. Ziyâd
bir ordu göndererek onun işini bitirdi. Sonra bu fırka Ebû
Bilâl'in yerine îmrân b.
Hat-tân'ı imam seçtiler; o da şâir, zâhid bir adamdı.
Kendi adamlariyle İslâm diyarında dolaştı durdu. [18]
Bunlar, Atiyye b. Bsved'in etbâından Abdulkerim b. Acred nâmın-da&i şahsa uydular. Bunlar görüş itibariyle
Necdât fırkasına yakındılar. Lüzumunda savaşa katılmayanlar,
diyanetle mâruf iseler mazur görülürler.
Hicreti farz değil, bir fazilet sayarlar. Kendilerine muhalif olan kimse
öldürülmedikçe malı ganimet malı sayılmaz.
Bunlar da aralarında
muhtelif fırkalara bölünmüşlerdir. Kader ve kulun kudreti, muhaliflerin
çocukları meselelerinde görüşleri ayrı ayrıdır. En cüz'î
bir meselede ihtilâfa düşerler ve bu yüzden umumî kaideler kurmağa kalkışırlar.
İhtilâf ederler, başka başka fırkalara ayrılırlardı.
En önemsiz meseleleri bu işe karıştırmaktan çekinmezlerdi. Meselâ, Şuayb isminde birisinin Meymûn
adında bir kişiye borcu vardı. Meymûn borcunu
isteyince Şuayb ona:
— İnşaallah, Allah
dilerse borcumu veririm, dedi. Meymûn:
— Allah şimdi Ödemeni diledi, dedi.
— Allah şimdi ödememi dileseydi, onu
vermemek benim elimden gelmezdi.
— Allah borcunu
Ödemeni emrediyor. Allah emir ettiği her geyi dilemiş
demektir. Dilemediği bir şeyi emretmez.
îşte bu borç
münakaşası yüzünden bunlar münakaşayı yapanların adlarına göre: Meymûniye ve Şuaybiye kollarına
ayrıldı. Reisleri olan Abdulkerim'e bunu yazarak
sordular. O da şu cevabı verdi:
"Allah'ın
dilediği olur, dilemediği olmaz, deriz. Ve Allah'a bundan başka bir §ey isnad etmeyiz."
Bu cevabı alınca herbiri kendi görüşünü teyid
ettiğini iddia etti. Niza* yine hallolmadı.
Rivayet olunduğuna
göre, bunlardan Sa'lebe isminde birisinin bir kızı
vardı. Onu birisi istedi. Acâride fırkasının
şartlarına göre bulûğa ermeyen küçük çocuklar Müslüman sayılmaz, bulûğa erince
kendileri ihtiyar ederler. Anasından kızın bulûğa erip ermediği, yâni
Müslümanlığı kabul edip etmediği soruldu. Anası buna alındı ve bulûğa ersin
ermesin, benim kızım velayet itibariyle yâni Müslüman kızı olması bakımından Müslümandır, dedi. Bu mesele Abdulkerim'e
arz olundu. O bunu kabul etmedi. Sa'lebe de; o Müslüman
kızıdır, dedi, böylece Saâlibe nâmiyle
yeni bir fırka türedi. [19]
Abdullah Ibn-i tbâd'e tabi' olanlara bu
nam verilir. Bunlar Haricîlerin en mutedilleri ve iEhl-i
Sünnete en yakın olanlarıdır. Bunlar aşırı derecede ileri gidip haddi tecavüz
etmezler. Başlıca inançları şunlardır:
1-
Kendilerine muhalif olan Müslümanlar müşrik sayıhnazlarsa
da mü'min de sayılmazlar. Onlara kâfir adını
veriyorlar. Ve bunu küfrân-ı nîmet, nankörlük, nimeti inkâr mânasına
yoruyorlar.
2-
Muhaliflerinin kanı alenen değil, sırren haramdır.
Onların ülke si de dâr-ı tevhîddir. Ancak sultânın
ordugâhı müstesnadır.
3- Harbde ganimet olarak ancak at ve silâh gibi harbe yarar
şeyler helâldir. Altın ve gümüş sahiplerine verilir.
4-
Muhaliflerinin şahitliğini kabul ederler.
Nikâh ve miraslarım tanırlar.
Görülüyor ki, bunlar
oldukça mutedil bir görüş sahibidirler. Muhaliflerine karşı insaflı hareket
ederler. Bu sebepledir ki, bugüne kadar devam etmişlerdir. İslâm âleminin bâzı
yerlerinde onlara tesadüf olunmaktadır. [20]
Haricîlerden bir kısmı
Müslümanlardan sayılmazlar. Bunlar dîni anlayışta çok aşırı ve şiddetli
hareket etmişler ve dalâlete düşmüşlerdir. Bu dalâletleri yüzünden hem
kendilerini ve hem de Müslümanları yormuşlar, boşuboşuna
ulaştırmışlardır, îmanında sâdık olan Müslümanlar yine de onların küfrüne
hükmetmemişler, onları dalâlette saymakla yetinmişlerdir. Hz.
Ali arkadaşlarına: "Haricîleri öldürmeyin, zîrâ Hakkı arayıp da yanılan
kimse, bâtılı arayıp da elde eden kimse gibi değildir." tavsiyesinde
bulunmuştur. Hz. Ali, onları Hakkı arayan ve fakat
yolunu şaşırıp bulamayan kimseler olarak hesap ediyordu. Emevîleri
ise bâtıl peşinde koşanlar ve onu elde edenler olarak vasıflandırıyordu, lâkin
Haricîlerin içinde öyleleri vardı ki, Allah'ın Kitabında bulunmayan şeylere
kail oluyorlar, hattâ Allah'ın Kitabına uymayan, karşı olan hükümler veriyorlardı.
Abdu'l-Kâhir Bağdadî El-Fark Beyne'l-Fırak kitabında Haricîlerden şu iki fırkayı İslâm
camiasından dışarı saymaktadır ki, onlar da şunlardır:
1- Yezîdiyye:
Yezid b. Ebî Üneyse'ye tabi' olanlardır. Bu evvelâ Ibâzıyyedendi.
Sonra onlardan ayrıldı. Allâhu Teâlâ
Acemden yâni Araplardan, başkasından bir Peygamber gönderecek, gökten ona
kitap indirecek, onunla Şeriat-ı Muhammediyye'yi
kaldıracak, dedi. Yukarıda buna işaret etmiştik.
2- Meymûniyye:
Bunlar Meymûn Acredî'ye
tabi' olanlardır. Yu
karıda geçtiği üzere, borç ödeme meselesindeki
ihtilâftan dolayı ayrılmış lardı. Bunlar evlâtlarının
kızlariyle evlenmeği, erkek ve kız kardeşlerinin
evlâtlarının kızlariyle evlenmeği mubah sayarlar.
Buna sebep olarak da: Kur'ân'da bunların muharremattan, nikâhı haram olan kadınlar arasın da
zikredilmemiş olmalarını gösterirler. Yûsuf Sûresinin Kur'ân'dan
olduğunu kabul etmezler, bu bir aşk hikâyesidir, Kur'ân'dan
olması yakı-§ık almaz, derler. Kötü i'tikadlanndan dolayı Allah onları rezîl ve rüs-vây etsin. [21]
[1] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 98-99.
[2] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 99.
[3] Bu Abdullah'ın babası Habbâb
ilk Müslümanlardan olup müşriklerden gok ezâ ve cefâ
görmüştür. Ümmü Enmâr
isminde bir kadının kölesi idi. Müslüman olduğu İçin, başta efendisi gelmek
üzere, Kureyş müşriklerinden neler çekmedi.
Müdrikler, diğer zayıf Müslümanlar ile ona çok işkence yaparlardı. Kızgın
demirlerle vücudunu dağlayıp dininden çevirmeğe çalışırlardı. Bir gün bu
işkenceler canına tuk dedi. Kabe'de oturan Peygamber'in yanına gelip:
— Yâ Resûlullâh, Allah'a duâ etsen de bizi kurtarsa, dedi.
Peygamber Efendimiz onu şöyle teskin etti:
— Bizden önce öyle mü'minler
vardı ki, etleri demir tarakla taranıp parça parça «oyulur, boyunları destereyle biçilirdi.
Fakat yine dinlerinden
dönmezlerdi. İyi günler gelecek. Kurtla koyun bir arada gezecek, buradan kalkan
bir yolcu emniyet lCİnde Yemen'e ulaşacak.
Bir gün müşrikler Habbâb'ı kızgın kömür
üzerine yatırdılar, vücudunu kızgın demirle dağladılar. Aradan yıllar geçtikten sonra bunu Hz. Ömer'e
anlattı, ona sırtını gösterdi, yanık yerleri hâlâ belli idi. 36 senesinde Kûfe'de öldü. Ne gariptir ki, oğluna da biz MUslümanız diyen Haricîler kıydı! (Mütercim).
[4] Müberrid. El-Kamil, o. II, «.
143.
[5] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 99-101.
[6] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 101-103.
[7] Yezidiyye: Haricîlerden Tezid
b. Ebî Enîse'ye tabi' olanlardır. Bunlur
Hâricilerden, ayrılınca, Sicistân'da yerleştiler, İran görüşleri onlara da tenlr «ttt. birçok şeyler karıştı.
[8] Meymûniyye: Meymûn Acredl'ye tabi' alanlar.
[9] Abdulkadir Bağdadi, El-Fark Beyne'l-Fırak.
[10] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 103-104.
[11] îbn-l Ebî
Hadîd, Nehcü'l-Belâga §erhi, c. II, s. 307-308.
Bunlar Özet olarak alınmıştır, tafsilât İçin oraya bak.
[12] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 104-106.
[13] İbn-i Ebî
Hadîd, Nehcü'l-Belâga şerhi, c. I, s. 401
[14] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 106-108.
[15] Şehristanî. EI-MİIel Ve'1-Nihal.
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 108.
[16] Bilindiği gibi Necdât, Halîfe tâyinini
ger'an
vâcib
görmezler. Necdât,
yyi caiz görür; Nâfi,
görmez.
[17] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 109.
[18] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 109.
[19] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 109-110.
[20] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 110-111.
[21] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 111.