81- Mu'tezile'nîn Meydana Çıkışı:
82- Mu'tezîle Ne Zaman Çıktı?:
84- Bu Esaslara Getirdikleri Deliller:
86- Halîfelerin Mutezileyi Himâyesi:
87- Çağdaşları Arasında Mu'tezîlenin Mevkii:
88- Fukahanın Ve Muhaddislerin Mu'tezîleyi İthamı:
89- Mu'tezîlenin Münazaraları Ve Kelâm Îlmi:
91- Fukahâ Ve Muhaddîslerle Mücadeleleri:
92- Mu'tezîlenin Sapıklarla, Zındıklarla Mücadeleleri:
Mu'tezile fırkası,
Emevîler devrinde ortaya çıktı. Fakat asıl Abbasîler devrinde uzun zaman îslâm
efkârını meşgul etti.
Hulefâ-yi Râgidîn
zamanında ve Emevîler devrinde Irak'ta muhtelif dinlere mensup birçok milletler
sakin idi. Bunlann içinde Irak'ın eski sekenesi olan Keldânîler, iranlılar,
Hıristiyanlar, Yahudiler ve Araplar vardı. Bunların çoğu Müslüman olmuştu.
Bâzıları Müslümanlığı, kafasında
yerleşmiş olan eski malûmatın ışığında anladı, ona içine sinmiş olan renge
göre yeni bir renk verdi. Kendi anlayışına göre bir inanç kurdu. Bâzıları
İslâm'ı, sâf kaynağından, temiz nıenbaından aldı. Gönlüne sâfiyet-i asliyesiyle
yerleştirdi. Fakat şuuru ve arzulan hâlis îslâmî değildi. Farkına varmadan
eskiye meyil arzulan uyanırdı. Psikoloji bilginlerinin dedikleri gibi,
şuuraltı yoluyla eski sezgiler sızıyordu. Onun için Emîrü'l-Mü'minîn Hz. Ali
zamanında îslâm ülkelerinde fitneler coşup kaynaşmaya başlayınca, Irak'ta
uyumakta olan o eski arzular yer yer yeniden uyandı, îçlerinde gömülü olan
fikirler açığa vurdu. Irak'ta ve etrafında Haricîler ve Şîa meydana çıktı,
işte bu re'y ve görüş kaynaşması içinde Mu'tezile fırkası da türedi. [1]
Ulemâ bu fırkanın ne
zaman çıktığında ihtilâf etmişlerdir. Bâzıları onun ilk meydana çıkışını şu
hâdiseye bağlar: Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan, Müslümanlar arasında boş yere kan
dökülmesin diye Hilâfeti Muâvi-ye'ye bıraktığı zaman, Hz. Ali taraftarlarından
bir kısmı siyasetten çekilerek kendilerini ibâdet ve i'tikad
işlerine.verdiler. Ebû Hüseyin Terâifî: (Ehl-i Ehvâ ve Bida') adlı kitabında
bunlar hakkında diyor ki:
"Bunlar
kendilerine Mu'tezile nâmını verdiler. Zirâ Hz, Ali'nin oğlu Hz. Hasan,
Muâviye'ye bîat edip bütün umuru ona teslim edince bunlar Hasan'dan da;
Muâviye'den de, hattâ bütün insanlardan el çektiler, evlerine çekildiler.
Mescitlere kapandılar. Dim ve ibâdetle meşgul oluruz, dediler."
dediler."
Ekseriyete göre
Mutezilenin başı, Vâsıl tbn-i Atâ'dır. Hasan Basrî'-nin ilim meclisinde
bulunurdu. O çağlarda bütün zihinleri kurcalayan büyük günah irtikâbı
nıes'elesi ortaya atıldı. Hasan Basri, görüşünü söyledi. Vâsıl, üstadı Hasan
Basrî'ye muhalefet etti. Büyük günah işleyen aiel-ıtlâk nıü'min değildir, o
küfür ile îman arasında bir mertebededir, dedi ve üstadının meclisinden
ayrılarak mescid'de başka bir ders halkası kurdu. Bunun için onlara, ayrılan
mânasına, Mu'tezile denildi.
Müsteşriklerden
bâzıları ise, onlara Mu'tezile denilmesinin sebebini başka buluyorlar: Onlar
dünyadan yüz çevirmiş, kendilerini ibâdete vermiş, zâhid kimseler, dünyadan
ayrılmışlar, dünyadan yüz çevirip uzlete çekilmişler mânasına gelen bir vasıf
imiş! Fakat bu fırkaya mensup olanların hepsi böyle değildir ki. İçlerinde
mâsiyet işlemiş kimseler de var, müttakîler de var. Bâzıları ebrârdan ise,
bâzıları fâcirlerden. [2]
Ebû'Hasan Hayyât
(intişar) kitabında diyor ki: Bir kimse Mu'tezilenin esası olan beş aslı kabul
etmedikçe, Mu'tezile ismini almağa hak kazanamaz. Onlar da: 1- Tevhîd, 2- Adalet, 3- Va'd ve
vaîd, 4- iki mertebe arası, 5- Mârufla emir, kötülükten nehiydir.
Bir insanda bu beş haslet tam olarak bulunursa o Mu'tezilî olur. Mu'tezile Mezhebinin
esası bu beş şeydir. Bu yoldan ayrılan onlardan olamaz. Bu beş asıldan her
birinden kısaca bahsedelim:
1- Tevhîd:
Mu'tezile Mezhebinin özü ve esası budur. Ebû Hasan Eş'ârî'nin
Makâlâtü'l-tslâmiyyîn kitabında dediği gibi, tevhîd demek: "Allah Dirdir,
Onun misli yoktur, O işitir, görür; fakat cisim değildir. Gölge, cüsse, suret
değildir. Et, kan, şahıs, cevher, araz da değildir. Renk, koku, tat, hararet,
bürûdet, rutubet, yubûset, tûl, arz gibi şeylerden uzaktır, bunlar cevher ve
arazın vasıflarıdır... O, her şeyi ihata eder, içine alır, mahlûklardan
hiçbirinin vasıflariyle O vasfolunamaz. O, akla gelen her tasavvurun
üstündedir... Alîm, kaâdir, hayy olarak devam eder. Gözler Onu göremez,
vehimler Onu ihata edemez.... Tek kadîm olan O'dur. Ondan başka Tanrı yoktur.
Onun ortağı ve dengi yoktur. Yarattıklarım yaratmakta Onun yardımcısı yoktur.
Yarattıklarını eski bir örnekten alarak yaratmış değildir..."[3]
Mu'tezile tevhîd
hususunda gayet titiz davranır. Allah eşyadan hiçbirine benzemez. Cisim ve
cihetten münezzeh olduğundan âhirette Allah'ın gözle görülmiyeceğine
kaanidirler. Onlarca Sıfat, Zâttan başka değildir[4].
Yoksa Kadîmlerin çok olması icabeder. Müteaddit kudemâ ise bâtıldır. Onlara
göre Kur'ân mahlûktur. (Bu bahis biraz kısaltılmıştır.)
2- İkinci
esasları adalettir. Mes'udî Murûcu'z-Zeheb'de bunu şöyle açıklıyor:
"Allâhu Teâlâ fesadı sevmez; kulların ef'alini halketmez, Allah'ın
verdiği kudretle kullar Allah'ın emrettiklerini işlerler. O ancak murad
ettiğini emreder. Kerih gördüğü şeyi nehyeder. Emrettiği iyilikleri sever[5].
Nehyettiği kötü şeylerden uzaktır. Tâkatları olmayan şey-Jeri kullara emretmez.
Güçleri yetmeyen şeyi onlardan istemez. Bir kimse ancak Allah'ın verdiği
kuvvetle elini yumup açar. Onlara bu kudreti veren Allah'dir. İsterse alır,
yok eder, dilerse halkı itaate mecbur eder, mâ-siyetten zorla meneyler. Buna
kaâdirdir. Bunu yapmıyor, çünkü o zaman kullan imtihana çekmenin mânası
kalmaz."
Bu esasla, kul
fiilinde muhtar değildir, diyen Cehmiyye'ye cevap vermiş oluyorlar. Bunu zulüm
sayarlar. Çünkü bir şahsa bir geyi hem emir etsin, hem de ona muhalefete
zorlasın, böyle emirde mâna yoktur. Bir şeyden nehyedip sonra da onu yapmağa
mecbur tutmak olmaz. Cebriyye ise buna kail. Bu asla dayanarak kul kendi
fi'lini yaratır, dediler. Fakat Allah'ı acz'den tenzih etmek mânasını da
düşünerek bu, Allah'ın kulda yarattığı ve ona verdiği kuvvetle olur, hakîkî
Hâlık O'dur, dediler. Bu kuvveti kula veren Allah'dır. Allah bu verdiği kuvveti
geri almağa, kaldırmağa kaâdirdir. Teklif umuru tam olsun diye bu kuvveti kula
vermiştir.
3- Va'd ve
vaîd: Yâni iyilik yapanlara sevap va'detmek, kötülük işleyenlere azap vermek
demektir. Tevbe etmedikçe, büyük günah işleyenleri affetmez.
4- îmanla
küfür arasında bir mertebe tâyini
(Menziletü'n beyne nıenzileteyn) meselesi ise şudur: Şehristânî bunu
şöyle anlatıyor: "Vâsıl İbn'-i Atâ demiş ki, îman birtakım iyi hasletlerin
mecmuundan ibarettir. Bunlar kimde varsa sahibine mü'min denir. Mü'min, medih
ismidir. Fâ-sıkta bu hayır vasıflar toplanmaz. O medih ismine lâyık
değildir. Ona mü'min denilmez. Fakat fâsık, kâfir de değildir. Çünkü
Kelime-i Şehâdeti söylüyor, diğer hayırlı işleri de yapıyor. Fakat o büyük
günah işlemiş olduğu nalda tevbe etmeden bu dünyadan giderse Cehennem ehlinden
olur. Çünkü âhirette iki zümre vardır: Bir zümre Cennet'te, diğer zümre
Ce-hennem'de. Fakat fâsıkın azabı biraz hafif olur. Kâfirlerin üstünde bir yerde bulunur[6].
5- İyilikle
emir, kötülükten nehy esasına gelince, İslâm dâvasını neşretmek için bunu
yapmak mü'minlere vaciptir. Sapmışlara doğru yolu göstermek, azgınları irşâd
etmek lâzımdır. Herkes bunu gücünün yettiği kadar yapar. Söz ve kalem
sahipleri, sözle ve kalemle; kılıç sahipleri kılıçla yaparlar. [7]
Mu'tezile akidelerini
izahta, nakli delillere değil, aklî delillere dayanırlar. Akla itimatları o
kadar çok fazla idi ki, bunu ancak şeriatın emirlerine olan hürmetleri tahdit
edebilirdi. Her mes'eleyi akla vururlar, akim kabul ettiğini alırlar, kabul
etmediğini bırakırlardı. Onlara bu tarzda akılla araştırma usûlü şu yollardan
gelmiştir:
a) Irak'ta
ve îrarfda bulunmaları; buralarda eski
medeniyetlerin ve kültürlerin izleri kalmıştı.
b) Arabm
gayri soylardan olmaları, ekserisi Mevâlidendi.
c) Muhaliflerine
cevap verme zorunda kaldıklarından
akla müracaatları.
d) Eskilerden
Arapçaya terceme yapan Yahudilerle, Hıristiyanlar-la temasları olduğundan eski
felsefe görüşlerinin çoğu onlara geçmişti.
Akla itimat etmeleri
neticesi olarak onlar eşyanın hüsnü ve Kubhu mes'eîesinde: Güzel ve çirkin
olmaları hususunda akıl ile hüküm verir, aklı hâkim yaparlardı: Maarifin iyi
olduğunu akıl bilir. Maarif akıl nazarında vâcibdir. Nimeti verene şükretmek,
bunu başkasından duymadan önce de, insana lâzımdır. Güzellik ve çirkinlik güzel
ve çirkin olanın birer zâtı sıfatıdır[8].
Cübbâî diyor ki: MHer
mâsiyet ki, Allâhu Teâlâ onu emir etmesi caizdi, onu nehyettiği için çirkin
oldu. Allah'ın mubah kılması caiz olmayan mâsiyet ise lizâtihi kabihtir,
cehalet gibi. Allâhu Teâlâ'nm emretmesi de caiz olan her şey Allah
emrettiğinden dolayı güzel olmuştur. Ancak em-t'edümesi caiz olan şeyler ise
lizâtihi güzeldir[9].
Buna göre Allah'a
sâlih ve aslah = yararlı ve en yararlı olanı yaratmak lâzımdır, dediler.
Cumhur ise şuna kaildir: Allâhu Teâlâ'dan ancak sâlih ve faydalı şeyler sâdır
olur ve lâzım olan da budur. Allâhu Teâlâ'nın yaptığı her şey sâlihtir,
faydalıdır. Sâlih olmayan bir geyi yapmak Allah hakkında mümkün değildir. [10]
Mecûsî, Sâbiî, Yahûdî,
Hıristiyan ve sair çeşitli milletler islâm'a girdiler. Kafalarına eskiden o
dinlerin talimatı dolmuştu. Bunlar onların iliğine, kemiğine işlemişti. İslâm'ı
da onların ışığı altında anladılar, içlerinde öyleleri vardı ki, kuvvet korkusundan
Müslüman görünüyor, iğinde başka şeyler gizliyordu. Bunlar Müslümanlar arasında
dîni bozacak şeyler yaymağa, akidelerde şüphe uyandırmağa başladılar. Allah'ın
inzal buyurmadığı fikir ve re'yleri araya sokuyorlardı. Onların ektikleri tohumlar
meyve vermeğe başladı. îslâm adını taşıyan yıkıcı ve bozguncu bir zümre türedi.
Mücessime, Müşebbihe, Zındıklar bunlardandı. Mâkulü bilen, menkulü anlayan bir
sınıf, bunlara karşı islâm'ı müdafaaya koyuldu, işte Mu'tezile bu dîni müdafaa
edenlerdendi.
Yukarıda saydığımız ve
Mu'tezilenin üzerine titredikleri beş esasları, muhalifleriyle aralarında
cereyan eden şiddetli münakaşalarda kendi görüşlerini müdafaadan doğmuştur.
Arzettiğimiz şekildeki tevhîd esası, m.üşebbihe ve mücessimeye red içindir.
Adalet esası cehmiyyeye red içindir. Va'd ve vaîd esası mürcieye cevap
içindir, İki menzile arasında bir derece ise, küçük büyük her günah, işleyeni
tekfir eden Haricîlere karşı müdafaa içindir.
Abbasî Halîfelerinden
Mehdî zamanında Horasanlı Mukanna' ortaya çıktı. Ruhlar tenâsuhuna kaildi. Bir
sürü halkı azdırdı, peşine taktı. Mâ-verâünnehir'e yürüdü. Mehdî onlara galip
gelm.e uğrunda çok güçlüklerle karşılaştı. Onları araştırıyor, kılıç
kuvvetiyle onların işini bitirmeğe çalışıyordu. Fakat kılıç bir fikri öldüremez,
bir mezhebi söndüremez. Fikre fikirle mukabele edilir. Bunun için Mehdî,
bunlara cevap vermek, karşı koymak İçin Mu'tezileyi harekete geçirdi. Onların
şüphelerini çürütmek, dalâletlerini ortaya çıkarmak için Mu'tezile deliller
buldu ve bu yolda yorulmadan yürüdüler. [11]
Mu'tezile, Emevîler
devrinde çıktı. Emevîler onlara hiç dokunmadılar. Çünkü Mu'tezile kargaşalık
çıkarmıyor, ayaklanmağa davet etmiyordu. Bunlar fikir ve kanaat sahibi bir
zümre idi. işleri, delile, delil ile mukabele etmekti. Umuru doğru ölçülerle
ölçmek istiyorlardı. Siyasete hemen hemen karışmıyorlardı. Görünüşte onların
delili sözdüf ok değil; silâhlan kuvvetli delil idi, çekilmiş kılıç değil.
Mes'ûdî,
Murûcü'z-Zeheb'de naklediyor: Yezid b. Velid, Mu'tezilenin re'y ve fikrinde
imiş. Onların beş prensibinin doğruluğuna i'tikad edermiş.
Abbasîler Devleti
kurulunca, ilhâd ve zındıklık seli anadan taşmıştı. Abbasî Halîfeleri,
Mu'tezileyi zındıklara ve mülhidlere karşı çekilmiş keskin bir kılıç gibi
buldular ve bu keskin kılıcı korletmek istemediler. Mu'tezilenin ilhâde karşı
açtığı savaşı söndürmediler.
Me'mun gelince,
Mu'tezileye daha çok temayül gösterdi. Onları kendine yaklaştırdı, fukahâ ile
Mu'tezile arasındaki ihtilâfı
kaldırmak için aralarında münazaralar yaptırıp
onları birleştirmek istedi. Fakat onun gibilerden hiç beklenmeyen bir
hatâya düştü: Fukahâyı ve muhaddisleri hükümet kuvvetiyle Kur'ân'ın mahlûk
olduğu mes'clesinde Mu'tezilenin akîdesini kabule zorladı. Hâkimiyet kuvveti,
re'y ve kanaatlara tahakküm için değildir. Fikirler cebir ve şiddetle
Öldürülemez, insanlar zorla başkasına i'tikada sürüklenip kanaatları
değiştirilemez. Mademki, dinde zorlama yoktur, ikrah ve cebir haramdır,
insanları öyle bir akideye zoıia sürüklemek nasıl olur ki, o akideye karşı
gelmekte küfr değil de, tenzih daha kuvvetlidir. Me'mun, fukahâyı, Kur'ân
mahlûktur demeğe zorladı. Bâzıları inanarak değil de korkudan bunu kabul etti.
Bâzıları ise bu hususta işkencelere katlandı. Zindanlara atıldı. Yine akîde ve
Ranaatların-dan başkasını
söylemediler. Kanaatlanndan dönmediler.
Hâlk-ı Kur'ân mes'elesi denilen bu fitne, Me'mun'un vasiyeti üzerine
Mu'tasım ve Vâ-sık zamanlarında da aynı tempoda devam etti. Vâsık bu mes'eleye bir de şunu ilâve etti: Mu'tezilenin
dediği gibi âhirette Allah'ı kulların göremeyeceğine inanmağa zorlamağa
başladı. Mütevekkil gelince bu zorlamaları ortadan kaldırdı. Bu işleri tabiî
seyrinde bıraktı, insanlar beğendikleri görüşü almakta muhtar kaldılar. [12]
Fukahâ ve muhaddisler,
Mu'tezileye şiddetle hücum kampanyası açmışlardı. Mu'tezile iki kuvvetli
düşman arasında kalmıştı. Bir tarafta zındıklar ve mülhidler, diğer tarafta
fukahâ ve muhaddisler. Bakarsın, fukahâ sırası düştükçe hemen Mu'tezileye hücum
ederler, imam Şafiî, Ahmed îbn-i Hanbel ve saire kelâm ilmini ve kelâmcılar
usulüyle ilim tahsil edeni zemmederler. Bundan maksatları Mu'tezileyi
kötülemekti. Acaba fukahânm Mu'tezileden hoşlanmamalarının sırrı nedir? Her iki
sınıf da dîne yardım etmek istediği halde neden böyle oluyor? Halbuki her
ikisi de dîni müdafaada ellerinden geleni esirgemiyorlardı. Bence, bu
düşmanlığın sebepleri denebilecek müteaddit şeyler bir araya gelmiş ve bu
düşmanlığı körüklemiştir. Onlardan bâzıları şunlardır:
1-
Mu'tezile, dînî akideleri anlayışla selef-i sâlih yolundan ayrıldılar.
Allah'ın sıfatlarını bilmek, îman edilmesi gereken akideleri öğrenmek isteyen
herkes bunları Kur'ân'dan alırdı, ona başvururdu. Başka bir şeye bakmazlar ve
Kitaptan başkasına gönülleri yatmazdı. Akaidi, Kuriân-ı Kerîm'in âyetlerinden
anlarlardı. Herhangi bir hususta şüpheye düştüler nu, Arap dilinin
özelliklerinden faydalanarak şüphelerini yine âyetle halletmeğe çalışırlardı.
Yine anlayamazlarsa bu defa burada dururlar, daha ileri gitmez; fitneye
düşeriz, haktan saparız endişesiyle başka
bir şey yapmazlardı. Bu tarz hareket, Arapların tabiatına mülayim geliyordu ve
onlara yetiyordu. Çünkü onlar ürnmî bir milletti. İlim, felsefe, mantık ehli
değildiler, "fakat Mu'tezile bu usûlden ayrıldılar. Aklı her şeyde ölçü
tutup onu hiikim yaptılar. Araştırmalarında aklı esas tuttular, akilla-riyle
her işin kfinh ve mahiyetini anlamağa kalkıştılar. Bunların hepsi, bu tarz
şeylere alışık olmayan fukahâya bir sadme tesiri yaptı. Mu'tezi-leye l
2-
Mu'tezile, zındıklarla, putperestlerle ve saire ile durmadan mücadele
ediyordu. Her mücadele bir nevî meydan harbi demektir. Harbe giren kimse harbde
düşmanının taktiğini kullanmak ve usûllerini almak yolundadır. Düşmanın harb
plânlarını ve kullandığı silâhları, maksadını bilmelidir. Bu itibarla düşmandan
bâzı şeyler alır, karşısmdakinden bâzı çeyler ona da geçer. Mu'tezile de
mücadele ettiği düşmanlarının fikir ve görüşlerinin bir dereceye kadar tesiri
altında kalmış olabilir. Neyberg bu hususta söyle demektedir: "Büyük bir
düşmanla meydan savasına giren kimse savaş şartlariyle, düşmanın ahvâline
bağlıdır. Düşmanın harekâtını, konup kalkmasını, adım adım takip etmelidir.
Düşmanın hileleri bile ona tesir eder." Fikir meydanında da bu böyledir.
Fikirlerin meydana gelmesinde dost kadar düşmanın da tesiri vardır. Bir şeyle
fazla uğraşana ondan bir şeyler bulaşır. Bâzı Hanbeîîler, kendisini mülhidlere
cevap hazırlama işine tamâmiyle veren arkadaşlarının kendilerini ilhâde
kaptırdıklarından şikâyet ederler. Bu mücadelelerin tesiri ile bâzı
Mu'-tezilîlerin re'ylerinde umumî yoldan bâzı ayrılışlar olması çok mudur?
3- Akaidi
bilmek hususunda Mu'tezilenin akla dayanan bir yolu vardı. Sâde nassa îtimad
etmezlerdi. Yalnız mesele hükm-ü şer'î veya hükm-ü şer'î ile münasebeti olan
bir bahis olursa o zaman, başkadır. Evet ekseriya îtimadları akla idi. Aklın
ise türlü meyilleri var. Bunun için sırf akıllarına uymaları yüzünden hatâlara
düştüler. Mu'tezile imamlarından Ebû Hüzeyl'in şu sözleri buna misâldir:
"Cennet halkı ihtiyar sahibi değildirler. Çünkü ihtiyarları olsa mükellef
olmaları îcabeder. Halbuki âhiret teklif yeri değil, mükâfat yeridir."
Bunda yanılıyor. Çünkü ihtiyar sahibi olmak, behemahai teklifi îcabetmez. Ebû
Hüzeyl'in bu sözünden döndüğünü Hayyât nakleder.[13] Bu
türlü çarpık düşünceler, Mu'tezileden bâzılarının ağzından çıkıyordu. Bunlar
halk arasında yayılıyor, bunları duyan halk yalnız o sözün sahibinden değil, onların
hepsinden so-
(74) ğuyordu. "İçinizden yalnız zâlimlere
değil, topunuza gelen fitneden sakının."
4- Mu'tezile
ümmet arasında yüksek mevkii olan büyük adamlarla mübahase ve mücadele
yapıyorlar, hasımları hakkında sözlerim sakınmıyorlardı. Bakın, Câhız, Hadîs,
fıkıh ulemâsına nasıl çatıyor:
"Hadîs uleması ve
bir de avam sınıfı taklîd ederler, fakat ellerine bir şey geçmez, taklîd akılca
makbul bir şey değildir. Kur'ân taklidi neh-yeder... Âbidler ve zâhidler hep
bizdendir, diyorlar, Haricîlerin sayısı onlardan azken yalnız Haricîlerin
âbidlerinin sayısı onlardan daha çoktur... "[14], Bu
tarzdaki sözlerle diğer mezheb erbabına dil uzatmaları, halkın Mu'tezileden
soğumasına sebep olmuştur.
5- Abbasî
Halîfelerinden bâzıları Mu'tezileye taraftardı. Bu mezhebi kabul ederek onlara
yardımda bulundular. Taraftarlıklarını ileri götürerek halkı
Mu'tezile mezhebini kabule zorladılar. Bu uğurda fukahâya, muhaddislere işkence
yatpılar. Onları türlü sınamalara çektiler. Fakat onlar buna sabır
ve tahammül gösterdiler. Onların böyle işkenceye mâruz kalması, halkın
şefkatim tahrik etti. Mazluma acımak şanından olan insanlar onlara acıdılar ve
bu işkencelere sebep olan Mu'tezileye kızdılar, bunlar sizin başınızın
altından kopuyor diye, onlara kin bağladılar. Çünkü onlar Hulefâ ve Ümerâ ile
görüşüp onlara bu fikri işliyor, bu işkencelere onlar sebep oluyordu. Hattâ
Mu'tezile, fukahâya ve muhaddislere eza ve cefâ yapanları müdafaaya
çalışıyorlardı. Meselâ Câ-hız'm şu
sözlerine bakın:
"Bizler, delil
olmaksızın kimseyi tekfir etmeyiz. Ancak töhmet al-tında olanları imtihan
ederiz, deneriz. îtham altında olanlar hakkında soruşturma açmak, zan altında
bulunanları imtihana çekmek, kapalı örtüyü yırtmak, saklıyı meydana çıkarmak
nev'inden değildir. Her keşif, ayıbı açmak, her imtihan tecessüs sayılsaydı
kadı bunu yapanların başında gelmek îcabeder. İnsanların kusurlarım ve
ayıplarım mahkemede en çok o soruşturup araştırır."[15]
Maddî kuvvetlerin
yardımına ve himayesine sığınan fikirlerin hezimete uğraması muhakkak bir
şeydir. Çünkü maddî kuvvete dayanmanın sonu dağılmaktır; ana caddeden
çıkmaktır. Böyle bir kuvvete güvenmenin sonunda iş onun aleyhine döner. Çünkü
insanlar, onun delilinin kuv-vetiden şüpheye düşerler. Eğer delili kuvvetli
olsaydı, hâkimiyet kuvvetine ve yardımına muhtaç olmazlardı, derler. Zorlama
ile fikirler tutunamaz.
6- îlhâd
taraftarlarından çoğu, bozuk fikirlerini yavrulamak için Mu'tezile arasında
elverişli yuva bulabiliyordu. İslâm'a fitne sokuyorlar,
Müslümanlar arasına
fesâd saçıyorlardı. Mu'tezileyi kendilerine siper yapıyorlardı. Onların bu kötü maksatları ve habîs garazları
anlaşılınca Mu'tezüîler onları aralarından kovardı. Ibn-i Ravendi onlardan sayılırdı. Ebû îsâ Verrâk, Ahmet b.
Hâit, Fazl Hudasî onlara mensup idiler. Halbuki bunların hepsi islâm'da
görülmedik şeyler çıkardılar, kötü
şeyler getirdiler. Bunların içinde Müslümanların akidelerini bozmak için Yahudilere
satılmış, vicdanlarını kiralamış kimseler de vardı. Bunlar baştan Mu'tezileden
görünürler, onlara yamanırlar, kötü niyetleri meydana çıkıp da Mu'tezileden
ayriîsalar da sürdükleri leke Mu'tezilenin adını kirletirdi. Mu'tezile onların
kendilerinden olmadığını söyleseler de sürülen leke kolay kolay çıkmazdı.
Çünkü töhmet zihinlere çok kolay ve çabuk yerleşir, lekeyi silmek, temize
çıkarmak ise çok güçtür. [16]
Fukahânın ve
muhaddislerin Mu'teziîeye hücumları çok şiddetli oluyordu. Onları her §eyle
itham ediyorlardı. Hanefiyyeden îmam Muhanı-med b. Hasan Şeybânî, Mu'tezile
arkasında namaz kılan kimsenin namazım iade etmesi lâzımgeldiğine dâir fetva
vermişti. îmam Ebû Yûsuf, onları zındıklardan sayardı. îmam Mâlik, onlarm
şahitliğini kabul etmezdi. Haklarında türlü sözler söylenirdi. Onları fıskla,
haram şeyleri irtikâbla itham ettiler. Çünkü husûmet şiddetlenince ölçüsünü
kaybeder, iş sövüş-meye varır. İki taraf birbirine haklı haksız söz
söyler, ileri geri çatar. Mu'tezileye yöneltilen ithamların
çoğu insaf ölçüsünü aşıyordu. îşe tarafgirlik ve taassup karışıyordu. Her
taassüb, anlayış ve idrâk yollarından birini mutlaka kapayıp tıkar. Dîninde
töhmet altında bulunan bâzı sapık kimseler, Mu'tezile arasına sızsa da,
Mu'tezilenin iyi tarafları hiç de yok denemez. İslâm'ı ilk müdâfaa edenler
onlardı. Vâsıl tbn-i Atâ'nm adamları îslâm ülkelerine dağılarak dinsizlere
karşı dîni müdâfaaya koyuldular. Amr b. Ubeyd, zındıklarla amansız savaş yapıyordu.
Onlara ateş yağdırıyordu. Beşşâr b. Bürdük dostu idi. Fakat onda
dinsizlik sezince onu Bağdat'tan sürgün ettirdi, o, ancak Amrtn ölümünden
sonra Bağdat'a dönebildi. Mu'tezile içinde âbidîer, zâhidler vardı. Amr b. Ubeyd
onlardandı. Amr b. Ubeyd[17]
hakkında Câhız şöyle diyar: "Onun ibâdeti bütün fukahânın ve muhaddislerin
ibâdetine denk gelir,"
Halîfe Vâsık, vezîri
olan Ahmed îbn-i Ebî Duâd'a sordu:
__ Neden benim
dostlarımı, yâni Mu'tezileden olanları, başkaları gibi Kadı ve Hâkim tâyin
etmiyorsun?
__ Yâ
Emîrü'l-Mü'minîn, onlar bunu kabul
etmiyorlar ki. MeseLâ
Cafer b. Mübeşşer'e
onbin dirhem gönderdim. Onları kabul etmedi. Kendim kalkıp onun ayağına
gittim. Yanına girmek için müsâade istedim. Müsâade etmedi. Ben de izinsiz
olarak girdim,. Kılıcına sarılarak:
— İzinsiz girdiğinden
şimdi seni Öldürmek bana helâldir, dedi. Ben de geri dönüp çıktım. Öylelerine
kadılığı nasıl kabul ettireyim?
Halbuki bu Cafer o
anda ihtiyaç içinde kıvranıyordu. Bâzı dostları ona iki dirhem verdi. Onları
kabul etti. Bunun üzerine ona:
__ Onbin dirhemi geri
çevirirsin, iki dirhemi alırsın, bu ne? dediler.
__ Onbin dirhemin sahipleri
olan fakirler ona benden daha müsta-
haktırlar, onlar
milletin parasıdır. İhtiyacım olduğundan dolayı bu iki dirhem de benim
istihkakım dır. Allah bana bunları istemeden gönderdi. Şüpheli ve haram
olanlardan beni kurtardı.
îşte onların içinde
böyleleri vardı; içleri temizdi, şüpheli şeylerden çekinirlerdi. Helâl olmayan
yollarla toplandı diye Sultânın parasını kabul etmez, hediyeyi geri çevirir.
Dostundan gelen helâl ve temiz iki dirhemi alır.
Bunlardan anlıyoruz
ki, Mu'tezile içinde de zühd ü takva sahipleri vardı. Mutediller
bulunurdu, fakat içlerinden azı ne kötü
yapıyorlardı. [18]
Mu'tezilenin
hasımlarıyla yaptıkları münazara ve mübâhaselerden kelâm ilmi meydana çıktı. Bu
münazaralar Râfızîler, Mecûsîler, Putperestler, dinsizler ile yapıldığı gibi
fıkıh ve Hadîs ulemâsiyle de yapılırdı. Bu münazaraların dairesinin merkezi,
ağırlık noktası Mu'tezile idi. Üç asır İslâm camiasını mücâdeleleri ve
münâzaralariyle meşgul ettiler. Onların meclisleri ümerâ, vüzerâ ve ulemâ ile
dolup taşıyordu. Fikirler orada birbiriyle çarpışıyor, mezhebler birbiriyle
boğuşuyor, cevaplar hazırlanıyor, islâm, düşüncesi burada cilalanıyordu. İran,
Yunan veya Hind fikir kırıntılariyle bu meclisler süsleniyordu. Mu'tezile bu
münazaralarda hususî bir temayüz gösteriyordu. Hüküm çıkarma yolları başka
başka olsa da netice itibariyle dînin davet ettiği gayeye varıyorlardı. Başlıca
mümeyyiz vasıfları şunlardır:
1- Taklîdden
uzak kalmaları: Araştırmadan, incelemeden, delilleri tartmadan, işleri
mukayese etmeden rastgele başkasına tabi' olup körü körüne taklîd etmiyorlardı.
İsimlere değil, re'y ve kanâatlara hürmet ediyorlardı. Söyleyene değil,
hakîkata bakıyorlardı. Onun için birbirlerini bile taklîd etmedilerdi. Onların
tuttuğu yol şu idi: Her mükellef, dinde içtihadının
bulduğu şeyi alır, onunla amel eder. Onun içindir ki, bu kadar çok kollara
ayrılmış olsalar gerektir. Her şahıs bir fırka reisi sayıl-mistir. Şu isimlere
bakın:
1) Vâsıliyye[19], 2) Hüzeyliyye[20], 3) Nazzâmiyes[21] 4) Hâitiyye[22], 5) Biş-riyyes[23] 6) Ma'meriyyes:ı,[24] 7) Müzdâriyye[25] 8) Sümâmiyye[26] 9) Hişâmiy-ye[27], 10) Câhızıyyes:[28] 11) Hayyâtiyyes[29] 12) Cübbâiyye[30].
2- Akaidi
isbatta akla itimad etmekle beraber, dînin ulu caddesinden dışarı çıkmasınlar
diye Kur'ân-i Kerîm'in yardımına sarıldılar. Âyetlerden faydalandılar. Hadîs
bilgilen çok değildi ve akâid hususunda Hadîsi delil almazlardı.
3-
Devirlerinde terceme olunan ilimleri aldılar ve bu ilimlere hizmetleri de
oldu. Düşmanlarına karşı bu ilimlerden yardımlanarak cevap hazırladılar. Kelâm meydanında kar'şılarındakilere üstün gelmek için bunlardan faydalandılar.
O devirde Arap aklını besleyen yabancı kültürleri almış olan her kültürlü
Müslüman, Mu'tezileye katıldı. Çünkü
dînî ruh ile tevhîd ve tenzihe çok önem veren ve aklın ihtiyacını karşılayan
felsefî fikirleri birleştiren Mu'tezilenİn görüşü, onlara uygun geliyordu.
Mu'tezile arasında birçok seçkin muharrirler, üstün âlimler, anlayışlı feylesoflar
çıkmıştı.
4- Fesahat
ve belagat sahibi, edebiyatçı idiler. İçlerinde beliğ ha-tibîer vardı. Münazara
ve mübâhase yaparken dilleri belagata alışmıştı. Düşmanları, sözle nasıl mağlûp
edeceklerini deneye deneye belagat yolunu bulmuşlardı. Vâsıl İbn-i Atâ, büyük
bir hatîb, psikolojiye vâkıf bir âlimdi. Hazırcevaptı. Sözlerini kolayca
hazırladı. Üstâdları olan Nazzâm, zeki ve beliğ bir zâttı. Keskin l
1-
Mu'tezile; Râfızîler, putperestler, Cehmiyye ve diğer bid'atçıiarla münakaşa
yapmıştır.
2- Fukahâ ve
nıuhaddisler.
Evvelâ Mu'tezilenİn;
dinsizler, zındıklar, Cehmiyye ve saire ile yaptıkları münakaşaları ve
mücadeleleri nakledelim. Sonra fukahâ ve muhad-dislerle olan TYiûbâhaselerini
görelim,.
Dinsizler, sapıklar ve
zındıklarla olan münakaşaları: Emevîlerin son, Abbâsîlerin ilk devirlerinde
zındıklar, sapıklar çoğaldı. Bunlar
bâzan maskelerini indirip hakîkî
hüviyetleriyle meydana çıkarlar, bâzan islâm kisvesine bürünerek kendi
prensiplerini Müslümanlar arasında yayarlar, kimse farkına yarmadan zehirlerini saçarlardı. Bunların islâm'a düşmanlığı
hepsinden daha fazla idi, zararları çok olurdu. Çünkü bazıları onlara
aldamyor, onların yaldızlı sözlerine kapılıyordu. Mu'tezile bunlarla çetin bir
savaşa koyuldu ve cnları her meydanda mağlûp etti. Vâsıl b. Atâ, arkadaşlarını
îslâm merkezleri:*t yayarak zındıklarla mücadeleye başladı. Kendisi de İslâm'ı
müdâfaa ediyordu. Eserleri arasında maniliğe karşı bir reddiyesi vardı. Adı ManL.ğe Red İçin Bin Mesele'dir.
Onun arkasından gelen arkadaşları da
aynı şekilde hareket ettiler. Münakaşalarını kuvvetli delillerle, fesahat dolu
beyanlarla yapıyorlardı, îkna' kuvvetleri çoktu. Düşmanları onların kuvvetli
delillerine karşı mukabele edecek silâh bulamıyorlar, teslimden başka çare kalmıyordu. Bu münakaşalarla birçoklarını
ikna' ediyorlardı. Ebû Hüzeyl Al-lâf'm eliyle üç binden fazla Mecûsî ve
putperest Müslümanlığı kabul etmiştir. O, münazarada son derece maharet sahibi
bir zâttı; davet ettiği şeyi kuvvetli delillerle gösterirdi.
Mu'tezilenİn
münazaralarına ve nasıl kuvvetli deliller bulduklarına örnek olmak üzere bâzı
misâller nakledelim: El-İntisâr'da şöyle deniyor: "Maniler sıdk ile yalanı
birbirine zıt sayarlar. Sıdk hayırdır, nurdandır; yalan ise serdir,
zulmettendir, derler. İbrahim Nazzâm onlara sordu:
— Bir insan bir söz
söylese ve o söz de yalan olsa, bu yalanı söyleyen kimdir?
— Zulmettir, dediler.
— O adam söylediği bu yalana pişman olup da:
Ben yalan söyledim ve bununla kötülük işledim, derse, "Yalan söyledim ve
kötülük işledim"
diyen kimdir?
Buna ne cevap
vereceklerini şaşırdılar. Çünkü bu fazileti,
zulmet,
yâni karanlık
işleyemez.
Nezzâm bunun üzerine
şöyle dedi:
— Yalan söyledim ve
kötülük işledim diyen nur ise, bu yalan olur. Çünkü yalan söyleyen o değildir.
Yalan serdir, nurdan ger sâdır olmuş, olur. Bu sizin sözünüzü çürütür. Eğer
"Yalan söyledim ve kötülük işledim" diyen zulmet derseniz, zulmet
doğru söylemiş olur, doğru söylemek hayırdır, zulmet baştan yalan söylemiş,
sonra da doğru söylemiş olur, yâni ondan hem doğru, hem de yalan sâdır olmuş
olur. Halbuki sıdk ve yalan sizce birbirine zıttır, zulmetten hayır sâdır
olmaz."
Bakınız, geniş
bilgisiyle, münakaşa yaptığı kimseleri nasıl yakalıyor, onlara çıkar yol
bırakmıyor, Çıkış yerlerini tutuyor ve onları susturuyor. Mu'tezile
râfızîlerle ve diğerleriyle de aynı tarzda münakaşa yapıyordu. Aralarında
şiddetli münakaşalar cereyan etmiş olmasına rağmen, birbirlerine iyi muamele
yapıyorlardı. Ulemânın ahlâkına yakışan budur. Geniş gönüllü ve müsamahalı
olmalıdır. Allah kendilerini doğru yola hidâyet edinceye kadar muhaliflerine
de hoş muamele etmelidir. [32]
Ruhiyat eserlerinin
vardığı neticeye göre, ihtilâf halinde olan iki taraf eğer akidede birbirine
yaklaşırsa, mücadele daha şiddetli olur[33]. Burada
da böyle olmuştur. Çünkü Mu'tezile ile fukahâ arasında ihtilâf yeri azdır.
Bunların telifi kaâbildir, birbirini tekfir edecek mahiyette değildir.
Birbirini dinden çıkaracak bir şey yoktur. Bununla beraber bunlar arasında
mücadele gayet şiddetli olmuştur. Birbirlerine çok atıp tutmuşlardır. Belki de
yukarıda geçen sebebe şunlar da ilâve olunabilir: Bu ihtilâf zihniyet ve mantık
îcabı idi. Dinde düşünüş tarzlarına ait idi. Fukahâ ve muhaddisler, dîni Kur'ân
ve Hadîsten alıyorlardı. Onlar akıllarını, Kitabın nasslarım anlamak ve
Peygamber'den naklolunan Hadîslerin sahihini öğrenmek için kullanıyorlardı.
Dîni bu yolların dışında öğrenmek onlarca hatâdır, yanlış bir yoldur.
Mu'tezile ise, akideleri aklî kıyasla isbat etmeği vâcib değilse bile, caiz
görüyor, dînî bir nassa muhalif olmadıkça bununla amel ediyorlardı. îslâm
akaidini isbatta mantık ve felsefî bahisler kullanıyorlardı. Fukahâ ise buna
karşı idiler. Ayakları kayıp şaşırma-"înlar diye nass üzerinde
duruyorlardı. Çünkü akıl aldanabilir ve şagırıp sapar.
Bu, onlar arasında
ihtilâf yoktu, demek değildir. Mu'tezile ile muhaddisler arasında birçok cüz'î
meselelerde ihtilâf vardı. Fakat akidelerin özünde ve esasında ihtilâf yoktu.
Onun için Mu'tezile fukahâyı ve muhaddisleri tekfir etmez, onlar da Mu'tezileyi
tekfir etmezler, yalnız bid'atçı sayarlar.
Onların mücâdeleleri
işte böyle iki nevî usûl ihtilâfından ilen gen-yordu. Hâlk-ı Kur'ân
meselesindeki ihtilâflarına bak. Görürsün ki, Mu*-tezile tevhîd ve tenzihten
başka hiçbir kayıtla mukayyet olmaksızın aklî kıyaslar arkasından koşmakta,
onları delil tutmaktadır. Fukahâ ile muhaddisler ise tevakkuf ediyor, Kitap ve
Sünnetten nass bulunmayan hususta gayet titiz ve çekingen davranıyor. Cumhur
halk, fukahâ ve mu-haddislerden yana idi, onların arkasından gitti. [34]
Abbasîler devri, ilmî
münazaralar ve mübâhaseler çağı idi. Bu münazaralar, belagat ve fesahat
gösterisi hâlini almıştı. Herkes maharetini orada gösterirdi. Akaide dâir
mübâhase ve münakaşalarda Mu'tezile, dâima koşuyu kazanıyordu.
Mu'tezilenin münazara
meclisleri pek çoktu. Ümerânın yanında, mes-cidlerde, ders halkalarında,
münazara ve mübâhaseye elverişli her yerde münazaralar yaparlar, mübâhase
meclisleri kurulurdu. Fakat bu münazaraların çokluğuna nisbetle bize kadar nakil
olunanları azdır. Belki de bu şundan Heri gelmiş olacak: Mu'tezile, Mütevekkil
devrinde ve ondan sonraki devirlerde dâima takibe uğramış, baskı altında
kalmıştır. îslâm-larm çoğu, Cumhur-u halk onlardan hoşlanmamıştır. Bu yüzden
onların eserlerinin çoğu zayi' olmuş, münazaraları da bize kadar gelememiştir.
Bugüne kadar kalanlar, azlığına rağmen, onların mücadeleci ruhu, mübâhase
kuvveti hakkında bir fikir vermeğe kâfi gelmekte, onların mücâhe-deci, dayatıcı
bir zümre olduğunu göstermektedir[35]
[1] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 112.
[2] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 112-113.
[3] Ebû Hasan Eş'arî, Makâlâtü'I-lslâmiyyîn.
[4] Bu, Mu'tezile arasında ittifakla alınmış değildir.
[5] Bunu âyet-i kerîmenin zahirinden alıyorlar: "Sana
gelen iyilik Allab'dan-dir, sana gelen kötülük ise senin, kendilidendir."
[6] Mu'tezile îmanla küfür arasında bir dereceye kâii
olmakla beraber büyük günah sahibini zimmîlerden ayırmak İçin Müslüman adını
verirler. Mu'tezileden tbn-I Ebi Hadîd diyor ki: Biz büyük günah sahibini
mü'min saymakla beraber diğer zimmîlerden onu ayırmak için ona bu adı veririz.
Bununla medih ve sena mânası kas-detmeksizin bu ismi vermeği caiz görürüz
(Nehcü'l-Belâğa şerhi).
[7] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 113-115.
[8] Şehristam, El-Milel Ve'n-Nihâl.
[9] Eş'arî, Makâlâtü'l-îslâmiyyin.
[10] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 115.
[11] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 115-116.
[12] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 116-117.
[13] intişâr Fi'r-red Alâ îbn-i Râvendî, 118
[14] Ubeydullah b. Hassan, Fusûlü Muhtara min Kütübi Gâhiz.
[15] Ubeydullah b. Hassan, Fusûlü Muhtara min Kütübi Câhiz.
[16] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 117-120.
[17] Halîfe Mansur bu Amr'ı son derece sever ve sayardı,
ölünce onun hakkında §u mersiyeyi söylemiştir:
"Allah sana rahmet
eylesin, kabrini myaret.% âdet edinenin dileği budur, "O kabir ki} huşu
sahibi bir kulunu içine almıştır, o tam m&nasiyle bir Tanrı kulu idi,
Kur*ân'a candan sevgiyle bağlıydı,
"İnsanlar bir
şeyden şüphe edip de nizâa düştüler mi, o, hüccet ve beyaniyle bunu halledip sözü
kestirip atardı.
"Şayet felek sâlih olan bir kimseyi bu dünyada baki kilsaydı, Ebû
Osman Amr'i bizim aramızdan almaş, onu bize bıraktrdı."
[18] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 120-121.
[19] Vâsıl İbn-i Atâ'ya uyanlar.
[20] Ebû Hüzeyl Allâfm taraftarları
[21]
[22] Ahmed b. Hâit'in
taraftarları
[23] Bişir b. Mutemer'in adamları.
[24] Ma'mer b. tyâd taraftarları.
[25] Ebû Mûsâ îsâ Müzdâr'm adamları
[26] Sünıâme b. Eşres'in taraftarları
[27] Higam b. Ömer'in
taraftarları.
[28] Edîb Ebû Osman Câlıız'ın taraftarları.
[29] Ebû Hüseyin Hayyât'ın taraftarları.
[30] Ebû Ali
CÜbbâî'nin taraftarları.
[31] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 121-123.
[32] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: 123-124.
[33] Bunu Gustave le Bon, Arâ ve Mu'tekadât eserinde
söylüyor, 124
[34] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 124-125
[35] Müellif bu eserinde Şia Hariciler ve Mutezile
fırkaları hakkında malumat verilmiştir.Mürcie ve Cebriye fırkalarından burada
bahsetmemiştir.Bu iki fırka hakkında müellifin Ebu Hanifi adlı eserinde oldukça
derli toplu bilgi vardır.Arzu edenler tarafından termece olunup Dinayet İşleri
Başkanlığınca 1962’de yayınlanan (EbuHanife)adlı eserin 135/141.sayfalarına
müracaat edebilirler(Mütercim)
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:
125.