93- Akîde İle Îlgili Görüşlerinden Bahsîn Lüzumu:
94- Kelâm İlmi Ve İmamet Hakkında Şâfîînin Görüşü:
96- İmamet Yani Hilâfet Meselesi Ve
Şartları Hakkındaki Görüşü:
97- Âl-i Beyte Olan Sevgisi, Bâgiler Hakkındaki Hükümleri Hz. Ali'nin
Tutumundan Alması:
Biz burada İmam
Şafiî'nin tefsir ve edebiyat hakkındaki görüşlerinden bahsedecek değiliz.
Bizim burada birinci maksadımız fakîh sıfatiyle İmam Şafiî'yi etüd
etmektir. Bizim için önemli olan şey, onun fıkıh görüşlerini, mezhebini,
mezhebin usûlünü incelemektir. Vakıa Şafiî, diğer ilimlerde de hüccet sayılacak
derecede bilgi ve görüş sahibidir. Fakat onun hayatını yazanlar, onun Hilâfet
hakkındaki mezhebinden bahsederler, sonra kelâm, ilmi hakkındaki görüşünden ve
akâid öğrenmedeki tutumundan söz açarlar. Bunların
fıkıh incelemesiyle bir nevi münâsebeti olduğundan kısaca onlardan bahsedelim,
onun ardından hemen onun fıkhına geçelim. [1]
Şafiî kelâm ilmini
sevmedi. O çağda fukahâ ve muhaddisler
de kelâm ilminden hoşlanmıyorlardı. Şâfü de bir fakîh ve bir muhaddis idi. Onların
bu ilimden hoşlanmamalarının sebebi ise, bu ilmin temellerini atıp meydana
getirenlerin Mu'tezile olmasıdır. Halbuki Mu'tezilenin yolu, akaidi dîn-i kerîmden anlama hususunda
selef-i sâlihin yolundan başka idi, Şafiî, her muhaddis fakîh gibi, velev ki
istidlal hususunda olsun, yeni bir şey ortaya çıkarmaktan ise, kendinden
öncekilere uymağı tercih ediyordu. Bilhassa böyle akideyle ilgili umurda ittiba', ibtidâdan evlâdır,
derdi. Zîrâ Mu'tezile akîde ilminde, felsefî bir
cihete yöneldiler. Bu tutum ise, her muhaddis fakîh gibi, Şafiî'nin temâyülüyle bağdaşamaz. Bundan başka Mu'tezile öyle karışık ve dolaşık meseleler kurcaladılar
ki, insan aklının onları halledip bir hükme bağlaması hiç de kolay değildir.
işte bunun içindir ki,
Şafiî'nin, kelâm ilmiyle iştigalden nehyettiği rivayet
olunmaktadır. Şöyle derdi: "Kelâm erbabı hakkında benim hükmüm şudur:
Onlara sopa atmalı, develerin üzerine başaşağı ters
bindirip aşiretler ve kabileler arasında dolaştırarak: Kitap ve Sünneti bir
yana bırakıp da Kelâmı alanın cezası işte budur, diye nida edilmelidir!" Yine o
şöyle demiştir: "Sakın, kelâm ilmine bakmayın. Zîrâ bir adama bir fıkıh
meselesi sorulsa da onda yanılsa, meselâ adam öldürmenin cezası sorulduğunda,
diyeti bir yumurtadır, dese, bu yalnız bir alay mevzuu olur, herkes buna güler
geçer. Fakat kelâma dâir bir mesele sorulsa da hatâ etse onu hemen bid'ata nisbet ederler."
"Baktım ki, kelâmcılar birbirini tekfir edip duruyor. Gördüm ki, Hadîs
ehli ise birbirini ancak hatâya nisbet ediyor.
Hatâya nisbet etmek, tekfîr etmekten çok daha ehven
kalır." Şafiî'nin kelâm ulemâsının tutumundan nefreti o raddeye varmıştı
ki, onları ulemâdan bile saymazdı. Rabi' onun şöyle
dediğini nakleder: "Bir kimse ilmî kitaplarını vasiyet etse, kitapları
arasında kelâm kitapları da bulunsa, kelâm kitapları bu vasiyete dâhil
olmaz."[2].
Fahrü'r-Râzî, îmam Şafiî'nin kelâm
İlminden nehyedip ondan hoşlanmamasının sebeplerini,
bizim yukarıda söylediklerimize bağlıyor. Bir de şu var ki, Mu'tezile,
halîfeleri, ulemâya eza ve cefâ yapmağa teşvik ettiler. Bu ilmi ayakta
tutanlar onlar olduğundan halk onlardan hoşlanmadı. Fahrü'r-Râzî diyor ki: Kur'ân'm mahlûk
olup olmaması meselesine halkın
dalması yüzünden bu zamanda büyük fitneler koptu. Bid'at
ehli kuvvetten ve sultandan yardım aldılar, Hak ehlini ezdiler, muhakkıkla-rın delillerine hiç
iltifat etmediler. Bu hikâyeler ve bu olaylar meşhup-dur.
Şafiî o zamanda bu ilmi Öğrenmek, Hakkı aramak için (Allah) için, Allah rızası
için olmayıp da sırf dünya ve saltanat için olduğunu anlayınca onu bıraktı,
ondan yüz çevirdi. Onunla uğraşmağı haram saydı."[3] Fakat
Şafiî kelâm ilminden nehyetmekle beraber acaba
kendisi onu bilmiyor muydu? Fahrü'r-Râzî Şafiî'nin kelâm ilmini bildiğini söylüyor. Kelâm
bilgisi olduğuna delâlet eden haberler naklediyor. Müzenî'den
şunu rivayet ediyor; Müzenî diyor ki: "Allah ona rahmet eylesin, bir defa
Şafiî'nin kapısı önünde kelâm hakkında münakaşa yapıyorduk, Şâfi kapıya
çıkarak yanımıza geldi, bizim konuştuklarımızı duyunca hemen geri döndü. Biraz
sonra çıkarak yanımıza geldi. Beni size çıkmaktan meneden
şey, kelâm hakkında münakaşa yaptığınızı işitmemdir. Benim kelâmı iyi bilmediğimi
mi sanıyorsunuz? Ben kelâmın içine girdim ve ondan büyük bir mikdar elde ettim. Fakat kelâmın sonu yok. Siz Öyle bir
şeyle meşgul olup mübâhase yapın ki, şayet hatâ ederseniz, size sâdece hatâ
ettiniz, denilir; küfre düştünüz denilmez."
Şüphe yok ki, bu
haber, Şafiî'nin kelâm ilmini bildiğini, ulemânın bu ilme dalıp münakaşasını
yaptığı meselelerde dirayetini göstermektedir. Fakat sonra bu yolda yürümeği
hoş görmedi; çünkü onca, mü'min bunda bir faydaya
ulaşamaz. Onun meseleleri çok dolaşık ve dikenlidir. İşaret ettiği üzere hatâ
eden tekfir edilir; hatâ ettin, denilmekle kalmaz. Şafiî'nin bu ilimde
dirayeti olması makûl bir şeydir. Çünkü, nerede bulunursa bulunsun, ilim
tahsiline ciddiyetle sarılan, ilim uğrunda seyâhatlariyle
şöhret kazanan, çeşitli fırka ve mezheblerle münakaşa
yapan Şafiî, elbette ki bu ilmin bahislerine de muttali' olmuştur. Madem ki
Şafiî bu ilimden nehyetmiştir, onu biliyor demektir.
Şafiî gibi aklı başında bir zât, mevzuunu bilmediği, tasavvur etmediği bir
şeyden menetmez. Çünkü bir şeye hükmetmek demek, onu tasavvur etmenin bir
fer'idir. Şafiî'nin bilgisi olmadığı, tanımadığı bir ilimden menetmesi nasıl
tasavvur olunur? [4]
İmam Şafiî, insanları
kelâm ilminden uzaklaştırmak için onlara onu hoş göstermemekle beraber,
kendisinin kelâm bablarından çoğu hakkında sözü
vardır, çünkü bu bablar akîde ile ilgilidir. Şafiî
gibi bir zâtın akideye dâir sözü olmaması imkânsızdır. Onun görüşlerinin çoğu,
İslâm cemaatının, ehl-i
Sünnetin görüşleriyle birleşmektedir, bunlar feylesofların görüşlerinden
alınmış değildir. Münakaşa yaptığı kimseler tarafından bâzan
Şafiî'den tevhîd delilleri, Peygamberlik delilleri
sorulurdu. Bu tabiiden olarak bir defa Bişr Merîsi
ona:
— Hz. Muhammed'in
Allah'ın Peygamberi olduğuna delil nedir? diye sordu. O da şu cevabı verdi:
— Hz. Muhammed'in
Peygamberliğine delil, kendisine nazil olan Kur’ân'dır
ve insanların icmaldir[5].
Hepsi birer mu'cize olan âyetler, başkasına
yakışmayan alâmetlerdir.
Şafiî'nin bâzı
fetvalarından onun sıfat hakkındaki görüşünü, sıfatın zâta mugayir olmadığını
çıkarıyorlar. Onun şöyle dediği rivayet olunuyor: "Bir kimse îlmü'llâh, Kudretü'llâh veya Hakku'llâh üzerine yemîn etse ve îlmü'Hâh
ile malûmu, Kudretu'llâh ile de makduru,
Hakku'llâh ile de kullara vacip olanı kasdetse, bu kefareti îcâb etmez.
Çünkü bu, Al-lah'dan başkası üzerine yemindir. Eğer
bununla Allah'ın sıfatları üzerine yemîn etmeği kasdederse
buna keffâret Iâzımgelir."
Fahrü'r-Râzî bu fetva
üzerine şunları ekliyor: "Bu gösteriyor ki, Allah'ın sıfatlan, Zâtının
gayri değildir. Çünkü madem ki, AUah'dan gayrisine
yemîn etmek keffâreti îcâbetmiyor,
Allah'a yemîn ise keffâreti îcâbediyor,
bu demektir ki, Allah'ın sıfatlan, Zâtının gayri değildir."[6].
Şafiî de, fukahâ ve muhaddislerin dediği
gibi, Kur'ân Allah kelâmıdır, mahlûk değildir,
derdi. Hak Sübhânehû ve Teâlâ
şöyle buyurur:
"Allah Mûsâ ile
söyleşti."
Âhirette mü'minlerin Allah'ı
göreceklerine inanırdı. Buna Kur'ân-ı Kerîm'den şu âyeti delil getirirdi: "Hayır,
hayır, onlar o gün Rablann-dan saklanırlar."
Diyor ki: "Gazab
hâlinde kâfirlerden saklı olunca, rızâsına kavuşan dostları onu göreceği
anlaşılır." Bu tefsir, delâlet kaidesinde onun mezhebindeki tutumuna
uygundur. O mefhum-ı muhalefeti alır. Şafiî, kaza, ve kadere, hayır ve şer her
şeyin Allah'dan olduğuna ina*
nırdı. Şafiî'nin usûl hakkında vaz'ettiği
r
Şafiî bu görüşünü isbat için birçok deliller getirir. Onlardan biri ŞU' dur: Allâhu Teâlâ, kıbleyi Beyt-i Makdisten Kabe'ye çevirince
Müslümanlardan bir kısmı, Beyt-i Makdis'e, Kudüs-i Şerife doğru kıldığımız namazlar ne
olacak? dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı
Hak: "Allah sizin îmanınızı zayi'
edecek değildir." âyetini inzal buyurdu ve namaza îman dedi. îmanın artıp
eksilmesine şu âyet-i kerîmeyi de delil
getirir: **Bir sûre nazil olunca, içlerinde: Bu hanginizin îmânını artırdı?
diyenler bulunur." Keza Kelıf Süresindeki şu
âyet de bir delildir: "Onlar Kablanna inanmış
gençlerdir, biz de onların hidâyetini arttırdık.”[7]
Görülüyor ki, Şafiî
akidesini ve kelâm ulemâsının daldıkları bâzı meseleler hakkındaki görüşünü
böylece açıklıyor. Fakat bunların içine ke-lâmcüar gibi dalmıyor. Anlayışları sapıtan, akıllan hayrete
uğratan felsefeye girişmiyor. O, kendim fıkha ve Hadîse vermişti, şiir ve
edebiyat bahçelerinde de dolaşırdı. [8]
Şimdi kelâm ulemâsının
daldığı ve bâzı bakımlardan fıkha temas eden bir meseleye, yâni Hilâfet =
îmâmet meselesine geçelim: Şafiî İmametin = Hilâfetin
lüzumuna kaildir. Onca bu iş Hz. Ali'nin (Allah ondan
razı olsun) dediği gibidir: "Onun himâyesi altında mü'min
ameline devam eder, ondan kâfir de faydalanır, onun sayesinde düşmanla harb yapılır, yollarda asayiş sağlanır* Kuvvetliden zayıfın
hakkı alınır, böylelikle iyi kimseler rahat yüzü görüp dinlenir, kötülerin
şerrinden emîn olunur."
Şafiî'ye göre Hilâfet,
Cumhur Mübiiminin görüşü gibi, Kureyg'in
hakkıdır. Eğer zaruret varsa, Hilâfet bâzan bîat
etmeksizin de olur. Talebesi Harmele'nin rivayet
ettiği veçhile, onun şöyle dediği naklolunur: "Kureyşten
olan bir kimse kılıç kuvvetiyle Hilafeti elde ederse ve halk onun etrafına
toplanırsa, işte Halîfe odur." Ona göre Hilâfet iğinde iki şey muteberdir:
1- Hilâfet
iddiasına kalkışanın Kureygten olması, 2- Halkın onun etrafında toplanması!
Halkın bu içtimaî, intihap ve bîat hâlinde olduğu gibi, ister Halîfe tâyin
etmek iğin bagtan olsun, mütegaUibe
hakkında olduğu gibi, isterse Halîfeyi tanımak iğin sonradan olsun, hep
müsavidir.
öyle anlaşılıyor ki, o
Kureygten olmaktan başka bir şart koşmuş değildir.
Meselâ Hâşimîleiden olmağı şart koşup da Hâşimîlerden başkasının Hilafeti mutlaka bâtıldır, dememiştir.
Halbuki Imâmiyye buna kaildir. Şafiî'ye göre Hulefâ-yi Râşidîn begtir: Dört ilk Halîfe (yâni Hz.
Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali) ile Ömer b.
Abdülâziz'dir (Allah cümlesinden razı olsun). O Hilafetin sahîh olması için Hâşimîliği şart koşmuş bulunsaydı, Ömer b. Abdülâziz'i
Halîfe saymazdı. Çünkü o Eme-vîdir, Hâşimî değildir. Hâşimîlik şart
olunca Hz. Ali'den başkasının Hilâfeti muteber
olmaz.
Şafiî'nin Hilâfet
hakkında meşhur olan görüşü budur. Yine onun meşhur bir rivayetine göre o, Hilâfete
Hz. Ebû Bekir'i, Hz, Osman'dan daha evlâ görürmüş (Allah cümlesinden razı
olsun). Eu hususta iki Hadîse dayanır: 1- Senediyle rivayet olunan Hadîse göre
bir kadın Hz. Peygamber'e gelerek (ona salât ve selâm olsun) ondan bir şey sordu. Hz. Peygamber kadına dönmesini söyledi. Kadın da:
— Yâ
Resûlallâh, eğer dönersem, sizâ
bulamazsam (guyâ 'ölümü kas-dediyor)
ne yaparım? Hz. Peygamber ona:
— Ebû
Bekir'e gel! buyurdular.
Bu, kendisinden sonra
yerine Ebû Bekir'in geçmesine
bir işarettir!
ikinci Hadîs-i Şerîf
şudur: Yine Şafiî senediyle rivayet ediyor: Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur: "Benden sonra Ebû
Bekir'le Ömer'e uyum"
Şafiî, Hulefâ-yı Râşidîh'i
Hilâfet şuralarına göre fazilet derecelerine ayırdı.
Faziletçe en üstünü Hz, Ebû
Bekir, sonra Hz. Ömer, sonra Hz.
Osman, sonra Hz. Ali idi.
Bakıyoruz ki, Şafiî,
imam Ali ile Muaviye b. Ebî
Süfyan arasındaki ihtilâf hakkında, hüküm vermeğe yöneüyor. Onun görüşünce Muaviye
ve arkadaşları Ali'ye karşı ayaklanmış kimselerdir. Kitâb-ü
Sîyer'inde Hz. Ali'nin
tutumunu, bâğîlere yapılacak muamele hakkında delil
tutmuştur.[9]
Ashâb arasındaki ihtilâflar hakkında ve Hilâfete dâir
Şafiî'nin görüşleri kısaca bunlardır[10].
Bütün bu, görüşleriyle
beraber, Şafiî de her muttaki Müslüman gibi, Ehl-i
Beyti, Peygamber'in pak ve mübarek ÂTini severdi. îhlâs sahibi her MÜslümanın
kalbinde yerleşen bu temiz duygudur. Bunu gösterir birçok şeyleri Şafiî'den
nakletmiş bulunuyoruz. Şafiî Âl-i Resûl'e o kadar bağlı idi ki, onları sevmek
Rafızîlik sayılsa bile, Râfizîlik ile itham olunmağı
göze alırdı; o gibi geyler umurunda bile değildir.
Mııhammed'in Hanedanını sevmek eğer Râfizîlik
ise îns ve cin tanık olsun ki, işte ben Râfizîyim.
Yukarıda hayâtından
bahsederken görüldüğü üzere, o, Harun Re-şid'e karşı
ayaklanan Alevîlere katılmakla itham edildi. Hattâ onların kendilerine imam
olarak seçtikleri kimseye bîat ettiği bile söylenir. Bu itham, Âl-i Resul
sevgisini çekinmeden meydana vurmasından doğan bir şüpheden mi doğdu, yoksa
sabit ve doğru bir gerçeğe mi dayanıyordu, bunu bilemeyiz. Belki de o, Hz. Ali evlâdının mâruz kaldıkları takîp ve tazyiklerden
acı duyarak onlarla birlikte hükümete karşı durmuş olabüür.
Belki de gençliğinin en coşkun ve hararetli çağında bulunması hasebiyle, böyle
bir çocukluk feveranına kapılmıştır. Her ne hâl olursa olsun, bir defa töhmet
yapıştırılmıştır, yalan veya doğru, söylenen söylenmiştir. Bu ihtimallerin en
yakım olarak Âî-i Beyte muhabbeti sebebiyle hükümete
karşı gelmekle itham olunduğu gibi, Hz. Ali'ye (Allah
ondan razı olsun) hayranlığı dolayısiyle Rafızîlikle
de itham olunmuştur. Halbuki o, Hz. Ebû Bekir'i, Hz. Ömer'i ve Hz. Osman'ı ondan efdâl sayardı. Râr fizîükîe ithamının bir sebebi
de: Hz. Ali'nin kendisine karşı gelenlerle yaptığı harblerdeki tutumunu alıp bâğîlere
yapılacak muamelede onları delil ve hüccet itibar etmiş olmasıdır.
Onun Hz. Ali'ye hayranlığı, onu pek beğendiği en meşhur haberler
cümlesin dendir. Rivayet olunur ki, onun bulunduğu bir mecliste Hz. Ali îbn-i Ebî
Tâlib'in zikri geçmiş. Bir adanı:
— Hz. Ali'nin
etrafındaki insanların dağılmalarının sebebi, onun hiç kimseye önem vermemiş
olmasıdır, dedi.
Bunun üzerine Şafiî
(Allah ondan razı olsun) şöyle dedi:
— Onda öyle dört haslet vardı ki, —bunlardan
bir tanesi bile bir kimsede bulunsa— hiç kimseye önem vermemek için yeter: O
son derece zâhid idi, zâhid
olan dünyaya ve dünya ehline önem vermez. O âlim idi, âlim olanın, kimse
umurunda olmaz. O yiğitti, yiğit olan, kimseye aldırış etmez. O şeriflerdendi,
şerif olan kimseye kavuk sallamaz.
Hz. Ali hakkında (Allah ondan razı olsun) ^öyle
demektedir: "Hz. Ali (Kerremallâhu
Veçhe) Kur'ân ilminde ve fıkıhta iht
Bâgiler hakkındaki muamele hususunda Hz.
Ali'nin tutumunu alması, Kitâbü'l-Üm'de ve mezhebinin usûlüne dair diğer kitaplarında müdev-vendir, bunun ta'IÎIi, yukarıda zikrettiğimiz gibidir.
Bu noktayı imam Ahmed b, Hanbel şöyle
açıklamaktadır: Âbürî'nin Menakıb-ı
Şafii'sinde, şöyle geçiyor:
"Ahmed b. Hanbel'e denildi ki:
— Yahya b. Maîn, İmam
Şafiî'yi Şîaya nisbet ediyor. Ahmed
b. Hanbel bunu Yahya b. Maîn'e
sordu ve:
— Bunu nereden anladın? dedi. Yahya da:
— Eserlerinde
bâğüerin öldürülmesi hakkındaki
hükümlerine baktım. Gördüm ki, başından
sonuna kadar hep Ali b. Ebî Tâlib'le
istidlal ediyor, cevabını verdi.
Ahmed b. Hanbel de şöyle mukabele
etti:
— Acâib bir şey,
Şafiî'nin bâgîlerle savaş hususunda onun yaptıkla-riyle istidlal etmesine neden hayret ediyorsun? Çünkü bu
ümmet içinde bâgîlerle savaşla ilk müptelâ olan Ali
b. Ebû Tâlib'dir, dedi.
Yahya b. Maîn mahcup oldu."
işte böylece görüyoruz
ki, Şafiî görüşlerinde dâima doğruyu arıyor, itidalden ayrılmıyor. O, Hz. Ali'yi seviyor, ona hayrandır. Ona kargı ayaklananları
bâgî sayıyor, onlara yaptıklarını kendine delil
tutuyor. Fakat bütün bunlarla beraber, bu sevgisi onu, Hz.
Ali'yi; Hz. Ebû Bekir'den, Hz. Ömer'den ve Hz. Osman'dan
ileri tutmağa sevk etmiyor. Bu husus kendisine sorulunca Hz.
Ali'ye olan sevgisini anıyor ve fakat iş temenni etmekle değil, diyor. [11]
[1] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 126.
[2] Bu söz ve yukarıdaki nakiller, Fahrü'r-Râzî'nin Menâkıb-ı Şafiî
kitabından alınmadır.
[3] Fahrü'r-Râzî,
Menâkıb-ı Şafiî.
[4] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 126-128.
[5] Râzî, insanlann
bu icmâım, Kur'ân'ın
tevatüre» nakil ile tefsir eder.
[6] Mu'tezilenln çoğu bu görüşü
kabul eder. Râzî de buna meyyaldir.
[7] Kehf Sûresi.
[8] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 128-129.
[9] O, imam Ali ile Muaviye
arasında olan işlere dalmağı, onları kurcalamağı pek iyi görmüyordu. Sıffîn Harbine katılanlar hakkındaki görüşü sorulduğu zaman
Ömer b. Abdulâziz'in çok beğendiği şu sözünü
tekrarlamıştı: "O kanlardan Allah benim ellerimi temiz kıldı, ben onlarla
dilimi lekelemeği istemem."
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:
129-130.
[10] El-Um'de namazdaki imamet
babında bir fasıl vardır. Orada Hilâfetten bahseder. Kureyşin,
Ensârın faziletlerinden, Halîfelerin faziletlerinden
ve sıralarından söz asar. Oradaki Hadîsler uzun senedleriyle
kaybolunmuştur, senedlerini kay-detmeksizin
birkaç Hadîsi nakledelim:
"Rebî' Şafiî senediyle Hadîsi naklediyor, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: 'KureyşM
öne geçirin, siz Kureyş'in önüne geçmeyin.
Onlardan öğrenin, onlara öğretmeğe kalkışmayın'."
"Şafiî senediyle rivayet ediyor: Ömer b. Abdulaziz'den^
ve tbn-i Şahâb'dan, Peygamber'in
şöyle dediğini duymuş: 'Kim Kureyş'e ihanet ederse
Allah onu küçük düşürür.' Diğer bir Hadîsde Kureyş'e şöyle buyurmuş: Hakla beraber oldukça si*, bu İşe
.insanların en lâyık olanısınız'...
[11] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 131-132.