12- ŞÂFÎÎ FIKHININ İNCELENMESİ
118- Bâzı Fıkıh Mes'elelerînde Şafiî'nin Birkaç Kavlî Bulunması:
Bahsimizin bu
bölümünde, Allah'ın inâyetiyle, Şafiî fıkhını inceleyeceğiz. Bunu yaparken, bu
fıkhın istinbât usûllerini ve bu usûlün fiiru' ile bağlılığını belirteceğiz. Aynı zamanda usûlü ve
küllî kaideleri derli toplu bir halde biraz açıklamağa çalışacağız, fürû' mes'elelere ise kısaca işaret edeceğiz. Bu her tarafa
yayılmış, gayet geniş bir bahistir, her şeyi içine alamaz. Sonra, bu fürû'
meseleler, bu mezhebin kitaplarında ted-vîn edilmiş bir haldedir. Bu fürû'dan bizi ilgilendirenler,
bu imamla, mezhebin usûliyle ve muhtelif fürûî mes'elelerin çıktığı umûmî
ve külli kaidelerle alâkalı olanlardır. Göreceğiz ki, Şafiî'nin kitaplarının
ihtiva ettiği usûl ve kaidelerinin çoğu bize kadar gelmiştir ve bunlar bize
Şafiî'nin usûlüne göre tahriç yapma, kaidelere tabi'
olma ve o mezheb sahibinin Çiğırmca
gitme usûliyle mezhebin gelişme yollanın da
açıklamaktadır. [1]
Şafiî fıkhını bu yolda
beyan etmeğe girişmezden önce, sabit bir gerçeğe işaret edelim k*, o da şudur:
Şafiî'nin talebeleri bir mes'ele hakkında ondan bâzan iki veya üç kavil rivayet ederler. Bunlardan birinden
rücû' ettiği bâzan sabit
olur, bâzan olmaz. Neticede mezhebinde ona nis-bet olunan iki kavil ortada kalır. El-Üm'de bunları görmekteyiz. Şafiî'nin son ictihad devrinin fıkhı olan ve son karar kıldığı mes'eleleri ihtiva eden bu eserde bâzı mes'eleler
hakkında birden çok kaviller bulmaktayız. EH-Um'de
iki kavilden biri beyan olunur, Rabî' b. Süleyman
yaptığı bir taklitle ikinci bir kavle işaret eder, bâzan
ise El-Üm'de iki kavil zikreder, Rebî'
üçüncü bir kavil bulunduğuna dikkati çeker. Bunlara bâzı misaller verelim:
1- Bey'ın lüzumunu beyan hakkında şöyle deniyor: "Böyle
olunca akdi yapan iki taraftan her biri hakkında beyyine
lâzım olur. Bu beyyine ancak muhayyerlik, veya
görülen bir ayıp ve kusur, veya arada koşulan bir şart veyahut hıyar rü'yet caiz olan hususlarda hıyar rü'yet
= görme muhayyerliği ile reddolunabilir..." Bu
hükümlerden Şafiî'nin hıyâr-ı rü'yeti muteber
saydığı anlaşılıyor. Fakat bundan sonra şu ibare geliyor: "Rebî' dedi ki, Şafiî hıyâr-ı rü'yetden
rücû' etti."[2]
2- Bey'ı sarfta beyan olunduğuna göre: Altın buiunan bir kılıcın gümüşle satılması veya gümüş bulunan
bir kılıcın altınla satılması caiz deniyor... Bundan sonra şu ibareler gelir:
"Rebî' dedi ki, burada diğer bir kavil daha
vardır ki, Mushaf, kılıç ve benzeri şeylerde gümüş bulunursa bunun altınla,
kâğıtla satılmasının caiz olmadığıdır. Çünkü böyle satışta hem sarf, hem de bey'ı şekli vardır. Bey'ın
hissesi, sarfın hissesi nedir bunlar bilinmez,"[3]
3- Borçlu
olup elindeki malı, borcunu karşılayacak kadar olan kimsenin bu malına zekât
farz olup olmayacağı hakkında El-Um'de şöyle
deniyor:
"Bir adamın
elinde bin dirhem malı bulunsa, o kadar da borcu olsa ona zekât düşmez..."
Fakat bundan sonra şu cümleler geliyor: "Rebî'
dedi ki; Şafiî'nin son kavli şöyledir: Elinde bin dirhem bulunsa, bin dirhem
de borcu olsa ona zekât lâzımgelir... Çünkü bu
elindeki malım dilerse bağışlar, dilerse sadaka verir, bütün malî hükümler
cereyan eder, o adamın malıdır; AUâhu Teâlâ da; 'Onların mallarından zekât al.' buyurmuştur. Bu
malın da zekâtı lâzımdır."[4]
4- Gasb konusunda Şafiî şunu diyor: Bir kimse yiyecek bir şey gasb
etse, sonra onu gasb ettiği kimseye yâni sahibine-
yedirse; eğer kendi malı olduğunu bilmiyerek yerse gâsıbm üzerinde
tazmin etme hakkı durur, kendi malı olduğunu bilerek yerse, malı kendine
gelmiştir, tazmin etmek lâzımgelmez. ÜH-Umm'ün ibaresi şöyledir: "Yiyecek bir şey gas-betse, onu sahibine yedirse, mağsub
bunun malı olduğunu bilmezse o yemeği gâsıbın ödemesi lâzımdır. Kendisinden gasb
olunan kimse bunun kendi yemeği olduğunu bilir ve yerse, gasbeden
kimseye birşey
lâzım-gelmez. Çünkü onun hakkı malını almaktır, onu da almıştır..." Fakat bundan sonra şu
ibare geliyor: "Rebî' dedi ki: Burada diğer bir
kavil vardır: Büerek veya bilmeyerek yesin, malı
kendisine ulaşmıştır, gâsıba birşey
lâzımgelmez. Ancak
gâsıbm gasbetmesi işiyle mala bir noksan
geldiyse, o noksanı ödemesi için gâsıba müracaat
eder."[5]
5- Malında
tasarruftan menolunan bir kimse, bu menden sonra bir
kimseye bir borç ikrar etse, önceden alacakları beyyine
ile sabit olan alacaklılar ile birlikte o da guramâye
dâhil olur mu? Bu mes'elede El- Üm'de
iki kavil buluyoruz. Bunların ikisine de birer vecih gösteriyor, sonra
bunlardan birini seçiyor. Sözü ona
bırakıyorum: "Kadı bir kimsenin
maundan tasarrufunu durdurduktan sonra
o kimse bir adama borç ikrar etse, yahut herhangi bir suretle bir hak ikrar
etse ve bunun malından menedilmezden önce zimmetinde
olduğu iddiasında bulunsa, bunda iki kavil vardır: Birisine
göre bu ikrarı muteberdir, malında tasarrufundan menedilmezden
önce borç ikrar etmiş olduğu ve bu cihet
beyyine Üe sabit olan
alacaklılar arasına bu da girer. Bu kavle kail olan göyle
diyor: Bunun aslı hastaya kıyasladır. Bir hasta hastalığı esnasm--
da zimmetinde tahakkuk eder bir hakkı ikrar etse, kendisi için ikrar yapılan
kimse (mukarrünlehe), sıhhat hâlinde ikrar yapıp beyyine ile sabit olan kimselerle birlikte hak sahibi
olur. Kıyas buna müsaittir... Ben de böyle derim, ikinci kavle göre: Bir kimse
herhangi bir suretle olursa olsun zimmetinde bir hak bulunduğunu veya elinde
mevcut olan bir şeyi başkasına ikrar etse, bu ikrarı bundan sonra kazandığı
mallar hakkında muteber tutulur. (Bunda Guramâden mal kaçırma
töhmeti bulunabilir...) Buna
kail olanın en güzel delili şudur: Bu halde o kimse borcundan ötürü malında
tasarruftan menolunmuştur, malı onlara rehin edilmiş
gibidir. Onlardan başlanır, alacaklılara haklan verilir, eğer geriye bir gey atarsa o zaman ikrar ettiği kimseye verilir..."
Görülüyor ki M-Üm, iki kavil zikrediyor, bunlardan
birini seçiyor, birinciyi alıyor. Fakat talebesi Müzeni geliyor,
Muhtasar'ında, Şafiî'nin îmlâ'da ikinci kavli! ihtiyar ettiğini söylüyor. Müzeni
bunu daha doğru buluyor. Onun için
Müzenî burada şöyle diyor: "Ben derim ki, bu daha sahihtir, Şafiî de
îmlâ'da böyle dedi." Bundan şu neticeyi çıkarırız: EÜ-Üm'deki
ile Imlâ'dakini göz önünde tutarak Şafiî'nin bu mes'ele hakkında iki kavli vardır deriz.[6]
6- El-Üm'de soyunu gizleyerek evlenen hakkında göyle deniyor: Bir
adam zevcesine, kendisini başka bir nesebden gösterip
onu aldatarak evlense, sonra hakikat meydana çıkınca, adamın nesebinin yanlış
olarak gösterildiğinden daha aşağı olduğu anlaşılsa, ne yapılır? Bu mes'elede iki kavil vardır ve biri diğerine tercih
edilmemiştir. Birisi: Kadın için muhayyerlik hakkı vardır, ikincisi bu nikâh
bâtıldır. El-Ümm'ün metni şöyledir: "Kadana
kendini bir soydan gösterdi, kadın onun başka soydan hem daha aşağı bir soydan
olduğunu öğrendi, kadının nesebi onun nesebinin üstündedir. Bu meselede iki
kavil vardır. Birisi kadın muhayyerdir, çünkü adam aynı adamdır, ancak neseb bakımından daha dûn olan bir şeyle aldatılmıştır,
ikinciye göre nikâh fesholunmuştur. Nasıl ki kadın,
muayyen bir adamla nikâha izin verse de başka birisine nikâhı yapılsa nikâh
bozulur. Güya burada filân oğullarından Muhammed oğlu Abdullah ile nikâhlanmağa
izin verse de başka bîr aileden Muhammed oğluAbdullah'la
nikâhı yapılsa, izin verdiği kimseden başkasına nikâhı yapılmış olur ve bu
caiz olmaz.”[7]
7- Bir kimse
zekâtı verilmedik bir mahsûlü veya
meyveyi satsa, Şafiî'ye göre zekâta muâdil olan mikdarı
—ki aletsiz sulananda onda bir, âletle sulananda onda yarımdır—bunun satışı
sahîh değildir. Çünkü onlar bâyün mülkü değildir,
onlar yoksulların, fakirlerin ve zekâta müstahak olan kimselerin malıdır. Buna
göre zekât verilmesi lâzımgelen bir bahçenin mahsûlünü,
durumu beyan etmeden satsa, sonra
müşteri bunu anlasa, El-Um bu hususta iki kavil gösteriyor: Birisi, müşteri
muhayyerdir, dilerse, zekât hissesi düşüldükten sonra kalanı, payına düşen fiatla alır, dilerse bey'i fesheder. Çünkü üzerine akid
yapılmış olan matın tamamı kendisine teslim edilmiş değildir, ikinci kavle
göre: Alıcı zekât düşüldükten sonra kalan malı fiaün tamâmiyle almakla bey'i reddetmek arasında muhayyerdir.
Çünkü öşür zekâtı olan kısım akid yapılan maldan
değildir. Rebî' üçüncü bir kavil rivayet ediyor ki, o
da bu bey'in bâtıl olduğudur. Çünkü bu mülkü olmayan bir şeyi satıştır. Rebî'in nakli şudur: "Şafiî dedi ki: Bahçesinin
meyvesini satsa, verilmesi lâzımgelen öşrü ve mikdârım söylemese, bu hususta iki kavil vardır. Birisi
şudur: Müşteri muhayyerdir; dilerse öşür çıkarıldıktan sonra kalan kısmı fiatm tamâmiyle, alır, yâni on
hissenin dokuzunu veya dokuzbuçuğunu tamâmının fiatına kabul eder veyahut bey'i reddeder, çünkü satın
aldığının tamâmı kendisine teslim olunmamıştır, ikinci kavil şudur: Dilerse
öşür dügüldükten sonra kalanı, tamâmının fiatına alır, isterse almaktan vazgeçer, Rebî' diyor ki: Şafiî'nin bu hususta üçüncü lıir kavli vardır ki, ona göre bu satışın bütünü bâtıldır,
çünkü bayi, mülkü olan bir şeyle birlikte mülkü olmayan bir şeyi de satmıştır.
Bir pazarlıkta haram olan satışla helâl olan satış birleşince bu pazarlık bâtıl
olur."[8] Burada bir mes'ele hakkında Şafiî'nin üç kavlini görüyoruz.
8- Bir
şahıs, tedricen meydana gelen bir meyveyi rehin et,-.v. bu rehin muamelesi,
rehin yapılırken'mevcut olan m,eyve
üzerine vâki' oiav bu sebeple rehin sahîh olabilmek
ve rehin olunan olunmayanla karışmamak için meyveyi kesmek lâzımdır. Mevcut
meyveyi kesmez de yenisi çıkar,
birbirine karışırsa, rehin olunanla
olunmayan belli olmazsa bu rehnin hükmü nedir? Şafiî burada iki kavil zikrediyor.
Birisi: Rehin olunanla olunmayan birbirine karıştığından rehin fâsid olur, nasıl ki bey'i-de satılanla satılmayan
birbirine karışınca bey'i bâtıl olur. İkinciye göre rehin fâsid
olmaz, rehnin mikdân
hakkında söz rehin verenindir..." [9]
imam, Şafiî'ye ve
talebelerine nisbet olunan fıkıh meemuasını
okuduğumuzda gözümüze çarpanlardan bâzı örnekler bunlardır. Şafiî'nin bir mes'ele hakkındaki muhtelif kavillerinden bulduklarımız
yalnız bunlar değilse de bunlar arkada kalanlardan perdeyi açmakta ve onları
açıklamaktadır. Geçmişte bâzı garazkârlar Şafiî'nin bir mes'ele
hakkında birkaç türlü kavli bulunmasını ona hücuma vesile yaptılar. Bir mes'ele hakkında bir kavlin kararsız olması, ictîhadda noksanlığa ve bir şeye kesin olarak cezm etmemek ilim noksanlığına delil olmakla beraber, şu da
bir gerçektir ki, kıyasların taaruz, delillerin
çarpışması hâlinde tereddüt etmek bir kusur değildir, belki aklın kemâline ve
niyetin olgunluğuna bir delildir. Akim kemâline delil olmasına gelince: Zan
yerinde yakîn ile hücum etmiyor, şek yerinde de zan
ile hücum etmiyor. Zâten ulemânın âdeti bu değildir. Tereddütle karşılayan,
tahkik eden, delile kapılmaksı-zan, burhan
bulmaksızın peşinen bir fikrin esîri olmak istemeyen bir kimse gördün mü
bilmiş ol ki, işte gerçek âlim odur. Rüçhan yerine yakînle, gek yerinde rüçhân ile hücum eden birini görürsen, bil kî, bu, mevzuu
ihata noksanlığından, mes'eleyi bütün etrafiyle kavrayamamaktan doğmuş bir şeydir. Nasıl ki,
miyop illetine yakalanan kimse, bâzı eşyayı göremez ve göremediği için
bunların varhğını inkâra kalkışırsa, gülünç olur.
Bunun kendi bilgisinde noksanlık, duygularında hatâ olduğunu fark etmez.
Tereddüdün niyetin temizliğine, hakkı aramadaki ihlâsa
delâlet etmesine gelince: Bu re'ye'1-ayn gördükten
sonra hüküm vermek içindir. Tercih yapacak sebepler tam olarak bulunmazsa elbette
kesin hükme gidemez, tereddüt eder, delillerin taaruzunu,
işaretlerin çarpışmasını açıklar. Eğer bu hududu aşarsa bu, hakikati
karıştırma olur. Hakikati, hakikat olduğu için arayan kimsenin durumu böyle
olamaz. O, kendisi üstün gelmek ve yarışı kazanmak istemez, hakikatin kazanmasını
ister. Şafiî işte bu makam ehlindendir. O ki, münazaralara girişir, hasımlarını
yere çalardı, onların düşünce yollarım kesip çevirirdi. Bununla beraber kendisi
üstün gelmek için asla mücadele yapmadığım yeminle söylerdi. [10]
Fahrü'd-Dîn Râzî, Menâkıb-ı Şafiî kitabında, Şafiî'nin bir mes'ele hakkında muhtelif görüşleri olması hakkında bir
fasıl ayırmıştır. Bunlarda Şafiî'nin olan veya
Şafiî'ye nisbet olunan kaviller bulunmaktadır, ister
onun l
Birinci kısım: Nakil
veya tahric suretiyle iki kavil naklolunan mes'e-leler. Meselâ Şafiî iki babda birbirine benzer iki mes'eie
zikreder. Sonra bunlardan birine müsbet, diğerine
menfî cevap verir. Talebesi her iki mes'elede geçen
her iki cevabı naklederler ve nakil ve tahric olarak
ikî kavil var derler. Hakikatte bu Şafiî'den değildir, talebesinden gelmektedir.
Talebesinin muhakkik olanları, bu iki kavli zikretmezler.
İkinci kısım:
Şafiî'nin iki kavli vardır. Birinci kadîm kavlidir ki, o Bağdad'da
iken te'lîf ettiği eserlerindedir. Diğeri yeni
kavlidir ki, Mısır'da iken te'lif ettikleridir. Eski
kavline nisbetle yeni kavli, nâsih
mesabesindedir, eski kavli de mensûh
mertebesindedir. Beyhakî diyor ki: Zekeriyya b. Yahya Sâci'nin
kitabında Ruveytî'den senedle
yaptığı nakilde okudum: Şafiî'yi şöyle derken işittim, diyor: "Bağdad'da yazdığım, kitaptan rivayet etmeyi helâl
kılmam." Râzî bunda bir kusur bulmuyor; bu
doğrudur. Hakkın başkasında olduğu meydana çıktıktan sonra müctehi-din
re'yinden dönmesinin caiz olduğuna, Ashâbdan bâzısının kavillerinden rücu'lariyle
istidlal eden Râzî diyor ki: Ashâb
da böyle şeyler yapmıştır. Hz. Ali (Kerremallâhu vechehû) şöyle
demiştir: "Benim ve Hz. Ömer'in re'yimiz: Ümmehat-ı evlâdın =
Çocuk anası olan cariyelerin satılmalarının eâiz
olmadığı merkezinde idi. Ben şimdi onların satılabileceği kanaatındayım."
Abdullah îbn-i Abbas, ribâ ancak nesîe libasıdır, der*
4i. Sonradan bu kavlinden döndü ve fazl ribâsma kâü oldu. Halîfe Ömer b. Hattab, Ebû Mûsâ El-Eş'arî Abdullah b. Kays'e, kaza
usûlüne dâir yazdığı mektupta şöyle diyor: "Dün vermiş olduğun bir hüküm,
aklına müracaat ederek doğruyu bulduktan sonra, hakka dönmekten seni alıkoymasın.
Çünkü hakka dönmek, bâtılda devam etmekten çok daha hayırlıdır."[11] Hz. Ömer, ced ile birlikte erkek
ve kız kardeşlere mirastan hisse ayırmazdı. Sonra
bundan dönerek Hz. Ali ve Zeyd
b. Sabit gibi onları da mirasa kattı.
Üçüncü kısım: Şafiî
Mısır'da yazdığı yeni kitaplarında ayrı yerlerde iki kavil zikreder. Sonra
bunlardan birini seçerek: îki kavlin en sahihi budur, en iyisi budur, diyerek
bunu belirtir. Yahut bunlardan birine başka mes'eleleri
misâl getirir, diğerine ise mes'ele tefri'mdan. vazgeçer. Veyahut birinin delilini zikreder,
diğerinin etmez. Kavillerin ihtiyarî anlamında Fahrü'r-Râzî'nin dedikleri bunlardır. Bence ise, bu zikrettikleri,
ihtiyar ve tercih tarafına kaymaksızın iki re'yden
birine temayül ettiğini gösterir. Veyahut da bu iki kavilden biri îzâha
muhtaçtır, onun îzah maksadiyle mes'ele
tefrîinden yardımlannıak
ister.
Dördüncü kısım: Müsbet, menfî iki cihet zikredilip bırakılır, kesin hüküm
verilmez. Fahrü'r-Râzî bu
kısım hakkında şöyle diyor: Mezhebin ashabı dediler ki, Şafiî'nin bu tarzda iki
kavil zikrettiği mes'eleler ancak onaltı
mes'eledir. Bunlar da işin şüpheli olması yüzünden tavakkuf etmiş, kesin bir hüküm vermemiştir. Bu son derece
dindarlığından ve takvasından ileri gelen bir şeydir. Üstad
Ebû Mansur Bağdadî diyor
ki; "Şâ-iii, Resûl-i
Ekrem'den üstün sayılamaz kî. Karısına iffetsizlik isnad
eden adam hakkında sorulunca Resûl-i Ekrem cevap vermeden durdu, nihayet Liân âyeti nazil oldu. Şu da rivayet olunmuştur: 'Mii'min tavakkuf edicidir, münafık
ise atlayıp sıçrayıcıdır."
Görülüyor ki, Fahrü'r-Râzî, Şafiî'nin iki kavil
söyleyip onlardan birini seçmeden bıraktığı mes'eleleri
daraltmakta ve onları onaltı meseleye indirmektedir.
Anlaşıldığına göre bu, şundan ileri gelmektedir: Razı birini seçtiğine delâlet
eden emareleri, işaretleri çok geniş tutmaktadır. Zîrâ o, iki re'yden birinin delilini mücerret zikretmeyi, onun
seçtiğine bir delil i'tibar etmektedir. Halbuki
Şafiî, diğer re'yin delili açık olduğundan onu terk etmiş
olabilir. Onda kıyas daha açık bulunabilir. O, ihtiyar ve tercih emarelerini
geniş tutmakla beraber, birini ihtiyar etmeksizin iki re'y
bıraktığı mes'eleleri daraltmaktadır.
Beşinci kısmı: Şafiî
bir mes'elede iki kavil zikreder; bunlardan biri
kıyas yoluyla, diğeri Sünnet ve hayır yoluyladır. Sonra Sünnete uygun olanı
ihtiyar eder. Fahrü'r-Râzî
Şafiî'den iki kavil rivayet olunanlar sırasında bu nev'i
de zikrederse de bunun bu işle ilgisi yoktur. Çünkü kıyas, Şafiî'ce şeriatın
son delillerindendir. Kitaptan ve Sünnetten bir nass
bulunan yerde kıyâsa gidilerek re'y ileri sürülmez?
Şafiî'nin kıyâsın yanında Sünneti zikretmesinin mânası, elbette kıyâsı
reddetmek demektir. [12]
Görüyorsun ki, Râzî de, diğer Şafiî mutaassıblan
gibi, Şafiî'nin bir mes'ele hakkında çok re'yi bulunmasını ona yakıştıramıyorlar, bu hulusu müdafaa
ediyorlar. Bir kavilden fazla görüşü olan mes'elelerin
sayısını azaltıyorlar. Bunların yanısıra, Şafiî'ye
karşı olanlar da, bir mes'ele hakkında çok re'yi bulunmasını onun için bir nakîse
sayıyorlar, onun hakkatı bulamadığına bir delil
tutuyorlar. Onların bu yersiz zannım yukarıda re iottik.
Ve îzah ettik ki, çok defalar ilim tereddüdü mucip olur. Delildir doğan
tereddüt ilimdir, delilsiz olan yakln ise cehalettir.
Doğrusu şudur ki, ilmî
hayâtım ve mesleğini aydınlatıp tanıtmağa çalıştığımız îmanı Şafiî'nin, bâzan bir mes'ele hakkında
elbette birden
fazla görüsü olacaktır.
Zîrâ rahmetli tmam, bu parlak şeriatta hak olduğuna
inandığı şeyi aramakta ihlâs sahibi idi. thlâs sahibini düşüncesi kösteklemez, dondurulmuş bir görüş
onu kendine esir etmez. Onun muayyen bir maksadı vardır. O da ilmi Allah için
isteyip aramaktır. Bu da onu, re'ylerini araştırıcı
bir münakkıd ölçüsüyle incelemeğe, bir müdak-kık nazariyle araştırmağa
sevk eder. Bundan başka Şafiî, canlı, uyanık bir fikir sahibi idi. Ümî gayelere ulaşmak, için durmadan yukarı doğru
yükselirdi. Bir gayeye ulaştı mı, onun ötesinde daha başkalarını arardı. Bu
durumda olan bir kimse, kendi görüşleri üzerinde donup kalmaz. Belki onları
ilmî hayâtının son devresinde ulaştıklariyle ölçer,
görüşlerini geliştirir, olgunlaştınr. Böylece bir hâl
üzere karar kılmaktan ziyâde değişmeye daha yakın olur.
Şafiî dâima hadîs
arardı. Hadîse muhalif bir re'yi varsa, behemaha! hadîse döneceğini sarahaten söylerdi. Sonra,-
ashabından muhaddis olanlardan hadîse muhalif bir re'yini görürlerse hadîsi almalarını, hadîsin karşısında
onun re'yine hiç i'tibar
etmemelerini isterdi. Ulemâdan her biri nezdinde,
başkalarında olmayan hadîsler vardı. Her biri kendi nezdinde
olanlara göre fetva verirdi; bunun ötesinde kalanları kıyasla hallederlerdi.
Şafiî de böyle yapmıştır. Görmediği yeni hadîslere muttali' olunca, kendi
usûlüne uyarak hadîsle birleşen, hadîse uygun olan re'ye
döner. Çünkü onun kaidesi şudur: "Hadîsin sıhhati sabit olunca, benim
mezhebim odur."
Şafiî ilim yolunda
seyahati çok severdi. Diyar diyar dolaştı. Muhtelif
muhitlerde bulundu, türlü topluluklar gördü. İnsanların başka başka örf ve âdetlerine muttali' oldu. Her cemâatin kendine
hâs olayları, islâm âleminin her bölgesinin birtakım
âdetleri vardır. Bîr nizam ve kanun çıkaran kimse, içinde bulunduğu örf ve
âdetlerin mutlaka tesiri altında kalır. Bâzan
görüşlerine istikamet verir, bâzan örfleri alır.
Şafiî Bağdad'-daki örflerin
tesiri altında bu görüşü ileri sürmüştür. Mısır'a gelince buradakilerin
tesiriyle o görüşünü değiştirmiştir. Bâzan bu iki şey
arasında mütereddit kalır, bunlardan birini hükümsüz bırakmaksızın her iki
görüşü de olduğu gibi bırakır.
Şafiî, muhalifleriyle
çok münazaralarda bulunduğundan, bu hâl onu dâima kendi görüşlerine bir münakkıd ve mudakkik nazariyle
bakmağa sevk etmiştir. Çünkü münazara ona kendi kusurlarını gösterir. Noksan
yerlerini meydana çıkarır. Münazaraya girişraezden
Önce fikirlerini dikkatle ölçmeğe sevk eder. Münazara esnasında sözlerinin
küçük düşmesi endigesi, onu sözlerinin kusurlarını
araştırmağa sevk eder. Şüphesiz ki, bu durum kargısında dâima dikkatli olur;
görüşlerini dikkatle inceler, hakikati arama hususundaki ihlâsı,
tedkikleri bunu îcâbettirdiği
zaman, onu görüşünü değiştirmeğe sevk eder. Şu da var ki, Şafiî'nin kendinden önceki
fukahânın görüşlerini devamlı surette incelemesi, onu
kendi görüşünden daha iyi olan bir görüşe muttali kılar, o da onu beğenip
seçer.
Kıyas bâzan onu, bir meselede iki muhtelif görüşü bırakmağa sevk
eder. Çünkü tedkîk ettiği meselenin, hükümleri başka başka olan iki benzeri bulunabüir.
İki kıyastan birini diğerine tercih ettirecek bir şeyde bulunmaz. Nasıl ki,
malında tasarruftan men'edilen borçlu, bu men'den sonra
bir borç ikrar etse, yukarıda görüldüğü üzere, durum böyledir. Bunun iki
benzeri vardır: Biri hasta olan kimse, diğeri de rehin veren kimse. Bir kavle
göre birinciye, ikinci kavle göre ikinciye göre hüküm alır. Aynı şeyi, zevcin
yanlış neseb göstererek evlenmesi suretinde, öşür verilmesi
lâzımgelen meyveyi satma meselesinde, arkası
kesilmeden ve tedricen hâsıl olan mahsûlü rehin etme meselesinde de
görmektesin[13]. Bunlarda görüşlerin çok
olmasının esası, kıyasların birbiriyle taaruz etmesi
ve emarelerin birbiriyle çarpıgmasıdır[14].
Hulâsa, Şafiî'nin çok
görüşü olması onun ictihad usûlüne uygun bir şeydir.
Onun fikir hayâtına da uygundur. Bu bir kusur ve noksan teşkil etmez. Belki
onun hakikati aramadaki dikkatine delâlet eder. Hakikati arayan, noksan ve
kusurlu olamaz. [15]
[1] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 160.
[2] El-Üm, c. II, s. 3.
[3] El-Üm, c. II, s. 29.
[4] El-Üm, e. VH, s. 131.
[5] El-Üm, c. m, fl. 227.
[6] El-Üm, c. IH, s. 186/187; Mühtasar-ı Müzenî, c. II, s. 222 hamişinde.
[7] El-Um, c. V, s. 74.
[8] El-Üm, c. 111, b. 53.
[9] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 160-163.
[10] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 164.
[11] Bu mektubun tamamı, yukarıda 41 No.'lu
bahsin 27 No.'Iu notundadır.
[12] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 164-166.
[13] 117 No.'lu bahsin beginci fıkrasına bak.
[14] 117 No.'lu bahsin 6, 7 ve 8,
fıkralarına bak.
[15] Muhammed Ebu Zehra, İmam
Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 166-168.