144- Sünnetin Hüccet Olması Hakkındaki Sözler:
145- Sünnetî Hüccet Olarak Almak Istemeyenle Şafii'nin Münakaşaları:
146- Şafîî, Sünnetin Hüccet Olduğunu Îsbat Eden Deliler Getîriyor:
147- Sünnetin Hüccet Olmasını İnkâr Edenler Kimlerdir?
148- Hadîs Kur'ân'la Bir Manada Olunca Delîl Olarak Alanlar:
151- Haber-i Vâhîdî Kabul Îçîn Şâfîî'nîn Îlerî Sürdüğü Şartlar:
152- Şafii Mürsel Hadîsleri Bâzı Şartlarla Kabul Eder. Mürselin
İstidlalde Mertebesi Nedir?
154- Nâsîh Ve Mensûh Olan Bilinmediği Zaman Birbirine Muhalîf Sünnetlerin
Arasını Bulmak:
155- Kur'ân-ı Kerîm'e Nîsbetle Sünnetin Beş Durumu:
156- Sünnetin Kur'ân'ı Beyanı:
157- Sünnetin Kur'ân'ı Beyan Ettiğine Dâîr Misâlleri:
158- Sünnetin Bîr Kısmı, Farzları Kesîn Olarak Açıklar:
159- Kur'ân'da Bîr Nass Bulunmayan Hususlarda Vârîd Olan Sünnet:
161- Neshin Ta'rifl, Nesih Her
Dinde Vardır:
163- Nesih Hangî Hükümlerde Cereyan Eder?
164- Şafiî Er-Risâle'sinde Neshi Nasıl Anlatıyor:
165- Kîtâbın Kitabla, Sünnetin Sünnetle Neshi (Ebu Müslim İsfahanı Neshi
Kabul Etmez):
167- Şafii'ye Göre Sünnet, Sünnetle Nesholunur, Kîtabla Sünnet
Nesholunmaz:
168- Bâzı Usulcüler, Şafiî'ye Muhalefet Ederek Sünnetin Kıtabla
Nesholunduğunu Söylerler:
169- Sünnetin Kîtabla Nesholunduğuna Deliller:
170- Şâfîî, Mutlakı Takyidi,
Tahsisi Nesîhden Saymaz, Ona Göre Neshin
Mânâsı:
Kur'ân-ı Kerîm'den
hüküm, alma hususunda îmam Şafiî'nin yolunu zikrettik. Gördük ki, o, bu hususta
tuttuğu yolu açıkladı ve dinde Kur'-ân'ın hüccet olduğuna ve bunun isbatına
temas etmedi. Çünkü bu husu3, bir Müslümanın nazarında delile muhtaç değildir.
Dînî hükümleri isbat hususunda Kur'ân'ın hüccet olduğunu inkâr eden kimse
dinden çıkmış olur, ona tevbe lâzımdır. Tevbe etmezse katlolunur. Sünnete
gelince, Şafiî Sünnetin hüccet olduğunu inkâr eden bâzı kimselere rasladı. Bu
sözün vebali altına giren bâzı insanlarla karşılaştı. Kur'ân'ın ahkâmı üzerine
Sünnetle hüküm ziyâde edilemiyeceğini söyleyen kimselerle görüştü. Çünkü
Sünnet Kur'ân'ı beyan eder, ona bir şey ziyâde edemez, diyorlardı. Bunlardan
başka haber-i vahidin hüccet olduğunu inkâr edenleri gördü. Şafiî hem bunlara,
hem onlara karşı, dînî hükümleri isbât hususunda Sünnetin hüccet olduğunu
isbât ve müdâfaa için delüler getirmek zorunda kaldı. Râvîleri mevsuk kimseler
olan haber-i vâhidlerin delil olacağım gösterdi. Er-Risâle'sinde bu delilleri
zikretti, EL-Um'de bu delilleri kayıd ve tescil etti. Sünnetin hüccet olmasını
inkâr eden veya Sünnetle Kur1-ân'a ziyâde yapılmasını tanımayan, veyahut
haber-i vahidi delil olarak almayan kimselerle yaptığı münakaşa ve mücâdeleler
El-Üm'de tesbit ve tescÜ edâmi§tir. [1]
Bu fırkaların
görüşlerini, Şafiî'nin naklettiği üzere, beyan etmekte söze başlayalım. Çünkü
bu fırkalar târihin karanlıklarına gömülmüşlerdir, onlann nâmı, nişanı
kalmamıştır. Ancak onların görüşlerini çürütmek veya onlardan korunmak için
Şafiî ve emsali gibi zâtların anlattıklarından onların görüşlerini
öğreniyoruz.
Şafiî, El-Üm'de
Cimâu'1-llim kitabında kaydediyor. lemâ'a muhalefet eden bu adamlar üç mezhebe
ayrılırlar. Her mezhebin taraftarları vardır. Birinciler Sünnetin hüccet
olmasını büsbütün inkâr ederler. İkinciler Sünneti Kur'ân'la beraber olunca
hüccet tutarlar; başlı başına delil almazlar. Yalnız Kur'ân'ı hüccet olarak
alıp Sünneti tanımayan birinci mezheb erbabının görüşlerini Şafiî şöyle
anlatıyor: "Kendi mezheblerin-ce ilim mensublarmdan sayılan onlardan biri
bana dedi ki: Sen Arabsm, Kur'ân senin mensup bulunduğun Arapların diliyle
indi. Sen Kur'ân'ı en iyi bilensin. Kur'ân'da Allah'ın inzal ettiği farzlar
mevcuttur. Onlarda bir kimse şüphe etse, Kur'ân'da iltibâse düşse onu tevbeye
davet edersin, tevbe ederse ne âlâ, yoksa katledersin. Allâhu Teâlâ Kur'ân
hakkında şöyle buyurur: 'Onu her şeyi beyan için indirdik.' Allah'ın farz
ettiği bir jjey hakkında sen veya başkası, nasıl olur da bir defa bu farz
âm'dır, başka defa bu hâss'dır demek caiz olur? Bir defa emir farz içindir, başka
bir defa, emirde delâlet vardır, ibâha için de olur, diyebiIİyorsunuz? Bu gibi
ayrılıklar ne de çoktur. Bir veya iki veyahut üç Hadîs var, onları bir
adamdan, o da başkasından rivayet ediyorsun, Hadîs böylece tâ Resûlullâh'a
ulaşıyor. Halbuki gerek sen ve gerekse senin mezhebince gidenler, görüyorum,
kendilerini gördüğünüz ve doğru sözlülük ve hıfızda başkalarından ileri
tuttuğunuz kimselerden hiçbirini yanlışlıktan, unutmaktan, sözünde hatâ
etmekten tebrie etmiyorsunuz. Belki bakıyorum, siz de, birçokları için, falan
şu Hadîsde hatâ etti, filân o Hadîsde hatâ etti, diyorsunuz. Haber-i vâhidle
(ilm-i hâssa ile) bir şeyi helâl veya haram kıldığınız bir Hadîs hakkında bir
kimse: Bunu Hz. Peygamber söylememiştir, siz veya size bunu haber veren
yanılıyorsunuz, ya size bunu söyleyen veyahut siz yalan söylüyorsunuz, dese, bu
sözünden dolayı onu dinden çıkmış sayıp tevbeye davet etmiyorsunuz. Ona: Bu
söylediğin ne kötü sözdür, demekle iktifa ediyorsunuz. Durumları vasfettiğiniz
gibi olan kimselerin haberleriyle Kur'ân-ı Kerîm'in hükümleri arasmda fark
yapmamak bir kimse için hiç caiz olur mu? Onlara göre bir şeyi verip ve yasak
etmek suretiyle onların haberlerini Allah'ın Kitabı mertebesinde tutmanız
yerinde midir?"
Bu fırkanın ona karşı
sözlerinin ve delillerinin özeti şudur: "Kur'ân-ı Kerîm'de her şeyin
beyanı mevcuttur. Kur'ân-ı Kerîm Arapça olup Arap dilini ve Kur'ân'ın
vaz'ettiği Arapça üslûbunu bilmekten başka bir beyana ihtiyaç yoktur. Kur'ân'm
beyanından başka beyan olamaz. Rivayet olunan Hadîsleri, kimsenin nazarında
yalandan, hatâdan, unutmaktan berî sayılmayan birtakım adamlar rivayet
etmektedir. Bu gibi kimselerin rivayet ettiklerinin, delâleti ve sübûtu kat'î
olan Kur'ân'a yakm tutulması, ne suretle olursa olsun, doğru sayılamaz. Tabi'
olanı matbu'la bir yere toplamak kabilinden olsa bu yakışmaz. Bunları delil alan sözlerde Sünnetin Kur'ân
mertebesinde olmadığını teslim ediyorsunuz. Nasıl olur da onu tahsîs veya
takyîd veyahut tafsil suretiyle beyan edip kesip atacak ?"[2]
Bunlardan görülüyor
ki, bu görüş Sünneti yıkmak istiyor, onu İslâm fıkhının usûlünden bir asıl ve
esas i'tibâr etmiyor. Şafiî, bu mezhebin neticesinin cidden büyük bir şeye yol
açacağını beyan etmiştir. Çünkü bu mezhebe bakılırsa, namazı, zekâtı, haccı ve
diğer Kur'ân'da mücmel olarak zikrolunan ve ancak Sünnetle beyan edilen
farzları anlayamayız. Yalnız lügat mânâlarından çıkanı anlarız. Namazdan, namaz
ismi ıtlak olunacak kadarı, zekâttan, zekât denecek kadarı farz olur. Diğerleri
de böyledir. Günde iki rek'at kılsa, Allah'ın Kitabında olmayanlar üzerime farz
değil, bununla namaz yerini buldu dese, herkesçe farz olduğu bilinen zekâtta da
böyle yapsa. Halbuki, bunları bilmek, dînin zarurî emirlerin-dendir. Böyle
söyleyen kimsenin İslâm'la ilgisi yok demektir.
Üç mezhebden ikincisi:
Sünneti ancak Kur'ân'da bulunan bir şey hakkında olursa kabul eder. Yâni
Sünnet, Kur'ân'dakini te'kid eder, onda olanı beyan ederse delildir. Şafiî, bu
fırkanın görüşünü şöyle anlatıyor: Birinci mezhebde olanlardan başkaları
dediler ki: "Kur'ân'da olanlar hakkında haber, yâni Sünnet kabul olunur.
Kur'ân'da bulunmayanlar hakkında ise birinci fırkanın sözüne yakm sözler
söylediler... Bunun neticesi de nâsih, mensûh, hâss ve âmm bilinip birbirinden
fark edilememektedir."
Görüldüğü veçhile, bu
mezheb Kur'ân'da bulunan hususlar hakkında vârid olan Sünneti kabul ediyor,
Kur'ân'da bulunmayanlar hakkında kabul etmiyor. Yâni onlara göre Sünnet,
Allah'ın Kitabında olanlara ziyâde yaparak yeni bir hüküm getiremez. Çünkü Kur'ân'dan
onu te'kid eden bir şey bulunmaz, Kur'ân âyetlerinden onu destekleyen olmaz.
Ehli Sünnet ve cemaata
muhalif olan bu mezheblerin üçüncüsü: Bunlar, Sünneti kabul eder, ancak
haber-i vahidin delil olmaaını reddederler. Yalnız mtttevâtir, inüstafîz ve
meşhur olan Hadîsleri alırlar. Daha kısa ta'birle ancak ahbâr-ı âmmeyi kabul
ederler. Bu fırkanın görüşünü ve delillerini beyan hususunda sözü yine îmam
Şafiî'ye bırakalım, onları bize o anlatsın:
"Bunlardan bir
fırka, Hz. Peygamberin (Ona salât ve selâmı olsun) Hadîslerini tesbit etmenin
ümmete lâssm olduğunda bizimle birleşiktirler. Sünneti reddedenlere kargı
kullandığım delilleri, onlar da Sünnetin hüccet olduğunu isbata yeterli
görürler. Onlara karşı geleni sıkıştırırlar. Onlardan bir cemâat benimîe toplu
ve müteferrik hallerde konuştular. Gerek toplu konuştuklarında, gerekse teker
teker konuştuklarında söyledikleri sözleri, verdiğim cevapları aynen bellemiş
değilim. Onların de-üHerini nakzetmeğe çalıştım. Dediklerimden bâzılarını
tesbit ediyorum. Onİ&n üsâsn edecek sandığım bâzı şeyleri zikrediyorum.
AUah'fiUur'bem korumasını diler, bağanlar temenni ederini. Onların dedikleri
aöztercfon-bır kî&nu şöyledir: Hâkimler ve müftiler ancak ihata ettikleri
cihetle hükmedip fetva verebilirler. îhâta ise zahirde ve bâtında hak olduğu,
doğru olduğu bilinmekle, Allah indinde buna böylece şehâdet etmek demektir. Bu
da Kitabla, ittifakla kabul edilmiş olan Sünnetle ve insanların icma'la kabul
ettikleriyle olur. Onda ayrılığa düşmemelidirler. Ö takdirde hükmün hepsi
birdir. Onlardan ancak bu dediklerimizi kabûî etmemiz gerekir. Meselâ Öğle
namazı dört rek'atbr. Çünkü bunda asla niza' yoktur. Müslümanlardan buna karşı
gelen olmamıştır. Bunda kimsenin şüphesi
Süimeün bir kısanını
inkâr edin. bu fırka, Sünnetin ancak seksiz şüp-hesiss olanını, nizaa
düsülnıemi§ bulunanını kabul etmektedir. Şâfil böyle Hadîsleri bilmeğe ilm-i
ihata, diyor. Çünkü bu zahiri ve bâtını bilmektir. Her taraftan inceleyip
doğruyu kavramaktır. [3]
Müslümanların kabul
ettiklerine muhalefet eden üç fırkanın sözleri bunlardır. Bunların bir kısmı
bütün Sünnetin hüccet olduğunu inkâr ediyor. Diğer bir kısmı Sünnetin ancak
Kur'ân'da bulunan umuru beyan edenlerini, Kur'ân'ın desteklediklerini kabul
ediyor. Üçüncü bir kısmı da Sünnetin herkesçe kabul edilip meghur ve mütevâtir
olanlarım kabul ediyor,
Mekke ve Bağdad
halkının Hadîs yardımcısı ve savunucusu adını verdiği, fıkıh târihinin, hattâ
îsiâm düşüncesi târihinin şaşmaz Sünnet
tarafçisı unvanına
lâyık gördüğü bir genç, bu sözlerin topunu birden reddetmek için ortaya
atıldı. Bu zât, Şafiî'dir, Allah ondan razı olsun.
Şafiî, Risâle'sinde
Kitâbu'İIah'dan arka arkaya hüccetler getirerek ise bağladı. Evvelâ birinci
fırkaya reddederek Hz. Peygamberin Sünnetinin hüccet olduğunu isbat etti.
Şafiî'nin o hüccetlerini, onun sözlerinden alarak onun getirdiği mantık
kıyaslariyle birlikte zikredelim. Tâ ki onların kuvvet derecelerini görelim ve
istikametlerini bilelim.
Birinci delil: Alîâhu
Teâlâ, kendisine îmanla Resulü Hz. Muhammed'e îmânı birlikte zikretmiştir. Ona
îmân etmek, ona kavillerinde, fiillerinde ve takririnae itaati îcâbeder.
Öyleyse Hz. Peygamber'in Sünnetim bu dîn-i mübînin, şer-i kerîmin kaynağı
i'tibâr etmek gerekir. Allâhu Teâlâ'-nın şu âyetleri, birinci ve ikinci
mukaddemeyi isbat eder: ' Allâh'a ve Resûlifne iman edin, Resulü öyle ümmî bîr
Peygamberdir id, Allah'a ve oram sözlerine inanır. Ona tabi' olun, umulur ki
hidâyete ulaşsrsıssz."[4],
"Ancak o kavimler M, Allah'a ve Resûlü'ne inandılar, Peygamber’le beraber
bir işe karar verinek için toplandıklarında, ondan; izin almaksızın gitmezler[5]
Bu iki âyet-i kerîme,
Peygamber'e îman, islâm'dan bir cüz olduğunda sarihtir ve bu sarahatlariyle
birinci mukaddimeye delâlet eder, her iki âyette de Peygamber'e tabi' olmanın
vücûbu îmanla birlikte sâkrolunmak-tadır. Böylece bu iki âyet-i kerîme ikinci
mukaddimeye de delâlet eder. Çünkü îmânın semeresi tabi* olmaktır, Peygamber'e
îman etmek vâcib olup da onun kavillerine, fiillerine ve takrirlerine tabi'
olmak vâcib olmasın, bu asla ma'kûl olamaz. Bu iki irmka.ddime böylece sabit
olunca netî-ce sabit olur ki, o da Hz. Peygamber'in Sünnetinin mutlaka hüccet
olmasıdır.
ikinci delil: Hak
Sübhânehû ve Teâlâ, Kurfân-ı Kerîm'de beyan buyurur ki, Hz. Peygamber (Ona
salât ve seîâm olsun) Kitabı ve hikmeti öğretmektedir. O âyet-i kerîmeler
şunlardır:
"Yâ Rab,
İçlerinden onlara, Senin âyetlerini okuyan, onlara Kttâb'ı ve hikmeti öğreten,
onları kötülükten arıtan bir Peygamber gönde?. Aziz ve Hakim ota ancak
Sensin."[6]
"Nltek&n Bîas
size, aranflzdara, âyetlerimizi okuyan, sizi kötüîükfcr-den temizleyen, size
Kitabı, hikmeti öğreten ve bilmediklerinizi size bildiren fetr Peygamber
gönderdik."[7]
"Ancl olsun ki,
Allah, onlara, kendi âyetlerini okuyan, onîam antan, onlara Kitabı ve hikmeti
öğ>-e1«j», kenelerinden bir Peygamber göndermekle raü'minlere iyilikte bulunmuştur. Halbuki onlar, önceleri
apaçık sapıklıkta idiler."[8]
Bu âyetlerde
zikrolunan Kitab, Kur'ân-ı Kerîm'dir, hikmet ise Hz.. Peygamber'in Sünnet-i
Seniyyesidir. Ehl-i ilimden Şafiî'nin beğendiği zât bunu böyle tefsir etmiştir.
Çünkü âyette Kur'ân zikrolunuyor, ardından da hikmet söyleniyor. Öyleyse hikmet
Kur'ân'dan başka ve fakat onun cinsinden bir şey olması lâzraıgelir. O
takdirde, buradaki hikmet Hz. Peygamber'in Sünnetidir, demekten başkası caiz
olamaz. (Doğrusunu Allah bilir.) Şafiî bu mânâyı açıklamak ve desteklemek için
diyor ki: "Zîrâ hikmet, Allah'ın Kitabiyle yanyana zikrolunmuştur. Allâhu
Teâlâ, Resulüne itaati farzetti ve onun emrine uymağı insanlara mecburî kıldı.
lt-tibaı lâzımgelen ancak Allah'ın Kitabı ve sonra da Sünneti olmak
lâzun-gelir. Çünkü yukarıda anlattığımız gibi, Allâhu Teâlâ Resulüne îmânı
kendisine îmanla birlikte zikretmiştir. Peygamber'in Sünneti, Allâhu Teâ-lâ'nın
Kitabında murad ettiği mânâyı beyan etmektedir. Bu hâssa da, âmmeye de
delildir. Sonra âyette hikmeti Kitabın ardısıra getirmiş, hikmeti ona tabi'
kılmıştır. Resulünden başka, halktan hiçbirine böyle bir şey nasib
etmemiştir."
Üçüncü delil: Allâhu
Teâlâ, Resulüne itaati ve tabi' olmağı mü'min-lere farz kıldı. İtaat edilmesi
farz olan bir kimsenin sözleri de itaat edenler tarafından tutulmak gerekir,
onlara karşı gelen âsî olur. Bu i'tibarla Hz. Peygamber'in Sünnet-i Seniyyesi,
bu parlak şeriatta hüccet ve delil olur. Birinci kaziyyenin delili şudur: Hak
Sübhânehû ve Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de kendisine itaati tasrih ettikten sonra
ardısıra Resulüne itaati emretmektedir. Peygamber'e isyan, Allah'a isyan
addolunmuştur. Kur'-ân-ı Kerîm'de bu konudaki âyetlerden bir kısmı şunlardır:
"Allah ve Resulü
bir iş hakkında hüküm verdikten sonra, mü'min erkeğe ve mü'min kadına işlerinde
artık muhayyerlik yapma olmaz. Kim Allah'a ve Peygamber'ine karşı gelirse
şüphesiz ki apaçık bir sapıklığa sapmış olar."[9]
"Ey îman edenler,
Allah'a itaat edin, Peygamber'e ve sizden buyruk sâhübi olanlara itaat edin.
Eğer bir şey hakkında nizaa düşüp çekişirseniz —Allah'a ve Âhiret gününe
inanınız varsa— onun hallini Allah'a ve Peygamber'e bırakın. Bu, hayırlı ve
netice i'tibâriyle en güzel olur."[10]
"Allah'a ve
Peygamber'ine kim itaat ederse, işte onlar, Allah'ın ni'-metine eriştirdiği
Peygamberler, sıddîklar (doğrular), şehtdler ve sâlih-ler (iyiler) le
beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar."[11]
"Peygamber'e
itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur."[12]
"Hayır, Rabbına
and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tâyin edip, sonra
haklarında senin verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan
tamamen kendilerim verip teslim olmadıkça hakMyle inanmış olmazlar,"[13]
Dördüncü delil: Allâhu
Teâlâ aralarında hüküm vermesi için Peygamberi çağırmalarını, kendi aralarında
birbirlerini çağırmaları gibi tutmamaktadır. Peygamber'e muhalefet etmeği,
diğer insanlar, başkalarına muhalefet etmek gibi kılmamıştır. Belki
Peygamber'in hükmüne muhalefet eden Müslüman olmaz. Böyle olunca Peygamber'in
hükümleri, sözleri uyulması gereken Sünnettir, tutulması gereken hüccettir.
Birinci kaziyye şu âyetlerle sabittir:
"Peygamber'in
çağrışım, kendi aranızda birbirinizi çağırmanız gibi tutmayın. Allah içinizden
sıvışıp gidenleri şüphesiz bilir. Onun emrine aylan hareket edenler, başlarına
bir belânın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan
sakınsınlar."[14]
"Aralarında hüküm
vermek üzere Allah'a ve Peygamber'ine çağırıldıkları zaman, içlerinden
birtakımı hemen yüz çevirirler. Şayet hak kendilerinden yana ise boyunlarını
bükerek gelirler. Kal Merimi e hastalık mı var, yoksa içlerinden şüphelenmişler
midir? Yahut Allah'ın ve Peygam-ber'inin onlara haksızlık yapmasından mı
korkarlar? Hayır, işte onlar kendileri zâlimdûrler. Aralarında hüküm verilmek
üzere Allah'a ve Peygamber'e çağırıldıkları vakit mü'minlerin sözü ancak:
İşittik ve itaat ettik, demek olmalıdır işte saadete erenler de onlardır.
Allah'a ve Peygamber'e itaat eden, AHah'dan korkan ve O'ndan sakınan kimseler,
işte kurtulanlar bunlardır."[15]
Allâhu Teâlâ insanlara
öğretiyor ki: Aralarında hüküm vermek üzere Peygamberi çağırmaları, Allah'ın
hükmüne çağırmak demektir. Aralarında hüküm veren Hz. Peygamber'dir, Allah'ın
Resûlü'dür. "Resûlul-lâh'ın hükmüne teslim olmak, Allah'ın farz kılmış
olduğu hükme teslim olmak demektir. Resulünün hükmü, Allah'ın hükmü demek
olur." Bunların hepsi mutlaka Resûlullâh'ın Sünnetinin şeriat olduğunu
gösterir.
Beşinci delil: Allâhu
Teâlâ Peygamberine riaâletini tebliğ etmesini, şeriatım beyan eylemesini,
vahyine tabi' olmasını emretmiştir. Yine Allâhu Teâlâ Resulünün tebliğ
ettiğini, şeriatını beyan ettiğini, vahyine tabi' olduğunu haber vermiştir.
Tebliğ onlara Kur'ân'ı okumakla ve okutmakla Hz. Peygamber'in beyânîyle
olmuştur. Öyle olunca şeriat: Kur'ân ve Hz. Peygamber'in sözleri olur. Çünkü
insanlara tebliğ ettikleri bunlardır. Vahye tabi' olması budur. Şu âyetlerde
tabi' olmak murad olunmuştur:
"Kabbinden sana
vahyohuıana ny, Ondan başka asla Tanrı yoktur. Sen müşriklerden yüz
çevir."[16]
"Sonra biz seni
de din emrinde bir yol üzere kıldık, -sen de ona tabi' ol. Ve bilmezlerin
heveslerine uyma."[17]
Resulün tebliğ etmesi
emri şu âyettedir:
"Ey Peygamber,
Rabb'ından sana indirileni tebliğ et eğer bumu yapmazsan Onan elçiliğim
yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğman, AUah îrâiirlere hidâyet
vermez.”[18]
Resulüne
vahyettiklerine tabi' olması ve onları tebliğ etmesi şu âyetle emrolunmuştur:
"Böylece biz sana
enirimizden bir ruh vahyettik. Halbuki sen Kîtab n&#r, iman nedir
bilmezdin. Fakat biz onu bir nur yapük, omunla kulla-nmızdau dilediğimizi doğru
yoîa iletiriz. Gerçekten sen doğru yolun kılavuzluğunu yapıyorsun."[19]
"Eğer sana
Allah'ın fazl ve keremi, rahmeti olmasaydı, onlardan birtakımı seni sapıtmağa
kalkışırdı. Halbuki onlar ancak kendilerini sa-pıtnuşlarrîm Onlar sana bir
zarar veremezler. Alîah sana Kîtab ve hikmet indirmiş, sana bilmediğini
öğretmiştir. Allah'ın sana olan ni'nueti çok büyüktür.[20]
Bu âyet-i kerîme ve
yukarıda geçenler gösteriyor ki, Hz. Peygamber kendiliğinden bir şey
söylemezdi. Ö, Rabb'mm şeriatını tebliğ etti. Onun için şöyle diyebildi:
"Allah'ın size eşnırettöderinden hiçbir şey bırakmadım, onu size
buyurduın; Allah'ın sizi nehy©ttiWeriiıden hiçbir şey bırakmadım, o ya
Şafiî, işte böylece
âyetler getirerek, Sünnetin îslâm fıkhının kaynaklarından olduğunu isbat
etmekte, hüküm evvelâ Kitabda aranırsa da, Sünnet ilmi de Kit'ab ilmi
mertebesinde olduğunu söylemektedir. Şayet ortada Sünnetin hüccet olduğunu
inkâr edenler, bu mes'elede fukahâ iîe çatışanlar olsaydı, Şafiî bu hususta
böyle delil getirmek ihtiyacında kalmazdı. Böyle ilim sapıklığı irtikâp ederek
tslâm cemaatından ayrılan bu nizacilar, zındıklardır. Onlar, Müslümanların
islerini ifsad etmek için zahiren Müslüman görünüyorlar, içlerinde başka §ey
gizlemiyorlardı. Böyle gizli hilelerle, islâm Dîni'ne tu^ak kurup onu bozmağa
çalışıyorlardı. İslâmiyet parlak delillerle onları yere serdiğinden açık
delillerle ona üstün gelmekten âciz kalınca, bu hileli yollara saptılar.
Bunların bir kısmı Haricîlerdendi. Zîrâ Haricîlerden bâzıları, Kur'ân-ı
Kerîm'de zikro-lunmadığından, recmi inkâr ederdi. Abdurrahman b. Mehdî —ki o
Şafiî'nin çağdaşıdır ve Şafiî usûl hakkındaki r
Fakat üstadımız
Muhammed Hudarî (Allah ona rahmet eylesin), Şafii'nin sözünün gelişinden,
füru'da Sünnetin delil olmasını inkâr edenlerin Mu'tezileden olduklarım
çıkarıyor. Çünkü Hadîs bilmemekle tanınanlar onlardır. Çünkü Şafiî, haber-i
vahidi inkâr edenlerin Basra'da olduklarını söylüyor. Basra ise eskiden beri
Mu'teziîenin yuvasıdır. Sonra bu sözünü, İbn-i Kuteybe'nin, Tevil-i
Muhtelifü'l-Hadîs kitabında Mutezile hakkındaki bir cümlesiyle te'yid ediyor.
Bana göre, füru'da
Sünnetin delil olmasını inkâr edenler, zındıklardan ve bâzı yan çizmiş
Haricîlerden idi: Nasıl ki, Abdurrahman îbn-i Mehdî bunu söylemiştir. Bu
zındıkların, kendi hüviyyetlerini perdelemek için Mu'tezile fırkasından
görünmüş olmaları uzak sayılmaz, Mu'te-züede akılcılık temayülü bulunduğundan
ve akla i'tirnad ettiklerinden, bu zındıklar kendi arzularını gizlemek,
bozgunculuklarını saklamak için Mu'tezile Mezhebi perdesine büründüler.
Fesadlarını i'tizal perdesiyle örterek gayelerine ulaşmak için orada
yuvalandılar. Bunların hüviyetleri ne olursa olsun, bunlar îman ehlinden
değildirler, îmandan uzaktırlar. [22]
Şimdi ikinci görüşe
geçelim. Bunlar Sünneti kabul etmezler, ancak Hadîsle Kur'ân beraber ise o
zaman Hadîsi delil alırlar. Bu sözün. zahiren iki ihtimali vardır. Birinci
ihtimal reddolunur, ona kail olan umumdan ayrılmış, yan çizmiştir. İkinci
ihtimal kısmen kabul olunabilir. Kabul edilmeyen ihtimal şudur: Hz.
Peygamber'den rivayet olunan Hadîs, haber-i ânım, veya haber-i hâssa olsun,
aynı mânâda Kur'ân-i Kerîm'den bir nass bulunmadıkça, onu reddetmektir. Bu söz
netice i'tibâriyle, Sünnetin delil olmasını alel'ıtlak inkâr edenlerle
birleşmektedir. Çünkü rivayet olunan Hadîsle aynı mânâda Kur'ân'dan bir nass
varsa, o takdirde burada hüccet Kur'ân'dır, Hadîs değil. Sünnetin hüccet
olduğunu inkâr edenlere karşı, Sünnetin hüccet olduğunu isbat için getirilen
deliller, burada da getirilir. Çünkü bu görüşe' saplananlar da, Sünnetin îslâm
fıkhının kaynaklarından biri olmasını reddediyorlar, demektir.
Diğer ihtimale
gelince, bunda öyle fazla bir yan çizme yoktur. Buna göre: Kur'ân-ı Kerîm dînin
ana kaynağı, ilk aslı ve külli kaideleri cami' olması i'tibâriyle Sünnetin
bildirdiği hükmün Kur'ân-ı Kerîm'de bir aslı bulunmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm asıl
ana kaynak olması bakımından küllî ve umûmî kaideleri ihtiva eder. Dînin
esasları onda mezkûrdur. Sünnet Kur'ân'm beyanı olması i'tibâriyle onu
etrafiyle îzâh eder, teferruatı bildirir, cüz'î mes'eleleri açıklar.
Görüşlerine değer verilen fukahadan böyle diyenler olmuştur. Şafiî bu görüşü
kısmen şöyle îzâh etmektedir; "Onların içinde şöyle diyenler var: Sünnet
ancak Kitabda (Kur'ân-ı Ke-rîm'de) esası bulunan bir hükmü bildirir, vaz'eder.
Nasıl ki, Hz. Peygam-ber'in Sünneti, namazın rek'atlarımn adedini, nasıl
kılınacağını beyan eder. Namazın farz olduğu aslı da Kur'ân'dadır. Alış-veriş
şâir hükümler hakkındaki Hadîsler de böyledir. Allâhu Teâlâ Kur'ân'da esasları
bildirir: 'Aranızda mallarınızı haksız bir yolla yemeyiniz/, 'Allah
aîıs-veri-şi helâl, ribâyı haram kıldı.* Hz. Peygamber'in Sünnetiyle haram ve
helâl kıldıkları, namazı teferruatiyle beyan ettiği gibi, Allâhu Teâlâ'nın
teşrî ettiklerini beyan etmektedir."[23]
Şafiî bu görüşü
reddetmiyor ve onu sapıklık saymıyor. Bu, diğerleri gibi değildir. Bu, Kur'ân
ve Sünnet fıkhında, istinbat usûlüne derin bir bakış sayılabilir. Bu bakış, her
bakımdan
Birinci görüşün bir
sapıklık olduğunu El-Üm'de söylüyor. Çünkü o görüş Sünneti büsbütün reddeden
görüşle birleşiyor. Şafiî bunu çürütmek için delil bile getirmedi. Sünnetin
îslâm fıkhının ikinci kaynağı olduğunu, Sünnet ilmi Kur'ân ilmi mertebesinde
bulunduğunu isbat için daha önce getirdiği delillerle yetindi. [24]
Bundan sonra haber-i
hâssanın yâni haber-i vahidin delil olmasını inkâr edenlere gelelim. Mütevâtir,
müstafîz = meşhur olmayan haber-i vâhid denen Hadîsleri bâzı ulemâ amel
îms^unda delil olarak almaktadırlar. Çünkü haber-i vâhid zannîdir. Kavilerin
tedlîs yapması ve yalan söylemesi ihtimali vardır. Çünkü bid'at ve dalâlet
erbabı, Hz. Peygamber'in. söylemediği bâzı sözleri Hadîsler arasına
katmışlardır. Temizini çürüğünden ayırmak güçtür.
İmam Şafiî, (Allah
ondan razı olsun) kitaplarının birçok yerlerinde haber-i vahidin hüccet
olduğunu isbat etmiştir. Münazaralarında, dikte ettiği eserlerde bunu
yapmıştır. Bu hususta getirdiği deliller Er-Risâle'-de Cimâu'1-Üim kitabında ve
Îhtilafü'l-Hadîs kitabında toplanmış bulunmaktadır. O deliller şunlardır:
Birinci delil:
Kur'ân-ı Kerîm'le ve meşhur olan Hadîslerle sabit olup dinde kararlaşnus. olan
bir emre kıyas suretiyledir. Şöyle ki: Kur'ân-ı Kerîm'in nassiyfe ve Sünnet-i
Seniyye ile sabit olmuştur ki, mal dâvalarında ve benzerlerinde iki erkek
şahitle veya bir erkek iki kadın şahitle hüküm verilir. Zina dâvasında dört
şahitle, diğer hudûd ve kısasta iki şahitle hüküm verilir. Ancak kadınların
muttali1 olabileceği (doğum, hayız, nifas) hususlarında bir kadının
şahitliğiyle hükmedilir. Cumhur-u ulemâ bunu böylece kabul etmiş, bu yolda
yürümüştür. Kaza, yâni bir mes'ele hakkında hüküm vermek; doğruluk cihetini
yalan olma cihetine tercih suretiyle ilzamdır. Demek şüphe ortadan kalkmıştır,
yalan olma zanm da sabit değildir. Böyle ilzamı olan hükümlerde haber-i vâhidle
amel edilince, Hz. Peygamber'den rivayet olunan haber-i vâhidle de amel etmek
vâcib olur. Çünkü râvî âdil, mevsuk ve bellemesi yerinde olunca doğruluk ciheti
tercih olunur. Bu iki şey arasında mukayese tamdır. Çünkü mevsuk olan bir veya
iki kimseden Hz. Peygamber'in Hadîsini kabul etmek, bir veya iki kişinin
şahitliğini kabul etmek gibidir. Hattâ ***• Peygamber'den rivayet olunan Hadîs
kabule daha çok şayandır. Çünkü râvî dindar, âdil, mevsuk, belleyişli olunca
Hz. Peygamber adına yalan söylemekten çekinir. Haber verdiği Hadîsle haram veya
helâl kılma işi yapılacağından bunda yalandan korunur. Şafiî bu konuda şöyle
diyor: 'insanların öyle halleri olur ki, o durumdaki haberleri daha sahîh olur,
o hal içinde kendilerini takvaya, başka zamandakinden daha fazla verirler.
Niyet sahipleri niyetlerinde daha samîmi bulunurlar; düşüncelere daha uvanık ve
sürekli, gafletleri daha az olur. Ölüm, hastalık, yolculuk halleri ve onları
hatırlama böyledir. Bunlardan başka da gafletten uyandıran haller vardır."
Şüphesiz ki, bu hallerin en başında gelen, Hz.
Peygamber'den rivayet
işidir. Çünkü onun sözleri, bütün Müslümanlarca uyulması gereken Sünnettir. Hz.
Peygamber'in adına yalan uydurmak, yalanların en büyüğüdür. Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur: "îftsralal nn en büyüğü, demediğim bir şeyi ben söylemiş gibi
söylemektir, gösteriyle görmediği bir şeyi, görmüş gibi göstermektir; bir
çocuğu babasından başkasına nisbet etmektir." Yine Peygamber
Aleyhi's-Selâm buyurmuştur: "Benîm demediğim bir şeyi ben demiş gibi
söyleyen kimse Ce-henaem'dbki yerine hazırlansın."
ikinci delil: Hz.
Peygamber (Ona salât u selâm olsun) buyurdular ki: **Ben&n flöztimü
dinleyip onu belleyerek ezberleyen ve olduğu gibi başkasına duyuran kimsenin
Allalı yüzünü ağartsın. Bâzan fıkıh hâmili, fakîh olmayana nakleder, niceleri
de kendisinden daha fakîh olan kimseye nakleder. Üç şey vardır M, Müslümaıun
kalbi onlara asla kapalı olamaz: işlediğini sırf Alîaîı için yapmak,
Müslümaniara öğüt verip onların hayrına çalışmak, Müslüman cemaatından
ayrılmamak. Zîrâ duâfeın onları arkalanndan sarmıştır." lîz. Peygamber,
madem ki sözlerini dinleyip bellemeğe ve onları başkalarına da duyurmağa davet
etmiştir, bunu yerine getiren kimse, ister bir kişi olsun, ister cemaat olsun,
onun dâvetine icabet etmiş sayılır. Öğretmek için fıkhı başkasına nakletmede bu
duyurmanın tesiri, ancak- sözü makbul olduğu, hüccet tutulduğu takdirde
görülür. Bu da haber-i vahidin delil olduğuna delildir. Hz. Peygamber'den
rivayet eden kimse bir kişi de olsa mevsuk ve âdil olmak şartiyle rivayeti
makbuldür.
Üçüncü delil: Birgok
yollarla bize naklolunmuş, herkesçe duyulmuş bir şeydir ki, Ashâb-ı Kiram,
şer'î hükümleri birbirlerine naklederlerdi, biri söyler, diğerleri kabul
ederlerdi. Hz. Peygamber aralarında iken bunu yapıyorlar, Hz. Peygamber de bir
kişinin haber verdiği hükmü kabul etmelerinde onları o hal üzere bırakıyordu.
Eğer haber-i vâhid = bir kişinin nakli o hükümle amel için kâfi gelmeseydi, Hz.
Peygamber onlara derhal açıklardı ki: Dinlerine âît hükümleri, ancak yalan
üzere birleş-meyeceklerine inandıkları bir topluluktan almaları gerektir. Bu da
risâ-letini tebliğ, dîni beyan cümlesinden olurdu. Hattâ bizzat Hz. Peygamber
dînî hükümleri tebliğ hususunda bir kişi göndermekle iktifa ederdi. Eğer dinî
hükümler bir kişiden alınmayacak olsaydı ve rivayet ancak bir topluluk
tarafından yapılınca tam sayılsaydı, Hz. Peygamber haberlerini i ulaştırmak, emirlerini beyan
etmek için bir kişi göndermekle iktifa et-1 mezdi. Şafiî bunu isbat için birçok
örnekler vermektedir; biz onlardan *
birkaçını nakledelim:
Hz. Peygamber ve
Ashabı Medine'de iken namazda Kudüs-ü Şerife doğru dönerlerdi. Bakara
Süresindeki âyet-i kerîmeler nazil olarak namazda K&'be'ye doğru dönmeleri
emrolundu. Cemâat Küba'da Beyt-i Mukaddes'e doğru sabah namazını kılarken bir
haberci gelerek Kur'ân'dan nazil olan âyetle kıblenin değiştiğini bildirdi, cemâat
da Kâ'be'ye doğru dönüverdiler. Kubâ halkı Ensârm Önde gelenlerinden ve fıkıh
sahibi kimselerdir. Doğru kimselerin verdiği haber-i vahidin hüccet olduğunu
bilme-selerdi onunla amel etmezlerdi. Eğer haber-i vahidi kabul etmek caiz olmasaydı,
kıblenin değişmesinde bunu kabul ettikleri zaman, Hz. Peygamber onlara:
"Siz Beyt-i Mukaddesi kıble olarak biliyordunuz, omı bırakmanız için
benden hüccet olacak bir şey duymalıydınız; yahut onun mü-tevatîr bir haber,
haber-i vâhid olmayan bir şey size gelraelSydi." derdi.
Yine bu kabîl
misâllerden biri şudur: En.es b. Mâlik diyor ki: "Ebû Talha'ya, Ebû Ubeyde
b. Cerrâh'a, Übey b. Kâ'b'a hurma şarabı veriyordum. Bir haberci gelerek
şarabın hara,m edildiğini söyledi. Ebû Tal-ha, Enes'e: Kalk su küpleri kır,
dedi. Ben de kalkıp vurarak kırdım." Bu zatların ilimleri ve mevkileri
malûm. Sahâbelik derecesini bilen kimse inkâr edemez. Şarap onlarca o zaman
helâldi, içerken biri gelip şarabın haram olduğunu haber veriyor. Ebû Talha da
küpü kırmağı emrediyor. Ne o, ne de yanındakilerden hiçbiri: Bizce şarap helâl
bir şey, durun bakalım, Hz. Peygamber'i görelim, ona soralım, yahut bize
mütevâ-tir bir haber gelmesini bekleyelim, demedi. Onlar helâl olan bir şeyi
dökmek israf olacağından, bunu yapmazlardı. Israfçı değildiler. Eğer haber-i
vahidi kabul etmek yerinde bir şey olmasaydı, Hz. Peygamber onları bundan
nehyederdi. Fakat böyle bir şey olmadı,
Hz. Peygamber (Ona
salât u selâm olsun) Hz. Ali b. Ebî Tâlib'i (Allah ondan razı olsun) hac
mevsiminde Mînâ'da Tevbe Sûresi'nî okumak üzere gönderdi. Hz. Peygamber,
gönderdiği kimsenin getirdiği haberi, gönderilen kimselerin kabul etmelerine
dâir kuvvetli delil bulunmadıkça emir göndermez. Haber-i vahidi kabul gerek ki,
bir kişi ile emir gönderiyor.
Hz. Peygamber,
Ashâbdan adlarım bildiğimiz kimseleri belli yerlere memur 've elçi olarak
gönderdi. Bu elçilerden hiçbirine vardıkları yerde: Sen bir kişisin, Hz.
Peygamber'in seni gönderdiğini ondan işitmedikçe veya bunu mütevâtir bir
haberden duymadıkça veya bu meşhur olmadıkça, birden fazla kimseler gelmedikçe
senin dediklerim kabul etmeyiz, demediler. Hz. Peygamber bir kişi gönderdi, Hz.
Peygamber'in fi'li hüccettir, onun ötesinde başka hüccet aranmaz, haber-i
vâhid hüccettir.
Bu haberlerin hepsi
meşhurdur, herkesçe bilinir. Bunlardan anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber,
Müslümanların haber-i vahidi alıp onunla amel etmelerini kabul ederdi, onları
bu hâl üzere devama bırakırdı. Kendisi de emirlerini tebliğ için bir kişi
göndermekle iktifa ederdi.
Dördüncü delil: Hz.
Peygamber, oniki hükümdarı İslâm'a davet için onlara oniki elçi gönderdi. Her
elçi gönderildiği yerde tanındı. Valilere bir elçinin eliyle mektuplar, emirler
gönderirdi. Valilerden hiçbiri, bir elçi eliyle geldi diye gönderilen eniri
infazdan vazgeçmedi. Elçilerimi bîrden fazla olması, bir topluluk olması
lâzımgeiir demedi. Bütün bunlar gösteriyor ki, ilzam hususunda haber-i vâhid
kâlidir. Yoksa Hz, Peygamber, bir elçi göndermekle iktifa etmezdi ve
kendilerine gönderilen kimseler de haber-i vâhidde şüpheye düşerlerdi. Fakat
böyle bir şey olmuş değildir.
Beşinci delil:
Herkesçe bilinen bir şeydir ki, Ashâb-ı Kiram, haber-i vahidi alırlardı.
Knr'ân-ı Kerim'de hükmü bulunmayan bir mes'ele kendilerine arz olununca onu
Hz. Peygamber'in Sünnetinde ararlardı. Bu hususta mütevâtir haberi, meşhur
haberi ve haber-i hâssayı yâni bir kişinin haberini ayırmadan kabul ederlerdi.
Bu husustaki olaylar sayılmayacak kadar çoktur. Hadîsi bilmediklerinden dolayı
bir mes'ele hakkında re'yleriyle hüküm verirlerse, sonra o konuda bir Hadîs
öğrenirlerse, hemen Hadîse dönerlerdi. Bu kabîl misâllerden biri şudur: Hz.
Ömer b. Hattâb (Allah ondan razı olsun) maktulün diyetini akrabasına verirdi,
öldürülen kocasının diyetinden karısına hiçbir hisse vermezdi. Nihayet Dahhâk
b. S Lif yan ona haber verdi ki: Üşeym Dabâî'rJn diyetinden karısına vermesini
Hz. Peygamber kendisine yazmıştır. Hz. Ömer hemen bu kavle dönmüştür. Yine
rivayet olunur ki, Hz. Ömer:
— Ccnîn hakkında Hz. Peygamber'den bir çey
duyan var mı? demiş. Hamel b. Mâlik b. Nâbia kalkarak:
— Benim
iki karım vardı. Eni diğerine bir çadır direğiyle vurdu.
Karnındaki çocuğu ölü oîarak düşürdü.
Uz. Peygamber onun hakkında cenin diyeti ile hükmetti, dedi. Hz. ömer:
— Eğer onun hakkında bu hükmü duymasaydım,
ba$ka türlü hüküm verirdik, dedi.
Şafiî,
Îhtilâfiri-Hadîö kitabında bu iki haberi naklettikten sonra şunları ilâve
ediyor: Eğer bir kimsenin haber-i vahidi reddetmesi caiz olsaydı, Hz. Ömer'in
o zaman Dahhâk/e şöyle demesi câi£ olurdu:
— Sen Necid halkından bir kimsesin. Hamel İbn-i
Mâlik'e de:
— Sen de Tihâme halkından bir adamsın! Siz
ikiniz de Hz. Peygam-ber'i pek görmediniz. Onun yanında çok az bulundunuz.
Halbuki ben ve benim gibi Muhacirler, Ensâr dâima onun yanında idik. Bunu biz
duymadık da, sen nasıl öğrendin? Sen bir kişisin, yanılman, unutman mümkündür!
Fakat Hz. Ömer böyle demedi. Hakk'a tabi' olmağı uygun gördü. Kocasının
diyetinden kadına hisse vermeme hususundaki görüşünden döndü, haber-i vahidi
aldı. Vurmak suretiyle düşürülen çocuk hakkında duyduğu Hadîsle hüküm verdi ve
yanındakilere; eğer bu hususta Hz. Peygamber'den bir haber duymamış olsaydı,
başka türlü hüküm vereceğini söyledi. Onun görâdüne göre cenin canlı ise diyeti
yüz deve idi, değilse bir şey lâzımgelmezdi.
Fakat Cenâh-ı Hak
kullarına Peygamber'inin lisâniyle dilediği gibi emreder. Kimse ona, niçin,
nasıl diye soramaz. Hz. Peygamber'in haberine re'y ile bir şey katamaz, doğru
olduğu ma'rûf olan kimse, bir kişi de olsa, sözü reddedilmez.
İmam Şafiî
Er-Risâle'de Hz. Ömer'in bâzan, destekleyen bulunmadıkça, haber-i vâhidle
iktifa etmemesinin sebeplerini araştırıyor, onun ic-tihâdda, kaza ve fetvadaki
yüksek mevkiini belirtiyor ve şöyle diyor: Hz. Ömer bir haberi nakleden kimse
ile aynı geyi başka birinin nakletmiş olmasını
ancak üç maksatla istemiştir:
1- Bunu
ihtiyaten yapmıştır. Hüccet haber-i vâhidle sabittir, iki veya daha fazla
kimsenin haberi olması o haberin sübûtunu arttırır, kuvvetlendirir. Ben öyle
kimseler gördüm ki, haber-i vahidi alır, ondan başka ikinci bir haber de
araştırır. Bir Hadîs-i Şerif kendisine beş yolla gelmiş, beş veçhile rivayet
edilmiştir, onu altıncı birinden duyarsa
hemen onu da yazar. Çünkü haberler tevatür ettikçe, birbirini
destekledikçe hüccet olması daha kuvvetlenir, gönle daha yatışır. Ben öyle hâkimler gördüm ki, dâvayı iki
veya üç âdil şahit isbât eder, o ise: Bana daha fazla şahit bulun, şahitleri
çoğaltın, der. Maksadı gönlün iyice yatişmasıdır. iki şahitten fazla şahit
bulunmasa da yine hüküm verecektir.
2- İhtimal
ki, haberi nakleden râvîyi tanımıyor. Onun için tanıdığı bir râvî gelinceye
kadar onun haberinde tevakkuf ediyor, nasıl ki ma' rûf olmayan bir râvînin
haberi kabul olunmaz. Haberin kabul olunması için râvînin ma'rûf yâni tanınmış
olması gerekir.
3- ihtimal
ki, haberi veren râvînin sözü onca
makbul değildir. Onun için onun
haberini reddeder. Eğer haberi kabul olunacak başka biri bulunursa o zaman
kabul eder.
Şafiî, haber-i vahidi
kabul etme hususunda Ashaba dâir haberleri verdikten sonra tabiîn ve teba-ı
tabiînin de haber-i vâhidleri kabul ettiklerine dâir birçok olaylar
göstermekte ve haber-i vâhid bulunan mevzuda re'yi terk ettiklerini
söylemektedir. Ondan sonra diyor ki: "Eğer bir kimsenin haber-İ vâhid
hakkında: Eskidenberi ve şimdiki halde Müslümanlar haber-i vahidi kabul etmekte
birleşmişler ve İslâm fukahâsm-dan onu kabul etmeyen olmamıştır, diyebilecek
birisi varsa o da benim işte. Ben diyorum ki, haber-i vahidi kabul hususunda
İslâm fukahâsımn ihtilâfa düştüklerini bilmiyorum." [25]
Şafiî, ilm-i hâssa
veya haber-i hâssa dediği haber-i vâhidleri ameî hususunda hüccet tanıyorsa da
onu ne Kur'ân mertebesinde tanır, ne de icmâen kabul olunan Sünnet derecesine
koyar. Delil ve hüccet olarak ha-ber-i vahidi bu ikisinden sonra alır. Çünkü
Kitabla mütevâtir Sünnetin her ikisinin de sübûtu katidir. Onlarda şüphe etmek,
şüphe edeni îslâm-dan çıkarır. "Kitabın ve icmâen kabul olunan Sünnetin
getirdiklerini kabulden imtina' eden kimse tevbe ettirilir. Haber-i hâssaya,
yâni haber-i vahide gelince o amel hususunda delildir. Nasıl ki, âdil
kimselerin şahitliğini reddedemezlere bunu da reddetmeğe haklan yoktur. Fakat
madem ki, haber tek bir yol ile gelmiştir, onda bir kimse şüpheye düşse, orsa
bundan tevbe et demeyiz. Belki ona: Sana ancak âdil şahitlerin şahitliğiyle
hükmetmek düşer. Onların yanılmaları mümkünse de sen on-Jann zahir olan
doğruluklarına bakarak hüküm verirsin, onların senin görmediğin hallerini ancak
Allah bilir."
Görülüyor ki, Şafiî
her §eyi yerli yerince koymaktadır. O haber-i vahidi i'tikadda değil, amel
hususunda delil olarak almaktadır. Haber-i vâ-hidde şüpheye düşmeğe ceza yok,
fakat onunla amel etmek lâzımdır. Şafiî bunu delilleriyle isbât ediyor.
Onların özetini yukarıda vermiş bulunuyoruz. Gerçekten Hz. Peyg-amber'in,
Sünnetini nakletmek, ancak mevsuk olan haber-i vâhidieri kabul etmekle mümkün
olur. Sâdık olan bir kimsenin haberinin doğru olması ciheti râcihtir, yalan
olması ihtimali varsa da bu delilden neş'et etmeyen bir ihtimaldir. Delilden
neş'et etmeyen ihtimaller, amel hususunda nazar-ı i'tibâre alınmaz. [26]
Haber-i vâhid olan
Hadîslerin kabul edilebilmesi için Şafiî, râvîde gayet ince şartların
bulunmasını ileri sürmektedir. Onun şartları şunlardır:
1- Râvî
dindar, mevsuk, sözünde doğru olacaktır. Doğru sözlü olarak tanınmayan
kimsenin rivayet ettiği Hadîs kabul
olunmaz. Dindar olmayanın
rivayeti de kabul edilmez.
2- Râvî âkil
olacak, rivayet ettiğini bilip anlayacaktır,
öyle ki, Hadîsin mânâsım bir kelime yerine başka kelime ile ifâde
edebilecek veyahut Hadîsi işittiği gibi harfiyyen rivayet edecek durumda olacaktır. Hadîsi mânâ i'tibâriyîe
rivayet edemez. Çünkü mânâyı bir kelime yerine başka kelime ile ifâde
edemiyecek durumda olunca Hadîsi mânâ i'tibâriyîe rivayet ederse, belki de
helâli harama çevirebilir. Halbuki Hadîsi harfiyen rivayet edince böyle bir
endişeye mahal kalmaz.
3- Rivayet
ettiğini bellemiş olmalıdır. Kitabından
naklederse o zaman onu ezberlemiş bulunmalıdır.
4- Hadîsi
rivayet ettiği kimseden bizzat işitmiş olmalıdır. Yoksa müdellis olur.
5- Rivayet
ettiği Hadîs, Hadîs âlimlerinin aynı mevzuda rivayet ettikleri başka bir Hadîse
muhalif olmamalıdır.
Sonra her tabakada
zikri geçen bu dört şartı şart koşuyor. Böylece Hadîs Hz. Peygamber'e mevsûlen
varıyor veyahut da oraya varmadan bir tabiîye ulaşıyor. Bu cihet Allah'ın
izniyle ileride açıklanacaktır.
Haber-i vahidin kabulü
için Şafiî'nin ileri sürdüğü bu şartlar, nıus-talah-ı Hadîs ulemâsının
kararlaştırdıkları şartlardır. Usûl-ü Hadîs ulemâsı bunlarda birleşiktirler,
ihtilâf etmemişlerdir. [27]
Şafiî, râvîde
bulunması gereken şartların, Hadîs-i Şerîf Hz. Peygamber'e veya tabiîye
ulaşıncaya kadar her tabakadaki râvîde bulunmasını ileri sürmektedir. Demek
Şafiî, senedi Hz. Peygamber'e muttasıl-olmayan bâzı Hadîsleri kabul etmektedir.
Hakikaten Şafiî Mürsel Hadîsi kabul eder ve onu müsned Hadîsten sonra gelmek
üzere hüccet tutar. Senedi tabiîye varıp duran Hadîse Mürsel Hadîs denir.
Bundan tabiînin kendisinden rivayet ettiği sahâbînin ismi zikrohınmaz. Şafiî,
Mürsel Hadîsin kabulü için ince şartlar koşmaktadır. O, Mürsel Hadîsi, ulemâdan
bâzısının yaptığı gibi, alel'ıtlak kabul etmez. Bâzılarının yaptığı gibi de
öyle rasgele reddetmez. Reddedenlerle kabul edenler arasında orta bir yol tutar[28]. O,
Mürsel Hadîsi birçok sahabeyle buluşmayan
tabiîden kabul etmez. Ancak ashâbdan birçoğunu görmüş olan tabiînin
ulularından kabul eder. Onların kabulünde de kabulünü îcâbettiren birtakım
şartlar arar.
O şartlardan biri
şudur: Tabiînin büyüklerinden olan^zâtm Mürsel olarak rivayet ettiğine bakar,
eğer güvenilir Hadîs hafızları aynı mânâda bir Hadîsi Hz. Peygamber'e isnad
yoluyla rivayet etmişlerse, bu, o Mürsel Hadîsin sıhhatîna, râvîsinin sâdık
olduğuna açık bir delil olur.
Yine bu cümleden
olarak, bakılır: Başkasının rivayet ettiği mürsel acaba ona uygun mudur. İlim
erbabınca kabul edilen başka bir yolla ve senedle rivayet olunmuş mudur? Eğer
böyle bir şey varsa.bu mürselin kabulüne delâlet eder. Fakat bu birinciden daha
zayıftır. Çünkü birincide mürselin makbul olduğuna delâlet eden delil bundan
daha kuvvetlidir. Çünkü o müsned Hadîstir. Tabiînin mürsellerini takviye
etmektedir. Bunda ise ilim erbabınca makbul olan bir mürsel Hadîstir. Şüphesiz
ki müsned, mürselden daha kuvvetlidir.
Yine bu cümleden
olarak: Hz. Peygamber'in ashabının bâzısından rivayet olunan bâzı kavillere
bakılır. Eğer mürsel ona uygun düşerse kabul edilir. Çünkü böyle bir durum,
mürselin sahîh bir asıldan alındığını gösterir. Bu da derece i'tibâriyle
ikinciden aşağı kalır.
ilim erbabından bir
cemâatin, mürselin bildirdiği hükme uygun fetva vermiş olması, mürselin makbul
olduğunu gösterir. Bu da sonuncu mertebede gelir.
Eğer mürseli takviye
edecek olan bu dört şeyden biri bulunmazsa, o zaman mürsel reddolunur, amel
hususunda delil olmaz, kimseyi ilzam etmez.
Bunlardan görülüyor
ki, Şafiî, mürsel Hadîsi iki şartla kabul etmektedir:
1- Mürseli,
Ashâbdan birçoğunu görmüş olan Tabiînin ulularının rivayet, etmiş olması.
2- Geçen
dört vecihden biriyle mürseli takviye eden bir delâlet bulunması.
Mürsel kabul edildiği
halde yine de müsned derecesinde kuvvetli olmaz. Çünkü mürselin senedi
munkati'dir, Hz. Peygamber'e dayanmamaktadır. Öyle olunca onun muttasıl olan
Hadîs derecesinde hüccet olduğunu söyleyemeyiz. Şafiî, mürsel Hadîsin
mertebece Muttasıl Hadîsten sonraya kalmasının sebebini göyle anlatıyor:
"Senedi Munkati' olmanın mânâsı şudur: İhtimal ki, ismi söylense rivayeti
kabule şayan görülmeyecek bir râvî araya karışmıştır. Bâzı Munkatı' Hadîslere
onun gibi olan Mürsel bir Hadîs uygun düşse de, her ikisinin de mahreci bir
olmak ihtimali vardır, öyle ki, mahrecin ismi tasrih olunsa kabul
olunmaz," [29]
Buraya kadar
geçenlerden görülüyor ki, Şafiî Hadîslerin senedinin muttasıl ve mürsel
olmaları bakımından onlardan ve rivayet eden adamlardan söz etmektedir.
Râvîler de birtakım şartlar aranmasını ileri sürüyor M, kendisinden sonra
gelen ricâl-i Hadîs ulemâsı bunlarda ona uymuşlardır. Şafiî yalnız bununla
iktifa etmiyor, Kitaba uygun olması bakımından Hadîsin metnine mütaallik
illetlerden, Hadîslerin birbirinden muhtelif olmasından söz açmış, böylece
amel olunması veya olunmaması bakımından Hadîsin metnine temas etmiş oldu.
Şafiî'ye göre
Hadîslerin, Allah'ın Kitâbindakilere muhalif olması asla mümkün değildir;
muhkem nasslarla hükmü bildirilip neshedilmeyen-leri nakzedici de olamaz. Bu
hususta diyor ki: "Hz. Peygamber'in, Sün-netiyle tegri' ettiği her hüküm,
Allah'ın Kitabının nassma uygundur. AI-lâhu Teâlâ tarafından Kitabı beyan
edicidir. Beyan yoluyla Kitabı daha açıklamaktadır, tefsir etmektedir. Kitab
Allah'ın nassında bulunmayan bir şey teşri' ederse, Allâhu Teâlâ Resulüne
İtaati emrettiğinden onun emrine de tabi' oluruz." Bu sözün mânâsından ve
kasdından anlaşılıyor ki, Sünnet, Kur'ân'm muhkem nasslarma asla muhalif
olamaz. Sünnet ya Kitabı beyan eder, yahut Kitabın mücmelini tafsil eder,
veyahut da Kur'ân'm nassmda bulunmayan bir hüküm getirir. Allâhu Teâlâ Kur'ân-ı
Kerîm'de Resulüne itaati emrettiğinden Kur'ân'dan nass bulunmayan hususlarda
Resulüne tabi' oluruz. Öyle olunca Sünnet Kitaba asla muhalif olamaz. Çünkü
Sünnet kuvvetini Kur'ân'dan almaktadır. Buna binâen Kur'ân'm muhkem hükümlerine
aykırı olarak gelen her haber (Sünnet) reddolunur, kabul edilmez. Sünnet
arasındaki ihtilâfa gelince, Şafiî bunu iki kısma ayırmaktadır:
1- İhtilâf
nesihten doğmaktadır, hangisinin nâsih, hangisinin men-sûh olduğu
bilinmemektedir. O zaman nâsihle amel edilir, mensûlı olan bırakılır. Çünkü
Sünnet, Sünnetle nesholunur, bu ihtilâf sayılmaz. Men-sûh olan Sünnetle amel
edilmek yine başka bir Sünnetle kaldırılmıştır. Buna kıble mes'elesini misâl
getirmektedir: Hz. Peygamber ilk zamanda namazı Beyt-i Mukaddes'e doğru
kılıyordu. Hz. Peygamber Beyt-i Mukaddesle doğru namaz kıldığından herkes
Peygamber'in bu Sünnetine uyuyordu; namazda başka yere dönmek caiz değildi.
Allâhu Teâlâ Beyt-i MukaddesMn kıble olması hükmünü kaldırınca Hz. Peygamber ve
Müslümanlar Kâ'be'ye doğru namaz kılmağa başladılar. Artık kıble Kâ'be oldu.
Bir Müslümanın namazda ondan başkasına doğru dönmesi caiz değildi. Artık
Beyt-i Mukaddes'e dönmek kat'iyyen yasaktı. Bunların hepsi kendi vaktinde
doğrudur. Hz. Peygamber Beyt-i Mukaddes'e dönerken orası Hak Kıble idi. Sonra
Beytü'l-Harâm yâni Kâ'be-i Şerîf kıyamete kadar Hak Kıble oldu... Bu misâl Kİtabda
ve Sünnetteki nâsihi ve men-sûhu açıklamaktadır. Hs. Peygamber, bir şeyi Sünnet
kılar da Allâhu Teâlâ onu başka bir şeye çevirirse, o Sünnet olur. insanlar
artık ona sarılırlar, böylece insanlar mensûh olan hükümden ayrılsınlar ve
nâsih olana sarılsınlar diye Hz. Peygamber bunu Sünnetiyle insanlara bildirir.
Şafiî bununla şunu
isbat ediyor ki, kıble'nin Beyt-i Mukaddes'ten Beytii'l-Harâm'a çevrilmesi
yalnız Kitabla olmuş değil, belki bu Sünnetle de olmuştur. Çünkü Allâhu Teâlâ
kıblenin Kâ'be'ye çevrildiğini bildirince Hz, Peygamber, Kitâb'ı beyan için
Sünnetiyle de bunu gösterdi. Yeni Sünnet, eski Sünneti neshetmiş oldu. Şafiî
bunu ta'lil için şöyle diyor: ''Hz, Peygamber bir Sünneti vaz'eder, Kitabda da
bir hüküm vardır, lisanı veya Sünnetin Kitâb'a nazaran mertebesini bilmeyen,
Kitab Sünneti neshediyor sanır. İşte kimse böyle bir şüpheye düşmesin diye Hz.
Peygamber, Sünneti Sünnetle nesheder." Şafiî bununla anlatıyor ki,
Kitâb'a nazaran Sünnetin mertebesi Kitâb'm icmâlen bildirdiklerini beyan etmektir.
Kitab yalnız olarak, tek başına Sünneti neshetmez, Kitabda Sünneti nesneden bir
§ey varsa, aym şeyi nesneden bir Sünnet de bulunur, böylece Sünnet Sünneti
neshetmiş olur. Çünkü Sünnet, Kitâb'm beyanı mesabesindedir. Bu noktayı,
Şafiî'ye göre nesihten bahsederken açıklayacağız.[30]
Sünnet arasında
ihtilâf varsa ve nâsih ile mensûh bilinirse, Şafiî'nin görüşünü ve getirdiği
misâlleri naklettik. Birbirine muhalif olan Hadîslerin birinci kısmı budur.
İkinci kısım ise şudur: Hadîsler arasında ihtilâf olup da hangisi nâsih,
hangisi mensûh bilinmezse, Şafiî bu kısmı da ikiye ayırır: Birincisi, aralarını
bulmak mümkün olan nev'idir ki, ihtilâf zahirîdir, mânâ ve maksadda ihtilâf
yoktur. Herhangi bir suretle iki Hadîsin arasım bulmak ve birleştirmek
mümkünse bu yapılır. Analarını birleştirmek mümkün olmadığı takdirde ihtilâf
üzere bırakılır.
1- Hadîsi
bâzı râvîlerin bütün olarak teferrüâtiyle, bâzı râvîlerin
de kısa olarak rivayet
etmeleri zahiren bu iki Hadîs arasında ihtilâf var gibi gösterebilir. Eğer Hadîs, icmâ'en ve tafsîlen
bilinmiş olsa, muhtasar olanla mufassal olan arasında ihtilâf olmadığı
anlaşılır. Şafiî bu hususta diyor ki: "Hz, Peygamber'e bir şey sorulur, o
da o mes'ele hakkında sorulan kadarına cevap verir. Bir râvî bunu kısaca
rivayet eder, bir kısmını alır, başka bir râvî mes'eleyi etrafiyle
rivayet eder. Biri mes'elenin
başında bulunmaz, yalnız cevaba
yetişir, onu rivayet eder. Cevaba sebep
olan mes'eleyi cevaptan çıkarır."
2- Hz.
Peygamber bir Sünneti bildirir ve onun hükmünü açıklar. Başka bir halde ona muhalif bir hüküm bildirir, Ayrı
ayrı hükümleri îcâbettiren o iki hâl
beyan olunmaksızın o iki hüküm rivayet olunur, böylece ikisi arasında
muhalefet göze çarpar. Eğer ayrı hükümlerin ayrı hâlleri beyan olunsaydı arada
ihtilâf olmadığı, her hükmün kendine has bir hâli bulunduğu anlaşılırdı.
3- Bâzan Hz.
Peygamber bir mânâdan dolayı bir hükmü Sünnetle bildirir. Aynı mânâyı taşıyan
diğer bir şey hakkında başka bir sebeple başka türlü hüküm verir. İkinci
şeydeki fazlalık dolayısiyle onun hükmü de değişik olur. Râvîlerden her biri
—sebepleri belirtmek sizin— hükümleri bellerler. Ulemâ, her râvinin ayrı ayrı
rivayet ettikleri hükümleri duyunca, arada ihtilâf var sanırlar, halbuki
hakîkatta arada ihtilâf yoktur. Şafiî bu hususta diyor ki: "Bir mânâdan
dolayı bir hükmü Sünnetle bildirir, bir i'tibarla ona benzeyen başka bir
i'tibarla ondan ayrılan bir şey hakkında başka türlü hüküm verir; çünkü
durumları başka olduğundan hükümleri de başkadır. Biri bu Sünnetlerden birini,
diğeri başkasını beller. Her râvî bellediğini rivayet edince, bunları dinleyen
bâzı kimseler, arada muhalefet olduğunu sanırlar. Halbuki ortada böyle bir şey
yoktur."
Bu suretlerin hepsinde
Hadîsleri birleştirmek mümkündür. Hadîsleri incelemek, rivayetleri araştırmak,
insanı kat'î olarak bu neticeye götürür. Eldeki Hadîslerdeki ihtilâfın arasını
bulmak mümkün olmazsa, işte ikinci kısım budur. Bu kısımda ihtilâf yalmz
zahiren değildir, zahiren ve manen ihtilâf mevcuttur. Şafiî (Allah ondan razı
olsun) bu kısımda da üç yol tutuyor. Bunlardan her biri kendinden önceki mümkün
olmamağa göre sıralanır:
1-
Hadîslerden birinin önce, diğerinin sonra olmasını farz ve takdir eder. Sonraki
Hadîs, öncekini neshetmiş olur. Mensûh Hadîsi rivayet eden râvî, nâsıh olan Hadîsi bilmediğinden onu
rivayet etmiştir. Eğer böyle bir nesih
varsa, bunu araştıran kimse, tahkik neticesi olarak bunu bulur. Çünkü bir
neshi, bâzı ulemâ görmediyse de bütün ulemânın gözünden kaçması olamaz,
araştıran bunu behemehal bulur.
2- İki Hadîs
arasındaki ihtilâfı te'lif yoluyla
birleştirmek mümkün olmadığı gibi, araştırma neticesi nesholduğu da
bulunmazsa, o zaman Şâfü bu iki Hadîsi sened yönünden mukayese yapar. İki
Hadîs sübût bakımından aynı derecede değilse yâni biri rivayet i'tibâriyle
diğerinden daha kuvvetli ise, o zaman sübutça daha kuvvetli olan alınır,
diğeri bırakılır.
3- îki
Hadîsten birinin delâlet ettiği şeyi, Allah'ın Kitabından veya Peygamber'in
sabit Sünnetlerinden takviye eden bir delâlet varsa veya o mânâyı gösterir
başka delil bulunursa o Hadîs alınır.
imam Şafiî (Allah
ondan razı olsun), iki Hadîs arasmda ihtilâf bulunsun da bunların arasım
bulmak mümkün olmasın, böyle bir şey farzet-miyor. Ona göre Hadîslerin ya arası
birleştirilir, ya nâsih ve mensûh olan bilinir, ya sübût bakımından kuvvetli
olan tercih olunur. îki Hadîs sübût bakımından aym kuvvette olsunlar da
aralarında ihtilâf bulunsun da bunu birleştirmek mümkün olmasın, bu olamaz.
Nâsih ve mensûh Hadîslerde cereyan eden neshin, bütün ulemânın gözünden kaçmış
olmasına ihtimal vermez. Şafiî'nin bu görüşü araştırmaya dayanmaktadır. O bu
hususta amel: düşünür, tatbikata bakar. Bir esasa dayanmayan, senedi bulunmayan
faraziyyeler peşinde koşmaz. Onun için şöyle diyor: "Hz. Peygamber'in
birbirine muhalif iki Hadîsi olsun da o ihtilâftan kurtulmanın yolu
bulunmasın, böyle bir şey yoktur. O iki Hadîsten birini ya Kitabdan veya başka
bâzı delillerden birine uygun olmasiyle tercih etmek vardır." Şafiî,
ileri sürdüğü her kaideye birbiriyle taaruz hâlinde olan Hadîslerden misâller
getirmekte, onların arasını telif ederek birleştirmekte veya birinin
neshedildiğmi göstermekte veyahut aralarında tercih yapmaktadır. [31]
İmam Şafiî (Allah ondan
razı olsun), Allâhu Teâlâ'nın Kitabına nazaran Sünnetin yeri nedir, bunu beyan
etmiştir. Ona göre Kur'ân-ı Ke-rîm'e nisbetle Sünnet beş kısma ayrılır:
1- Sünnet,
Kitabın mücmelini beyan eder. Kur'ân'da icmâlen bildirilen farzları açıklar.
Onları tafsîlâtiyle bildirir, vakitlerini beyan eder.
2- Kur'ân'm
ammlarını beyan eder, umum murad edilen âmmları, Allâhu Teâlâ'nın husus murad
ettiği âmmları açıklar.
3- Kur'ân'ın
nassiyle sabit olan bâzı farzlar ki, Hz. Peygamber, Allâhu Teâlâ'dan kendisine
vâki' olan vahy ile, o farzlarla ilgisi veya onlar üzerine, müterettip bâzı
hükümler ziyâde etmiştir.
4- Hadîs,
Kur'ân'm nassında zikrolunmayan bir sünnet bildirir, bu doğrudan Sünnetle
teşri'dir, Kur'ân'ın nassma ziyâde suretiyle değildir.
5- Sünnetle
nâsih ve mensûha istidlal etmek.
Şafiî'nin
Er-Risâle'sinde dediklerinden alarak bu beş kısımdan her oıri hakkında birkaç
kelime söyleyelim: Bu beş kısımdan ilk üçünü derli toplu bir surette bir asla
götürmek mümkündür. O da Sünnet-i şerîfenin Kur'ân-ı Kerîm'i beyan ettiğidir.
Sonuncu kısım da Kur'ân'ı beyanla ilgili sayılabilirse de onun sahası çok geniş
olduğundan ondan söz açmağı nesih bahsine bırakıyoruz. [32]
Ulemâ ittifak etmiştir
ki, Kur'ân-ı Kerîm, mânâlarının beyanında, maksat ve gayelerinin tanınmasında,
ahkâmının bilinmesinde Peygam-faer'in Sünnetinden faydalanır. Hiç kimse,
Sünnet-i seniyyeden faydalan-maksızm Kur'ân'ı anlamağa ve hükümlerini bilmeğe
muktedir olduğunu ileri süremez. Bilindiği gibi, Sünnetin bir kısmını inkâr eden
bir taife vardır. Hattâ onlardan biri, Mutarrif b. Abdullah'a şöyle demişti:
"Bize ancak Kur'ân'dan bahsedin." Mutarrif de ona şu cevabı vermişti:
"Biz Kur'ân'ı hiçbir şeyle değişmeyiz. Biz ancak Kur'ân'ı bizden daha iyi
bilen Peygamber'in sözlerini istiyoruz." tmam, Evzâî, Hassan b. Atiyye'den
şunu naklediyor: "Vahy, Hz. Peygamber'e nazil olurken Cebrail Kur'ân'ı
tefsîr eden Sünneti getirirdi." Bir kimse, Kur'ân'da her şeyin beyanı ve
tafsilâtı var iddiasında idi. Sünnete ihtiyaç yok, diyordu. îmrân b. Hu-sayn
ona şöyle dedi: "Sen ahmak bir kişisin. Öfle namazının farzının dört
rek'at olduğunu, öğle namazında Kur'ân'm aşikâre olmadığım Kur'-ân'da buluyor
musun?" Aynı tarzda diğer namazları, zekâtı, mikdarlan-nı saydı ve,
"Bunları Allah'ın Kitabında açıklanmış buluyor musun?" diye sordu.
Kur'ân-ı Kerîm, bu
tarzda Sünnetin beyamna muhtaç olduğu bilinince, söyle bir sual akla
gelebilir: Öyleyse nasıl olur da Kur'ân-ı Kerîm'de ahkâma mütaallik her şeyin
beyanı vardır denebilir? Halbuki Kur'ân Sünnetin beyanına muhtaç diyorsunuz?
Buna şöyle cevap verilir: Kur'-ân'ın beyanları küllidir, cüz'î değildir,
icmalidir, tafsîlî değildir. Sünnet Kur'ân'âa icmâlen bildirileni beyan edip
açıklar. Küllî olanları, herkesin anlayabileceği şekilde insanlara beyan eder. Eğer
Peygamber'in beyanları olmasa, insanların bilgisi ona erişemez, "Kur'ân'ı
biz indirdik, onun koruyacasn da bizaz." [33]
Şafiî (Alİah ondan
razı olsun), işte böylece Kur'ân'a nazaran Sünnetin yerini belirtmiş, Sünnetin
Kur'ân'ı beyan ettiğini, mücmel olanları tafsîl eylediğini. bildirmiştir.
Sünnetin Kur'ân'ı beyanım üç kısma ayırdık. Bunları Kur'ân'dan bahsederken
zikretmiştik. Bu üç kısma: Kur'ân'-ın mücmelini beyan eden, âmm'Ia hususîlik
murad olunan kısımlarla ve ihtimal bulunduğu zaman murad olunan mânâyı tâyin
eden kısımdan ibarettir.
Şafiî, bu sonuncu
kısma misâl olarak şunu gösterir ve bunu mücmeli beyan nev'inden sayar: Bir
kızla halasını, keza bir kızla teyzesini bir nikâh altında bulundurmanın haram
olduğudur. Nikâhla alınması haram olanlar, âyet-i kerîmede şunlardır:
"Analarınız, kızlarınız, kız kardeşlerinize, halalarınız, teyzeleriniz,
kardeşlerinizin lozîan, kız kardeşlerin kızları sîze haram kılındı... îki kız
kardeşi birlikte almak da haramdır."[34] Âyette
haram olanlar sayılarak, "Bunlardan başkaları size helâl kılındı."
buyurulmuştur. Şafiî bu konuda diyor ki: "Bu iki mânâya muhtemeldir.
Birisi şudur: Aîlâhu Teâlâ'nın haram oidukİP^mı bildirdiği kadınları almak
haramdır, haklarında bir şey söyle ney ip sükût edilenler helâldir. Bunların
dışında kalan kadınlar size helâl kılındı.' âyeti de bu hükmü açıklar. Âyetten
açık olarak anlaşılan mânâ budur. Âyette açık olan bir cihettir ki, iki kız
kardeşi birlikte almanın haram oluşu, anaları nikahlamanın haram oluşundan
başka bir maksatladır. Allah'ın helâl kıldıkları helâl, haram kıldıkları
haramdır, iki kız kardeşin birlikte alınmasının yasak edilmesi ise,
nehyedildiği gibidir. Bu yasak iki kız kardeşin birlikte alınmasını
nehyettiğinden, bundan yasa.k edilenin iki kız kardeşin bir nikâh altında
toplanması olduğunun anlaşıldığıdır. Başka zamanlarda ayrı ayrı nikâhlanmaları
ise asıl i'tibâriyle helâldir. Bunlardan başka: Analar, kızlar, halalar,
teyzeler asıl i'tibâriyle haramdır. Allâhu Teâlft'mn, 'Bunlardan başka kadınlar
size helâl kılındı.' âyetinin mânâsı: Asıl i'tibâriyle haranı olanlara
şâmildir. Süt emzirme suretiyle olan akrabalık da, bu "suretle nikâhı
helâl kılınanları alma hususunda onlar gibidir..."[35]
Bunlardan görülüyor ki, Şafiî ikinci ihtimale göre şunu açıklıyor:
Ni-kâhlanılması haram olan kadınları bildiren âyetten sonra, "Bunlardan
başkaları size helâl kılındı." âyetinin mânâsı, haddizatında helâl olanlardır.
Başka bir şeye izafetle haram olanlar değildir. Aslında nikâh şartlarına göre
helâldirler. Başka bir sebeple haramdır. Dörtten fazla almanın haram olması
böyledir, bu, haddizatında helâl olmağa aykırı değildir. 'Çünkü Kur'ân'da beyan
olunan helâl olma keyfiyeti, nikâh şartlarına göredir, yâni dörtten fazla
almamakla mukayyeddir. Sünnet açıklıyor ki, bir kadın halasiyle, teyzesiyle
birlikte alınamaz[36].
Böylece Sünnet âyetin umûmundaki helâl olmanın şartını tâyin etmektedir. Bu
asıl helâl olma ile taaruz etmez. Çünkü helâl olmak, nikâh şartlarına ve
kaidelerine göre olmakla mukayyeddir.
Şafiî, bu hususta şu
âyet-i kerîmeyi de misâl getirmektedir: "De ki: Bana vahy olunanda: Leş,
akıtılmış kan, domuz eti —ki pistir— ve yoldan saparak Allah'dan başkası adına
kesilen hayvandan başkasını yemek haram olduğuna dâir bir emir bulamıyorum."[37]
Bu âyet-i kerîmenin
şunlara ihtimali vardır: İnsanlara yemesi haram olan şeyler âyet-i kerîmede
yenmesi yasak edilenlerdir ki, onlar da: Leş, akmış kan, domuz eti, Allah'dan
başkası nâmına kesilen kurbanlardır. Âyetin zahirinden anlaşılan budur. Buna
muhalif bir şey bulunmayınca bu mânâya gidilir, Âyet-i kerîmede şu ihtimal de
vardır: Bu söz, Hz. Pey-gamber'e sorulan bir suâle cevap olabilir. Ancak
sorulan kadarına cevap verilmiştir. Suâl ile alâkalı olanlar bu haram oldukları bildirilenlerdir. Bunlardan başka haram, olan şeyler bulunmasını bu nefî etmez.
Yâni âyette helâl ve haram olma ciheti mutlak değildir, ancak sorulan kadarında
helâl ve haram olanları beyan eder. Âyetin, Arapların yedikleri, yemeğe alışık
oldukları şeylerden haram ve helâl olanlarla mukayyed olması ihtimali de
vardır. Onlardan haram ve helâl olanları beyan etmiş «olabilir, bu
sayılanlardan başka haram şeyler
bulunmasını âyet asla .
nef'etmez. Sünnet, âyetin mukayyed
bulunması ihtimâlini te'yid etmek' tedir. Ebû Sa'lebe'nin rivayet ettiği
Hadîste, âyette haram oldukları sayılanlardan ma'dâ haram olan şeyler
zikrolunmaktadır: Hz. Peygamber yırtıcı hayvanları yemeği yasak etmiştir. Ebû
Hüreyre de şu Hadîs-i Şe-rîfi rivayet etmiştir. Hz. Peygamber (Ona salât ve selâm olsun) şöyle buyurmuşlardır: "Parçalayıcı dişi olan her yırtıcı hayvanın yenilmesi
haramdır." [38]
Kur'ân-ı Kerîm'de
hükmü bildirilmiş bâzı farzlar vardır ki, Hz. Peygamber de o hususta Sünnetiyle
beyanda bulunmuştur, Sünnet Kur'ân'-i'
dakine ziyâde olarak bir şey ilâve etmez, belki Kur'ân'm zahirine uygun
bir şey getirir, onun mânâsım te'kîd eder. Taharet âyetiyle beraber Hz.
Peygamber'in Sünneti de bu konuda açıklama yapar. Allâhu Teâlâ söyle buyurur:
"Ey inananlar, namaza kalktığınızda yüzlerinizi, dirseklere kadar
ellerinizi, topuklarınıza kadar ayaklarınızı yıkayın, başınıza da mesnedin.
Eğer cünübseniz yıkanıp temizlenir.[39]
Diğer bir âyet-i
kerîmede ise §öyle buyurmuştur:
"Ey imananlar, serhoşken
ne dediğinizi bilene kadar, namaza yaklaşmayın. Cünübken de gusül edene kadar
yaklaşmayın; ancak yolcu olan müstesnadır."[40]
Hz. Peygamber (Ona
salât ve selâm olsun), abdesti Kur'ân-ı Kerîm'-_de zikredildiği üzere
öğretmiştir: Yüzünü yıkamış, kollarını dirseklerine kadar yıkamış, başına
meshetmiş, ayaklarım da topuk kemiklerine kadar yıkamıştır. Bir adam, Abdullah
Ibn-i Zübeyr'e sordu: "Hz. Peygamber Efendimiz'in nasıl abdest aldığım
bana gösterir misin?" dedi.
Abdullah îbn-i Zübeyr
de:
"Evet, gösteririm,
dedi ve abdest almak için su istedi. Evvelâ ellerine su döküp onları güzelce
yudu, sonra ağzına üç kere su alıp çalkaladı, sonra burnuna üç defa su çekti.
Sonra yüzünü üç defa yıkadı, sonra kollarını dirseklerine kadar üç defa
yıkadı. Sonra basma elini koyup ileri geri götürerek meshetti, başının ön
tarafından başlayıp arkaya doğru ensesine kadar elini götürdü. Sonra ileri
doğru çekerek başladığı yere getirdi. Sonra iki ayağını yıkadı." Hz.
Peygamber bu Sünnetiyle Kur'ân-ı Kerîm'deki abdest âyetini böylece îzah etmiş
oldu. Bu Kur'ân'm zahirinden anlaşılanı te'kid etmektedir. Bir delilden neş'et
etmese dahi ortaya bir ihtimal hâlinde çıkan her şeyi ortadan kaldırdı. Allâhu
Teâlâ âyette yüzün, ellerin, ayakların yıkanmasını istiyor. Bu yıkanmanın bir
defa olması muhtemel bulunduğu gibi birkaç defa olması da muhtemeldir. Zahir
olan bir defa ile iktifa etmektir. Sünnet bu zahir mânâyı te'yid etti. Kur'ân'm
zahirine göre eller yıkanırken dirseklerin, ayaklarla birlikte topukların da
yıkanmasının farz olmasıdır. Uzak bir ihtimâl olarak onların yıkanması
gerekmeyebilir de. Sünnet zahir olan mânâyı te'yid etti, uzak ihtimâli ortadan
kaldırdı. Sünnet, gusül işinde de Kur'ân'm zahirini te'yid ederek açıklama
yapmıştır.
Bunlardan görülüyor
ki, Sünnet, Kur'ân'm zahir olan mânâsım îzah etmektedir. Ortada bir ihtimâl
belirse o ihtimâli kaldırarak, âyetin zahirinden anlaşılanı te'yid eder.
Halbuki geçen kısımda Sünnet böyle değildi. O kısımda, âyetin zahiriyle pek
uyuşmayan ihtimâli tâyin ederdi. Böylece Kur'ân'ı mücerred lâfzın zahirinden
almandan başka türlü beyan ederdi, nasıl ki nikâhları haram olan kadınları
bildiren âyette böyle olmuştur.
Bütün bunlar bize
Sünnetin Kur'ân-ı Kerîm'i nasıl beyan ettiğini göstermektedir. Sünnet,
Kur'ân'ın mücmelini beyan eder, zahirini îzah ve te'yid eder. Âmmını tahsis
eyler. Şafiî bunların hepsine misâller getirmekte, cüz'î mes'elelerle
açıklamaktadır. Böylece mezhebinin usûlünün yollarım aydınlatmakta, nassları, nasıl anladığını göstermektedir. [41]
Kur'ân'a nazaran
Sünnetin mevki'ini gösterirken îmam Şafiî'nin zikrettiği dördüncü kısım budur.
Şafiî, böyle bir kısmın bulunup bulunmadığı hakkında ulemânın ihtilâfa
düştüklerini söyler. Ulemâdan bir kısmı: Sünnet, Kur'ân-ı Kerîm'e ziyâde olarak
müstakil bir hüküm getirmez, demektedir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de islâm
şeriatına mütaallik her şey beyan olunmuştur. Nasıl ki, Kur'ân-ı Kerîm bunu
tasrih eder, "Kitabı her şeyi beyan için indirdik.". (Veda' Haccında)
son inen âyet-i kerîmede Allâhu Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Bugün sizin
dîninizi kemâle erdirip tamamladı size olan ni'metimi tam verdim, sizin için
din olarak İslâm'ı seçtim.[42]
Kur'ân-ı Kerîm'in nüzulünün tamam, olmasıyla din kemâlini bulmuş,
tamamlanmıştır. Bu, Kur'ân'a ziyâde olarak Peygamberin müs-takiüen getirdiği
bir hüküm olmadığına bir delildir, diyorlar. Bu görüşü beyan ederken Şafiî'nin
dedikleri böyledir. Şafiî'nin sözünün gelişinden, seçtiği bir görüş olduğu
anlaşılan onca makbul görüş de Sünnet, Kitab üzerine zâid hükümler getirir.
Şafiî diyor ki: "Hakkında Kitabda nass bulunmayan bir şeyi Hz. Peygamber
Sünnet kılmarmştır, derler. Bâzıları ise diyor ki: Allâhu Teâlâ Peygamber'îne
itaati farz kılmakla, dâima kendi rızâsına uygun hareket edeceğini bilmekle
hakkında Kitabda nass bulunmayan bir şeyi Sünnet kılmasını tanımıştır. Bâzıları
ise Kitabda esası olmayan bir şeyi asla Sünnet kıhnamıştır, demişlerdir. Meselâ
o, Sünnetiyle namazların sayısını, kaç rek'at olduğunu beyan etmiştir. Onun bu
fili, Kur'ân'la sabit namazın farz olması esasına dayanır. Ahm, satım vesaire
hakkında Sünnetle beyan buyurdukları da böyledir, yâni esası Kur'ân'dadir.
Allâhu Teâlâ diyor ki: 'Mallarınızı aranızda haksız bir yolla yemeyiniz.',
'Allah alış verişi helâl kıldı, ribayı haram kıldı.. Hz. Peygamberin haram ve
helâl dedikleri, Aliâhu Teâlâ tarafından onları beyan etmesiyledir, nasıl ki,
namazı tafsîlâtiyle bildirdi. Bâzıları ise şöyle diyorlar: Kendisine Allah
tarafından Peygamberlik verildiğinden Sünnet Allah'ın farz ettiği veçhile
tesbît etmektedir. Bâzıları da şöyle diyor:
Sünnetle bildirdiği
her şeyi Allah onun kalbine koymuştur, onun Sünneti hükmündedir."[43]
Bu sözlere göz atarsak
dört kısma ayrıldığını görürüz ki, bunlar iki asla dayanır. Bir kavle göre Hz.
Peygamber'in Sünneti Kitab'da esası bulunan bir şeyi vaz' etmektedir.
Diğerlerine göre ise Sünnet, Kitâb'a ziyâ-asla dayanır. Bir kavle göre Hz.
Peygamber'in Sünneti Kitab'da esası bunu gösterir.) Şu kadar var ki, bunların
bir kısmı: Sünnet masum olan Peygamber'in lisânından sâdır olduğa ve Allah'ın
tevfîkıyle onun rızâsına uygun bulunduğu için kabul olunur, diyor. Diğerleri:
R
Sünnetin getirdiği
hükümlerden bâzıları şunlardır: Ehli eşeklerin yenmesinin haram olması, diyet,
esir âzâd etme vesaire.. Bunları Şâfü Er-Risâle'de zikretmiştir. Burada şunu da
belirtelim ki, Şafiî; Sünnetin, Kitabda nass ile bildirilmemiş hükümler
getirdiğine kail olmakla beraber, açık olarak: Sünnet, Kitaba tabi'dir, ona
râci'dir, diye de tasrih etmektedir. [45]
Şafiî'nin, Kur'ân'a
nazaran Sünnetin beşinci kısmı olarak saydığı kısım nesholunanı beyan edendir.
Onun için, nesh bahsini, Şafiî'nin Er-Risâle'de beyan ettiği gibi, etraflıca
anlatmak gerekiyor. Onu bağlı bağına bir bahis olarak görelim. [46]
Nesih: Arada terâhî
olmak şartiyle sonra gelen nassla, Önceki nassla sabit olan bir şer'î hükmü
kaldırmaktır. (Hükmü kaldırılan önceki nassa mensûh, yeni nassa da nâsih
denir.) Nâsih ile mensûh arasında, mensûh hükmün işlenip yerleşebileceği kadar
bir zaman geçmiş olacaktır. Eğer nâsih olan, hükmü kaldıran sonraki nass
gelmeseydi, önceki hükümle amel etmeğe devam olunacak, onun hükmü duracaktı.
Semavî dinler arasında
nesih vâki' olmuştur, bir dînin şerîatı, diğerini neshetmiştir. Hattâ bir
şerîatta bile nesih cereyan etmiştir. Hz. Mû-sâ Aleyhi's-selâm'm şeriatı, ondan
öncekilerdeki bâzı hükümleri neshet-tiği gibi Hz. îsâ Aleyhi' s- selâm'ın
şeriatı da, Hz. Musa'nın dinindeki bâzı hükümleri neshetmiştir. Cumartesi
gününün haram olmasını kaldırmıştır, îslânı Dîni de Hz. Musa'nın ve Hz. îsâ'nın
getirdiklerinin birçoğunu neshetmiştir. Ancak bunlar amele dâir hükümlerdir.
Semavî dinler arasında bâzı hükümlerde değişiklik olsa da, onlar Allah'ın
tevhidinde ve ahlâkî gayelerde birleşiktirler. Onun için Hak Sübhânehû ve
Teâlâ Hazretleri, bütün Peygamberlerin dinlerinin cümlesinin bir olduğunu,
aralarında asla ayrılık ve aykırılık bulunmadığını bildirmektedir. Bu birlik,
külli esaslar, umûmî asıllar i'tibâriyledir. Bütün dinler, tevhîd esasında birleşir.
Bundan başka hepsi güzel ahlâk ve insanların fazileti hususunda birleşiktirler.
Bütün dinler, fazilet sahibi bir cemiyet, üstün bir toplum meydana getirme
gayesini hedef tutmuşlardır. Cemiyetler muhtelif olduğundan, onları ıslah
yolları da muhtelif olmuştur.
Allâhu Teâlâ şöyle
buyurur:
"O, dinden Nuh'a
tavsiye ettiğini, sana vahyettiğhmzi, İbrahim'e, Musa'ya ve îsâ'ya tavsiye
ettiğimizi, sizlere tutacak yol kıldı; dîne dosdoğru sanlın, onda ayrılığa
düşmeyin. Senin Müşrikleri davet ettiğin şey kendilerine güç geldi. Allah kimi
dilerse onu seçer; kim kendisine yönelirse onu doğru yola iletir."[47]
Bu semavî dinlerin
getirdiği şeriatlar, tafsîlî hükümlerde ve muhitlerin ihtilâfı yüzünden
cemaatların ıslâhı yollarında birbirinden farklı olmakla beraber Özde
birleşiktirler, esaslarda birbirine muvafıktırlar. Birbirlerini neshetmeleri
cemaatları ıslâh hususunda tutulan yolla ilgilidir. Çünkü her cemâatin ıslâhı
için bir yol vardır. İnsan nev'inden her birinin bir hidâyet yolu, onu doğru
yola götürmenin bir usûlü vardır. Bunun için en kâmil olan İslâm Dîni, beşer
aklı olgunlaştıktan ve tekâmül ettikten, asırların tecrübeleriyle insanların
özleri cilalanıp ruhları yükseldikten sonra geldi; içtimâi olaylara ve
insanları hidâyete götüren yollara müteallik hükümlerin çoğunu küllî kaideler
ve umûmî esaslar halinde getirdi. Onun muhatabı bütün bir insanlık idi,
gelecek nesiller idi. Bu i'tibarla her zaman ve mekân için uygun bir din oldu.
Çünkü küllî kaideler değişmez; onları anlamakta akıllar niza'a düşmez. Fakat
bunların insanlara tatbiki yolu başka başkadır. Onun için bu iş, fikir
sahiplerinin içtihadına bırakıldı. [48]
îslâm şeriatında nâsih
ve mensûh vardır. Hz. Peygamber'in neshini bildirdiği hükümler vardır.
İhtilaflı olmakla beraber bunların bâzısı da Kur'ân/dadır, deniyor. Bu hükümler
kendi zamanlarına uygundu; vaktine mülayim idi. Onların vücûdunu îcâbettiren
şartlar değişince, bu muvakkat hükümler nesholunarak onların yerine muhkem
olan hükümler geldi. Bunlar Hz. Peygamber hayatta iken oluyordu. Hz.
Peygamber'in "Ahaliyle nesh de durdu, Hz. Peygamber'den sonra nesh yoktur.
O, bi-zeışerîatını muhkem hükümler halinde birleşmiş daimî bir yol olarak
bı-tı. Zamanın îcâbı olarak muvakkaten vaz' olunan hükümleri Hz, Peygamber beyan ederdi. Kıyamete kadar nesiller boyunca
devanı, edecek mukarrer ve sabit olanları da bildirirdi.
îslâm Dîni'nde acaba
niçin nesh vardır? Cemaatların ahvâlini bilen, onların ıslâh çarelerine vâkıf
olanlar için bunun cevabı çok kolaydır. O samana bir göz atalım. Hz. Peygamber,
bir din sahibi olmayan, bir şeriatla mukayyed bulunmayan bir iiıiîîete
Peygamber olarak geldi. Arapların sabit, kararlanmış bir tutumları, üzerinde
belli bir gayeye doğru yürüdükleri bir yolları yoktu, bir nizama bağlı
değildiler. Eğer İslâm Dîni'-nin bütün hükümleri onlara birden inseydi buna
takat getiremezlerdi, dînî tekliflerin hepsi toptan gelseydi onlardan nefret
ederler, ürküp kaçarlardı. Onun için Kur'ân kısım kısım, nazil oldu, hükümler
azar azar vaz' olundu. İslâm'ın güzelliğini kavrayıp onun neşvesini duyunca
kalb-ieri İslâm'a ısındı, gönülleri nurlanıp aydınlandı, Fazîlet duyguları kendilerine
hâkim olup islâm'ın üstün ahlâkı aralarında birleşince dînin bütün hükümlerini
yerlerine getirmekle muhatap tutuldular. Eskiden mubah olan birtakım şeyler
haram edildi. Önce mükellef olmadıkları şeyleri yapmaları istenildi. Dinde
tedrice nasıl riâyet- olunduğunu iki misâlle gösterelim:
1- Araplarda
câhiliyet devrinde kadınla erkek arasındaki
alâka, sağlam bir şekilde tanzim edilmiş değildi. Evlenme işi eşler arasındaki
bağları hukukî yönden tam olarak yoluna koymamıştı. İçlerinde İslâm'ın da kabul
ettiği şekilde sahîh bir nikâhla birbirine bağlananlar bulunduğu gibi, başka
türlü bağlananlar da vardı. Kimisi metres ve odalık tutuyor, kimisi de müt'a
nikâhı denen muvakkat nikâh yoluyla birleşiyorlardı. İslâmiyet gelince, açık
ve kapalı her türlü fuhşu, kabalığı haram etti. Halbuki câhiliyet devrinde,
Allah tarafından haklarında hiçbir şey indirilnıe-diği halde "sırf âdet
kabilinden bâzı şeyleri haram sayıyorlar, bâzı şeyleri de helâl addediyorlardı.
Câhiliyet devrinde müt'a nikâhına alışmışlardı, islâmiyet gelince, câhiliyet
alışkanlıklarından ve eşlerinden ayrı bulunmalarından dolayı harb zamanlarında
bu mutlak yasak onlara ağır geliyordu. Onun için Hz. Peygamber harb sırasında
müt'a nikâhı yapılmasına ruhsat verdi. Sonradan bunu kıyamete kadar sürmek üzere kat'î surette haram kıldı.
2- İslâmiyet
geldiği saman, Araplar şarap içmeği bir iftihar vesilesi sayarlardı, bunun
için önce onları bu hâl üzere bıraktı. Yavaş yavaş islâm'ın ruhuna ısınıp
hikmetini anlamağa başlayınca şarabın zararlarını tanıdılar, kötü bir şey
olduğunu anladılar. Kur'ân onları yavaş yavaş buna alıştırıyor, yasağa
hazırlıyordu. Şarabın günah ve zararının faydasından daha çok olduğu haber
verildi, sarhoşken namaz kılmak yasak edildi. Aklı başında olanlar, şarabın
kötülüğünü anlamışlardı. Kalb gözü açık olan, dâima ilerisini gören Hz. Ömer;
"Yâ Rab, şarap hakkında bize kesin beyanda bulun." niyazında
bulunmuştu. Nihayet şu âyet-i kerîmeler inerek şarabı kat'î surette yasak
etti: "Ey îman edenler, gerçekten şarap, kumar, tapınmak için dikilmiş
taşlar, fal okları bunlar şeytan işi pis şeylerdir. Onlardan sakının ki, kurtul
asınız. Gerçekten şeytan, şarap ve kumarla sizin aranıza düşmanlık koymak, kin
sokmak ister. Siei Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymağa çalışır. Siz de
artık bundan vazgeçtiniz, değil mi ?"[49]
Ruhları bu yasağa hazırlanmış olduğundan dillerinden önce kalbleriyle:
Vazgeçtik, dediler. Doğruya hidâyet, sağlam nizâma, doğru yola irşad böyle
olur. [50]
Bu mânâya oları nesih,
îslâm târihinin başlangıcıyla pekâlâ uyuşmaktadır. Şunu da açıklamamız
gerektir ki, sübûtundan devama delâlet eden bir şey bulunan hükümde nesih
cereyan etmez. Çünkü nesih muvakkat hükümlerin sona erdiğini bildirmektedir.
Müebbedlerde bu olmaz. Onun için fukahâ, ebedî olarak devam edeceği gösterilen
hükümlerde nesih vukubulmadığını söylemişlerdir. Meselâ Hz. Peygamber'in şu
Ha-dîs-i Şeriflerinde nesih cereyan etmez: "CEhad, kıyamete kadar devam
eder.", "Müt'a nikâhı kıyamet gününe kadar haramdır..." Çünkü
nesih muvakkaten teşri' edilmiş olan hükümde vukubulur. Allâhu Teâlâ Kitabında
ve kendi arzusuna göre konuşmayan Peygamber de lisânından sâdır olan
Hadîslerinde, ebedî olduğu belli olan bir hükmün neshedileceği asla yoktur.[51]
Nesih İslâm'ın ilk
zamanlarında tafsîlî hükümler nazil olduğu sırada İslâm cemâatinin
ihtiyaçlarına cevap vermek için olduğundan külli esaslarda asla nesih
vukubulmamıştır. Nesih ancak cemâatin bâzı ahvâline müteallik cüz'î hükümlerde
cereyan etmiştir. Onun için nesih, Medine'ye hicretten sonra, Hz. Peygamber
bir İslâm Devleti ve bir üstün medeniyet, faziletli insan camiası kurmağa
başladığı zaman vukubulmuştur, Çünkü o zaman ilk İslâm cemâatinin ihtiyaçlarına
cevap vermeğe, ıslâh çareleri bulmağa bağladı. Bir devlet kurmak için lüzumlu
olan nizamları ve içtimaî düsturları kurmağa girişti[52].
Ulemâ ittifak etmiştir ki, ukalânın, hüsün ve kubhunda ihtilâfa düşmedikleri
şeylerde nesih yoktur. Çünkü onlardaki hüsün ve kubh onlardan ayrılmaz, sukutu
kabul etmez. öyle olunca da onlarda nesih cereyan etmez. Allah'a îman etmek,
anaya, babaya itaat etmek, doğru söylemek, yalandan kaçınmak vesaire böyledir.
İnsanlar bunların her zaman ve mekânda iyi ve hayırlı olduğunda
birleşiktirler. Yalan ve kaatil gibi şeylerin kötü olduğu da böyledir. Bu gibi
umurda nesih vuku' bulmadığında ulemâ ittifak halindedirler. Bununla beraber
onlar, aklen hüsnü sabit olan şeyin neshinin caiz olup olmadığında ihtilâf
etmişlerdir. Akıl, eşyanın hüsnünü ve kubhunu idrâk eder, eşyanın zatî hüsün ve
kubhu vardır, diyen ulemâ, aklın, kub-hunu ve hüsnünü isbat ettiği şeylerde
neshin cereyan etmesini menetmiş-lerdir. Eşyanın zâti hüsnü ve kubhu yoktur,
diyenler neshi caiz görürler. Onlara göre eşyada hüsün, şâri'm onu emir ve
talep etmesiyledir. Kubuh da nehiy etmesinden ileri gelir[53].
Nazarî olarak bu
ihtilâf ne olursa olsun, şeriat onların ihtilâflarından uzaktır. Akılların
kubhunu ve hüsnünü isbat ettiği şeylerde nesih olmadığım, araştırmalar bize
göstermektedir. Allah o bedevi Araba rahmet etsin ki, kendisine; "Hz.
Muhammed'e niçin inandın?" denildiği zaman göyle cevap vermiştir:
"Baktım, Muhammed
bir işi: Yap, desin de, akıl ona karşı çıkarak: Yapma, desin, böyle bir şey
görmedim. Keza Muhammed bir işi yapma desin de, akıl onu yap, desin, böyle bir
şey de asla görmedim." [54]
Özet olarak: İslâm
Dîni'nde nesih, çizmiş olduğumuz bu daire, zikrettiğimiz sınırlar içinde
cereyan ettiğini söyleyebiliriz. Şafiî Er-Risâle'-de bunu böylece takrir etmiş
ve bunun hikmetini şöyle anlatmıştır:
"Allâhu Teâlâ
insanları yaratmağı murad etti ve ilra-i ezelîsi üzere onları yarattı. Allâhu
Teâlâ'nın hükmünü durduracak yoktur. Onun hesabı gayet titizdir. İnsanlara her
şeyi beyan için hidâyet rehberi ve rahmet olarak Kitab indirdi. İnsanlara bâzı
farzları dâima duracak şekildei farz kıldı, insanlara merhametinden dolayı yüklerini
hafifletmek ve genişlik göstermek için bunlardan bâzılarım da kaldırdı,
neshetti. Bunu insanlara verdiği ni'metini artırmak için yaptı. Sabit
kıldıklarına devam ettiklerinden dolayı onlara Cennetini verdi, azabından
kurtardı. Sabit kıldıklarıyla da, neshettikleriyle de rahmeti insanları
kapladı. Ni'metle-rinden dolayı Allah'a hamd ü senalar olsun."[55]
Şafiî isbat ediyor ki,
nesih Kitabda da olur.[56]
Sünnette de olur. Kitabın neshi Kitabla olur, Sünnetin neshi de Sünnetle olur.
Yâni Kitabı Kitab, Sünneti de Sünnet nesheder. Kitabla Sünnet, Sünnetle Kitab
arasında nesih cereyan etmez.
Şafiî Kitabın neshini
beyana başlayarak diyor ki: "Allâhu Teâlâ onlara bildirdi ki, Kitabdan
neşrettiklerini ancak Kitabla neshetmiştir. Sünnet Kitabı neshedemez. Sünnet
Kitaba tabi'dir, Allâhu Teâlâ'mn mücs melen inzal ettiklerinin mânâsını
açıklar."
Bu sözleriyle Şafiî,
Sünnetin Kitabı neshetnıesinin mümkün olmadığını isbat ediyor. Sünnet haber-i
hâssa değil, haber-i âmme de olsa, hattâ haber-i vâhid değil de mütevâtir dahi
olsa Kitabı neshedemez.
Şafiî bu dâvasını
isbat için şöyle delil getiriyor: Kur'ân'ı ancak Kur'ân nesheder.
1- Allâhu
Teâlâ şöyle buyurur:
"Onlara bizim
açık âyetlerimiz okunduğu zaman, bize kavuşmağı ummayanlar derler ki: Bize
bundan başka bir Kur'ân getir veya onu değiştir. Onlara dersin ki: Ben bunu
kendiliğimden asla değiştiremenı, bunu yapmak benini elimde değil. Ben ancak
bana vahyolunana uyarım, fîabbime karşı gelirsem, büyük bir günün azabından
korkarım."[57]
Görülüyor ki, Allâhu
Teâlâ Peygamberine, kendisine vahyolunana uymasını farz kılmıştır. Vahyolunam
kendiliğinden değiştirmeğe Fey-gamber'in asla salâhiyeti yoktur. Şüphe yok ki,
nesih bir nevî değiştirmektir. Halbuki Peygamber'in değiştirmeğe hakkı yoktur.
Öyle olunca Kur'ân'ı ancak Kur'ân değiştirir, yâni nesheder.
Şâfif bu âyet-i kerîme
üzerine şunları söylüyor: " 'Ben bunu kendiliğimden asla değiştîremem.'
âyeti benim dediklerimi açıklamaktadır. Yâni Allah'ın Kitabım yine onun Kitabı
neshedebilir. Onun hükümlerini bidayette o tesbit ettiği gibi sonra da
onlardan dilediğini kaldırıp değiştirecek olan ancak O'dur. Mahlûklarından
hiçbir kimsenin böyle bir şey yapmağa hakkı yoktur."
2- Allâhu
Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Aliah dilediğini siler, dilediğini tesbit eder.
Ana Kitab onun katındadır." Bu âyet-i kerîme de, bundan öncekiler gibi,
gösteriyor ki, Kur'ân-ı Kerîm'de bir hükmü sabit kılmak ve nesih yoluyla ondan
bir hükmü kaldırmak ancak Allah tarafından yapılır, insanlardan hiçbir
kimsenin, Peygamber uahi olsa, böyle bir şey yapmağa yetkisi yoktur,
3- Allâhu
Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Bir âyetin yerini başka bir âyetle değiştirirsek, —Allah indirdiğini en iyi bilir—." (NahI: 101). Nesih bir
nevi' değiştirmektir. Nesholunan âyetin yerine gelecek olan ancak onun benzeri
olur ki, o da ancak âyettir. Sünnet olamaz.
Şafiî'nin bu konudaki
sözlerini inceleyen kimse görür ki, o Kur'ân'ı ancak Kur'ân'm neshetmesini ve
Sünnetin hiçbir suretle Kur'ân'ı neshe-deimyeceğini iki mukaddime üzerine
kurmaktadır:
Birincisi: Kur'ân-ı
Kerîm lâfzı ve mânâsiyle Allah tarafından gelmiştir. O Allah'ın bir
hüccetidir, Peygamber, onun bir benzerini getirmeleri için muhaliflerine onunla
meydan okumuştur. însan sözünden onun bir benzeri asla olamaz.
ikinci mukaddeme:
Kur'ân'm neshi ancak onun benzeriyle olabilir. Yâni lâfziyle ve mânâsiyle
Allâhu Teâîâ tarafından inzal edilmiş olması gibi Kur'ân için sabit olan
vasıflarda onun da benzeri olanlar neshedebi-hr, onunla muarızlara meydan
okunabilmelidir. Bu iki mukaddeme, gek-sız olarak muayyen bir neticeye götürür
ki, o da şudur: Kur'ân'ın hükümleri ancak Kur'ân âyetieriyle nesholunur.
Bu mukaddemelerden
birincisi İslâm'ın bedîhî hükümlerinden ve dînî zaruretlerdendir. Biteviye
Kur'ân delilleriyle sabittir, yeni bir delile ihtiyaç yoktur. İkinci
mukaddemeye gelince, bu, yukarıda geçen âyetlerle sabittir: "Biz,
herhangi1 bir âyeti nesheder veya unutturorsak onan yerine ondan daha
hayırlısını veya onun benzerini getiririz."
Fahreddin Râzî, bu
hususta diyor ki: "Şafiî bu âyetle birkaç vecih-ten istidlal etmektedir:
1- Allâhu
Teâlâ, neshettiği âyetin yerine ondan daha hayırlısını getireceğini haber
veriyor. Bu da gösteriyor ki, neshedilenin yerine onun cinsinden birini
getirir. Nasıl ki, bir insan, birine: Senden bir elbise alırsam, onun yerine
ondan daha iyisini getiririm, dese, bundan, onun cinsinden bir elbise
getireceği anlaşılır. Bu âyetle neshedenin o cinsten olduğu sabit olmaktadır
ki, Kur'ân'm benzeri ancak Kur'ân'dır.
2- Allâhu
Teâlâ bu âyette: 'Ondan daha hayırlısını getiririz.' diyor. Bundan da
anlaşılıyor ki, o hayırlı olanı getirecek olan yegâne O'dur. Allah kelâmı olan
Kur'ân'dır, Sünnet değil.
3- 'Ondan
daha hayırlısını getiririz.' âyeti gösteriyor M, nesholu-nan Kur'ân'ın yerine
getirilecek olan ondan daha hayırlıdır. Halbuki Sünnet Kur'ân'dan daha hayırlı
olamaz, Öyleyse Sünnet neshedemez.
4- Allâhu
Teâlâ şöyle buyurmuştur: *Bihnez misin
ki, Allah her şeye kaâdirdir.' Bu da, gösteriyor ki, O daha hayırlı olanı
getirmek ancak bütün hayırlar elinde bulunan kudret sahibine mahsustur ki, o da
Allâhu Teâlâ'dır."[58]
Şafiî'nin vardığı
netice şudur: Kitab ancak Kitabla nesholumır. Çünkü nâsihin mensûha benzer
olması gerektir. Bu konuda der ki: "Deliller bize gösterdi ki, Kur'ân,
Kur'ân'ı nesheder, başkası edemez, çünkü Kur'ân'ın benzeri yoktur."
Bununla beraber Şafiî şunu da söylüyor ki, Sünnet, Kur'ân'ın nâsih ve mensûh
olanlarını ayırıp beyan eder. O Kur'-ân'a nazaran Sünnetin yerini belirtirken
bu konuda şöyle der: "Kitâbul-lâh'a nazaran Sünnetin zikrine evvelâ
sununla başlayalım: Allah'ın Kitabından neshedenle, nesholunanı (nâsihi ve nıensûhu)
Hz. Peygamber'in Sünnetiyle bilmenin bahsi..."
Kur'ân'ı nesneden
ancak Kur'ân'dır. Fakat Sünnet Kur'ân'dan hangi âyetin, hangi âyeti
neshettiğini beyan eder. Çünkü bu Kur'ân'ın bir nevî beyanı sayılır. Sünnet ise
Kur'ân'ın beyanıdır. Nitekim Allâhu Teâlâ buyurur: "Kendilerine
indirileni insanlara beyan edesin
diye sana zikri
(— Kur'ân'ı) inzal
ettik." Kur'ân'm nâsih ve mensûhunu beyan etmek, Kur'ân'ın beyanı olduğu
şüphe taşımaz bir gerçektir. Çünkü Kur'ân'daki bir âyetin hükmünün kıyamete
kadar bakî olduğunu veya neshedüerek hükmün sona erdiğini bildirmek, Kur'ân'm
beyanıdır. Bundan başka nesinde, hükümleri arasında tearuz bulunan iki âyetten
hangisinin daha sonra olduğunu beyan etmeğe ihtiyaç vardır. Bunu ise, Kur'ân
kendisine nazil olan Peygamber biür. Şafiî, kendi görüşüne göre neshedilmiş saydığı
âyetlerden bir kısmım zikretmekte ve bunlarda nesih cereyan ettiği Hz.
Peygamber'in Sünnetinin yardımiyle bilinir, demektedir. Ona göre bu âyet-î
kerîmelerde nâsihi ve mensûhu Sünnet tâyin etmiştir. Şafiî nâsih ve mensûh
âyetlere misâl olarak vârislere vasiyeti[59]
bildiren âyetle mîras âyetlerini getirmektedir. Ve mîras âyetleri, mirasçıya
vasiyyeti bildiren âyeti neshettiğini açıklamaktadır. Bunları bitmek, büyük
islâm merkezlerindeki ulemânın kabul edip aldıkları Sünnet-i Seniyye ile, Hadîslerle
kabil olmuştur.
Bu hususta sözü îmanı
Şafiî'ye bırakalım. Bunu en mükemmel surette şöyle îzah etmektedir:
"Allâhu Teâlâ
buyurur ki: 'Sizden birine ölüm geldiği zaman, eğer geriye ma! bırakırsa,
anaya, babaya ve akrabaya mâruf surette vasiyyet etmek sîze farz kılındı.”[60]
Yine Allâhu Teâlâ
buyurur: 'Sizden vefat edip zevceleri geriye kalanlar, o zevcelerinin kendi
evlerinden çıkarılmayarak kendilerine bîr yıl bakmalarını vasiyyet etsinler.
Eğer onlar kendiliklerinden çıkıp giderlerse, artık onların kendileri içisı
yapacakları meşru* işlerden dolayı size vebal yoktur. Allah Azizdir,
Hakimdir.”[61]
Bu iki âyette vasiyyet
etmek emrolunuyor. Halbuki sonra Allâhu îeâlâ mîras âyetlerini indirerek anaya,
babaya, akrabaya düsen miras hisselerini, zevcenin kocasından alacağı mîras
hakkım bildirdi. Yukarıdaki iki vasiyyet âyetinden birincisi anaya, babaya,
akrabaya vasiyyeti, ikincisi ise zevceye vasiyyeti isbat edip mirasla beraber
vasiyyetin de devam etmesi ihtimal dahilindedir. Öyleyse bunlar mirasla
beraber vasiyyeti de alırlar. Mîras âyetlerinin vasiyyeti ortadan kaldırmış
olmak ihtimali de vardır. Bu iki âyet vasfettiğimiz bu ihtimalleri
taşıdığından, ilim erbabının Kur'ân'da bu hususa delâlet edecek bir şey aramaları
gerekir, Allah'ın Kitabında böyle bir nassı bulamayınca onu Peygamber'in Sünnetinde
aramaları iâzımgelir. Eğer Sünnet-i Seniyyede bulurlarsa, Allâhu Teâlâ
Peygamber'ine itaati farz kıldığından onu alırlar. Bakıyoruz: Fıkıh ve fetva
sahipleri, kendilerinden ilim aldığımız sîyer ve magâzî bilginleri, gerek
Kureyş'ten ve gerek başkalarından olsun, ihtilafsız olarak naklediyorlar ki,
Hz. Peygamber, Mekke'nin fethedildiği sene şöyle buyurmuştur:
'Mîrasçıyıı vasiyyet
etmek yok. Bîr kâlirdeıı ötürü bir mü'min öldürülmez.' Bunu Hz. Peygamber'den
duyup belleyenlerden, ilim erbabı böylece nakletmişler, bu umûmun umumdan
rivayeti hâlinde gelmiştir. Bu ftibarla bir kişinin bir kişiden rivayeti demek
olan haber-i vâhidden bâzı hususlarda daha kuvvetli olmuştur. Yine böylece ilim
sahiplerinin bunu kabulde birleştiklerini görüyoruz. Hz, Peygamber'den bütün
magâzî sahiplerinin naklettikleri şu «Mirasçıya vasişyyet etmek yoktur.'
Hadîsinden anlıyoruz ki, mîras âyetleri, anaya, babaya ve zevceye vasiyyeti
bildiren âyetlerin hükmünü kaldırmıştır..."
Burada gözönünde
tutulması gereken bir cihet var ki, o da şudur: Vasiyyet âyetinde mirasçılara
vasiyyetin doğru ve caiz olduğu
bildirilmekten başka bundan akrabaya vasiyyet etmenin vâcib olduğu da anlaşılır.
Acaba bu vücûb da neshedildi mi? Şafiî, akrabaya vasiyyet etmenin farz olması,
mîras âyetleriyle nesholunmuştur, diyor. Fakat Tâvûs'un ve onunla beraber
tabiînden bir kısmının: ^'Mîras âyetleri, mirasçılara vasiyyeti ibtâl etmiştir,
mirasçı olmayan akrabaya vasiyyet etmek bakîdir. Akrabaya vasiyyet, akrabadan
başkamı* vasiyyetten ileri tutulur." dediklerini de zikrediyor.
Şâfü buna şöyle cevap
veriyor: "Âyet, Tâvûs'un aldığı mânâya yâni akrabaya vasiyyet durmakta
olduğuna muhtemel ise de magâzî ilmini bilenlerden böyle bir haber yoktur.
Ancak Hz. Peygamber Efendimiz: 'Mirasçıya vasiyyet etmek yoktur.* buyurmuştur.
Öyle olunca bizce ilim sahiplerine bu işi araştırmak, Tâvûs'un dediğine muvafık
veya. muhalif bir delâlet aramak düşer. Şöyle bir haber buluyoruz: Bir adamın
alt: kölesinden başka hiçbir malı yoktur. Ölürken onları âzâd etmiş. Hz, Peygamber
bu vasiyyeti malının üx^te birinden i'tibâr ederek altı köleden ikisini âzâd
saymış. Dördü köle olarak kalmış. Hz. Peygamber'in bu hükmünden anlıyoruz ki,
ölüm hastalığı hâlinde âzâd etmek vasiyyet hükmündedir. Köleleri âzâd eden
Araplardan bir adamdır. Arap akrabasından olmayan yabancıyı köle olarak alır.
Hz, Peygamber onun bu âzâd etmesini vasiyyet olarak tuttu. Bu da gösterir ki,
eğer akrabadan olmayanlar, yabancıya vasiyyet bâtıl olsaydı, bu kölelerin âzâd
edilmesi bâtıl olur, Peygamber bu vasiyyeti muteber tutmazdı. Halbuki bunu
muteber tutarak iki köleyi âzâd saydı. Bu da gösterir ki, ölüm hâlinde kimsenin
vasiyyeti malının üçte biri hakkında muteber olur. Üçte biri geçen vasiyyetin
fazlası reddolunur. Muteber olan hususta kur'a usulüyle taksim yapılır. Çünkü
rivayet olunan hâdisede Hz, Peygamber kölelerin âzâd olanlarını belli etmek
için kur'a usulüyle işi halletmiştir."
Şafiî
Ihtilâfü'l-Hadîs'de diyor ki: "îrnrân b. Husayn'dan rivayet olunur,
Ensârdan bir adam ölürken vasiyyet ederek altı kölesini âzâd etti. Onlardan
başka da malı yoktu. Bunu Hz. Peygamber duydu. Onun hakkında çok sert konuştu.
Sonra altı köleyi çağırdı. Onları üç bölüğe ayırdı ve aralarında kur'a attı.
Şafiî'nin getirdiği bu
ibarelerden okuyucunun özet olarak çıkardığı netice şudur: Kur'ân'm nâsih ve
mensûhunu bilmek Sünnetle, sahih olan haberleri araştırmakla kaabil olur. Çünkü
bu Kur'ân'm beyanı mesabesindedir. Kur'ân'ın beyanı ise, beyan ettiğimiz
veçhile, her şeyden evvel Hz. Peygamber'in Sünnetiyle olur. [62]
Sünnetin getirdiği
hükümlerde de nesih vuku'buhır. Muhalefetleri önemsiz olanlar bir yana
bırakılırsa, ulemâ arasında bu hususta ihtilâf yoktur. Şafiî (AUah ondan razı
olsun) Sünnette nesih vâki' olduğunu söylemektedir. Ancak, ona göre Sünneti,
yalnız Sünnet nesheder, Kitab, Sünneti neshetmez. Nasıl ki, Sünnet de Kitabı
neshetmez. Onun için Rebî' b. Süleyman'ın rivayet ettiği r
Usûlcülerden Âmidî,
El-îhkâm fî Usûli'l-Ahkâm adlı eserinde, bu konuda şöyle diyor: "Şafiî'den
naklolunan iki kavilden birine göre Sünnetin Kur'ân'la neshi caiz değildir.
Eş'arîlere, Mû'tezileye ve fukahâmn çoğuna göre bu, aklen caizdir, şer'an da
vâki' olmuştur."[63]
Bu ibareden çıkan
mânâya göre, bizim yukarıda naklettiğimiz, Şafiî'nin iki kavlinden birisi
olmuş oluyor. Fakat Rebî' b. Süleyman tarafından rivayet olunup da elimizde
bulunan Kitablarda, Sünnetin beyanı olmaksızın Kur'ân ile Sünneti neshetmek
caizdir, diyen görüşü bulamıyoruz, eğer Şafiî'nin böyle bir görüşü varsa, bu
mutlaka onun eski görüşüdür, Mısır'daki yeni görüsü değildir. Bu Irak'da iken
yazdıklarında olabilir, Mısır'da iken yazdıklarında böyle bir şey yok. Yukarıda
naklettiğimiz sözü, Mısır'da yazdıklarında böylecedir. Mısır'da yazıp rivayet
olunanlarda bundan başka bir görüşü yoktur. [64]
Şafiî'nin üzerinde
karar kıldığı görüşü şüphesiz ki, Kur'ân'm Sünneti neshetmiyeceğidir. Bu neshi
beyan eden Sünnettir, Şafiî'den sonra gelen usûlcüler, bu hususta Şafiî'ye
muhalefet etmişlerdir. Onlar Kur'ân'ın Sünneti neshetmesi aklen caizdir, şer'an
vâki'dir, dediler. Bunun aklen caiz olması, bizim için o kadar önemli değildir.
Çünkü bunun aklen muhal olduğuna dâir bir şey yok, aklen vâcib olduğuna da
delil gösterilemez. öyle (dunca ortada mümkün olduğu, aklen caiz olması kalır.
Şafiî de bu, aklen c&iz olmağı inkâr etmiyor. Buna bir mâni' yok. Onun
sözü, şer'an
bunun vuku'bulup
bulmadığıdır. Evvelâ onun deliline bakalım. Sonra muhaliflerinin dediklerine
işaret edelim.
Şafiî'nin bu hususta,
yâni Sünnetin Kur'ân'la neshedilmeyeceğine dâir yazdıklarına bakarsak, onun bu
görüşünü şu iki esas üzerine kurmakta olduğunu görürüz:
Birinci esas: Nesih
beyana muhtaçtır. Sünnet Kur'ân'm beyanıdır. Sünnete bu beyan kuvvetini veren
Kur'ân'dır. Neshin beyana muhtaç olmasına gelince: Çünkü nesih, nasslardan
öncekini ve sonrakini beyana muhtaçtır. Hz. Peygamber'in ameli ne üzere karar
kılmıştı, ashabına nasıl beyan etmişti, bunları bilmek lâzımgelir. Şüphesiz
ki, bunlar hep Sünnetle sabit olacak şeylerdir. Şafiî'nin re'yine göre,
Kur'ân'dan mensûh olanların çoğunu bilmek ancak Sünnetle kaabil oluyor, öyle
ise Sünnetin mensûh olanlarını bilmek de Sünnetle kaabil olması daha evlâdır.
Çünkü Sünnette beyan vardır. "Kendilerine indirileni insanlara beyan
edesin diye sana Kur'ân'i indirdik."
îkinci esas: Eğer
Sünnet bulunmaksızın Kur'ân'la Sünneti neshetmek caiz olsaydı, Kur'ân'a
muhalif olan her Hadîsin reddedilmesi, onunla amelin makbul olmaması
îcâbederdi. Yâni Kur'ân onu neshetmiş sayılırdı. O takdirde ise Sünnet
Kur'ân'm umûmunu tahsis edemez, onu beyan edici olamaz. Bir bakımdan Kitâb'a
muhalif olan her Sünnetin reddedilmesi caiz olur. Sünnetin böyle reddedilmesi
ise, Mekke'de, Medine'de, Bağdad'da, Mısır'da Sünnetin yardımcısı olan
Şafiî'nin razı olmayacağı bir neticedir. Bunu kendisi etraflı olarak şöyle
açıklar:
"Eğer bir kimse,
Sünnet Kur'ân'la neshedilir mi? derse ona şöyle denir: Eğer Sünnet Kur'ân'la
neshedilirse, burada Hz. Peygamber'in de bir Sünneti bulunması lâzımgelir ki,
bu ikinci Sünnet birincinin neshedil-mia olduğunu beyan eder. Böylece insanlara
bir şeyin ancak misliyle neşredileceği de gösterilmiş olur. Eğer, bu
dediklerine delilin nedir? denirse cevabı şudur: AUâhu Teâlâ farz kıldıklarıyla
hâss veya âmin olarak murad ettiklerinin mânâsını Hz. Peygamber beyan eder. Bu
kitabımda belirttiğim veçhile Sünnet Kur'ân'm beyanıdır. Hz. Peygamber bir şey
hakkında ne derse onu mutlaka Allah'ın hükmüyle söyler. Onun dediği hükmü Allah
neshederse, o nesholunamn yerine Hz. Peygamber Sünne-üyle başka bir hüküm
bildirir. Eğer, Hz. Peygamber bir şeyi Sünnet kil-&> sonra onun Sünneti
Peygamber'den nesheden bir Sünnet naklolunmadan Kur'ân'la neshedildi demek
caiz olsaydı, o takdirde Hz. Peygam-jj^in alımını satımım haram kıldığı şeyleri
kendisine, 'AUah alış verişi helâj kılOi, ribayı yasak etti.' âyetinin
nüzulünden evvel haram frıhma olması ihtimali vardır, demek caiz olur. Zina
yapanları recmetmesi de böyle bir ihtimal dahilindedir, çünkü recmin: 'Zina
yapan Iradmin, zinâ yapan erkekten her birime yüzer değnek vurun.' âyetiyle
neshedilmış olmak bir ihtimal olarak ileri sürülebilir. Yine aynı sebeplen
'Çalan erkek ve kadının ellerini kesin.' âyetine göre muhafaza edilmeyen malı
çalanın, da, çeyrek dinardan az bir şey çalanın da elini kesmek lâzimgeîir.
Çünkü az çalan da, çok çalan da, muhafaza edileni de, edilmeyeni de çalan hırsızlık
yapmış olur. Bunların beyanı Sünnet iledir. Yine böylece; Hadîsi Kur'ân'ın
benzeri bulmayınca bunu Peygamber dememiştir, diyerek her Hadîsi red yom bulmak
caiz olur..."
Bu takririne göre
Şafiî, Sünnet Kur'ân'la taaruz ederse, o Sünnetin mensûh olduğuna delâlet
edecek bir eser bulunması gerektiğini ileri sürüyor. Şüphe yok ki, doğru,
şer'î mantık da bunu îcâbeder. Çünkü Sünnet neshedilince ondan sonra Hs.
Peygamber yeni vaz' olunan hükümlerin muktezasınca amel etmeği gösterir, beyan
eder... [65]
Sünnetin ancak
Sünnetle neshedilmesi hakkında îmam Şafiî'nin görüşü böyledir. Fakat
kendisinden sonra gelen usûlciUer yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu hususta
onun görüşüne katılmamaktadırlar. Onlar Kur'ân'ın Sünneti neshettiğini
söylüyorlar. Onlarca bu, aklen caiz ve fi'ilen vâki'dir. Onlar bu hususu
açıklayıcı misâller getirmektedirler.[66] Bunlarla
Kur'ân'm Sünneti neshettiğini
göstermektedirler. Bu Örneklerden biri şudur: Kur'ân-ı Kerîm, Beyt-i
Mukaddes'in kıble olmasını neshetmiş ve Beyt-i Harâm'm, Ka'be'nin kıble
olduğunu bildirmiştir. Onlardan önce Şafiî burada neshoiduğunu belirtmiştir.
Ancak burada neshin yalnız Kur'ân'la değil, Kur'ân'ın yamsıra Sünnetle de
bilindiğini ilâve etmiştir. Kur'ân-ı Kerîm şöyle buyurur: "Kıble hakkında
vahiy bekleyerek yüaâi-nÖ göğe çevirdiğini görüyoruz. Kâzı olacağın bir kıbleye
seıri behemehal yönelteceğiz. Öyleyse yüzünü Mescid-i Har&m'a dön. Kerede
olursanız oton, yüzlerinizi o semte ûönün." Şafiî, bu âyetin yamsıra.
Abdullah îbn-i Ömer'den şu sahîh Hadîsi de rivayet etmektedir; demiştir ki:
Halk Küba Mescidinde sabah namazını kılarken bir haberci gelerek: Hz.
Peygamber'e bu gece Kur'ân-i Kerîm nazil oldu, namazda Kâ'be'ye doğru dönmek
emir olundu. Siz de oraya dönün, dedi. Cemâatin yüzü Kudüs'e doğru idi; hemen
Kâ'be'ye döndürdüler. Sünnetle sabit olan bir şeyi Kur'ân'm neshettiğini bu
amelî Sünnet açıklamıştır.
Şafiî ile ondan sonra
gelen usûîcüler arasındaki ihtilâf, Kur'ân'ın Sünnetin getirdiklerinden bagka
bir gey getirmesinde ve Kur'ân'ın Sünnetin vaz'ettiği hükümleri kaldırması
hususunda değildir. İhtilâf, Sünnetle beyan edilmeksizin Kur'ân'm doğrudan
Sünneti neshedip etmemesi hususundadır. Şafiî'ye göre Kur'ân'ın Sünneti
neshetmesi için bu neshi beyan eden başka bir Sünnetin bulunması lâzimgelîr.
İstikra' Şafiî'den yanadır. [67]
Nesih hakkında
Şafiî'nin görüşlerini beyan etmeğe son vermezden önce ictihadda Önemli yer
tutan iki mühim geye işaret etmek isteriz:
1- Şafiî r
Şafiî'ye gelince;
neshin mânâsını belli etti, onu böyle karışık bir şekilde geniş bir surette
kullanmaktan ayırdı. Tahsisi, takyidi, nassla mu-rad olunan mânâyı tâyin için
beyan nev'inden saydı. Nesih, ise: önceki bir nassla sabit olan bir hükmü
kaldırmaktır, diye tarif etti. Şüphesiz ki bu işi ilk yapan Şafiî olmuştur, bu
onun nâmına kayda değer bir şeydir. Şafiî'nin ilmî düşüncesine ve mes'eleleri
ilmî bir bakışla inceleyip küllî ve umûmî kaideler altında toplama gayretine
yakışan ve uygun düşen de budur.
2- Şafiî
neshi İslâm şeriatında vukuu bakımından incelemiştir. Neshedildiğini gördüğü
mes'eleleri araştırdı; onlardan istikra' yoluyla nesih hükümlerini ve
kaidelerini çıkardı; bu araştırmanın ışığı altında onun esaslarını tesbit etti.
Şafiî'nin yazdıklarının çoğunda bu cihet açıkça göze çarpar. O, kendisinden sonra gelen usûl-ü fıkıh ulemâsından Eş'arî'nin ve Mu'tezile'nİn daldıkları gibi, nazarî mes'elelere dalmadı. Onlar, aklın hüsnüne ve kub-huna hükmettiği şeylerde neshin mümkün olup olmadığı münakaşasına daldılar. Neshedilen hükümle amel edilmeden evvel o hükmün neshedilip edilmemesinin imkânını incelediler. Neshedilen hükmün yerine yeni bir hükmün konulmasının vâcib olup olmadığını bahis konusu yaptılar. Bu uğurda açıkça ihtilâfa düştüler. Halbuki bunun amelî bir neticesi yoktur, buna bir amel terettüp etmez. Onun için Şafiî, bu konuya hiç dalmadı. Çünkü O, araştırdığı ve tatbikatta gördüğü şeylerden aldığı neticelere göre kaideler kurardı, hayâlinde kurup tasavvur ettiği şeylere istinad etmezdi. Onun için bu hususta sözleri açık, aydın, doğru ve ölçülü düşmüştür. [69]
[1] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 197.
[2] Bu görüş hakkında Şâtıbî, Muvâfikât'mda şöyle diyor:
"Yalnız Kitaba bakıp başka ctelil tanımamak, Sünneti tanımayan
nasipsizlerin görüşüdür. Onlar Kî-tabda her şeyin beyan olunduğuna istinad
etmek istiyorlar. Sünnetle sabi hükümleri bir yana atıyorlar. Eu onları
cemaattan ayrılmağa ve Kur'ân'ı AJlâh'm indirdiğinden bagka türlü te'vile
götürüyor... Hattâ Allah'ın Kitabına muvafık olmayan Hadîse basılmayacağına
dâir Hadîs bile rivayet ederler. Hz. peygamber şöyle buyurmuş: 'Benden size bir
söz naklolundu mu, onu Allah'ın Kitabına arz ediniz. Allah'ın Kitabına muvafık
olursa, onu ben söylemişimdir. Allâh'm Kitabına muhalif çıkarsa onu ben söylemiş
değilim. Ben Allah'ın Kitabına nasıl muhalefet edebilirim? Allah benî onunla
hidâyete kavuşturdu.' Abdurrahman b. Mehdî der ki: Eu Hadîsi zındıklar ve
Haricîler uydurmuştur, ilim erbabınca bu sözler, bu kelimelerle, sahih bir
nakille Hz. Peygamber'den sabit değildir. Bir kısmı bu Hadîse i'tiraz etti.
Biz, her şeyden evvel bunu Kitaba arz edip ölçeriz. Bunu Kitabu'Ilâh'a muhalif
bulduk, çünkü Kita-bu'llah Peygamber'e uymağı, ona itaati emrediyor, ona
muhalefetten sakındırıyor."
[3] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 197-200.
[4] A'râf Sûresi, Ayet: 158.
[5] Nûr Sûresi, Ayet: 62.
[6] Bakare Süresi, Âyet: 129.
[7] Bakare Sûresi, Âyet: 151.
[8] Al-i İmrân
Sûresi, Âyet: 164.
[9] Ahzâb Sûresi, Ayet:
36.
[10] N
[11] N
[12] N
[13] Nlsâ Sûresi,
Âyet: 65.
[14] Nûr Sûresi,
Âyet: 63.
[15] Nûr Sûresi,
Âyet: 48/52.
[16] En'am Sûresi, Âyet:
106.
[17] Câsiye Sûresi,
Ayet: 18.
[18] Mâide Sûresi, Âyet:
70.
[19] Şûra Sûresi, Âyet: 52,
[20] N
[21] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 200-204.
[22] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 204-205.
[23] Şâtıbi,
Muvâfıkât'ta Sünnet bahsinde
bu görüşü etrafiyle
açıklamakta ve m
[24] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 205-206.
[25] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 207-211.
[26] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 211-212.
[27] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 212-213.
[28] 1- Mürsel Hadîs zayıftır, reddolunur,
onunla a-meî lazımgelmez. Navevİ Tak-rîb'inde der ki: Cumhur muhaddisîn, fukahâda» ve usûl ulemâsından çoğunun görüşü
budur. Kabul edilmemenin
sebebi, Hz. Peygamber'elen rivayet
eden râvînin meçhul olması ve
isminin verilmemiş bulunmasıdır. Megfrûi bir râvinin rivayeti recî-dolunduğuna göre,
hiç ismi verilmeyen
bir râvînin rivayetinin
reddedilmesi daha evlâdır.
2- Mürselin mutlaka
kabul edilmesi. îmanı Mâlik'le îmam Ahmed'in mezhebi budur. Gazâlî, bunun
cumhurun mezhebi olduğunu nakleder. Karafî bunların deîiî-lertnl şöyle zikreder: Âdil
olan râvînin onu meskût geçmesi
kabule delâlet eder. Bu rivayete şer'î hükümler terettüp edeceğini
bildiğinden eğer yanlış olsaydı râvî asla sükût etmesdi. Onun adaletini biliyor
ki, bir şey demeden bırakıyor, sükût etmesi
adaletini haber vermek gibidir. Râvî onu tezkiye etseydi kabul edecektik, sükûtu
da böyledir. Hattâ bâzıları, Mürsel
Hadis, müsned olandan daha kuvvetlidir, demiglerdir. Çünkü Mürsel Hadîsin mes'ûliyetini
râvî üzerine alıyor demektir. Eu
sebeple Hadîs mevsuk olmasına daha
dikkat eder. Hadîsi başkasına îsnad
yoluyla rivayet ederse mes'ûliyeti ona yüklüyor demektir. Hadîsi
duyan kimse düşünsün, incelesin diye ona bırakıyor, kendi
üzerine almıyor.
3- Şafiî'nln Mezhebi, Mürşeli
kabul ve reddedenler arasında orta bir
yoldur ki, tabiînin büyüklerinin Mürsellerini almaktır. O da şu şartla ki, bu
mürseli, makbul olan bir mürseî veya
sahabe kavli veyahut ulemâdan bir cemâatin
fetvaları takviye etmelidir.
[29] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 213-214.
[30] Sünnetin Sünnetle nesh fdüişine Şafiî şunu misâl
getiriyor: Hz. Peygamber, kurban etlerinin üç günden fazla iddihâr edilmesini
yasak etmişti, sonra bu yasağı kaldırarak iddihâre ruhsat verdi. Abdullah
İbn-i Ömer; Hz. Peygamber kurban etlerini biriktirip üç günden sonra yemekten
nehyetti, dedi. Abdullah tbn-i Ebû Bekr diyor ki: Bunu Umre'ye söyledim, o da;
doğru söylüyor, dedi. Ben Hz. Âişe'yi şöyle derken işittim: "Hz. Peygamber
zamanında kurban bayramında çöl halkından birtakım İnsanlar Medine'ye gelmişti.
Peygamber Efendimiz; 'Üç günlük et biriktirerek, kalanını tasaddufc edin.'
buyurdu." Hz. Âişe diyor ki: "Bundan sonra basılan tarafından; yâ
Resûlu'Hâh, halk kurbanlarından faydalanıyordu, sızırma yapıyorlar, tulum
ittihas ediyorlardı, denildi. Hz. Peygamber de, ıNe var?' dedi. Onlar da: Yâ,
Resûlu'llâh, kurban etlerinin üç günden fazla tutulmasından raenettin, dediler.
Hz. Peygamber şöyle buyurdu: 'Ben Kurban Bayramı günlerinde toplanan ordu sebebiyle
etlerin iâdihânm yasak etmiştim. Bundan böyle yeyin, tasadduk edin ve iddihâr
eclînV Sonra Hz. Ali'den, Hz. Peygamber'in: "Hiç kimse kurbanının etinden
üc gttıı smura yemesin." buyurduğunu rivayet ediyor. Bundan sonra Şafiî
diyor ki: "Madem îti, Hz, Âişe bize Hs. Peygamberdin kurban etlerinin üç
günden, fazla saklanılmasını nen yettiğini, sonra buna, ruhsat verdiğini
rivayet ediyor ve Hz. Peygamber de kurban etlerinin üç günden fazla saklı
tutulmasını çölgen gelen kalabalık sebebiyle yasak ettiğini haber veriyor. Bu
Hadîa, başı ve sonu, haram ve helâl kılma sebepleri belli tam bir Hadîstir. Bu
nazar-s. i'tibâre alınmalıdır. Hz. ÂIş,ö Hadîsi Sünnette nâsüı ve mensûh
bulunduğunu en açık gösteren bir Hadîstir."
Şafiî'nin bu sözleri
gösteriyor ki, Hz Âişe'nin rivayet ettiği bu Hadîste kurban etîerlnia üç günden
fazla tutulması yasağı, sonra vârid olan ruhsat Hadîsiyle nesh edilmiştir.
Fakat ince bir bakış, bize, Hz. Âişe Hadîsinin, önceki yasağı nesh edici
olmadığını gösterir. Çünkü önceki yasak, bir maksatla idi. Bayramda Medine'ye
kalabalık bir halk gelmişti. Onları doyurmak, ağırlamak dînî bir borçtu. Kurban
etlerini üç günden fazla saklanmak, doyurmak vecîbesine aykırı idi. Demek bu
yasak, bir maksat uğrunda idi, o kayıtla mukayyet İdi. Bu vak'ada olduğu gibi
aynı sebep bulununca o yasak da tekerrür eder. O sebep bulunmayınca iddihâr
mubahtır. Hz. Âişe'nin. rivâyetindeki Hadis-i Şerifte bu cihet açıkça görülür.
Bu takdirde nesih yoktur. Çünkü nesih eski hükmü kaldırmaktır, burada ise hükmü
kaldırmak yoktur. Çünkü aynı hâJ bulununca nehiy yine bulunur. Şafiî, Hz. Âişe
Hadîsinde nâsih ve mensûh açık olduğunu söylemekle beraber, bu Hadîsteki
nesinde tereddüt etmektedir. Muhtelifü'I-Hadîs kitabında ve Er-Rİsâle'de bu
tereddüt açıkça göıü-lür. Er-Rlsâîe'de Hz. Âişe Hadîsi hakkında diyeceklerini
dedikten sonra şöyle diyor: "Sonra kurban etlerini tutmağa ruhsat vermek,
yemeğe, sadaka vermeğe müsâade etmek, durumlar başka başka olduğundan,
maksatlardan birine göredir. Eğer ağırlanacak konuk varsa, kurban etlerini üç
günden fazla saklamak yasaktır. Eğer böyle bir durum yoksa o zaman yemeğe,
iddihâra ve tasadduka ruhaat vardır. Kurban etlerini üç günden fazla saMamak
yasak edildikten sonra, her hâle göre bu yasak kaldırılmış olmak İhtimali de
vardır. însan, kurbanının etinden dilediği kadarım tutar, dilediğini taaadduk
eder." Şafiî burada nesih hükmünü vermekte tereddüt ediyor, bunu bir
ihtimâl olarak söylüyor. Bununla da Hz. Âişe hakkındaki neah hususunda en açık
delil demesine muhalefet etmiş oluyor. Çünkü ihtimal İle nesh olmaz. Meğer ki,
neshi daha geniş mânâda alıp da onu mutlaka takyîd etme mânâsına almış olalım.
Her nasıl olursa olsun, biz burada nesh olmadığına daha mütemayiliz
Muhammed Ebu Zehra,
İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 215-216.
[31] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: 217-219.
[32] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:
219.
[33] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:
220.
[34] N
[35] Şafiî, burada Er-Risâle'de bir kadını halası ve teyzesiyle" birlikte almanın haram olduğunu gösteren
delili açıklamıyor. EI-tTm'de İse bunu şöyle anlatıyor: MâJİlc Ebû Zinad'dan, o
da Ebû Hüreyre'den rivayet ediyor; Hz. Peygamber
(Ona salât ve selâm olsun) şöyle buyurmuştur: "Bir kadın halasiyle birlikte almamaz,
bir kadın teyzesiyle-birlikte alınamaz." Biz bunu alıyoruz. Şayet bir
kimse: Allâhu Teâlâ nikahlan haram olan Kadınları bildirdi, onlardan
başkalarını helâl kıldı; derse ona §öyle
cevap verilir: Kur'ân Arapçadır. Allâhu
Teâlâ'nın aslında her halde
haram olanları zikretmesi yanında nikâh
dolayısiyle haram olanlar, meselâ, üvey kıziyle evlenmenin haram olması da
zikrolunmuştur. Babasının karısı yâni Üvey anası da haramdır, Araplar iki kız
kardeşi birlikte alırlardı, İslâmiyet bunu haram kıldı. îkl kız kardeşin
birlikte alınmasının haram olması, bunlardan başkalarının birlikte alınmalarının
mubah olduğuna delâlet etmez. Allâhu
Teâlâ bir geyi Kur'ân-ı Kerfm'de zikrederek onu haram kılar, başkasını da
Peygamber'in lisâniyfe haranı kılar. Meselâ: "Bunlardan başka kadınlar
size helâJ kılındı." âyetinden dörtten fazla almanın mubah olduğu
çıkarılamaz, günkü bu mubah olma keyfiyeti dörtte nihayet bulur. Hz. Peygamber
(Ona salât ve selâm olsun), çok karısı olan Gaylan b. Seleme'-ye söyle buyurdu:
"Dört tanesini evinde tut, diğerlerini serbest bırak, onlardan ayni."
Böylece Peygamber'in l
[36] Hanefiyye fukahâsınca iki kız kardeşin, keza bir kız
kardeşin halası veya teyzesiyle birlikte bir nikâh altında bulunmalarının caiz
olmayışının sebebi şudur: Ortaklar, kumalar arasında düşmanlık âdettir.
Halbuki akrabanın birbiriyle iyi geçinmesi lâzımdır. Böyle nikâh aıla-i rahmi
ihlâl ettiğinden caiz değildir
[37] En'am Sûresi, Ayet: 145.
[38] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:
220-222.
[39] Mâlde Sûresi, Âyet: 6.
[40] N
[41] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: 222-224.
[42] Maide SÛreai, Ayet: 4. 224
[43] Şafiî, Er-Risâle.
[44] Şâtıbi, Muvafıkat'ta, Sünnet ancak Kitabda aslı bulunan bir hüküm getirir, diyen
görüşü te'yid etmekte ve
şöyle demektedir: "Sünnet
mânâ İ'tibâriyle Kitâb'a
râci'dir, ona varır. Sünnet, Kitâb'ın mücmelini tafsil eder, müşkülünü beyan
eder, muhtasar olanını etrafıyla açıklar.
Çünkü Sünnet Kur'ân'ın beyanıdır.
AUâhu Teâlâ'nın şu âyeti bunu gösterir: 'Kendilerine indirileni insanlara beyan
edesin diye Biz sana zikri (Kur'ân'ı)
inzal ettik.' Sünnette hiçbir emir yoktur ki, Kur'ân-ı Kerîm o mânâya icmâlen
veya tafsîlen delâlet etmemiş olsun. Şu da göstermektedir ki, Kur'an
gerîatm küllî esaslarıdır,
onun kaynağıdır. Allâhu
Teâüâ Resulü hakkında şöyle
buyurur: 'Sen çok, büyük ve üstün bîr
ahlâk üzeresin.' Hz. Âişe bize açıklıyor
ki: Peygamber'in ahlâkı, Kur'ân
ahlâkı idi. Onun üstün ahlâkı Kur'ân'a
dayanır. Bu da gösteriyor ki, Peygamber'in sözü, fi'li ve İkrarı Kur'ân'a
râci'dir. Çünkü ahlâk bu üç şeye
istinad eder, onlardan ibarettir.
Allâhu Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'İ her şeyi beyan edici olarak indirmiştir,
öyle olunca Sünnet de Kur'ân'da dâhildir. Kitabda ük başta gelen şey emirler ve
nehîlerdir. Allâhu Teâlâ'nın şu kavli de öyledir: 'Kitab'da hiçbir şeyi eksik
bırakmadık,' Keza: 'Bugün sîzin
dînînizi kemâle erdirip
tamamladım.' Bununla
Kur'ân'm inzali kasdolunmaktadır. öyle
ise Sünnet, Kur'ân'da olanları
beyan etme emrine girer. Sünnetin Kitâb'a râci' olmasının mânâsı budur. Keza
tam istikra da bunu g-osterir..."
Bence buradaki
ihtilâfın amelî bir neticesi yoktur, bu hilâf-ı lâfzı = söz üzerinde ihtilâfa
daha yakın bir şey gibidir. Baksana, her iki taraf da Sünnetten delil getiriyor
ve bunu hüccet olarak alıyor, Kitabda aslını aramadan durmuyor. Sünnetin aslı
ve esası Kitabdadır, diyen aslın mânâsım geniş tutuyor ve onu umûmî asıllara
şâmil kılıyor. Yoksa fıkıh bablarından bir babın hükümlerine şâmil bir kaide
olarak değil. Onun için Muvafıkât sâhlbl Şâtıbî, Kitab ve Sünnetteki usûlün
beyanında söyle diyor: "İnsanların mesâlihi üçAısmı ağmaz:-1- Zarûriyyât, 2- Hâciyyât, 3-
Tahsîniyyât, Bu tiç kısmın her birine tamamlayıcı olan kemâliyat nev'i de
eklenir. Fazlası yoktur. Sünnete bakarsak bunlardan fazla bir şey getirmediğini
görürüz. Kitab bunları esas ve asıl olarak bildirdi, Sünnet de feri' olarak
Kitab üzerine beyanda bulundu. Sünnette olanları hep bu kısımlara âit
bulursun...". Şâtıbî, bunları güzelce beyan eder. Ayniyle Kitabda aslı
bulunmayan bâzı hükümleri Sünnet bildirir, diyen ise, asıldan, İcmali olan
nassı kaydetmektedir, namaz, zekât gibi. Yoksa şer'in umûmî asıllarını
kasdetmiyor. O da teslim eder ki, Kur'ân'da İslâm'ın usûlünün tamamı umûmî
olarak beyan olunmuştur. İşte bu cihet Şafiî'yi: Sünnet, Kur'ân'da naaş
bulunmayan bir hükmü getirir, demekle beraber, Kitab Sünnete tabi'dir, demeğe
sevk etmiştir. Nass olarak nazil olması ve nâzll olanın mânâsını açıklaması
i'tibâriyle böyledir.
[45] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:
224-226.
[46] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: 226.
[47] Şura Sûresi, Ayet: 13.
[48] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: 226-227.
[49] Mâide Sûresi, Âyet: 93.
[50] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: 227-229.
[51] Mensûh olunan ile muhkem olan yâni neshi kabul etmeyenleri araştırmak
bize gösterir ki, ebedî olma kaydı bulunan bir hükmün nesh ediMiği yoktur.
Fakat usûl-ü fıkıh ulemâsı, bu konuda nazarî olarak ihtilâfa düşmüşlerdir.
Bâzıları ebedî-
ık İfâde eden bir kayıd bulunan hükümlerin neshinin mümkün olmadığım
söylemişlerdir. Eğer böyle bir kayıt yoksa, neshi caizdir. Diğer bir kısmı
ise; ebedîlik kaydı bulunan hüküm,
haber suretiyle gelirse nesh mümkün değildir, demişlerdir. "Cihad lyâmet gününe kadar
bakîdir." Hadîsinde olduğu gibi.
Hanefiyye ulemâsı, mutlak s rette
ebedîlik kaydı bulunan hükmün nesh
edilmesinin imkânsızlığını seçmigler-r. Çünkü bir hükmün ebedî olması ve
nesh edilmesi bunlar bir arada toplanamaz.
kÜ beÖÎ olmak kaydı> hükmün ebediyen kalmasını îcâbeder.
Nesh ise hükmü kla bu ebedîlik kaydını
kaldırır. Ebedîlik kaydı hükmün hüsün
olmasını, kubhunu iktizâ eder.
Hakîm olan şâri'den böyle bir şeyin gelmesi tasavvur edilmez.
[52] Şâtıbl, Muvafıkât'ta, neshin
çoğunun Medine'de olduğumu söyler. Çünkü
Mekke'de nazil olanlar küllî kaidelerdir. Küllî kaideler ise neshi kabul etmez.
Neshi kabul edenler cüz'î hükümlerdir, dedikten sonra diyor ki: "Cüz'î
hükümlerden Mekke'de teşri' edilenler
azdır. Küllî usûl ve esaslara dâir nazil olanlar daha çoktur. Hz. Peygamber (Ona salât ve selâm, olsun) Medine'ye hicret buyurunca İslâm'ın sahası genişledi, tedricen bu küllî esaslar tamamlandı; insanların arasını bulup ıslâh etmek,
yapılan akidleri tutmak, müskiratı haram kılmak, zarurî olan umuru koruyan hududları belli
etmek ve bunları tamamlamak, ruhsat vesaire yollarla güçlüğü kaldırmak gibi
hükümler hep küllî esasları tamamlamak içindir. Neshin çoğu Medine'dedir. Dahî hikmet hükümlere zemin hazırlamağı
îcâbetmiştir. Dügünürsen, neshlerin çoğunun İslâm'a alıştırmak ve ısındırmak
için olduğunu görürsün."
[53] işlerin zatî hüsün ve kubhu olup bunları akıl idrâk edip edemeyeceğinde
ulemâ ihtilâf üzeredirler. Eş'arîlere göre, fiillerin zatî hüsün ve kubhu
yoktur. Hüsün ve kubh Şâri'm emir ve nehyinden İleri gelir, Sâri' emrederse
İyi olur, nehyeder-se çirkin olur. Çünkü hüsn ve kubhun muayyen bir ölçüsü
yoktur ki, ona göre iyi veya çirkin
denilsin. Akılların eşya hakkındaki hükümleri şahıslara göre
değişir, zaman ve ahvâlin îcâbma göre farklı olur. Böyle olan bir şey
zatî bir vasıf olamaz, öyle olunca Şâri'ın hükmü ölçü tutulur. Mu'tezilenin
çoğuna göre eşyanın zatî hüsn ve kubhu vardır. Çünkü akıl bâzı umurun iyi
olduğuna bedihî olarak hükmeder. Boğulan
bir kimseyi kurtarmanın,- iyilik yapana
teşekkür etmenin, doğruluğun
İyi şey olduğu meydandadır. Küfrün, suçsuz kimseye eziyet etmenin,
yalanın kötü. olduğunu da akü bilir. Akıl bâzı şeylerin iyi, bâzılarının da kötü olduğunu
zarurî olarak, mademki anlıyor,
demek bunların zatî hüsn ve kubhu var ki, akıl bunları ya zarurî olarak, yahut
da düşünme ve teemmül suretiyle anlayabiliyor.
(Mu'tezl-leye göre hüsn ve kubhu İdrâk eden de, buna hüküm veren de
akıldır. Hanefiyyeye göre ise eşyanın hüsn ve kubhunu akıl idrâk eder, ancak
hüsn ve kubh hakkında hükmü veren Şâri'dir. —Mütercim—)
[54] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: 229-231.
[55] Şafiî, Er-Riaâle.
Muhammed Ebu Zehra,
İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 231.
[56] Şafiî diyor ki: Kur'ân-ı Kerîm'in
getirdiği hükümlerde nesh edilmişler de vardır, dâima duran muhkem
olanlar da vardır. Ekseriyetin görüşü de budur. Fa-
at ulemâdan Kur'ân-ı
Kerîm muhkem bir şeriattır, ondaki -hükümler dâima durur, sabittir, diyen de
vardır. Ebû Müslim Isfahânî bu görüşü ileri sürmüştür. Cumhur ulemâ ona karşı
§u delillerle cevap veriyonlar:
1- "Biz
nesh ettiğimiz veya unutturduğumuz âyetin yerine ondan daha
hayırlısını veya onun mislini getiririz." (Bakara Süresi, Âyet: 106).
2- Nesh
Kur'ân'da bilfiil sabittir. Vasiyet âyeti, mîras âyetleriyle nesh edilmiştir. Böyle diğer âyetler de sabittir.
Celâleddin SUyûtî, îtkan'da bunlara 22 yer olarak aayar.
3- "Bir
âyetin yerini başka bir âyetle değiştirdiğimizde —ki Allah indirdiğini en iyi
bilir— onlar: Sen uyduruyorsun, derler; hayır öyle değildir, ama çoğu
bilmez-ler." (NahI Sûresi, Âyet:
101).
Ebû Müslim'in delilleri
de şöyledir:
1- Eğer
Kur'ân'da nesh bulunursa, bu ondan bâzı şeyleri ibtâl
etmek olur. Bu ibtâl işi ise onda bâtıl varmış demek olur. Halbuki
Allâhu Teâlâ Kitabını bâtıldan tenzih
buyurarak şöyle vasıflandırıyor: "Onun ne önünden, ne ardından bâtıl ona
yaklaşıp gelemez." Kur'ân-ı Kerîm,
kıyamet gününe kadar baki olan bîr şeriattır. Kıyamet gününe kadar insanlara hüccettir.
Buna yakışan onda nesh
olmamaktır. Muvakkat teşri edilip
başkasiyle nesh olunacak hükümler
Sünnet-i Seniyyede yer bulur.
2- Kur'ân-ı
Kerîm'in ihtiva ettiklerinin çoğu veya hepsi külli esaslardır. Cüz'î şeyler
değildir. Onda din icmal yoluyla beyan
olunmuştur, tafsil yoluyla bildirilmiş değildir (Küllî olanlarda nesh cereyan etmez). Bu
vasıflara uygun olan, Kur'ân'm hükümlerinde neshin bulunmamasıdır.
Ebû Müslim Isfahanı
nâmına, cumhur ulemânın delilleriyle şöyle cevap veri'.e-bilir: Bakara
Sûresinin 106. Âyetinde zikrolunan nesh edilen âyetten murad, Kur'ân âyeti
olarak taayyün etmiş değildir. Bundan murad mu'cize de olabilir. Belki bundan
murad, Kur'ân'la ve İslâm'la hükümleri nesli edilmiş olan eski dinlerin
îîitab-larımn âyetleri olabilir. Hattâ nesilden murad, levh-i mahfuzdan
Peygamber'e vahy suretiyle nakli ve sonra yapılmasıdır. Nesh kelimesi nakil
mânâsını da ifâde eder. Neshden murad, hükmün kaldırılması; âyetten murad da,
Kur'ân âyeti olduğu farz olunsa bile, âyet neshin cevazını ifâde eder, vuku'una
delâlet etmez. İkinci delilin cevabı: Kur'ân'm bâzı âyetlerinin neshedüdiği
iddiasına gelince, burada nesih taayyün etmiş değildir. Nesh olunduğu iddia
olunan âyetlerle nesh edici olan âyetlerin arasını bâzı te'villerle bulmak
mümkündür. Üçüncü delile cevap şöyledir: Cumhurun, "Bir âyetin yerine
başka âyeti değiştirirsek..." âyetini delil almalarına gelince, bu âyetten
murad mu'cizedir. Müşriklerin burada Hz, Peygamber'e karşı: Sen bir müfterisin!
demeleri de bunu gösterir. Çünkü onlar Hz. Peygamber'den Peygamberliğine delil
olarak: Lût, İbrahim, Mûsâ ve diğer Peygamberlerin mu'cizeleri gibi his, gözle
görülür bir mu'cize İstiyorlardı. Âyet onların hissî mu'cize isteklerine cevap
teşkil eder.
[57] Yûnus Sûresi, Âyet: 10.
[58] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:
231-234.
[59] Ebû Müslim Isfahânî'ye göre vasiyyet âyeti, mîras âyetıc riyle
neshedilmiş değildir. Vasiyyet âyeti şudur: "Sizden birine ölüm gelince,
eğer geriye mal bırakıyorsa, anaya, babaya ve akrabalara vasiyyet etmek farz
kılındı." Fahreddin Râzî bu âyetin tefsîrinde onun görüşünü şöyle
kaydediyor: "Bâzılarına göre bu âyet neshedilmiş değildir. Ebû Müslim
Isfahânî de bunu ihtiyar etmiştir. Onun görüşü birkaç yönden açıklanmaktadır:
1- Bu âyet,
mîras âyetlerine muhalif değildir. Bunun mânâsı: Allâhu Teâlâ ananın, babanın ve akrabanın
mîras haklarını tavsiye ettiği veçhile size farz kıldı, demektir. Nasıl ki,
âyet-i kerîmede: "Allâhu Teâlâ evlâtlarınıza mirası BcUl birli vermeği
size tavsiye eder." buyurulmuştur.
Yâni ölüm halinde olan kimseye, anasına, babasına ve akrabasına Allâhu
Teâlâ'nın tavsiye ettiği şekilde hisselerinin verilmesini, hisselerinin eksik yapılmamasını vasiyyet
etmesini farz kılmıştır.
2- Akrabaya
mîras verilmekle beraber, Allah'ın bir
bağışı ve ihsanı olarak onlara mal vasiyyet etmek arasında bir aykırılık da
yoktur. Mîraa hakkıdır, Ölen kimsenin vasiyyeti de bir nevi' bağıştır, Allah'ın
emriyle bir ihsandır. Mirasçı, âyetlerle sabit olan hükümler gereğince mîras
ile vasiyyeti cem'eder.
3- ikisi
arasında münâfât olduğunu farzetsek bile, mîras âyeti vasiyyet âyetini tahsîs
etmiş sayabiliriz. Şöyle ki: Vasiyyet âyetine göre akrabaya vasiyyet etmek
gerektir, sonra mîras âyetlerime, mirasçı olan akrabaya vasiyyet bundan hariç
tutulur, fakat mirasçı olamayan akrabaya
vasiyyet etmek yine âyetin şümulünde
dâhil kalır. Çünkü ana, baba mirasçı oldukları gibi bâzı sebeplerle mîrasçı
olamayanlar da bulunur. Meselâ: Din ayrılığı, kölelik, katil, mîras almağa
mâni'dlr. Bun-
&r mirastan mahrum
kalmağa sebeptir. Akrabadan da mîrasçı olanlar bulunduğu gibi mirastan mahrum
bırakan sebepler yüzünden mîrasçı olmayanlar vardır. Bâzısı bir halde mîrasçı
olur, başka bir halde mîrasçı olamaz, işte böyle mîrasçı olamayanlara sıla-İ
rahm bakımından vasiyyet etmek caiz olur. Allâhu Teâlâ bu hususu §u âyet-İ
kerîmelerle te'kîd etmiştir:
Kendisi adına birbirinizden dilekte bnhmdnğunira Allah'a ve akrabanın
hakla- riâyet ediniz." "Allah adaleti, İhsanı, akrabaya vermeği
emreder."
[60] Bakara Sûreal, Âyet: 180.
[61] Bakara Sûresi, Âyet: 240.
[62] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:
234-237.
[63] Amidi El-İhkam
[64] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:
238.
[65] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:
238-240.
[66] Âmidî, El-îhkâm fî Usûli'I-Ahkâm kitabında bu mes'elelerden bir kısmını
kaydetmiştir;
a) Hz.
Peygamber (Ona salât ve selâm olsun) Mekkeiilerle yaptığı Hudeyblye Andlaşması
gereğince Müslüman olarak Medine'ye iltica edenleri geriye çevirip müşriklere
iade etmeği kabul etmişti. Bir kadın Müslüman olarak iltica etti. Bunun üzerine: "İltica edenlerin mü'min olduklarını bilirseniz, onları
kâfirlere iade efaneyin." âyet-İ kerîmesi nâzü oldu. Burada Kur'ân,
Sünneti neshetmiştir.
b) Namazda
Kudüs-i Şerîf'e, Mescid-i Aksâ'ya kargı dönmek Sünnetle sabittir. Bu da:
"Yüzünü Mescid-i Harara semtine çevir." âyet-i kerîmesiyle neshedilerek kıble Kâ'be'ye çevrilmiştir.
Böylece Kur'ân Sünneti neshetmiştir.
c) Oruçlu
kimselerin geceleri eşlerine yaklaşmaları Sünnetle haram edilmişti. Bu da: "Bundan böyle
onlara geceleri yaklaşınız." âyetiyle nesholundu.
d) Âşûre
orucu Sünnetle vâcibdi. "Sizden üamazan ayına yetişen kimse Ramazan orucunu tutsun."
âyetiyle Ramazan orucu farz kılınınca bu âyetle âşûre orucu neshedildi.
e) Harbde çarpışma sona erinceye kadar namazı tehir
etmek Sünnetle caizdi-Kur'ân-ı Kerîm
havf namazı tarif edilerek bu Sünnetle sabit hüküm Kur'ân'la neshedildi.
Bence bu mes'elelerde Şafiî'nin delilini çürüten bir şey yoktur. Çünkü
bunların hepai hakkında neshi beyan eder bir de Sünnet vardır. Şafiî, havf
namazı ve kıblenin tahvîli hususundaki Sünnetleri açıklamıştır. Sünnet olunca
Kur'ân'ın Sünneti neshini Şafiî de kabul eder.
[67] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:
240-241.
[68] Şâtıbî, Muvafıkât'ta eskilerin neshe dâir sözleri hakkında bir bahis açmıştır.
Orada der ki: "Eskilerin sözlerinden anlaşıldığına g"öre, onlarca
nesh mutlak olarak usûlcülerin sözlerinden daha umûmî bir mânâyadır. Mutlak
olan bir sözü takyid etmeğe nesh demişler, muttasıl veya munfasıl bir delille
umûmî olan bir Şeyi tahsîs etmeğe nesh nâmını vermişler. Müphem olan bir §eyi
beyan etmeğe nesh demişler. Sonra gelen bir delille önceki bir ger'î hükmü
kaldırmağa da nesh demişler. Çünkü bunların hepsi bir hususta toplanır ki, o
da birinci hükmün murad edilmiş, olmadığıdır. Teklif edilmesi murad olunan
sonra gelen hükümdür. Birinciyle amel olunmaz, amel edilmesi gereken İkinci
hükümdür. Bu mânâ, mutlakin takyidinde de vardır. Çünkü kayıd altına alınınca
mutlakın zahiriyle amel bırakılmış oluyor. Mutlak olarak amel olunmuyor.
Mukayyed ile amel ediliyor. Mutlak gûyâ tak-yîd edilince ıtlakı üzere birşey
ifâde etmiyor, adetâ mensuh hükmünde oluyor. Hâss ile âmm da böyledir, O
takdirde hepsi bir mânâ altında toplanmış olduklarından bu i'tibarla bunlara
nesh denilmiştir. Maksadı beyan için misâl Jâzımdır. Abdullah îbn-i Abbas:
"îvim hu dünyâyı istense, dıîeîîtğ'Jmîac vsie-K&mi accîc
veririz." âyeti: "Kim âhiret varlığını teterse onıııı bu ni'metüıî
artırırız, kim de dünyâ varlığını isterse onu da veriıiz." âyetini
neshetmiştir, demiştir. Eğer incelenirse, bunun nesh değil, mutlakı takyîd
eUigi görülür, çünkü, "Dünya varlığını isteyene, veririz." âyeti mutlaktır.
Birinci âyette ise bu verme, meşîetle, irâde-i ilâhiyye ile mukayyeddir. Haberlerde
zaten nesli cereyan etmez. Atâ da: "Alması haram olan kadınlardan
başkaları size helâl kılındı." âyeti, kişinin bir kadını halasıyla,
teyzesiyle birlikte almasını haram kılan âyetle neshedilmiştir, demiş. Eu da
umûmî olan bir hükmü tahsis kabî-lindendir.
Katâde: "Boşanan
kadınlar üç hay s İtldet beklerler." âyetiyle; gerdeğe girmemiş kadınlar:
"Onların bekleyeceği bir iddet yoktur." âyetiyle; hayızdan kesilmiş
olanlar da: "Hayızdan kesilenlerin iddeti üc aydır. Hâmile olanların da
doğurmalarıdır." âyetiyle neshedildi, diyor. Halbuki bunlar mutlakı
takyîd, âmmı tahsis kabî-lindendir.
[69] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:
241-242.