171- Icmâ'ın Hüccet Olduğu Ve Deliller Arasındaki Yeri, Ashabın İcma'ı:
173- İcmâ', Müctehldlerin İttifakiyle Olur:
174- Ehl-i Medine'nin Ameli,
Şafii'ye Göre Îcmâ' Değildir:
176- Şâfîî, Medine Halkının Herkesçe Kabul Edilen Şeylerde
İttifakını Söyler:
177- Şâfîî. Sükütî Icma'ı Kabul Etmez, Îcma'ı Dar Bîr Dâire İçînde Alır:
Şafiî, icmâ'ı hüccet olarak kabul etmektedir. Ona göre icmâ', derece i'tibâriyle Kitabdan ve Sünnetten sonra, fakat kıyastan önce gelen bir
delildir. Şafiî'nin fıkıh kaynaklarından
bahsederken sözbaşmda
bunu gösteren sözler nakletmiştik. Er-Risâle'sinin sonunda ise aynen şöyle diyor:
"Kitabla ve ittifakla kabul edilip ihtilâf
olunmayan Sünnetle hük-molunur.
Bunun için zahire ve bâtına göre hakla hükmettik deriz. Tek bir yol ile rivayet
olunan Sünnetle {yâni haber-i vâhid olan Hadîsle)
de hükmolunur. O takdirde de zahir olan hakla
hükmettik deriz. Çünkü Hadîsi rivayet eden tek kişi olunca yanlış olması
ihtimâli mümkün olabilir. Kitab ve Sünnetten sonra icmâ' ile, sonra da kıyasla hüküm veririz. Kıyas icmâ'dan, icmâ' da öncekilerden
daha zayıftır. Nass ve haber mevcut iken kıyasa
gidilmez. Nass bulunmadığı zaman zarûreten
caiz olur. Nasıl ki yolculukta su bulunmadığı zaman, teyemmümle tenıudik yapılır. Bulunduğu zaman ise teyemmüm ile
olmaz."
Bundan görülüyor ki,
Şafiî icmâ'ı kıyasdan ileri
tutmaktadır. Delil olması bakımından Kitab ve
Sünnetten daha zayıf i'tibar etmektedir. Kitab ve Sünnetten bir nass
bulunmadığı zaman icmâ'a başvurulur. Nasıl ki, su
bulunmadığı zaman teyemmümle temizlik yapılır; toprak, su yerini tutar.
imam Şafiî'ye göre icmâ': Bir asırda yaşayan ulemânın bir hususta ittifak
etmeleridir. Bu suretle yapılan icmâ1, hüccettir. Şafiî, Istihspm
?b-tal etme babında şöyle diyor: "Gerek ben ve
gerekse İlim erbabından bi-rıı
bu, üzerinde icmâ' edilmiş bir şeydir, dediğimiz
mesele, karşı!aştığın ner âlimin sana aynini
söylediği ve kendinden öncekilerden naklettiği §eydir. Öğle namazının farzının
dört rek'at olması, şarabın haram olması ve
benzerleri şeyler bunlardandır."
Şafiî'nin en başta
muteber tuttuğu icmâ', ashabın icmâ'ıdır.
Şâfîî'-™n onların icmâ'ını delil olarak alması, icmâ' ettikleri şeye dâir Hz.
Peygamber'in bir Sünnetini duymuş olmaları i'tibâriyle
değildir, onu. muteber tutması, ashabın içtihadı olduğundandır, Ashâb>ı Kiram böyle ictihad yeri
olan bir şeyde Sünneti asla ihmâl etmezler. Onlar, icmâ'
ettikleri bu mea'elenin hilâfına Sünnetten bir nass ve Resûlu'İlâh'dan bir eser
bulunup bulunmadığını aramışlar, ictihad ederek bir
hususta birleşmişlerdir. Eğer icmâ' ettikleri hususa
dâir bir Sünnet naklederlerse o takdirde bu Sünnet hüccet olur, icmâ' değil. Bu konuda dediklerini nakledelim: "Bir
hususta icmâ1 edip de bunu Resûlu'iîâh'dan
naklettiklerini söylerlerse bu, onların dediği gibidir, inşaallah.
Nakil suretiyle olduğunu söylemediklerinin ise, Resûlu'llâh'dan
nakil suretiyle söylemeleri muhtemel olduğu gibi, başka türlü olması da ihtimal
dahilindedir. Onu behemehal nakil saymamız caiz olamaz. Çünkü nakledilen şeyin işitilmiş olması lâfındır,
işitmeden nakletmek caiz değildir. Vehim ve zan üzerine birşey
nakledilmez, başka türlü demiş olabilir. Onlara tabi' olarak onların
dediklerini biz de derdik. Biliriz ki, Hs.
Peygamber'in Sünnetleri umûmun gözünden kaçmaz, fakat içlerinden bâzısının
gözünden kaçmış olabilir, yâni umûmun icmâ'ı
doğrudur. Yine biliriz ki, ashabın umûmu, Peygamber'in Sünnetinin hilâfına icmâ' etmez, inşaallah ha,tâ
üzere de birleşmez."[1]
Er-Risâle'den de
anlaşıldığı üzere Şafiî, icmâ'ı ümmeti hüccet olarak
alıyor ve onu Kitab ve Sünnetten bir nass bulunmayan yerlerde hüccet olarak muteber tutuyor. Şafiî icmâ'ın hüccet
olduğunu göstermek üzere iki delil getiriyor:
1- Er-îlisâle'sinde şu Hadîs-i Şerifi kaydediyor; Süleyman îbn-i Yesâr rivayet ediyor: Ömer
b. Hattâb (Allah ondan razı olsun) Câbiye'-de bir hutbe okuyarak dedi ki: "Benim buradan
size hitâb ettiğim gibi Re-sûlu'llah
Efendimiz de bize şöyle hitâb etti: 'Benim ashabıma
ikram edin, sayg» gösterin, sonra onların ardından
gelenlere, sonra da onların ardından gelenlere saygı gösterin. Daha sonra
ortaya yalan çıkıp yayılır. O derece ki, bir adanı yemin eder, fakat yemini
makbule geçmem. Şahitlik yapar, şahitliği kabul
olunmaz. Haberiniz olsun ki, Cennefin geniş sahası
hoşuna giden kimse, cemaata sarılsın, cemaattan ayrılmasın. Çünkü şeytan, yan çizen tek iledir;
o, ikiden uzaklaşır, iki kişinin yanına, şeytan yaklaşamaz. Bîr kimse bir
kadınla gizli bir yerele buluşursa üçüncüsü şeytan olur, onları baştan
çıkarır. Bir kimseyi iyiliği sevindirir, kötülüğü de fenasına giderse, böyle
bir vicdanı varsa, o mümindir.
Gördüğün gibi, bu
Hadîs-i Şerifte cemaata
sarılmağa teşvik var. Cemaata sarılmak, kalblerin
dağılıp da bedenlerin sarılması demek değildir. Cemâatan
ayrılmamanın mânâsı, toplum için faydalı ve verimli olan birliktir, ki bu da
cemâatin işleyip yaptığı helâl şeyleri yapmak, yapmadığı yasakları da
tutmaktır. Yâni bunlara itaat etmektir. Şafiî bunu en güzel şekilde şöyle
anlatıyor: "Cemâatler muhtelif ülkelere dağılmış bulunduğundan, bu
dağınık cemâatleri beden i'tibâriyle bir yere
toplamağa kimse muktedir olamaz. Müslümanların ve kâfirlerin, müttakîlerin ve sapıkların bedence bir yere gelip bir
arada bulundukları var. Bedenlerin bir arada toplanmasının mânâsı yoktur.
Bedenlerin toplanması bir şey yapamaz. Asıl birlik kalblerin
birliğidir, cemaata sarılmanın mânâsı, cemâatin
tuttuklarım tutmak, yasaklarından kaçınmakladır, helâl ve haram hususunda
itaattir. Müslüman cemaatının dediklerini deyen,
tuttuklarına uyan kimse cemaattan ayrılmamış olur.
Müslüman cemâatin dediklerine muhalefet eden kimse, uyulması emrolunan cemaattan ayrılmış
sayılır. Ayrılıktan gaflet doğar. Cemâatin hepsinin, Kitâb'm,
Sünnetin ve kıyâsın mânâsından gaflet üzere olması mümkün değildir. Toplum
doğrudan sağmaz, insâallah."
2- Allâhu Teâlâ Kur'ân-ı
Kerîm'de şöyle buyurur: "Doğru yol kendisime aşikâre belli olduktan
sonra Peygamber'den ayrılıp mü'minlerîn yolundan başkasına uyan kimseyi, gittiği yoluna
döndürür, biralarız gitsin, sonunda Cehennemce sokarız, orası ne kötü bir
dönüş yeridir." (N
Bu delilin takriri
şöyledir: Allâhu Teâlâ mü'minlerin yolundan başka bir yola tabi' olmağı, Allah'a
ve Resûlü'ne karşı gelmek, baş kaldırmak gibi tutmuştur. Bunların her ikisinin
cezasını aynı kılmıştır, Allah'a ve Resûlü'ne karşı gelmek haramdır, Mü'minlerin yolundan başka bir yola gitmek, mü'minler cemaatından ayrılmak da
haramdır. Mü'minlerin yolundan ayrılmak haram
olduğundan onların yoluna gitmek vâcib olur. Müslüman
cemaatının umûmunun buyruklarına ve yasaklarına
muhalefetle, onların yoluna gidilmemiş olur. Onların yoluna gitmek, onların cemaatına uymakla olur.[2]
Zemahşerî "Mü'minlerin yolundan
başkasına uyarlar." âyetinin tefsirinde diyor ki: "Uyulması emrolunan yol, mü'minlerin tabi1
oldukları, dosdoğru ve tertemiz din yoludur. Bu âyet icmâ'ın
hüccet olduğuna delildir. Kitab ve Sünnete muhalefet
caiz olmadığı gibi, icmâ'a da muhalefet caiz
değildir. Zîrâ izzet ve Celâl sahibi olan Allah, mü'minlerin
yolundan başkasına uymakla, Hz. Peygamber'e karsı
gelmeği bir şarta bağlıyor. Her ikisinin cezası da sert bir vaîd
oluyor. Öyle olunca Hz. Peygamber'e uymak vâcib olduğu gibi mü'minlerin
yoluna gitmek de vâcib olur."[3]
İcmâ'ın hüccet olduğuna dâir Şafiî'ye nisbet
olunan deliller bunlardır. Fakat icmâ' nasıl olur?
Yalnız fıkıh erbabının ve müctehidlerin ic-mâ'iyle mi meydana gelir?
Yoksa onlardan başkaları da icmâ'a katılır mı?
Şafiî'ye göre icmâ'ın ne olduğundan söz ederken
söylediklerimizden bu suâlin cevabı anlaşılır. Orada icmâ'
hakkında onun şöyle dediğini nakletmiştik: "Gerek benim ve gerekse ilim
erbabından birinin: Üzerinde icmâ' edilmiş bir şeydir
bu, dediğimiz mes'eleyi, karşılaştığın hangi âlime
sorsan sana aynını söyler. Onu kendinden öncekilerden öylece nakle-, der. Öğle
namazının farzının dört rek'at olması, şarabın haram
olması ve benzeri nıes'eleler bunlardandır. Şafiî'nin
bu sözünden görülüyor ki, o, ancak ulemânın icmâ'ını
muteber saymaktadır, günkü Allah'ın Kitabında ve Peygamber'inin Sünnetinde
haklarında nass bulunmayan şeylerin helâl ve haram
olanlarını onlar anlayıp bilirler. Mademki icmâ'ın
esası, bir şeyin helâl veya haram olup olmadığım anlayıp ayırdetmektir.
Bunu yapacakların ancak müctehid âlimler olduğu
bellidir, onlardan başkasının bunu yapması tasavvur edilemez. Şafiî bu
sözleriyle kendisinden sonra gelen usûleülere bir
kapı açmış oldu. İcmâ' diye bir bahis açıldı, ulemâ
o kapıdan bu ilme girdiler. Onu genişlettiler. Bu konuda söz dal budak saldı,
bu ilim şubelere ayrıldı. îcmâ'a dâhil olup icnıâ'ı teşkil eden ulemâ kimler olabileceği hakkında
konuştular. Bid'atçı ulemâ bunlar arasına katılır
mı, katılamaz mı? Bunun etrafında münakaşa yaptılar, uzun boylu ihtilâfa
düştüler.
icmâ' ancak İslâm merkezlerinde ve İslâm ülkesinin her
tarafında bulunan islâm ulemâsının bir mes'ele hakkında ittifak etmesiyle olur. Onun için Şafiî,
Medine halkının icmâ'ını kabul etmesi ve bu icmâ'a dayanarak bâzı Hadîsleri reddeylemesi
bakımından üstadı imam Mâlik'in bu görüşünü reddetmiştir. Bunu biraz açıklamak
gerekiyor. [4]
İmam Mâük'e göre (Allah ondan razı olsun) Medine halkının bir
şey üzerine birleşip onunla amel etmeleri uyulması gereken bir şeydir. Medî-nelilerin icmâ'ı bir hüccettir, onu almak lâzımdır. Bu ise bâzı
Hadîslerin reddedilmesine götürür. Şafiî Er-Risâle'de Mâliki mezhebinde
olanlardan biriyle olan münakaşasını şöyle naklediyor; Mâliki olan münakaşacı
diyor ki: "Medine halkının icmâ'an işlediği
amel, bir kişinin haberi olan haber-i vâhidden daha
kuvvetlidir. Zayıf olan haber-i vahidi alıp da kuvvetli olması gereken Medine
halkının icmâ'ı bırakılmak olur mu?.. Haber-i vahidi
nakleden az, icmâ'ı nakleden çoktur. İcmâ'ı sen de kabul etmektesin." Şafiî bu sözlere
cevap olarak şöyle diyor: "Gerek benim tarafımdan ve gerekse ilim
erbabından biri tarafından bu icmâ' edilmiş bir mes'eledir, denilen şeyi, karşılaştığın herhangi bir âlime
sorsan mutlaka sana aynını söyler. Ve kendinden öncekinden onu nakleder: Öğle
namazının dört rek'at olması, şarabın haram olması
ve benzerleri böyledir. Bâzı şeyler hakkında biri bunda icmâ'
vardır, der. Medine ulemâsından onun hilafını söyleyen bulunur. Bütün
ülkelerdeki umum ulemâ ise onîa-nn
ittifakla kabul edilmiş dediklerine muhalefet ettikleri olur.”[5]
Medine halkının
amelinin hüccet olup olmadığına dâir Er-Risâle'de geçenler bunlardır. Bundan
görülüyor ki, Medine halkının amelini hüc-°Şt tutanlar, onu haber-i vâhid
olan Hadîslere tercih etmektedirler. Çünkü icmâ',
çoğunluğun naklidir, çoğunluğun naklettiği bir şey, bir kişinin
naklettiğinden ileri
tutulur. Şafiî kendisi de icnıâ'ı delil olarak almaktadır.
Şafiî bunlara iki
yönden cevap veriyor:
1- Kendisine
göre icmâ'an kabul edilmiş olan §ey, bir belde halkının
icmâ'ı değildir, belki bütün İslâm ülkelerindeki
ulemânın içtihadıdır.
2- Medine
halkının icmâ'an kabul ettikleri iddia olunan mes'ele-lerde Öyleleri vardır ki, Medîne halkından ona muhalefet
eden de vardı. Bütün islâm ülkelerince kabul
edilmeyip ona muhalefet edenler vardı.
Yine bu ikinci bakımdan olarak §öyle reddetmek de kaabildir:
Hüccet olarak kabul olunan icmâ', derece i'tibâriyle Kitab ve Sünnetin nassın-dan sonra gelir. Haber-i vâhid
ne de olsa bir nassdır.
Görüyorsun ki, Şafiî
buradaki cevabında Medîne halkının icmâ'ını, haber-i vâhid üzerine takdîm etme nıes'elesine
temas etmiyor. Bir cemâatin icmâ'ı haber-i vâhidden daha kuvvetlidir, diyenlerin bu sözlerine iştirak
mi ediyor acaba? Şafiî'nin kitaplarını araştıran kimse, onun bu görüşü kabul
ettiği neticesine ulaşamaz. Görüyoruz ki, El-ÜnVde bu
kaziy-yeyi münakaşa ediyor.
Bu nıes'ele etrafındaki münakaşalardan bahsederken
§öyle diyor: "Şafiî'ye: Bizler, diğer ülkelerin değil, Medîne halkının icmâ'ını kabul etmekteyiz, dedim. Şafiî de şöyle dedi: Bu,
Hadîsleri ibtâl edenlerin yoludur. Onlar, mutlak
surette insanların icmâ'ını alıyoruz, diyorlar. Siz
ise bir beldenin icmâ'ını iddia ediyorsunuz. Onlar
sizin lisânınızla ihtilâf ediyorlar. Onlara yapılan i'tiraz
sizin için de vâriddir. Sizin için böyle konuşmaktan
ise susmak daha evlâ idi. Şafiî'ye? Niçin? dedim. Şöyle cevap verdi: Çünkü bu
söz başıboş ortaya atılmış bir sözdür, bir bilgiye dayanmaz. Bunun aslını sorup
araştırırsanız kabule şayan hiçbir netice elde edemezsiniz. Görmez misiniz,
onlara Medine'de bu icmâ'ı yapanlar kimlerdir? diye
sorsanız, ne derler? Kendilerine bu hususta bir Hadîs sabit olmuş mudur? Yoksa Hz. Peygamber'den sabit bir Hadîs bulunmayıp icmâ' ettikleri mi sabit olmuştur? Eğer evet derlerse, ben
de onlara derim ki, bu hususta size iki i'tiraz vârid olur:
1- Eğer bu
hususta icmâ' varsa, siz o icmâ'ı
ancak haber-i vâhid yoluyla haber aldınız. Halbuki stz haber-i vahidi almazsınız, Hz.
Peygamber'den haber-i vâhid yoluyla gelen Hadîslerde
bile tereddüd edersiniz. Eğer haber-i vahidi kabul
etmek îcâbederse, Hz.
Peygamber'den gelen haber-i vâhidler kabule daha
şayandır.
2- Siz
kendinizden başkasından, ittifak edilmiş, bir söz bellemiyorsunuz. Nasıl olur
da kendinizden başkalarım birleşmiş bulmadığınız hususa icmâ1 adını
verirsiniz? Sizin ifadenizce ve ilim erbabına göre ihtilâf ettikleri aşikâr
olduğu halde Hz. Peygamberin ashabının icmâ' ettiklerini nasıl söyleyebilirsiniz?"[6]
Bu ifadeden görüyoruz
ki, icmâ'm sebebi ne olursa olsun, Şafiî, haber-i
vahidi re'ye dayanan icmâ'dan
önde tutmaktadır. Ancak icmâ' bir nakle dayanıyorsa
ve onu bir cemâat, bir cemaattan naklederek rivayet Resûlu'Hâh'a ulaşıyor ki böyle kalabalık bir cemâatin böyle
bir cemaattan nakline o haber-i âmme nâmını verir. O
takdirde icmâ'ı haber-i vâhidden
ileri tutar. Çünkü bu, daha sağlamdır, bu suretle hüccet Sünnetle olur, yoksa
Medîne halkının icmâ'i ile veya bütün ulemânın icmâ'ı ile değil
Şâfîî sözü buraya
getirdikten sonra etrafında ihtilâf cereyan eden fıkıh mes'elelerinde
Medîne halkının ihtilâflarını da isbat etmektedir. Muhalifin
delili Medîne halkının icmâ'ı olan her fıkıh mes'elesinde başkalarının o mes'elede
ihtilâfa düştüklerini isbat etmiştir. Netice olarak
hattâ şöyle demiştir: "Size açıkladık ve gösterdik ki, Medîne halkının
veya başka yerdekilerin icmâ' ettiklerini iddia etmek
caiz olamaz. îcmâ' bulunduğunu iddia ettiklerinizde
ihtilâf vardır. İcmâ' ve ittifak vardır, dediğiniz
şeylerin çoğunda ihtilâf edilmiştir.”[7]
Görülüyor ki, Şafiî,
Medîne halkının icmâ'ını almıyor ve bu hususta üstadı
İmam Mâlik'e (Allah ondan râza olsun) muhâlefe' ediyordu. Kendisiyle bu konuda mücâdele ve
münakaşa yapan imam Mâlik'in talebesine ve taraftarlarına şiddetle hücum
ediyor, onların Medîne halkının icmâ'ını ileri
sürdükleri her meselede Medîne halkının onda ihtilâf üzere olduklarını da
beyan ediyor. Hattâ bâzan onlara cevap verirken,
Medîne halkının çoğu, onların dediklerinin hilafı üzeredir. Bundan sonra
münakaşaya devamla şöyle diyor: "Eğer birisi size: Siz Medîne halkım bir
yana bırakıp onlardan ayrılmakta herkesten ileri gidiyorsunuz, dese bunu size
söylemeğe yol bulur, siz de buna cevap veremezsiniz. Sonra bu ihtilâfta başkalarından
daha ziyade sizin aleyhinize büyük deîü vardır. Çünkü
sisler Medîne halkının ilmiyle âmil olduğunuzu ve bankalarını bırakıp onlara
tabi' olduğunuzu iddia ediyorsunuz. Sonra da kalkıp siz gibi onlara tabi' olmadıklarını
iddia etmeyenlerden ziyade Medînelilere muhalefet ediyorsunuz. Eğer bu hüccet
size kapalı kalıyorsa, siz gaflet içindesiniz demek olur."[8]
Mâlikîlerle bâzı mes'eleler etrafında münakaşa
yaparken Medîne halanın amelini veya icmâ'ını[9] delil
olarak ileri sürenlere karşı bu sözleri
söyleyen Şafiî, başka
yerde diyor ki, Medine ulemâsı bir şey üzere iâ
ederlerse, bu bütün ülkelerdeki ulemânın ittifak mevzuu olur. Onun için Hilâf-ı
Mâlik kitabında şöyle diyor: "Bir şeyde icmâ'
var demek için Medine'de onda ihtilâf edilmiş bulunmaması gerekir. Biz ancak
Medine'de ihtilâf edilmeyen bir şey hakkında icmâ'
olduğunu iddia ederiz. Medine'de icmâ' mün'akid oldu mu bütün ülkelerdeki ilim erbabı o mes'ele hakkında ittifak etmiş demektir. Diğer beldeler
ulemâsı, Medine halkına, ancak Medîneliler aralarında ihtilâfa düştükleri
şeylerde muhalefet ederler," Bilemeyiz, Sâfiî bu
kaziyyeyi hangi şeyden alıyor. Yâni Medine halkı,
ulemâ arasında icmâ' edilmiş bir şey hakkında ittifak
ederler, hükmünde neye dayanıyor. Onu istikrâ'dan mı alıyor? Acaba Medînelüerin bütün ulemânın ittifak ettikleri bir şeyde
ittifak ettiklerini mi gördü?
Yoksa ietihad mevzuu olan bir şeyde Medînelilerin, ancak bütün
akılların h'rlestikleri, anlayışların ayrılığa
düşmedikleri hususta ittifak edecekie-mi düşündü?
Veyahut Medîne halkı bir mes'ele üzerinde ittifak
ederdiler ülkeler fukahâsının onlarla ihtilâf hâline
düşmekten, onların
rminden başkasını söylemekten çekineceklerini mi tasavvur
etti? Şafiî bu kaziyyenin kaynağını ve dayanağım
açıklamıyor. Belki de yukarıki ihtimallerin hepsini gözonünde tuttu. Şafiî'nin bu hususta dayanağı ne olursa
olsun, Medîne halkının görüşlerinin başkalariyle
birleştikleri şeyler mahduttur, Şafiî onların hududunu daraltmıştır. Çünkü
beyan edeceğimiz gibi, Şafiî ittifak edilmiş olan mes'eleleri
en kısa çizgileriyle çizmiştir. [10]
Biz bunları söylerken,
şu ciheti de belirtelim ki, Şafiî'nin (Allah ondan razı olsun) Medîne ehlinin
görüşlerine takdir ve hürmetle baktığı da rivayet olunmaktadır. Onun,
Medînelilerin kavillerini almağı tavsiye ettiği söyleniyor. Fahreddin Râzî, Menâkıb-ı Şafiî kitabında ;'iyor
ki:
"Beyhakî, senediyle Yûnus b. Abdü'l-Âlâ'dan
rivayet ediyor, demiştir ki: Bir şey üzerinde Şafiî ile (Allah ondan razı
olsu-) münazara yaptım. Şafiî-dedi ki: Allah adına and
içirerek söylerim, sana öğüdüm olsun, Medîne halkını bir şey üzere buldun mu o
şeyin hak olduğunda kalbine asla şek ve şüphe düşmesin, bir şey sana ulaşırsa,
o ne kadar kuvvetli olursa olsun, Medîne halkında velev zayıf olsun onun bir
aslım, esasını bulamadığın takdirde, ona önem verme, aldırış etme, bakma!"
Bu rivayet, İmam Şafiî'ye mal edilmektedir. Bu görüş, hiç şüphe yok ki, Medîne
halkının görüşünü alma hususunda İmam Mâlik'in yolunu tutmaktadır. Bu ise
Şafiî'den yukarıda naklettiklerimize aykırı düşmektedir. Çünkü bu rivayete göre
o, Medîne halkının sözünü hak olarak kabul etmekte, bir söz ne kadar kuvvetli olursa
olsun, Medîne halkı arasında onun bir aslı bulunmazsa, o söze bakamayacaktır.
Bu sözlerin Şafiî'ye nisbetinde iki şeyden birini
kabulden kaçınmağa çare yok: Ya bu rivayetin Şafiî'ye
nısbeti doğru değildir, çünkü Şafiî'nin meşhur olan
usûl ve sözlerine ayki-ndir, onun kitaplarındakilere
uygun düşmüyor, kitaplarındakini almak daha evlâdır. Bu bakımdan rivayetin
sıhhati söz taşır; bunu Şafiî'ye nis-bet çürüktür.
Veyahut da söyle diyebiliriz: Bu sözleri, imam Mâlik'in til-ttuzi olduğu günlerde söylemiştir, o zamanki görüşü böyle imiş. îctihâd
evırlerinden birinde bu re'yde imiş.
Fakat sonra bundan vazgeçmiş, son «arar kıldığı ve Mısır'da takrir ettiği görüş
bu değildir. Kitaplarındaki ^ yi son görüşüdür. Kabule şayan, almağa daha lâyık
olan bu tevcihtir, v nkü imanı Şafiî dâima
görüşlerini gözden geçirir, ayıklardı, gerek
suie ve gerekse fürû'a dâir
olsun, onları daha mükemmel yapmağa çalışırdı.
[11]
Icmâ'a dâir sözü kesmezden önce iki §eye
mutlaka işaret etmek gerekiyor:
1- Şafiî
sükûtî icmâ'ı nazarı i'tibâre
almaz. (Sükûtî icırıâ' şöyle olur: Müctehidlerden birisi bir görüş ortaya atar. Bu içtihadı
yaşadığı çağda duyulup etrafa yayılır. Herhangi bir müctebid
çıkıp da o görüşün aleyhinde bulunmaz, sözle kabul ettiğini söylemez; fakat onu
inkâr da etmez, susar. Ma'raz-ı hacette sükût beyan
sayıldığından böyle sükût etmesi kabule hamlolunur.)
Şafiî bu şekilde in'ikad eden iemâ'ı
kabul etmez. Çünkü o, icraâ'da her âlimin görüşünün
nakledilmesini ve bütün görüşlerin bu mes'ele
hakkında birleşmesini şart koşmaktadır. Bu konuda ihtilâfü'1-Hadîs kitabında
şöyle diyor: "Bir beldede ilim erbabının hepsi ve onlardan önceki ulemânın
da hepsi bir şey hakkında ittifak üzere iseler, filândan ve falandan şöyle
bellenilmiş denilse, onlara muhalif bir şey de bilmiyorsak onu alıp kabul
ederiz. Bu, insanların hepsinin sözüdür, diyemeyiz. Çünkü biz, onu insanlardan
kimin dediğini bilmiyoruz, ancak kendisinden işittiğimiz kimseyi ve onun naklettiğini
biliyoruz. Bu anlattıklarım, İlim erbabından olan kimselerden nass ve istidlal yoluyla duy-duklarımdır."[12]
Şafiî bu görüşüne şöyle delil getiriyor: Sâkite bir
söz isnad edilmez. Çünkü sükût etmesi, muvafakat
etmiş olması ihtimalini taşıdığı gibi henüz bu vak'a
hakkında bir ictihad da bulunmamış olmasına da
ihtimâli vardır, ihtimâl ki, ictihad etti, fakat
içtihadı bir netîceye ulaşmadı, îctihâdı bir
netîceye ulaşmış olsa da zahir olan bir söze muhalif bir §ey olduğundan onu
açığa vurmamış olabilir, yahut da içtihadını ortaya atmak için müsâid vakit bekliyor, belki de uzun zaman düşünerek mes'eleyi daha olgunlaştırmak istiyor. Yahut da bu sözü
söyleyen kimse bir müctehid olduğuna kaani' bulunduğundan, her müetehid
2- Şafiî,
(Allah ondan razı olsun) yaptığı münazaralarında, karşısındakilere iddia
ettikleri icmâ' dâvasını kolay kolay
teslim etmezdi. 1c-mâ'ı isbat
hususunda onların yolunu öyle daralbrdı ki, âdeta icraâ'm is-batrnı onlara imkânsız
kılardı. Onun CLmâu'1-îlim, kitabına bak, icmâ' hakkında
münazara yaptığı kimseye soruyor: "Bir hususta ittifak ettikleri zaman icmâ'lan hüccet olan ilim erbabı kimlerdir ? Dedi ki: Onlar
bir beldenin, fakîh biiip
tanıdığı, sözünü alıp hükmünü kabul ettiği kimselerdir."
Aralarında geçen muhavereden sonra Şafiî karşısındakine
sözünün yanlış olduğunu beyan ediyor ve uzun boylu konuşuyor. Biz onun sözlerinin
bir kısmını nakledelim: "Hiçbir belde yoktur ki, halkının bir kısmının
beğendiği fakîhi. diğer bir kısmı onu fıkıhtan
atarlar; cehle nisbet ederler; bir şey bilmez
tanırlar; yahut onun fetva vermesini caiz görmezler. Onun sözünü kabul etmek
helâl değildir, derler. Bir beide halkının bir faklh
hakkında aralarında böyle ayrılığa
düştüklerini bilirsin. Bundan başka her belde halkının da birbiriyle ayrılıklarını
bilirsin. Meselâ Mekke halkından Atâ'nm Sözüne
muhalefet etmeyenler bulunduğu gibi onun sözüne başkasını tercih edenler de
vardır. Sonra Zenci b. Hâîid fetva vermeğe başladı.
Onu fıkıhta başkalarından ileri
tutanlar vardı. Bâzıları ise Saîd b. Sâiim'in sözüne meyîederdi. Bu ikisinin taraftarlarından her biri, kendi
adamını öğerler, diğerini zayıf sayarlardı ve maksadı
da aşarlardı. Medine halkı ise, bildiğin gibi, Saîd
b, Müseyyeb'i üstün tutarlardı. Sonra da onun bâzı
sözlerini terk ettiler. Sonra bizim zamanımızda yeni âlimler çıktı. îmam Mâlik
onlardandır. Birçokları onu üstün
tutarlardı, bâzıları ise onun aleyhinde bulunur, onun mezhebini zayıf sayarlardı. Ibn-i
Bbî Zinâd onun mezhebini
zemde çok asın gitmektedir. Muğîre b. Hâzm ve Dârverdî ise onun mezhebinee giderler, onları zemmedenler de vardır. Kûfe'de
bir kısım halk îbn-i Eb!
Leylâ'nın sözüne meylederler, Ebû Yûsuf'un tutumunu zemmederler. Diğer bir kısmı ise Ebû Yûsuf'un sözüne meylederler, Ibn-i
Ebî Leylâ'nın tutumunu ve Ebû
Yûsuf'a muhalefet etmesini zemmederler. Başkaları Süfyân
Sevrî'nin kavline meylederler, diğer bir kısmı Hasan
b. Salih'in sözünü alırlar.
Bir belde halkının
böyle ayrıldıkları gibi başka başka beldeler halkının
da birbirinden ayrıldıklarına şahit oldum. Baktım ki Mekkeliler, ilim hususunda
Atâ'yı diğer tabiînden ileri tutmaktadırlar. Basıları ise
"Evet vardır,
Allah'a şükürler olsun ki, kimsenin bilmemesi caiz olmayan farzların çoğu
hakkında İcmâ' vardır. İşte asıl icmâ'
budur. Bunun hakkında: insanlar ittifak etmiştir desen, etraftan hiçbir kimse
çıkıp da sana: Bu icmâ' değildir, diyemez, icmâ' iddia edenin tuttuğu yol budur. Bir de icmâ' usûl ilmine dâir olur, furû'da
değil. Zamanında gördüğün bu ayrılıklar, her asır halkından naklolunanlar dolayısiyle, her iddia olunan icmâ',
acaba icmâ1 olur mu, bunu bir düşün."[14]
Şafiî bu münazarasında
şu neticeye varıyor: Hiç muhalefet eden bulunmayan icmâ',
farzlar hakkında ve usûle dâir olandır. İcmâ' zaten
ancak bunlarda olur. İhtilâfü'1-Hadîs kitabında bu ciheti şöyle açıklar:
"Umumun mükellef bulunduğu farzlardan mâadasında icmâ'
bulunduğunu, Hz. Peygamber'in ashabından hiçbiri
iddia etmemiştir, tabiînden, onlardan sonra gelen asır adamlarından, onların
ardından gelen kimselerden, yeryüzünde bulunan âlimlerden, umumun ilim sahibi
saydığı kimselerden hiçbiri böyle bir iddiada bulunmamıştır."[15]
Bunlardan görüyoruz ki, Şafiî (Allah ondan razı olsun) icmâ'ı gayet dar bir dâire içine almaktadır. Ona göre icmâ', ancak şeriatta ilmi zarurî olan farzlar cümlesinde olur. Doğrusunu Allâhu Teâlâ bilir. [16]
[1] Şafiî, Er-Risâle. 244
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:
243-244.
[2] Fahreddin Râzî, Tefaîr-i Kebîr'de diyor ki: "Şafiî'ye iemâ'm hüccet olduğuna dâir Kur'ân'da
âyet olup olmadığı soruldu. Kur'ân-ı Kerîm'İ üçyüz defa okudu.
Nihayet, 'Allah'a ve Resûîü'ne karşı gelip ayrılan'
âyetini buldu. Bunun delil olması şöyledir: Mü'minlerin
yolundan başkasına tabi' olmak haramdır, öyle olunca mü'minlerin
yoluna tabi' olmak vâcibdir. Birinci mukaddemenin beyanı şöyledir: Allâhu
Teâlâ Peygamberden ayrılıp nıü'minlerden
başkalarının yoluna gidenlere azap va.'ded1vor. Sade,
Peygamberden ayrılmak, ona karşı gelmek bu azabı îcâbeder;
terden başkasının yoluna uymak da böyledir. Azabı hak etmek için bunlar-biri
kâfidir. Aaapda bunların her İkisinin de tesiri
vardır, öyle olunca mü'min-«=rm
yolundan bankasının yoluna uymanın haram olduğu sabit olur. Eu
cihet, sabit o unca, mtt'minîerin yoluna uymanın vâdp alması lâzimgelir. Çünkü mü'minlerin mayan kimse, mü'minlerden
başkasının yoluna uyuyor demek olur. Mü'-başkasınm
yoluna uymak haram olunca, mü'minlerin yoluna uymamak
da haram olmak îcâbeder. Mii'minlere
uymamak haram olunca, onun aksine, uymak da vâcib
olur."
Fahreddin Râzî'nin, bu delîli takriri
böyle. İcmâ'ın hüccet olduğuna bu âyeti delil
gösterme etrafında usûl ulemâsı arasında uzun münakaşalar, sorular ve cevaplar
vardır. Onun için Hüccetü'l-lslâm
îmâm-ı Gazâlî El-Mustasfâ'da, icmâ'ın
hüccet olduğuna dâir usûlcülerin getirdikleri âyetleri zikrettikten sonra
şöyle diyor: "Bunların hepsi nasslarm zahirine
göredir, gayeyi tam olarak belirtmez. Hattâ zahire göre de delâlet etmezler.
Bunların iyinde en kuvvetlisi: 'Doğru yol kendisine a])-açık belli olduktan
sonra Peygamber'den ayrılıp mü'minlerin yolundan
başka bir yola uyaıı kimseyi, tuttuğu yöne
döndürürüz, bırakırız gitsin, sonunda Cehennem'e sokarız, orası ne kötü bir
dönüş yeridir.' (N
[3] Cârullah Zemahşerî,
Keşşaf.
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:
244-246.
[4] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 246-247.
[5] Şafiî, Er-RisâJe, s. 534, Halebî
tâb'ı.
[6] Şafiî, EI-Um, c. VII, s. 242.
[7] Şafiî, El-Üm, c. VII, s. 248.
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:
247-249.
[8] Şafiî, El-Üm, c. VH, s. 183.
[9] Medîne halkının ameli hakkında İmam MâJik'in
görüşünü yukarıda zik-re tik. Burada onlann ameli ve icmâ'ı hakkında
İmamların görüşünü kısaca kaydet-me&* uygun
bulduk:
ygun bulduk:
imam Mâlik, kırk kadar mes'elede,
fetvasında Medîne halkının ameline istinad
""5 ve onlann bu huauata
icmâ'ını iddia etmiştir. Gerçekte onların ameli üç
kısımdır:
1- Medine ehlinden başkasının onlara muhalefet ettiği
bilinmeyen mes'eleler.
2- Medine
ehlinden olmayanların muhalefet ettikîeri bilinen mes'eleler.
3- Medine ehlinin aralarında İhtilâfa düştükleri sabit
olan mes'eleler.
Bu üç mes'eîeden birincisinin hüccet olduğunda ihtilâf yoktur.
Hattâ İmanı Şafiî, Medine halkının icmâ' ettikleri
şey, bütün ülkelerdeki ulemânın ittifak ettiklerinden başka bir şey olmadığını
söylüyor. Üçüncü kısmın hüccet olmadığında da İhtilâf yoktur. Çünkü bu kısım,
Medîneliler arasında icmâ' edilmiş bir şey değil ki,
başkalarını İlzam edici bir hüccet olsun.
Hüccet olup olmaması
ihtilaflı olan ikinci kısımdır. Medîneliler bir mes'elede
ittifak eder, başkaları onlara muhalefet ederse, Şafiî bunu delil olarak
almıyor, İmam Mâlik Medînelüerin icmâ'ım
alıyor. Diğer ulemâ da bunu delil olarak almazlar, onu hüccet saymazlar.
Başkaları da onlara muvafakat etmekle Medîne iemâ'ı
her ne kadar kuvvetli de olsa Şafiî onu haber-i vâhidden
ileri tutmuyor. Çünkü haber-i vâiıide bir ta'n yoksa icmâ'dan ileri
tutuyor. Böyle haber-i vâhid varken icmâ1 delil sayılmaz.
Ona muhalif icmâ1 olamaz.
Bu hususta doğruyu
belirtmek için ulemâ Medîne ehlinin amelini ikiye bölmüştür:
1- Nakil ve
rivayet yoluyla gelenler: Hz. Peygfamber'in
zamanında sâ'ın mik-darı,
Peygamber'in minberinin yerini
tâyin etmek hususundaki
icmâ'ları.
İbn-i El-Kayyım Cevziyye
bu kısım hakkında diyor ki: "Bu
amel hüccettir, ona tabi' olmak vâcibdir, cân baş
üstüne deyip kabul edilmesi gereken bir Sünnettir. Bir âlim böyle bir şey bulursa gözü aydın
olur, gönlü huzura kavuşur."
2- Ictihâd yoluyla olanlardır. Mâlik bunu hüccet olarak alıyor. Muhalefet etmek de yasak
değil. Hanefîlere ve Şâfiîlere göre bu hüccet değildir.
Bâzı ulemâ, Medîne
ehlinin içtihada dayanan icmâ'Iarımn Mâlik'e göre de
hüccet olamıyacağını söylüyorlar. Çünkü Mâlik,
Medîne ehlinin amelini, nakle dayanmış olmak esası üzere kabul eder. Demek
dâima nakli esasına göre delil almıştır, yoksa re'ye
göre değil. Hanbelîlerden ve Şâfiîlerden bâzıları,
Medîne halkının amelini hüccet olarak almasa da, onların ictihadlarmı
başkalarının ictihadlarına tercih ederler.
Medîne ehlinin ameli,
haber-İ vahide muhalif düşerse, Mâlik, onu haber-i vâhiae
tercih eder. Çünkü Medîne ehlinin amelini nakle dayanır farzeder.
Şafiî ve Ebu Hanîfe,
Hadîsi, Medîne ehlinin amelinden ileri tutarlar. Çünkü Kitab'dan
başka hiçbir şey Hadîsden öne geçirilemez. Hanbelîlere göre, nakle dayanan Medîne ehlinin ameli, haber-i
vahide tercih edilir. Çünkü ona muhalefet olan Hadîs şâz sayıl"*-Re'ye dayanan Medînelilerin ameli Hadîse muhâlifse Hadîs
alınır. (Tafsilât iÇm bak: îbn-i Ei-Kayyım, l'lâmü'l-Muvakkıîn, c. II.)
[10] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 249-251.
[11] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 251.
[12] Şafiî, İhtilâfü'1-Ha.dîs, El-Üm, VII. cüz'ünün hafiyesinde, s. 148.
[13] Âmidî, El-îhkam fi UsÛU'I-Ahkâm, c. I, s. 361-362. Şu da bilinmelidir ki,
sükûtî İcmâ'in delil olup olmayacağı hususu ulemâ
arasında İhtilâf konusudur. Şâfü, yukarıda beyan
ettiğimiz gibi bunu delil almaz. Bu görüş Dâvud
(Zahirî) dan, Ebû Hanîfe'nin
bâzı talebesinden de naklolunmuştur. Şafiî'nin bâzı talebeflerine,
Mu'tezi-leden Cübbâî'ye, Ebû Hanîfe'nin talebesinin ekserisine göre sükûtî icmâ' hüccettir Ulemânın bir kısmı ise onun icmâ' olduğunu kabul etmemekle beraber yine de delil olarak
abrlar. Ulemâdan bâzısına göre ise: Eğer görüşü
ortaya atan bir hâkim olup da ulemâ sükût ederse o takdirde hüccet olamaz. Eğer
bir fakîh tarafından ileri sürülüp de ulemâ da sükût
ederse hüccettir. Her ne şekilde olursa olsun sükûtî iemâ'ı
delil tutanların hücceti şudur: Muhalif
ihtimaller veya düşünme maksadiyle sükut etmiş olma
zahir değildir. Çünkü mevzi-i hacette sükût beyandır. Madem ki
re'y a atüdı ve bilindi,
onu reddetmiyerek sükût etmek, muvafakat
delilidir. Eğer jif
olsaydı bunu beyan ederdi. Doğruyu söylemekten sükût edilmez. Sayılan t!"1*11161' belli değildir.
Delilden doğmayan ihtimallere bakılmaz. İstidlali düşüren m«, emare ve alâmetlerin desteklediği
ihtimâldir. Burada emare ve alâmetler
at ihtimaline uygun düğer. Diğerine bakılmaz.
[14] Şafiî, Cimâu'l-îlim, El-Ümm'ün
VII. cildinde, s. 257.
[15] Şâfü, Îhtilâfü'l-Hadîs,
s. 147.
[16] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 252-254.