178- Kıyâsın Kaidelerini Îlk Tesbit Eden Şafiî'dir:
179- Şafiî'nin Kıyası Ta'rîfî:
181- Kıyasın Muhtelif Neticelere Götürmesi, İ'timat Edilmesine Mâni
Değildir:
182- Kıyas Nassla Sabit Bir Hüküm Üzerine Kurularak Yapılır:
183- Kıyasın Nevîlerî, Mertebeleri:
184- Bu Hususta Şâfîî'nîn Getirdiği Misâller:
185- Şafiî'ye Göre Delâlet-i Evlâ (Îktıza) Kıyastan Sayılır, Bu Hususta
Ulemâ Arasında Tartışılması:
187- Kıyas Yapanda Bulunması Gereken Şartlar Şafiî'ye Göre Dörttür:
189- Şafiî'ye Göre Re'y Yoluyla Îctîhad Ancak Kıyasla Olur:
Kaidelerini tesbit, esaslarını beyan ederek kıyas hakkında ilk konuşan
imam Şafiî olmuştur. Gerek ondan önce ve gerekse onun çağında fukahâ re'y hakkında konuşurlar,
ondan bahsederlerdi. Fakat onun hududunu beyana yönelmemişler, i'timad olunan ciheti açıklamamışlardı. Yâni doğru re'y ile doğru olmayan re'y
arasına bir hudud koymamışlardı. Her ne kadar bundan
bahsetmişlerse de hududu çizmemişlerdi; kaideleri kurmamışlardı; usûlü vaz' etmemişlerdi. Şafiî'nin çağı gelince, o, doğruluğuna
inandığı re'yin kaidelerini kurdu, sahîh olmayan- istinbat nev'ini bildirdi.
Kıyasın hududunu çizdi, onu birtakım mertebelere ayırdı.
Nassdan alman fıkha nisbetle
kıyasa dayanan fıkıh hükümlerinin kuvvetçe derecelerini belli etti. Sonra
kıyas yapan fakîhde bulunması gereken şartları heyan etti. Sonra kıyastan mâadasını bozuk gördüğü re'y ile istinbat nevi'lerinden
kıyası ayırdı. Bu suretle İmam Şafiî, ilmin bu
babının hakikatim beyan etme şerefini herkesten önce kazanmış oldu. Kendisinden
sonra gelenlere bu yolu o açtı, onlar hazır yola koyuldular. [1]
Şafiî had veya resim[2]
suretiyle ta'rif etme yolunu tutmadı. Fakat verdiği
misâllerden, yaptığı taksimlerden, konuştuğu şartlardan görülüyor ki o,
doğrudan usûl ulemâsı ıstılahında malûm olan kıyasın hakikatini kasdetmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, onun zamanında ilimlerde
mantıkî uslub ve şekiller henüz yerleşmiş ve hâkim
olmuş değildi. Onun için mantıkî bir tarzda kıyası had ve resim suretiyle
beyan etme yolunu tutmamıştır, ilimleri bablara ayırma, gerçekleri belirtme hususunda bu yola daha sonra
girilmiştir.
Ulemâ kıyası şöyle
tarif ederler: Aralarındaki müşterek illet sebe-bıyle nassla sabit bir şeyin
hükmünü, hakkında nass bulunmayan bir şeye de
vermektir,
Şafiî'nin getirmiş
olduğu misâller —ki onlar cidden çoktur— ve yapmış olduğu taksimler, kıyasın
bu tarifine taraâmiyle uymaktadır. Onun için Şafiî'nin
kabul ettiği kıyas, usûliyyûnun tarif ettiği kıyasın
aynıdır. [3]
Şimdi Şafiî'nin kıyas
hakkında dediklerini hulâsa olarak söyleyelim: Şafiî, kıyasa dâir sözlerine
giriş olarak iki mukaddime ile başlamaktadır. Birinci Mukaddime: Vuku' bulan,
yeni meydana gelen her hâdisenin Mâm Dîni'nde bir
hükmü vardır. Çünkü şeriat umûmîdir, bütün hâdiseler hakkında hayır veya şer,
yasak veya mubah olmak üzere bir hüküm verir. Her şeye bir hüküm terettüp eder,
Sâri' o hükmü yerinde bulur veya o hükmün yerine başka bir hüküm verir. Her kaziyye ve her hâdise hakkında Sâri' tarafından veriimiş bir hüküm olduğuna göre, bu hükümler ya nassia, ya
işaret suretiyle veyahut delâlet yoluyla beyan edilmiş olmalıdır ki, bu
hükümleri bilmek isteyen kimse bunlar vasıtasiyle
öğrenip bulabilsin. Hükümleri nassların delâletinden
çıkarıp bilmek ise içti had yoluyla, benzeri mes'eleleri
birbirine ilhak etmek suretiyle olur.. Birbirine benzeyen mes'elelere,
misli misline bakarak hüküm vermek, hiç şüphe yok ki, kıyasa götürür. Şafiî
bunları şu sözleriyle anlatmaktadır: "Müslümanlara indirilen nasslarda tutulması gereken hüküm vardır, hak yolunu
gösteren delâletler mevcuttur. Nassda aynen bulunan
hükümlere tabi' olmak lâzımdır. Aynen bir hüküm yoksa o Kaman ictihad suretiyle hakkı bulmak için nassların
delâletlerine başvurulur. Bu ictihad ve kıyas
demektir! Şafiî'nin tutumuna göre Şâri'm beyanları
iki kısımdır:
1- Nassîa bildirilen hükümler: Bu nassların
maksadı ve gayesi bilindikten, beyan tarzlariyle âmmı ve hâssı anlaşıldıktan sonra bu hükümlere tabi' olmak
vâcibdir,
2- Delâlet
yoluyla olan beyanlar ki, Allâhu Teâlâ
bunları fikirleri, ; akıllara yol göstermek için birer alâmet olarak dikmiştir.
Müctehid, Allâhu Teâlâ'nm kendisine verdiği akıl ile bu hükümleri anlamağa
çalışır, çabalar. Şafiî'ye göre ictihad, nass bulunmayan ve icmâ* vâki'
olmayan hususlardadır ve bu kıyas yoluyla olur. Hattâ o: îctihad
kıyasdır, demeği kendisine caiz görmüştür.
tkinci Mukaddime: "Şer'in ahkâmını bilmediği kısımdır.
Biri ihata ilmidir, zahire ve bâtına şâmildir. Onu bilen, aşikâre ve gizlide
hak olan o olduğunu bilir. Bu yakînen bilinen bir
şeydir ki, kimsenin bunda şüpheye düşmesi caiz olamaz. Diğeri ise yalnız
zahire göre olan bilgidir. Onun gerçeğini bilmek Allah'a mahsustur, onun ilmi
kuldan gizli kahniS-tır, hiç kimse onu hakkiyle
bilemez. Bu ilim, tercih ve zan yoluyla olur, cezm ve
kat'! hüküm yoluyla olamaz, ne önünden, ne ardından bâtıl ona yol bulamayacak
şekilde bir bilgi değildir. Hükümleri birinci kısımdaki gîbi kesin olarak
bilmek iki yol ile olur: Kitâb'ın nassiyle
veya mütevâtîr Sünnetin nassiyle,
yâni Şafiî'nin dediği gibi umûmun umûmdan rivayet ettiği nakille olur. Bu iki yoi ile helâl olan bir şeyin helâl olduğu, haram edilen geyin de haram olduğu bilinir, bunları kimse biknemezlik edemez ve şüpheye düşemez."[4]
Haber-i vâhidle yâni Şafiî'nin tabiriyle haber-i hâssa ile, icmâ' ve kıyasla hâsıl olan ilim zahirî ilimdir. Bu üç
delil ile olan bilgi zahire göredir. Bunlarla hâsıl olan bilginin sahibi,
ilminin gerçekte ve nefsü'1-emir-de Öyle olduğuna iddia edemez. Hakikatim Allâhu Teâlâ bilir. EUndeJd imkânlarla ulaştığı bilgi budur esasına göre onunla
arnel olunur. Elinde olmayan, gücünün yetmediği
şeylerin altına girerek onları yüklenmekle mükellef değildir.
Birçok ka.ziyyeler, bu nevi' ilim üzere
yürür. Hâkim, şahitlerin şahitliğine dayanarak bir maznunun katline hüküm
verir. Onlann doğruluğunu gösterir emarelere i'tibar eder, halbuki şahitlerin yalancı olmaları,
yanılmaları ihtimali de vardır. Fakat hâkim zahir olanla hükmeder, gizli olanı
Allah'a bırakır. Müctehidler, delillerden hüküm
alırken esbabın götürdüğü ve buldukları şeyle amel ederler. Bulamadıkları,
gözlerinden kaçan şeyden dolayı günah yoktur. Mükellef olanlar, bilgileriyle
vâsıl oldukları, zahirde buldukları şeyleri îfâ etmekle teklif olunurlar. Bir kimse, kendisine helâl
olduğunu sanarak bir kadınla evlense, onunla birleştikten sonra süt kız kardeşi
olduğu anlaşılsa, Allah ile arasında günah işlemiş sayılmaz. Çünkü dudu
bilmeyerek yaptı, araştırması onu gerçeğe götürmedi. Gizîi
olan hakikat meydana çıkınca nikâh bozuldu. Zahire göre bir hüküm vardı, frâtma göre de hüküm vardır. Zahire göre yapılan nikâhla neseb sabittir, iddet ve mehr lâzınıgelir. Gerçekte ise
nikâh bâtıl olduğundan; bilinmeksizin
uzun zaman geçse de, mîras hakkı sabit olmaz.
Şafiî, zahiren
bilinenle, işin hakikati, içyüzü
arasındaki ihtilâflara dâir birçok misâller getirmektedir. Biz onlardan
birini zikredelim, diğerleri ondan belli olur: Bir kimse gelerek Müslüman
olduğunu aşikâre söy-tese,
Müslüman olmadığını açığa vuracak bir işaret ve alâmet görülmekçe, biz zahire
göre hüküm veririz3 ona Müslüman muamelesi yaparız. Müslüman olarak gördüğümüz
için Müslümanlarla evlenmesine müsâade ederiz, arada mîras cereyan eder. Bâtınen belki de
Müslüman olmamış olabilir, fakat biz
bilmeyebiliriz. Eğer biri onun Müslüman olmadığını bi-hr, böyle alâmetler de belirirse, içinde gizlediklerini
açığa vuran sözler uyulursa, o zaman bunu bilen kimse ona Müslüman muamelesi
yapmaz. nu Müslümanla
evlendirmez, mirasçı yapmaz. Böylece iki şahsa nisbet-s
bir kimse hakkında ayrı ayrı iki hüküm bulunmuş
oluyor. Her ikisi de «diklerine göre amel ediyorlar, bilgilerinin îcâbma uyuyorlar. [5]
Görülüyor ki, kıyâs
zahiren bir bilgi veriyor. îşin içyüzüne nüfuz edemiyor, bâtını keşfeyleyemiyor. Çünkü kıyas, zahirî ilim veren üg ilim yolundan biridir. Hem zahiri, hem, bâtını ihata
eden bir ilim vermez. Her müctehid, kendisinin ulaştığı ilimden bulduğunu aur. Kıyas ancak zahirî ilme götürüp ihata ilmi
vermediğinden müctehidler bir mesele hakkında
ihtilâfa düşerler. Kıyas bir müctehidi bir neticeye,
diğer bir müctehidi de başka bir netîceye
götürebilir. Nasıl ki, iki hâkimden biri, bir şahidin şahitliğini kabul eder,
çünkü onun hâlinde salâh cihetini üstün görür, her ne kadar bâzı işlerinde
kusur bulsa da buna bakmaz, çünkü hiç günah iglememiş
bir kimse bulunmaz[6]. Birinci hâkimin
şahitliğini kabul ettiği kimsenin şahitliğini diğer hâkim ise, aynı mes'elede, reddedebilir. Çünkü onun hâlinde birinci hâkimin
görmediği birtakım şeylere muttali' olmuştur. İşte müctehidlerin
durumu da böyledir. Bir mes'elenin hükmünde, beyan
ettiğimiz gibi, onlar da ihtilâfa düşebilirler. Her biri, üzerine düşeni ve
lâzım geleni yapar, vâsıl olduğu neticeyi alır. Kıyas, böyle bir neticeye
götürmekle beraber caiz bir şeydir, hattâ istenen bir iştir. Amr b. Âs'dan rivayet olunuyor
ki, Hz. Peygamber'i şöyle derken işitmiş-tir:
"Bir hâkim hükmünü verirken ictihad eder ve
Şafiî, bu Hadîs-i
Şerîften kendisince kıyas demek olan içtihada teşvik mânâsı çıkarmaktadır.
Çünkü Hz. Peygamber Efendimiz, bu Hadîsle
Kıyas ancak nassla sabit bir hüküm üzerine kurulur. Çünkü ger'î hüküm Kitab ve Sünnetten
aranarak bilinir. Kitab ve Sünnetin nassiyle bildirilen bir sebep ve illete göre hüküm verilir.
Hakkında nass bulunmayan şey ise hakkında nass bulunan mes'eleye
benzetilerek hüküm alır. yâni hükmü nassla bildirilen
mes'elenin illetini, sebebi caiz olan ve hakkında da
nass bulunmayan mes'ele bu
müşterek illet dolayısiyle aynı hükmü alır. Bu da nassm mânâsım bilmek, hükmün illetini arayıp bulmak
suretiyle yapılır. E^er nassla sabit olan hükmün
illeti, hakkında nass bulunmayan mes'elede
de varsa kıyas yoluyla aynı hüküm ona da geçirilir. Şafiî'nin sözü şöyledir:
"Kitab ve Sünnetin bildirdiği hüküm, sabit bir
gerçektir, müctehid onun mânâsını araştırıp
Şafiî kıyası, nass üzerine hamletmek, nassa
tabi' olmak gibi i'tibar eder; yoksa kıyas, nassın kayıdlanndan âzâde kalmak
değildir. Onun için şöyle demektedir: "ilim erbabı, nassm
hayrına tabi* olarak hakkında nassla haber verilmiş
bir sey bulunmayan bir mes'eleyi
o nassa kıyas ederek onun hakkında kıyas yoluyla
sözünü söyleyebilir."
Kendilerine kıyas
edilecek Kitab ve Sünnetten bir nass
yoksa, o zaman, Şafiî re'y yoluyla içtihadı men'etmektedir. Nassdan bir haber
bulunmaksızın hüküm vermek ve kıyas yapmak caiz değildir.
Bundan şu anlaşılıyor
ki, Şâri'm içtihadı emretmesi, işin hakîkatma delâlet eden delil ve karinelere bağlıdır. Çünkü ictihad ancak
muayyen bir mânâyı aramak için yapılır. Bu arama ve talep kendisine delâlet
eden deliller, onu gösteren emarelerle olur. Bu ise nasslann
mânâlarını araştırıp benzeyen ve en yakın olan şeyleri ona katmak için
yapılır, işte kıyas budur, Şafiî şu sözleriyle bunu kasdetmektedir:
"Hz. Peygamber Efendimiz (Ona salât ve selâm olsun)
içtihadı mademki emretmiştir, ietihad ancak
bir şeyi aramak için yapılır. Bîr şeyi araştırmak ise ancak delillerle olur,
bu da kıyastır. Görmez misin ki, bir adamın kölesini aşırsa, o kölenin
emsalinin pazarda kaça olduğunu bilen bir kimseye ona fiyat takdir etmesi
söylenir, bu kölenin kıymetini takdir et, denir. O da, onun benzeriyle mukayese
ederek ona fiat biçer. Bir malın fiyatı da ancak tecrübesi
olan, bu işten anlayan birine takdir ettirilir. Kölelerin fiyatını bilmeyen bir
fakîha: Bu köleye fiyat takdir et, denilmez. Bir
işçinin ücretini takdir etmesi istenilmez. Çünkü bu kıymetleri emsaline
bakmaksızın, onlarla mukayese yapmaksızın takdir ederse haksızlık yapmış olur. Maların kıymetinin takdirinde bu iş böyle olunca, dikkatsizlik
ve emsalini t tibâre almamak hatâya düşürürse,
Allah'ın helâl ve haram kıldığı şey-krde haksızlık
yapmaktan son derece sakınmak elbette daha lâzımdır."[11]
Böylece Şafiî, fakîhın
re'yle içtihadında tutacağı yolun ancak kıyas y°Iu olduğu neticesine varmaktadır. Tâ ki hüküm nassın delaletiyle olmuş olsun. Çünkü o şeriatta ancak nassa i'tiraad etmektedir, ona
dayanmaktadır. Hüküm nassm zahiriyle değilse bile
hiç olmazsa ondan alman delâlet yoluyla olsun. Bu da nasslardan
mânâlar çıkarmak, nassların illetini bilmek, sonra
da nassla bildirilen hükmün illetini taşıyan mes'eleye, müşterek iliet dolayısiyle, aynı hükmü vermekle olur. Fıkıhta gözönünde tutulacak şey Kur'ân'in
nassıdır veya Peygamber'in Hadîsleridir, veyahut da
kıyas yoluyla bunlara hamletmektir. Uyulması gereken bir nass
veya bunlara göre yapılmış bir kıyas yokken hüküm vermek günaha daha yakındır. [12]
Kelimeleriyle hükme
delâlet eden bir nass bulunmadığı zaman, kıyas
mutlaka lâzımdır. Bu da nassların mânâlarını,
gayelerini araştırmak, il-letlerini, sebeplerini
bilmekle, sonra da benzerlere birbirinin hükmünü vermekle olur.
Şafiî'nin
Er-Risâle'deki sözünden ve diğer yerlerde dediklerinden çıkan şudur ki, o,
kıyas, illetin açık veya kapalı olması, hakkında nass
bulunmayan şeyde illetin ne miktarda bulunuşu bakımından üç kısma ayırmaktadır:
1- Feri'
hükme asıldan daha evlâdır. "Anaya, babaya öf bile demeyin."
âyetinden anayı, babayı dövmenin şiddetle yasak olduğunu anlarız. Öf demek
yasak olunca, dövmenin yasak olması evleviyetle
sabittir.
2- Feri'
asla müsavidir; ikisi de aynı derecededir, aralarında birbirinden fazlalık ve
eksiklik yoktur. Allâhu Teâlâ
şöyle buyurur: **Eğer cariyeler fuhuş işlerlerse, onlara hur kadınlara olan
azabın yarısı vardır."
Cariyeler hakkındaki
bu hükme bakarak, köleler de had vurulmağı îcâbe-den
bir günah irtikâb ederlerse onlara da yarı ceza verüir.
3- Hükmün
illeti bakımından feri', asıldan daha zayıftır.
Bu üç kısım hakkında
Şafiî'nin dediklerini açıklayarak her kısımdan ayrı ayrı
söz edelim:
Şafiî kıyası böyle
mertebelere ayırıyor ve birinci kısmın kıyasın en
kuvvetlisi olduğunu söyleyerek diyor ki: "Kayasın en kuvvetlisi şudur: Allâhu Teâlâ Kitabında veya Hz. Pegyamber Sünnette bir şeyin
en az olanını da haram eder. Azı haram olan şeyin çoğu da haram olacağı pek
tabiî bulunduğundan azı yasak edilen o şeyin çoğunun daha çok haram olduğu
bilinir. Yine böylece, tâatın azı öğülür,
ona mükâfat verilirse, çoğu bu övgüye daha çok lâyık olur. Bir şeyin çoğu
mubah olursa, azanın mubah olması daha evlâdır."
Şafiî bu üç nev'e üç misâl getiriyor:
a) Hz. Peygamber Efendimiz (Ona salât
ve selâm oisun) şöyle buyurmuştur: "Allâhu Teâlâ müzminin canına,
malına dokmuna-ğı haram {aldı. Ona iyi zandan başkasını beslemek de
haramdır." Mü'mine iyi zan-dan başka bir şey
beslemek yâni kötü zan haram, olunca,
haksız yere sarih bir surette ona kötü söz söylemek evleviyetle
haramdır. Hattâ bunun haram olması daha şiddetlidir.
b) Allâhu Teâlâ şöyle buyurur:
"Kim ki, zerre miktarı hayır işlerse mükâfatım görür, kim de zerre mikdarı kötülük yaparsa cezasını görür." Zerre mikdarı olan hayır öğülür ve
mükâfat verilirse, daha büyüğü Övgüye daha lâyıktır. Zerre mikdarı
kötülükte günah olup azap verilecekse daha büyüğü daha çok günahtır.
c) Allâhu Teâlâ, herhangi bir muahede ile bağlanmamış olan ve bize savaş açanların kazılarını ve
mallarını helâl kıldı. Öldürmeden yaralamalar ve mallarından bir kısmı elbette
evleviyetle
mubahtır. Gerçi Şafiî, ikinci kısmı Er-Risâîe'de
açıkça zikretmiyor, ancak bâzı sözlerinde buna işaret ediyor. Bu kısmı Fahrü'r-Râzî ondan naklen
söylüyor ve köle, haddi mûcib bir cinayet işlerse
cariyeye kıyas ve nisbet ederek ona da yarı ceza
verileceği misâlini getiriyor.
Şafiî'nin Er-Risâle'de
bu kısma işareti, bâzı ulemânın bunu kıyastan saymadıklarını söylediği sırada
şöyle der: "Helâl edilen mânâsında olan, o illeti taşıyan helâl kılındı,
haram mânâsında olan da haram kılındı." Bu tâbir, şüphesiz ki, ikinci
kısma işaret yoluyla zikrolunmuştur, yâni hükmün
illetinde feri' asla müsavidir. Bunda feri' ile aslın birbirine eşitliği o
kadar açık ki, nass kadar açık olup, hattâ bâzı ulemâ
bunu kıyastan bile saymıyor, şüphesiz ki bu, birinci kısımdan başka bir
kısmıdır. Çünkü birinci kısımda mânâ yâni illet feri'de, asıldan daha
kuvvetlidir.
Üçüncü kısım; bunda
feri', asıldan daha zayıftır. Bunu Fahreddin RÂzî, Şafiî'den nakil ile diyor ki: "Şafiî bunu iki nev'e ayırır. Birisi kı-yas-ı mânâ z= illet kıyasıdır. Yâni uygun olarak hükmün
illeti bulunup çıkarılır, sonra a3iîi illeti taşıyan feri'de de bu hükmün
bulunduğu gösterilir, ikincisinde hükme sebep olan illet meydana çıkarılmaz,
fakat iki muhtelif suret arasında hükümde bir, benzer oluş şekli bulunur. Bu
ikisi arası olan seldin diğer iki suretten birine benze5Tşi daha fazladır. îşte
bu Çok benzeyiş onun bu surete katılmasını îcâbeder.
işte kıyas-ı şebeh yâni benzeyiş kıyası da
budur."[13]
Er-Risâle'ye baktık.
Gördük ki, Şafiî kıyası iki bahsin başında bu iki veçhj
şöyle zikrediyor: "Kıyas iki türlüdür. Birincide bir şey yâni feri' ashn illetini hâvidir, bu kıyasta ihtilâf yoktur. Diğerinde
ise bir şey ashn benzeri olur, en çok benzeyen feri'
asla ilhak olunur. Kıyasçüar bunda ihtilâf
etmişlerdir."[14]
Şafiî birinciyi zikrederken, bunda kıyasçıların ihtilâfa düşmediklerini de
söylüyor ki, bu sözün zahirine üç kısım bunda dâ-hüdir;
yâni: Evleviyyet yoluyla olan kuvvetli kıyas, feri'Ie aslın müsavi olduğu kıyas, fer'in asıldan zayıf
olduğu kıyas. Bunlardan ilk ikisinin bu nev'e girdiği
açıktır, aşikârdır. Çünkü bu ikisinde kıyasçüann ihtilâfa
düşecekleri bir cihet yoktur. Müctehidlerin bunlara
dâir sözleri birbiriyle çatışacak durumda değildir.
Bundan ötürü bizce, Fahreddin Râzî'nin sözü,
Şafiî'nin Er-Risâle'-deki sözleriyle işaret ettiği taksime tamı tamına uygun
düşmemektedir. Çünkü Şafiî'nin sözü şunu da içine alır ki, fer'in asıldan daha
zayıf olduğu üçüncü kısmın birkaç benzeri olur ve onlardan en yakın olana
ilhak olunur. Ma'kûl olan budur. Çünkü aslın hükmünün
illetinden fer'in daha zayıf olması, fer'in asla ilhakiyle
çarpışan birkaç suret bulunduğu zaman olur. Zîrâ böyle birkaç suretin
bulunması asılla feri' arasındaki illetin zayıf ve mütereddit olmasından ileri
gelir. Fakat asılda sabit olan illet taayyün ederse ve feri' ile diğer bir asıl
arasında başka bir benzerlik veçhi de bulunmazsa o takdirde bu asla benzerliği
kuvvetli olur, illeti meydana çıkarmak bâzan her ne
kadar güç olsa da, bu illet artık sabit sayılır. Şafiî'nin, fer'in asıldan
zayıf olmasını yalnız bu kıyasda i'tibar
ettiğini gösterir delilimiz vardır. Bu delil iki şeye dayanmaktadır:
1- Şâfİî, benzerlik kıyasında kıyasçılar arasında ihtilâf
cereyan etmediğini söylüyor. Halbuki illet kıyasında, kıyasçılar arasında
hiçbir ihtilâf yoktur. Şüphesiz ki bu, her surette birincinin kuvvetli
olduğunu, ikincinin de zayıf olduğunu gösterir. Daha önce bunu
belirtmiştik.
2- Şafiî
diyor ki, bâzı ulemâ, ancak benzerlik ihtimâli bulunana kıyas nâmım veriyor.
Çünkü iki muhtelif mânâdan (illetten)
benzerlik münâsebetiyle birine kıyas cihetine gidilir.[15]
Diğer iki kısım yâni
feri' asıldan daha evlâ veya müsavi olanlar, sözü geçen bu ulemâdan bâzısına
göre kıyas nâmını almaz. Şafiî, bu sözü sayıyor ve ona bir veçhe buluyor. Bunun
böyle olması şundan ileri gelir: Şafiî'ye göre illete dayanan kıyasta feri',
asıldan zayıf olamaz. Yoksa delâlet, nass
derecesinde kuvvetli sayılamaz.
işte bunun için biz,
zayıf olan kıyası Şafiî'nin ancak benzerlik kıyasında i'tibar
ettiğim mütemayiliz. Bu nevi'de feri', hakkında nass
bulunan asıllardan birkaçına benzer ve bunlardan en çok benzeyenin ve en yakın
olanının hükmünü alır. [16]
Buna dâir Şafiî birçok
misâller getiriyor, biz onlardan birkaçım kaydedelim:
a) Hz. Peygamber'in bir köle hakkında verdiği hüküm şöyledir:
Kusurlu olduğu gizlenerek satılmıştır. İşletilip faydalandıktan sonra
kusurlu olduğu meydana
çıkınca ayıbından dolayı müşteri onu reddetse, aynını tazminden dolayı ondan
hâsıl olan gaileyi hapseder, vermeyip tutar. Bu gaile müşterinin elinde hâsıl
olmuştur, semenden bu gaileye tekabül eden bir hisse yoktur, öyle olunca damânî karşılığı gaile müşterinin mülküdür. Bu aymn zâtından doğmuş bir ziyâde değildir. Şâfü, satılan malın aynından doğan ziyâdeyi de buna kıyas
etmektedir. Buna binaen hurma ağacının meyvesi, davarın sütü ve yavrusu
müşterinin olur. Eğer bunlar satıştan sonra ve satış bozulmadan önce müşterinin
elinde hâsıl olursa, böyledir. Çünkü bunlar müşterinin damânmda
iken hâsıl olmuştur. Damânî karşılığı mülkü olur.
Fukahâdan bâzıları bu hususta Şafiî'ye muhaliftirler. Onlara
göre malın zâtında doğan ziyâde, kazanma ve gallelendirme
yoluyla hâsıl olan ziyâdeye kıyas edilemez. Hadîs-i Şerîf şöyle buyurur:
"Bir şeyin
haracı, faydası; damanı karşılığıdır." Mebî'in
zâtından doğan, meydana gelen ziyâde ise haraç değildir. Şâfü
bu sözü şöyle diyerek reddediyor: "Eğer aymn
zâtından doğan ona ilhak edilse, köleye hibe edilen şeyin bâyi'in mülkü olması îcâbederdi, çünkü bu haraç değildir. Fakat onlar, bir şeyin
haracı, daman karşılığıdır, kaidesince bunun müşterinin mülkü olduğunu
söylüyorlar.[17]
Hulâsa olarak bu mes'ele iki benzeri arasında kalmaktadır. Birisi şöyledir:
Meydana gelen ziyâde kazanca benzer ve mülkünde iken hâsıl olan müşterinin
olur. îkincisi: Aynın zâüna ilhak edilir. Çünkü
Hadîs-i Şerîf: Haraç, daman iledir, diyor. Bu ise haraç değildir. Şafiî
birinciyi alıyor, ikinciyi almıyor. Birinciyi tercih etmesini şöyle açıklıyor:
Mülkiyetin illeti, bunun kendi mülkünde iken hâsıl olmasıdır. Mülkünde hâsıl
olan her şeyin mülkiyeti sabit olur ve bu devam eder. Bu hususta şöyle diyor:
"Bunların hepsi müsavidir. Çünkü müşterinin mülkünde iken hâsıl olmuştur.
Doğru olan budur..."
Diğerleri ise, ziyâde
hâlihazırda ve ileride mülkiyette ayne tabi'dir,
diyorlar. Mebî'in aynı bâyi'a
dönünce onların da bâyi'a dönmesi gerekir.
b) Hazret-i
Peygamber altının altınla, gümüşün gümüşle, hurmanın hurma ile, buğdayın
buğdayla, arpanın arpa ile fazlasına satılmasını yasak etti, ancak misli
misliyle ve peşin olarak satılmasına müsâade etti. Bu sahîh. bir Hadîstir.
Şafiî hakkında nass bulunmayanları, nassla bildirilen bu mes'elelere
kıyas etmek için bu yasağın illetini öğrenmek istedi. Bu nevi'lerin haram
edilmesinden, insanlar arasındaki örf ve âdetten, taâmül
usûlünden şu neticeye vardı ki, altının misli misliyle ve peşin olarak satışından
ma'dâsınm haram olmasının illeti semen olmasıdır.
Diğer nevi'lerin haram, olmasının illeti ise yenir şey olmalarıdır. O takdirde
haram olmanın illeti altında semen ve cinsin bir nevi'den olmasıdır. Yâni
altın altınla fazlasına satılamaz. Diğerlerinde ise haram olmanın illeti yenir
şey olmalariyle birlikte cinsin de bir olmasıdır.
Eğer bu iki cüz de bulunursa o zaman ivazlardan birini veresiye yapmak da,
fazla yapmak da haram olur. Eğer illet cüzlerinden birisi bulunursa, yâni cins
birliği olmaksızın semen veya yenir şey olma bulunursa o zaman fazlalık
helâldir, ivazlardan birini veresiye yapmak haramdır, fazla helâl, nesîe haram olur. Şafiî, keyl ve
vezni illet olarak almıyor. Şayet Şafiî böyle demiş olsaydı tar-tılanlardan olan bal ile yağın altın ve dirhemle veresiye
satışına cevaz vermezdi, nasıl ki altının gümüşle, fazlasiyle,
veresiye satışı caiz değildir. Ulemâ birinci satışın veresiye yapılmasının
sahîh olduğuna ittifak etmiş-lerdir, ikinci ise böyle
değil. Öyle olunca haram olmanın illeti mikdar olamaz[18]
c) Allâhu Tealâ Kur'ân-ı
Kerîm'de şöyle buyurur: "Analar, çocuklarım emzirmeyi tamamlamak isteyen
için, tam iks sene emzfrirler.
Ana* jann yjyeceğim ve
giyeceğim uygu» bir şekilde sağlamak çocuk kendisinin olan babaya
borçtur." (Bakara Sûresi: 233).
Âyetin alt kısmında Cenâb-ı Hak şöyle diyor; "Eğer çocuklarınızı 5Üt
anneye emzirtmek isterseniz, yereceğinizi uygun bir şekilde Ödediğinim
takdirde size sorumluluk yoktur,'' (Bakara Sûresi: 233).
Hz. Peygamber de, Utbe'nin
kızı Hinde, eşi Ebû Süfyan'uı
malından oğlundan ötürü ma'rûf tarzda para almasını
söylemiştir. Gerek Allah'ın Kitabındaki âyetler ve gerekse Peygamber'in Sünneti
gösteriyor ki, küçükken çocuğu emzirme ve besleme ücreti babaya düğmektedir.
Bu noktanın farz olmasının sebebi çocukla baba arasındaki karabet bağıdır. Mademki
bu alâka ve bağ sebebiyle, çocuk kendine bakmaktan âciz bir halde iken babanın
çocuğa bakması farz oluyort baba kazanıp kendine bakmaktan
âciz kaldığı zaman, mah yoksa, çocuğun babaya bakması
aynı se-beple farz olur.
Baba ve ana yukarı kuşağa doğru ne kadar giderse gitsin, derece derece bununla mükelleftir. Evlâtlar da aşağı kuşağa doğru
ne kadar inerse insin hepsi mükelleftirler. Çünkü alâka ve bağ hep birdir.
Yâni asıl ve feri1 alâkası, cüz'iyet veya doğuş
karabeti mevcuttur[19]
İmam Şafiî, kıyasın
kısımlarını ve şekillerini zikrettikten sonra açıklıyor ki, fukahâdan bâzıları, fer'in, nassla
bildirilen asıldan daha kuvvetli olduğu şeyi kıyastan saymamaktadırlar. Aslın
mânâsında olup başka bir şeye ihtimâli olmayan da böyledir. Bu hususta şöyle
diyor: "Bâzı ilim erbabı, buna (yâni fer'm,
kıyasın illetinden asıldan daha çok olan kısmına) kıyas nâmım vermekten
çekinirler. Bu, Allah'ın helâl ve haram kıldığı, öğdüğü
veya zemmettiği şeyler cümlesindendir. Bunlar ayniyle sabittir, başkasına
kıyasla değildir. Helâl olanın illeti bulunduğundan helâl edilen, haram olanın
illetini taşıdığından haram kılınanlar hakkında da böyle söylenmektedir. Ancak
benzerlik dolayısıyla yapılan kıyasa, kıyas nâmını verir. îki muhtelif illet
benzerliğinden daha yakın olana kıyas yapılırsa, bu kıyas olur. Diğer ilim
erbabı ise Kitab ve Sünnetin nassından
başkasiy-le sabit olup
onların illetini taşıyanlara kıyas nâmını vermektedirler. Doğrusunu Allah
bilir.[20]
Şâfü bu iki kavilden hangisini aldığını açıklamaksızm bunları zikretmiştir. Sözünün gelişinin
zahirine bakılırsa, üç kısmı da kıyastan saymaktadır.[21]
Bence, fer'in asıldan
daha çok ve aslın illeti gibi olduğu, sori derece
vazıh bulunmasından, illeti araştırıp meydana çıkarmağa hacet bile kalmadığı mes'eleler; kıyastan değil de nassm
delâleti nev'inden sayılır. Çünkü illet nassla veya benzeriyle bilinir de bu da feri'de daha çok
olduğundan açıkça anlaşılırsa hüküm feri'de nassla
sabit olmuş olur. İnsan, mücerred nassı
anlamakla bunu anlar. Şafiî'nin yoluna göre fark esasa taallûk eder,
cevheridir. Çünkü hüküm, Kur'ân'm nassiyle
veya mütevâ-tir Hadîsle sabit olmuş bulunursa, onu
bilmek, zahirde ve bâtında ilini, ilm-i ihata olur.
Eğer nassm delâletiyledir, diye hüküm edersen
böyledir. Eğer kıyasla sabit dersen, bu yalnız zahiren ilimdir. Meselâ:
"Anaya, babaya <>f bile deme." âyetinden anlaşılan döğmenin haram olması, eğer kıyas ile sabittir dersen, bu
haram olmayı, bilme yahuz zahirde olur, hem zâbir ve hem bâtında ihata ilmiyle olmaz. Anaya, babaya Öf
bile dememek âyetin nassiyle zahir ve bâtında kat'î olarak sabit olsun da, döğmek
yalnız zahirde sabit olsun, bu olamaz. Arapçanın siyakından
anlayan bir kimse bu âyet, ibaresiyle, eziyetin azının hürmetine delâlet eder
de, çoğunun haram olduğuna delâlet etmez diyemez. Bu âyeti mücerred
işitmekle ibaresinden döğmenin haram olduğu
anlaşılır ki, bu nasıl olur da yalnız zahiri ilim olur? Eğer bu da hem zahir
ve hem bâtında ilim sayılmazsa, insanlar için ihata ilmi hiç yok demektir.[22]
Şafiî diyor ki, bâzı nasslara kıyas yapılmaz.
Bunlar, sabit şeylere aykırı bir hüküm getiren nâsslardır.
Bu türlü hüküm1 ar, yalnız mevrid-i nassa = nassm geldiği şeye
münhasır kalır. Aynı hâ! ve Vasfı taşıyan başkaları buna kıyas yapılamaz.
"Alâ hılâfi'l-kıyas sabit olan bir şey başkasına
makîs olamaz," Bunlar umûmî bir hükümden istisna
yoluyla hafifletmek için yapılır. Şâfü, bu konuda
şöyle diyor: "Allâhu Teâlâ
nassla bildirdiği bir hüküm olup da sonra Hz. Peygamber bâzı farzlarda onu tahfif ettiğini Sünnetiyle
beyan ederse, Hz, Peygamber'in ruhsat
verdiği bu ruhsatla amel olunur ve başkası ona kıyas edilmez. Yine
böylece Hz. Peygamber bir şey hakkında umûmî
bir hüküm verir de sonra umûmî hükümden ayrı bir Sünnet vaz'ederse
bu da başkasına makîs olamaz."[23] Şafiî
buna bâzı misâller getirmiştir ki, birkaçı şunlardır:
a) Allâhu Teâlâ abdesti
farz kılarak şöyle buyurdu: "Ey îman edenler, namaz kılacağınız zaman
yüzünüzü, dirseklerimize kadar
kollarınızı yıkayın, başınıza mesnedin, ayaklarınızı da topuklara
kadar yıkayın." Bu umûmî hüküm gereğince abdestte
ayakların yıkanması abdestin bir rüknüdür, farzdır. Fakat Hz.
Peygamber mest üzerine mesh edince, bu: umumî nassm hükmünü hafifleterek kolaylık için verilmiş bir müsâade oldu, Aynı mahiyette olan şeyler,
meselâ başa giyilen kavuk, ellere giyilen eldiven, meste kıyas edilemez. Çünkü
bu hüküm, umûmî nasstau bir istisnadır, nassm umûmundan istisna edilen bir şey, başkasına kıyaslanacak
bir şey olamaz.
b) Ribâ cereyan eden malların götürü pazar toptan satılması
yasak edilmiştir. Hz. Peygamber ağaç üzerinde iken
meyvelerin birbiriyle mübadele yoluyla satılmasını, tarladaki mezruâtm buğdayla satılmasını neh-yetmiştir.
Bu umûmî bir hükümdür. Fakat arayanın satışının caiz olduğuna dâir Hadîs
vardır. Ağaç üzerindeki yeşil hurmaların kuru hurma ile satışına cevaz
vermiştir. Bu, umûmî nass karşısında kolaylık için
gösterilmiş hafif bir hükümdür, bu yalnız nassm
varit olduğu şeye münhasır kalır, bu hüküm başkasına geçirilmez. Şafiî
yemişlerin ağaç üzerinde satılmasının yasak edilmesiyle, yeşil hurmaların
satışına ruhsat verilmesi arasını şöyle birleştiriyor: "Bunun iki türlü
olmak ihtimali vardır, doğrusunu Allah bilir amma bence evlâ olan şudur: Hz. Peygamber baştan umûmî olarak nehyederken,
hurmalardan başkasını kasdetmiştir. Veyahut da toptan
nehyettikten sonra onların satışına ruhsat vermiş
olmak ihtimali de vardır. Her ne suretle olursa ,olsun, bize helâl olanı
helâl, haram olanı haram bilip Peygamber'e itaat etmek düşer.”[24]
c) Hz. Peygamber: «Tür şeyin faydası, damanı
karşılığıdır." buyurarak umûmî bir hüküm vermiştir. Bu, bütün
tasarruflara, olaylara şâmil bir hükümdür. Bununla beraber sütlü görünsün diye
sağılmadan satılmış olan deveyi ve koyunu müşteri sağdığı zaman az sütlü
bulursa, muhayyerdir, isterse öylece kabul eder, isterse hayvanı sahibine iade
eder, sağdığı süt için de bir sâ1 hurma verir. Musarrât
Hadîsi diye tanınan bu hüküm, "Bir seyisi menfaati, damanı
karşılığıdır." Hadîsiyle bildirilen umûmî hükme aykırıdır. Çünkü hayvan
müşterinin damam altında iken sağılan sütten alınan faydadan dolayı ivaz, bedel
olarak bir sâ' hurma vermekle hükmolunmuştur.
Ve bu ivaz, faydalanılanın cinsinden başka bir şeyflir.
Bunun misli olan şeyler, buna kıyas yapılamazlar. Bunun için Şafiî, bu hususta
şöyle demektedir: "Yelinlerine süt toplandıktan
sonra satılan hayvanlar hakkında biz bu sözü, Hz.
Peygamber'in emrine uyarak söylüyoruz. Ona başkasını kıyas etmeyiz. Çünkü
pazarlık muayyen bir koyun üzerine yapıldı, onun belirli sütü de vardı. Fakat
sütün kıymeti belli değildir. Hep biliriz ki, devenin ve koyunun sütleri
muhtelif olur. Her cinsin sütü de birbirinden farklıdır. Fakat mademki Hz. Peygamber, muayyen bir şeyle, yâni bir sâ' hurma vermekle hükmetmiştir, biz de Hz
Peygamber'in emrine uyarak aym şeyi söylüyoruz.[25]
Şafii, herkese kıyas
yapma hakkı tanımaz. Kıyas yapacak kimsede birtakım şartların bulunmasını ileri
sürer. Bunlara kıyas âleti der. Ancak bu kıyas âletlerini (şartlarını) hâis olan kimse kıyas yapabilir. O şartlar da şunlardır:
1- Arap
dilini bilmek. Çünkü bu din Arapların l
2- Kitâbullâh'ın ahkâmını, onun bildirdiği farzları, âyetlerin
nâsih ve mensuh. olanını,
âminim ve hâssını bilmeli, irşadîarma vâkıf
olmalıdır.
3- Hz. Peygamber'in Sünnetini, Hadîsleri bildiği gibi selefin
kavillerini, icmâ' mes'elelerini
de bilir olmalıdır.
4- Akl-ı selîm ve hüsn-ü takdir
sahibi olmalıdır. Doğru akıl ve sağlam muhakeme ile birbirine benzeyen şeyleri
yerli yerince ayırt eder, doğru ve
imam Şafiî, kıyasçınm dikkatli olması gerektiği bâzı noktalan şöyle
belirtiyor: "Kıyasçi, kendisine muhalif
olanların sözünü dinlemekten asla çekinmemeli. Çünkü muhalifini dinleyince,
gaflet ettiği bâzı noktaları hatırlar. Doğru olduğuna i'tikâd
ettiği şeyin doğruluğundaki kanaati daha sağlamlaşır. Bu hususta bütün gücünü sarfedip katlanmadı, insaflı olması lâzımdır. Verdiği hükmü
nereden alıp verdiğini, bıraktığı şeyi de neden bıraktığını bilmeli. Kail
olduğu şey kadar muhalif olduğuna da önem vermelidir, tâ ki karar verdiğinin,
terk ettiğine olan üstünlüğünü bilmiş olsun."[27]
Şafiî, El-Um'de Îmâlü'l-lstihsân
kitabında naklettiği bir münazara-smda kıyas yapma
salâhiyeti olanları değerli sözleriyle gayet güzel vasıflandırmaktadır.
İfadesi güzel, düşüncesi sağlam, temsili hoş olan o kısmı sana da nakledelim:
"Kitâbu'llâh'ı bilmedikçe, nâsihini,
mensubunu, hasamı, âminini öğrenmedikçe, Hz.
Peygamber'in Sünnetlerini, Hadîslerini bilmedikçe bir müftî,
kimseye fetva vermeğe lâyık olamaz. Keza eski ve yeni ilim erbabının sözlerini
de bilmeli, Arap diline vâkıf olmalı. Akıllı olup birbirine benzer karışık mes'eleleri ayırt edebilmeli, kıyas usûlüne vukufu olmalıdır.
Eğer bunlardan biri eksik olursa, onun kıyasla hüküm vermesi helâl olmaz, tşte bunun için bir kimse usûlü bilse de, feri' olan kıyasa
vâkıf olmasa, kıyas işlerine aklı ermediğinden, o adama kıyas yap, demek caiz
olmaz. Kıyasa vukufu olsa da, usûlü bilmese ona da bilmediğin halde kıyas yap,
demek caiz değildir. Bu, kör olan bir adama, şuna bakarak şunun hakkında hüküm
ver, demek gibi olur. Meselâ köre: Şunu sağma al, şunu soluna al, filân yere
varınca sağa sap, demek caiz olmaz. Çünkü o bu denilenleri görmüyor ki, hangisi
sağında, hangisi solunda olduğunu bilsin. Yahut köre: Bilmediği bir ülkede,
onun tanıyacağı işaretler olmaksızın bellediği bir hedef bulunmaksızın: Haydi
yürü bakalım, denilemez. Çünkü o, tanımadığı yolda kılavuzsuz yürüyemez. Diğer
bir misâl: Bir kimse çarşı pazarda alış veriş islerini eskiden biliyormuş,
fakat bir sene kadar bunlardan el çekmiş. Ona, şu vasıftaki bir mala fiyat
takdir et, denilemez. Çünkü pazar işleri değişir, fiyatlar oynar. Keza bir adam
ticaretin bir kolunda mehâret sahibi olsa, fakat
ticaretin diğer nevi'lerini bilmese, kendi sahasındaki bilgiyle, bilmediği
hususta hüküm vermesi caiz olamaz. Nasıl ki mi'mara
elbise fiyatı takdir ettirilmez, terziye de bina fiyatı sorulmaz. Biri çıkar
da: Senin saydığın bu vasıflan hâiz olmayanlardan hüküm eden, fetva verenler
oldu, derse, onlara verilecek cevap şudur: Onların hükümlerini ve fetvalarını
gördüm. Onların çoğu birbirine zıd ve aykırı. Sonra
iki taraftan her biri kendi hükmünün doğruluğunu iddia ediyor, diğerinin
yanıldığını söylüyor. Yardım Allah'dan gelir." [28]
Şafiî, kıyas şartlarım
hâiz olanların da bâzan bir meselede ihtilâfa
düşebileceklerini farzediyor. Birisi bir türlü
hükmeder, diğeri başka türlü hüküm verir. Çünkü kıyas ilmi, zahiren ilmidir,
her türlü gerçekleri içine alan ihata ilmi değildir. Mademki ortada hükmolunacak muayyen bir nass
yoktur, müctehidlerden biri, diğerine zahir olmayan
bir gey gö-rebüir. Her biri içtihadın ulaştığı geyi
alır, vardığı neticeyi kabul eder. Çünkü kendisince zahir olan hak odur. Bundan
başkasiyle mükellef olmaz.
Müctehidin başkasına tabi' olmaksızın içtihadının götürdüğü
şeyle mükellef tutulması ve ictihadiyle bulduğu şeyin
onun katında zahir olan doğru olması nokta-i nazarlara göre hakikatin taaddüt
etmesini îcâbet-mez. Hak dâima birdir. Biz onun
zâtına tam
Şafiî, kıyasta
ihtilâfı zemmedenlere cevap vermeğe girişerek, bunun meznaum
olan kötü ihtilâf kabilinden olmadığını açıklamıştır. Mademki ihtilâf edenler
kıyas şartlarını hâizdirler, kıyasa ehildirler, ictihadları
ve Zanaatları muhteremdir. Şafiî ihtilâfı iki kısma ayırmaktadır:
"Mezmum ihtilâf, mezmum
olmayan ihtilâr. Mez^Luı ihtilâf: Allâhu Teâlâ'nm kullarına delilleriyle bildirdiği hükümlerde
ihtilâfa düşmektir. Halbuki kullara ancak bu hükümlere tabi' olmak düşer. Eğer
ihtilâfa düşerlerse, bu Allâhu Teâlâ'nın
zemmettiği bir şeydir. Çünkü Kitâb'in te'vil taşımaz nasslarma ve sahih
Sünnete muhalefet etmek helâl değildir. îgte bu mezmum ihtilâftır. Cemaata
muhalefet de mezmum ihtilâftır." Şafiî diyor ki:
"Sözlerinde her ne kadar Kitab ve Sünnet
bulunmasa da Müslüman cemaata muhalefet etmek kıyascıya helâl olmaz sanırım.[30]
Ictihad konusu olan bir mes'elede
ihtilâfa düşmek, mezmum, olmayan ihtilâf nev'indendir. Kıyasgılardan her
biri, o mes'elenin muhtemel olduğu bir mânâyı alır
ve buna dâir delil de bulursa, bu tarzda düşülen ihtilâf mezmum
sayılmaz. Çünkü bu takdirde Kitâb'm nassma, sabit Sünnete ve cumhura muhalefet edilmesi gibi
bir cihet yoktur. Müctehid bunda kıyasa bakıyor,
içtihadı onu, diğerinin kıyasından başka bir görüşe götürmüştür[31].
Bundan sonra Şâfü kıyasın nasıl muhtelif olduğunu
şöyle anlatıyor: "Kıyas ihtimali olan bir olay meydana gelir. Ona benzer
iki asıl bulunur. Kıyas yapanlardan biri onu bu asıllardan birine, diğeri de
başkasına kıyas yaparak hüküm verirler. Böylece kıyaslar muhtelif olur. Böyle
ihtilâf ettikleri bir şeyde birinuı diğerine karşı
bir hüccet göstermesine acaba bir yol yok mudur? Denirse, evet, olabilir dîye
cevap verilir. Meselâ o olaya bakılır, eğer asıllardan birine bir illet,
diğerine iki illet ve sebep yönünden benzîyorsa, iki bakımdan benzeyen alınır,
bir yönden benzeyen bırakılır. O iki asıldan birine daha çok benziyorsa o
zaman da çok benzeyen alınır."
Şafiî, bundan sonra
misâl getiriyor. Meselâ: Hatâ ile katilde bir kölenin diyeti onun kıymetidir.
Ulemâ bunda ihtilâf etmemişlerdir. Şayet «ölenin kıymeti, hür bir adamın diyeti
olan onbin dirhemi bulur veya aSarsa,
o zaman da acaba durum aynı mıdır? Bâzılarına göre kölenin di-gfc kıymetidir, fakat hür adamın diyeti olan onbin dirhemi geçemez. ıXu ^ıymeti ° kada-n
bulursa o zaman bu kıymetten bir miktarı düşü-*ndİrİIİr'
Bâzılarına göre ise kölenin diyeti kıymeti olduğundan, m dirhemi aşsa da
indirilmez, kıymeti kaç olursa olsun diyeti odur.
Şafiî'nin kaydına
göre, kölelerde kol ve bacak gibi kısasan kesilmeği mucib halleri bâzı fukahâ hatâ iîe katle kıyas yaparak kısasa lüzum görmezler. Şafiî ise,
bu türlü kısasa kölelerin birbiri arasında cereyan ettirir. Hür adamların
arasında olduğa gibi kölelerde de kısas tatbik olunur. Burada iki asîl vardır,
onlara göre Şafiî ile muhaliflerinin kıyası değişik olmuştur. Onlar
kölelerdeki yaralama olaylarım, hatâ ile katle kıyas ediyorlar. Şafiî ise bunu
hür kimselerin yaralamasına kıyas ediyor. Birincilerin kıyaslarının esası
şudur: Köleler mal mesabesindedir, onun için diyetleri kıymetleri oldu. Onların
maliyeti esas i'tibar edilir. Kıyas buna göredir.
Şafiî ise kölelerin yaralamasını, hür kimselerin yaralamasına kıyas ediyor.
Keza bir köle başka bir köleyi öldürse kısas yapılır. Bu dununda maliyet
ortadan kalkar, însan olması bakımından kanının haram olması ortada kalır.
Birkaç köle, bir köleyi Öldürseler, katilde iştirakten dolayı hepsi kısas
yapılır. Kıymeti, yüksek olan bir köle, kıymeti düşük olan bir köleden Ötürü kısasen öldürülür. Demek burada maliyete değü, insan olma bakımından can emniyetine bakılır. Aklı
bağında olan bir kimse amden öldürürse kısas îcâbeder, burada esas budur. Köle köleyi öldürünce kısas
cereyan eder. Hayvan hayvanı öldürünce kısas cereyan etmez. Demek kıymete
bakılmıyor, insanın can emniyetine bakılıyor. Helâl, haram olan şeylerle,
farzlarla köle de mükelleftir. Bunlar insanlara mahsus şeylerdir. Amden katilde köleye kısas düşer. Bu mes'eleden
görülüyor ki, burada iki asıl vardır. Bu feri', o iki asıldan birine ilhak
edilmek ihtimal dahilindedir. Şafiî bu asıllardan daha benzer bulduğunu seçiyor
ve ona kıyas yapıyor. [32]
Şafiî'ye göre kıyas
böyledir. İsbat edici delilleri ile vaz' ettiği kaidelerini böylece ileri sürmekte ve hüküm
verme yollarım göstermektedir. Şafiî'ye göre re'y
yoluyla ictihad ancak kıyas suretiyle olur. Kıyastan
başka re'y yolu yoktur. Örf ve âdete göre hüküm
verilemez. îstihsan iîe
tercih yapılamaz. îctihad yoluyla kıyastan başkasına i'tibar yoktur. Çünkü dînin esas temeli Kitab üe Sünnettir. Re'y ile ietihad yapılmağa Muaz b. Cebel'in Hadîsiyle cevaz verildiğinden ictihad muteberdir.[33] Bu
görüş, bu asıldan alınmak îcâbeder. Re'y de kıyas yoluyla nasslara hamlblünur. Çünkü islâm gerîatı hâdiselerin hükmünü nass
suretiyle bu iki esasla bildirmiştir. Kitab ve
Sünnetin nasslariyle bildirilmemiş olanları da bunlardan
biri delâlet suretiyle bildirir, işte bu delâlet yoluyla bildirme kıyastır.
Şafiî, islâm'ın esaslarının Kitabla
Sünnete münhasır olduğunu şu âyet-i kerîmelerle bildirir: "Allah'a itaat
edim, Resulüne itaat edin.", "Rabbra
tarafından sana vahyolunana tabî' oL'\ "Resulüne
itaat eden kimse, Allah'a itaat etmiş ofur." Bu
ve benzeri âyetler gösteriyor ki, bu dînin aslı, esası Kitab
ve Sünnetten ibarettir. Re'y yoluyla yapılan ictihad, bu ikisinden alınmış olmalıdır ki, bu da ancak
bunlara kıyas yapma ile olur. Kitab ile Sünnete
dayanmayan bir görüş ileri süren kimse, kendiliğinden bir gey
ziyâde etmiş, nefsine uymuş olur. Kigi onlara uymakla
emroîunmamıştır, Kitab ve
Sünnete uymakla mükelleftir. İmam Şafiî bu konuda şöyle demektedir: "Bir mtietehid ietihsdda bulunur da
kendi görüşünce bir şeyi iyi görürse, onun bu içtihadı sabit bir illete göre
değildir. Bu kendisinin uydurduğu bir şey olur. Halbuki o nefsine uymakla
değil, nefsinin gayrisine uymakla emrolunmuştur,
Allâhu Teâlâ'nın ittibaı emir buyurduğu iki asla yâni Kitab
ile Sünnete tabi' olmak, tabi' olmakla mükellef bulunmadığı kendi görüşüne tabi'
olmaktan elbette daha evlâdır. Aslolan nefsine tabi'
olmak caiz olmamaktır, tctihad bir asla dayanmadan
kendi nefsinin ortaya attığı bir şey halinde olmamalıdır. Bu bolumdan istihsan, Kitab ve Sünnete
dayanmadan ietihad gibi makbul bir şey olmaz.”[34]
işte bundan dolayı
Şafiî'ye göre, Kitab ve Sünnete hamledihnesine
yol bulunmayan istihsan ile ahkâm-ı şer'iyye isbat edilemez. Onun
için Eî-Üm kitabına îbtâlü'l-îstihsan nâmı altında
müstakil bir bahis eklemiştir. [35]
[1] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 255.
[2] Had: Bir şeyin mahiyetini belirterek tarif; resim ise, cins ve
husûsiye- tariftir.
[3] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 255-256.
[4] Şafiî, Er-Rlsâle, s. 482.
[5] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 256-257.
[6] Şafii, Er-Rlsâle, S. 482.
[7] Şâfii, Er-RlsâJe, s. 493
[8] Aynı eser. s. 496-497.
[9] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 258.
[10] Aym eser, s. 504. Aym eser, s. 504.
[11] Şafiî, Er-Risâle. s. 506-507.
[12] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 258-260.
[13] Fahreddin Râzî, Menâkib-ı Şâfit, s. 99.
[14] Şafiî, Er-Risâle, s. 479.
[15] Şâfü, Er-Risâle, a. 516.
[16] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 260-262.
[17] Hanefiyye mezhebi, bu mes'elede
Şafiî mezhebinden ayrılır. Mebî'in ka-k gelir, ona
hîbe olunan şey müşterinin mülküdür, ayıp sebebiyle bey'ı
feshe Inânl değildir. Muttasıl ve münfa'il
olan ziyade feshe mânidir. Bayi' noksanı öder.
[18] Bu mevzu, satıştaki riba meselesidir. Riba iki türlüdür.
1- Câhiliyet ribası, bugün şayi olan budur. Câhüiyette
Araplar fazla almak' şartiyle ödünç para verirler,
borçlu Ödeyemeyince: Müddeti artır, ben de parayı ar-tırayim,
derdi. Böylece borç kat kat olurdu. Hz. Peygamber'in Veda Haccı hutbesinde yasak ettiği riba budur: "Cahüiyet ribasını kaldırıyorum. Ve ilk kaldırdığını riba da omacam Ahbas h. AbdulmuttaJib'in ribasıdır."
Buna nesîe ribaaı denir, îbn-ı Ab-bas, haram olan ribanın
bu olduğunu söyler. Ulemâdan bâzısı da ona tabi' olmuştur. Ibn-i
Abbas, Hz. Peygamber'in
şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Riba ancak nesîe
ribasıdır."
2- Alış
verişte olan ribadir ki, o da Ubâde
Hadîsiyle sabittir. Diyor ki, Hz. Peygamber:
"Altım altınla, gümüşü gümüşle, buğdayı l>nğda,yla, arpayı arpayla,
hurmayı hurmayla, tuzu taaîa, ımcak
müsavi olmak ve peşin olmak şartiyle satışına müsaade
etti. Fazla alan vo veren riba
yapmış olur." derken işittim. Ulemâ bu Hadise bakarak aralarında ihtilâfa
düşmüşlerdir. Zahiriye m&ahebi ulemâsı benzerlik
kıyacım reddedenler, ribanın bu altı şeye münhasır olduğunu söylerler. Ebû Hanîfe ve arkadaşiarma göre,
haram olma illeti, mikdar ile cinsdir. Yâni tartı ve Ölçü ile satılan şeylerin cinsi
cinsine olması tahrîm illetidir. Bu iki şart
bulunursa fazlalık haramdır, buna ribâ el-faal
denir. Eğer ivazlardan biri veresiye
olursa buîia neşîe ribâsi denir. Eğer tartı ve ölçü ile satılan şeylerden olup
da mikdar bulunur, fakat cins birliği bulunmazsa o
zaman veresiye fazlasiyle satış haram, fakat peşin
olarak fazlastyle satış helâldir. Ancak öı-f ve âdet varsa veresiye satış da helâl olur: Demirin
veya bakırın altın ve gümüşle satılması gibi.
Mâlikiyye ulemâsı diyor ki: Altınla gümüşün fazlasiyle
satışının haram olmasının İlleti, semenin bağı olmaları ile sınıfın
ittihadıdır. Altınla gümüşten başkalarında haram olmanın illeti, yenir şey ve iddihârı kaabil olmakla beraber
cinsin de bir olmasıdır. Yâni aJtra ve gümüşte semen
olmakla beraber cinsin muhtelif olması ve resiye
satışı haram kılar. Diğerlerinde ise iddihârı mümkün
yenir şey olmakla beraber cinsin ihtilâfı illettir. Görülüyor ki, Hanefiyye mezhebi bir yanda, Mâlikî ve Şafiî mezhebleri diğer yanda kalmaktadır. Bu ikisi yenir şey
olmanın ribâ illeti olmasında birleşiyorlar, iddihârı şart koşmakta ise ayrılıyorlar, tddihâri Mâlik şart koşuyor, Şafiî koşmuyor.
[19] Hanefiyye ulemâsı, akrabanın nafakasının farz
olmasına sebep, yalnız velâdeti göstermezler, illet yalnız bu olursa, yalnız
doğuş karabeti olanların nafakası farz olurdu. Fakat Hanefiyye
sebep ve illet olarak velâdetle beraber mahrem-Hk
akrabalığını da gösterirler. Delilleri emzirme âyetidir. Orada şöyle deniyor:
"Vâris üzerindede bunun misli vâcîbdi" Öğleyse ei emzirme
âyetidir. Orada şöyle deniyor: "Vâ-
de bunun misli vâcîbdir."
Öyleyse çocuğun nafakasının babaya farz olmasının illeti ondan doğmuş
olmasıdır, diğerlerinde ise mahremlik akrabalığıdır. Onun için muhtaç akrabanın
nafakası, derece derece, bütün mahrem akrabaya vâ-eibdir, derler.
Bu misâllerden
görüldüğü veçhile, illet veya benzerlik veçhi hakkındaki ihtilâf, usûliyyûn ıstılahında tahrîc-i menât veya tenkîh-ı menât denilen
şeyler etrafında ontip dolaşmaktadır. TJsûicülerin bu üç tâbirini burada bîraa
anıklayalım: Tahkîk-i me&ât, tenküı-ı
menât, tahrîc-i menât:
1- Tahrîc-i menât: Nassm veya icmâ'm delâlet ettiği hükmün illetini bulup yaana
çıkarmak için çalışmak ve inceleme yapmaktır. Meselâ şarap içmenin ha-, m olnıasının illeti
sarhoş edîo coşturmasidır, Kasden adam öldürmede düşmanlık Asasın vücûbunun
illetidir.
2- Tahkîk-i menât: İllet ister nassla, ister icmâ'Ia, ister istinbat yoluyla bi- sun illeti
bili öğrdikt
nât: İllet ister nassla, ister icmâIa, ister istinbat yoluyla bi- olsun,
illeti bilip öğrendikten sonra Dunun tatbik
edilen şekillerde bulunup
"™01^1 ara9tınP incelemektir. Meselâ adalet, şahitliğin kabul edilmesinin se-r- Adamın âdil oîup olmaması
ise şüphe götürür. O adamda adalet mevcut olup olmadığı incelenir. Şarabın haram olmasının illeti sarhoşluk vermesidir.
Nebiz'de sarhoşluk verme olup olmadığını
inceleme tahkîk-i menâttır.
3- Tenkîh-ı menât: illetin,
vasıfların mecmu'undan hangisinde olduğunu tâyin etmeksizin nassdan
anlaşılan illeti tâyin etmek için İncelemek ve ictihad
etmektir. Hükümde te'sirl olmayan, nazar-ı i'tibâre alınmayan vasıflar atılır; hükümde, te'siri olan alınır. Ramazanda karısiyle
cinsî münâsebette bulunan a'râbiye keffâretle hükmolunmuştur. Keffâret ne a'râbiye ve ne de
yalnız cimâ'a münhasırdır. Bu hususu inceleyen kimse, ne ile olursa olsun,
orucunu bozan kimseye keffâret lâzım geldiğini
anlar.
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:
263-265.
[20] Şafiî, Er-Risâle, s. 516.
[21] Sözün gelişi, Şafiî'nin her
üç kısmı da kıyastan saydığını
göstermesi şöyledir. Şafiî evvelâ söze
başlarken kıyasm birkaç türlü olduğunu söyledi ve
e& kuvvetlisi de İllet bakımından fer'in asıldan daha kuvvetli olanı olduğunu zikretti. Buna dâir misâller
getirdi. Sonra da feri' aslın illeti gibi olanı kıyastan saymayanların sözünü
zikretti. Onların tutumunu, bu konuda ileri sürdüklerini anlattı. Bu yakın
zahirî bütün kısımları kıyastan saydığını göstermektedir.
[22] Ma'kûl ve menkûl Mmi
gayet mükemmel bilen Haneflyye usûlcüîeri. metfeleyi bu i'tirazlann
hiçbirine yer vermeyecek surette
halletmişlerdir. Onlara SÖre hüküm bakımından Kur'ân'ın
delâletleri dörde ayrılır: İbarenin delâleti, işaret Şatoyla delâlet, delâlet
yoluyla delil olma, iktizâ yoluyla delâlet. "Anaya, babaya »f
■"*« deme.»» âyeti, dövmenin haram olmasını evleviyyet
yoluyla îcâbeder. Buna iktizâ J^ftbtl
denir. Bu dört nevi' delâlet, hep nassdan çıkar.
Gerçek ve hakîkî delalettir: «assa dayanır, kıyasa değil (Mütercim).
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:
266-267.
[23] Şafiî, Er-Risâle, s. 545.
[24] Şafiî, Er-R
[25] Şâfii, Er-RisâJe, s. 557.
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:
267-268.
[26] Şafiî'nin şartlan böyledir.
Hanefiyye usûlcüleri de ictihad
için şu
beş 3artı Uerf sürerler ki, aşağı yukarı aynı
sayılırlar:
1- Kitâb'ın ahkâma mütaallik
olanlarını, bunlarla ilgili bahisleri bilmek.
2- Ahkâma mütaallik Sünnetleri bHmek.
3- Icmâ' yapılan yerleri (mevârtd-i icmâ'ı) bilmek.
4- Kıyas
yollarım, usûl ve vechini bilmek.
5-
Usûl-ü fıkıhta tam mehâret sahibi olup ma'kûl ilimlerle muhakemesi sâlim bir tarzda isler olmak (Mütercim).
[27] Şafiî, Er-Rİsale, s. 510.
[28] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 269-270.
[29] Şâfii El-Üm
c- VII, s. 274. Hak taaddüd eder
mi, etmez mi ihtilaflı
bir meseledir.
[30] Şafiî, El-Üm, c. VII, s. 275.
[31] Şafiî, El-Üm, c. VII, s. 275.
[32] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 270-272.
[33] Muâz Hadîsi meşhurdur. Hz.
Peygamber, Muâz b. Cebel'i Yemen'e kadı olarak
gönderirken ona:
Ne İle hükmedeceksin ?„
diye sordu. O da:
™ Allah'ın Kitabiyle,
cevâbını verdi. Hz. Peygamber:
— Kitab'da bnîamazşan ne üe hükmedersin ?..
diye sorunca, Muâz:
— Resûlu'Ilâh'm
Sünnetiyle, diye cevap verdi.
— Ta onda da Iralamazsan? deyince, Muâz:
— Re'yimle ictihad ederim, dedi. Hz.
Peygamber de:
— Peygamberin elçisini, Peygamberin hoşnnd
kalacağı şeye muvaffak halan Allah'a bamd Ü senalar olsan, buyurdu.
[34] Şafiî, El-Üm, c. VI, s. 203.
[35] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 272-273.