19- İSTIHSANIN ÎBTÂLİ VE MESÂLİH-İ MÜRSELE
190- Şafiî'nin Îstthsanı Çürütmesi:
191- İstîhsanı Çürütmek Îçîn Er-Risale Ve El-Üm’de Getirdiği Deliller:
192- İstîhsan Taraftarlarının
Getirdîğî Delillere Verdigi Cevaplar:
193- Şafii Istîhsanı Neden Almıyor?
İstîhsan Île Mesâlih-i Mürsele Arasında Bîr Mukayese; Şâfiî Neyî
Reddedîyor?
195- Istîhsânın Târîfî, Îstîhsânın Kısımları:
196- Malikîlere Göre Îstihsânın Târîfî, Istihsan İle Mesalih-i Mürsele Arasındaki Fark:
197- Mesâlîh-i Mürsele Nedîr Ve Ne Zaman Şer'î Delîl Olarak Kullanılır?
198- Maslahat Delîü Muamelatta Muteberdir, Buna Dâir Örnekler:
199- Mesâlih-i Mürseleyî Almada Mâlik'in Kayıdları, Dinin Güttüğü Beş
Gaye:
200- Ulemânın Çoğuna Göre Şafiî De Kısmen Mesâlîh-i Mürseleyî Almaktadır:
201- Şafiî'nin Aldığı Mesâlih-i Mürsele Nedîr?
Şafiî îstihsanın îbtâli adlı eserinde
şöyle diyor: "Allah'ın hükmü Pey-gamber'in hükmü
ve Müslüman cemaatının hükmü olarak bütün zikrettiklerim
gösteriyor ki, hâkim veya müftü olmak isteyen kimsenin ancak ilzam edici bir
delille hükmetmesi ve fetva vermesi caiz olur. Bu da Ki-tabla, Sünnetle veya
ilim erbabının ihtilafsız olarak söyledikleri bir kavil ile veyahut bunlardan
bâzısına kıyas yapma yoluyla olur. îstihsan ile fetva
verilmez. îstihsan vâcib
olmaz, o bu mânâlardan birini de taşımaz."
İbtâlü'l-îstihsan kitabında,
Cimâu'1-îlim kitabında, Er-Risâle'de ve El-Üm
kitabının içinde Şafiî'nin bu sözlerinin benzerleri vardır. Bunlar bize iki
şeyi anlatmaktadır:
1- Eğer müctehid içtihadında Kitaba, Sünnete veya icmâ'a dayanmazsa veyahut bunlardan birine kıyas yapmazsa,
bu istihsan olur. Çünkü bu takdirde müctehid delilin nassmın veya
delâletinin verdiği şeyi değil, kendisince iyi gördüğü şeyi almış olur.
2- Sabit bir
nassa veya nassın
delâletinin irşadına i'timad etmeksizin istihsan yoluyla ictihad etmek,
bâtıldır; bunun şeriatla bir ilgisi yoktur.
Şimdi Şafiî'nin ikinci
kaziyyeyi, yâni bir nassa
veya icmâ'a veyahut kıyasa dayanmaksızın istihsan yoluyla içtihadın bâtıl olduğunu isbat için getirdiği delilleri kaydetmek istiyoruz, çünkü
birinci kaziyyede görüldüğü üzere, Şafiî'ye göre, istihsamn mânâsı budur. [1]
Şafiî'nin El-Um'de ve Er-Risâle'de zikrettiklerini inceleyen kimse görür
ki, o, münazaralar esnasında istihsamn butlanına dâir
müteaddit deliller getirmiş olup bunlar eserlerinin muhtelif yerlerinde
dağılmış bir halde bulunmaktadır. Biz bulduğumuz bu delillerden altı tanesini
burada özet halinde vermek istiyoruz:
a) Allâhu Teâlâ Kur'ân-ı
Kerîm'de şöyle buyurmuştur: "İnsan, ken* dişinin
başıboş bırakılmış olduğunu mu zanneder?" Hz.
Peygamber Efendimiz de şöyle buyurur: "Allâhu Teâlâ'mn size emir buyurduğu hiçbir şeyi bırakmaksızın onu
size emrettim* sizi nehyettiği her şeyden ben de sizi
nehyettim. Rûhu'I-Emîn
(Cebrail) benim kalbime şunu koydu ki, hiçbir canlı rızkını tamâmiyle alıp tuketmedikge
ölmez. Öyleyse rızkı güzel yollarla arayınız."
Hz. Peygamber, Müslüman toplumuna sarılıp ondan asla
ayrılmamağı bize emretmiştir. Bunun mânâsı: Müslüman cemâatinin sözünden ayrılmamaktır,
işbu Âyet-i Kerîme ve bu iki Hadîs-i Şerîf göstermektedir ki, Hz. Peygamber şeriatın bütününü beyan etmiş, Allah'ın
emrettiği, nehyettiği şeylerin hepsini beyan ederek
açıklamıştır. Allâhu Teâlâ,
İslâm cemaatının ahvâline mütaallik
işleri, buyruk ve yasakları ihmal etmemiş, her şeyi ya
nassla veya işaret suretiyle beyan buyurmuştur. İctihad sabit bir nassa dayanır.
Nassla sabit bir şeye kıyas yapılır. Aksi halde bu
eksik bir beyan olur. Bu ise sahîh değildir. Allâhu Teâlâ insanları başıbog bırakmış
değildir; insan mükelleftir. Hz. Peygamber buyrukları
ve yasakları beyan etmiştir. Öyleyse istihsan
yoluyla ietihad bâtıldır.[2]
b) Allâhu Teâlâ söyle buyurur:"Allah'a
itaat edin, Resulüne de itaat
edin.", "Kabbın tarafından sana vahyolunana tabi' oL", "Peygamberce itaat eden,
Allah'a da itaat etmiş olur.", "Peygamber size ne getirdiyse onu
alın, sizi neden nehyettiyse ondan da sakının.",
"Onların arasında Allah'ın inzal ettiğiyle lıükmedesin
ve onların arzu ve heveslerine uymayasın." Bütün bu âyetler göstermektedir
ki, mü'mine Allah'ın Ki-tâbı'na ve Peygamber'in
Sünnetine uymak düşer. Bu ikisinden başkasına uymaz. Nass
ve delâlet suretiyle tafsîlan veya icmâlen olsun, küllî
ve cüz'î beyan yoluyla olsun bildirilen
hükümlere tabi olmak farzdır. Bu
ikisinden başka tabi' olunması vâcib olan yoktur.
Kıyas, Kitab ve Sünnete tabi', olmak demektir. Çünkü
kıyas, mânâ ve illet bakımından bu
ikisinin delâlet ettiklerine hamletmek demektir. îcmâ',
hüccet olma kuvvetini Hz. Peygamber'in Sünnet-i Şerîfesinden almaktadır. îcmâ'la
amel etmek de Sünnete tabi' olmak demektir. İstihsanda bu ikisinden birine ilhak etme
bulunmadığından ve bunu almağı tecviz eden bir nass
da olmadığından, istihsan yoluyla ictihadda bulunmak, Kitâb'ın ve
Sünnetin getirdiklerine re'y ile ziyâde yapmak
demektir. Halbuki Kitab ve Sünnetin nassiyle sabit veya istinbat
yolunca sahîh bir surette nassların delâlete
çıkarılan hükümlerden başkasına tabi' olmağa kimse Uzam edilemez[3].
c) Kendi
heves ve arzusuna göre değil, Allah'ın vahyiyle konuşan Hz.
Peygamber, dînî mes'elelerde istihsan
yoluyla hüküm vermezdi. Hakkında henüz vahy inmemiş
ve hükmü bildirilmemiş bir mes'ele kendisine arz olununca
istihsan ile hüküm vermezdi. Hakkında âyet bulunmayan
bir hususun hükmü sorulunca vahiy beklerdi, vahiy nazil olmadan cevap
vermezdi.
Evs b. Sâmit'in karısı gelerek Hz. Peyganıber'e Evs'ten şikâyet etti. Ona cevap vermedi, nihayet şu âyet-i
kerîme nazil oldu: "Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikâyette
bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Esasen Allah konuşmanızı işitir,
doğrusu Allah hor şeyi işitir ve görür, İçinizde karılarım annelerinin yerine
koyarak haram sayanlar bilsinler M, kanlan anneleri değildir. Anneleri ancak
onları doğuranlardır. Doğrusu o söyledikleri kötü asılsız bir sözdür. Allah
şüphesiz affedicidir» bağışlayıcıdır, Karılanıu
annelerinin yerme koyup haram sayarak oulan boşamak
isteyip sonra sözlerinden dönenlerin, eşiyle temas etmeden bir köle âzââ etmeleri gerekir. Bu size öğüdâtlr.
Allah işlediklerinizden haberdardır. Köle bulanuyanra,
eşiyle temastan önce birbiri ardınca iki ay oruç tutması gerekir. Buna giicö yetmeyen altmış fakiri doyurur. Bu kolaylık Allah'a
ve Resulüne inanmış olmalarındandır. Bunlar Allah'ın hudududur. înkâr edenlere
can yakıcı azap vardır."[4]
Kadın Hz. Peygamber'e gelip, kocasının: "Bana anamın sırtı
gibisin, haramsın." demesinden şikâyet ettiğinde, Peygamber Efendimiz îstihsan yaparak ona cevap vermedi, Arapların âdeti üzere
bunun, haram olduğunu bildirmedi, vahiy gelmesini bekledi. Bu hususta bu güzel
bir örnektir.
Yine bu kabilden, Aclânî, Hz. Peygamber'e gelerek
kendi karısına kazf etti, namussuzluk isnadında
bulundu. Hz. Peygamber ona hemen cevap vermedi,
nihayet liân âyeti indi:
"Kanlarına zina isnad ed&p de kendilerinden
başka şâhidlerl olmayanların şahitliği kendilerinin
doğru sözlülerden olduğuna Allah'ı dört defa şâhid tutmasiyle olur. Beşincisinde: Eğer yalancılardım ise Allah'ın
la'ne tinin kendisine olmasını diler. Kocasının
yalancılardan olduğuna Allah'ı dört defa şahit tutması, cezayı kadından savar.
Beşincisinde kocası doğrulardan ise kendisinin Allah'ın gazabına
uğramasını diler."[5]
Böylece kazf etmenin hükmü bildirildi, böyle bir durumda kan koca
Hân yapacaktır. Hz. Peygamber bu hükmü kendi re'yine göre istihsan yaparak
bildirmedi. Eğer bir kimsenin istihsan. ile hüküm
vermesi caiz olsaydı, bunu Peygamber'in yapması daha evlâ olurdu, istihsânin iktizâsına göre hüküm verirdi, gökten vahiy
beklemezdi. Fakat ö bekledi. Öyleyse her müetehidin istihsandan vazgeçmesi, istihsan
ile hüküm vermemesi lâzamgelir. Müetehidin
ancak Allah'ın Kitâbi'ndan, Peygamberin Sünnetinden
alarak veya icmâ'a ve nasslara
göre yapılan kıyasa dayanarak hüküm vermesi gerekir.[6]
d) Hz. Peygamber, onun
bulunmadığı bir yerde kendi istihsanîarma göre hüküm
veren ashabın bu tutumunu hoş görmemiştir. Bir seriyye,
bir elçi gönderdiği zaman Allah'a, Resulüne ve âmirlerine itaat etmelerini
emrederdi: Âmirleri Allah'a ve Resulüne itâattan
çıkmadıkça ona itaat gerekir. Bâzı gazalarda ashâbdan
bâzılarının yaptıklarını hoş görmedi. Bir ağaca sığınan adamı yakmalarını
beğenmedi. Kılıç altında dahi olsa
Müslüman oldum, diyen kimseyi öldürmelerini
hoş karşılamadı[7]. Eğer
nassa veya kıyasa dayanmaksızın istihsan yoluyla ietihadda bulunmak caiz olsaydı, Hz.
Peygamber Ashâb-ı Kirâm'm
bu yapışlarını reddetmez, tutumlarım inkâr etmezdi. Onları hakkı aramada
yanılmışlar i'tibar etmezdi.
e) îstihsamn kayıd ve zabtedilmiş bir kaidesi yoktur. Hakkı bâtıldan ayırmak için bir ölçüsü de yoktur. Eğer her müftünün,
hâkimin, müo-tehidin; nass bulunmayan hususta istihsan
yapması caiz olsaydı o zaman iş karmakarışık olurdu. Bir olay hakkındaki hüküm,
şahısların istihsânı-na
göre değişik olur. Bir mes'ele hakkında türlü türlü hükümler ortaya çıkar. Bunların bir zabt ve rabtı olmaz, hak olanı
beyan eden, doğru olanı bildiren bir Ölçü bulunmaz. Şerîatlan anlama yolu bu değildir. Dînî hükümler böyle yorumlanmaz ve
açıklanmaz[8].
Kıyas da muhtelif
hükümlere götürmektedir, diye Şafiî'ye bir i'tiraz
yapılamaz. Çünkü kıyastaki ihtilâf bu kadar önemli ve farklı değildir. Çünkü
hükmü nassla bildirilen bir seyîe
hakkında nass bulunmayan bir şey arasındaki benzerlik
vasfına, müşterek illete göre kıyas yaparak hüküm vermek, bu iki ayrı mes'eleyi birbirine yaklaştırmaktadır. Bunların arasında
esas tutulması kaabil birtakım kaideler bulmak
mümkündür. Halbuki istihsanda, üzerinde ittifak
edilmesi mümkün bir kaide kurmağa, bir rabıta ve zabıta bulmağa imkân yoktur.
f) Kitâb'ı, Sünneti ve kıyas yollarını bilen bir müetehidin istihsan yapması
makbul ve muteber olsaydı, bunun, Kitâb'ı, Sünneti
bilmeyen, ulemânın ihtilâf ve ittifak ettikleri mes'elelere,
icmâ' ve kıyasa vâkıf olmayan biri tarafından da
yapılması caiz görülürdü. Çünkü bunun dayanağı,^ esası akıldır. Akıl ise, Kitâb'ı, Sünneti bilmeyenlerde de bulunur. Hattâ Kitab ve Sünneti bilmeyenlerin içinde akılca, başkalarından
daha üstün olan bulunabilir. Onlar1 daha iyi belirtebilirler.
Şafiî, bu delile karşı
şöyle bir i'tiraz vârid
olabileceğini ileri sürerek diyor ki: "Kitab ve
Sünneti bilmek, şeriatın usûl ve esasını bilmek için zarurîdir. îstihsan yapacak kimse ancak Kitab
ve Sünneti bilenlerden olur."
Buna yine kendisi
şöyle cevap veriyor: "Eğer onlar usûl bilmiyorlar derseniz, size denir ki:
Usûl bildiğinize sizin deliliniz nedir? Bir asla dayanmaksızın bir şey
denirse, böyle şeye kıyas olmaz. Aklı olup da usûl bilmeyenlerin, bu bilmemezlikleri yüzünden kıyası iyi yapamıyacaklann-dan
endişe mi ediyorsunuz? Usûl bilmeniz size kıyas yapma hakkını mı kazandırdı,
yoksa onu terk etmeye mi yol açtı? Eğer sizin onu terk etmeniz caiz ise,
onların da sizinle beraber kail olması caizdir. Çünkü onlar için en çok
korkulan şey kıyası terk etmeleri veya hatâ etmeleridir. Bir kimsenin örneksiz
bir şey söylemesi övgüye değer ise, onların böyle bir hâli, doğru olduğu
takdirde övülür. Çünkü onlar bir şey bilip de terk etmediler, hatâda
mazurdurlar."
Şafiî'nin bu reddinden
maksadı §udur:
Usûl bilmenin meyvesi, oıiu kabul etmektir. îstihsanı kıyasa tercih eden kimse nassı
terk ediyor demektir. Böyle yapan kimse İle hiç usûl bilmeyen kimsenin
içtihadı müsavidir. Hattâ usûl bilen kimsenin vebali daha büyük olur.
Şafiî'nin esasına! .; göre böyle red doğrudur. Çünkü
ona göre, Kitab ve Sünnetle mansûs
olan . bir şey üzerine yapılan kıyası terk etmek, nassı
terk etmek gibidir. Nassı terk eden kimse ile, nassm hedef tuttuğu ve kıyasa giren hükümleri terk etmek
arasında fark yoktur.
Bence böyle bir red yaparken burada Şafiî'nin getirdiği delili yerinde
değildir. Çünkü nass olan yerde hiçbir kimse istihsânla hüküm vermez, tstihsânı
ancak Kitab ve Sünneti bilen kimsenin yapması
caizdir. Tâ ki haklarında nass bulunan bir mes'ele hakkında istihsan yoluyla
hüküm verilmiş olmaktan kaçınabilsin. Öyle olunca, bunu bilen ile bilmeyen arasında
istihsan yapma bakımından belirli bir fark vardır.
Bundan dolayı, bana göre bu delil doğru ve yerinde değildir. [9]
El-Üm
kitabının içine serpirmiş bulunan muhtelif yerlerde
münazara esnasında Şafiî'nin getirdiği deliller bunlardır.- Şafiî çeşitli
yerlerde bu delilleri yalnız getirmekle yetinmemiş, istihsan
taraftarlarının kendilerine delil olarak ileri sürebilecekleri şeyleri de
çürütmeğe çalışmıştır. Kı-. yasa dayanmaksızın re'y yoluyla istihsan
yapılabileceği zannını uyandırdığını farzettiği
§öyle iki misâl de getirmiştir:
1- Hz. Peygamber bir Hadîs-i Şerifinde şöyle buyurmuştur:
"Bir hâkim
içtihadına dayanarak hükmünü verir de
Yine Hazret-i
Peygamber, Muâz
b. Cebel'i Yemen'e gönderirken kendisine:
__Ne üe hükmedeceksin? diye sordu. O da:
— Allah'ın Kitabı ile, cevabını verdi.
— Kitab'da
Iralamazsan ne ile hükmedeceksin? diye sordu.
— Resulünün Sünnetiyle, dedi.
— Sünnette de Iralamazsan, ne yapacaksın? dedi.
—O zaman re'yimle ictihad
ederim, dedi.
Şafiî, istihsan yoluyla içtihadın caiz olabileceğine bu iki Hadîsi
delil göstermek isteyenler bulunabileceğini farzederek
eliyor ki: "Hâkimin K'tab ve Sünnetten
başkalarına dayanarak ictihad yapmasının caiz olmadığına
delil nedir? Halbuki Hz. Peygamber (Ona salât ve selâm, olsun), <Bir hâkim ictohad
eder de
2- Hz. Peygamber'in Ashâb-i Kirâmı'ndan bir grub, deniz
kenarında ölü bir balık buldular. Onun etini yediler. Hz.
Peygamber de onların bu yapışlarına bir şey demedi. Yine Hz.
Peygamber, Sa'd b. Muâz'ı
Benî Kureyza Yahudileri hakkında hüküm verme
hususunda hakem yaptı, o da onlara "kılıç atılmasına karar verdi. Eğer istihsan yoluyla, kendi görüşüyle iyi gördüğü bir şeyle
hükmetmek yasak olsaydı, Hz. Peygamber ölü balıktan
yiyenleri tasvîb etmez, Sa'd
b. Muâz'ı da hakem yapmazdı. İşte ou
konuyu da Şafiî söyle açıklıyor:
"Şayet denirse
ki: Hz. Peygamber Efendimiz, hıyanet
eden Benî yza Yahudileri hakkında hüküm vermek
üzere Sa'd b. Muâz'ı hakem
tâyin etti. O da kendi re'yiyle hükmünü verdi. Fakat
onun vermiş oldu* ğu hüküm ve karar, Hz. Peygamber'in doğruluğunu bildiği hükme, arzusuna uygun
düştü. Denizin attığı ölü balıktan Ashâb-ı Kirâm'ın yemesine gelince, onlar balıktan yedikten sonra Hz. Peygamber'e sordular, o da, 'Yanınızda o balığın
etinden var mı?* diye sordu. Onların bu hareketlerinin doğru olduğunu gördü ve
onun için yemelerini hoş karşıladı, câîa gördü.
Yerinde yapılmış buldu. Hz. Peygamber'in bunu caiz
görmesi,
Şafiî'nin bu cevabının
manâsı şudur: Hz. Peygamber Efendimiz bu içtihadı
caiz gördü, çünkü doğru idi, hakka
özet olarak
diyebiliriz ki, Şafiî (Allah ondan razı olsun), şer'î hükümleri delilinden
alma hususunda ancak bu iş için vaz' olunmuş lâfızların
delâletlerine, nasslara i'timad
eder. O, Kitab ve Sünnetten başkasına i'tibar etmez, Kitab ve Sünnetin nasslarmı muteber tutar. Eğer sarih bir nass bulamazsa, te'vü de yoksa,
hakkında nass bulunan şeylerin vasıflarını,
hükümlerin sebeplerini meydana çıkarıp sonra hakkında nasa
bulunmayan şeylerden nassm illet ve vasfına en yakın
olan ona kıyas edilerek aynı hükme katılır. Bu hususta ibarenin metnine
bakılır. Bu, zevk işi değildir ve şahsî görüşle ügisi
olmayan bir şeydir. Şafiî, şer'î hükümlerde şahsî anlayışa i'tibar
etmez, belki dâima mes'elenin maddî konusunu
anlayışı muteber sayar. îstihsânı ibtâl
ederken Şâfü bunu gözö-nünde
tutmuştur.
Görmüyor musun, istihsânı ibtâl kitabında söze
başlarken, bu dünyâda gerîatın hükümlerinin zahir
esaslara dayandığım söylüyor ve eseri yine aynı sözlerle bitiriyor, îstihsânm ibtâli hakkındaki
sözünün başında şöyle diyor: "AHâhu Teâlâ insanlara hüccetlerini açık ve aşikâr olarak
bildirerek dünyada kendileriyle teklif olunan hükümlerde ancak zahir ve aşikâr
olanla âmil olmalarını buyurmuştur ve zahir olanın en iyisini asla aşmamalarını
bildirmiştir." Bu konudaki sözünü şöyle bitirmektedir: "Gerek sânı
yüce olan Allâhu Teâlâ'nın
ve gerekse Hz. Peygamber'in vaz'ettikleri
hükümler gösteriyor ki, bâzı delil emareleri bulunsa dahi bir hâkimin zan ile
hüküm vermesi caiz olamaz. Hâkim ancak Allâhu Teâlâ'nın emri veçhile beyyine
ile hüküm verir. Dâvâlının aleyhine bir hüccet varsa veyahut kendisi ikrar
ederse ona göre hükmolunur..."[13]
îstihsân hakkında sözü şeriatta hükmün zahire göre olduğuyla
başlayıp öyle bitirmek, bizim şu tarzdaki anlayışımızı te'yid
etmektedir ki, Şafiî istihsan ile ameli çürütürken şerîaü açıklamakta ve hüküm çıkarmakta maddî yönü mülâhaza
etmiştir. îstihsâm şahsî bir anlayış i'tibar ederek onu almağı doğru bulmamış, hüküm çıkarmaya
yararlı görmemiştir. Onun için, "îstihsân bir
nevi' zevktir." Demiştir.[14]
îmam Şâfü, istihsan yoluyla içtihadı men'ederek onu şer'î delillerden saymamış, hüküm çıkarma
yollarından bir yol olarak kabul etmemiştir. Muradı sözünden her ne kadar
açıkça anlatıyorsa da, reddettiği istihsâ-nın hakîkatını beyan etmemiştir,
Şafiî'ye göre hüküm verme delilleri: Kitab, Sünnet, icmâ' ve kıyastır. Sahabeyi taklidi de kabul eder.
Bunlardan başkasını istihsan addedip kabul etmez. îstihsâm fıkhı delülerden saymaz.
Müctehid imamlardan bâzıları istihsânı
ve mesâlih-i mürseleyi fıkıh
delillerinden sayarlar ki, Şafiî bu hususta onlarla münakaşa yapmıştır, îstihsâm îmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe ile îmam Mâlik delil
olarak almışlardır. Mesâlih-i mürseleyi
ise îmam Mâlik hüküm ve ietihad hususunda bir esas ve
kaide olarak kabul etmiştir.
îstihsân ve mesâlih-i mürsele nedir? Bunlar mezhebe göre başka başka tarif olunur. îstihsâmn
hakikatim beyanda, taksiminde ve onunla büküm verme kaidelerini tarifte Hanefiyye fukahâsının tuttuğu yol
ve usûl, Mâlikiyye fukahâsınınkinden
başkadır. Öyleyse kısaca da olsa, her iki mezhebin tutumunu görelim ve önce Hanefiyyeden bağlayalım. [15]
Hanefiyye mezhebine göre yazılan usûl-ü fıkıh kitaplarının
ibareleri istihsânın tarifinde birbirine
uymamaktadır. Bir kısmı istihsânı şöyle tarif eder: îstihsan, kendisinden daha kuvvetli bir delil ile kıyası
tahsîs etmektir. Bir kısmı şöyle der: îstihsan,
kıyasın mûcebinden vazgeçerek daha kuvvetli bir
kıyasa gitmektir. Bu tarifler istihsânın bütün
nevi'leri-n! içine alan birer tarif değildir, nasıl ki istihsânın
taksiminden bu anlaşılır. Ebû Hasan Kerhî istihsânı söyle tarif eder:
"îstihsan, ondan ayrılmağı îcâbettiren
daha kuvvetli bir sebep yüzünden bir mes'elede,
emsaline verdiği hükmü vermekten müctehidin vazgeçip
başka bir hüküm vermesidir."[16] Üç
tarifin içinde en tam ve ea açık olanı belki de bu
tariftir. Hanefiyyeye göre yapılan istihsânın bütün kısımlarına şâmildir. Bu ibare istihsâmn Özünü içine almaktadır. Zî-râ istihsan demek, arızî bir
şeyden dolayı istisna yoluyla ıztırarî bir kaide
olarak hüküm vermektir. Bu suretle hüküm, kaideye bağlılıktan daha ziyâde
şeriata yakın olur. Yâni istihsan yoluyla bir mes'ele hakkında verilen hüküm, kıyastan daha kuvvetli
olur. İstihsânın sureti ve kısımları ne olursa olsun,
o umûmi bir kaide karşısında cüz'î bir mes'ele hakkında ayn bir hüküm
vermek demektir. Umûmî ve küllî kaideye bağlanmak suretiyle şeriatın ruh ve
mânâsından uzaklaşmamak için fakîh (müctehid) bu cüz'î hükme
başvurur.
HanefUer istihsânı iki kısma ayırırlar: Biri kıyas istihsânıdır.
Meselenin iki vasfı, iki illeti bulunduğundan birbirine aykırı iki kıyas
îcâbetti-, rir. Bunlardan biri zahirdir, ilk bakışta
akla yatkındır. Istılahı kıyas bu^ dur. Diğer illet ise kapalıdır. Hükmün diğer
bir asla ilhakım icâbeder; buna istihsan
nâmı verilir. Yâni böyle bir durumda fakîhin önünde
iki asıl, esas vardır. Biri zahirdir, açıktır, illetin bulunduğu ve hakkında nass bulunmayan mes'elelerin
hepsinde bu illet yürütülür, tesiri görülür. Diğer illet kapalıdır. Benzeri
meselelerin hepsinde yürümez. Fakat bu mes'elede
diğerlerinden ayrı olarak te'sirini gösterir. Bu
hüküm istihsan yoluyla verilmiş olur. Buna kıyas-ı
hafî = kapalı kıyas denir. Bunun içindir ki, Şemsü'l-Eimme Serahsî istihsânın
bu nev'i hakkında şöyle demektedir: "Gerçekten istihsanda iki kıyas vardır. Biri açık kıyastır, bunun te'sjri zayıftır, buna kıyas denir. Diğeri kapalıdır, eseri
kuvvetlidir. Buna istihsan nâmı yerilir. Yâni iyi
görülen bir kıyas demektir. Kıyasta tercih kapalılık ve açıklık bakımından
değil, te'sir bakımından yapılır."[17]
Usûlü fıkıh ulemâsı
kıyasın bu türlüsüne örnek olarak şu mes'eleyi
getirirler: Yırtıcı kuşların su içtikten sonra kalan artık sulan acaba temiz
midir, değil midir? Yırtıcı kuşların da etleri yenilmediğinden artıkları
yırtıcı hayvanların artıklarına benzer. Yurtiçi hayvanların artığı murdar
olduğundan, atmaca, kartal, karga gibi kuşların artığı da murdar olmak gerekir.
Kıyasın îcâbı budur. Fakat istihsan yoluyla diğer
kapalı bir kıyasa yöneliriz. Yırtıcı hayvanların sularının artığının murdar
olması ağızlarının ıslak olmasından, salyalarının akmasından dolayıdır. Salyalı
ağızları suya temas eder. Etleri ise murdardır. Kuglara
gelince bunlar suyu'gagalarıyla içerler. Gaga
kemiktir, suya kemik olan gaga temas eder, murdar olan et değil. Öyleyse burada
suyu murdar edecek bir şey yoktur. Şüphe yok ki, istihsan
yoluyla yapılan kapalı kıyasın eseri daha kuvvetlidir. Çünkü bunda murdar
olmakta te'siri olan vasıf belirtiliyor. Kıyasın
gerçeğine bakıyor. Birincide ise zahir olan vasfa bakıyor. Ancak ihtiyat
kabilinden olarak, yırtıcı kuşların artığı her ne kadar murdar değilse de
kullanılması mekruhtur, dediler. [18]
îstihsânm sebebi, yukarıda geçtiği
üzere, eseri kuvvetli olan kapalı kıyas olmayıp da, kıyastan daha kuvvetli olan
başka bir delil olursa, is-tihsâna gitmeği îcâbeden bu delil bakımından istihsânı
üç kısma bölerler:
1- Sünnet istihsânı: Muayyen bir mes'elede
kıyasın reddedilmesini îcâbeden bir Sünnet, bir
Hadîs-i Şerif sabit olur. Nasıl ki, takdir olunan fiyatta alıcı ile satıcı
ihtilâf ettiklerinde iki tarafa da
yemin verilmesi böyledir. Kıyasa
göre satıcının şahit getirmesi lâzımdı, şahidi yoksa ye-mîn
yalnız alıcıya düşerdi. Çünkü satıcı ziyâde iddia etmektedir, alıcı da bunu
inkâr etmektedir. Usûle göre beyyine davacıya, yemîn
dâvâlıya düşer. Burada davacı durumunda olan satıcıya yemîn verilmesi kıyasa
muhaliftir. Fakat Hz. Peygamber'in şu Hadîs-i
Şerîfiyle böyle yapılmaktadır:
"Alıcı Sle satıcı ihtilâfa düşerler, mal da ortada duruyorsa,
ikisi de yemîn ederler."
îşte daha kuvvetli bir
delil olan Sünnetten dolayı burada kıyas bırakılmıştır.
2- lcmâ' istihsânı: Bir mes'ele hakkında icmâ' in'ıkâd etmiş olduğundan kıyasın îcâbı terk olunur, tstisnâ' akdi bu
nevi'dendir. Kıyasa göre istısnâ'm bâtıl olması gerekir. Çünkü bu ma'dumu = mevcut olmayan bir şeyi satmaktadır. Fakat
insanlar her zaman bu akdi yapageldik-lerinden bu hususta icmâ' vardır.
Bununla kıyas terk olunmuştur. Bu, kıyastan daha kuvvetli
olan bir delile dönmektir.
3- Zaruret istihsânı: Zaruret sebebiyle müctehid
kıyası terk edip kıyasın îcâbindan başka türlü bir
hüküm verir. Kuyuları temizlemek hükmü bu kabildendir. Çünkü necaset düşen bir
kuyuyu temizlemek kıyasa göre mümkün değildir. Keşfü'l-Esrâr
sahibinin anlattığı veçhile, "Havain, kuyunun içine su döküp onu yıkamak
mümkün olmaz. İçlerindeki pis su da temizlenemez. Kaynayan temiz su da pis olan
suya karışmakla pis olur. Hattâ su çekilen kova pis suya dalmakla o da pis
olur. Böylece pis halde su çekmek için dalıp çıkar." Bu bakımdan
temizlenmesi imkânsızdır. Fakat zaruretten dolayı kıyasın mûcible
amel bırakılarak temizliğine hükmo-lunmustur. Çünkü zaruretlere göre hüküm verilir. Zaruretler
yasak olan. şeyleri miibah kılar. Onun için, Hanefî
fıkıh kitaplarında anlatıldığı üzere, necasetin nev'ine
göre muhtelif kova mikdarı su çekmekle kuyunun
temizlendiğine hükmetmişlerdir. Burada da şer'î bir delil ve küllî bir kaide
olan zarurete binâen kıyas bırakılmıştır. İnsanlara kolaylık olmak üzere,
yasak olan şeylerden bâzılari zaruretten dolayı
mubah, sayılırlar.
işte Hanefiyyeye göre istihsan
böyledir. Görülüyor ki, istihsan Şafiî'nin aldığı Kitab, Sünnet, icmâ' ve kıyas
delilleri arasına girmektedir. Onların dışında kalan bu türlü istihsânı çürütmez. Çünkü bu türlü istihsan
hevese, zevke göre hüküm vermek değildir. Belki delillerin bâzısını diğerlerine
tercih etmektir. [19]
Şimdi de Mâlikîlere
göre istihsana geçelim.
Onlara göre de istihsânın birçok tarifleri olduğunu
görüyoruz. Bunlardan her biri aşağı yukarı diğer tarifin delâlet ettiği
gerçeği ifade eder. Mâlikiyyenin bu tariflerinden
bâzıları, Hanefiyyenin istihsânı
tarifine uygun düşmektedir. İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'ân adlı eserinde
şöyle demektedir: "Bize ve HaneFıyyeye göre istihsan iki delilden daha kuvvetli olaniyle
amel etmektir."[20]
Fakat bize öyle geliyor ki, İbnü'l-Arabî bu tarifi,
iki mezheb arasındaki ıstılahın birbirine yakınlığım
göstermek için zikretmiştir. Aşağıda açıklanacağı veçhile, Mâlikîlere göre istihsânın hakikati, Hanefîlerin istihsânından
başka türlüdür. Her ne kadar bâzı cüzi ve fer'î mes'eleler
her iki mezhebin tarifine uyarsa da, mâhiyet, bakımından ayrıdırlar. Onun için Îbnü'l-Arabî başka yerde istihsânı
şöyle tarif etmektedir: Delilin iktizasını istisna yoluyla bırakmağı tercih
etmek ve kıyasa aykırı gibi görünen şeye ruhsat vermektir.
istihsânı dört nev'e ayırır:
1- Örften
dolayı delili terk etmek,
2- İcmâ'dan dolayı delili terk etmek,
3-
Maslahattan dolayı delili terk etmek,
4- Kolaylık
göstermek ve güçlüğü kaldırmak için delili bırakmak."[21]
Bu tariften ve bu
taksimden görülüyor ki, istihsan: Örfe, maslahata ve
güçlüğü kaldırma esasına göre delilin iktizasından ayrılıp ruhsatla amel
etmektir. Şâtıbî ve îbn-i Anbârî ise istihsânı şöyle tarif
ederler: "istihsan, umûmî bir kıyas karşısmrla cüz'* maslahatı kullanmaktır." Bu tarife
göre İbn-i Anbârî, istihsânı yalnız Mâliki mezhebine münhasır gösteriyor, îbnü'l-Arabi'nin tarifine i'tiraz
ederek şöyle diyor: öyle anlaşılıyor ki, Mâliki mezhebine göre istihsan, yukarıda geçen mânâya değildir, belki umûmî bir
kıyas karşısında cüz'î bir maslahatı alıp kullanmaktır.
O mesâlih-i mürsele ile
istidlali kıyastan ileri tutmaktadır. Meselâ bir kimse muhayyer olmak üzere bir
mal satın alsa, sonra da ölse, vârisleri bu akdi kabul veya reddetmekte ihtilâfa
düşseler, Eghep: Kıyasa göre, bu akid
fesholunur, derse de, bir istihsan
deliline göre akdi kabul edenlerin bir kısmı reddedenlerin payım kabul
ederlerse bunu caiz görürüz. Satan kimse geri almaktan imtina' ederse biz akdi
nâfiş sayarız[22]
İbn-i Eüşd de bu tarife yakın
olarak tarif etmektedir: "Kullanılması çoğaldığından kıyastan daha yaygın
olan istihsan, hükümde asın gitmeğe ve haddi aşmağa
götürdüğünden dolayı kıyası bir yana bırakıp bu mes'elenin
hükmünde müessir olan bir illetten dolayı ayrı bir hüküm vermektir." Bu
hüküm yalnız bu yere mahsus olur. Bu tarif imam Mâîik'in;
"Kıyasa fazla dalan kimse Sünnetten ayrılmış olabilir."[23]
sözünün mânâsını da açıklamaktadır.
Şüphe yok ki, bu son
tariflerin hepsi bir maksada doğru yönelmiştir. Şöyle ki: Mtictehid
olan fakîh, mes'eleleri
incelerken, onları hükme bağlamakta kıyasın ittıradına uyup onunla mukayyed olmaz. Bu fer'î mes'ele-de
maslahata uygun olanı ve iyi gördüğünü almak onun fıkhî
takdirine bırakılmıştır. Kitab ve Sünnetin nassma muhalif olmamak şartiyle
uygun gördüğü hükmü verir. Bu bakımdan bu tarifler Mâliki ulemâsından bâzısının
zikrettiği şu tarife yaklaşır: istihsan, ibareyle
gösterilmesi mümkün olmasa da müctehidin dînin ruhuna
uygun gördüğü bir delildir. Yâni bugünkü tabiriyle, istihsan,
kanunun ruhuna uygun harekettir. Bunda i'ti-^ad, müctehidin anlayış ve dirayetinedir, şeriatın küllî ve cüz'î mes'ele-lenni
tam kavramasına bağlıdır. îstihsânm ibareden
faydalanmaması de-m&k, maslahat cihetine delil göstermek mümkün değil
demektir. Belki ı tımad edilecek ona mahsus fıkhı
esas meydana koymak mümkün değil-™r. îmanı Mâlik (Allah ondan razı olsun), istihsan iğin: "O, ilmin onda dokuzudur."
demiştir.
özet olarak
diyebiliriz ki: Mâlikîlere göre istihsan: Fer'î mes'eleler-de maslahat cihetini gözetmek, faydalı olanı
almaktır. Kitab ve Sünnetten bir nass
bulunmadığı zaman muttarid kıyasın îcâbını bırakarak
fer'î bir mes'elede ona uygun bir hüküm vermektir.
Bu bakımdan istihsan, mesâlih-i mürseleye yaklaşmakta ise de Şâtı-bî El-İ'tisâm'da bu ikisinin
birbirinden farklı olduğunu söyleyerek şöyle demektedir:
"Şayet bu mesâlih-i mürsele nev'indendir, yoksa istihsan
bölümünden değildir, denirse biz şöyle cevap veririz: ISvet,
öyledir, ancak şu da var ki onlar istihsânı küllî
kaidelerin bir istisnası olarak tasvir ederler. Mesâlih-i
mürsele ise böyle değildir."[24] Yâni
istihsan, küİlî bir kaide,
umûmî bir delil karşısında fer'î bir mes'eleyi onlaı-dan ayırıp istisnaî bir
hüküm vermektir. Mesâlih-i mürsele
ise böyle değildir. Mesâlih-i mürsele-de
ondan başka bir delil bulunmaz.
Mâlikîlerin işte bu
tarz istüısanlarını Şafiî kabul etmemektedir. Çünkü
bu, Kitab, Sünnet, icmâ' ve
kıyas gibi olmayan bir delil ile hüküm çıkarmak yoludur[25],
imam Şafiî'ye göre şer'an istidlal bu dört delil ile
olur, müctehid bunların dışına çıkmaz. [26]
Hanefîlere ve
Mâlikîlere göre istihsânın gerçek mahiyetini beyan ettik
ve her iki mezheb karşısında imam. Şafiî'nin
tutumunun ne olduğunu bildirdik. Şimdi de îmanı Mâlik'in (Allah ondan razı
olsun) alıp kullandığı mesâlih-i mürseleyi
beyan edelim, imam Mâlik'e göre mesâlih-I mürsele demek, Şâri'm maksadına
uygun olan mülayim hüküm yâni faydalı ve yararlı olan şeydir. Ancak bunun
hakkında müsbet veya menfî olarak şer'î bir esas ve
asıl gösterilmiş değildir. Kadı ve hâkime herhangi bir mes'ele
arzolunduğu. zaman hakkında Kitab
ve Sünnetten bir nass bulamazsa, mes'eleyi
hükme bağlamış bir icmâ' da yoksa, dînin ruhuna, umûmî
gayesine uygun olarak maslahat gördüğü, yararlı bulduğu görüşü alır. Fakat
burada maslahatı almağa veya ona i'tibar etmemeğe
mahsus bir delil bulunmaz. Bu gibi yerlerde maslahat-ı mürsele
ile hükmoîunur. Buna dâir bâzı Örnekler verelim:
1- Bir san'atçıya işlemek üzere bir mal verilse, elinde o mal
zayi1 olsa onu tazmin etmesi lâzımdır. Hulefâ-yı Râşidîn böyle hükmetmişler,
zayi' olan malı ödetmişlerdir. Hz. Ali (Allah ondan
razı olsun) bu hususta şöyle demiştir:
"insanlar ancak buna lâyıktır." Tazmin ettirmedeki maslahat şöyle
açıklanır: insanlar bir şey yaptırmak için san'at
sahiplerine muhtaçtırlar. San'atçıların elinde bâzı
defa mallar zayi' olur. Ekseriya ihmal ederler, malı iyi korumazlar. San'at sahiplerine olan bu ihtiyaçla beraber zayi'
ettikleri de tazmin ettirilmezse bu iki şeye götürür: Ya
büsbütün san'atçıya bir şey yaptırmamak. Bunda ise
halk için güçlük vardır. Ya da malın zayi' olduğu iddiasiyle tazmin ettirilmemesi sebebiyle onların ihmali
daha artar, hıyanete yol açılır, insanların, malları zayi' olur gider. Gnun için tazmin ettirmekte maslahat vardır. Burada tazmin
ettirmede haksızlık vardır, beri olan bir kimseye ödetilmiş olur. Belki de
malı bozmamış, zayi olmasında taksir etmemiştir, denemez. Çünkü_ maslahat ile mazarret karşılaştığı zaman hangi cihetin gâlib olduğuna bakılır. Bir san'atçının
ihmal ve kusuru olmaksızın malın
zayi' olması uzak bir ihtimaldir.
Kusuru olduğu ciheti gâlibdir. Sonra bunda umûmî menfaati, husûsî menfaat
üzerine tercih etmek de vardır.[27]
2-
Mâlikîlerin getirdikleri diğer misâl şudur: Beytü'Imalde para kalmaz, ordunun ihtiyaçları çoğalır da
bunu karşılayacak para ve mal bulunmazsa, o zaman
Müslümanların reisi, adalete riâyet etmek şartiyle,
zenginlerden bu ihtiyacı karşılamak üzere vergi alır. Beytü'lmâle
gelir, bulunup yetecek kadar mal toplamncaya kadar bu
devam eder. Bunda şu noktaya dikkat edilir: Zenginleri ürkütmemek için bu vergi
mahsûlün hasadı ve meyvelerin toplandığı bir sırada alınır. Bunda gözetilen
maslahat şudur: Eğer sultan bu vergiyi zenginlere tarh edip toplamazsa, devletin
kudreti sarsılır, kuvveti azalır, memleket fitnelere sahne olur, memleket
kendisine göz diken düşmanların istilâsına mâruz kalır.
Burada birisi şöyle
diyebilir: Müslümanların reisi böyle vergi tarh edeceğine Beytü'lnıâl
için istikraz yapsın. Şâtibî buna da şöyle cevap
veriyor: "Buhran zamanlarında istikraz, ancak Beytü'lmâl
için gelir getirecek bir şey umulduğu takdirde yapılır. Gelir getirecek bir cihet yoksa, gelir zaten azalmış
bulunduğundan, yeni vergi tarhından başka yol yoktur."[28]
3- Bu
hususta diğer bir misâl de şudur: Öldürülen bir kişiden ötürü kısas yoluyla
birçok kimsenin öldürülmesidir. Bu da maslahat-ı mür-sl esasına
dayanmaktadır. Çünkü bu hususta Kitab ve Sünnetten bir nass
yoktur. Hz. Ömer b. Hattab'm
böyle yaptığı naklolunmugtur. Burada gözetilen
maslahat şudur: Öldürülmüş olan kimse masumdur, haksız yere amden
öldürülmüştür. Onun kanım heder edip Öldürenleri cezasız bırakmak, kısas
esasını bozmak demektir. Katilde başkasına yardım etmek; bu cürme
katılmak, katlin vukuuna yardım etmek, vesîle olmak demektir. Bir cemâat katle
iştirak ederse, hepsi kaatil vasfını aldığından kısasan hepsi öldürülür. Katil fi'linin
cezası kısastır, bu fiil kaç kişiden südûr ederse
onlar öldürülür. Katil fili bir şahsa izafe edildiği gibi kalabalık bir topluma
da izafe edilir, katil fi'li bir cemâat tarafından
işlendi diye cezasız bırakılmaz. Maslahat kısası îcâbeder.[29]
Şu cihet
unutulmamalıdır ki, îmam Şâfü de, îmam Mâlik gibi bir
kişinin katline iştirak edenlerin hepsinin kısasan
katline hükmetmektedir. Fakat o buttu, Hz. Ömer'in
hükmüne dayanarak söylemektedir. Çünkü o, nass
bulunmayan yerde sahabeyi taklîd eder. [30]
îşte mesâlih-i mürsele böyledir,
yukarıda gösterilen misâller bunu açıklamaktadır. îmam, Mâlik mesâlih-i rnürseleyi fıkhı delil
olarak alır. Bu bakımdan Şafiî'nin görüşünü bildirmezden önce imam Mâlik'e göre
mesâlih-i mürselenin
esasını ve maksadım anlatmamız gerekiyor.
Mâliki mezhebinin usûl
ve kaidelerini beyana girişen kitablardan anlaşılıyor
ki, îmam Mâlik mesâlih-i mürsele
delilini ibâdetlerde değil, âdetlerde kullanıyor. Çünkü ibâdetlerde esas ve
asıl taabbüddür. Şekillerin arasına bürünen mânâlara
bakarak bunlar esas olarak alınıp Kur'ân'dan bir nass, Sünnetten bir eser bulunmayan hususta buna göre
ibâdet teklif olunamaz, ibâdetlerin nevilerine, şekillerine ve vakitlerine
bakarsak bunların taabbüdî olduğunu görürüz. Bu
demek değildir ki, ibâdetlerin ma"-kûl bir
hikmeti bulunmaz. Bunun mânâsı şudur: Nass vârid olmadıkça bu hususta aklın bulduğu hikmet ve
maslahatlar üzerine hüküm verilemez, ibâdetler nassa
dayanır. Aksi takdirde bid'at çıkarmak olur. Halbuki
İbâdetlerde istenen şey nassa tabi' olmaktır. îmam
Mâlik (Allah ondan razı olsun) ibâdetlerde nasslara
ve esere çok bağlıdır. Hattâ nassa bağlılığından ve
ibâdette re'yden uzak kalmak istediğinden zekât
verilecek mallarda aynı yerine kıymetini vermeği men'etmiştir.
Âdetlere, muamelâta
gelince, bunlardaki ma'kûl mânâlara, Şâri'in kasdettiği gayelere göre
birtakım nasslar vârid
olmuştur. Mükellef bu nasslardaki hikmeti anlar ve
onların gösterdiği yola girer. Bu mânâların esası insanların dünya ve âhiret saadetini sağlayan maslahattır.
İnsanların dünya
maslahatından murad, onların arzu ve heveslerine uygun
düşen şey demek değildir. Belki de îslâm Dini'nin
gayesine uygun olan maslahattır ki, o da faziletli bir cemâat, üstün bir toplum
meydana getirmektir. Veyahut da şer'î tabiriyle: Dünya hayâtı, âhiret
hayâtına geçiş için bir vasıtadır. Bu bakımdan mesâlih-i mürsele insanların
heveslerine uygun düşen demek değildir. Çünkü din insanları arzularının esiri
olmaktan kurtarmak için gelmiştir, heveslerinin kucağına atmak için değil! Kur'ân-ı Kerîm der ki:
"Hak eğer onların arzu ve heveslerine uysaydı, göklerle yer ve
onlarda olanlar fesada uğrardı, bozulurdu." Mükellef için faydalı olan
bir şeyde bâzı zararlar da bulunabilir. Nasıl ki, zararlı şeylerde bâzı
faydalar olabilir. Zarar ve fayda birbirine karışıktır. Bir şeyin zararlı ve
faydalı olmasında gözetilecek cihet, umûmun maslahatına uygun olmasıdır. Diğer
bir cihetten, bu, dünya ve âhiretin direği olan
maslahattır. Nefsin heves ve arzularına uygun olması demek değildir. Gerçekte
fayda ve zarar zamana, mekâna, hattâ şahıslara göre değişen bir şeydir. Bir
toplum için faydalı olan bir şey, başkalan için
zararlı olur. Bir zaman için, bir durumda zararlı olan bir şey, başka bir zamanda
ve durumda zararlı olmayabilir. Bu, bizi şu neticeye götürür ki, din, umûmun
nizâmını koruduğundan onun mu'teber tuttuğu maslahat
mümkün olduğu kadar çok kimselerin faydasına şâmil olmalıdır ve mümkün olduğu
kadar çok zararı defetmelidir. Bu da gösterir ki, maslahat insanların heves ve
arzularına uyarak ayarlanmaz[31].
Maslahatı takdir Şâri'in umûmî gayelerine bağlıdır.
Dünya hayâtı ebedî saadet için bir
hazırlık olduğundan bu bayat fazilet esası üzerine kurulur. [32]
îmam Mâlik'e göre,
ibâdetler hâriç, âdet ve muamelâtta şer'î hükümlerden maksat insanların
maslahatını gözetmektir. Bu maslahatta husûsî değil, umûmî menfaat gözetilir.
Ferdin değil, toplumun faydası korunur. Toplumun menfaatına
aykırı olmadığı takdirde ferdlerin menfaati da gözetilir.
Din; cam, nesli, dîni, aklı ve malı korumak için gelmiştir. Bunları korumak
için zarurî olan veya ihtiyaç duyulan şeylerin hepsi, Sâri' tarafından muteber
tutulan maslahatlardır. Bu hususta şayet husûsî bir nass
vârid olmadıysa, o zaman küllî bir asla, umûmî
kaideye râci' olarak şer'î bir delil alınır. Sâri'
tarafından gelmiş bir nass olmayınca içtihada
gidilir.
îşte îmam Mâlik (Allah
ondan razı olsun), insanların muamelâtına dâir olan şer'î hükümleri bu esas
dâhilinde anlamaktadır. Mesâlih-i mür-seleyi
işte bu hudut dâhilinde almış ve onu çok kullanmıştır. Şâtıbî
bu hususta şöyle demektedir: "Maslahata dâir mânâları anlamak için onları
derinliklerine daldı da daldı, fakat Şâri'in güttüğü
maksada riayetten asla ayrılmadı, dînin kurduğu asıllardan birini bozmadı.
Bununla beraber ulemâ, onun maslahat konusunda böyle fazla ileri gitmesini dile
doladılar, kapıyı çok geniş açtığını söylediler. Fakat gerçek böyle değildir.
îmana Mâlik bu töhmetten çok uzaktır. O, fıkıh mes'elelerinde
ittibâ' yolunu seçmiş ve bunu beğenmiştir. Hattâ
bâzılarına göre o, kendinden öncekilerin bir mukallidi gibi görünür. Gerçekte
o, Allah'ın dîni hakkında baaîret sahibidir."[33]
Mâlikî mezhebini
inceleyenler görürler ki, mesâlih-i mürseleyi alırken imam Mâlik üç noktayı gözönünde tutmaktadır:
1-Aldığı
maslahatın Şâri'in maksadına uygun olmasa. Bu maslahat, şeriatın bir aslına ve dînî
bir delile aykırı düşmemelidir. Bu maslahatın
muteber tutulması hakkında husûsî bir delil yoksa da, şer-i şerifin kasdettiği maslahatlara uygun düşmelidir.
2- Delil
olarak alınan bir maslahat, ma'kûl münâsebetlere
dayanan ve akla yatkın olmalıdır. Akıl onu tereddütsüz kabul etmelidir.
3- bu
maslahatı almak, bir gerçeği ortadan kaldırmalıdır. Eğer ma'kûl
olan bu maslahat yerinde alınmazsa, insanlar güçlük içinde kalırlar. Halbuki Allâhu Teâlâ; "Dinde sizin
için bir güçlük yoktur." buyurmuştur. [34]
Mâlikiye kitaplarının îmam Mâlik'ten naklen anlattıklarına
göre, ona göre mesâlih-i mürsele
işte böyledir. Acaba imam Şafiî de bu konuda îmam Mâlik gibi mi diyor?
Karafî, aym ismi vermeseler de,
bütün islâm mezheblerinin
füru' mes'elelerde mesâlih-i
mürseleyi aldıklarım iddia eder ve şöyle der:
"Gerçekte bütün mezheblerde maslahat-ı mürsele delili vardır. Çünkü onlar mes'eleler
arasında münasebetlere bakarak mukayese ederler, ayırma
yaparlar. Bir ciheti muteber tutarken delil aramazlar, işte bu maslahat mürseleden başka bir şey değildir. Mesâlih-i
mürsele ile amel edildiğini te'kîd
eden şeyler de vardır. Meselâ Ashâb-ı Kiram, nazar-ı i'tibâre alınması gereken, benzeri bir delil yokken mutlak
surette maslahat cihetim gözeterek birtakım işler yapmışlardır. Kur'ân-ı Kerîm'i Mushaf hâlinde toplayıp yazmak bu
nevi'dendir. Bu hususta önceden verilmiş bir emir, benzeri bir iş yoktur. Hz. Ebû Bekr'in
Hilâfeti Hz. Ömer'e bırakması da böyledir (Allah her
ikisinden razı olsun). Bu hususta da bir emir ve benzer yoktur. Hz. Ömer'in Hilafeti Şûrâ'ya bırakması, divanlar, hükümet daireleri kurması,
Müslümanlar için para kesmesi, hapishaneler yapması jıep
maslahata binaendir. Medine'de Mescid-i Nebevi
civarındaki vakıflar, Mescid-i Nebevi dar olduğundan Hz. Osman'ın onu genişletmesi maslahata dayanır."[35]
Karâfî'nin bu sözü şu i'tibarla doğru
olabilir: Muhtelif mezhep sahipleri fer'î mes'eleler
hakkında hüküm verirken maslahat cihetini gözetirler ve ma'kûl
münâsebetlere bakarlar. Vakıa bu fürû'u, fıkhî kıyasa bağlamak için çalışır ve mücerret maslahata i'timat etmezlerse de, bu maslahat daima gözönünde tutulur ve görüşte o hâkim olur.
Karâfî'nin bu iddiası, umûmî olması bakımından Şafiî'ye de
şâmildir. Karâfî'ye göre imam Şafiî maslahat-ı mürseleyi almıştır. Bu umûmî hüküm gereğince ondan başkası
da almıştır.
Doğrusu, usûl-ü fıkıh
kitaplarının ekserisi, Şafiî'nin mesâlih-i mürse-îeyi aldığını nakletmektedirler.
Mesâlih-i mürseleyi alma
hususunda ulemânın ihtilâfı hakkında Esnevî şöyle
diyor: "Bu hususta üç mezheb vardır. Birinciye
göre maslahat mutlak surette muteber değildir. îbn-i Hâcib buna kaildir, muhtar olan budur. Âmidî,
fukahânın ittifak ettiği doğru kavil budur, diyor,
ikinciye göre mutlak olarak hüccettir, imam Mâlik'in bunu aldığı herkesçe
meşhurdur, imam Harameyn de bunu ihtiyar etmiştir. Ibn-i Hâcib diyor ki: Şafiî'nin
de bunu aldığı naklolun-muştur. imam Harameyn de
böyle demiştir. Ancak o bu mesâlih-i mür-selenin muteber maslahatlara benzemesini şart
koşmuştur. Üçüncüye göre: Eğer maslahat; zarurî kat'î
ve küllî ise muteber tutulur, öyle değilse muteber olmaz. Gazâlî'nin re'yi budur. Musannif (Beyzâvî)
de bunu seçmiştir.”[36]
Görülüyor ki, Esnevî, îbn-i Hâcib'den
ve îmam Harameyn'den, Şafiî'nin mesâlih-i
mürseleyi aldığını naklediyor. Ancak imam Harameyn, onun aldığı maslahatın, Şâri'in
kabul ve takrir ettiği bir maslahata benzer olmasını şart koştuğunu söylüyor.
Kemâl îbn-i Hümâm'm tahrîrinde ve
şerhinde mesâlih-i mürseleden
bahsolunurken şöyle deniyor: "Şafiî ve Mâlik
maslahata kaildirler. Eb-berî ise bunun sabit
olmadığını söyler. Sübkî, îmam Mâlik'in mutlak surette
mesâlih-i aldığı sahihtir, diyor. Şafiî, Mâlik'in
dediği gibi demiyor. Muteber olan maslahatlara benzer bulduğu maslahata hükmü
bağlamağı caiz görürse şer'an mukarrar
aslı sabit olan hükümlere dayanan maslahatı alır. îmam Harameyn
de böylesini ihtiyar etmiştir."[37]
Bakıyoruz ki, Şâtıbî î'tisâm'da Şafiî'den buna
benzer sözler naklediyor. Ebû Hanîfe'ye
de böyle bir şey nisbet ederek, şöyle diyor: "Mesâ-lih-i mürsele
hakkında usûl-ü fıkıh, ulemâsı ihtilaf etmişler ve dört türlü kavil ortaya
çıkmıştır,, Usulenlerin bir kısmı onu almayıp reddederler. Yâni bir asla istinad etmeyen maslahat muteber değildir. îmam Mâlik ise
maslahatı delil olarak alır ve ona göre mutlak olarak hüküm verir. înıam Şafiî ve Hanefiyye'nin
ekserisi sahîh bir asla müstenid olmasa da sabit
asıllardan birinin ruh ve mânâsına yakın olmak sortiyle maslahat-ı mürseleyi alırlar. İşte imam Cüveytn'nin
nakli böyledir. Bundan sonra dördüncü kavli açıklamaktadır ki, bu Gazâlî'nin
görüşüdür ve yukarıda bunu nakletmiş, bulunuyoruz. [38]
Bu türlü kitaplar,
Şafiî'nin mesâlih-i mürseleyi
aldığını gösterir, nakillerle doludur. Fakat Şafiî delil olarak aldığı
maslahatın icmâ'la veya nassla
muteber olan bir maslahata benzer olmasını şart koşuyor, bunu kayıtsız
bırakmıyor. Şafiî'nin Er-Risâle'sine baktığımızda buna geniş yer verdiğini
görüyoruz. Kıyas babında şöyle diyor: "Kıyas iki türlüdür. Birisi
şöyledir: Kıyas yapılan şeyde aslın illeti vardır. Bu kıyas şaşmaz. Diğerinde
ise kıyas yapılan şeyin asıl illetlerden benzerleri bulunur. Bu, onlardan daha
uygun olana ve en çok benzeyene kıyas edilerek onun hükmü alınır."[39] Icmâ'la muteber olan maslahatlardan birine benzeyen veya
şer-i şerife müstenid olan bir emre uyan bir
maslahatı almak, şüphesiz kî, ikinci kısımdandır. Buna göre bu kitapların
naklettikleri, Er-Risâle'nin dediklerine uymaktadır. Fakat, îmam Şafiî bu türlü
maslahatı, nass bulunmadığı yerde mesâlih-i mürsele delil olarak
kabul edilir diye almış değildir. Belki ona göre bu maslahat, kıyas
vecihlerinden birine uygun olduğundan muteber sayılmıştır. Bu bakımdan maslahat
kıyasa girmektedir. Kendi kendine yer tutan müstakil bir delil olmayıp Kitab, Sünnet, icmâ' ve kıyas nâmiyle toplanan dört delilin dışında kalmaz. Doğrusunu Allâhu Teâlâ bilir. [40]
[1] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 274.
[2] Şafiî'nin bu delilini, El-Ümm'ün c. VII, s. 271'den özetledik.
[3] Bunlar Şafiî'nin El-Üm
kitabının c. VI, 303 üncü, c. VH, 271 İnci sahife-den
alınmıştır.
[4] Mücâdele Sûresi, Ayet: 1-4.
[5] Nûr Sûresi, Âyet: 6-9,
[6] Bu delili, EI-Ümm'ün c. VH, 271 inci sahifesinden aldık
[7] Şafiî, El-Um, c. VI, s. 205.
[8] Aynı eser, c. VII, s. 273,
[9] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 274-278.
[10] Şafiî, El-Üm, c. VI, s. 203.
[11] ŞâfİÎ, El-Üm, c.
VI, s. 206.
[12] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 278-280.
[13] Şafiî, El-Üm, c. VH, e. 276
[14] Şâfii, Er-Riaâle, s. 482/705.
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:
280-281.
[15] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 281.
[16] istihsâlim bu üç tarifi için bak: Pahrü'l-Islâm Pezdevî, Keşfü'I-Esrâr adlı UsÛl-Ü Fıkıh
hitabı, s. 1123.
[17] Fahrü'I-Islâm Pezdevî, Keşfti'l-Esrâr, s. 1126.
[18] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 282-283.
[19] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 283-284.
[20] Şâtıbî, Muvâfıkât,
c. IV, s. 208; El-ftısâm, c. II, a. 310'da bu târifl alıyor ye arayanın satışını buna misâl getiriyor.
Çünkü buna kıyasa kargı Sünnetle ce-vaz verilmiştir.
[21] Şâtıbî, î'tisâm, c.
n, s. 320/321.
[22] Şâtıbî, Muvâftkât,
c. IV, s. 106, Ticariye tâb'ı
[23] Şâtibî, î'tisâm, c,
II, s. 310.
[24] Şâtibî, I'tisâm,
c. II, s. 324.
[25] Şâtıbî'nin,
Ibn-i Anbârî'nin ve îbn-i Rüşd'ün tariflerinden çıkan
budur. Ebttt'l-Arabî'nin zikrettiği iki delilden
birincisi Hanefî mezhebine uygun düşmüştür. Çünkü İatihsânı,
iki delilden en kuvvetli olanı almaktır, .diye tarif eder. ikinci tarif ise
şöyledir: İcmâ', örf, maslahata riâyet ve kolaylıktan
dolayı kıyası bırakmaktır. Icmâ'dan dolayı kıyasla
ameli bırakmak Şafiî mezhebine uyar. örften, maslahattan ve kolaylık
göstermekten dolayı kıyasla ameli bırakmağı Şafiî, dört delil ile istidlal
dışına çıkmak sayar. Görüldüğü üzere Mâlikîlerin çogm,
fbnü'l-Arabî'nin zikrettiği tarifi, istihsânın doğru bir yorumu olarak kabul etmezler.
[26] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 284-286.
[27] Şâtibî, I'tisâm, c.
II, s. 292.
[28] Aynı eser, c. II, s. 298,
[29] Şâtıbî, l'tisâm, c.
H, s. 302.
[30] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 286-288.
[31] Bak: Şâtıbî, Muvâfıkât,
c. II, s. 26, Dimişkî tab'ı.
[32] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 288-289.
[33] Şâtıbî, î'tisâm,
c. H, s. 311.
[34] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 289-290.
[35] Tahrir Şerhî, c. IH, s. 381
[36] Tahrir hamişinde matbu' Usûl-i Esnevî, c. H,
s. 113.
[37] Kemal îbn-i Hümâm,
Tahrir şerhi, c. m, s. 150.
[38] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 290-292.
[39] Şafiî, Er-Risâle, s. 479,
[40] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 292.