20- ASHABIN KAVİLLERİ VE FETVALARI
202- Şafiî Sahabe Kavillerini Delil Olarak Almaktadır:
204- Şafiî Katında Sahabe Kavillerinin Dereceleri:
205- Şâfîî Sahabe
Kavîllerînî, Peygamber'den Nakli Farz
Etmeksizin Alır:
207- Şafiî'ye Göre Tâbîînîn Re'yî Hüccet Olmasa Gerek:
Şafiî fıkhının
kaynaklarından ve onun istinbât usûlünden bahsederken
demiştik ki, Şafiî'ye göre sahabe kavilleri üçüncü derecede gelen delillerdir.
Kitab'la Sünnetten ve icmâ'dan
sonra sahabe kavillerini alır ve bunlar kıyastan önce tutulur. Sahabe kavline
muhalif yoksa onu doğrudan alır, aralarında ihtilâf varsa iğlerinden birini
seçer.
işte bunun için
burada, Şafiî'nin sahabe kavlini aldığını, hüküm çıkarma yolunda ondan
faydalandığını söylüyoruz. Bunun açıklanmasına ve beyanına girişmezden önce
şuna işaret edelim ki, usûl-ü fıkıh kitabîarı,
Şafiî'nin mezheb-i kadîminde sahabe kavlini aldığını,
mezheb-i cedidinin ise böyle olmadığını kaydederler.[1] Fakat
bizim Er-Risâle'de, yâni Mısır'da yazdığı eserinde Rebî'
rivâyetiyle; keza El-Üm'de yâni yeni mezhebini hâvi
eserde yine Rebî' rivâyetiyle bulduklarımız buna
aykırıdır. Onun için diyoruz ki, Şafiî, eski mezhebinde de, yeni mezhebinde de
sahabe kavlini almaktadır. Îbnü'l-Kayyim, Î'lâmü'l-Muvakkıîn'de bunu böylece söylemektedir. Sahabeye tabi'
olmanın vücûbunu beyan ederken diyor ki: "imam
Şafiî'nin eski ve yeni mezhebinde söylediği budur. Eöki
mezhebin böyle olduğunu Şafiî mezhebi sahipleri ikrar etmektedirler. Yeni
mezhebine gelince, birçokları sahabe kavlini onda hüccet almadığını
naklederlerse de bu üzerinde durulacak, tedkîk
edilecek bir nıes'eledir. Çünkü yeni mezhebinde
sahabe kavlinin hüccet olmadığına dâir ondan nakledilmiş tek bir kelime yoktur.
Bununla ilgili olarak ancak şunlar vardır: Yeni mezhebinde bâzı sahabe kavilleri
nakleder, sonra da onlara muhalefet eder. Eğer sahabe kavli hüccet olsaydı
böyle muhalefet etmezdi, deniyor. Fakat bu çok zayıf bir tutumdur. Çünkü bir müctehidin, daha kuvvetli bulduğu bir delilden ötürü,
muayyen bir delile muhalefet etmesi, onu esasından hiç delil olarak
almadığına delâlet etmez. Burada ancak şu denebilir: Kendisince daha
kuvvetli, daha üstün bulduğu bir delil ile diğer delile karşı koymuştur.
Bâzıları ise Şafiî'nin yeni mezhebinde nasslarda
olduğu gibi mücerret uygun bulduğundan dolayı sahabe kavline i'timad etmeyip onu te'yid ve
takviye eden kıyaslar bulunduğu zaman aldığını ileri sürmek istiyorlar. Bâzan sahabe kavlini zikreder ve hilafını tasrih eder, bâzan ona muvafakat eder, fakat onu başka bir delil ile
takviye eder. Bu da öncekisi gibi zayıf bir tutumdur. Çünkü delillerin
birbirini desteklemesi ve takviye etmesi eskiden ve yeniden ilim erbabının alageldiği bir şeydir. Sonrakileri delil olarak
zikretmeleri, önce zikrettiklerinin delil olmadığına delâlet etmez.[2]
İbn-i Kayyım'm bu konuda
dedikleri böyledir. Bundan da anlaşılıyor ki, Şafiî'nin yeni mezhebinde sahabe
kavlini almadığım ileri sürenler, bunu bâzan sahabe
kavlini reddetmesine istinad ettirmektedirler. Sahabe
kavlini aldığı zaman da, bu almanın yönünü bildiren diğer bir delille bunu
takviye eder. Burada işin doğrusu şudur: Şafiî birtakım usûl kurdu, bu usûlü
yerli yerince sıraladı, onların dışına çıkmadı. O sah'âbe
kavlini Kitab'dan, Sünnetten ve icmâ'dan
sonra gelen bir delü olarak alır. Eğer sahabe
kavlinin Sünnete muhalif olduğunu görürse onu bırakır ve Sünneti alır. Çünkü
sahabe kavlinin mertebesi, Sünnetten sonradır. Onun önünde delil olamaz. Hattâ
onun şöyle diyerek sahabe fetvasından ötürü Hadîsin terk edilmesini hoş
görmediği söyleniyor: "Çağdaşı olsam hüccetle mukabele edeceğim bir
kimsenin kavlinden ötürü Hadîsi nasıl terk ederim?"[3]
işte bundan ötürüdür
ki, bakıyoruz, Hadîsin sıhhati sabit olduğu zaman Şafii ona muhalif olan
sahabe kavlini terk ediyor. Seçtiği sahabe kavlini başka bir delil ile te'yid ve takviye etmesine gelince, bunun da esası şudur: Ashâbdan muhtelif kaviller naklolunnıuştur,
o, bunların içinden kendisince râcih bulduğu birini
seçip alır ve bunu diğerlerine neden tercih ettiğini de beyan eder. Bu bir ietihad mertebesidir. Bahsimizde buna dâir bâzı vecihleri
beyan edeceğiz. [4]
Gerçekten İmam Şafiî,
eski ve yeni mezhebinde sahabe kavîini almakta, onu taklîd etmekte, onu kıyastan ileri tutmaktadır. Buna dâir
nakiller, rivayetler çoktur. El-Üm kitabındakiler,
delillere dâir olan bahsimizin başında naklettiklerimiz bunu gösterir. İşte bu
konuda onun dediklerinden bir kısmını veriyoruz:
"Kitab ve Sünnet bulundukça onlara tabi' olmak lâzımdır.
Eğer Ki-tab ve Sünnetten delil bulunmazsa o zaman Hz. Peygamber'in ashabının sözlerine bakarız veya
onlardan bîrinin sözünü alırız. Eğer Hz. Ebû Bekr'in veya Hz. Ömer'in ve Hz. Osman'ın
sözlerini bulursak onları taklîd etmek bizim için
daha sevimlidir. İhtilâf edilen mes'elede Kitab ve Sünnete en yakın olanı gösterir bir delâlet
bulunmadığı zaman böyle yaparız. Çünkü Müslümanların reisinin kavline tabi'
olmak gerekir. Sözünü insanların tutması gereken kimse, fetva veren diğer adamdan
elbette daha meşhurdur. Zîrâ o adamın fetvası ya
alınır veyahut terk olunur, ka-bûl mecburiyeti
yoktur. Böyle müftülerin çoğu etrafındakilere, evlerinde ve meclislerinde fetva
verirler. Avam onların dediklerine, imamın dediği kadar önem vermezler. Görüyoruz
ki, imamlardan başlıyorlar, onlara Kitab ve Sünnet
ilminden sorulur, onlar da bildiklerini söylerler. Sonra onların sözlerinin
hilâfına bir haber nakil olunur, haber verenin bu sözünü kabul ederler. Allah'dan korktuklarından ve fazilet sahibi olduklarından hakikate dönmekten
çekinmezler. Onun için sözleri
muteberdir. Eğer imamların bir
sözü bulunmazsa, dinde emânet makamında bulunan Re-sûlu'llâh'ın
ashabının sözlerini alırız. Ashaba tabi' olmak bizim için onlardan sonra
gelenlere tabi' olmaktan daha evlâdır."[5]
Bu söz, Şafiî'nin,
ashabının sözlerini aldığını göstermektedir, ihtilâf hâlinde ise o zaman
sözlerini kuvvet derecesine göre sıraya koymaktadır. Eğer ashâb
ihtilâf ettilerse Kitab ve Sünnetin delâletine en yakın olan sözü feeçip
alır, eğer bu bakımdan aralarında bir
fark yoksa, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman gibi Hulefâ-yı Râşidîn'in,
imamların seçtiklerini alır. Çünkü onların sözleri meşhurdur, herkes onlara
uyar. Bu bir ferde mahsus değildir. Meşhur ve umûmî olan söze uymak, başkasına
uymaktan elbette daha evlâdır. Çünkü İmamların, Halîfelerin görüşleri ted-kîk mevzuundadır. Zîrâ onlara Kitâb'ın
hükmü, Sünnetin hükmü sorulur. Eğer nasstan bir delil
bulamazlarsa ietihad ederler, istişare
yaparlar. Sonra hüküm ve kararlarını bildirirler. Bu hükmü insanların
sükûtla karşılaması onun doğruluğuna bir delildir. Eğer bu hususta bir Sünnet
bulunduğunu haber verirlerse takva ve fazilet sahibi olduklarından kendi sözlerinden dönüp onu
alırlar. Sözlerini herkese bildirdiklerinden görüşleri incelenip tenkide tabi'
tutulur, muhalefete mâruz kalır. İnsanların o görüşü kabul etmesi, ona muhalif
bir Sünnet bulunmadığına delildir.
Eğer bu hususta Imâmü'l-Müslimîn'den bir söz
bulunmazsa, diğer ashabın sözlerine tabi' olunur. Bu hususu açıklayarak Beyhakî Şafiî'den §unu nakletmektedir: Eğer bir mes'ele hakkında Kitab ve
Sünnetten bir delâlet bulunmazsa, Hz. Ebû Bekr'in, Hz.
Ömer'in ve Hz. Osman'ın sözleri benim için
diğerlerinden daha sevgilidir. Eğer ortada ihtilâf, varsa, o zaman da Kitab ve
Sünnetin delâletine uygun olan sözü alırız kif
ihtilâflar bunda pek nâdir olarak hâli bulunur. Eğer delâlet bulunmaksızın
ihtilâf varsa o zaman ekseriyete bakarız. Eğer hepsi aynı derecede ise o zaman
da bizce kaynağı en güzel olan söze bakarız. tmâmü'l-Müslimîn'in bir görüşü olmadığı veyahut görüşleri muhtelif
olduğu zamanki durumu bu söz bize açıklamaktadır. İhtilâf hâlinde delâlete
uygun olan sözü seçmektedir. Bunlar arasında böyle olmayanlar azdır. Delil
beyan olunmaksızın ihtilâf ettilerse, o zaman ekseriyetin kabul ettiğini alır.
Eğer birbirine benziyorsa veyahut ekseriyet bilinmezse, o zaman kendisince en
güzel bulduğu sözü seçer alır. [6]
işte sahabenin
ihtilâfları hakkında Şafiî'nin tutumu, onları derecelendirmesi böyledir.
İttifak hâlinde ise, ittifak ettiklerini alır. Eğer as-habdan
birinden bir kavil naklolunur, ona muhalif bir rivayet de yoksa, o söz alınır.
Öyle anlaşılıyor ki,
bu kaideleri tatbik ederken Şafiî, ihtilâf edilmiş sözlerin arasından Allah'ın
Kitâbı'na en yakın olanı seçip alma imkânını bulmuştur. İhtilâfları veya icmâ'ları bilinmeyen bir sözün bulunduğu gayet nâdirdir.
Er-Risâle'de aöhâbın kavilleri etrafındaki münakaşada
şöy-le deniyor:
"Münazara yoluyla
dedi ki: Allah'ın Kitabı, Peygamber'in Sünneti hakkındaki sözünden sonra icmâ' ve kıyas hakkındaki sözünü de dinledim. Sahabe ayrı ayrı görüş sahibi olursa onların bu sözleri hakkında ne
düşünüyorsun?"
Şafiî buna şöyle cevap
veriyor: "Kitâb'a veya Sünnete, veyahut ic-mâ'a en uygun olanı alırız.
Yahut en sağlam olan kıyası tercih ederiz."
Yine münazara yoluyla
dedi ki: Ne dersin, ashâbdan birinin bir kavli bir
görüşü varsa, diğerlerinin ona muvafakati veya muhalefeti rivayet olunmuş
değilse, buna tabi' olmak hususunda Kitab veya Sünnetten
bir delil buluyor musun ? Yahut buna dâir bir icmâ'
var mı ki, bu dediklerin bir habere dayanmış olsun?
Şafiî buna şöyle cevap
veriyor: "Bu hususta Kitab'dan ve sabit Sünnetten
bir eser bulamadık. Bakıyoruz, ilim erbabı onlardan birinin sözünü bir defa
alıyor, başka defasında bırakıyor. Onlardan alıp kabul ettiklerinde tutumları
ayrı ayrıdır."
Münazaracı: Burada
yapacak şey nedir? dedi.
Şafiî'nin cevabı şöyledir:
"Dedim ki, Kitab; Sünnet, icmâ'
ve bu mânâda bir şey bulamazsam, onlardan birinin kavlini seçip
alırım..."[7]
Bu sözler bize üç şeyi
anlatmaktadır:
1- Şafiî
ashabın sözlerinden Kitâb'a veya Sünnete en yakın
olanı ve kıyasça en doğru olanı seçip almaktadır. Bu hususta müsavi olmak farzedilmez,
tâ ki El-Um'de zikrettiği gibi bundan başkası
alınsın. Öyle anlaşılıyor ki, ashâb arasında ihtilâf
bulunduğu zaman o sözlerden birini tercih etmek mümkün olduğunu Şafiî, istikra'
yoluyla bulmuştur, öyleyse tercih etme cihetine gidilir. El-Üm'de söyledikleri, nazarî olmaktan ileri geçmeyen faraziyelerdir.
2- Ashabın
kavlini almada Kitab ve Sünnetin nassına
veya icmâ'a i'timad ediyor
değildir. Anlaşıldığına göre o bu hususta mücerret ashaba ittiba'
lâzimgeldiğinden sözlerini almaktadır. Çünkü onlar
bunları gördüler, sözleri müşahedeye dayanır. Bu dînin işlerini onlar
başkalarından daha iyi bilirler. Din işlerinde tabi' olmak, yeni bir şey
çıkarmaktan daha evlâdır. (Ittibâ', ibtidâ'dan evlâdır.) Onun için îmam Şafiî'nin ashâb hakkında şöyle dediği rivayet olunur: "Onların
görüşleri, bizim için kendi görüşlerimizden daha hayırlıdır,"[8]
Bununla Şafiî ashabın kavilleri arasından tercih yapmakla beraber onları
taklide de gitmiş oluyor.
3- Eğer o
söze muhalefet eden bulunmamış ise o zaman bir tek sahâbînin
sözünü alıp ona tabi' olur. Ancak burada istikra' neticesi vardığı kanaatim
açıklar ki, ona göre ashabın kavilleri arasında muhalefet edilmemiş bir söz
gayet az bulunur. Çünkü re'y sahası geniş olduğundan
görüşler muhtelif olmuştur. [9]
Görülüyor ki, Şâfiı, ihtilâf olmayan hususta, ki bunlar azdır, sahabe
kavline tabi' olmaktadır. İhtilâf bulunduğu zaman ise o sözlerden râcih bulduğunu seçip almaktadır. Acaba bunu Sünnet olarak
mı, Sünnete tabi' olmak için mi yapıyor? Şafiî bunun böyle olmadığını söylüyor.
Çünkü ona göre Sünnet, Hz. Peygamber'e (Ona salât ve selâm olsun) nisbet ve
is-nad olunarak gelendir. Peygamber'e dayanmayan bir
şey Sünnet değildir. Hattâ Ashâb-ı Kiram bir hususta icmâ' etseler, onların bu icmâ'ının
hüccet olduğuna hükmeder. Mademki, onlardan bunu Hz.
Peygamber'e isnad ettiklerine dâir bir söz
naklolunmamış tır. O, ashabın bunu bildikleri bir Sünnet üzerine bina
ettiklerini anlatmaz. Er-Risâle'de şöyle diyor: "Birisi bana şöyle dedi: Aîlâh'm ahkâmı, Resûlü'nün ahkâmı hakkındaki mezhebini
anladım. Resûlu'llâh'ın emir ve hükmünü kabul eden
kimse, bunu Allah'dan kabul etmiş sayılır. Çünkü Allâhu Teâlâ, Peygamberine itaati
farz kılmıştır. (Resulüne itaat eden, Allah'a itaat etmiş demektir.) Kitab ve Sünneti bilen bir Müslümanın
bunların hilâfına bir şey demesinin helâl olmadiğiha
delil getirmiş oldun. Allah'ın bunu farz ettiğini ben de öğrendim. Ancak
Allah'ın Kitâbı'ndan bîr nass bulunmayan,
Peygamber'-den nakledilmeyen bir hususta insanların vâki' iemâ'larma
tabi' olmanın delili nedir? Sen de, başkalarının dediği gibi, onların bu icmâ'ı, her ne kadar nakletmeseler de, mutlaka sabit olmuş
bir Sünnet üzerinedir diye mi iddia ediyorsun?
Ona göyle dedim: îcmâ' ettikleri
şeyin, Hz. Peygamber'den naklolunduğunu söylediler, tnşaallah dedikleri gibidir. Hz.
Peygamber'den rivayetini tasrih etmedikleri şeyi de Peygamber'den nakil
yoluyla söylemiş olmaları ihtimâli varsa da başka şeye de ihtimâli vardır. Bunu
nakil suretiyle olmuş saymamız caiz değildir. Çünkü naklin semâ' yoluyla
olma-sı, Peygamber'den işitilmiş olması lâzımgelir.
Zanna dayanılarak, söylenenden başka türlü olması mümkün olan bir şeyin nakli
caiz değildir. Onlara tabi' olarak biz de onların dediklerini diyebiliriz.
Çünkü biliyoruz ki, Hz. Peygamber'in Sünnetleri
onların bîr kısmının gözünden kaçarsa da umûmuna gizli ve kapalı kalama-z. Yine
biliyoruz ki, onların umûmu. Ha. Peygamber'in Sünnetinin hilâfına olan bir
hususa icmâ' etmezler, Allah'ın yardımiyle
hatâya da düşmezler."[10]
Görüyorsun ki, Şafiî,
kendileri böyle bir şey demedikçe, ashabın ic-raâ'tmn Sünnete dayandığına hükmetmiyor. (Halbuki onların icmâ'ınm Sünnete aykırı ve hatâ olması mümkün görülmez.)
Onun için ashaba tabi' olmak vâcibdir diyor. Ashâb bir hususta icmâ' ettilerse,
Şafiî onların bu icmâ'ınm sabit olan bir Sünnete
dayandığını farzetmiyor. Muhalif bir söz bulunmadığı
zaman bir sahâbî kavlinin de böyle olması gerekir,
ihtilâf hâlinde oldukları takdirde ise bunun böyle olması daha evlâdır. [11]
Görüyoruz ki, îmanı
Şafiî, ashabın ihtilâflarını getirip gözönüne seriyor.
Sonra bunların içinden her mes'elede kendisince en râcih olanı seçiyor. O bu tercih işinde tam mânâsiyle müstakil bir müctehiddir.
O, onların bu ihtilâflarına dâir sözlerine şöyle başlıyor: "Gayet azdır
ki, onların ihtilâf ettikleri mes'eleler hakkında
bizce Allah'ın Kitâbı'ndan yeya Peygamber'in
Sünnetinden, veyahut bu ikisine veya bunlardan birine kıyas yoluyla bir
delâlet bulunmamış olsun."[12] Bu
delâletin veçhini beyan etmek onun içtihadım kapsar. Onun bu metodunu açıklamak
için bâzı örnekler verelim:
1-
"Boşanan kadınlar kendileri üç kur* beklesinler." âyet-i
kerîme-sindeki kur'un mânâsının tefsirini ele alalım. Ashâb-ı
Kiram bunun mânâsında ihtilâf etmişlerdir. Hz. Âise: Kur1, tuhur manasınadır,
demiştir. Zeyd b. Sabit, Abdullah îbn-î
Ömer ve diğerleri de o mânâya almışlardır. Ashâb-ı Kirâm'ın bir kısmı da, kur'u hayz
ile tefsir etmişlerdir. Boşanan bir kadın, üçüncü hayzın
sonunda yıkanmadıkça, gnsül etmedikçe helâl olmaz.
İmam Şafiî bu iki kavlin de veçhini beyan etmektedir, Kur'u hayz
mânâsına alanlara göre kur' bir müddettir. Müddetlerin en azı ne ise o alınır. Hayz müddeti tuhur müddetinden
daha kısadır. Öyle ise vaktin birimi olur; ay için hilâl gibidir. Hz. Peygamber Efendimiz de, Evtâs
Harbi kadın esirleri hakkında bir hayz müddeti
beklemelerini emretmiştir. îddet rahmin temizliğini
anlamak içindir. Hadîs-i Şerifle sabittir ki, istibrâ
ha-yızla olur. Hür olan kadının iddeti
tam olarak üç hayızdır.[13]
imam Şafiî, Hz, Âişe'nin ve Abdullah îbn-i Ömer'in rivayetini alarak kur'un tuhur
mânâsına olmasını seçiyor. Bu tercihini lûgatla, Sünnet
ve Kur'ân'la te'yid ediyor:
Lügat bakımından;
Hayız rahmin salınıp kanı dışarı atmasıdır. Tu-hur ise, hayızdan
sonra rahmin kam toplayıp dışarı vermemesidir. Tuhur-da
kan içeride toplanıyor, hapis olup kalıyor. Kur': Toplamak mânâsına olduğundan
kanın hapsolup kaldığı tuhur
müddeti buna daha uygundur[14]
Kur'ân ve Sünnete gelince; Allâhu Teâlâ şöyle buyurur: "Kadınları boşadiğınis
zanıan onları iddetleriııde
boşaym." Hz. Ömer'in
oğlu Abdullah hayız hâlinde karısını boşadığı vakit, Hz.
Peygamber Efendimiz, Hz. Ömer'e, onun karışım tekrar
alıp hayızdan temizlendikten sonra, cimâ'-da
bulunmaksızın temiz olarak boşamasını emretmiştir ve "Kadınların boşanmasını
Allah'ın emrettiği iddet budur," buyurmuştur.
Bununla Hz. Peygamber Kur'ân-ı
Kerîm'i tefsir ederek iddetin hayızla
değil, tuhurla olduğunu beyan etmiştir.
Diğer görüş
sahiplerinin delillerine şöyle cevap veriyor: Hz. Peygamber
esir kadınların hayızla rahimlerinin berâetini sağlamak için o emri vermiştir. Esir kadınlara nisbetie matlûb olan rahimlerinin
berâeti-dir. Emirde buna
açıkça delâlet bulunması gerekir. Çünkü tuhur hayızdan öncedir, bundan sonra câriye tam olarak hayız
görürse, tuhur hâlinde hamilelikten berâeti anlaşılır. Bâzan kan
gelir, fakat bu doğru bir hayız olmayabilir. Berâet,
rahmin sıhhati, tam olarak bir hayız görüp*tuhur
hâlinde, bulunmasıdır. O zaman anlaşılır ki, hayızdan
önceki tuhur da hamilelik olmamıştır.
Iddette ise yalnız rahmin berâeti
ciheti gözetilmez. Bunda berâet rahimle beraber
ibâdet ciheti de vardır. Eğer maksat yalnız rahmin berâeti
olsaydı, bir hayızîa iktifa olunurdu. Rahmin berâetini anlamakla beraber başka maksatlar da vardır. Esir
kadınlar hakkındaki yaîmz rahmin'berâeti
aranan şeye bu kıyas olunamaz.
2- Şafiî,
ashabın ihtilâfına dâir mirastaki red meselesini de
misâl olarak getiriyor. Zeyd b. Sabit şöyle diyor:
"Her mirasçıya, tâyin edilen hissesi verilir. Artan fazla olarak kalır.
Ölünün asabesi yoksa artakalan Müslüman cemâatinin
olur." Diğerleri ise hisseler verildikten sonra artakalan fazla ashâb farâize yâni hisse
sahiplerine taksim olunur, diyorlar. Meselâ bir kimse ölse, geriye kız kardeşi
kalsa, kız kardeşi yaran hisse alır. Asabe yoksa,
kendisinden başka, hisse sahibi de bulunmadığına göre artmış olan yarı hisse
de orta verilir, buna red denir.
Şafiî Zeyd b. Sâbit'in görüşünü almıştır. Allâhu
Teâlâ'nın Kur'ân-ı
Kerîm'deki âyeti buna delâlet eder, diyor. Allâhu Teâlâ şöyle buyurur: ''Bir kimse ölür de çocuğu da yoksa,
ancak bir kız kardeşi geriye kalmış ise bıraktığı malın yansı onundur. Eğer kız
kardeşinin çocuğu yoksa ona da o mirasçı olur. Eğer geriye kalan iki laz kardeş ise bu ikisi, ölünün bıraktiği
malın üçte ikisini alırlar. Erkek, kaçlın karışık mirasçı kardeşter-se, erkeğe iki dişinin hissesi kadar pay vardır." (N
Allâhu Teâlâ âyette kız kardeşi
yalnız bir olarak zikrediyor ve ona mirasın yarısını veriyor. Erkek kardeşi de
bir tek olarak zikrediyor ve ona mirasın tamamını veriyor. Erkek ve kız
kardeşleri de sayıyor ve kız kerdeşe, erkek kardeşin
hissesinin yansır: veriyor. Böylece Allâhu Teâ-lâ'mn hükmüne göre kız kardeş
tek başına da olsa, erkek kardeşle beraber de olsa dâima erkek kardeşin
aldığının yarısını almış oluyor. Eğer yan hisse, mîras hakkı olarak, kalan baki
de red yoluyla verilmiş olsa o zaman kız kardeş de
erkek kardeş gibi tam bir hisse almış olur. Halbuki yalnız basma da olsa,
erkek kardeşle birlikte de olsa, ona dâima erkek kardeşin yan hissesi verilir. Şâyed: Verilen yarı hisse mîras hakkıdır, diğer yan da red yoluyladır, bu bakımdan veriş sebebi başka başkadır,
denecek olursa, Şafiî buna karşı da şöyle diyor: "Reddin mânâsı nedir, bu
ne demektir, bu istihsan yoluyla yapılmış bir şey
midir? Bunun usûl-ü fıkıh nazarında değeri yoktur. Sonra Allah'ın teşri'
etmediği bir şeyi biz teşri' edebilir miyiz
Eğer iş öyle olursa, mirastan komşulara, nesebi uzak olanlara da pay
vermemiz mümkün olur! Red yoluyla vermek neden caiz
olur da bu neden caiz olmaz?" Eğer bu Allâhu Teâlâ'run şu, "Allah'ın Ki-tâbı'na göre ulûl erhâmın bir kısmı
diğerlerinden daha evlâdır." âyet-i kerîmesiyle sabittir, denirse Şafiî
bunu da şöyle reddediyor: "İnsanlar andlaşma ile
mirasçı olurlardı. Sonra. İslâm ve Hicret sebebiyle birbirlerine mirasçı
oldular. Bir muhacir diğer bir muhacire mirasçı olurdu. Muhacir olmayanlar,
mirastan faydalanıp mirasçı olamazdı, her ne kadar en yakın akrabası olsa da.
İşte âyet-i kerîme bu konuda nazil oldu. Âyet mücmeldir. Bunun beyanı
mirasçılar arasında hisselerin tevzi'ine dâir gelen âyetlerledir. Demek ferâiz âyetleri bunu beyan etmiştir. Bunun üzerine ziyâde
edilecek bir şey yoktur. Zevi'l erhamdan
mirasçı olan var, olmayan var. Zevç, zevi'l erhâmın ekserisinden daha çok mirasçı olur. Eğer mirasçı-
olmanın sebebi yalnız rahim yoluyla karabet olsaydı, rahımda
müsavi olmalan hasebiyle kıza da oğlana verildiği
kadar hisse verilirdi. Zevi'l-erhâm
beraber mîrasçi olurlardı. Rahim karabeti olmayan zevcden daha çok mirasa hak kazanırlardı. Fakat bu âyet
akrabanın mirasını ic-m^n beyan etti. Hükümleri tafsîlâtiyle farâiz âyetleri
açıkladı. Bununla Şafiî'ye göre, farâiz sahiplerine red yoluyla verilmeyeceği açıklanıyor. Fazla kalan mîras Beytü'lmâle intikal eder.[15]
3- Ana, baba
bir erkek ve kız kardeşlerle, baba bir erkek ve kız kardeglerle
beraber dedenin raîrası mes'elesidir.
Onun mîras hissesinin mikdan, zikri geçen erkek ve
kız kardeşleri hacib yoluyla mirastan mahrum edip edemiyeceği hususunda ashâb
arasında ihtilâf vardır. Hz. Ebû
Bekr, Hz. Âişe, Abdullah Ibn-i Abbas, Abdullah îbn-i Zübeyr; dedeyi baba yerine koyarlar, çünkü baba
bulunmadığı zaman dede babalık vazîfesini görür, baba yerine geçer. Böylece
dede ile beraber bulununca erkek ve kız kardeşler düğerler, mîras alamazlar. Fukahânm ittifak ettiği bir şeydir ki, mirasta çok yerde
dede babanın hükmünü taşır. Baba gibi o da oğul ve kızla beraber mirasçı olur.
Baba bulunmadığı zaman dede asabe olur. Evlâd-ı Ümmü: Ananın çocuklarını ittifaken mirastan mahrum eder. Ana,baba bir kardeşlerin
çocuklarım, baba bir kardeşlerin gocuklarını hacibte
dede, baba gibidir. Babalık ciheti ona dayanır. Dedeyi, babadan başkası hacib yoluyla mirastan mahrum etmez.
imam Şafiî, ana baba
bir erkek ve kız kardeşlerin, baba bir erkek ve kız kardeşlerin dede ile
mirastan ma-hrum,
edilmeyecekleri görüşünü al-nuştir. Dedenin evlâd-ı ümmü mahrum etmesini nass ile i'tibar ediyor ve bunu nassın vârid olduğu yere
hasrediyor. Çünkü evlâd-ü üm
neseb bağlılığı bakımından dede gibi değildirler.
Onlar ana cihetinden bağlanıyor, dede ise baba vasitasiyle
birleşiyor. Baba cihetinden olan karabet daha kuvvetlidir.
Şâfü seçtiği bu görüşe şöyle delil buluyor: "Ana baba
bir erkek ve kız kardeşler, baba bir erkek ve kız kardeş, bunlar dedenin
bağlandığı karabetle babaya bağlanırlar. Akrabalık yolu birdir. Dede; ben
ölünün babasının oğluyum, der. Her ikisi de baba vasıtasiyle
akrabalığa bağlanıyor." Şâfü böylece gayet ince
ve derin aklî kıyas yolunda yürüyerek görüsünü açıklıyor... Kardeşin
akrabalığını, dedenin karabetinden daha kuvvetli görüyor ve şöyle diyor:
"İhtilâf edenlerin hepsi dedenin kardeşle beraber onun misli olduğunda
birleşirler. Benim onlara muhalefetim yoktur... Dede ile birlikte kardeşlerin
de mirasçı olması evîeviyetle sabittir. Su da var ki,
kardeşlerin mirası Kitab'İP sabittir. Halbuki Kitab'da dedenin mirası mezkûr değildir. Kardeşlerin
mîrası Sünnette de dedenin mîrasmdan daha kuvvetle
sabittir."
Böylelikle Şafiî, ana
baba bir erkek ve kız kardeşlerin, baba bir erkek ve kız kardeşlerin dede üe beraber mirasçı olmaları görüşünü tercih edip alıyor.
Ancak bunlar birbirini hacib yoluyla mîrasdan düşürürler. Sâfiî onları
dededen üstün tutmuyor. Kıyas her ne kadar onları üstün tutmağa götürse de
burada kıyası terk ediyor. Çünkü Ashâb-ı Kiram bu
hususta ittifak etmiştir, onların değeri vardır. Onun için El-Üm'de bu konuda şöyle demektedir;
"Eğer dedenin
mîrası kıyasla olsa, bir veya daha çok kardeşle birlikte onun mirasını daha az
kılardık. Neden ona kail olmuyorsunuz, denirse, deriz ki, Hz.
Peygamberin ashabından rivayet olunanın hilâfına gitmedik. Bâzısının kavline
muhâlifse de bâzısının kavline uyduk. Böylece onların kavillerinin dışına
çıkmadık."[16]
îmam Şafiî
Er~Risâle'de, dede ile beraber ana baba bir veya baba bir kardeşlerin
evlâtlarını mirasçı sayan ashâbdan kimin görüşüne tabi'
olduğunu beyan etmiyor. Zeyd b. Sâbit'in görüşünü mü
alıyor, yoksa Abdullah İbn-i Mes'ûd'un
görüşüne veya Hz. Ali'nin görüşüne mi tabi' oluyor.
Çünkü her birinin görüşleri vardır. El-Üm'de ise Zeyd b. Sâbit'in görüşünü seçtiğini söylüyor ve şöyle diyor:
"Dede, kardeşlerle beraber mirasçı olursa bütün sülüsten daha az olmamak
üzere taksim yapıp hakkını veririm. Eğer bakînin sülüsünü vermek onun için
daha hayırlı ise o zaman onu veririm. Bu, Zeyd b.
Sâbit'in kavlidir. Ferâiz hükümlerinin çoğunu ondan
aldık."[17]
Sahabe kavilleri
hakkında imam Şafiî'nin durumu iste böyledir. Eğer ashabı, ittifak etmişler
bulursa onların bu icmâ'ını hüccet olarak alır. Eğer ashâbdan birinin bir sözü varsa, ona muhalif olan bir şey
de bilinmiyorsa, ona tabi' olur. Vakıa bu gibi haller gayet nâdirdir. Eğer ashâb aralarında ihtilâfa düşmüşlerse o zaman onların
sözleri içinden Kitâb'a ve Sünnete daha yakın
bulduğunu, kıyasa daha uygun olanı seçip alır. Burada içtihada meydan vardır,
saha geniştir. Yalnız ashabın sözlerinin dışına çıkıp başkalarının dediklerini
almaz.
İşte imam Şafiî'nin
nazarında ashabın mevkii böyle yüksektir. Acaba tabiîler de böyle midir?
Usûlünde bundan hiç bahsetmemiştir. Bu hususta onun bilinen bir sözü yoktur.
Fakat o, mezhebinin usûlünü tesbit etmiş, bu usûlün: Kitab, Sünnet, icmâ1, sahabe kavilleri ve kıyas olduğunu
bildirmiştir. Mezhebinin usûlünde tabiîn kavillerini zikretmemiştir. Ancak İbn-i Kayyım, onun bâzı tâbü
kavline tabi' olduğunu gösterir fıkıh görüşlerini bulduğunu söylüyor ve şöyle
diyor: "Şafiî bir yerde bu kavlini Atâ'yı takliden
söylediğini tasrih eder. Bu, onun ilminin kemâlini, fıkhının olgunluğunu
gösterir. Çünkü o, bu mes'elede Atâ'nın kavlinden
başkasını bulamamıştır. Onun kavli Şafiî'ye göre bu mes'eleye
dâir bulunan en kuvvetli sözdür." Başka bir yerde de şöyle diyor:
"Bu, Atâ'nın kavlinin mânâsına göre çıkan bir mes'eledir."
Bana göre bu sözler,
Şafiî'nin tâbiî'yi taklide kail olduğunu göstermez. Çünkü onun bu görüşünü
Atâ'ya nisbet etmesi, kıyasın ona uygun düşmesinden
olabilir. Veyahut da bu mes'elede Atâ'mn
daha önceki görüşünün ışığı altında kıyas veçhini bulmuştur. Bu bakımdan
Atâ'nın görüşünün te'siri vardır. Biz ancak böyle
bir veçhe bulabiliriz. Çünkü elde Er-Risâle'deki fıkıh kaynaklarına göre
tabiînin kavillerini zikretmemiştir ve onlara sahabe kavilleri gibi bir mevki'
vermemiştir. Zîrâ Şafiî, kitaplarının birçok yerlerinde istidlal yollarım
saymıştır. Bunların hiçbirinde tabiî kavlini nazar-ı i'tibâra
alarak onun dışına çıkılmaz diye bir söze veya işarete raslamıyoruz[18]
[1] Bu bahis İçin bak: Gazâlî, El-Müstasfâ; Kemâleddia lbn-1 Httmâm, Tah-rtr
Şerhi; Esnevî, Minhac
Şerhi; Amidî, El-Bıkâm fî Usûii'I-Ahkâm.
[2] İbnü'l-Kayyım Cevziyye, î'lâmii'I-Muvakkıîn.
[3] Şâtıbî, Muvâfikât,
c. IV, s. 42.
[4] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 293-294.
[5] Şafiî, El-Üm, c. VII, s. 247.
[6] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 294-296.
[7] Şâflî, Er-Risâle, s. 597,
[8] Îbn-i Kayyım, î'Iâmü'l-Muvakkıîn, c. II, s.
143, 191.
[9] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 296-297.
[10] Şafiî, Er-Risâle, s. 471.
[11] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 297-298.
[12] Şafiî, Er-Rİsâle, s. 562.
[13] Müşterek manâlı bir kelime olan kur'un mânâsında ihtilâf edflmigtir. Bâzıları hayız mânâsına almış, Şâfiîler de tuhur mânâsmari.r demişlerdir.
Kur1)! hayz mânâsına alanlardan bir kısmı, hayızdan gusül etmedikçe id«İet tamamlanmıg olmaz, hattâ bu hâl üzere yirmi yıl bile dursa,
demişler. Bir kısr* da, üçüncü hayız sona erdikten
sonra tam olarak bir namaz vakti geçmekle iddet tamam, olur, demişlerdir. Hanefiyye
mezhebi bu kavli almıştır. Onlar bunu, Hz, Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz, Osman, Hz. Ali, Hz. Abdullah İbn-i Mes'ûd, Hz. Abdullah îbn-i Abbas, Hz;
Ebû Mûsa'l-Eg'arî ve şâir Ashâb-ı Kirâm'uı görüşlerine dayanarak aldiklarmı
söylüyorlar. Mezheplerini tercih için şunları gösteriyorlar
a) Eğer kur , tuhur mânâsına alınırsa tuhurlar
tam olarak üç olamaz, "ya üçten az, yahut fazla
olur. Çünkü talâkın Sünnet üzere tuhur halinde
yapılması, gerekir. Şafiî'nin dediği gibi talâk yapılan bu tuhur
hesaba katılınca tam olarak üç tuhur dolmaz. Fakat
kur'u hayız mânâsına alırsak, talâk tuhur hâlinde yapıldığına görs
tam üç hayız iddet bekletilir. Uç adedine mevzu olan
kelime üçten daha azı İÇin kullanılmaz. Tuhurda ise, iddet üçten daha az
oluyor. '
b)
"Kadınlarınızdan hayızdan kesilenlerin iddeti üç aydır." âyet-i kerîmesiid
de delü alıyorlar, Hayızdan
kesilenler için AHâhu Teâlâ
kur' yerine üç ay iddeti bUdlrl-yor.
Burada hayız yerine ay
gösteriliyor. Bedele, bedel olarak
yerini aldığı s şeyin bulunduğu zaman gidilir. Burada bulunmayan şey hayızdır.
Çünkü "Hayızdan kesilen kadınlar*' deniyor,
öyleyse üç ay, üç hayza bedeldir. Âyetteki hayız mânâsına olmak gerekir.
c) Sünnet de
bu görüşü te'yid eder. Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur: "Cftrt-y«ta talâkı
ikidir, Mdeti de iki hayızdır." (öyle anlaşılıyor ki bu Hadîsin .sıhhati
Şafiî'ye göre sabit değil.)
d) Hanefîler rnezheblerini
mânâ bakımından da te'yid etmektedirler. - Şöyle ki: îddet, rahmin hamilelikten temiz olup olmadığım anlamak
içindir. Rahmin.berâetini bümek
İse hayizla olur, tuhur
haliyle değil. Allâhu Teâlâ:
"Boşanan kadınlar tte kur* beklesinler.»
âyetinin ardından şöyle buyuruyor:
"Allahn
TeâJâ'nınonlann «hlmle-**ode yarattıklarını gizlemeleri onlara asla helâl olmaz." Bu âyetiâ İ>ıi şekilde gelmesi ltur'dan murad hayız olduğunu gösterir.
[14] imam Şafiî §una işaret ediyor: Kur'un asıl mânâsı cemi'dtr,
bunu Disânü'l-Arab'm, Ebü îshak'tan naklen şu sözü te'yid etmektedir: "Bence gerçek şudur: Kur1, cemi
manasınadır."
[15] Şafiî fazla kalanın mirasçılara red olunamıyacağuta dâir görüşünü açıkladı. Bunda Zeyd b. Sâbit'e uyuyor. Red
hususunda Ashâb-ı Kirâm'ın
görüsü dört türlüdür:
1- Zeyd b. Sâbit'in görüşü ki, Şafiî onu alıyor.
2- îbn-i Abbas'ın görüşü ki, karı
İle kocadan ve nineden başka bütün mirasçılara reddolunur.'
3- Hz. Osman'ın görüşü ki, karı ile koca da dâhil olmak üzere
bütün mirasçılara red yapılır. Mirasçılar fazla
olunca onların hisselerinden azaltıp verdiğimiz gibi artınca da hepsine ziyâde
ederiz.
4- Hz. Ali ve Ashabın birçoklarına göre karı ile kocadan başka
bütün mirasçılara red yapılır. Hanefiyye
Mezhebi bunu almıştır. Delilleri
şu âyet-i kerîmedir: "Zevİ'l-Eriıâm'ın bir kısmı
diğerlerinden daha evlâdır." Bu âyet onların terekeye istihkakını
gösterir. Diğer farâiz âyetleri de hisselerin
tevziini gösterir. Hisselerin tevziinden sonra bir şey kalırsa,
bu âyetin gereğince zevi'l-erhâm red yoluyla onu
alırlar. Bu suretle her iki âyet de işletilmiş olur. Zevi'J-erhamdan
olmadıklarından zevç ile zevceye red yapılmaz.
Sa'd, malını vasiyyet etmek
istediği zaman Hz. Fey-gamber'e şöyle demiştir: "Bana yalnız bir kız mirasçı
oluyor, malın hepsini vasiyyet edeyim mi?" Eğer
kız ancak terekenin yarısına mirasçı olsaydı, Hz.
Peygamber bunu beyan eder, Sa'd'ı bu konuda bilgisis bırakmazdı.
Hz. Peygamber böyle bir şey yapmaktan çok
uzaktır. Mîrasta hisse sahipleri diğer Müslümanlarla islâm
olmakta birleşiyorlar. Karabet bakımından tercih edilmişlerdir. Bu karabet i'tibâriyle kendilerine mirastan hisseler verilmiştir.
Mirasa diğer Müslümanlardan evlâ olmaları karabet sebebiyledir. Hisseler
verildikten sonra artakalan fazla da bu hisseleri nisbe-tinde
kendilerine'red yoluyla tevzi olunur (Tafsilât için
bak: Sirâciye Şerhi, Red
babı).
[16] Şafiî, EI-Üm.
[17] Şafii, El-Üm, c. IV, s. 11.
Ana baba bir
kardeşlerle baba bir kardeşlerin dede İle mîrasçı olmaları hakkında ashâb ve fukahâ arasındaki
ihtilâfa kısaca işaret edelim:
Hz. Ebû Bekir, îbn-i Abbas, îbn-i
Zübeyr, Huzeyfe, Ebû Saîd Hudrî,
Übey b. Ka'b, Muâz b. Cebel, Ebû Mûsâ El-Eş'arî'ye göre bu kardeşler, dede ile birlikte mirasçı
olamazlar, nasıl ki baba ile de mirasçı olamıyorlar. Bunlara tebaan Imam-i A.'zam Ebû Hanîfe'nin kavli de budur. Çünkü, baba bulunmadığa vakit
dede baba yerine geçer. Lûgaten dedeye baba adı
verilir. Birçok fıkıh hükümlerinde dede baba gibidir. Evlâd-ı
Ümmü hâcibde, bulûğa
ermemiş çocukları evlendirmede baba gibidir, oğlunun oğlundan ötürü öldürülmez,
her iki tarafın eşleri birbirine haram olur, birbirleri hakkında şahitlikleri
kabul olunmaz, dedeye zekât verilmez, vasiyyete hacet
kalmaksızın malda baba gibi tasarruf eder. Bütün bu hükümlerde dede baba
gibidir. Kendisine baba adı da verilir, baba bulunmadığı zaman o mirasçı olur,
kardeşler mî-raaçı olamazlar.
Zeyd b. Sabit ise, dede ile bu kardeşler de mîrasçı olur,
diyor. Şafiî bunu alıyor... Îbn-İ Mes'ûd
İle Hz. Ali İse kardeglerle
beraber dedeyi asebeden sayarlar.
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:
298-303
[18] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 304.