22- ŞAFİÎ'NİN USÛLE HİZMETÎ, ONDAN SONRA GELENLERİN YAPTIKLARI
215- Şafiî Hüküm Istînbatı Usûlünü Vaz' Etmîştîr:
220- Şafiî'nin Vaz' Ettiği Usûlü Almayanlar, Zâhiriyye Mezhebî:
221- İbâziye Fırkası, Cumhur Müslîmînin Usulüne Aykırı Bir Usûl Takîp
Etmişlerdir. Şia'nın Usûlü:
222- Şafiî'den Sonra Şâfîî Usulüne Hizmet Edenler:
223- Müsteşriklerin Şafiî'nin Usûlü Ve İcma' Hakkındaki Yersiz Sözleri:
226- Usûlde Şâflî Yolu Ve Mütekellîmîn Yolu:
227- Usûlde Hanefîyyenin Tuttuğu Yol Ve Mümeyyiz Vasıfları:
229- Hanefiyye Usûlüne Göre Yazılan Usül-ü Fıkth Kitapları:
230- Sonra Gelen Usülcüler, Bu İki Yolun Ortası Bir Yol Tuttular:
231- Dînîn Güttüğü Umûmî Gaye Ve
Maksadları Açıklayan Ulemâ, Bu Konuda Şâtıbî'nin Hizmetleri:
Şüphe taşımaz bir
gerçektir ki, fıkıh ilmi, usûl-ü fıkıh ilminden daha önce başlamıştır. Çünkü
fıkıh, istinbât, fetva ve ictihâd
yoluyla doğup meydana gelmiştir.
Hz. Peygamber, (Ona salât ve
selâm olsun) hayatta iken ictihâd başlamıştı. Ashâb-ı Kiranı, Hz. Peygamber'den
uzak "üulundakları zaman hükmünü bilmedikleri
bir şey kendilerine arz olununca i^tihad ederek cevap
verirlerdi. Hz. Peygamber'den sonra ictihâd devam etti. Hulefâ-yı Râşidîn devrinde ictihâd en yüksek noktasına çıkmıştı. Onlar insanlara Hz. Peygamber'in Hadisleriyle birlikte nice mes'eleler hakkında hüküm ve fetvalardan meydana gelmiş
koca bir üim serveti bıraktılar; devlet nizamına ve başkalariyle münasebetlere dâir amelî hükümler gösterdiler.
Onların ardından tabiîn geldiler. Onlardan bâzıları fetva hususunda çok ileri
gittiler, vuku'bulan ve vuku'bulması
muhtemel olan mes'eleler hakkında fetva verdikleri
gibi vuku'bulması çok uzak olan mes'eleler
farz ve tasavvur ederek onlar hakkında da hüküm verdiler, böylece tak-dîrî
fıkıh başladı. Mezheb imamları olan müctehidlerin asrı geldiği zaman, islâm
ülkelerinde türlü fetva, kaza ve hükümlerden meydana gelmiş bir fıkıh serveti
vardı. Bunlar şekil ve muhteva i'tibâriyle muhtelif
konularda idi. îmam Mâlik'in fıkıh mecmuası vardı, Mekke muhaddislerinin
fıkıh ile ilgili Hadîs mecmuaları vardı, Irak fukahâsının,
çoğu îmam Mu-hammed tarafından toplanmış olan fıkıh
eserleri vardı. Bu çeşitli fıkıh mecmuaları ilim ve hüküm istinbatı
için büyük bir servetti.
îşte İmam Şafiî
gelince bu serveti hazır buldu. Hadîs ve re'y fuka-hâsı gibi muhtelif tutumları olanlar arasında cedel ve münakaşa olduğunu gördü. Aklım ve sağduyusunu
kullanarak bu münakaşalara o da ka-rısü. Bu münakaşalar onu münazara ölçü ve kıyaslarını vaz' etmeyi dü-Sünmeğe sevk etti.
Bunlar hatayı savaptan ayırma,
araştırma, hüküm çıkarma ve ictihâd hususunda esas
olacaktı. İşte bu noktadan usûl-ü fıkıh ilmini vaz'etmeğe
yöneldi. Böylelikle istinbat esasları, re'yierin tenMd kaide ve ölçüleri
kurulacak, doğru olanlar, olmayanlardan bu sayede ayırt edilecekti.
Öyle olunca, fıkıh
ilminin, usûl-ü fıkıh ilminden daha önce ortaya çıkmış olmasında, bir garabet
yoktur. Çünkü usûl-ü fıkıh ilmi, görüşlerin sahîh olanım, sahîh olmayanlarından
seçmek için bir Ölçüdür. Ölçülecek madde fıkıhtır. Tartıdan evvel, tartılacak
bir şeyin olması gerekir. Bu bir kaide altına alınan bütün ilimlerde böyledir.
Nahiv ilmi, fasîh konuşmadan sonradır. İmam. Halil b. Ahmed
aruz kaidelerini vaz' etmezden önce de şâirler
vezinli ve kafiyeli gür söylerler, manzumeler inşâd
ederlerdi. Aristo mantık ilmini vaz' etmezden önce de
insanlar münazara yaparlar, karşılıklı konuşurlardı. Aristo, zihni, düşünürken
hataya düşmekten korumak için bir yardımcı olsun diye, kendinden önce gelip
geçen Sokrat, Eflâtun, Sofestailer ve diğer
feylesofların arasında geçen münazara ve konuşmaların topundan yardımlanarak mantık ilmini kurmuştu. İmam Şâfit de türlü türlü yön ve
renkte olan fıkıh mes'eleleri mecmuasından yardımlanarak hüküm istinbat
yollarını gösteren kaideleri meydana koydu. Fakîh
olan kimse bunlara riâyet etmekle savaba yaklaşır, hatadan uzaklaşır. [1]
imam Şafiî, yaşadığı
devirde bu fıkıh servetini önünde hazır buldu, onunla ilgilendi. Her nev'inden bir kısım aldı. Onların yollarını yakından
tanıdı. Bu hususta yeni î>ir gey getirmek, türlü mes'eleler, dağınık parçalar arasından görüşlerin
doğrusunu çürüğünden ayıracak derli toplu bir kanun
ve nizam çıkarmak ve bu hususta yeni bir şey getirmek için yararlı bütün
vasıtalara mâlikti. Arap dilini bütün inceliğiyle bilirdi. Dil bilginlerinin
ulularının sınıfında yer alanlardan sayılır. Hadîs ilmine vâkıftı; îlm-i Hadîs ricalinin en büyüklerinden ders almıştı.
Çağındaki her türlü fıkıh ilmini etrafiyle bilirdi.
Sahabe devrinden kendi zamanındaki-lere gelinceye
kadar ulemâ arasında geçen ihtilâflara vâkıftı. Ashabın ihtilâf ettikleri mes'eleleri, onların tutumlarını, türlü yönlerini Öğrenmeğe
çok meraklı idi. Hadîslerin sahîh olanlarım bilmeğe ve ihtilâf halinde
olanların arasını bulmağa çok merakla, sarılmıştı. Yukarıda belirttiğimiz gibi cedel ve münazarada mümârese sahibi idi. Bilindiği üzere
ulemâ, yaptıkları münazaralar esnasında delillerini tafsîîâtiyle
ortaya atarlardı, yazılarında bunları gösterirlerdi. Bu yolla bunlara da
vâkıftı. Bundan başka o, diyar diyar dolaşırdı. Her
yer halkının örf ve âdetlerim bilir, o beldeye gelen ashabın eserlerini ve
fıkhım Öğrenirdi. Çağında yazılı olan fıkhı okumağa, onun görüşlerini,
yöneliklerini bilmeğe meraklı idi. Bunların hepsini doğru düşünen, salim bir
ilim kafasiyle yapü.
Elbette bu sayede
Şafiî, bildiği ve aldığı malzemeden yeni kaideler kurmak imkânını buldu. Bu
kaidelerle geçmişlerin görüşlerini doğru ölçüyor, bundan sonra geleceklere de istinbat için doğru esaslar kurmuş oluyordu, istinbat hususunda o esaslara *^*yet edenler savaba yaklaşır da uzaklaşmazlar.
Şâfü, kuvvetli l
ilham aldı.
Hadîs ilmini etrafiyle bilir, muhtelif ve müttefik rivayetleri tanır.
Hadîsi; görüşleri, nıezhebleri ayrı ayrı olan birçok ilm-i Hadîs
ricalinden almıştır. îslâm diyarında dolaşarak Ashâb-ı Kirâm'm eserlerine ve
onların rivayet ettiklerine muttali' olmuştur. İşte bütün bunlar sayesinde Kitâb'a nazaran Sünnetin mevkiini bilmiş, Kitâb'a tearuz eden veya birbirine muarız olan Hadîslerin
durumunu öğrenmiştir. Bunların hepsini usûlüne yerleştirmiştir.
Onun geriye bırakmış
olduğu kitapları, ister Müsned'i veRisâle'si,
ister Kitâbü'l-Umm'ü olsun,
her biri, onun, ashabın ihtilâflarını araştırıcı ve inceleyici bir münakkid sıfatiyle etüd etmeğe son derece önem verdiğini gayet açık olarak
göstermektedir. Sanki o, bunlarda öyle bir fıkıh malzemesi görüyordu ki, fakîh, onların dışına çıkmadıkça asla şaşırmaz; kendisi de
istinbat yaparken onlara uyarsa hiç sapmaz. Şüphesiz
ki, o bunları incelerken nâsih, mensûh
ilmini elde etti, ashabın benimsedikleri birçok re'yleri
öğrendi, dînin umûmî gayelerini anladı, hükümlerin hikmet ve ruhunu kavradı.
îşte belki de bunun için olacak, mücte-hidin, ashabın ihtilâflarım bilmesini şart koşmuştur.
Ashabın ihtilâflarını araştırıp onları, öğrenmek isteyen bir tenkidci gözüyle incelemesi, ona tuttuğu usûlün birçok
yollarım göstermiştir. Öyle anlaşılıyor ki, onun böyle muhtelif görüşleri ve
ashabın re'ylerini derinden derine incelemesi
talebesinin gözünden kaçmış değUdir. Hattâ Ahmed b. Hanbel onu, insanların ihtilâfalrını bilmede bir feylesof saymıştır.
Şafiî, re'y ehlinin fıkhına muttali' oldu. Kıyas kaidelerini vaz' etmeseler de, kıyasa son derece önem verenler bunlar
olmuştur. En çok kıyas yapan ve kıyasta en mahir olan, kıyasın vecihlerini en
çabuk anlayan fu-kahâ bunların arasından çıkmıştır.
imam Şafiî, re'y fıkhım öğrenince onu ehl-i
Hadis fıkhiyle kargılaş-tırdi.
Bu sayede, re'y ehlinin nezdindekilere
tıpatıp muvafık olmasa bile, kıyas için muayyen ölçüler ortaya koydu. Parlak
idrâkiyle, doğru düşüncesiyle hazırladıklarına taunları da kattı. [2]
Böylece görüyoruz ki, tmam Şafiî bulduğu fıkıh servetinden faydalanmak, onlardan
istifade ederek ilmî dirayetiyle, yalnız mes'elelerin
cüz'iyâtinda kalmayıp içyüzüne nüfuz edip külli
mahiyetlerini kavramış ve böylece usûl-ü fıkıh ilmini vaz1 etmiştir.
Usûl-ü fıkhın
kuruluşunda birbirine yakın iki nokta göze çarpar:
1- Usûl-ü
fıkıh, görüşlerin doğru olanım, doğru olmayanından ayırmak
için bir ölçüdür, bir tartıdır, tmam Şafiî, üstada
îmanı Mâlik'in görüşlerini bununla tarttı. Irak fukahâsının
görüşlerini, imam Evzâî'nin ve diğerlerinin
görüşlerini hep bununla tarttı. Böylece o, fıkhı görüşler üzerinde hâkim oldu,
kendisi onlara eğilmedi.
2- Usûl-ü
fıkıh öyle bir küllî kanundur ki, yeni
hüküm istinbat
ederken ona riayet etmek gerektir.
Şafiî, kendisi bununla
tamâmiyle mukayyed
olmuştur. Usûl-ü fıkıh esasları, onun mezhebinin esasları olmuştur. Bu, sade
kendi mezhebini savunmak ve onun yönünü açıklamak bakımından değildir. O, usûlü
Önce vaz' etmiştir, sonra o çığırdan yürümüştür.
Mezhebinden önce bu usûlü vaz' etmiştir. Onlar
mezhebe göre değil, mezheb onlara göredir. Hüküm
çıkarırken Şafiî, kendisi bu kayıdîara tabi'
olmuştur. Yukarıda Şafiî'nin fıkhından söz ederken geçtiği
üzere, o kendi görüşlerine sarılıp onlardan ayrılmamağa düşkün değildi. O,
görüşleri müdafaa için usûl vaz' etmiş değildir. O,
delile bakardı, delilin ardısıra yürürdü, delil nereye
götürürse oraya giderdi. Delil, aksini gösterdiği zaman eski görüşünü terk
ederdi. Hattâ bu yüzden görüşlerinden çok döndüğünden dolayı rauâ-haze bile edilmiştir.
Yukarıda bunun bir kusur değil, bir kemâl eseri olduğunu açıkladık. Taassupla
gözleri körleneııler bunu bir kusur sayabilirler.
Sözün kısası, Şafiî
fıkhın usûlünü vaz' ederken bunlar cedel ve münazarada mezhebini müdafaaya yarasın diye
yapmamıştır. Münazara usûlünü yoluna koyarsa da bunu bir mezhep gayretiyle
yapmış değildir. O, bu usûlü, ictihad tarzını yoluna
koymak, müctehîdler için bir sınır ve plân çizmek
için kurmuştur. Tâ ki fakîh, gece karanlığında el yordamiy-le odun toplayan bir
oduncu gibi olmasın. Eline geçen odun mudur, yoksa zehirli yılan mıdır bunu
fark etsin. [3]
Şafiî'nin usûlü nazarî
ve amelî bir yön takip eder. O sırf hayalî tasavvurlar ve faraziyeler peşinde
koşmaz. Vâki' olan, mevcut bulunan umuru, bir kaide altına alır. Nâsih ve mensûh nıes'elesinden bahsederken Hz-
Peygamber'den rivayet olunan Hadîslere, ashabın fetvalarına göre önce neshi
sabit olan mes'elelere nisbeL1^ nesih kaideleri
kurar. Âmin ve hassa dâir sözleri, önündeki Kur'âıı
âyetlerine ve Hz. Peygamberin Hadîslerine
dayanmaktadır. Böylece görülüyor ki, o, kurduğu kaidelerde, kafasında
tasarladığı kuru nazariyeler ardısıra koşmug değildir. O, dâima önündeki dînî kaynaklara
uymakta, onların içine dalmakta, derinliğini ölçüp İlim incileri almakta ve
küllî kaideler meydana çıkarmaktadır. Hattâ kıyasta bile nasslarm
vahyile mukayyed olmakta,
ibarelerin ona gösterdiği yönü tutmaktadır. Bundan başka o, sana yalnız
maddeyi, malzemeyi vermekle iktifa etmez, belki onları nereden aldığım, nasıl
tanıdığını gösterir; onları te'yid eden sahabe
fetvalarım, Hz. Peygamber'den bu hususta me'sûr olanları açıklar. Kurduğu kaide delilleriyle
yerleşip karar bulduktan sonra bu esas üzerine kurulan fer'î mes'eleleri beyan etmeğe başlar. Böylece ortada dipdiri bir
usûl, tatbik edilen kaideler görürsün. Yoksa mücerred
kurallar, vuku' bulması uzak olan zihnî tasavvurlar, kuru hayâller değil. Onun
kaideleri arasında böylesini göremezsin: Teklif için
kudretin şart olması bahsi, kulun takati dışında olan bir şeyle teklifin caiz
olup olmadığı, mensûhla amel edilmeden Önce neshin
mümkün olup olmadığı ve benzerleri gibi sırf zihinde yer bulan, vakıalara ve
mevcut olana dayanmayan hayalî tasavvurlar kabilinden şeyleri gözönünde tutmakta, tatbikata dayanmaktadır. Hayâlinin
dizginlerini serbest bırakıp farazi şeyler peşinde koşma.z. Bunu yerinde işaret
ettiğimiz iki şeyde görmekteyiz:
Birincisi: O, icmâ'ı kabul edip Kitab ve
Sünnetten bir nass bulunmayan yerde onu şer'î bir
hüccet olarak almağa götüren delil buldu. Fakat baktı ki, ince mânâsında icmâ' mün'azir bir şeydir, en
azından güç bir iştir. Onun için icmâ'ı delil olarak
Öne sürmeği reddeder. îcmâ' iddiasının bir delile
dayanmadığını açıklar. Yukarıda belirttiğimiz gibi, icmâ'ı
yalnız usûl-ü ferâizde kabul edip alır. Sonra o,
ashabın bir icmâ'ını bulursa, bunun Hz. Peygamber'den duydukları bir şeye istinad
etmiş olmasını farz ve takdir etmez. Çünkü Hz.
Peygamber'den olarak rivayet öyle farz ve tasavvur etmekle olmaz, o, nakil ve
duyulanı anlatma üe olur.
îkincisi: Şafiî,
sahabe kavillerinin derecesinden bahsederken onlardan Kitab
ve Sünnete en yakın olanı seçtiğini söyler. Eğer hepsi birbirine müsavi olursa
o zaman Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali Sibi Hulefâ-yı Râşidîn'i taklid
edip onların sözünü tercih eder. Fakat tat-bîkatta
bunların İhtilaf hâlinde bulundukları yerde içlerinden birini Kitab ve Sünnete daha yakın bulur, yine sahabe kavlini
tercih etmiş olur. Hattâ halîfe olmayanın sözünü, halîfe olandan ileri tutar.
Nasıl ki, fa-râizde kardeşlerle beraber dedenin
mirası mes'elesinde, Zeyd
b. Sâbit'in sözünü Hz. Peygamber'in halîfesi olan Hz. Ebû Bekir'in sözüne tercih
etmiştir.
Belki de kaide meydana
çıkarmakta ve tatbikatta amelî bir yön tutması sebebiyle olacak ki, kıyası
anlatırken, getirdiği misâllerle onun hakikatim ve nevi'lerini beyan etmekle
iktifa etmiş, illeti bulup çıkarmağı müctehide
bırakmış; illetin zabtını, çıkarma yollarını, tutumunu, kuvvet derecesini, umum
ve hususunun beyanım îzâha girişmemiş, bunlara hiç dokunmamışlar. Çünkü
bunların hepsi müctehidin içtihadına bağlıdır. Şafiî
çağındaki icfcihâdm kaidelerini kurmuş, illeti bulma
yollarını göstermiştir. Bu yoldaki etüd, felsefî bir
çığır tutmaktır ki, bu o çağdaki fuka-hâ arasında
şüyu' bulmuş değildi, Fukahânra böyle bir yönelişi
yoktu. Vasıfların takdirini, uzak veya yakın oluşunu müctehide
bırakırlardı. Hattâ usûl-ü fıkıh ulemâsı, Şafiî'den sonra illet ve illeti bulup
çıkarma işine daldıkları zaman bunun tatbikinde nice ihtilâflara düşmüşlerdir.
Bu kaideleri zabt altına alma işi o kadar büyük
fayda getirmemiştir.
Kıyasta Şafiî'nin
yaptıkları her ne kadar as da olsa, hiç değilse onu belli etmiş, kaidelerini zabt altına almış, kısımlarını bildirmiştir. Bunda ihtilâfa
yer yoktur. Bunu ulemâ takdirle karşılar. Bu hususta ilk şeref Şafiî'ye aittir,
diğerleri ondan sonra gelir.[4]
Şafiî, müctehidlere birer rehber olmak ve re'yleri
bir kaide altına almak, bunların îslâm Dîni'nin
ruhuyla münâsebetini tâyin,etmek maksadiyle hüküm istinbâtı usûlünü vaz' etmiştir.
Tek başına yaptığı bu işiyle Şafiî, fıkhı, sabit asıllar üzerine oturan bir
ilim hâline getirmiştir. Onu birtakım fetva ve hükümler yığını, vukuu farzolunan cüz'î mes'elelerin çözümü olmak hâlinden kurtarmıştır. Şafiî bu igiyle, fıkhın gözünü açmı§,
kendisinden sonra gelen müctehidlere bu başlanan i§i
tamamlamak için tutacakları yolu göstermiştir.
Şafiî'nin açtığı bu
çığır önünde ulemânın tutumu, fıkhî yönelişlerine
göre muhtelif olmuştur. Bir kısmı Şafiî'nin getirdiklerinin çoğunu aldı,
yalnız bâzı tafsilâtta onlardajı ayrıldı. Bir kısmı
ise Şafiî'nin usûlüne muhalif kaldı. Bir kısmı ise Şafiî'ye uyarak onun
çığırından yürüdü, onun getirdiklerini şerhedip
yaydı. Bunlar Şafiî'nin mezhebine uyanlardır. Bu sınıflardan her birinden biraz
bahsedelim: Şafiî'nin kurduğu usûle uygun bir yol tutup ancak füru'da ve
tafsilâtta ondan ayrılanlardan biri Hane-fîlerdir.
Hanefîlerin istinbat yolu, Şafiî'nin usûlüne
uygundur. Tafsilâtta ve füru'da ihtilâflar da o kadar büyük değildir. Âmmı, haber-i vâhid olan Hadîs
tahsis eder mi, etmez mi ? Ve buna benzer mes'elelerdeki
ihtilâflar bu kabildendir.
Mâlikîler de böyledir.
Onların yolu da Şafiî'nin Risâle'sinde bildirdiği usûlün çoğuna uygundur.
Mâlikîlerle Şâfüler arasındaki ihtilâf, Ha-nefîlerle Şâfiîler arasındaki ihtilâftan daha çoktur. Hattâ
usûlde bile bâzan ayrılmışlardır. Mâlikîlere göre
Medine halkının ameli hüccettir. Halbuki Şafiî Kitâbü'l-Um'de birçok yerlerde bunu şiddetle reddetmektedir.
Hanbelîler de Şafiî'nin usûlünü almışlardır. Ancak ashabın icmâ'ın-dan başkalarının icmâ'ını
Şâfiîler mümkün görmediklerinden onlardan ayrı düşmüşlerdir. Fakat bu ayrılış
zahire göredir. Gerçekte Şafiî'nin güttüğü gayeden ayrılmış değildirler.
Şafiî'ye göre icmâ'dan bahsederken dediğimiz gibi,
Şafiî icmâ'ı mutlak olarak hüccet alır. Onun herhangi
bir asırda olmasını farz ve takdir etmez. Ancak icmâ'
hakkında münazara yaparken icmâ'in in'ikadmın güçlüğünü, müteazzir
olduğunu söyler ve icmâ'ı usûl-ü ferâiz
hakkında hüccet tutar. Biz bunu yerinde beyan etmiş bulunuyoruz. Şafiî ile Ahmed arasında icmâ' hakkındaki
fark dış bakışa göre küçük değilse de, gerçekte büyük bir fark yoktur.
Bütün bunlardan
görülüyor ki, dört mezheb sahibi olan dört imâmın
fıkıhtaki usûlü birleşmekte ve istinbat kaynakları
birbirine yaklaşmaktadır. Bâzan füru' mes'elelerde büyük ihtilâflar olsa da usûlde bîribirin-den uzaklaşmazlar. Demek esas prensiplerde
ihtilâf yoktur, ancak tatbikatta ve tafsilâtta bâzı ihtilâflar doğmuştur. [5]
Usûlde îmam Şafiî'ye
yaklaşan ve hattâ onunla birleşen bir fukahâ-nın yanısıra, bu usûlün bir
kısmında ona muhalif olanlar vardır. Bâzısı kıyası delil olarak almamakta,
ancak nassı kabul etmektedir. Mâverdî
bunları Ahkâmü's-Sultaniye'de
iki sınıf olarak şöyle anlatmaktadır: "Kıyası kabul etmeyenler iki
sınıftırlar. Bir kısmı kıyası almaz ve nassın zahirine
tabi' olurlar. Nassa muhalif olmamak gartiyle selefin kavlini alırlar, içtihadı reddederler, re'yden kaçınırlar. Kaza işlerinde bunlara güvenilmez.
Çünkü bunlar, fıkhı tam olarak mükemmel bilmezler. Diğer bir, kısmı ise kıyasın
hepsini reddeder. Fakat fıkhî istinbâtta
kavle ve mânaya dayanarak yürürler. Bunlar Zâhîriyye
ehlidir."
Zâhiriyye ehli, kıyası reddederler. Ancak nassa
i'timad ederler. Kı-yas-ı
celî denen kıyası, kıyastan savmazlar, onu nass gibi i'tibar ederler. İllet nassla
bildirilmiş olduğu vakit delâleti kıyas i'tibar
etmezler. Hüküm nasstan alınmış i'tibar
edip kıyas yoluyla alınmış saymazlar.
Bu mezhebin imâmı Ebû Süleyman Dâvud b. Halef Isfahânî'dir.[6]
Şafiî mezhebinde idi. Şâfü ulemâsından Şafiî . ,.m.t ûaü. . .^tu. Sonra Şafiî mezhebini bırakarak nasslardan başkasına i'timad etmeyen
bir mezheb kurdu. Şafiî'nin kıyası kabul etme
prensibini reddetti. Nasıl ki Sâfü istihsânı reddetmişti. Dâvud
Zâhirî'ye:
__Şafiî mezhebini
neden bıraktın? diye sormuşlar.
O da şu cevabı vermiş:
—. Şafiî'nin istihsânı ibtâl eden kitabını
okudum. Baktım ki, orada istihsânı ibtâl için getirdiği bütün deliller aynı zamanda kıyası da ibtâl etmekte. Onun için mezhebinden ayrıldım. [7]
İslâm cemaatına siyâsî bakımdan muhalif olan fırkalar, istinbat usûlü i'tibâriyle de Ehl-i Sünnetten ayrılmaktadır, tbâziye
fırkası Müslüman fukahâsının icmâ'ını
muteber saymaz. Onlar ancak kendi fırkalarının icmâ'ını
muteber tutarlar. Çünkü cumhur müslimîn onların
nazarında dalâlet üzeredir. Dalâlet erbabının re'yi
hiç muteber olur mu? Bu görüş onların siyâsî görüşlerine dayanan bir görüştür.
Yahut da yerinde açıkladığımız gibi, günah irtikâp eden hakkındaki görüşlerine
göre verilmiş bir hükümdür. İcmâ' mes'elesinde cumhur müslimîn ile
ihtilâf hâlinde obualarına rağmen kıyas prensibini almaktadırlar. Kitab ve Sünnete bakışta ise İslâm cemaatından
ayrılmazlar. Bu husustaki ihtilâfları, kendi adamlarının rivayet ettiği
Hadîsleri alıp başkalarının bâzı rivayetlerini reddetmeği aşmaz. Bâzı Hadîsleri
alıp bâzısını almama hususunda meşhur dört mezh o arasında da ayrılık olmuştur.
Şîa'nın îniâmiyye koluna gelince, onlar Kitâb'ı
ve Sünneti delil tutmaktadırlar. Ancak Ehl-i
Sünnetin hilâfete dâir aldıkları Hadîslerin çoğunu reddederler. Nasıl ki Ehl-i Sünnet de onların bu husustaki Hadîslerini almazlar.
îmâmiyye fıkhı istinbâtı
imamlarına hasrederler. îmamlarının kavilleri onlarca en azından Kitab ve Sünnetten sonra gelen muteber bir hüccettir.
Onlar, hilâfet makamı kendisine vasiyet edildiğini iddiasında bulundukları bir
imâmın bulunması i'tibâriyle, o imâmın re'yinden başka re'ye bakmazlar,
ondan başkasının içtihadını almazlar, imâmın sözünün Ötesinde başka delil
aramazlar. Onlar ancak imâmın gaybubeti esnasında delil ararlar. îmam
bulunduğu zaman onlar birer mukallid du-runıundadirlar. Mukallid, taklid ettiği kimseden
delil istemez. İmamlar onlara göre, nassla
bildirilmemiş olan veya Peygamber'in ilân etmediği ilimi bilirler.
Şeyh Muhamnıed Âl Kâşif, Aslu'ş-Şîa
kitabında, imamların dîni beyan hususundaki mevkilerini şöyle anlatıyor:
"Mal veya nikâh akdine dâir olan muameleler hakkında din sıhhat veya fesat
i'tibâriyle hükmünü verir. Allâhu
Teâlâ bu hükümlerin hepsini son Peygamberi Hz. Muhammedi tevdi' etmi§, Hs. Peygamber bunları Allah'dan
vahiy yoluyla Öğrenmiştir. Sonra, olayların olusuna, ibtüâlarm
husul bulusuna, eserlerin ve hâllerin yenilenmesine göre bunların birçoklarını
insanlara beyan etti. Bilhassa etrafını saran, bir gün bile huzûr-ı saadetinden
ayrılmayan yakın ashabına bunları açıkladı. Onlar da etraftaki diğer
Müslümanlara bunları ulaştırdılar. Onlar halka, Peygamber de onlara şahit
oldular. Ya asr-ı saadette
vuku' bulmadığından veyahut maslahat teşriîm îcâbetme-diğinden dolayı birçok hükümlerin beyanına sebep hâsıl
olmamışta. Hâsılı hikmet-i teşri', bâzı hükümlerinin beyan edilmesini,
.bâzısının da gizli kalmasını icabetti. Fakat Hz,
Peygamber (Ona selâm olsun) onları vasiy tâyin
ettiklerine tevdi' buyurdu. Her vasiy bunu kendinden
sonrakine devretti. Tâ ki hikmete göre, münasip vakitte ânımı tahsîs, mutlâki tak-yîd, mücmeli beyan ve
emsali yollarla nesir etsin. Hz. Peygamber bir şeyi âmm olarak zikreder, sonra bir müddet geçtikten
sonra onu tahsîs edeni zikreder, bâzan tahsisi hiç
zikretmez de bunu vasiy olan yerine getirir.[8]
Bu sözden görüyoruz
ki, onlar, Hz. Peygamber ilân etmediği şeyleri
kendilerine tevdi' ettiği iddiasiyle imamlarının
sözlerini Sünnetin yanına koyuyorlar. Eğer imamlar, Kitâb'm
umûmuna muhalefet ederlerse, onların bu sözleri ânımı tahsis kabilinden olur.
Nasıl ki Hz. Peygamber'in sözleri bâzan
Kitâb'ı tahsis edici olurdu.
Şia'nın Imâmiyye kolu, kendi imamları yoluyla gelmeyen Hadîsleri
reddedip almazlar, kıyası kabul etmezler. Bu konuda Şeyh Âl-Kâşif söyle
demektedir: "înıâmiyye kıyası almaz, imamların
şöyle dedikleri tevatür yoluyla naklolunmuştur: Şeriat kıyasla olursa din
mahvolur... Onları ancak Ehl-i Beyt
yoluyla cedleri Hz.
Peygamber'den sabit olan Sünnetf alırlar... Fakat Ebû Hüreyre, Semüre
b. Cündüb, Mervan b. Hakem,
îmran b. Hattan Haricî, Amr
b. Âs ve emsalinin rivayet ettiklerinin îmâmiyye
nazarında sivrisinek kanadı kadar i'tibârı
yoktur."
Bu ibareden görülüyor
ki, Şia'nın îmâmiyye kolu, islâm
cemâatinin aldığı Hadîslerin çoğunu reddetmektedir. Çünkü Hadîslerin Âl-i Beytten (Allah onlardan râza
olsun) rivayet olunanları cidden mahdut
sayıdadır.
Şîa, imam bulunmadığı
zaman, birçok ahvalde bu böyledir, ictihad ederler.
Ve yalnız kendi ulemâsının icmâ'mı muteber sayarlar.
Onlardan başkasının re'yine i'tibar
yoktur, ictihad kapısı onlara göre kapanmamıştır,
dâima açıktır. Şîa, bugün diğer İslâm cemaatlarına
karşı bununla iftihar etmektedir. [9]
îste îmam Şafiî'ye
usûlün bir kısmında veya çoğunda muhalefet edenler bunlardır. Bunlara kısaca
şöyle bir göz attık. Şimdi aynı şekilde Şafiî'ye tabi' olanlara bakalım.
Şafiî'den ders alan talebesi, onun yetiştirdikleri bu usûlde1 Şafiî'ye
tabi'dirler. Talebesinden ders okuyanlar da aynı usûle tabi' olmuşlardır. Onun
bahis çığırını kendilerine yol tuttular, icti-hadda ve hüküm çıkarmada o yola koyuldular; her ne kadar taklid rüzgârı esmeğe başlamış ise de bu gayet yavaştır,
sakindir. Fıkıh târihi gösteriyor ki, Şafiî ulemâsı içinde Şafiî'nin usûlüne
ilâve edenler, onu geliştirenler, şerh ve îzah edenler vardır. Tabakât kitapları haber veriyor ki, Müzenî'nin
ashabından olan Ebû îshak
İbrahim b. Ahmed Mervezî'-nin M-Fusûl fî Ma'rifeti'1-Usûi adlı bir kitabı vardır. Yine onun Ei-Hu-sûsü Ve'1-Umûm adlı bir eseri vardır. Ebû
Bekir b. Abdullah Sayrefî'nin (ölümü: 330 H.) Belâüi'l-A'Iâm alâ Usûli'l-Ahkâm, Risâletü'ş-Şâfil şerhi adlı iki eseri vardır.
Doğrusu, mademki
Şafiî'nin talebeleri ve tabi' olanları vardır. Bunlar birbirini takip etmiş
tabakalar halindedirler. Şüphesiz ki bunlar, Şafiî'nin usûlünü îsah ederek işlemişlerdir. Usûlde ve istinbât
yolunda ona tabi' olmuşlardır. Nasıl ki, füru' mes'elelerde
ve ietihadlarmda da ona tabi' idiler. [10]
Mukallid olmayan fukahânın,
Şafiî'nin usûlünü nasıl karşıladıklarına dâir sözü kesmezden önce, müsteşrikler
tarafından yazılan İslâm Ansik-lopedisi'nin
bununla ilgili bir kaydına işaret etmek isteriz: "E>aha önce Irak fukahâsınm tarif ettiği gibi Şafiî de Sünneti fıkhın bir
kaynağı olarak almıştır. Çünkü Sünnet Hz,
Peygamber'in işidir. îcmâ'î da Müslümanların çoğunun
kabul ettiği bir re'yi olarak tanır. Kİtab ye Sünnette bulunmayan mes'elelerin
çözümü için bunu da bir kaynak olarak almıştır. îcmâ'i,
umûmî i'titaarlariyle ve Müslüman ümmetinin re'yine sarılmağı emreden Hadîslere bakarak hüccet olarak
alır. îmam Şafiî, sonraları çok söylenen bu Hadîsi o zaman henüz bilmiyordu.
'Ümmetim dalalet üzere icnıâ' etmez.' Kanun, umûmî
surette İmam Mâlik'ten Önce îslâmî bir renk almıştı.
Ancak imam Şafiî, onun tanzimi için büyük bir gayret sar-fetmiştir.
Bu gayeye ulaşmak iğin Şafiî, o zamana kadar alışılmış olan fıkhı düşünüş
yolundan bir dereceye kadar ayrılmıştır." İşte bu müsteşriklerin veya
onlardan birinin ifadesi böyledir. Bunda okuyucunun ilk gözüne çarpan gey, maksadı açık olarak beyan etmemesi ve dikkatsizliktir.
Onlar, İslâm fıkhmdaki istinbâtı
mahdut olmayan bir ibare ile ifade ediyorlar. Kanunu İslâm rengine boyadılar,
diyorlar. Güya bununla demek istiyorlar ki: İslâm fıkhı, doğrudan İslâm
kaynaklarından alınmamış, daha önce de mevcut imiş, İslâm fukahâsı
ona İslâm rengini vermişler. Bu ise vakıa ve İslâm fıkhının geçirdiği devirlere
ve muhteviyatına uymamaktadır. Meselâ, İslâm fıkhında olan evlenme, boşanma,
mîras, vakıf nizamları, ribâya dâir akidler İslâm'dan evvel mevcut mu idi de Müslümanlar
onlara îslâmî bir renk verdiler? Biz iyi zandan yine
de ayrıl-mayarak diyoruz ki, bu ifade dikkatsizlikten
doğma bir kusurdur. Yoksa arzuya kapılarak, garaz güderek ilmî gerçeklerle
oynanmak istenmemiştir.
İkinci olarak göze
çarpan şey, isbatı güç olan bir iddia ile bir şeyi
inkârdır. İlim babında konuşurken bir kimsenin bir şeyi bilmediğini is-batsız
ortaya atmak olmaz. Bunlar Şafiî'nin "Ümmetim dalâlet üzere ic-mâ' etmez." Hadîsini
bilmediğini söylüyorlar. Ve bunu beyan edecek bir şey getirmeden kesin hüküm
vermek, bilhassa menfî hüküm verirken bunu yapmak, yersizdir. Şafiî'nin icmâ' hakkında bu Hadîs-i Şerifi delil olarak zikretmemesi,
onu bilmediğini göstermez. Belki de onunla istidlale lüzum görmedi. Çünkü onun
nazarında aranan şartı tam olarak hâvi olmayabilir. Zîrâ bütün ictihad esbabım araştırdıktan sonra re'yde
hata etmek, Şafiî'ye göre, dalâlet sayılmaz. Çünkü bu kabîl hatada günah
yoktur. Olabilir ki Şafiî bunu bırakıp bundan daha kuvvetli olan bir delili
almıştır. Belki de Hadîsin sıhhati onca sabit değildir, veyahut Hadîsi
duymamıştır. Diğer birçok ihtimaller varken kesin olarak bunu bilmediğine
nasıl hükmolunur?
Üçüncü olarak şu nokta
da göze çarpmaktadır: Şafiî'nin söylemediği bir şeyi ona nisbet
etmektedirler. Şafiî'nin icmâ'i: Müslümanların çoğunun
aldığı re'ydir, diye tarif ettiğini söylüyorlar. Bu,
Şafiî'nin ne Er-Ri-sâle'sine,
ne de El-Üm kitabına muttali' olmamış bir kimsenin
sözüdür. Yahut bu iki kitabdakileri kasden tahrif etmek isteyen kimse böyle bir şey diyebilir!
Yukarıda El-Üm'deki Cimâu'l-îlim'den
ve Er-Risâle'den buna tamâmiyle muhalif olan sözleri
naklettik. Er-Risâle'deki sözlerini tekrarlayalım: "Ben ve ilim erbabından
hiçbirimiz bir şey hakkında sana bunda icmâ' vardır
demeyiz; ancak rasladığın her âlimin sana aynını
söylediği ve kendisinden öncekilerden ittifaken
naklettiği şeylerde icmâ' vardır, deriz. Öğlenin
farzının dört rek'at olması, şarabın haram olması ve
benzeri isler gibi..."[11]
Şafiî'nin Er-Risâle'deki
sözleri böyledir. M-Üm'dekiler de buna benzer. Fakat
müsteşriklerden bir grup, Şafiî'nin icmâ'da çoğunluğu
kâfi gördüğünü söylüyorlar. Şafiî'nin kendi hakkında haber verdikleri yalan da,
onların söyledikleri mi doğru? [12]
Şafiî'nin usûlünü
kucaklayan o çağlarda, şartlarım hâiz olanlar için ictihad
kapısı açıktı. Sonraları bâzı yerlerde ictihad kapısı
kapanmış olsa da seçkin kimseler, umûmunda değilse bile, bâzı fıkıh mes'elelerinde ictihad kapısını
kendileri için dâima açık bilirlerdi. Bununla beraber onlar, kendilerini cumhur
müslimînin seçtiği dört mezhebden
birinin bayrağı altında bilirlerdi.[13]
Meselâ Şafiî'lerden
imam Harameyn ve Gazali, Hanefîlerden Fethü'l-Kadîr sahibi Kemâleddin
b. Hümâm, Hanbelîlerden tbn-i Teynıiyye ve Ibn-i Kayyım Cevziyye
bunlardandır. Bunların hepsi umûmî olarak muayyen bir mezhebi almışlar, fakat
bâzı mes'elelerde ictihad
yapmışlardır, îhtiyâr ettikleri mezhebde de delile
Önem verirler.
Temelini Şafiî'nin
attığı usûl-ü fıkıh ilmi ondan sonra gelişti. Onun dediği gibi bu fidan boy
attı, büyüdü. Hattâ ictihad kapısının kapalı olduğu taklid devirlerinde bile serpilip gelişti, insanlar cedel ve münazaraya düşkün olduklarından, fıkıhta ise
füru' mes'elelerde mukallidler
için bu kayıt altında bulunması hasebiyle, usûl-ü fıkıhta kendilerine meydan
buldular. Kaideleri tesbit, nazariyeleri tahkik ve
bunlara göre mes'eleler tefri'
ettiler, âdeta bu fukahâ kendilerini füru'
meselelerde taklide bağladılar. Fakat usûlde hürriyete kavuşarak serbest
hareket ettiler. Hattâ Şafiî fukahâsmdan öyleleri
vardır ki, füru' mes'elelerde Şafiî'nin re'yine tamâmiyle bağlıdırlar,
fakat usûlünün bir kısmında ona muhalefet ederler, onu tenkid
ve usûlünden bâzısını red bile ederler. Güya ki mezheb-deki mes'elelere bağlı
kalmak amel bakımından olmuş, görüş ve mücer-red fikir bakımından ise, bir serbestlik vardır. Usûl-ü
fıkıh düşünüş cephesini geliştirmiştir.
Usûl-ü fıkıh, taklid çağında, fıkhı görüşleri ölçen bir mikyas olması i'tibâriyle kıymetini muhafaza etmişse de, sahîh istinbat için bir esas, içtihadında müctehid
için bir mürşid ve rehber olmak bakmandan kıymetini
kaybetmiştir. Çünkü ictihad eden olmadığından bu
hususta onun rehberliğinden faydalanan kalmamıştır. [14]
Taklid çağında usûl-ü fıkıh her ne kadar gelişse de, bu,
füru'daki taklid ile tamâmiyle
ayrı olmuş değildir. Bu gelişme başlıca iki yön takip etmiştir. Ancak bâzı
fıkıh yazarları bundan ayrılmıştır.
1- Sırf
nazarî olan bir yöneliş almıştır. Bunda nazarî bahis hâkimdir.
2- Füru' mes'elelerin tesiri altında onlara hadim bir yön tutmuş^
tur.
Birinciye mütekellimîn
usûl veya Şafiî usûlü denir. İkinciye ise Ha-nefîyye
usûlü nâmı verilir. Çünkü Hanefîler, kendi mezheblerini
müdafaa etmek ve mes'eleleri bir kaide altına almak
için bu yolu ortaya çıkarmışlardır. Bu sayede bütün mezhebi içine alan usûl vaz' ederek onlarla mezhebi müdafaa etmişlerdir.
Şimdi bu iki tutumdan
kısaca bahsedelim:
Birincilerin tutumu
sırf nazarîdir. Bunda araştırıcıların maksadı, herhangi bir mezhebi gözönünde tutmayarak, mezheb
gayretine düşmeksizin kaideleri incelemeğe ve ayıklayıp temizlemeğe matuftur.
Delilleriyle kaidelerini te'yid ederler, delil
bakımından en kuvvetli olanı seçip alırlar; bu, ister mezhebine hizmete
yarasın ister yaramasın, onca birdir. îç-lerinden
bâzıları, daha Önce belirttiğimiz gibi, füru'da her ne kadar Şafiî'ye tabi'
ise de, usûlde ona muhâîefet bile etmiştir. Meselâ
İmam Şafiî sükûtî İcmâ'ı kabul etmez. Fakat Ânıidî, mezhebce Şafiî olduğu
halde El-îhkâm adlı usûl kitabında Sükûtî iernâ'm hüccvt olmasını tercih
eder. Bu konudaki delillerin münakaşasından sonra şöyle diyor: "Sükûtî icmâ' zannîdir, Onunl?. istidlal zahirîdir, kat'î
değildir.”[15] Âmidî,
siikütî icmâ'ı hüccet
olarak alıyor, fakat sükûtî olmayan icmâ1 derecesinde tutmuyor. Haber-i vâhid gibi zannî delil i'tibar ediyor.
Bu tarz tutumun içine
Mutezileden, Eş'arîlerden ve Mâtürîdiyeden[16] olan
kelâmcılar daldılar. Bunda kendi aklî temayüllerine uyan ve hakî-katlara
mücerret bir nazarla bakışlarına uygun gelen nice şeyler buldular. Bunda da
kelâm ilminde bahsettikleri şekilde bahislere daldılar. Taklid
etmeden gerçekleri araştırdılar, incelediler. Onun için bu usûle müte-kellemîn usûlü = kelâmcılann
yolu denildi. Çünkü usûl ilmine dalan kelâmcılar bu yola girdiler.
Bunun tesiri görüldü.
Usûlde bu tarzda nazarî laraziyeler çoğaldı; âdeta
felsefî bir yön aldı. Bakarsın, usûlcüler lûgata dr Jarlar, kelimelerin kökünden bahsederler, kelime nasıl
doğmuş, nasıl türemiş onu araştırırlar. Delâletten söz açarlar, onu
mantıkçıların taksimi gibi taksim ederler. Bunlar, delâlet bahsinde Kur'ân ve Hadîsin anlaşılması için olan taksimden ayrıdır.
Usûlcüler, üzerine amelî bir hüküm terettüp etmeyen, fıkhı bir ciheti olmayan
bahisleri de kurcalamışlardır. Hüsün ve kubuh aklî
midir, şer'î midir? diye ihtilâf etmişlerdir, ibâdetlerden başka bütün
muamelelerin hükümlerinin illeti vardır. Hikmeti ve gayeyi akıl bilir. Bunda
birleşiktirler. Ancak bir şeyin hüsün ve kubhuna yâni
iyi veya kötü olduğuna, akıl hükmedebilir mi, bunda ihtilâfa düşmüşlerdir.
Halbuki fıkıhta bunun üzerine hiçbir şey terettüp etmez, hüküm istinbat yolunda bunun üzerine bir mes'ele
kurulmaz. Onların bu ihtilâf neticesi ortaya attıkları mes'eleler
hep nazarîdir, hiçbir suretle fıkıhla alâkası yoktur. In'am
sahibine şükretmek vacip olduğunda ittifak ettikten sonra bunun nakille mi,
yoksa akılla mı vâcib olduğunda ihtilâf etmiş
durmuşlardır. Şeriat gelmezden önce bu vâcib midir,
yoksa vâcib değil midir? Bunun münakaşasını
yapmışlar, tşte böylece birçok nazarî raes'elelerde ihtilâf etmişler ki, bunların amelî
tatbikatta yeri yoktur, tstinbat ederken bunlara
müracaat edilmez. Bu kabîl ihtilâflardan biri de ma'dûma
teklifin caiz olup olmadığı mes'elesidir. Âmidî bunu şöyle tasvir eder:
"Bundan örtüyü
kaldırmak şöyledir: Biz, ma'dûmuri mükellef olması
demek, onu yok olduğu halde fi'len yerine getirmek
demektir, demiyoruz. Belki bunun mânası mükellef ma'dum
iken Ulu Rabbımız tarafından kadîm bir taleb bulunmasiyle, onun
takdiriyle ma'dum olan mükellefin bunu fi'le sâlih olması ve bu hitabı
anlamasıdır. Mükellef hazır bulunduğu zaman, bu taleb
ve kadîm iktiza ile mükellef olmuş olur."[17]
Bunun hüküm istinbâtiyle ilgisi olmayan mücerred
felsefî bir bahis olduğunu görmektesin. Çünkü bunu münakaşa eden her iki taraf
da ittifak etmiştir ki, ma'dum olduğu halde ma'duma teklif hitabı teveccüh etmez. Bu bedahet yoluyla
bilinen bir şeydir, bunda kimse ihtilâf etmez. Fakat onlar, kimsenin ihtilâfa
düşmediği bu bedihî işin mevzuunu, felsefî bir sahaya döküyorlar. Mükellef
bulunmadan önce ilâhî teklif Zât-ı Bari ile kâimdir diyorlar. Bu ise kelâm ilmi
mes'elelerindendir. Bunu kurcalamak amelî bir değeri
olmayan felsefî ve nazari bir şeye dalmaktır. Yoksa bu, hüküm istinbâtına bir esas veya onun yollarından bir yol de-ğüdir.
Hattâ onlar, kelâm
ilminin en iç meselelerinden olan şeyleri usûldü fıkıhta bahis konusu etmekten
çekinmemişlerdir. Bunların fıkıhla bîr ilgisi yoktur. Meğer ki, bunlardan
bahis, usûl-i dînden olmaları bakımındandır, denilsin. Meselâ: Peygamberlerin
ismeti bahsi bu kabildendir. Usûl-ü fıkıhta buna bir bahis ayırmışlar,
Peygamberlik gelmezden Önce ve sonra Peygamberlerin masum olmasından söz
etmişler, Peygamberlikten önce ma'sûm olmalarında
ihtilâf etmişler, Peygamber olduktan sonra ismetlerinde birleşmişlerdir. Bu mes'elelere nasıl daldıklarını göstermek için bâzı
misâller verelim, Âmidî, El-îhkâm'da
Peygamberlerin ma'sûm olduklarına dâir şunları
kaydediyor: "Kadı Ebû Bekir'e ve bizim
ashabımızın ekserisine ve Mu'tezileden birçoklarına
göre Peygamberlikten Önce onlar için büyük veya küçük günahlar imkânsız
sayılmaz. Hattâ küfürden sonra îman edip Müslüman olanın Peygamber olarak gönderilmesi
aklen imkânsız değildir. Râfizîler
ise, Peygamberlikten önce dahi olsa bunların hepsinin imkânsız olduğuna i ürler. Çünkü bu gibi haller halk nazarında onların
küçümsenmesine seu..p olur, halkı onlara tabi'
olmaktan pcfret ettirir. Bu ise Peygamber
göndermekten maksût olan hikmete aykırıdır. Küçük günahlardan kalanında Mu'tezîlenin ekserisi de Râfizîlerle
beraberdir. Doğru olan ise, Kadı Ebû Bekir'in
zikrettiğidir. Zara Peygamber olarak gönderilmezden önce ma'sûm
olduklarına delâlet eder bir şey isitilmemiştir.
Hüsün ve kubhun aklî olması, AUâhu
Teâlâ'ya, ef âlinde hikmete
riâyetin vâcib olması, bunların hepsini kelâma dâir
kitaplarımızda ibtâl ettik. Peygamberlikten sonra
Peygamberlerin ismeti hakkında bütün din erbabı birleşiktir... "[18]
Bundan sonra,
Peygamberlerin işlerinde hatâ ve nisyamn caiz olup
olmadığına, Peygamberlik vazifesiyle münasebeti olmayan kavlî ve fi'Iî ma'siyete dâir ulemâ
arasındaki ihtilâfları anlatıyor. Hâriçlerin ve başkalarının muhalefetlerini
söylüyor. Bunlar şüphesiz hep kelâm mes'elesidir. [19]
işte Şafiî'den sonra
usûl-ü fıkıh ilminin tuttuğu birinci yol budur. Buna Şafiî'nin- yolu denildi.
Çünkü bu yolu tutanların çoğu Şâfü* mezhebinde
idiler. Mütekellimîn yolu nâmı da verildi. Zîrâ kelâmcılar da bu bahislere
daldılar. Kelâm ilminin bahislerinden birçoğunu buna soktular. Nazarî bahis
yolu bâzı bakımdan felsefî bir yöneliş almıştı. Onun için yerinde olarak
Kelâmcılar yolu ismini aldı.
Bu tutum, usûl-ü fıkıh
ilmi için faydalı oldu. Görüldüğü üzere bu bahislerde mezheb
taassubu yer almamaktadır. Usûl kaideleri, mezhebin fer'î mes'elelerine
uydurulmuyor, belki bu kaideler, fer'î mes'elelere hâkim
ve nâzım olarak istinbat yolları ve fıkhın temeli
hâlinde okunup öğrenilirdi. Bu mücerred bakış,
kaideleri taassubdan uzak nezih bir surette derîn bir
yolda incelenmesini sağlardı. Bununla beraber usûlü tenkîh
edip temizleme ve bu kavâidi tesbit
etme işi ile yapılmış oldu. Şüphe yok M, yalnız bu bile, ilmî faydası büyük
olan bir iştir. İslâm ilmini Öğrenenleri, bol ilim malzemesiyle besledi,
onlara en ince ve en sağlam olanlarını öğretti. Dînin sır ve hükümlerini,
fıkhın umûmî hükümlerini, aralarındaki münasebetleri beyan etti.
Eskilerin çoğu, ictihad kapısını kapayıp usûl-ü fıkhın bu ilmî tutumundan
amelî surette faydalanmamışlarsa da, istinbat yâni
hüküm alma kapısı açıldığı zaman, usûl-ü fıkha bu yönü veren bu ulemânın yaptıkları
sayesinde ictihad yolunu önlerinde hazır
bulacaklardır.
Usûl-ü fıkha dâir bu
yolda birtakım kitaplar te'lif olunmuştur ki, bunlar
bu ilmin direği, dayağı olmuştur. Bu kitaplardan eskiler arasında tanınanların
en büyüklerinden üç tanesi vardır ki onlar da şunlardır:
1- Ebû Hüseyin Muhammed b. Basrî'nin
El-Mutemed'i[20]
2- İmam Harameyn'in El-Burhan adlı kitabı[21],
3- Hüccetü'l-islâm İmam Gazâlî'nin
El-Müstasfâ'sı ki, pek meşhurdur.
Bunlardan sonra gelen
ulemâ, bu kitapları telhîs etmişlerdir. Hattâ sonraları bu telhisler iht
Adı geçen üç kitabı telhîs
eden ve bâzı İlâveler yapan biri de Fah-reddin Râzî olmuştur ki, kitaba M-Mahsûl adını vermiştir. Bunları
toplayan ve bâzı ilâveler yapanlardan biri de Ebû'l-Hasan
Ali'dir ki, Âmidî soy adıyla tanınmıştır[22].
Kitabına El-îhkâm
Usûli'l-Ahkâm diye ad vermiştir. Gerek Râzı'nin El-Mahsûl'ünü, gerelcse Âmidî'nin El-îhkâm'ını ulemâdan
birçokları iht
Usûl ilminin takip
ettiği ikinci yön, füru' mes'elelerin te'siri altında olan tutumudur. Bunda araştırıcılar füru' mes'eleleri te'yid etmek ve onların
istinbât yollarını tashih etmek ve bunların
müdafaasını yapmak için usûl kaidelerini incelemeğe koyulmuşlardır. Bu yolda
usûlü etüd etmek, mezhebin fer'î mes'elelerine
hadim olur, onlara hâkim değil. Bu yola Hanefiyye
yolu denir. Çünkü bu çığın açanlar ve onu takip edenler onlardır. Bu konuda
ulemâdan bâzısı diyor ki: Hanefilerin, mezheb nıes'e-lelerinin istinbât olunduğu ilk zamanda, birinci tabaka imamları çağmda, tesbit olunmuş fıkhî usûlü yoktu. İmamlarının te'lif
ettikleri iddiasında bulundukları usûl kitaplarını tarih hıfzetmemiştir.
Baktılar ki, Şafiî istinbât için usûl vaz' ediyor, ondan sonra gelen ulemâ bu bahis ufkunu
genişlettiler, onlar da mezhebleri için usûl vaz' etmek istediler ve bunu. yaptılar.
Şah Veliyyullah Dehlevî, EL-lnsâf Fî B^yani Esbabı '1-îhtilâf adlı eserinde şöyle
diyor: "Bilesin ki, çokları Jı/oû Hanîfe ile Şafiî arasında Pez-devî bu zikrolunan usûl
hakkındaki ihtilâfların Pezdevî'nin kitabında ve
emsâlindekiler üzerine olduğunu sanıyorlar. Gerçek şudur ki, bunların çoğu,
onların sözlerine göre başkalarınca çıkarılmış geylerdir.
Bana göre: Hâss beyan olunmuştur, ona beyan lâhak olmaz, ziyade bir nevi' nesihtir, âmm da hâss gibi katidir, râvîlerin gokluğuna bakarak
tercih yapılmaz, re'yle çatıştığı takdirde fakîh olmayan râvînin Hadîsiyle
amel vâcib olmaz, mefhûm-ı şarta ve vasfa asla i'tibar olunmaz, emrin mucibi elbette vücubdur
ve benzeri mes'eleler imamların kavilleri üzerine
başkalarınca çıkarılmış usûllerdir. Bunların Ebû Hanîfe'den ve iki talebesinden CBbû
Yûsuf'la Muhammed'den) rivayetleri sahîh surette değildir. Pez-devî'nin
yaptığı gibi eskilerin istinbât konusunda bu hususta vârid i'ti-razlara
cevapları tekellüftür."[24]
Şah Veliyyullah Dehlevî, bu anlamdaki
sözleri Hüccetü'llâhi'l-Bâliğa
adlı eserinde de tekrarlar. Sonra da fakîh olmayan
bir râvînin rivayet ettiği Hadîs, kıyasa muhalif
olur veya kendi tâbirince re'y yolunu kaparsa, onunla
amelin terk edilmesine dâir Ebû Hanîfe'den
veya iki talebesinden bir şey naklolunmadığını delil getiriyor ve söyle diyor: Musarrât Hadîsinde olduğu gibi zabt
ve adaletle meşhur olup da fakîh olmayan râvînin Hadîsi kıyasa muhalif ise' onunla amel gerekmez mes'elesinin muhakkik-ların sözü
sana bu hususta delil yönünden kâfi gelir. Çünkü onlara göre bu, îsâ b. Ebâ'nın kavlidir. Müteahhirînden
çoğu onu ihtiyar etmiştir. Kerhî ise, Hadîsi kıyastan
ileri tutulduğundan, râvînin fakîh
olmasını şart koşmamaktadır ve ulemâdan birçoğu da buna uymuşlardır. Onlar diyorlar
ki: Böyle bir söz bizim ashabımızdan, mezheb
imamlarımızdan naklolunmuş değildir. Onlardan naklolunan söz, haber-i vahidin
kıyastan ileri tutulduğudur. Baksana, onlar, unutarak yiyip içen oruçlu kimsenin
orucunun bozulmaması hususunda, kıyasa muhalif dahi olsa, Ebû
Hüreyre Hadîsiyle amel etmişlerdir. Hattâ Ebû Hanîfe (Allah ona rahmet
esin) şöyle demişlerdir: "Eğer bu rivayet olmasaydı kıyasla bozulur derdim."
Şüphesiz bu söz
gösteriyor ki, Hanefiyyenin, mezhebin usûlü olarak
zikrettikleri, mezheb imamları tarafından vaz' edilmiş değildir. O imamlar evvelâ bunları vaz' etmişler ve istinbatlarını
bu esaslara göre yapmışlardır, denemez. (Yâni evvelâ usûlü kurup mes'eleleri onlara göre yapmışlar değil, evvelâ mes'eleleri halletmişler, usûlü mes'elelerden
çıkarmışlardır.) Usûl kaidelerini sonraları Hanefî mezhebi ulemâsı vaz' etmişlerdir ve mezhebin fer'î mes'elelerine
hizmet edecek kaideler kurmuşlardır. Demek usûl, füru'dan sonra kurulmuştur,
önce değil. Onun için ulemâ, fer'î mes'elelerde delil
ve istinbât için bir yol i'tibar
edilecek umûmî kaideler bulup çıkarmağa gayret gösterdiler; imamlardan
naklolunanın hilâfına bâzı usûle kail oldular; râvînin
fakîh olmasını şart koşmak gibi. Bu şartı istinbâtta bir esas tutup bâzı füru'ı
müdafaa etmek istediler. Fakat bu, îmam Ebû Hanîfe'nin haber-i vahidi kıyas üzerine tercih ettiği
meşhur nakle muhalif düşer. [25]
Hanefiyye usûlde öyle bir yol tuttu ki, kaideler, fer'î mes'elelertn hizmetine konuldu. Yâni mezhebin mes'elelerini te'yid eden usûl ve
kaideler vaz' ettiler. Bu kaideler mezhebin usûlü
ittihaz olunup onları müdafaa ettiler, bulabildikleri delillerle,
getirebildikleri burhanlarla bunların doğruluğunu isbâta
çalıştılar. Bu yol, belli bir mezhebi müdafaa olduğundan, dış görünüşe göre
biraz kısır ve az verimli gibi görünürse de nnıfiTn? olarak
îslâm fıkıh düşüncesinde ve bilhassa Hanefî
mezhebinde bunun açık tesirleri ve büyük faydaları olmuştur. Bu faydalar şöyle
özetlenebilir:
1- Sevkeden sebep ne olursa olsun, bu, umûmî esaslariyle bir fıkıh düşüncesidir, usûl ve kavâidi çıkarıp vaz' etmek için
bir fikir hareketidir. Bu sayede ortaya müstakil kaideler çıkmıştır ki,
bunların diğer kaidelerle mukayesesi imkân dâhiline girmiş, doğruluğuna
delil getirmek mümkün olmuş,
aralarında karşılaştırma yapılabilmiş. Böylece muhtelif kaideler arasında
mukayese yapma suretiyle doğru düşünen
akıl, bunların içinden en doğrusunu, en kuvvetlisini ve sahih istinbâta en doğru yoldan götüreni bulmak mümkün olur.
2- Bu,
usûlü, füru'a yaklaşan bir surette incelemektir.
Bunlar mücerret nazarî bahisler değil, küllî bahisler, umûmî kaziyyeler olup cüz'î mes'elelere tatbik olunur. Bu incelemeler sayesinde küllî
kaideler canlılık ve kuvvet kazanır. Bu suretle bunlar mücerret
tasavvurlar halinde kalmamış olurlar.
Bundan dolayıdır ki,
Şâfiîlerden bâzıları da usûllerinin kaidelerini Şâ-fü mezhebine tatbik etmek istediler. Önce kaideyi zikreder,
sonra da ona teferru' eden fer'î mes'eleyi
zikrederler. Meselâ Esnevî'nin Usûle füru'u çıkarmağa temhîd[26] adlı kitabında bunu yaptığını görmekteyiz. Bu
sayede usûl canlılık kazandı, Şafiî mezhebi de istidlal kuvveti kazandı.
3- Usulün bu
yolda incelenmesi, mukayeseli fıkıh dersi demektir. Ancak burada mukayese füru'
mes'eleleri arasında değil, usûl arasında yapılır.
Okuyucu burada cüz'î şeyler içinde dolaşmaz, küllî
kaidelerin incelenmesinde derinleşir. Bu inceleme sayemde aralarında mukayese
yapılmak istenen iki mezhebin dayandığı ınillî
kaideler bulunmuş olur.
4- Hanefî
mezhebine yararlı olan bu kaideler, cüz'iyyâtı zabt edip usûle bağlamaktadır. Bu usûlü bilmekle bunlar
üzerine kurulan hükümleri tanımak mümkün olur. Ancak usûle aykırı olarak §âz nev'inden olanlar, kıyasa muhalif hükümler bunun dışında
kalır.
5- Bu, mezhebde tahrîcin nasıl olacağını
da gösterir. İmamların asrında olmayıp da sonradan ortaya çıkan mes'elelerin hükümlerini, mezhebe uygun bir surette
yerinde vermek için usûle göre füru' hallolunur. öyle ki, eğer o imamlar
hayatta olsalardı, onlar da bu
hükümlerin aynını verirlerdi. Çünkü bu
hükümler^ onların yoluna göredir, onların füru'un-dan
çıkarılmış usûlün icaplarına uygundur. Şüphe yok ki, bu suretle mez-heb gelişir ve büyür. Sahası
genişler, ulemâ, yalnız imamlarından rivayet olunan hükümlere saplanıp
kalmazlar, onları genişletirler, yeni çıkan mes'eleleri
imamların usûlüne ve yoluna göre hallederler. Böylece bir mezhebe tabi1 olmak,
yeni ortaya çıkan yeni mes'elelerin hükmünü bulup
onları çözmeğe bir mâni teşkil etmemiş olur. [27]
işte usûl-ü fıkıhtaki
ikinci tutum budur ve buna Hanefiyye yolu denilmiştir.
Çünkü bu tarzda yazanlar, yukarıda zikrettiğimiz gibi, Hanefiyye
ulemâsıdır. Onlardan bu hususta ilk eser yazan da Ebû
Zeyd Debbûsî olmuştur[28]. Tesisü'n-Nazar adım verdiği kitabım yazmış, bunda Hanefiyye mezhebi imamlarının diğerleriyle ittifak
ettikleri veya ihtilâf hâlinde bulundukları usûlü beyan etmiştir. Ondan Önce Hanefiyye ulemâsından Ebû Hasan Kerhî[29] usûl
hakkında küçük bir r
İmam Şafiî'den sonra
usûl-ü fıkıh ilminde tutulan iki yol bunlardır. Bunlardan her ikisi de,
diğerinin yürüdüğü yoldan başka bir yol tutmuştur. Kelâmcılar, bir mezheble mukayyed olmaksızın
nazarî bahis yolunda yürürler. Hanefîler de mezheblerindeki
istinbat usûlünü beyan edip onu müdafaa ederler.
Bu iki yol
doğrulduktan sonra, çoğu Hanefî ve bâzısı Şafiî olmak üzere bir grup ulemâ
geldi ki, bunlar Hanefiyye yolu ile kelâmcüarm yolunu birleştirerek her iki çığın bir arada
toplayan kitaplar yazdılar. Meselâ 694 senesinde Ölen Hanefî ulemâsından Muzafferüddin Ahmed b. Ali Sââtî
Bağdadî bunlardan biri olup Bedîu'n-Nizâm El-câmi'
Beyne Ki-tâbi'l-Pezdevî
Ve'1-lhkâm adını verdiği kitabı yazdı. Bu eserinde Pezde-vfnin usûlü ile Seyfeddin Âmidî'nin îhkâm'mda olanları topladı. Ondan sonra meşhur Sadru'ş-Şerîa Ubeydullah
b, Mes'ud Neccârî (Ölümü:
747 H.) geldi ve Tenkîhü'1-Usûl adlı kitabım yazdı, sonra bunu kendisi şerh
ederek bu şerhe de Tavzih adım verdi. Bunda Pezdevînîn
Usûl'ü ile Fah-reddin Râzî'nin
El-Mahsûl'ü ve Ibn-i Hâcib'in
Muhtasar'ını telhis ederek birleştirdi. (Sa'deddin Teftâzânî de tavzîhi şerh ederek Telvîh
adlı eserini yazdı.)
Bundan sonra her iki
yolu birleştirip iki mesleği birbirine katarak kitab
yazma işi devam etti ve ortaya değerli eserler çıktı. Değerli bir Hanefî fakîhi olup Hicri 861'de ölen Kemâleddin
îbn-i Hümâm Tahrir adlı
kitabım yazdı. Şafiî ulemâsından olup 771'de ölen Tâceddin
Abdul-vahhâb b. Ali Sübkî Cem'ul-Cevâmi'ni
yazdı. 1119 yılında Ölen Hind ulemâsından Muhibbullah b. Abdüşşekûr Müsellemü's-Sübût adh kitabını
kaleme aldı. [31]
imam Şafiî'den sonra
usûl-ü fıkıh ilminin aldığı durum hakkında sözü bitirmezden önce bir şeye
işaret etmemiz gerekiyor. Şafiî'den beri usûl ulemâsı şeriatın umûmî
maksatlarını beyana, özet veya tafsîlât hâlinde güttüğü gayeleri, taşıdığı
mânâları îzâha pek yönelmiş değildiler. Kıyası beyan ederken münasip bir hüküm
veya bir vasıf zikretseler de, sözü kısa tutarlar, uzatmazlardı. Zîrâ onlar
hükümleri illetlerine bağlı i'tibar ederler, münasip
vasıflarına değil. Bu i'tibarla ahkâmın teşrî'ine
sebep olan ve kulların maslahatına bağlı bulunan şeriatın umûmî maksad ve gayelerini beyân etmek onlarca ikinci derecede
kalırdı. Bu ise usûl-ü fıkıh ilminde açık bir noksanlık idi. Çünkü fıkhın
hedefi ve gayesi, asıl bu maksatlardı.
Muhtelif çağlarda
İslâm ulemâsından bu noksanlığı kapatacak kimseler bulunmuş, yazdıkları
bahislerde, kaleme aldıkları eserlerde bu cihet üzerinde önemle durmuşlardır.
Örneğin İbn-i Teymiyye bu
alanda ba-şariyle kalem
oynatmış, talebesi Ibn-i Kayyım da türlü kitablarında bu konuda faydalı bahisler ağmış, bilhassa I'lâmü'l-Muvakkıîn eserinde geniş
bilgi vermiştir. Izz îbn-i Abdü's-Selâm da Kavâid'inde güzel
ve doğru bir yön takip etmiş, dînin güttüğü maksad ve
gayelerin büyük bir kısmım açıklamış, bu alanda geniş adımlarla yürümüştür.
780 senesinde ölen
Mâliki ulemâsından fakîh Ebû
İshak İbrahim b. Mûsâ Şâtıbî,
El-Muvafıkât adlı eserinde bu ağır vazifeyi
omuzlarına almış, bu yükün üstesinden gelmiş ve bu hizmeti sonuna kadar îfâ
etmiştir. İslâm, Dîni'nin maksadlannı ve gayelerini
tam bir surette beyân etmiş, bu maksadları
usûlcülerin kâideleriyle birleştirmiş, bu maksad ve
gayelerin ışığı altında şer'î hükümlerin kaynaklarından bahsetmiş, böylece
usûl-ü fıkıh ilminde yepyeni bir çığır açmıştır ki, usûlün takip etmesi
gereken gerçek yol bu olmalıdır. [32]
[1] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları: 315-316.
[2] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 316-318.
[3] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 318.
[4] İslâm Ansiklopedisinde şöyle denilmektedir: "Şafiî kıyas yolunu
ilk bulan değildir. Fakat kıyası geliştirmekte ve tatbikini genişletmekte onun
büyük payı vardır. Kıyasla tutulan yoî, re'yin takip ettiği yolun aynıdır. Re'y
kelimesinden ürken insanlar, kıyastan o kadar ürkmediklerinden bu kelimeyi
ortaya atmıştır. Şafiî, kıyasın istimalini biraz kısmıştır, öyle anlaşılıyor
ki, Irak fukahâsı zayıf ve ha-ber-i
vâhid olan Hadîslerden kaçınmak için kıyas
kullanmışlardır. Şafiî de kıyasın istimâline dâir muayyen kaideler kurmak
istemiştir. Fakat bunda az başarı sağlamıştır. Kıyas sonraki çağlarda o kadar
işlememiştir. Kıyâsın usûlünü tarif etmesine rağmen yine kapalı kalmış ve ikna
hususunda kesin bir kuvvet olmaktan mücerred
bulunmuştur. Şafiî'ye göre kıyas, eski mânâsında içtihadın müradifidir."
Bu birkaç satırda, bu
maddenin yazarı birkaç yerde gerçekten ayrılmakta,
1- Şafiî'nin,
kıyası geliştirdiğini ve tatbikini genişlettiğini söylüyor. Halbuki bu hususta ehl-t re'y dediğimiz Irak fukahâsınm payı daha çoktur. Şafiî kıyası geliştirmiş ve genişletmiş
değil, ancak kaidelerini tesbit etmiştir.
2- Kıyas yolu,
re'y yoludur, diyor. Bu söz yerinde değildir. Çünkü re'y, kıyastan daha geniştir ve istihsâna,
mesâlih-i mürseleye de
şâmildir. Demek kıyas, re'yin bir parçası oluyor.
3- Yazar, Irak
fukahâsı, zayıf ve haber-i vâhid
olan Hadîslerden kurtulmak için kıyas
kullandılar, diyor. Bu söz de doğru değildir. Çünkü Irak fukahâsı,
kıyası, haber-i vâhid olan Hadîsten ileri tutmazlar
ve kıyasla haber-i vahidi reddetmezler. Kıyas, zayıf Hadîslerden kurtulmak düşüncesinden doğmamıştır. Belki
hakkında nass bulunmayan mes'elelerin
hükmünü belli etmek için yapmıştır.
4- Şafiî,
kıyasın tstimâli hususunda belli kaideler koymak
İstemişse de bunda az muvaffak olmuştur, diyor. Şafiî'nin kitapları bu iddiayı
reddeder mâhiyettedir. Şafiî kıyas İçin kaideler kurmuş ve kısımlarını
bildirmiştir. İlleti bulmağı, hüküm yolunu müctehide
bırakmıştır. Ancak Şafiî kıyasla içtihadın bir olduğunu söylemiştir. Fakat bu
her ikisi de istinbat ilminden olması i'tlbariyledlr. îttiba' ilmi, istinbat İlmi diye, ilmi ikiye ayırır*.
(*) İslâm
Ansiklopedisinin Türkçe tercümesinde kıyas maddesinde şu satırlar vardır:
"Şafiî, (150-204 =
767-820) ihtimâl İslâm'ın kelâm ve fıkıh sisteminde Kur'ân,
Sünnet, icmâ' ve kıyasın, asıllarını (usûl-ü fıkıh),
kıymet ve vazifelerini ilk tesbit etmiş olan
kimsedir. O, "Kıyası, Kur'ân, Sünnet ve icmâ'ın temas etmediği hususlarda tatbik olunur." (R
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları:
319-320.
[5] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 321-322.
[6] Zâhiriyye mezhebinin imamı olan Dâvud Zahirî, 200 yılında doğmuş, 270 yılında ölmüştür. Zâhid ve fakîh idi. Kitapları
sahîh Hadîslerle doludur ki, bu onun ilminin kudretini gösterir. Aslı
Isfahânlıdır. Kûfe'de doğdu, Bağdad'da
yaşadı ve orada öldü. Zamanında ulemânın başı idi. Baştan Şafiî mezhebinde idi,
Şafiî'ye taas-subla
taraftar idi. Şafiî'nin menâkıbma dâir ilk eser yazan
odur. Sonra Şafiî mezhebini bırakarak nasslarm
zahirini almağa başladı. Ebû'1-Fedâ İbn-i Regîr onun hakkında §öyle diyor: "Meşhur fukahâdandı...
Sahîh kıyası bile reddeder oldu. Bu yüz
den fıkhın birçok yerlerinde gayet darlıklara düştü. Nassın
mânâsını ve ruhunu anlamadan mücerret zahire uyması dolayisiyle
bâzı kesin olan mes'elelerde lüzumsuz sözlere
kaydı."
Ondan sonra kıyasçı fukahâ, onun muhalefetiyle beraber icmâ'
mün'akid olup olmamasında ihtilâfa düşmüşlerdir. Ibn-İ Sübkî, Tabakât'mda
birkaç kavil zikretmektedir. Bir kavile göre i'tibar edilir, sahîh olan budur. İkinci kavle göre i'tibsr edilmez. Üçüncü kavle g"öre
celî kıyasa muhalif olduğu takdirde i'tibar edilmez,
diğerinde edilir. îbn-i Sübkî'ye
göre, Dâvud Zahirî, celî kıyası inkâr etmez... Hafî
ve celî kıyası mutlak olarak inkâr eden zâhiriyeden
bir taifedir ki, başları îbn-i Kazm'dir.
Ga-zâlî, Mustasfâ'sında şöyle diyor: Kıyası İnkâr eden Zâhirî'nin,
kıyas yoluyla kesin olarak katılan malûm ve kat'î
şeyleri de inkâr ettiği zannolunmasın, Eeîki de o, zannî olanları inkâr
etmiştir. Dâvud Zâhirî'nin şöyle dediği naklolunur:
"Uz. Peygamber bir şeyi haram kılsın da diğer biri de onun haram
kıldığından başkasını haram kılsın, bu caiz olmaz..."
[7] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 322-323.
[8] Muhammed Âl-Kâfiif, Aslü'ş-Şîa.
324
[9] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 323-325.
[10] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 325.
[11] Şafiî, Er-Risâle, s. 534, Ahmed Şâkir tashihiyle Halebî tab'ı.
[12] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 325-327.
[13] Dört Mezheb:
Hanefî, Mâliki, Şafiî ve Hanbelî mezhebleridir. Birçok raea-hebler kurulmuş, sonraları
dördü seçilmiştir.
Ictihadları ve görüşleri bir mezheb
hâlini alan büyük imamların ve müctehidle-rin ölüm tarihlerine göre bir liste veriyoruz. Bu aynı
zamanda mezheblerin kuruluşlarım sıra ile gösteriyor
demektir. Değerleri birbirinden az olmayan bu mezheblerin
çoğunun taraftarları kalmadığından sönmüşlerdir. Ortada ana mezheb
hâlinde dört mezhebin kalması ise dördüncü yüzyılda olmuştur. Ebû Tâlib Mekkl,
Kûtü'l-Kulûb'da I. ve II.
yüzyıllarda mezheb olmadığım söyler.
Hicrî Milâdî
Hasan Basrî ?-110
/ ?-728
Abdullah Ibn-i Şübrüme 72-144
/ 691-761
Muhammed tbn-i Ebî Leylâ 72-148 /
693-765
İT Ebû Hanîfe Nûman b. Sabit 80-150 / 699-767
Abdürrahman Evzâî
88-157 / 707-774
Ebû Abdullah Süfyan Sevrî 97-161 /
719-778
L*ys
b. Sa'd
94-157 / 701-788
* Mâlik Ibn-i Enes
93-179 / 711-795
Süfyan Ibn-i Uyeyne
107-198 / 725-814
İT Ebû
Abdullah Muhammed Ibn-i Idris
Şafiî 150-204 / 767-820
Ishak Ibn-i Râheveyh
161-238 / 777-853
Ebû Sevr
İT Ahmed
b. Hanbel 164-241 / 780-855
Ebû Süleyman Dâvud Zahirî 202-270 / 817-883
Ebû Ca'fer Muhammed b. Cerîr Taberî
224-310 / 838-923
[14] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 327-328.
[15] Seyfeddin Âmidî,
El-Ihkâm Fİ Usûli'l-Ahkâm,
c. IV, s. 365.
[16] Eş'arîler ve Mâtürîdiler
kelâmda iki fırkadırlar. Hicretin dördüncü asrında meydana gelmişlerdir. Mu'tezileye karşı olan görüşü temsil ederler. Fukahânm ve muhaddislerin
akideleri Mu'tezMenin
yolunca, aklî delillerle
müdafaa ederler. Eş'arîler, 334'te Ölen Ebû Hasan Eş'arî'ye mensupturlar. Baştan mûtezil!
İdi. Çağında Mutezilenin bağı olan Ebû Ali Cübbâî'nin talebesi idi. Düzgün konuştuğu ve cez-beli olduğu için hocası nâmına münakaşa ve münazaralara
karışırdı. Fakat sonradan Mutezileden
ayrıldı. Fukahâ ve muhaddislerin
safına geçti. Bir müddet evine çekilip muhtelif fırkaların görüşlerini inceledi
ve yeni bir görüşle, bir akide sistemiyle ortaya çıktı. Halk ona uydu. Bundan sonra Mutezileye karşı
amansız bir savaş açtı. Eş'arî, Şafiî mezheb indedir, Irak'da yaşamış, ilmî hayâtını orada geçirmiştir.
Mâtüridiyyeye
gelince, bu mezheb Ebû Mansur Muhammed Mâtürîdi'ye nisbet edilir, Mâtürîd Semerkand'da bir köydür. Mâtürîdî,
Hanefî mezhebi üzere tahsil gördü. TJsûl-ü fıkha dâir
(Kitâbü'l-Cedel), fıkıhta
da Maâhızü'l-Şerîa adlı
kitaplarını yazdı. Sonra kelâm İlminde şöhreti etrafı tuttu. Horasan'da mezhebi
çok yayıldı. Çağdaşı olan Eş'arî mezhebi kadar
tutuldu. Şeyh Muhammed Abduh, Akâid-1
Adu-diyye üzerine yaptığı
haşiyede diyor ki: Mâtürîdîlerle Eş'arîler
arasında 30 kadar mes'elede ihtilâf vardır. Fakat
bunlar ulemânın çoğuna göre esasta olmayıp cüz'î mes'elededir ve lâfzi şeylerdir. Ebû Mansur Mâtürîdî
332 yılında vefat etti. Kitâbü'l-Red
Alel-Ka'bî El-MûtezlH, tdhâmü'l-MûtezUe, Er-Red Ale'r-Râfiza ve başka eserleri
vardır.
[17] Seyfeddin Âmidî, El-îhkâm Fî Usûli'l-Ahkâm, c. I, s. 219,
[18] Seyfeddİn Anüdî,
EI-îhkâm Fî Usûli'l-Ahkâm,
c. I, s. 219.
[19] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 328-331.
[20] Ebû Hüseyin Basrî,
amelde mezheb bakımından Şafiî, akîde bakımından Mûtezilî idi. Hicrî 413 yılında Öldü.
[21] îmam El-Harameyn nâmiyle
meşhur olan zât, Ebû'l-Maâlî
AbdulmelUc b. Abdullah Cüveynî'dir.
Meşhur Şâflîlerdendir. îmam Gazâlî'nin de hocasıdır.
478 Hicrî yılında Öldü.
[22] Seyfeddin Ebü Hasan
AH b. Muhammed Âmidî. 6S3'te ölmüştür.
[23] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 331-332.
[24] Dehlevî, El-lnsaf.
[25] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 332-334.
[26] Esnevî bir
Şafiî fakîhı ve usûl âlimidir.
Süyûtî'nin
Hüsnü'I-Muhadara'-smda kaydettiği üzere 377'de öldü. Bu kitabı Suudî
Arabistan Hükümetinin emriyle Mekke'de basıldı.
[27] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 334-335.
[28] Kadî Ebû Zeyd Abdullah b. Ömer Debûsî, 430
Hicrî yılında vefat etmiştir.
[29] Ebû Hasan Ubeydullah
b. Hüseyin b. 0e!hem Kerhî 260 Hicrî yılında doğ-muş, 340'ta ölmüştür.
Çağında Hanefîlerin baş âlimi idi. Son derece dürüst, zâ-hld bir adamdı. Kendisine kadılık teklif olundu, fakat o
kabul etmedi.
[30] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 335-336.
[31] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 336.
[32] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 336-337.