İMAM ZEYD'IN ÖZELLİKLERİ. 1

a) İhlas. 3

b) Şecaat. 4

c) Sabır. 6

d) Fikri Gelişmesi. 7

e) Fesahat. 8

f) Feraseti. 10

g) Heybet. 11

Üstadları. 12

İlmi Araştırmaları. 14

Yaşadığı Dönem... 18

Siyasi Durum... 20

Emevi Mezaliminin Etkileri. 25

EMEVİLER DÖNEMİNDEKİ SİYASİ FIRKALAR.. 26

A-ŞİA.. 27

Şia'nın Vatanı. 29

Şia'nın Kolları. 31

Keysaniyye. 31

Keysaniyye'den Sonra Yolundan Sapan Şia. 34

 

 

 

İMAM ZEYD'IN ÖZELLİKLERİ

 

56- Zeyd b. Ali (ra) kendisini temiz ve duru bir ilme doğru meylettiren birtakım kişi­sel karakteristik Özelliklerle bezenmiştir. Şüphesiz bu özellikler, Ali b. Ebu Talib (kv) ailesinden gelen duruluğun özellikleridir. Sanki şair, şöyle derken Hz. Ali'nin zürriyetini kastediyor;

"Onların getirdiği ne kadar iyilikler varsa ancak. Ancak onu daha önceki alalar miras bırakmıştır.."

Sanki ilmi seciyelerle değerli ahlaki yapılar, bu çok değerli yüce şahsiyetlerin Nebi (sav)'in ailesinden birbirine aktardıkları mirastır. Yine sanki onların şahsiyetlerinde ne­bevi ahlak, tıpkı damarlarında temiz ve bol üriinlü nebevi kanların akması gibi akıp git­mektedir. Ehl-i Beyt imamlarının hiç bir sıfatı yoktur ki onda nebevi bir kalıntı, Mu-hammed'e layık bir kültür ve AH soyuna layık bir gayret bulunmasın. Bundan dolayı Ehl-ı Beyt imamları bütün çağdaşlarının saygı duyduğu bir konumda idiler. Öyle ki, şii olanlarla şii olmayanlar arasında bu yönden bir fark yoktu. Onlarda, diğer insanlarda bu­lunmayan ve Allah tarafından verilmiş özellikleri ve seciyeleri görüyorlardı. İşte Ebu amfe, Cafer Sadık hakkında kendisinden ilimce daha yüksek ve ahlakça daha üstün ıç kimse göremiyor, ona ve babası Muhammed Bakır'a denk düşecek kimse düşünemı-• Malık (ra) de Cafer b. Muhammed'i aynı duygularla yüceltiyor ve Medine'de ona denk düşecek birisini görmüyordu. Duygularım şöyle belirtiyordu: "Ben onu şu üç özel-iik dışında görmedim: Ya oruçtular, ya namaz kılar, veya Kur'an okurdu. Nitekim kıyam hareketine giriştiğinde Zeyd'in yarasını fakihler ve kurradan başkasının sardığını da görmedim."

Acaba onlardaki bu seciyeler diğer çağdaşlarına değil de sadece bunlara mı has kı­lındı? Yoksa bu durum onlann damarlarında Nebi'nin temiz ve bol ürünlii kanı ile Allah yolunda hiçbir ayıplayanm ayıplamasını kale almayan Farisü'l-İslam fakih Aii'nin kanı­nın akmasından dolayı mıydı? Bu konuda çoğunluk olumlu sözler söylemişle! Biz de bir noktaya kadar bu görüşlere katılabiliriz. Lakin bu tamamen bir genelleme sayılamaz. Aksi halde Rasulullah'a ve Ali'ye bu zamanda nisbet edilen herkes de aynı seciye ve ay­nı huyların bulunması icabederdi.

Bu konumda gerçek şudur ki ilk yüzyıl ve ikinci yüzyılın çoğunluğunda yetişen Ehi-iBeyt'in önünde öyle sebepler vardı ki, onları başkalarının yanında bulunmayan seciye­lerin sahipleri yapmıştır. Bunun nedeni. Beyti Nebevi'nin biribirindcn miras olarak al­dıkları nebevi adetlerle Ali soyuna ait hatıraların bütününü muhafaza etmeleridir. Yine Beyt-i Nebevi'nin bu anıları alevlendirmesi, çağın siyaset adamlarının kendilerine karşı kötü davranışlarını ve egemen olmaktan alıkonulmalarını gördükleri sürece o hatıraları geliştirip büyütmeleridir. Böylece miras olarak aldıkları değerlere tuiundular ve başka hiçbir şeye yönelmediler. Nasıl ki her ailenin adet, gelenek ve görenekleri varsa, Ehl-i Beyt'in bu asırdaki gelenekleri de ilme yönelme, onu arama ve insanlar arasında yay­mak, mü'minlerin kalplerini ısındırmak ve dalalette olanlara da yol göstermekti.

Şüphesiz onlann başından eksik olmayan şiddet olayları, içinde doğup büyüdükleri onurluluk, Allah Teala'nın kendilerine bahşettiği sadık bir iman ve nebevi rahmet ile birlikte insanların kendilerine güven duymalarının, mü'minlerin onlarla ülfet etmesinin, onlann da Rasulullah (sav) ve Ali b. Ebi Talib (kv)'den gelen makama duyulan heybetli-lik ve saygı duyma ile ülfet etmelerinin tek sebebidir.

Şüphesiz ki nesepleri onları değersiz davranışlardan yücelerde tutuyor ve nesepleri­nin dengine sahip olmayanların düştüğü şeylerden uzaklaştırıyordu. Bununla birlikte Rasulullah (sav)den öğrendikleri gereğince bu neseple üstünlük iddiasında bulunmuyor­lardı. Yaşadıkları zamansa Rasulullah'tan pek uzak değildi. Başlarından eksik olmayan şiddet olayları kendilerini başkalarının acılarını duyar bir duruma getiriyor ve kalplerin-deki merhamet pınarlarını coşturuyordu.

Özet olarak Nebi'nin Ehl-i Beyt'inde birinci ve ikinci yüzyılda soylu davranış ve gü­zel ahlaktan başkası mevcut değildi.

Bu zamanda bu çeşit davranışlar Ehl-i Beyt içerisinde yaygın olunca Zeyd ve kar­deşleri, onların arasından tabii olarak üstün özelliklere ziyadesiyle sahip olacaktır. Bu­nun nedeni onu yetiştiren ve ilk terbiyesini vererek topluma sunan kişinin, babası Ali Zeyne! Abidin olmasıdır. Nitekim babasının üstün mevkiini, güzel ahlak, erdemlilik,

ve vakarlılıktaki üstün meziyetlerini öğrenmiştir. Bu nedenle Zeyd eş-" "'ice ve kendisini böyle büyük ve sahip olduğu değerlerin en zirvede olanı uğrunda M İıı veren bir mücahid kılan sıfatlarla bezenmiştir. İşte onun feda ettiği en değerli ma­lı, kendi camdır.

Bu sıfatlann bir kısmı şunlardır: [1]

 

a) İhlas

 

57- İhlas. iç dünyada parıldayan bir nurdur ki, hemen etrafı aydınlatır. O bir yönel­medir Ve nefsini sırf Allah için arıtmaktır. İşte o, imanın en yüksek derecesidir.- Bun­dan dolayı Nebi (sav) şöyle buyurmuştur "Sizden biriniz sevdiği ber şeyi sırf Allah nza-sı için sevmedikçe gerçek mü'min olamaz." Şüphesiz mü'min hakkı taleb etmeye içinde hiçbir eğrilik bulunmayan dosdoğru bir yönelişle yöneldiğinde Allah Teala onun kalbine hikmet nurunu atar. Böylece idraki sapasağlam olur. aklı parıldar, kavrayışları dosdoğru olur. Kalbi ihlas gibi aydınlatan hiçbir şey bulunmadığı gibi akılların nurunu da heva ve heves gibi söndüren hiçbir şey yoktur. Kuşkusuz istek ve arzuların üstünlük sağlaması kalp gözünü dumura uğratır da, artık göremez olur. Fikri de öyle söndürür ki, algılaya­maz hale gelir.

Allah Teala İmam Zeyd (ra)a ihlasdan en son payeyi vermiştir. Nitekim ilim yolun­daki ihlası onu ilmin çeşitlerini arama konusunda hicrete zorlamıştır. Çeşitli ilimleri biz­zat kaynağından ve yerlerinden aramış, dinin fıkhı ile ilm-i füruu kendi evinden ve Me­dine'den almıştır. Fırkalarla ilgili ilimleri almak için de çeşitli islami fırkaların vatanı sa­yılan Basra'ya taşınmış ve bu ilimleri orada edinmiştir. Her ne kadar her söylediğini ve iddia ettiğini onaylamasa bile Vasıl b. Ata ile ders müzakere etmeyi gurur vesilesi yap­mamıştır. Halkın Vasıl hakkındaki görüşü ne olursa olsun, Zeyd kendisinden ilim gör­düğü sürece ilmi müzakeresinden kaçınmamıştır.

Thlas meyvelerinin ilki, takvadır, onun takvasıyla ilgili haberler birbirini kovalamış-tır. Kuşkusuz takvası onu daima Allah korkusunu hisseder duruma koymuştur. Çağdaş­larından birisi onu anlatırken şöyle der: "Onu Medine'de gördüm. O, yanında Allah anıl­dığında baygınlık geçiren bir gençtir."

Kendisini tanıtırken şöyle diyor: "Kuşkusuz Zeyd b. Ali sağını-solunu bildiğinden beri Allah için hiçbir mahrem perdeyi yırtmadı."[2]

Zeyd (ra) Allah Teala'ya olan bağlılığı ve taatıyla halkın kendisine sevgi ve itaati arasında çok ince bir bağ kurmuştu ve o şöyle diyordu: "Her kim ki Allah'a itaat ederse Allah'ın yarattıkları da ona itaat eder."

imasından dolayı müslümanlann iki yakasını bir araya getirmek, aralarım bulmak ve fırka fırka olmanın açtığı gediği kapamak için koşturuyordu. Bu çabalarıyla sünnetleri yaşatmak bid'atlan öldürmek ve azgınların hilelerini geri püskürtmek uğrunda fidye ola­rak canını verdi.

İhlasi onu müsamahakarlığa Şevketti. Öyle çok müsamahakar idi ki. amcası oğlu Ab­dullah b. Hasan b. Hasan ile ayrılığa düşüyordu. Nihayet bu durum Zeyd'in annesi konu­sunda Abdullah'ın ileri-geri konuşmasına vesile olur. Diğer taraftan Zcyd de Abdullah'ın annesi konusunda uzak bir ima ile ta'rizde bulunur. Bunun üzerine Zeyd çok, ama çok pişmanlık duyarak haklarının tümünü amcası oğluna terketmek suretiyle bu pişmanlığı­nı kapatır.

Yine ihlası onu sefih kişilerden yücelerde tutmaya ve onlara iltifat etmemeye sevke-der. Çünkü o ihlast nedeniyle ruhi açıdan çok üstün değerler kazanmış ve bunların saye­sinde yüccimişti.

Nitekim itilasının nuru onun hem yüzünde, hem sözünde ve hem de davranışlarında açıkça gözüküyordu. Çağdaşlarından birisi onun hakkında şunları söyler: "Zeyd b. Ali'yi gördüğümde yüzündeki nur huzmelerini müşahade ederdim."

Yine çağdaşlarından birisi de hakkında şöyle söylüyor: "Medine'ye giderdim. Her defasında Zeyd b. Ali'yi sorduğumda bana "O hep Kur'an'la beraberdir" denilirdi."[3]

 

b) Şecaat

 

58- O, ahlakını verimli bir bahçe durumuna getiren bu müsamahakarlığı ve kendisini hikmetle konuşur duruma sokan ihlasının yanında şecaatli idi de. Allah ona edebi şeca-atla harpteki kahramanlığı, gayreti, savaş yiğitliğini vermişti. İşte edebi şecaati onu şöy­le söylemeye itmişti: "Hak uğrunda hiç bir ayıplayıcımn ayıplamasından korkulmaz."

Hatta en çetin zamanlarda ve yumuşak davranmaya en fazla ihtiyacı olduğu anlarda bile kendini meydana attı. İşte o esnada Hz. Ebubekir ve Ömer hakkında kötü söz söyle­mesi ile ilgili görüşlerini almak isteyen bir gurup insan yanına geldi. Görüşünü onlara yardımlarını yitirmeye neden olsa bile net bir biçimde aktardı. Şüphesiz hakkı arayan kişi batılı ona ait bir ölçü olarak alamaz. Zeyd ve Ehl-i Beyt'in gözündeki gerçek yol, hiç bir zikzak çizmeyi kabul etmeyen gerçeğin ta kendisidir. Batıl ancak batılı neticelen­dirir.

Edebi kahramanlığı onu Ehl-i Beyt'in kendisine şiar edinmekle ün yaptığı takiyye İl­kesini bertaraf etmeye sürükledi. Görüşlerini apaçık ilan etmesi onun işkencelere maruz kalmasına, taraftarlarının kendisini yardımsız bırakmasına ve bir kısım aile fertlerinin kendisine muhalif kalmasına neden oluyordu. Fakat bizzat hak için hakka doğru yol alan kişiyi Allah'ın rızasından başka hiç bir şey ilgilendirmez. Halk ancak Allah'ın hosnutluğuyla hoşnut  olmaları oranında onu ilgilendirir.

İkinci türden şecaate gelince: işte bu şecaat onu savaş meydanına atılmaya, tıpkı Bedir ehli gibi beraberinde sadece üç yüz civarında kişi bulunduğu halde on beş bin kişiyle

maya sürükledi. Az olan bu sayı inançlı büyük bir gurup durumunu aldı. Onlara da

tin bir kıyım ulaştı. Eğer durum başladığı şekle göre devam etseydi kuşkusuz zafere

saçak ve kılıcıyla zulüm devletini ortadan kaldıracaktı. Fakat Zeyd'den kaçacak bir delik arayan düşman tarafından bir okun atılması onu şehitlik mertebesine ulaştırdı. Ke-. inanıyoruz ki göğüs göğüse savaşmaktan aciz kalmalarından sonra Zeyd'e fırlattıkla­rı bu ok olmasaydı onları çok kötü bir şekilde bozguna uğratacaktı. Fakat Allah Sübha-nehu ve Teala Emevi devletinin ortadan kalkmasının, Zeyd'in karakterleri kendisinde ol­mayan kişilerin elinden meydana gelmesini mursd etti. Çünkü eğer Emevi Devletini or­tadan kaldıran kişi Zeyd olsaydı Abbasilerin indirdiği ceza kılıcı onların başına inmeye­cekti. Tıpkı adamlarının deşdiği gibi onların kabirleri de deşilmeyecekli. Ebu Abbas es-Seffah gibi bir kan dökücü ortaya çıkmayacaktı. Allah bir zalimin işini onun gibi bir za­limin bitirmesi için tehir etti. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur:

"Böylece kazandıkları günahlardan ötürü zalimlerin bir kısmını diğer bir kısmının peşine sakarız." (En'am 129)

"O'mm karında lıerşey ölçüyledir. O, gaybı ve hazırı bilir, çok büyüktür, yücedir." (Ra'd 8-9)

Şüphesiz şecaat ve aksiyon birbirlerinin kopmaz parçasıdırlar; hiç ayrılmazlar. Nere­de şecaat varsa orada aksiyon ve nerede aksiyon varsa orada ileri atılım vardır.

İmam Zeyd (ra), aşırı derecede aksiyon sahibi bir kimseydi. Onun aksiyonu kendi­sinde zalimlerin zulmüne karşı son derece hassas olmasını sağlamıştır. O, sadece kendi Ehl-i Beyti üzerine çöreklenen zulümleri hissetmiyordu. Çünkü Ehli Beyt kendisine ve­rilmesi gereken değerden mahrum olmuyordu. Zaten bu değer verme, uğradıkları zu­lümle denklesiyordu. Ehl-i Beyt'in dışındakilere gelince, onların üzerine kat kat yoğun­laşan zulüm iniyordu ve bu zulmü hafifletecek güçleri de mevcut değildi. İşte Zeyd on­ların elemlerini de içinde duyuyor ve o zulümleri kendi üzerine inmiş gibi kabul ediyor­du.

Kuşkusuz Zeyd'in nefsinde bütün bu duygular coşuyor ve nefsi ona ileri atılmasını telkin ediyordu.

Çağdaşlarından birisinin şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Hacca gitmeyi arzula­dım. Ve Medine'ye uğradım. Dedim ki: "Bir de Zeyd b. Ali'ye uğraşanı" Uğradım ve °na selam verdim. O esnada onun şöyle bir misal getirdiğini işittim:

Hekim kanaat ile kaplanmış mal isterse

Ya şerefiyle yaşar veya patikalar onu hırpalar

Lakm kıl'i' bir de alevli kalp birleşdiğinde

Şahlanan öfke ile, zulümler hep kaçışırlar

Eğer savaşırsa bir kavim benimle, savaşırım onunla,

Ben Humdan'ın zalimi miyim Zâ Yâl'ında."[4]

Şüphesiz bu haber onun nefsinde ayaklanan zulme karşı duyarlılığı göstermekledir. Aslında onun gönlü kendisini ileri atılmaya yönelten yiğitlik şiirlerinden başka bir şiir­den hoşlanmıyordu. Nihayet ileri atıldı ve Rabbinin rızasını kazandı. Zalimlerin zulmü­nün ölçüsünü de açığa çıkardı. [5]

 

c) Sabır

 

58-a) Hükümdarların işleyegeldikleri, insanları kivrandiran zulmü değiştirip, yerine adaleti getirmeye yönelen kişinin çok sabırlı olması gerekir.

Sabır, mücahidierin yedek malzemesidir. Sabır ve çığırtkanlık bir araya gelmesi mümkün olmayan iki karşıt davranıştır. Sabır ve telaş da birleşmesi imkanı olmayan karşıt iki kavramdır. Sabırsız bir şecaat, hiddetlenme ve bilinçsiz oiarak ileri atılmadır. Hiddetlenme ve şecaat, birbirinden apayrı iki gerçekliktir. Gerçek anlamda sabır, çetin anlarda tahammül etmeyi kapsar; nefsi kontrol altına almayı ve hoş görülmeyen şeylere bilinçsizce atılmamayı gerektirir. Bu özellikler, Zeyd (ra)'ı bezeyen davranışların en be-lirginlerindendir. O, sefih kimselerin sözlerini duyduğunda nefsini zapteder ve onların akışına gitmezdi. Ehl-i Beyt'ten birisinin, insanların ağzında bir tutam et parçası olmasın diye hakkını başkasına terkeltiği andaki sözlerini nakletmiştik. Zaten kalbinde din adına hiçbir tasa bulunmayan kimsenin elde ettiği fırsat onu hemen diline dolar. Ardından Ra-sulullah ve Ehl-i Bcyt'ine karşı kötü dedikodular yayar.

Evet, hidayet rehberi imam kendisine söven kimseye karşı nefsini zaptetmiş ve ona karşı şu sözden başkasını eklememiştir: "Benim durumumdakiler senin gibilere karşılık vermez." Orada bulunanlardan Ömer b. Hattab'in sülalesinden birisi kendini tutamadı; ateş püskürerek ileri atıldı ve sataşmada bulunan kişiye şöyle dedi: "Vallahi Zeyd hem şahsiyet, hem anne-baba yönünden senden daha hayırlıdır." Ve ona birçok sözler sayıp döktü. Sonra da bir avuç çakıl alarak onu yere çaldı ve şöyle dedi: "Vallahi bunun üzeri­ne artık sabretmemiz mümkün değildir."

İşte Ömer soyundan olan bu adam bize hakkı arama konusunda Ömer (ra)ın öfkeleri­ni yeniden yaşatmaktadır. Rasulullah (sav) Allah rızası dışmda öfkelenmeyen Ömer'in taşmasını durumu tatlıya bağlamak için nasıl sükunetle karşılıyordu. Rasulullah. mevcut durumu, geleceğini, kullandığı araçlarını varacağı gayelerini, kullandığı mantıki delilleri ve onların sonuçlarını düşünüyordu. Sanki Zeyd. nefsini zaptetme konusunda nebi'nin

 konurnundaydı. Ömer'in torunu da dedesinin yerini almıştı.

O, Ömerü'l Faruk (ra)ı kükreten hakkı haykırışı gibi haykırıyordu. Hem ikisi arasında ve hem de temsil ettikleri şahsiyetler arasında ufak-tefek ayrılıklara rağmen. Tıpkı Nebi ile sonrakiler arasında ve havariler ile onlara ihsanla tâbi olanlar arasındaki fark gibi

İmam Zeyd. sabrın gerçekliğini biliyor ve ona davet ediyordu. Taraftarlarını da ona teşvik ediyordu. Sabırla öyle bezenmişti ki yüzüğünün üzerine şunları yazmıştır. "Sabret ki ecrini alasın. Kendini koru ki, kurtuluşa eresin."

İşte böylece Zeyd'in ayrılmaz huylarının sabır ve daima nefsini zaptetmek olduğunu görüyoruz. Öyle ki iyi sonuç vermeyen şeylerde ayağı kaymasın. [6]

 

d) Fikri Gelişmesi

 

59- Zeyd (ra) Sind'li annesinden zekasını, ince kavrayışını ve Hintlilerin ayrılmaz özelliği olan geniş boyutlu düşünmeyi miras aldığı gibi babası tarafından da geniş bo­yutlu düşünen ve ilhama kaynaklık eden aklı, düşünceyi eyleme dönüştüren kabına sığ­maz gönlü, fikri alanda araştırma yapmayı miras almıştır. Bundan dolayı ilmi alanda sivrilen bu İmamın ayrılmaz karakterinin en güçlüsü, onun tam bir fikri bilince ermesi­dir. O, dağılıp yok oluncaya kadar ihmal etmediği aktif bir zekaya sahipti. Ancak, tale-bettiği ilme yöneldi. İlmi ezberleyerek ve bilinçlenerek takviye etti. Ona öyle bir hatırla­ma gücü verilmişti ki, her okuduğunu ve işittiğini ezberliyordu. Babasından, kardeşin­den ve Ehl-i Beytinden rivayet ettiği hadisleri tümüyle ezberliyordu. Babası, Medine'de buluştuğu her tabiin'den hadis rivayet ediyordu. Tabiinlerin çoğunluğu da Medine'deydi. Zaten Medine nebevi ilmin vatanıydı. Evet, tabiinden bütün bunları alıyor, onları ezber­liyor, sonra da Ebu Hanife ve diğerleri gibi üst düzey fakihlerinin çoğuna iletiyordu:

Allah Teala'nın ona vermiş olduğu fikri bilinçlenmeden dolayı Ehl-i Beyt'ten aldığı ile yetinmiyor, bilakis bilmediklerini öğrenmeye kaynak olur zannıyla başka beldelere seyahat ediyordu.

işte bu ilim, gönlünde sindirdiği, anında lisanına aktardığı tükenmek bilmeyen ilim­dir. Konuştuğu zaman kelimeler inci gibi dökülüyordu. Cevabı en hızlı şekilde veriyor­du. Onun hakkında araştırıcı ve etkileyici bir fakih olan Ebu Hanife şöyle söylüyor: Zeyd b. Ali'yi müşahede ettim. Zamanında ondan daha fakihini, daha alimini, daha ha­zırcevap olanını ve sözlerini ondan daha açıklığıyla ortaya koyanını görmedim. îki ya-m anlamda olanın arasını o ayırırdı." Bunları daha önce de belirtmiştik. Onun aldığı Ç u hatırlama kabiliyeti yanında beliğ kelimelerin İnce ve güçlü manaların anında yardımına koştuğu ikna edici hazır deliller sahibiydi. Biz, Hişam'ın kendisine dil ile hücum

°ı esnada bedihi bir biçimde verdiği cevabı nakletmiştik. Yine Irak ehli ile münakaşa ıgı esna£la kullandığı sözleri de nakletmiştik. İmtihan, imtihandır. Iraklılar ona yardım

etmekten yüzçevirmeye yol aradılar ve onun .sözlerinden- tam da yardımın gerekli oldu­ğu bir saatte Zcyd'i yüzüstü bırakmaya imkan sağlayacak, durumlarını iyileştirecek nok­talar aramaya gayret saffettiler. Çünkü onlar. Zeyd'in gururuyla oynayan ve arka plana atanların ta kendileri idiler.

Onun fikri bilinçlenmesi, olayları yorumîayişında ve. sebeple müsebbibier arasını bağlayışında en mükemmel bir tarzda ortaya çıkıyordu. Şüphesiz bu yorumlamalar, bi­limsel akim niteliklerinin en has olanı ve fikri bilinçlenmenin" görür:îülerinin en ince ola­nıdır. Hz. Ali'yi diğer ikisi karşısında daha üstün görmesiyle birlikte iki büyük şahsiyet Ebu Bekir ve Ömer'in de imamlığına razı olmaya niçin karar verdiğinin yorumunu Şen- f ristani M iki ve'n-Nİha! adlı kitabında bize şöyle zikretmiştir:

"Zeyd'in mezhebinin görüşlerinden birisi, daha faziletli imamın bulunması yanında. daha az fazilçtli imanım da bulunabileceği görüşüdür. O, (yani Zeyd) şöyle diyor: "Ali b. Ebu Talip sahabenin en faziletlisi idi. Ancak hilafet makamı sahabenin uygun gör­dükleri toplum çıkarı, saygı duydukları, alevlenen fitneyi yatıştırmak, bmün vatandaşla­rın gönlünü etmekten ibaret olan dini kural gereğince Ebubekir'e havale edildi. Peygam­berlik günlerinde cereyan eden savaşların zamanı henüz yakındı. Ve Emiril'i-Mü'minin Ali Aleyhissclam'm kılıcı henüz kuramamıştı. İntikam isteğinden meydana gelen, toplu­luğun kalbindeki kinler olduğu gibi duruyordu. Bundan dolayı kalpler 1 iz. Ali'ye tümüy­le meyletmiyor, boyunlar önünde tamamıyla eğilmiyordu. O andaki toplum çıkan yu­muşaklığı, herkese .sevgi göstermesi, yaşının ilerlemiş olması. İslam'a ilk girenlerden al­ması ve Rasulullah (sav)'e yakınlığı ile tanınan kişi için böyle bir durumu ayakta tutma­yı gerektiriyordu. Görmüyor musun ki ölüm hastalığında iken Ebubekir yönetim işini Ömer b. Hattab'ın boynuna yüklemek isteyince halk şöyle dedi: "Kuşkusuz sen bizim üzerimize sert davranan taş yürekli birisini emir gösterdin." Halk, Hz. Ömer'in .nıirill-mü'minin oluşuna, dini konulardaki çok katı tutumu ve düşmanlarına karşı taş yürekli olmasından dolayı istekli değillerdi. Hz. Ebubekir (r.a) onları zor yatıştırdı. İşte bunun gibi daha faziletlisi ortada iken ondan daha az faziletli olanının imamlığı caizdir. Hü­kümlerin icrasında daha az faziletli olanına müracaat edilir ve davalarda onun yargısıyla hüküm verilir."[7]

İşte bu söz, ilmi alanda sivrilen genç imamın olayları yorumlama gücünün ölçüsünü göstermektedir. Bunun ötesinde yolunu sürdürdüğü en büyük dedesi Hz. Muhammed (sav)e vezirlik görevinde bulunan iki şahsiyet Ebubekir ve Ömer'in nezahetine dil uzat­maktan alıkoyan dini efendiliğini de açıklamaktadır. Oysaki Sünniler, önce Ebubekir'in sonra Ömer'in hatta sonra da Osman'ın Zeyd'in dedesi Ali (kv) den önce hilafet makamı­na getirilmelerinin en layık görüş olduğunu söylerler. Biz deriz ki Zeyd'in yukarıdaki görüşü kendi içtihadıdır. Bu içtihad imanda artma veya eksilme sağlamayan, Zeyd'i tam bir nezahet ve mükemmel bir ihlasla nitelendirilmesine engel teşkil etmez, bir nezanmesi o-m meşrebi ne yönde olursa olsun, her insandan ilmi talep eder

 "oelirmfelir. Şüphesiz ilim her yerde aranır. O, kendisini çıkarmaya çalışan dalgı-dÜrU\riü"davranışından dolayı dalgıcına hakarette bulunmayan eşsiz bir inci gibidir. Ma-"ret hiçbir mekanla kayıtlanamaz ve hiçbir bütün de onu sımrlayamaz. [8]

 

e) Fesahat

 

60- Zeyd, edebi konuşmanın ortasında, Nebi'nin beytinde ve Ali'nin evinde yetişti. Muhammed b. Abdullah cevami'ul-kelim ve faslu'l hitab olarak gönderildi. Bu konuda kendisine hiç bir arap yaklaşamazdı. Ali b. Ebu Talib de müslümanîarın en hatibi ve İs­lam'daki Arap hatiplerinin, Nebi (sav)den sonra gelen en beliği idi. Hz. Ali'nin, Ebube­kir Sıddik'in vefatı m ersiye sin deki hutbesinin Rasululîah'ın güzel konuşmalarından son­ra en beliğ ifade tarzı olduğu üzerinde belağatçılar görüşbirliğine varmışlardır. Bu ko­nuşmayı Ebu Bekir Bakıllani İcazü'l-Kur'an adlı kitabında tam olarak rivayet etmiştir. Hutbeler külliyatı Ali sülalesinden (Allah hepsinden razı olsun) gelen Ehl-i Beyt alimle­rinin yanında bulunmaktaydı. Bu külliyatı biribirlerine miras olarak aktarıyor ve onu ez­berliyorlardı. Belki de bu hutbenin özü Şerif Rıza'nın bir araya getirip Nehcifl-Belağa ismini verdiği hutbeler divanında mevcuttur.

Bu duruma göre biz deriz ki, şüphesiz fesahat ve beyan ilminin kalitesi bu tertemiz evde mevcultu. Özellikle Zeyd, Medine'de ikamet ediyordu. Yabancılık ona hiç sirayet etmemişti. Zaten Emevi dönemi, beyan ilminin çağıydı. Kuşkusuz, Zeyd konuşmasını en güzel şekilde takdim eden beyan ilmi üstadlarındandı. Etkin ve beliğ konuşmayı sus­kunluğa yeğliyordu. Ona soruldu:

- Susmak mı, ytksa etkili konuşmak mı daha hayırlıdır? Dedi ki:

- Allah suskun durmayı çirkin saymıştır. Suskunluk, beliğ konuşmayı ne kadar balta­layıcı, acizliği ve bağımlılığı ne kadar celbedicidir!"[9]

Kuşkusuz, bu söz, Zeyd'in aklını ilimle, dilini de "beyan"la terbiye ettiğini, onu ken­disine itaat ettirdiğini, ilahi beyan yeteneği ölmesin ve ihtiyaç duyduğunda konuşmak kendisine zor gelmesin diye aşırı suskunluktan kaçındığını göstermektedir.

Hııserî'nin ZehriVÎ-Adab adlı eserinde şöyle gelmiştir: "Cafer b. Hasan b. Hasan b. Alı ile Zeyd (ra) arasında vasiyetle ilgili bir tartışma olmuştu. Onlar tartışırlarken halk falarında yanlarına konuşmaları duymak için hemen cereyan eden yöne üşüştüler.

anıın biri diğer arkadaşına karşı Cafer'in konuşmasından bazı sözler ezberliyor, diğer bir  konuşmasından birkaç söz belliyordu. O ikisi ayrıldıktan ve halk da yanla­rından fırkalar halinde gittikten sonra beriki arkadaşına:

- Bu konuda şöyle şöyle söyledi. Diğeri:

- Bu konuda böyle böyle söyledi dedi.

Bu şekilde her ikisinin söylediğini yazıyorlar ve vacibi farzdan, güzel sözü şiirden, hak arasında yaygın olan sözleri darb-ı mesellerden ayırmayı öğrenir gibi bu konuşma­ları iyice belliyorlardı. Bu iki adam, kendi zamanlarının masal ve uydurma anlatan hay-retamiz kişileriydi."[10]

Bu tartışmaya daha önce de işaret etmiştik. Tartışmayı Cafer'in kardeşi Abdullah mi­ras aldı. Fakat tartışma Cafer'in zamanındaki boyutlarda değildi. Husrei'nin Zehru'l-Adab'm&d belirttiği gibi olayın seyrinden şu ortaya çıkıyordu ki, İki imam bu hasımka-rane atışmalarından müslüman kalabalıkların önünde gövde gösterisi yapmaları için et­kili bir edebiyat karşılaşması çıkarmak isliyorlardı. Ancak Cafer'den sonra Abdullah or­taya çıkıp, bazı kötü lakap takmalar dillerde dolaşınca ve Hişam'dan önceki Medine va­lisi de Hhl-i Beyt'in mevkiini halkın gözünden düşürmek için olayı kullanmak isteyince ilimde sivrilmiş dâhi İmam Zeyd, adaletli bir konuma yükselmişken utanç verici duruma düşmemek için hadiseyi sona erdirerek olayı kapattı.

Hişam'ın Zeyd'den en çok korktuğu, onun güçlü anlatımı ve etkileyici gücüydü. Zeyd Irak'a gittiğinde Hişam Irak valisine şunu yazdı:

"Kufelileri Zeyd b. Ali'nin toplantısına katılmaktan menet. Çünkü onun. kılıcın ağ­zından daha keskin dişlerin sivri ucundan daha nüfuzlu, büyü, kehanet ve düğümlere üflenen herşeyden daha beliğ bir lisanı var."[11]

 

f) Feraseti                                                                            

 

61- Kendilerini fikri, .siyasi veya içtimai kumandanlığa arzeden bu zatların olayları olduğu gibi algılayabilecek güçlü bir basirete sahip olmaları zorunludur. Olayların ölçü­leri bazan onların güç yetirdiklerinin dışına taşar. Ancak bu durum, onların algılama gü­cü ve duyarlılık göstermelerden birşey eksiltmez. Fakat bazan olaylar onları ölçülü dav­ranmayı terketm el erine zorluyordu. Zeyd'le ilgili haberler kendisinin güçlü bir feraset ve şiddetli bir duyarlılığa sahip olduğunu göstermektedir. Şüphesiz feraset ve akıl gücü, deneyimlerin çokluğu ve duyarlı davranışının kuvvetinden oluşur. İşte bunların tümü Zeyd'de bir araya gelmiştir.

O, çok derin düşünceli aşırı derecede araştırma ve incelemeci, ileri düzeyde duyarlı bir kimseydi. O, çok deneyimler geçirdi ve olayları önceden haber verdi. Olayları göz­lemliyor ve ardmdakileri hemen anlıyordu. Savaş alanında bile ferasetini yitirmedi. Ni­tekim Küfe halkının, savaş alanına atıldığı esnada on beş bin dolaylarındaki kişinin ken­disine biat ettikten sonra yüzüstü bıraktıklarını gördü. Bunun Hüseyni bir davranış oldu­ğuna anında karar verdi. Yani ona dedesi Hüseyin (ra)'e oynadıkları oyunun aynısını uyguluyorlardı. Onun ileri görüşlülüğü. Medine valisi Halid b. Abdülmelik'in Medine halkı arasında ona dedikodu ortamı meydana getirmek istediğini anladığı sırada husu­meti bıraktığı gün ortaya çıkmıştır. Yine Hişarn b. Abdülmelik'in huzurundan çıktığı gün de feraseti onu yanıltmadı. O. Halid'in kendisiyle savaşmasının kaçınılmazlığını ve savaş alanında ölmenin kendisi İçin yatakta ölmekten daha hayırlı olduğunu iyi biliyor­du.

Birisi şunu söyleyebilir: Zeyd nasıl güçlü bir feraset sahibi olabilir ki, çağdaşları olan Ehl-i Beyi kendisini uyardıkları ve onların tarihinden bilinecek şeylerin tamamım bildiği halde o hala Irak halkına güveniyordu? Buna cevap olarak deriz ki, feraseti onu yanıltmadı. İşte bunun için onların sözünde durmamalarından dolayı kendisini emniyete aldı ve biatin onların kendisini yüzüstü bırakmalarını engellemeyeceğini de bildiği halde yine onlarla mescitte biat yaptı. Lakin o gayet iyi biliyordu ki yaşarken zillet içerisinde olmak, kendisi İçin savaş alanında şehadetten daha çetindir. Nitekim bu gerçek, anlattı­ğımız savaşın seyrinden açıkça ortaya çıkmakta ve bütün tarih kitapları bu savaşın Zeyd'le beraberindekiler için kesinlikle bir zafer olduğunu anlatmaktadır. Çünkü Şamlı­lar, sayıları yığınlarca olsa bile kendilerini zaferle ödüllendirecek etkili bir kararlılık üzerinde değillerdi. İşte iki gurup karşılaştığı zaman bunların üzerine yapılan hamle çok şiddetli oldu, Onları ancak ok kurtarabildi; yalnız onu kendilerine silah edinebildiler. Ve takdir edilen gerçekleşti.

Biz bu konuda Allah Teala'nm takdir buyurduğu şeylerin bir kısım hikmetine işaret ettik. Allah katında herşey bir ölçüye göredir. [12]

 

g) Heybet

 

62- Zeyd heybetliydi. AUah Teala kendisine verdiği güçlü bir akıl, işlerini hikmetli düşünme ve tıpkı peygamberlerin hayası gibi bir haya oranında aynı zamanda fizik yapı­sında da bir üstünlük bahsetmişti. Onun heybetîiliğini gösteren en belirgin şey, Hişam b. Abdülmelik'in onunla buluşmaktan kaçmasıdır. Mecliste ona ihanet etmek istediğinde tıpkı sefihlerin konuşmaları gibi Zeyd'in annesine dil uzattı. Zeyd ona öyle bir cevap verdi ki, onu susturdu. Hişam onun önünde toy bir sultanın kaleme aldığı ibarelerden başkasını bulamadı. Lakin heybetli ve güçlü bir şahsiyet karşısında durmaya güç yetire-medi. Zeyd'in heybetliliği kükreyen bir ordunun duruşu gibi dimdikti. Kendisini savaş alanına attığında dedesi Ali b. Hbu Talib'in ortaya atılışına benziyordu. Şamlılar dedesi­nin önünden kaçtıkları gibi Zeyd'in de önüden kaçıyorlardı. Onun heybetliliği ve ruhu­nun satvetinden uzak kalabildikleri bir yerde ancak uzaktan bir okla ona ulaşabildiler.

63- Özetlersek, ilimde sivrilen bu genç imam, uzaktan gözetlenen, etrafından saygı gören, şahsına ait en değerli dostlukla yadedilen bir kimseydi. Hatta büyük ağabeyi Muhammed Bakır (ra)ın hayatla olduğu sırada bile. Onun Zeyd'e aşın sevgisi vardı ve dostluğunun hayranıydı. Bu konuda el-Husri Zehrul-Adab adlı kitabında Haşimoğulla-nndan bir adamdan naklen şu rivayette bulunur: Adam der ki: "Biz Muhammed b. Ali b. Hüseyin'in yanında idik. Kardeşi Zeyd de orada oturuyordu. Kufelilerden bir adam içeri girdi. Muhammed b. Ali dedi ki:

- Sen şiirin ender rastlananlarından en güzel söylenmiş olanlarım rivayet ediyorsun, Bl-Ensari kardeşi için nasıl söylemiş? Adam hemen şu şiiri dizdi:

Ebu Malik, değil asla

Ne cılız, ne gücü zayıf

Daha serî tartışmacı yoktur ona

Kardeşi engel olsa ona bile saldırır

Fakat o değildir arkadan vuran

Huyları kerim, övgüleri tatlı

Başa geçİrirserı onu, çok itaatkarı geçirmiş olursun

Teslim ettiğinde ona kendini, bu yeterlidir.

Bunun üzerine Muhammed elini Zeyd'in omuzuna koyarak dedi ki: İşte senin karak­terin ey kardeşim! ama seni Iraklıların öldürdüğü kimse olmaktan Allah'a sığındırırım."[13] Şüphesiz bu beyiiler. bazı yönlerini eleştirmiş olsa da Zeyd'e karşı aşın sevgisini ve dostluğuna olan hayranlığını göstermekledir. Eleştirdiği yönü, aksiyonundaki aşırılığı­dır. Bu hususu Ensari'nin. kardeşini vasfetmesini nakleden ravinin dilinden ifade etmiş­tir. [14]

 

Üstadları

 

64- Gelişiminin ilk döneminde Zeyd'in yetişmesini ve öğrenimini üzerine alan kişi­nin babası Ali Zeynel Abidin olduğunu zikrettik. İstersen bu ilk Öndere Zeynütfabiin de diyebilirsin. Onun ilk önderi küçüklüğünden ergenlik çağına gelinceye kadar Zeyd'in sorumluluğunu üzerine alan babasıdır. Ondan sonra da bu görevi kardeşi Muhammed Bakır üstlendi ve ona gençlik çağı sona erinceye değin sahip çıktı. Zeyd'in mümtaz ba­bası ilmini Medine'de bulunan tabiinin tümünden almıştır. Bizim onu daha yakından ta­nımamız ve kendisinden rivayette bulunanların kimler olduğunu, ayrıca onların ilmin­den kimlerin alıntı yaptığını öğrenmemiz için "Kitab el'Mecmu"w açtık. Gördük ki riva­yet ettikleri hadislerin tümünü "babasından o da dedesi Hüseyin'den o da AH b. Ebu Ta-lib'den o da Nebi (sayMen" şeklinde bir zincirle rivayet etmişlerdir.

Bazen de sened zinciri Ali'de kalıyor ve Nebi (sav)in zikri geçmiyor. Böylece hadis mevkuf oluyor. Nitekim "Mecmu" kitabının, açıklayıcıları bu hadislerin geçerliliğini

Buharı. Müslim, Sünen-i Ebi Davud ve Nesei gibi Ehl-i Sünnet tarafından ün kazan­mış kitaplardan rivayette bulunmak suretiyle isbat ediyorlardı.

Bu noktada araştırmacı şöyle sorabilir; Acaba Zeynel Abidin hadislerini sadece Hü­seyin'den. Hüseyin de sadece babası Ali (kv)den mi rivayet ediyordu?

Ancak, bu nasıl mümkün olabilir ki... İmam Zeynel Abidin'in özgeçmişini açıklama­ya çaba sarfeden kitaplarda değişmeyen gerçek, İmam'ın buluştuğu tabiinlerden ilim al­dığının ifade edilmesidir. Kim tabiinle buluşmayacak da ille onlarla buluşmaya koşuştu­racak? Buna cevap olarak deriz ki, tarih sürecinde değişmeyen gerçek, bu buluşmaları yalanlayanı amızdır. Mecmu dskilerle Ehl-i Beyi imamları arasındaki rivayetlerin baba-oğul arasında cereyan ettiği hususundan ibaret değişmez gerçeğin arasını bağdaştırmak­la ilgili olarak deriz ki: Şüphesiz Ehi-i Beyt imamlan babalannın rivayetlerini esas alı­yor ve bu rivayetlerde sünnet ilmine aşina olma açısından kendilerini yeterli görüyorlar­dı. Fakat böyle bir yeterlilik, imamları onların rivayet zincirini kullanmaksızın ilmi isti­fade de bulunmaktan alıkoyamaz. Ehl-i Beyt imamlan tabiinden, sahabenin fetva ve yo­rumlarını, kendilerine miras olarak intikal eden. babalarından almış oldukları nebevi ha­dislerin fıkhım etüt edebilmek için öğreniyorlardı. Bu Öğrenme onlara fıkhi çalışmala­rında yardımcı oluyordu. Muhammed Bakır'dan, Cafer Sadık1 tan meydana gelen ve biz­zat Zeyd'in kendisinden de meydana gelen vakıa bu şekildedir. İmam Ebu Hanife Cafer Sadık (ra)ın halkın görüşlerini en iyi bilen insanlardan olduğunu belirtir. Yine Mekki'nin Menakıb-ı Ebi Ha tüfe'sinde, Ebu Cafer Mansur'un şöyle dediği geçmektedir: "Ey Ebu Hanife, halk Cafer b. Muhammed'i denemek için ona çok güç sorular soruyorlar. Sen de zor sorulardan birkaç tane hazırla." O da kırk tane mesele hazırladı. Nihayet Hire'de bir araya geldiler. Ebu Hanife bu mücadeleyi anlatırken şöyle der: "Ebu Cafer Mansur'a geldim ve huzuruna çıktım. Cafer b. Muhammed de sağ tarafında oturuyordu. Gözüm ona ilişince, heybetlilik açısından Ebu Cafer'le ilgili duymadığımı Cafer b. Muhammed Sadık hakkında duydum. Hemen ona selam verdim. Bana işaret etti ve oturdum. Sonra Mansur ona dönerek "Ey Ebu Abdillah, bu Ebu Hanife'dir" dedi. Sadık:

- Ne güzel... Sonra bana yöneldi:

- Ey Ebu Hanife, meselelerinden bir bölümünü Ebu Abdillah'a arzet, dedi. Ben soru­yu yöneltiyordum, o da karşılığını veriyor ve şöyle diyordu:

- Siz bu konuda şöyle diyorsunuz; Medineliler şöyle diyor, biz de böyle diyoruz. Ba­zen bize tabi oldu bazen Mcdine'lilere tabi oldu, bazen de bize muhalefet etti. Ta ki kırk soruyu tükelinceye dek. Hiçbir soruya takılmadı. Sonra Ebu Hanife şöyle devam etti: "Şüphesiz insanların en bilgini insanların ayrı düştükleri noktaları en iyi bilendir."

Kuşkusuz bu haber iki duruma açıklık getirmektedir:

Birincisi: Ehli Beyt ilminin, birbirlerinden miras olarak devraldıkları yine kendile­rinin rivayet ettikleri hadisler ve kendilerine kadar ulaşan geçmiş büyüklerinin içühatlan üzerinde hasredilmiş olmamasıdır. Bilakis onlar, ilmi kendi dışındakilerden almaya ve

araîannda yöreden yöreye farklılıklar arzetmeyen beldeler arası düzeydeki fakihlerdeki bilgileriyle tanışmaya aşırı ilgi gösteriyorlardı.

İkincisi: Hükümdarların. Khl-i Beyt'in ilimleri, ahlakları ve Rasulullah (sav)'le bağ­lantılı olmalarının verdiği şeref sayesinde halk arasında elde ettikleri yüksek mevkiyi onlara çok görmeleridir.

Zeyd. kardeşi oğlu Cafer'le aynı yaşta bulunmuş ve aralarında sürekli kopmayan bir bağ süregclmişse de onun, ilmini Ehl-i Beyt djşmdakilerden alabileceğini. Özellikle halkla ilişkisinin hem Ebu Abdillah Cafer Sadık'tan, hem de babası İmam Muhammed Bakır'dan (Allah hepsinden razı olsun) daha fazla olduğunu farzetmek zorundayız. Fa­kat başkalarına rivayette bulunacakları zaman varlıkları silinmesin diye sadece Ehl-i Beyt'in ilmini nakledeceklerdir; oysa ki raviler başkasını da ona rivayet etmişti.

65- İmam Zeyd'lc ilgili ilk Öğreniminin konusunu sadece Ehli Beyt üzerinde sınırlı saymak, öğrenimin de eksiklik bulunduğunu göstermez. Şüphesiz İmam Ali fkv) Ku-fe'de beş yıl kalmıştır. Ebubekir, Ömer ve Osman (ra) zamanlarında fetva makamında bulunması ötesinde o anda müslümanların fetva mercii ve imamıydı. Nitekim Ömer (ra) bir mesele çıkmaza girdiğinde: "Ah mesele, onun bir Ebu Hasan'ı yok ki!" derdi.

Ali (kv) ve uzun halifelik süresince fetva makamında tek yetkili olarak kalması do­ğaldır ki devamlı bir şekilde evladına bol ilim ve kat kat yüce fıkhi bir serveti miras bı­rakmasını sağlıyordu. Böyle bir servet, zürriyeti arasında tıpkı varisler arasında tereke­nin dağılışı gibi dağılıyordu. Kaldı ki bu servet, kalıcılığı en uzun, ürünü en çok ve ge­lişmesi en temiz bir servettir.

Ehl-i Bcyt'ten olan her imanı verdiği dersler ve yaptığı içtihudlarla o serveti artın-yorlardı. İşte Zeynel Abidin ders verdi, içlihadta bulundu ve Ehli Beyt dışında tabiin­den bilgiler aldı. Onun bir benzeri Ebu Cafer Muhammed Bakır, torunu Cafer Sadık ve yine oğlu Zeyd (ra)dır. Fakat esas sayılabilecek ve birbirlerinden miras aldıkları husus Ali (ra)nı kendilerine bıraktığı fıkıh ve hadisden oluşan bu zengin terekedir. Sanki asıl hazine bu terekedir ve diğerleri de ondan ders alanların nefsinde oluşan bir üretimdir. İlim, diğer insanların sözleriyle karışmasın diye bu asıl üzerine başkası karışmaksızm biteviye artıyor. Belki de bu, bazı alimlere Zeydiyye hakkında şöyle söylettiren bir du­rumdur: "Şüphesiz onlar Ali Beyt'in dışındaki hadislerden başkasını kabul etmezler." Fakat araştırma yaptığımızda görürüz ki bir kısım Ehl-i Beyt, hadisleri ilk kaynağından alıyorlar ve beldeler arası fakihlerin edindikleri fıkıh İlmini öğrenmeye gayret sarfedi-yorlar. Sonra da hidayet rehberi İmam Ali (kv) yoluyla miras aldıkları bütün hadis ve ilimlerden oluşan tereke üzerine bina ettikleri görüşlerle başbaşa kalıyor ya onları uygun görüyorlar veya muhalefet ediyorlardı. [15]

 

İlmi Araştırmaları

 

66- Bu genç şahsiyette olağanüstü bir zeka vardı. İlmi bizzat otoritelerinden alıyor­du Fakat hayatın çeşitli akışları onu başka gayelere yönlendirdi. Üstün zekasına rağmen la öğreniyordu. Lakin o cihad ve binicilikten zevk alıyordu. Biraz da ticarete eğilme-e ve mal kazanmaya eğilim gösteriyordu. Bu yönelişle gönlünden coşan ilim ateşi sü­kunet buluyor, hayata şahsi yönelişi ya terennüm eden gönlünde ilmi geliştiriyor ya da onu söndürüyordu.

Ehl-i Beyt'in Emevi devrinde ilimden başka hiçbir meşgaleleri yoktu. Dinlenmeleri ve Emevi oğullarının yakalarını bırakması için başlarından eksik olmayan belaların şifa suyu sadece ilme yönelişlerindeydi. İşte Zeynel Abidin ilme yöneldi ve onunla meşgul oldu. İlimden başka hiçbir şeyi meşguliyet edinmedi. Kendisinden sonra gelen oğulları da böyleydi. İlimden başka bir meşguliyet oluyorsa da bu onların gönüllerinin ve akılla­rının köşesinde kalıyor, iliklerine işlemiyordu.

İşte bu şekilde İmam Zeyd (ra) tam bir yönelişle ilme yönelmişti. Fakat o, ilim al­mak ve ders görmek konusunda Medine iîe sınırlı kalmamak noktasında diğer yakınla­rından temayüz etmişti. Aksine o değişik beldeleri dolaşmış, sadece fıkıh ve hadis ilmi ile bağımlı kalmamış, çeşitli fırkaların da karar kıldıkları şekilde akaid ilmini etüd etme­ye başlamıştı. Her ne kadar hepsi de tevhide yönelse, sapık ve saplantı içinde olanların dışında ondan yan çizenler olmasa bile akide çalışmalarında birbirine zıt gibi gözüken metodlan mütalaaya başladı.

"Onlar {Haktan) sapıp eğrildikleri zaman Allah da onların kalplerini (hidayetten) döndürdü." (Saff 5)

Bu dolaşması; onu, hayatında karşılaştığı yorgunlukların ceremesi olarak şu iki du­ruma sürükledi:

Birincisi: Onun Irak'a; felsefenin, çeşitli din ilimlerinin ve fırkalar ilminin vatanına gitmesidir. Irak halkıyla bir araya gelmeye zorlandı. Onların arasında Ali yanlısı şiiler de vardı. Sözü siyasete ve Irak ehlinin uygulama ve yardım planında değil de. sadece söz ve itikat açısından asabiyet gösterdiği. Ali ailesinin haklarından mahrum edilişi ko­nusuna getirmek zorundaydı.

ikinci durum: Emevilerin gözlerinin Zeyd'i kontrol altında tutması ve hareketlerini amin adım denetlemesidir. Bunların yukarıda anlattığımız kıyama kalkışmasına ve mey-ana gelen hadiselerin oluşmasına neden olan zorluk çıkarmalar izlemiştir.

67- Zeyd, ilmi kaynağından öğrenmek için yola çıktığına göre biz onun hayatını iki devrede inceleyebiliriz:

İlki: Hadis, Kur'an ve Ali Beyt ilmini Öğrendiği dönem. Bu dönem, henüz gençlik

çağının sona ermediği dönemdir.

İkincisi: İnsanların görüşlerini ve yorumlarını, sahabenin haberlerini ve tabiinin al­gılama çağı sona erdikten sonra kaynağından öğrenmiştir. Ve bu dönemde fırkaların esas metodlarını ve akaid ilimlerini tahsil etmeye veya Şehristani'nin dediği gibi teferru­at ilimlerini elde ettikten sonra esas metod ilimlerini öğrenmeye başladı.

Burada müzakere ettiği akaid İlimleri Zeyd zamanında olduğunun aynısı olmasa bile Mutezili görüşleriyle yakınlık gösteren görüşler İçerisinde aşikar ve net bir biçimdedir.

Ancak teferruat konusuna gelince; Mecmu'adlı kitapta Zeyd'in ihtilaf edilen mesele­leri, çağındaki ilim adamlarının bir çoğuyla müzakere ettiğini gösteren belgeler sunul­maktadır. Şimdi burada birkaç ianesini arzedelim:

Evlilikte Küfüv babında şöyle geçmektedir:

"Zeyd b. Ali (as) dedi ki: Araplardan kibir ve gurur sahibi kimselere sorduk ve:

- Bize bir arabm yabancı kadınla nikahlanmasın in helal veya haram oluşunu bildirir misiniz? dedik. Onların bir bölümü helal olduğunu söylerken diğer bir kısmı da haram olduğunu söyledi. Biz:

- Ne dersiniz, bu kadın bir çocuk doğursa onun nesebi sabit olur mu?   . -Evet

- Öyleyse böylesi nikah helaldir. Çünkü haram olsaydı nesebi sabit olmazdı. Peki ne dersiniz o kadının yanma girmeden önce boşasa yarım mehir ödemesi gerekli oîur mu? Veya ne dersiniz, onun yanına girmiş olsa o zaman kadının mihr-i muaccel mi. yoksa mihr-i müeccel mi alması gerekir?

Yine ne dersiniz, eğer bu arap olmayan erkek arap kadını ile beraber olsa bu bera­berlik kadını kendisini Üç talakla boşayan eski kocasına helal kılar mı? Ve yine ne dersi­niz, bu durumdaki erkek mal varlığı olduğu halde vefat etse erkeğin malına kadını varis kılarlar mı? Şuna ne dersiniz, bu kadının evliliğine babası veya kardeşi razı olsa evlilik­leri caiz midir, batıl mıdır?

Bütün bunlar caiz olduğuna göre nikahlan da şahindir."[16]

İşte bu. Afecmu'da aynen geçen münazaradır. Ve Zeyd'in ilmi ile münazara yapmak için ortaya çıktığını göstermektedir. Belki de bu münazara Irak toprağında gerçekleş­miştir. Çünkü Irak fakihleri. Ebu îianife (ra) fıkhının tasvir ettiği gibi evliliğin gereği olarak denkliği şart koşmada çok katı davranan kimselerdir. Nitekim münazaralarında kıyasları delil gösterirken kullandığı ibarelerin aynısını kullanmıştır. Bu ibare de "ne dersin" veya "ne dersiniz" ile söze başlamasıdır.

Hatta Şa'bi onları "ne dersini/ciler" olarak isimlendirmiştir. Şa'bi onların stiline karşı çıkıyordu. O da meseleler üzerinde kıyas oyunları yapmak ve dallandırıp budaklandır­mak, ayrıca meydana gelmemiş meseleleri var farzetmek... Bu, farazi bir fıkıhtır. Bu sözün siyakından anlaşılıyor ki İmam Zeyd (ra)ya onun için hüküm lesbit etmek veya bir delil edinmek için meydana gelmemiş meseleleri var saymak ve dallandırıp 011   k.andırmayı uygun görüyordu. Görmüyor musun, bir sürü varsayımlarda bulundu i nesep konusunda denklik olmasa da evliliğin sıhhatine engel değildir. O, bu da kıyasçılann metodunu kullanıyordu. Onlar ki, diğer meseleleri kıyaslamak için hta kesinlik kazanmış ve karar allına alınmış meseleler arasındaki benzerliği düğüm-r orlardı. Zeyd, evliliğin sıhhatıyla gerekliliğini tam mehrin veya yarım mehrin gerek­liliğine, varis olma veya olmamaya dayandırmaktadır.

^Akdi, evlilik akdi yapılıp Iüzumluluğu da sağlandığı sürece geçerli sayarken, akdin sahih olup, Iüzumluluğu sağlanmayan mertebeleri geçerli saymadı. Acaba Zeyd'in delil çıkarma metodları arasında kıyas da var mıdır? Bu konudaki tartışmayı, temel ilkelerle ilgili görüşünü açıklayıncaya değin erteleyelim.

68- Bu münazara Zeyd'in Irak ehli üe mülakatlarını ve onlarla fıkhi meseleleri mü­zakere etmesini açıklığa kavuşturduğuna göre; küfüv konusundaki tartışmalardan, gerek üzerinde kıyam başlattığı İslam topraklarındaki, gerekse üzerinde ikamet ettiği yöreler­deki; özellikle de nebevi ilmin beşiği sayılan Medine'deki alimlerle sürekli bağlantı içe­risinde olduğunu gösterdiğini anlıyoruz. Bu konuda aşağıdaki metinler sunulmuştur:

"Ebu Halid (Rahimehullah) şöyle dedi: İmam Zeyd'e; Zeyd b. Ali (as)'a birbirine denk kişilerin nikahı konusunda sordum. Aleyhisselam şöyle söyledi: "İnsanların bir kısmı bir kısmına denktir. Arapları Acemlerine, Kureyşlileri Haşimilerine. Eğer İslam'a girmiş ve iman etmişlerse, artık onların dini birdir, bizim lehimize olanlar onların lehi­ne, bizim aleyhimize olanlar onların da aleyhinedir. Kanları aynıdır, dinleri aynıdır, dini görevleri de aynıdır. Bu konularda hiç birisinin diğerine üstünlüğü yoktur. Nitekim Al­lah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: "Putperestleri iman edinceye dek evlendirmeyi­niz." (Bakara 221) Görüldüğü gibi tüm mü'minlerin ister Arap olsun, ister Acem olsun kızlarını, İslam'a girmelerinden sonra bütün eski müşriklerle evlendirmelerine izin ver­miştir. Nitekim köle olmasına rağmen Zeyd b. Harise Kureyş'li olan Zeynep binti Cahş'Ia evlenmiş, Bilal de Abdurtahman b. Avf in kızkardeşi Hale binti Avf ile evlen­miştir. Rasulullah (sav)in kölesi Zurayk ise Beşir b. el-As b. Umeyye'nin kızı Umre ile evlenmiştir. Ayrıca Muaviye'nin kölesi Abdullah b. Ravah, Amr b. Hureys'in kızı üe ev­lenmiş, Ammar b. Yasir (ra) da Amr b. Hureys'in kızkardeşi ile evlenmiştir. Ebu Mih-dam b. Ebi Fukeyhe ise Zühre oğullarından bir kadınla evlenmiştir."[17]

Bu ifade tarzı Zeyd'in sahabi haberleri iîe haşir-neşir olduğunu gösterdiği gibi, riva­yet zincirini Ehl-i Beyt dışından Medineli bir zata muttasıl olarak bağladığına da delalet

mektedir. Şüphesiz bu görüş kendilerinin dışında olan Medine'Ii fakihlerin görüşleri l!e de uyum sağlamaktadır. İşte İmam Zeyd (ra)dan sonra Medine'de imam olan İmam

a 'k de Zeyd'in görüşünü olumlu buluyordu. İmam Malik, hayatının büyük bir kısmında Zeyd'e yetişmiştir. Çünkü İmam Zeyd şehit olduğunda, İmam Malik yaklaşık otuz yaşlarındaydı. İmam Malik de evlilik konusunda dindar olmanın dışında bir küfür ola­mayacağını uygun görüyor, nesep, hürriyet, İslam, mal ve meslek konusundaki denkliği reddediyor, onları muteber saymıyordu. Îbnu'l-Kayyim, Zeyd'in bu görüşü konusunda dinin ruhuna olduğunu söylemiştir.

Bu ifade tarzı birazcık da olsa İmam Zeyd'in Kur1 an lafızlarım anlamdaki metodunun bir bölümünü meydana çıkarıyor. Bunun nedeni umumilik ifade eden bir laf?m nass ola­rak kapsadığı şeylerin tümüne delalet etmesidir. Dolayısıyla İmam Zeyd, Aîlah Tea-la'nın "Putperestleri İman etmedikçe evlendirmeyiniz" kavlim herhangi bir müşrikin müslüman olduğu takdirde bütün mü'minlerin kızlarıyla evlendirilebileceği konusunda genel bir müsaade saymıştır. Bu konuda umumi ifadeyi Allah Teala'nın "evlendirmeyi­niz" kavlindeki hitap bulurken aynı şekilde "müşrikler=putperestler" lafzını da umumi sayarak onu Acem ve Araba şamil kıldı.

Zeyd (ra)in inceleyerek ortaya çıkardığı bir çok hüküm getirmelerini araştıracak olursak Onun ilmi derinlemesine incelediğini ve bu kaynak nerede bulunursa bulunsun ille de onu kaynağından aradığını görürüz. Fıkhı ailesiyle birlikle araştırıyor ve ihtilaf ettikleri hususları da onlarla birlikte müzakere ediyordu. Nasıl ve nerede olursa olsun, hakkı aramaktan vazgeçmiyordu.

69- Bu anlatılanlara göre, gelişme anından itibaren yükünü tek başına sırtlamış oldu­ğu hak yolunda, şehit düşünceye kadar Zeyd'in kamil terbiyesi bütün yönleriyle tamam­lanmış oluyor. Bu davayı taşıma işinde kendisine kıırra, fakih ve muhaddislerdcn oluşan bir gurup dışında hiç kimse yardımcı olmamıştır.

Evet, o bir ilim evinde gelişimini tamamlamıştır. Fakat bu ev, yapısı itibariyle Allah Teala'nmşu sözü üzerlerine tıpatıp uydurulacak kişilerden olacak kadar çocuklarını yu­muşaklık üzerine yetiştirmemişim "Süs içinde yetişi irilip savaşamayacak olanı istemi­yorlar mı?" Aksine üzerinde psikolojik acı etkenlerinin yoğunlaştığı bir evde gelişimini tamamladı ve de sabretti.Kendisine. Ali (ra)in Allah'a ve kadere iman konusundaki şu sözünü örnek aldı: "Eğer sabredersen sen mükafatını aldığın halcie Allah'ın emri uygula­nır. Eğer sabretmezsen sen günahını yüklendiğin halde Allah'ın emri uygulanır." Bu acı­lara sabretmek suretiyle güzel bir davranış sergilediler. Hem de imanlarıyla, hak ile ve nesepleri sayesinde yücelerek kendilerini Nebi Aleyhisselam ile Hz. Ali'ye nisbet edil­me mertebesinden tenzil edecek davranışlardan uzak. onurlu kişiler oarak yaşadılar. Sa­bır üzere yetiştirilmenin özelliklerinden birisi, yetişmekte olan kişinin iradesinin güçlü, kararlılığının da keskin olması, zorluk ve baskılarla feryadu figan etmeden tahammül göstermesidir.

Zeyd, iyiyi kötüden ayırdedebilecek yaşa geldiğinde iîmi, çok değerli babalarının ağızlarından aldı. Gelişimi en kamil düzeye geldiğinde hem Ehli Beyt'in, hem de onların dışındaki alimlerin peşinden ayrılmadı. O ilmin beşiğinde; Medine'de yaşıyordu. Orası Rasulullah (sav)in şehri, vahyin indiği yer, sahabenin ikametgahı, islami ilimlerin dolup taştığı ve İmam Malik'in, halkının yaşayışını dinde hüccet saydığı yerdir. Zeyd (Allah ondan ve ehlinden razı olsun) olgunluk çağına gelince kimden ve nasıl olursa ol­sun, ilim arzusu içerisinde bütün yörelerde mekik dokumaya başlamıştır. [18]

 

Yaşadığı Dönem

 

70- İmam Zeyd'in dönemi Emevi dönemidir. O, bu dönemin en hareketli zamanında doğdu. Emevilere karşı kalplerin kenetlendiği, öfke ve kin üzerine durulduğu bir esnada ise öldürüldü. Onun öldürülüşü, sıkı güvenlik tedbirlerini almayı gerekli kılacak derece­de öfkeyi şiddetlendirdi. Sonra peşinden eylem ve saf dışı bırakma hareketleri meydana geldi. Sonra da intikam, onların tepesine kendileri gibi davrananları indiriverdi. îşte on­lar Abbasilerdir. Bu konuya daha önce değindik.

Emevi dönemi, Beyt-i Nebevi açısından psikolojik acılar dönemiydi. Ehl-i Beyt'ten olan bu değerli insanlar o acıları, ilme yönelmek, sünnetleri canlı tutmak, ders vermek, halkın durumunu muayene ve tahkik etmek suretiyle tedavi ettiler. Bir sürü gerçeklerle İslami düşüncenin yardımına koştular. Bu esnada diğer büyük İslam şehirlerindeki İsla­mi topluluklarla bağlantı kurdular. Bunun nedeni, onların Medine'de oturmalarıydı. Müslümanlar onları ziyaret edip, ilim pınarlarından yudumlamak için birçok bölgeden heyetler halinde yanlarına geliyorlardı. Ravza-i Şerifi (Salat ve selamın en değerlisi onun sahibi üzerine olsun) ziyaret için geldiklerinde Ehl-i Beyt'in ilimleri yaygınlaşıyor ve sadece ilimle etki alanları genişliyordu.

Şüphesiz acılarında Ehl-i Beyt'e birçok müslüman ortak oluyordu. Birçok insanın kalbi acıların şiddetlenmesi karşısında burukluk hissediyordu. Samimi bir imana sahip hangi müslüman Hz. Hüseyin (ra)ın şehadetinden ve Yezid b. Muaviye'nin Medine'de ona ve ailesine yaptıklarından hoşlanır? Ensar kadınları ve çocukları Hz. Hüseyin'i de­ğerli bir inci addediyorlardı. Acılar mü'minlerin kalplerine sirayet ediyordu. Madem ki *ou hal Hüseyin'i ısındıramadı, aksine nefret ettirdi; bu acılar, uzayıp gitmeler nedeniyle müslümanların gönlünü de ısındirmamalıydı. Fitneler bu dönem boyunca harekete geçe­cek, kesilen ağaç dal-budak salmıştı ve ebedi olarak eski durumuna dönemeyecekti. Gerçekten fitneler başlangıçta şiddetli, güçlü ve azgın olarak başladı. Bir taraftan Hari­cilerin fitneleri, diğer taraftan Emevi saltanatından kıvranan bir kısım insanların fitnele­ri, nihayet İbn Zübeyr ve Muhtar es-Sakafi'nin kıyam hareketi ile... Fitneler ancak Ab-dülmelik b. Mervan saltanatının son yarısında dindi. Fakat bu defa aleni kıyam hareket­lerinden gizli gizli toparlanmaya dönüştü. Bunun için araştırmacılar, Abbasi saltanatının varlığıyla sona eren muhkem toparlanmaların Arap azgını Haccac b. Yusuf es-Sa­kafi'nin hayatında yeniden başladığını söylemektedirler. Haricilik hareketleri, ancak da­ha sonraları herşeyin üstesinden gelen, Emevi saltanatlarından hiçbir eser koymayan insanların hatıralarında kalanların dışında hiçbir iz bırakmayan yıkıcı bölük pörçük hare­ketler biçiminde zuhur ettiği için dinebildi.

71- Emevi döneminin mevcudiyeti, gerek siyasetle ve gerekse akaidde dini fırkala­rın, ayrıca fer'i meselelerle ilgili İslami mezheplerin varlığıyla beraberlik arzef m ektedir. Özetlersek görürüz ki, Emevi döneminde daha sonraları îslami ilim hareketinin üzerine yapılanacağı tohumlar bulunmaktaydı. Nitekim ilimlerin tedvini ve teme! ilkelerinin ko­nulması bu dönemde başladı. Nahiv, aruz, fıkıh ve akaid ilimlerinin ortaya çıkması, bir de soyutlanmış siyasi düşünceler yine bu dönemde başladı.

İşte İmam Zeyd, bunların hepsiyle birlikte yaşadı. Bu konuda kendisine düşen en bü­yük payı aldı. Böyle bir İslami yapılanmaya da katkıda bulundu. O'nun gerek siyasette ve gerekse akaid ilimlerinde içtihatları vardır. Yine bundan başka kendisine ait bir fıkıh mezhebi vardır. Zeyd'in ilmi, kendi çağı içerisinde fikri yapısının oluşumunda cevabım arayıp bulduğu şeylere çağının kendisinden aldıkları ile çağma verdiklerini de ekleyerek atası Ehl-i Beyl'ten miras olarak aldıklarından ibaretti.

Dolayisıyle kısa, Öz ve açıklayıcı bir ifadeyle Emevi dönemindeki siyasi durumdan, o dönemdeki akaid fırkalarından, ayrıca çeşitli İslam mezheplerinin gelişiminden birkaç söz etmek üzerimize borç olmaktadır. [19]

 

Siyasi Durum                                          

 

72- Emevi Devleti, İmam Zeyd'in dedesi Ali (kv) ile Muaviye b. Ebi Süfyan arasın­da, hilafet çevresinde meydana gelen, kanını yerden kaldırmaya tek yetkili kendisini sa­yarak Hz, Osman (ra)m kanını istemesi, Ali'yi onu katletme işine yardımcı olmakla, ka­tillerin Ali'nin ordusu içerisinde bulunduğu ve kısas almaya yanaşmadığı ile itham et­mesi şeklinde Muaviye tarafından başlatılan tartışmalardan sonra kuruldu. Tartışmalar durumdan duruma, çeşit çeşit pozisyonlara büründü. Çünkü savaş Muaviye ve ordusunu darmadağın ettiği ve herkesin Muaviye ordusunun saldırgan bir ordu olduğunu, kesin sonlarının geldiğini apaçık bir şekilde anladığı sırada Ali'nin kalkıp iki hakemin hakem­liğini kabulünden sonra hemen ikisi de hakemlerin karar vermesi olayına başvurdular. Ali bu kararı istemeye istemeye kabul etmişti.

Nihayet bu konudaki son durum hile olayının gerçekleşmesi noktasına vardı. İşte tam o sırada Muaviye kendisini tek yanlı olarak halife ilan etti. Böylece Ali (kv) ile Mu­aviye b. Ebi Süfyan arasındaki sürtüşme bir haricinin Hz. Ali (ra)ı katletmesi ve Hasan b. Ali (ra)in Muaviye ile andlaşma yapmasıyla sona erdi. Kılıçlar kısa bir süre kınına girdiyse de, daha sonraları en şiddetli ve en çetin hareketler ortaya çıktı. Çünkü Mua­viye, oğlu Yezid'i veliahd ilan etti. Oysa Yezid, ahlak ve dindarlıktan nasibini almış bir kişi değildi. Bu durum, İslamî değer yargıları karşısında garip bir hadise olarak nitelen­diriliyordu. Dolayısıyle mü'minlerin önder şahsiyetleri bu durumu Muaviye'nin din içerisine soktuğu bid'atlerden saydılar. Hilafette Hz. Ebubekir'in Hz. Ömerb. Hattab'i aday oöstermesini kendisine model seçtiğini ileri sürdü ise de böyle bir kıyaslama geçersiz-H-r Çünkü Hz. Ebubekir. oğlu Abdurrahman veya diğer çocuklarını değil aksine Nebi (sav)in danışmanlarından birisi olan zatı hilafete aday göstermişti.

Bu iki olayı birbirine bağlayacak gerek uzak gerekse yakın hiçbir benzerlik yoktur. O zat, Allah'ın onun eliyle hak ile batılı ayırdettirdiği Faruk'tur. Yine o, hakkında Nebi (sav)in:

"O, İslam'da hiçbir kimsenin taklidini yapamıyacağı emsalsiz bir dahidir." buyurdu­ğu bir kimsedir. Yine başka bir hadisinde Aleyhisselatü vesselam onunla ilgili: "Allah, hakkı, Ömer'in kalbi ve dili üzerine nakşetmiştir." buyurmuş, yine onunla ilgili olarak Aleyhisselam: "Ömer'in yürüdüğü geniş yolda şeytan yürüyemez." demiştir. O halde bu iki hilafete aday gösterme biçimi arasında nasıl tam bir kıyas oluşabilir? Aksi halde bu, birkaç sözcük ve kavramın siyasi bozgunculuğundan ibaret kalır.

Hasan'ül-Basri hazretleri de gerek bu konuda ve gerekse diğer alanlarda olsun, Mua­viye b. Ebi Süfyan'm kendi uydurduğu bidatleri kastederek şöyle demiştir: "Muaviye'de dört haslet vardır ki. değil hepsi, yalnız bir tanesi bile büyük günah olarak kendisine ye­ter: Bu ümmetin karşısına sefihler takımını çıkarması. Hatla kendileri ile istişare etme­den milletin başına onları dikmesîdir. Diğeri, Yezid'i halifeliğe aday göstermesi. O, içki-ci ayyaş, ipek elbise giyen, tambur çalan birisiydi. Bir diğeri, Ziyad'ı kendisine kardeş edinmesidir. Halbuki Nebi (sav) şöyle buyurmuştur: "Çocuk babaya aittir. Zina çocuğu için haklardan mahrum edilme vardır." Sonuncusu da Hucr b. Adiy'i katlettirmesidir. Vah,Hucrb.Adiyvah!”[20]

73- Muaviye'nin uydurduğu böyle bid'atlere halkın gönlü yatmadı. Bu bid'atler saye­sinde kökünde meşveret olan nebevi hilafete dayalı İslam'ın devlet başkanlığı ilkesini beraberinde kasırgalar ve zulüm rüzgarları getiren saltanat ilkesiyle değiştirdi. Böylece Nebi (sav)in önceden haber verdiği meydana geldi. Çünkü Aleyhisselam şöyle buyurdu: "Benden sonra hilafet otuz yıldır. Daha sonraları zulümden ibaret olan hükümdarlığa dönüşür."

Muaviye üstün zekası ve saltanatını yerleştirmesiyle hiç kimseye alenen zikzak çiz­mek ve başkaldırdığı tahttan indirmesi imkanı tanımadıysa da, bu başkaldırma hareket­len kendisinin ölümüyle hemen ortaya çıktı.

Böylece İslam toplumunda çok büyük patlamalar meydana geldi. Medine, bünyesin­de bulunan Muhacir ve Ensarlarla birlikte ayaklanırken, Hüseyin b. Ali de Irak halkıyla inikte kıyam etti. Ve bunun için Yezid'in karekteriyle aynı karakteri taşıyan Emevi ku­mandanları kolıarı sıvadı. Durum hemen Emeviler ve komutanları tarafından herhangi u" hürmetin gözetilmediği savaşa dönüştürüldü. Hatta Hüseyin b. Ali facir bir çete tara-fından katledildi. Beraberinde Al-i Beyt'ten on küsur kişi de katledildi. Ve Nebi (sav)in Al-i Beyt'inin hanımları esir veya gözaltında tutularak Yezid b. Muaviye'ye götürüldü. Onlara ikramda bulunduğu söylenir. Belki de bu manzara İslami eğilim uğranda değil, Arap milliyetçiliği sloganları uğrunda oluşmuştur. Çünkü Emevı kumandanları Yezid'le birlikte Abdu Menaf uğrunda bir araya gelmişlerdi.

İşaret ettiğimiz gibi Medine ayağa kalktı. Nihayet Yezid tarafından daha şiddetli ve daha bozguncu bir tavır meydana geldi. Muhacirlerin ve Ensar'm çocuklarından esir olanlar kendisine sevkedildi. Böylece bu çirkin işler birbirini kovaladı. Müminlerin kalpleri olayları çok çirkin karşılamış ve bu zalimlere karşı beslenen kin üzerine kurul­muş iman ile birlikte burkulmuştu. Nitekim Hasan-i Basri, Muaviye'nin nesebi itibariyle evlatlığına aldığı Ubeydullah b. Ziyad'm askerleri tarafından Hz. Hüseyin'in katledilişi haberi kendisine ulaştığı saatte şöyle dedi: "Vah, yazıklar olsun!! Bu ümmet nelerle kar­şılaştı! Bu ümmetin evlatlığının oğlu, Nebisinin oğlunu öldürdü. Ey Allah'ım sen onu görüyorsun. "Zulmedenler hangi akıbete döndürülüp yıkılacaklarım yakında bilecekler­dir, " (Şuara 227)

74- Sürekîi kanlı bir şekilde devam eden olaylar barbarca Önlemlerle bastırılıp yatış­tırıldı. Fakat bu yatışma, alevleri gözükmeyen ve dumanı belli olmayan, korlaşmasının kuvvetiyle kalpleri eriten kor haline gelmiş ateşin yatışması gibiydi. Dolayısıyle Yezid b. Muaviye'nin helakinden sonra bir kısım islami yöreler Emevi hakimiyetinden çikü. Abdullah o. Zübeyr Hicaz'ı, Muhtar es-Sakafi de Irak'ı istila etti ve Hüseyin (ra)ın kati!-Ierini titizlikle araştırdı. Ali soyunun düşmanlarıyla savaştı. Açıkta kalıp, gömülemeyen ölülerin sayısını artırdı. Hz. Hüseyin'e karşı savaşa katılıp da öldürülmeyen kimse bilin­miyordu. Arap kabilelerinden ücretle asker tutmasına rağmen bu bile kendisini ölümden kurtaramayan Abdullah b. Ziyad da öldürülenler arasındaydı. O, cennet ehli çençlerinin iki efendisinden ikincisi olan Hz. Hüseyin'in katledilmesi olayındaki askerlere komuta -■ eden kişiydi.

Müslümanlar arasındaki muharebeler, Abdullah b. Zübeyr ve Abdülmelik b. Mervan arasındaki savaşa gelip çatıncaya kadar devam etti. Bu durum, Süfyanoğullan devleti­nin, Hz. Hüseyin'in katledilişinin uğursuzluğu sonucunda silinip gitmesinden sonra Mervanoğullan devletine dönüşmesiyle sonuçlandı.

Daha önce Muaviye'nin Ziyad b. Ebihi'yi üzerlerine musallat etmesi gibi bu defe da Abdülmelik Iraklıların üzerine Haccac b. Yusuf es-Sakafi'yi musallat kıldı. Haccac, ceb­bar ve kaskatı bîr kimseydi. Eğer sabır gösterilip öldürdükleri sayılacak olursa yüz yirmi bine ulaştığı görülür.

Şüphesiz bu katılık neticeye ulaşmıştı. O da, fitne hareketlerini daha ortaya çıkma­dan bastırmasıdır. Ancak şu iki hususun ortaya çıkmasına engel olamadı:

Onlardan birincisi: Haricilerin ayaklanmasıdır. Nitekim onlar Emevi devleti için korkutucu bir güç idiler. Onların üzerine Emevileri Muhalleb b. Ebi Sufre ile saldırın. Onların önde gelenlerini ortadan kaldırdı ve böylece güçlerini zayıflattı. Lakin kangren olmuş çıbanlarını kökünden silip süpüremedi.

İkincisi: Kalplerin kinleri ve iman ehlinin EmeviJerden nefretidir. Hatta onlar, Hac­cac ve maiyyetindeki valilerin hükümranlığını Allah'ın bir imtihanı ve imanlarını sına­ması olarak kabul ediyorlardı. Hele de birçokları bunu Ehl-i Beyt yardımdan yan çizme­leri ve Emevilerin Hz. Hüseyin (ra)'a karşı üstünlük sağlamalarından dolayı kendilerine Allah'ın verdiği bir ceza addediyorlardı.

75- Hz. Ali'nin makam ve şahsiyetini rencide etme girişimleri devam ettiği sürece Emevilerin ileri gelenlerine karşı müslümanlann kalplerindeki kin de artıyordu. Bu ren­cide ediş, onların din: anlayışlarıydı. Bu konuda Süfyanilerle Mervaniler birbirini arat-.

mıyordu.

Muaviye İslam'da çok iğrenç bir gelenek ihdas etmişti. O da minberlerde cuma hut­belerinden sonra hidayet rehberi îmam Ali b. Ebi Talib'e lanet okumasıydı. Bu konuda tarihçilerin bir yığın haberleri bize ulaşmıştır. Bu haberleri İbn Cerir tarih kitabında bah­sederken, İbnü'I Esir ve diğerleri de zikretmişlerdir. Nitekim hayatta kalan sahabilerin (Allah onlardan razı olsun) müttakileri onu bu iğrenç davranıştan, hatta bu büyük suçtan nehyetmişlerdi. Bunlar arasında Rasulullah (sav) in hanımı ve mü'minlerin anası Ümmü Seleme de vardır: Metni aşağıda sunulan mektubu ona göndermişti:

"Şüphesiz siz minberleriniz üzerinde Ali b. Ebi Talib ve sevenlerini lanetlemenizle Allah ve Rasulünü lanetlemiş oluyorsunuz. Şehadet ederim ki onu hem Allah, hem de Rasulü severdi." Fakat Muaviye onun bu sözüne hiç iltifat etmedi ve azgınlığında de-vam etti. Bu tutum Emevi saltanatı boyunca sürdü. Ancak adil hükümdar Ömer b. Ab-dülaziz (ra)ın kısa hükümranlığı döneminde ortadan kaldırıldı. Nitekim onun idaresi, Emevi hükümranlığının ortasında, tıpkı siyah bir sayfanın ortasındaki beyaz nokta gibi­dir. Evet, bu davranışı ancak o ortadan kaldırdı ve yerine: "Muhakkak ki Allah adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar." (Nahl 90) ayetini koydu. Lakin ondan sonra gelen diğer Emevi hükümdarları aynı iğ­rençliği minberlere iade ettiler. Kuvvet ve hükümranlık yalnız Allah'la içindir.

76- İşte bu öğrençlik mü'minlerin kinlerini arttıran bir etkendi. Bu durum karşısında, kalplerini hakim kişilerin ve dünya ehlinin sultası altına serenlerin dışında hiçbir müslü-man rızasını ilan ederek hoşnutluklarını belirtmiyorlardı. Zaten bu insanlardan doğru bir iş beklenemez ve hiçbir zaman Allah'a yönelmezler.

Psikolojik işkence o kadar arttı ki, valiler yaptıklarının selameti konusunda dini açı­dan kendilerini şüphe içerisinde gördüler. Özellikle adil Ömer b. Abdülaziz'in, hayasız­lıkları halkın gözü önünde zuhur eden ve geçmişlerinin gizlediği gibi bu fiillerini gizlemeyen yöneticileri görevden uzaklaştırmasından sonra.

Bu konuda rivayet olunur ki. Amr b. Hubeyre vali olarak Irak'a ilk geldiğinde Ha-san'ül-Basri ve Amr eş-Şa'bi'yi huzuruna çağırdı ve o ikisine şöyle söyledi: "Allah sizin işlerinizi düzeltsin, şüphesiz em inil-mü'm inin Yezid b. Abdülmelik bana uygulamasında halkın gözünden düşeceğimi iyi bildiğim emirnameler yazıyor. Eğer itaat edersem Al­lah'ın gazabından korkuyorum; itaat etmediğim takdirde de hükümdarın hışmından emin değilim. Bu konuda bana ne dersiniz?" Hasan Şa'bi'ye:

- Ya Ebu Arnr. Emir'e cevabı sen ver, dedi.

Amr, konuşmasında emire karşı yumuşak ifadeler kullandı. İbni Hubeyre'nin arzusu doğrultusunda kürek çekti. Fakat İbn Hubeyre Hasan'ın konuşmasını dinlemeden tatmin olmuyordu. Ve dedi ki:

- Ey Ebu Said sen konuş. Hasan:

- Şa'bi'nin söyledikleri yetmedi mi? İbn Hubeyre:

- Peki sen neler söylersin? Muttaki nasihatçı:

- Vallahi ben derim ki, Allah'ın meleklerinden kaskatı, taş yürekli ve Allah'ın emirle­rine asla isyan etmeyen bir melek senin tepene biner ve hemen seni şu sarayının genişli­ğinden çıkarıp kabrinin darlığına sürükler. İbn Abdülmelik sana zırnık fayda sağlaya­maz. Ben umuyorum ki Allah seni Yezid'den kurtarır ama, Yezid seni Allah'tan kurtara­maz. Ey emir, Allah'tan kork sen. Kuşkusuz sen, Yezid'e gösterdiğin itaatin en çirkini üzerindeyken. Allah'ın sana hışmedici bakışla bakmasından ve rahmet kapısını üzerine kapamasından emin olamazsın. Bilesin ki ben seni Allah Sübhanehu ve Teala'nm "İşte bu, makamımdan korkan ve tehditten sakınan kimselere hastır" (İbrahim 14) buyurur­ken korkuttuğu şeyden korkutuyorum.

Eğer sen taatım göstererek Allah'la birlikte olursan, Allah seni Yezid'in şerlerinden kurtanı- ama Allah'a isyan ederek Yezid'le birlikte olursan, sana hiçbir fayda sağlayamı-yacağı bir yerde seni Yezid'e terkeder."

77- Emevi saltanatı, her ne kadar kumandanlarının elleriyle yüce Allah islami fetih­ler icra ettiyse de, yine de siyasi sertlikle damgalanıyor, bu yönetim halkı yöneticiler karşısında ancak onların arzularına uygun olan görüşleri açığa vurmaya zorluyordu. Va­lilerin ve yöneticilerin yaptıkları işlerin hepsini kutsal saymaya yönlendiriyordu. Hatta kendilerinden Allah'ın halifeleri olarak sözettiriyorlar ve öyle ki, Haccac b. Yusuf es-Sakafi gibiler konuyu daha ileri boyutlara götürerek soruyorlar: "Hangisi daha hayırlı; Allah'ın halifesi mi, yoksa Allah'ın Rasulü mü?.." Eğer bunu söylemişse Allah ona lanet etsin. Şüphesiz Abdülmelik b. Mervan'm Beytullah'ta hacılar yığın yığın toplanmışken haykirarak söylediği şu: "Her kim bana Allah'tan kork derse, boynunu vururum." cümle­si Emevi oğullan hükümdar ve valilerinin şiarıydı. Ey Allah'ım, bu zifiri karanlığın içe­risinde şimşeğin hafif çakması gibi olan adil devlet adamı Ömer b. Abdülaziz'in kısa dönemi dışındakilere ne diyeyim ki..?

Bu vakıa ve sözlerin şüphesiz gönüllerde bıraktığı derin izleri vardır. Çünkü yöneti­ciyle yönetileni birbirine bağlayan sıcak ilgi kesik kesik olmuştur. Biri diğerine ıslah ve irşadedici rehber bakışıyla değil, pusuya yatmış hışmın bakışıyla bakıyordu. Gerçi bazı yöneticilerin davranışlarında iyileşme var idiyse de. onlar da bir diğerine güven verici bir bakışla değil, şüphe uyandırıcı nazarla bakıyorlardı. Bu durum, hükümdarların yö­neldiği bütün ıslah ediş çalışmalarında mevcuttu.

78- Gerçekten dünyanın gerek doğusunda: gerek batısında müslümanlann elde ettiği hayranlık uyandıran zaferler de olmasaydı, halkın düzeni hemen bozulacaktı. Demek ki bu zaferlerin, mü'minleri istemiyerek de olsa susturacak şahane yönleri vardı. Kuteybe b. Müslim'in askerlerinin Çin surlarını dövdüklerini, mücahid ve fethedici olarak yolla­rına devam ettiklerini duyarken hiçbir mü'min kendisini dağınıklığa iter mi?

İşte bu yüzden inanç ehli suskun kaldı, yatıştı, fitne hareketlerinin depreşmesine ve. kalplerdeki kinlerin artmasına engel oldular. Yine bu yüzden harpler yatışıp Emevi asrı­nın sonlarına doğru fetihler tamamen durunca kinler canlılık kazandı ve Emevi ailesinin ocağım temellerinden söküp götürdü.

Evet, değişmeyen ilmi gerçeklerden birisi, kuşkusuz bu zaferlerin, halkın ehliyetli olmasalar da yöneticilerin etrafını çepeçevre sarmalan üzerinde etkisinin bulunmasıdır. Zaferler, kendisinde silah taşıyabilme gücü bulanların, bu gücünü dış düşmanlara karşı cihad yolunda kullanmalarım teşvik ediyordu. Vahameti ve tehlikesi daha az olmamakla birlikte bu silahlan ülke içerisindeki cihadlarda kullanmayı düşünmekten alıkoyuyordu. Bilakis Nebi (sav) berikinin daha faziletli olduğunu' açıkça belirtmiş ve şöyle buyurmuş­tur: "Mücahidlerin en faziletlisi Harriza b. Abdülmuttalib ve hak kelamını zalim sultanın karşısında haykırdığından dolayı sultanın katlettiği adamdır." [21]

 

Emevi Mezaliminin Etkileri

 

79- Vakıa ve olayların değil de, ilimlerin ve mezheplerin tarihini yazan teorik bilim araştırıcısı, vakıaların görüşler üzerindeki etkisiyle görüşlerin vakıalar üzerindeki etkisi­nin dozajını iyice tanımaya özen gösterir. Biz de görüşlerin vakıaları yönlendirdiğini ve vakıalann da yeni yeni görüşleri ortaya çıkardığını görmekteyiz. Nitekim Hz. Ali ile Muaviye arasındaki tartışma, Muaviye'nin Hz. Ali Radiyallahu Anh ve Kerremellahu Veche'ye biat edilmesini tanımamasına dayanıyor. Çünkü Hz. Ali (k.v)ye biat edenler, yalnızca Medinelilerdir. Şam'da bulunan sahabe ve tabiin ona biat etmemiştir. Çatışma, "acaba yalnız Medineliler mi biat etme hakkına sahiptirler?" sorusunu ortaya koydu.

Çünkü Medine İslam'ın özdiyarıydı ve sahabenin çoğunluğu ile en eşsiz tabiin de oradaydı. Ama bir kısım sahabi oradan aynlmış, diğer şehirlerdeki başka insanlarla kanşmışlardi. Öyle ki, anık onlan başkalarından ayırdedip, berikilerin oy kullanma hakkı var da, komşu olan diğerlerinin hakkı yok demek mümkün değildi. Bununla birlikte me­kana göre ayrım yapmak, şahıslara göre ayrım yapmaktan daha uygun düşüyordu. Çün­kü Hz. Ebubekir (ra) Hz. Ömer (ra) ve Hz. Osman (ra)'a biat etme işi yalnız Medinelile-rin biat etmesiyle tamamlanmıştı. Muaviye, isyan bayrağını açmasına, seçme ve seçilme işinin hem Medine'li, hem de diğer büyük şehirlerin halkına ait olduğunu neden gösterdi ve seçilebilmesi işinin İslam ülkesini oluşturan tüm şehirlerdeki arap vatandaşların katı­lımıyla tamamlanmadiğı sürece Hz. Ali'nin iktidar sahibi olamayacağını da belirtti. Fa­kat bütün bu nedenlerin gösterilmesi, otoriter alimlerce Muaviye'nin "bağ'" olarak gös­terilmesinde oybirliğine varmalarını engelleyemedi.

Rivayet olunur ki, Nebi (sav) Ammar b. Yasir'e şöyle demişti: "Seni bağı bir gurup katledecek" Nitekim O'nu, Muaviye ve maiyyetindeki bir gurup katletmiştir. Bu konuy­la ilgili diğer bir rivayette de Ammar'ın katledilişi olayının savaşan iki karşı gurubun or­taya çıkmasında etkin olduğunu belirtilir. Takva sahibi, sade davranıştı ve güvenilir in­san Hz. Ali, bu olaydan sonra kahramanca savaş alanına atıldı. Çünkü, kendisinin adil olduğu, hasmının ise bir "bağî" olduğuyla ilgili hadisin doğruluğu gerçekleşmişti. Bun­dan dolayı yalnız başına ayaklanmış ve darbe indirmişti. Saflar, İslam kahramanı ve Hayber'de sancağı taşıyanın huzurunda öyle sıralanmışlardı ki, Muaviye kınından sıyrıl­mış Allah'ın kılıcı karşısında kaçmayı yeğlemişti.

Ancak Ammar'ın katledilişinin Muaviye'nin askerleri üzerindeki etkisi, tam tamına perişanlıktı. Hadis-i şerif Muaviye'ye aktarılınca, hadis-i şerifi akılların iğreneceği hasta denecek kadar fasit bir te'ville yorumlayarak şöyle dedi: "Onu ancak elçi olarak gönde­ren kişi katletmiştir."

İşte bu, görüşlerin vakıalar üzerindeki etkisinden bir tablodur. Vakıaların görüşler üzerindeki etkisine gelince, o da, Emevi mezaliminin etkilerinde, nasihateilerin nasihati­ne, ayıplayanlann ayıplamasına kulak asmamalarında ve takva kelimesini herhangi biri­nin kendilerine yöneltmesini menetmelerinde açığa çıkmaktadır. Oysa ki her mü'min İs­lam'ın hükmü gereği olarak o kelimeye tutunmaya kendisini zorlamıştır.

İşte vakıaların görüşler üzerinde etkili olmasının eserlerinden birisi, İslami fırkaların hilafet konusunda bazen ılımlı görüşlere, bazan de çarpık düşüncelere davet etmeleri bi-çimende olmasıdır,.

Bu gibi görüşler üzerinde vakıaların etkili olmasının Örneklerinden birisi olarak bu zifiri karanlıkların ortasındaki Ömer b. Abdülaziz asrının mevcudiyetini saymamız isa­betli olur. Şüphe yok ki Ömer b. Abdülaziz insanları, zulümle vahşileştikten sonra ada­letle ünsiyet ettirdi. Böylece birçoklarını -özellikle daha sonra gelip, insanların huku­kunu son derece küçümseyenleri- kendi ölümünden sonra bu politikada değişiklik yap­manın gerekliliğine de yönlendirdi.

İmam Zeyd (ra)m Ömer b. Abdülaziz döneminde yaşadığını hesaba katmamız gere-

kir. Zeyd, o dönemde güçlü, yiğit bir gençti. -Şöyle böyle yirmi dört yaş dolaylarmdaydi. Fikri ve akli yapısının en üst düzeyine ulaşmıştı. Gerek görüşlerinde, gerekse yönelişle­rinde bağımsız düşünceli bir insan olmuştu. Zeyd (ra)ın Ömer b. Abdülaziz döneminde eördüğü apaçık bir adaletin, onun siyasi düşüncesinin teşekkülünde etken rol oynaması kaçınılmazdır. [22]

 

EMEVİLER DÖNEMİNDEKİ SİYASİ FIRKALAR

 

80- Her ne kadar tohumları bu dönemden çok öncelere uzanıyorsa da, siyasi fırkalar Emevi döneminde ortaya çıktı. Gerçek şu ki, bu tohumlar İslam'ın Sıddîki Ebubekir'e halifelik konusunda biat edileliden beri yeşermişti. Çünkü sahabe arasında Hz. Ali'nin daha faziletli olduğu görüşünde olanlar vardı. Zübeyr b. Avvam, Mikdad b. Esved ve Ammar b. Yasir bunlardandı. Lakin bu eğilim tarihin dalgalanmaları arasında gizlendi. Ayrıca iki büyük otoriteler Ebubekir ve Ömer'in sergilemiş oldukları göz kamaştırıcı ça­lışmalar bu eğilimleri rafa kaldırdı. Onların halifelikleri, İslam'ın saygın kalesiydi. Son­raları bu eğilimler Zinnüreyn Osman b. Aftan döneminin sonlarında gUnyüzüne çıktı.

Bu dönemde H?. Ali (k.v)'ye aşırı bağlılık düşünceleri ile onun dönemindeki şialaş-maya karşıt görüşler şiddetlendi ve billurfaştı. Bunla" arasında yoldan sapanlar ve annesi siyah bir cariye olduğı için kendisine Abduilah b. es-Sevda'da denilen Abdullah b. Se-be' taraftarları gibi İslam'ın ağır sorumluluğunu üzerinden atanlar da vardı. Nitekim Ab­dullah b. Sebc', Osman (ra)ın yönetimine karşı koymaya teşvik edicilerin lideriydi. Bu Abdullah, îlah'ın Ali (kv) nin şahsiyetine hulul ettiği sapık görüşünü ileri sürüyordu. Ayrıca hem Nebi (sav)in, hem de Ali (ra)in tekrar geri döneceği iddiasında bulunuyor­du. İmam Ali (kv) katledildiğinde, onun öldüğünü inkar etti ve değerli başını bir kese içerisinde kendisine getirseler bile, onun hayatta olduğuna karar verdi.

Bunlar arasında kendisine "öurabiyye" adı verilen diğer bir fırka vardı ki risaletin Ali'ye ait olduğunu, Cebrail'in hata edip, Muhammed (sav)e getirdiğini, bu durumun, tıpkı karganın kargaya benzemesi gibi Nebi ile Ali arasındaki tam bir benzerlikten mey­dana geldiğini iddia etmişlerdi. Böyle bir sözü hiçbir vakıa teyid etmez. Böyle bir dü­şünce İslam'ın dışına çıkmaktır. Çünkü bu, Nebi (sav)in peygamberliğini inkar ve Allah Teala ile meleklerinin hata edebileceği anlamını taşımaktadır.

Birinci grup, ittifakla kafirdir. Çünkü ilahhğın insana hulul edebileceğini iddia et­mektedir ki, bu şirktir. Nitekim bu sözlerin bir kısmı Hz. Ali (ra) döneminde ortaya çık­mış, Ali derhal onların idamını düşünmüşse de, bu işi tamamlayamamıştır.

Müslümanlar arasında hiçbir önemi olmadığı için, bunları ve bunların düşüncelerini bir kenara iterek, İslam fırkaları veya İslam mezhepleri üzerinde konuşalım.

Nitekim Şia'nın karşısında, hilafetin tamamen Kureyş'e ait olduğunu inatla savunan­lar vardı ki, onlar Haricilerdir. Hariciler arasında da, vasat dvşünen bir topluluk vardı. Şiiler de bizzat şiilik konusunda derece derece idiler. İşte İmam Zeyd, bütün bunlara çağdaş olmuştur. Genel olarak Irak'a özel olarak da Basra ve Kûfe'ye yaptığı çeşitli yol­culukların da gösterdiği gibi bunlarla uzun mücadeleler vermiştir. Şu anda, İmam Zeyd'in görüşlerini ve bu görüşler arasındaki konumunu anlayabilmemiz için, bu fırka­ların her biri üzerinde kısa açıklamalarda bulunmak üzerimize borç oldu. [23]

 

A-ŞİA

 

81- Şia mezhebinin temel dayanağı, İbn Haldun'un Mukaddime'sinde zikrettiği şu husustur: İbn Haldun şöyle diyor: "İmamet, ümmetin görüşüne sunulan ve iktidar sahi­binin, ümmetin tayin etmesiyle belirlendiği mesalih-i ammeyi ilgilendiren bir oiay de­ğildir. Aksine o, dini ilgilendiren bir rükün ve İslam'ın değişmez ilkesidir. Hiçbir Nebi onu ihmal edemez ve ümmetin re'yine havale edem ez. Bilakis onlara bir imam tayin et­mesi zorunludur. O imam da büyük ve küçük günahlardan masum bulunur."

Tarih filozofunun görüşü bu. Fakat bunu genel ilke haline getirmek, beraberinde bir kısım yanlışlıklar getirebilir. Bu yanlışlık, İmam Zeyd ve taraftarlarının İmamın masum oluşuna dair hükmü ortaya koymamaları ve ümmetin imamet için seçmiş oldukları kişi­yi tayin etmelerine engel olmamalarıdır. Dolayisıyle İmam Zeyd (ra) ileride açıklayaca­ğımız şekilde daha az faziletli (mefdul) olanın imametini caiz görmektedir.

Her ne kadar İbn Haldun'un genellemesinde doğruluk payı varsa da-ki Şia'ya göre Ali b. Ebu Talib (ra)ın Nebi (sav) tarafından seçilen bir halife olduğu, üzerinde görüş birliğine varılan hususlardandır- lakin İmam Zeyd, ileride açıklayacağımız ve işaret ede­ceğimiz gibi imamın şahısla değil, vasıfla tarif edildiğini, Nebi (sav)in Ali'nin imamlığı­na işaret etmesinin başka birisinin seçilmesini engellemediği görüşünü taşıyordu. O'na göre Hz. Ali sahabenin en faziletlisiydi; fakat sahabe, seçilmelerinde uygun gördükleri toplum yararından dolayı önce Hz. Ebubekir'i, sonra da Hz. Ömer'i seçmişlerdir.

Şia, Hz. Ali'yi ve ailesini sevme konusunda aynı derecede değillerdi. Aksine onlar arasında aşın gidip, İslam dairesinin dışma çıkanlar bile vardır. Nitekim bunların bir kısmına işaret ettik. Gene onlar arasında aşırılığa varanlar ve aralarında orta yolu takibe-denler vardı. Ilımlı yolda olanlar sahabeyi tekfir etmez ve fasık saymazlar. İbn Ebi'l-Hadid, bunların tanıtımları konusunda şöyle der: "Bizim ashabımızdan bir kısmı bu mese­lede fevz ve necat bulmuş, kurtuluşa ermişlerdir. Çünkü onlar ılımlı bir yola girmişlerdi. Onlar şöyle .söylerler: "Hz. Ali ahiretteki yaratılmışların en değerlisi ve cennette en yüce makam sahibi, dünyada ise mahlukatın en efdali, hususiyetleri, meziyetleri ve menkı­beleri en çok olanıdır. Her kim ki ona saldırıda bulunur, onunla savaşır veya kin bağlar­sa, kuşkusuz o Allah Sübhanehu ve Teala'nm düşmanı, kafir ve münafıklarla birlikte ce­hennemde ebedi kalıcıdır. Ancak, tevbesi kabul edilenle, onu imam kabul edip, onun sevgisi üzere vefat eden müstesna. Daha önce Hz. Ali'nin imametini benimseyen muhacirlerin üstün şahsiyetlerine gelince, Hz. Ali'nin onlar üzerine kılıçla yürümesi veya on­ları kendi imametine davet etmesi şöyle dursun, muhacirlerin şimdiki imamını inkar ediyor, yaptıklarına kınıyor, davranışlarına küsüyorsa biz kesinlikle deriz ki, onların tümü de helak olanlardandırlar. Onun bu kızması, tıpkı Rasulullah (sav)ın kızması gibidir. Çünkü Rasulullah (sav)in şöyle buyurduğu sabittir: "Senin harbin benim harbim, senin barışın benim barışımdır." Yine onun hakkında şöyle buyurmuştur: "Ey Allah'ım, onu dost edinenleri dost edin. Ona düşman olanlara düşman ol." Yine ona şöyle söyledi: "Seni ancak mümin olan sever. Ve sana ancak münafık buğzeder." Fakat biz, Hz. Ali'nin onların imamına razı olduğunu onlara biat ettiğini, arkalarında namaz kıldığını, onlara kız alıp-verdiğini ve onlarla birlikte yemek yediğini görüyoruz. Fakat bizim onun yaptıklarım açmamız ve onun tarafından yapıldığı meşhur olan şeyleri çiğnememiz mümkün değildir. Görmüyor musun ki, o kendisini Muaviye'den uzak sayınca biz de Muaviye'den uzak olduk. Onu lanetleyince, biz de lanetledik. Şamlılarla, Samda bulu­nan Amr b. As, oğlu Abdullah ve diğer geri kalan sahabiyi dalaletle yargılayınca, biz de aynı şekilde onları delaletle yargıladık. Özetlersek şüphesiz biz Nebi (sav) ile onun ara­sına nübüvvet mertebesinden başkasını bırakmadık. Nübüvvet dışında, onunla Nebi (sav) arasında ortak olan faziletlerin tamamını ona verdik. Onun, haklarında lan ettiği hususu bize sahih olarak ulaşmayan büyük sahabiler konusunda ta'nda bulunmadık."[24]

Özet olarak bu ılımlı görüş. İmam Zeyd'den naklettiğimiz bilgilerle büyük oranda uyuşmaktadır. İbn-i Ebi'l-Hadid heme kadar kendisini, imamın vasıf olarak değil de şa­hıs olarak tayin edildiğini. Nebi (sav)den sonra sırasıyla Ali, Hasan, Hüseyin, Ali Zey­nel Abidin, Muhammed Bakır, sonra Cafer Sadık... on ikiye varıncaya kadar imam ol­duklarını temel görüş olarak ortaya koyan İsna Aşeriyye'ye nisbet etmiş olsa da.

Bunların karşısında kendilerine İsmailiyye adı verilenler çıkmaktadır. Bunlar İsna Aşeriyyeli kardeşlerine, Cafer Sadik'tan sonra kimin imam olacağı konusunda muhalefet ederler.[25]          

Bu fırkalar Hz. Hüseyin'in katledilişinden sonra çeşitli şubelere bölündüğü için onla­rı ayrıntılı olarak arzetmiyoruz. Çünkü onlar, gerek mezheplerinde, gerekse fikirlerini sergilemelerinde etkili olamamışlardır. Biz onları ancak, Hz. Ali (ra)ın Nebi (sav) tara­fından halifeliğe tayin edilişiyle ilgili görüşleri etrafından biribirlerine karşı çıkışları öl­çüsünde özet olarak arzediyoruz. Onlar imamın, Nebi (sav) tarafından tayin edilmek su­retiyle belirlendiğini, halifeliği Ali'ye vasiyet ettiğini, sonra sırasıyla Ali'nin Hasan'a, Hasan'm Hüseyin'e, Hüseyin'in Ali Zeynel Abidin'e, sonra onun da oğlu Muhammed el-Bakır'a,onun da oğlu Ebu Abdillah Cafer Şadık'a vasiyet etmek suretiyle halifeliği bı­raktığı görüşünü ortaya koyarlar. [26]

 

Şia'nın Vatanı

 

82- Şia ilk olarak Mısır'da doğdu. Bu da, efendimiz Hz. Osman (ra) döneminde mey­dana geldi. Çünkü propagandacılar orada çok verimli bir toprak buldular. Daha sonraları bu akım Irak topraklarına yayılarak orasını kendisine bir karargah ve makam edindi Medine, Mekke ve diğer Hicaz şehirleri hadis ve sünnetin beşiği, Şam ise Emeviîerin aşın taraftarlarının beşiği olunca, Irak da, şialaşmanın vatanı durumuna geldi.

Acaba Irak neden şianın beşiği oidu? Bu konuda birçok sebepler sıralanmaktadır. Ben de bu sebepleri aynen alıntı yaptım: İmam Ali b. Ebi Talib halifeliği süresince ora­da ikâmet etti. Ve orada halkla haşır-neşir oldu. Hz. Ali'de takdirlerini coşturacak bir şahsiyet gördüler. Emevilere karşı da asla kalbi bir dostluk ilan etmediler. Bunun üzeri­ne Muaviye de onlara Ziyad b. Ebih'i musallat etti. Ziyad, karşıt gurubun ortaya çıkma­sını bertaraf etti ama, bu bertaraf ediş kalplerden Emevi kindarlığını silip süpüremedi.

Geçip gidince, kendisinden sonra oğlu Yezid b. Muaviye döneminde Ziyad babası­nın hükmünü devam ettirdi. Irak, Emeviler'e karşı başkaldiranlann ilki oldu. Nihayet durum Abdülmelik döneminde Mervan oğulları lehine istikrara kavuşunca, onların üze­rine Haccac'ı musallat etti. Haccac, olayları bastırmada şiddet kullandı. Olayları bastır­mada şiddeti kullanınca da baskıya uğrayanların kalplerindeki şiilik anlayışı canlılık ka­zandı.

83- Bu serdedilenlerin ötesinde Irak, bütün İslami fırkaların da vatanı durumunday­dı. Bunun nedeni, Irak'ın eski uygarlıkların kavşağı oluşudur. Persler'in, Keldanileriıı ve bu toplulukların medeniyet kalıntıları oradadır. Bir de buna Yunan felsefesiyle Hind fi­kirleri eklendi. Bu fikirler Irak'ta İslami metodlarla da kaynaştı ve dolayısıyla Irak İsla­mi fırkaların yeşerdiği yer durumuna geldi.

İbn Ebi'l-Hadid fırkaların Irak'ta ortaya çıkışındaki sebepleri açıklarken şöyle demiş­tir: "Bu kavimlerle Rasulullah (sav)'in çağında yaşıyan Araplar arasındaki farkla ilgili olarak aklıma gelen hususlardan birisi, berikilerin Irak'tan ve Küfe sakinlerinden olma­sıdır. Irak'ın tiyneti neva ve heves ehlini, acaip batıl inanç sahiplerini ve tuhaf mezhep­leri devamlı yeşertir. Bu iklimin halkı ileri düşünceli, inceleyici, geniş ufuklu, görüş ve inançları araştırıcıdır. Biraz da mezheplere itiraz eder gibidirler. Nitekim kisraların gün­lerinde onların arasında Mani, Disan, Merdek ve diğerleri gibiler de vardı. Hicaz'ın tiy­neti bu tiynette olmadığı gibi, Kicazlıların anlayışları da bu anlayışta değildi.

Biz bu görüş üzerinde İbn Ebi'l Hadid'e katılıyoruz. Ancak bu noktada iki hususa dikkat çekmemiz zorunludur:

Birincisi: Ziyad, Haccac ve onları takibedenlerin şiddetli baskılarının ardarda gelişi Irak halkının Ehl-i Beyt'e karşı aşın bağlılıkları yanında bu bağlılığı uygulama alanında ilgi duyulur duruma getirmeksizin sadece kalben tasdik eder hale sürükledi. İşte bu durum onların îman -amel ilişkisinde fırkalaşmalanna yardımcı oldu. Dolayısıyla eyleme canların kendilerine yaptığı davete icabet etmediler.

^Böylece ilk olarak Iraklıların İmam Hüseyin ile birlikte eyleme katılmayı sonra ücin-olarak da savaşın en zorlu anında İmam Zeyd'e yardımcı olmayı terkedişleri nedeniy-T bu iğrenç katlediliş olayı meydana geldi.Çünkü Iraklılar mezhepleri ucuz yoldan be­nimsemeyi alışkanlık haline getirdiler. Bu benimseyiş, beraberinde cihad yükümlülüğü­nü getirmeyen bir benimseyiştir. Bu yüzden Abbasilerin yardımı Irak'tan değil, İran ve

Horasan'dan geldi.

İkincisi: İmam Zeyd'in Irak'a ziyaretleri çok olunca düşünce yapısının oluşumu Irak'taki bu felsefelerle etkilendi. Nitekim akaid konusunda mezhep olarak Mu'tezile mezhebini nasıl benimsediğini ve Vasıl b. Ata'nın onunla nasıl müzakerede bulunduğu­nu gördük.

84- Şüphesiz bu felsefi eğilimlerin Irak'ta bulunması ve Irak'ın Şia'nın beşiği duru­munda olması nedeniyle şii mezhebi felsefi eğilimler ve Fars kaynaklı fikirlerle karıştı. Hatta bazı Avrupalı ilim adamları, Şia mezhebi kökeninin Farisi düşünce eğiliminden ibaret olduğu kanaatine vardıklannı görmekteyiz. Çünkü Farisiler padişahlığı ve onun padişahın sülalesi içerisinden miras yoluyla geldiğini din olarak benimsiyorlar, halife için bir seçim yapılmasının anlamını kavrayamıyorlardı. Nihayei Nebi (sav) ardında hiç erkek evlat bırakmayarak Refik- A'la'sına kavuştu ve halk ondan sonra amcası oğluna velayet verdi. Nitekim Farisiler hükümdara kutsallık anlamı taşıyan bir bakışla bakmayı alışkanlık haline getirmişlerdi. İşte Ali'ye ve ondan sonra gelen evladına da bu şekilde baktılar.

Avrupalı bir grup alimde Şia'nın Yahudilik eğiliminden ibaret olduğu kanısına vardı­lar. Çünkü onlar derler ki: Bu dünyada şüphesiz beklenen bir Mehdi vardır. Belki de bu görüş Emevi döneminde yaygın hale getirilmişti. Nitekim tabiinden olan ve Emevi dö­neminde yaşayan Şa'bi, Şia'dan söz ederek: "Onlar bu ümmetin yahudileridir" diyor. Bundan sonra da îbn Tlazm şöyle söylüyor:

"Bu şiiler Ilyas Aleyhissclam ve Fenhas b.Azar b. Harun hakkında görüş beyan eden yahudilerin yolunda yürüyorlar ve Hıdır ve İlyas (a.s.)m şu ana kadar yaşadıkları zannı-m ileri sürüyorlar."[27]

Bu kelam, Şia'nın bu dünyada kesinlikle beklenilen bir Mchdi'nin bulunduğu gö-

uşunde olanlara daha doğrusu İsna Aşeriyye gibilerin on ikinci imamın hayatta olduğu,

yyıp içtiği, kendisini görebilenleri sevindirdiği görüşünü taşıyanlara uygunluk sağlar.

Onlar Mehdi'nin ortaya  çıkmasını gözlemektedirler. Keysaniyye de aynı şekilde Muhammed b. Hanefiyyenin  hayatla olduğuna, yiyip içtiğine, bir gün dönerek, nasıl ki şu anda yeryüzü haksizlik ve zulümle doluysa, aynen öyle adaletle dolduracağına inanırlar.

Fakat bu irade îmam Zeyd'in karar verdiği şekilde Zeydiyye'ye uygunluk sağlamaz. Çünkü İmam (ra) ne böyle bir imam anlayışına karar vermiş, ne de bu iddiada bulun­muştur. Onun yolunu benimseyenler de, bu metodu aynen uygulayarak, hiçbir geçmiş imamın hayatta ve yiyip içmekte olduğunu iddia etmemişlerdir.

Buna rağmen Zeydiyye adını kendisine yakıştıranlar arasında bazı imamların Mehdi olarak ileride tekrar döneceği iddiasında bulunanlar vardır. [28]

 

Şia'nın Kolları

 

85-  Biz burada, İmam Zeyd'e çağdaş olan veya ondan önce ortaya çıkan fırkaları     | açıklamakla yetiniyor ve görüşleriyle İslam'ın dışına çıkan fırkaları zikretmiyoruz. On-     \ lar daha önce işaret ettiğimiz gibi Sebeiyye ve Gurabiyye'dir. Öyleyse şimdi Emevi dö-     ,> neminde ortaya çıkan en belirgin fırkalarla ilgili açıklamalar yapalım. Şöyle ki[29]

 

Keysaniyye                                                                                                             

 

86- Bu fırka, Hz. Hüseyin (ra)ın katledilmesinin akabinde ortaya çıktı ve onun inti-     t kamını almak için yola koyuldu. Bu fırka sadece görüş beyan etmekle yetinmeyip, güçlü bir savaş eylemine girişti. Halbuki onların bu konuyla ilgili görüşleri tamamen bir sap-     "i lantıdan ibarettir.

Keysaniyye. Muhtar b. Ubeyd es-Sakafi'nin taraftarlarıdır. Daha Önceleri harici iken,  sonradan Ali ve oğullarına yardım için ortaya çıkan şiiîerden oldu. Keysan kasabasına nisbet edilerek bunlara Keysani adı verilmiştir. Bununla birlikte Muhtar b. Ubeyd'in di­ğer bir ismi olduğu ve Ali b. Ebi Talib (ra)ın mevlasının adı olduğu söylendiği gibi, Mu-hammed b. Hanefiyye'nin Öğrencisinin adı olduğu da.söylenir.                                         

Muhtar Kafe'ye Müslim b. Ukayl b. Ebi Talib'Ie birlikte Irak'ın durumunu ve halkın Hz. Hüseyin'e yardım potansiyelini araştırmak amacıyla Hüseyin b. AH (ra) tarafından gönderildiği sırada geldi.

Küfe Em iri Ubeydullah b. Ziyad, Yezid b. Muaviye tarafından Muhtarın gelişini ha­ber alınca onu yakalattı, hapse attırdı ve dövdürdü. Onun hapishanesinde, şehidlerin ba­bası şehid Hüseyin (ra)m katledilişine kadar kaldı. Nihayet kızkardeşinin kocası Abdul­lah b. Ömer, İbn Ziyad nezdinde kendisine şefaatte bulundu ve Kufe'den derhal ayrıl­mak şartıyla salıverildi, o da hemen Hicaz'a çıkıp gitti. Bu gidişi esnasında şöyle söy­lediği kendisinden rivayet olunur:

"Mazlum ve maktul, müslümanlann efendisi, Seyyîdü'l-Murselin'in evladı Şehid Hü­seyin b. Ali'nin kanını isteyeceğim. Rabbinin adına yemin ediyorum ki, onun katledilişi karşılığında "Yahya b. Zekeriyya"mn kanına bedel olarak öldürülenlerin sayısınca insan öldüreceğim."

Sonra Hicaz'ı ve ona bağlı İslam beldelerini istila etmeye hazırlanan Abdullah b. Zu­rt katıldı ve ortaya çıktığında bazı işlerini üstleneceği konusunda ona biat etti. Ve Telinde Şamlılarla savaştı. Daha sonra Yezid'in ölümü ardından Kufe'ye tekrar döne­rek müslümanların durumunu darmadağın etti. Bu dönüşünde Hüseyin'in kardeşi Mu­hammed b. Hanefıyye tarafından gönderildiğini ve Şehid'in katillerinden intikam almak için onun kanını üstlendiğini iddia etti. Îbnü'l-Hanefiyye'ye "Mehdiyyü'1-Vasi adını ve­rerek halka şöyle seslendi:

"Beni Mehdiyyü'I-Vasi, size sekreteri ve danışmanı olarak gönderdi. Ve bana dinden sapanları öldürmeyi, Ehl-i Beytin kanım istemeyi ve zayıfların haklarını geri almayı em­retti."

Böylece Muhammed b. Hanefıyye adına halka çağnda bulunmaya başladı. Çünkü Muhammed b. Hanefiyye, Hüseyin'in kanını üstlenmişti. Çünkü o, halk katında yüksek mevki sahibiydi. Kalpler onun muhabbeti, ilim ve faziletini takdir etmekle dolup taşı­yordu. Nitekim o, ilmi çok, marifeti bol. fikrin öncüsü ve olayların sonuçlarım önceden doğru olarak kestiren bir kimseydi.

87- İşte o, böyle yüce bir imamın adına çağnda bulundu ve bundan sonra bir sürü kurgular yayıverdi. Bunun üzerine îbn Hanefiyye, onun kurguları ve yalan haberleri kendisine ulaştığında, kamuoyu önünde ve ümmetin ileri gelenleri huzurunda Muhtar'la hiçbir ilgisi bulunmadığını ilan etti. Onun niyetinin ardında gizlenenleri kavradı. Fakat bu ilişkisinin bulunmadığını ilan edişine rağmen birçok Ali soyu taraftarları Hüseyin (ra)m intikamını almaktaki tutkularının aşırılığı nedeniyle onun peşine takıldı.

Muhtar, büyücülerin seçili konuşmaları gibi seci'li konuşurdu ve gelecekten haber verdiğini iddia ederdi. Onun seci'li konuşmalarından birisi şudur: "Denizlerin, hurmala­rın ve ağaçların, ıpıssız kurak çöllerin, itaatkar meleklerin rabbi adına andım olsun ki, kılıcını sağa-sola sallayan yumuşak huylular veya Hint demirinden yapılmış keskin kı­lıçlarla, dinin temel direklerini ikame edip, müslümanların çatlak vermiş su yollarını ye­niden yeşertinceye, dünyanın elden gitmesine üzülmeyen mü'minlerin kalplerine şifa

bahşedinceye kadar, her cebbarı katledeceğim ve ölümün gelişini de önemsemeyece­ğim."

Muhtar, Hüseyin'in katilleri ve Ali soyunun düşmanlarıyla muharebeye koyuldu. Onların ölülerini, gömülecek yer bulamayıncaya kadar çoğalttı. Hüseyin'i katleden as­kerler arasında bulunup da öldürülmeyen hiçbir kimse bilinmiyordu. Bu olay, halkın gönlünde Muhtar'ın sevgisini artırdı ve onun etrafında yoğunlaştılar. Mus'ab b. Zübeyr, ardeşı Abdullah tarafından onu öldürtünceye kadar da beraberinde savaştılar.

88- a) Keysaniyye'nin görüşleri, Sebeiyye'deki gibi Ehl-i Beyt imamlarının uluhiy-yetıne dayanmaz. Aksine imamın kutlu bir şahsiyet olduğu esasına dayanır. Tam bir itaatle ona bağlanırlar ve onun ilmine mutlak bir güven duygusuyla güvenirler. İmamın hatadan masum olduğuna inanırlar. Çünkü o, ilahi ilmin bir sembolüdür.

b) İmanın ric'atmi dinin rüknü sayarlar. Onlara göre geri gelecek olan bu imam, "Muhammed b. Hanefiyye'dir. Bir kısmına göre o ölmüştür ve tekrar geri dönecektir. Diğer büyük bir çoğunluğun inancına göre ise, o ölmemiştir, aksine "Razva" dağında hayattadır ve yanında bal ve su bulunmaktadır. Bunlar arasında Küseyyir Azze de var­dır. Bu kimse bir şairdir ve bu hususta şöyle söylemiştir:

Dikkat edin, Kureyş'ten olan İmamlar kuşkusuz,

Hakkın valileri dört kişi ve eşittir.

Ali ve oğullarından üç tanesi

Onlar torımlaraır gizlilik yok onlarda.

Bir torun, iman ve takva torunudur.

Bir torun ki, onu da Kerbela yitirdi.

Bir torun da, tatmayacak ölümü; ta ki,

Atlılara kumanda eder sancak ardından gider.

Onlardan gizlenmiştir görünmez bir zaman.

Razva'da, bal ve su var yanında.

c) Keysaniler "beda" fikrine inanırlar. Beda, Allah Teala'mn kendi ilminin değiş­mesine bağlı olarak dilediği şeyde değişiklik yapmasıdır. Şüphesiz o, bir şeyi emrettik­ten sonra aksini de emredebilir. Şehristani, bu konuda şöyle söylüyor: "Muhtar'm beda' fikrini seçmesinin nedeni, meydana gelecek olayları önceden, ya kendisine iletilen bir vahiyle ya da imam tarafından gönderilen bir mektupla bildiğini iddia etmesidir. Asha­bına bir şeyin var olacağını ve bir olayın meydana geleceğini vadeder de olayın oluşu­mu va'dine uyum sağlarsa, bunu davasına bir delil addeder; uyum sağlamadığı takdirde de, "onları Rabbiniz değiştirdi" derdi." Kuşkusuz bu düşünce, tümüyle apaçık bir sapık­lık ve inanç alanında bir curcunadır.

d) Yine Keysaniler, ruhların tenasuhuna inanırlar. Tenasüh, ruhun bir bedenden çı­kıp, başka bir bedene girmesidir. Bu düşünce, Hint felsefesinden alınmıştır. Bu görüşü benimseyenler, onlardır. Derler ki ruh, bir canlıdan daha aşağılık bir canlıya intikal et­mesiyle azaba uğratılır ve kendisinden daha yüksek derecede bir canlıya intikaliyle de ödüllendirilmiş olur. Keysaniyye, Şia mezhebinin bütününü değil, sadece imamet ko­nusuna taalluk edenleri benimser. Onlar, imamların masumiyet taşıyan ruhlarının biri-birlerine intikal ettiği, böylece imanım ruhunun peşinden gelecek olana taşınacağı kana­atini benimserler.

e) Ayrıca şöyle derlerdi: "Her şeyin bir dış yüzü, bir de iç yüzü vardır. Her inen vah­yin bir te'vili mevcuttur. Misal alemindeki her varlığın bir hakikati, bir de bu dünyada intişar eden hikmet ve sırları vardır ki, onlar insani şahsiyette bir araya gelirler. O da,

Ali Alcyhisselam'm oğlu "Muhammed b.Hanefiyye" ye tümüyle aktardığı ilimdir. Böyle bir ilmin kendisinde toplandığı herkes, gerçek imamın ta kendisidir.

89-  Buradan da anlıyoruz ki. Keysanilerin görüşleri Hint ve diğer felsefelerin bir scnie/idir. Bu düşünceler, Al-i Beyt muhabbeti ile kaynaşmış, böyle bir kaynaşmadan, öyle sapık görüşler ortaya çıkmıştır.

Onlar bu görüşler içerisinde imam lan, mutlak bir kutsallaştırma ile kutsamaya yöne-liyorlardı. Her ne kadar uluhiyyet mertebesine yükseltmeseler de, onları peygamberlik mertebesine yakın görürler ve ilahi ilmin bir simgesi addederlerdi.

Böylece Allah Teala'mn katındaki şeyler konusunda hataya düştüler. İfadelerinde, Allah Teala'mn münezzehliğine dokunan hususlar vardır. Beda1 konusundaki görüşlerin­de de bu husus mevcuttur. Çünkü onlar bu sözleriyle, Allah Teala'ya bilgisizliği yakış­tırdılar.

Keysaniler'in İslam ülkelerinde pek fazla taraftarları yoktur. Belki de bunun sebeple­ri arasında, kendisinden İsna Aşeriyye, İsmailiyye ve diğerlerinin koparak ayrıldığı İma-miyenin daha sonraları onlardan ayrı bir yol izleyerek Ali soyuna propaganda etmeleri sayılabilir. Artık her ne kadar dallanıp budaklanmaları daha sonra gelen asırda olmuşsa bile. bû-ilk asırda nasıl ortaya çıktıklarını belirtmek gerekir. [30]

 

Keysaniyye'den Sonra Yolundan Sapan Şia

 

90- Sakafı'nin öldürülmesiyle Muhtar es-Sakafi hareketi sona erdi. Ancak fikri yapı­lanması son bulmadı. Aksine kendisinden sonra Kufe'de çok verimli bir otlak buldu. Her ne kadar olayları şiddet kullanarak bastırma hareketi görüşlerin gizli tutulmasını sağladı ve onları açığa vurarak alenen söylemeyi engelledi ise de, bu fikirlerin karanlıkta çoğal­masına, perdeler arkasında hücre faaliyeti yürütmesine ve adamlarının Ebu Cafer Mu­hammed Bakır gibi ileri gelen Ehl-i Beyt imamları ile bağlantı kurabilmesi girişimine de ortam hazırladı. Muhammed Bakır, babası Ali Zeynel Abidin'den sonra Ehl-i Beyfin en özde olanı ve en yüce konumda bulunanıydı. Fakat İmam Bakır Keysanilerden şiddetle nefret ediyor ve onları rüsvayca gerisin-geri döndürerek reddediyordu.

Böylece bu gizli hareketler tırmanıp şiddetlen i verdi. Ancak sapıtmaları, ilk yüzyılın sonlan ile ikinci yüzyılın başlarında açığa çıkıp belirgin hale geldi.

Saptırılmış şialaşma hareketi, Kur'an-ı Kerim etrafında alışılmamış fikirler üretmek­le ortaya çıktı. Nitekim Ca'd b. Dirhem'in ortaya attığı "Kur'an'ın mahluk olması" görü-Şü, Cehm b. Safvan'ın ortaya attığı "Cebriyecilik" görüşü, Gayian ed-Dimeşki'nin yahu-dilerden alıntı yaparak ortaya attığı kaderi inkar etme görüşü, hep bu dönemde zuhur et­ti- Böylesi kurallara uymayan düşünceler aynı anda su yüzüne çıkınca, beraberinde sap­tırılmış şia fikirlerini de getirdi. Muttaki imam Ali Zeynel Abidin'in oğlu Muhammed

Bakır'ın kınadığı kişiler, bu saptırılmış şia'mn reklamını yapıyordu.

91- İşte ismi Beyan b. Sem'an et-Temimi olan adam bunlar arasındaydı. Onu, Eme-viler tarafından Irak valisi seçilen Halid b. Abdullah el-Kasri öldürdü. Bu adam, Kur'an'ın mahluk olduğu görüşünü ilk olarak gündeme getiren kimsedir. İbn-i Kuteybe şöyle diyor: "O, Kur'an'ın mahluk olduğunu söyleyenlerin ilkidir." Onun, mecusi asıllı bir kişi ve İslam'a asılsız şeyler sokan birisi olduğu açığa çıkıyor. Çünkü ondan henüz mecusilik inançları silinmemiştir. Kitab-u Ahbar er-Rical adlı eserde onun, göklerin ila­hının yerin ilahından ayrı ve her ikisinin birbirine karşı bulunduğu inancını taşıdığı be­lirtilmektedir.[31]

Kendisinin, Muhammed b.Hanefiyye'nin oğlu Ebu Haşim'den sonra imam olduğunu ve onun kendisini imam tayin ettiğini ileri sürmüştür.[32]

O, sihir ve büyüyü insanları etkileme aracı olarak kullanıyordu. Hatta onun, imamet­ten sonra nübüvvet iddiasında bulunduğu da söylenir. Bahsettiğimiz gibi, onu Halid b. Abdullah öldürdü.

Beyan, beraberinde çağdaşı olan Muğire b. Said'i getirdi. Beyan, Muhammed b. Ha-nefiyye ve evladına intisabını ileri sürerken, Muğire de Muhammed Bakır'a intisabını, aym zamanda onun propagandacısı olduğunu ve onun adına çalıştığını iddia ediyordu. İbnü'1-Esir, Muğire b. Saîd ve Beyan b. Sem'an'ın akidesini açıklarken şöyle diyor:

"Muğire'nin akidesi teesim idi. Şöyle diyordu: "Allah, başında taç bulunan bir ada­mın şekli üzeredir. Organları da, alfabe harflerinin sayısıncadır." Ve dilin söyleyemeye­ceği şeyler söylüyordu. Allah, o sözlerden yücedir.

Muğire devamla: "Allah, yaratmak isteyince İsmi A'zamıyla konuştu. Hemen uçtu ve tacının üzerine kondu. Sonra parmağıyla avucuna kulların hayır ve serden oluşan amellerini yazdı. Kötü davranışları görünce ter döktü. Terlerinden, birisi karanlık ve tuzlu, diğeri aydınlık ve tatlı iki deniz oluştu. Sonra denizi temaşa etti ve kendi gölgesini gördü. Onu almak için giderken uçtu; gölgesine yetişir yetişmez, derhal iki gözünü oydu ve onu yok etti. İki gözünden güneşi ve diğer bir semayı yarattı. Tuzlu denizden kafirle­ri, tatlı denizden de mü'minleri yarattı." Aynı zamandı Muğire, Ali'nin uluhiyyetini, Ebubekir, Ömer ile Ali'nin yanında yer alanların dışında diğer bütün sahabenin küfrünü iddia ediyordu. Yine peygamberlerin şeriatlerin hiçbir noktasında ihtilafa düşmedikle­rini söylerken, aynı zamanda Fırat suyunun ve her nehrin yahut pınarın veya içine pislik düşen kuyu suyunun da haram olduğunu söylüyordu. Kabristana çıkıyor, konuşuyor ve hemen kabir üzerinde çekirge gibi şeyler görüyordu. Muğire, Muhammed el-Bakır'a ge­lerek şöyle dedi: "Senin gaybi bildiğine karar verdim. Sana Irak'ı karşılıksız olarak hibe ediyorum." Muhammed Bakır onu derhal kovdu ve dışarı attı. Bu defa oğlu Cafer b. Muhammed Sadık'ın yanına gitti ve aynı sözleri söyleyince, Sadık "Allah'a sığınırım"dedi.

Şabi Muğire'ye, "İmam ne yaptı?" deyince, Muğire, "ben onunla dalga geçiyo-m- der. Şa'bi de, "Hayır, ancak o seninle dalga geçti" der. Beyan'a gelince, o da, Al'nin ilah olduğunu. Hasan ve Hüseyin'in de iki ilah olduklarını, kendilerinden sonra da Muhammed b. el-Hanefiyye'nin ondan sonra da oğlu Ebu Haşini b. Muhammed'in de bir çeşit tenasüh yoluyla ilah olduklarını söylüyor ve şöyle diyordu: "Allah zatından başka onların hepsini fani kılacaktır." Buna da Allah Teala'nın şu sözünü delil getiriyor­du" "Ancak azamet ve İkram sahibi Rabbinin zatı baki kalacak" (Rahman 27) Allah, za­limlerin ve inkarcıların söylediklerinden kat kat yücedir. Nebilik iddiasında bulunuyor ve Allah Teala'nın "Haza beyanun H'nnas" ayetindeki muradın kendisi olduğu batıl inan­cını ileri sürüyordu."[33]

92-  Biz bu sözleri fikri saptırılmanın ne kadar şiddetli olduğunu görüntülediği için arzettik. Çünkü bu saptırılış, karanlıklar perdesi ardından besleniyordu. Perdeler ardın­dan beslenen şeylerde de fasid mikroplar yuvalanır. Küfe ve ötesindeki yerler, Mecusi­lik ve eski putçuluk kirlerinin bulaştığı hasta siluetler arasında doğan bu sapık fikirlerin beşiği durumundaydı. Onlar Allah Sübhane ve Teala'ya nisbetle itikadlannda Haşviyye, imamlarına nisbefle de Veseniyye idiler. Çünkü imamların ilah olduğuna ve ilah ruhu­nun tıpkı ruhların bir canlıdan diğerine tenasüh yoluyla intikal etmesi gibi bir imamdan diğerine intikal ettiğine inanıyorlardı. Bu konuda onlar, putçuluklannda eski Mısırlılara benziyorlardı. Çünkü onlar, ilahlarının ruhunun (r.a) bir firavundan diğerine taşındığına inanıyorlardı.

Dolayisıyle Kur'an-ı Kerim'in hikaye ettiği "Sizin için benden başka bir ilah var ..mı?" (Kasas 38) sözünü söylemek, Firavun için normal oldu.

Bu noktada böyle fasid vehimleri darmadağın edecek, taraftarlarının akıllarını ve­himlerin kirlerinden arıtacak, kamuya ulaşmasını önleyip, ılımlı bir yolda ve Hakkın dosdoğru yolunda yürümeyi sağlayacak bir kişinin bulunması zorunludur.

93- işte Zeyd b. Ali (ra) bu fikirlerin farkına vardı; onları temizlemek, sapıklık ve saplantılarını açığa vurmak, halkın kalbinde iz bırakmasını önlemek, gerek kendi adına, gerekse Ehl-i Beyti adına onlardan beri olduğunu ilan etmek de üzerine borç oldu.

Bu Şiilerin arasında Allah Teala'ya ve onun birliğine iman eden, Nebi (sav)'in risale­mi tasdik eden, nübüvvet mertebesini imanlık mertebesinden yüce görenler de vardır, akat onlar da iki otoriter şeyh "Ebubekir ve Hz. Ömer'in imamlığından beri olduklarını 1 an edıyorlardı.Hatta bir kısmı o iki imamı küfürle itham ediyorlardı. Bunun nedeni, onların Nebi (sav)in vasiyetine muhalefet etmeleridir. Çünkü onlara göre Nebi (sav) n isinden sonra Ali b. Ebi Talib'in halifeliğini nass veya açıklık getirmesi noktasında nass durumundaki işaretle tavsiyede bulunmuştur.

Bunun ötesinde onlar, Ali'nin masumiyetine ayrıca imamlıkları veya halifelikleri va­siyet yoluyla peşpeşe kendisinden sonrakinin imamın tavsiye etmesi suretiyle gelen va­silerin de masumiyetine inanıyorlardı.

İmam Zeyd, kendileriyle mücadele etmesi gereken iki fırkayı cedelleşmek suretiyle değil, hakikati kullanarak yüz yüze getirmek zorundaydı. O (ra), öyle bir zorunlulukla yüzyüyedi ki, bu huyu onu Allah'ın dinini cedelleşmeye konu edinmekten alıkoyuyordu. Cedelleşmeye girişenler, ilgi çekici ve etki altında bırakıcı kelimeler kulanmak, kesin delilleri yanlış anlamlara çekmek, telakiye sokucu sözcükler ve şüpheye düşürücü ibare­ler yakalamak suretiyle dinin gerçeklerini karmaşık bir duruma sokuyordu. Bu nedenle Zeyd, böyle bir cedelleşmc yolunu seçmedi; aksine onların da çok hoşlandıkları ve dinin içinde saydıkları Al-i Beyt muhabbeti için çok tutarlı bir metod ilan eti. Bu konuda hak­kı kabullenmeyişierle karşı karşıya geldi. Çağdaşı olan Ehl-i Beyt imamları tarafından bile yörelerinde bu sapık fırkalar çıkaranlarla yüz yüze gelen tek insan olarak belalara uğratıldı. Onları» faaliyetlerinin kamufle edilmiş yönlerini kavradı. Sembolleşmiş diğer imamlara gelince, onlar da bu vehimleri dinlemektense, kaçmayı kurtuluş kabul ediyor­lardı. Bunun nedeni, Medine-i Münevvere'de, hicret-i nebeviyye'nin diyarında ikamet etmeleridir. Bu sapıkljk ehlinden kendilerine guruplar halinde gelenler de, boğazlanarak İslam'a kurduğu tuzağı dile getiriyorlardı.

94- Bu saplantılar, İslam tarihinin engin dalgalan arasında gizlendi. Geriye kalan bu­günkü İsmaüiler gibi şahıslan ilahlaştırma inancında bulunanların, müslümanlar arasın­da önemli yerleri yoktur.

Bu görüşler kaybolup gitti. Fakat Zeyd'in döneminden sonra İmamiyye içerisinde yeniden ortaya çıktı. Bunlar İmam'ın Nebi (sav) tarafından vasiyet yoluyla tayin edilmiş bulunduğuna ve onun da Uz. Ali olduğuna, kendisinden sonra gelenlerin ise önceki imam tarafından belirlendiğine, böylece her imamın bir sonrakini tavsiye ettiğine inanır­lar. İmamiyye, çeşitli şubeleri ile aşağıdaki dört durum konusunda İslami ilkelerin dışı­na çıkmayanlarla varlığını korumuştur.

Birincisi: İmam, Nebi tarafından tayin edilmiş, daha sonra her imam bir önceki tara­fından tavsiye olunmuştur. Dolayısıyle bu imamlara vasiyet edilmişler adı verilmiştir.

İkincisi: İmamlar, hata işlemekten masum oldukları gibi, gerek imamlıklarından önce ve gerekse sonra her çeşit günah işlemektende masumdurlar. Çünkü onlar, kendi çağlarında dini hükümler konusunda başvurulacak kaynaktırlar. Tüm sözleri hücettir. Her çeşit günahı izleyebilen kişinin sözü hüccet sayılamayacağı gibi hata edebilenlerin de sözleri hüccet sayılamaz.

Üçüncüsü: Onların ilimleri nurani fuyuzat iledir. Bu fuyuzat, içlerine, imamın ken­dilerini vasiler olarak tayin ettiği vasiyet yoluyla olur.

Dördüncüsü: İmamların ellerinden olağanüstü haller cereyan eder. Bu olağanüstü şeyler mucize olarak adlandırılır. Bu durumlar, kendilerini inkara kalkışanlara vasilikle­rini isbatlatnak içindir.

Madem ki Nebilerin mucizeleri nübüvvetin isbatı içindir, öyleyse vasilerin mucizele­ri de vesayetin isbatı amacına yöneliktir. Çünkü bazı insanlar sözlerinin hüccet oluşunu inkar edebilir. Bu durumda kendisinden fuyuzat halinde zuhur eden bu masumluğu is-batlayan hücceti göstermek zorundadırlar. Bu hüccet de, ellerinden meydana gelen ola-öanüstü haller veya kendi deyimleri ile mucizelerdir.

Bunun ötesinde bütün İmamiyyeler beklenilen bir mehdinin varlığına inanırlar. O zat. şu anda zulüm ve haksızlıklarla kuşatıldığı gibi ortaya çıkışıyla yeryüzünü adaletle doldurması beklenilen, gaybda yaşayan bir imamdır. Tsna Aşeriyyeler on ikinci imamın kaybolduğuna, gelecekte ortaya çıkacağına inandıkları gibi İsmaillcr de aynen gelecekte ortaya çıkacak bir imamlarının bulunduğuna kanaat getirirler. Fakat bu, Zeyd'in katledi­lişinden sonradır. İmam Zeyd, bu İmamiyye'nin başına gelen kötü durumlara ve bölün­melerine yetişmedi. Çünkü onlar, İmam Cafer Sadık'ın ölümünden sonra bölünmüşler­dir. Oysa ki Cafer Sadık, İmam Zeyd'den yirmi altı küsur yıl sonra vefat etmiştir.

Biz bu açıklamaları, Ehli Beyt'e intisaplarım, onlara yardımcı olduklarını ilan eden­lerin siyasi ve dini düşünce yapılanmaları, İmam Zeyd (ra)m davası uğrunda şehit dü­şünceye değin üzerine basa basa nasıl ılımlı davranmaya çağırdığı hususu vuzuha ka­vuşsun diye arzettik. [34]

 



[1] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 79-81.

[2] Mekati et-Talibinl28

[3] A.g.e 130

Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 81-82.

[4] A.g.el32

[5] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 82-84.

[6] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 84-85.

[7] Mitel ve'n-Nihal, Şelıristani, 1/209 ve İbn Hazm'ııı el-Fasl kitabının dip notu

[8] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 85-87.

[9] Zebn.'î.Adap51/72

[10] A.g.e.

[11] A.g.e.

Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 87-88.

[12] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 88-89.

[13] A.g.e.

[14] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 89-90.

[15] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 90-92.

[16] Mecmu 4/62

[17] el-Mecmu' 4/55

[18] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 93-97.

[19] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 97-98.

[20] Murtaza, el-Munye Ve'1-Emel

[21] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 98-103.

[22] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 103-105.

[23] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 105-106.

[24] Şerh-i Nehcû'l-Belağa 3

[25] Bu konuda müellein İslam Mezhepleri Tarihi adlı kitabına bakınız 56 ve devamı

[26] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 106-107.

[27] el-Fasl 4/180

[28] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 108-110.

[29] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 110.

[30] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 110-113.

[31] Ahbar er-Rical 196

[32] Makalatü'l-İslamiyyie 1/5

[33] el-Kamil 1/76

[34] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 113-117.