2- İMAM ZEYD'İN FIKIH ANLAYIŞI
A- ZEYDİYYE FIKHININ NAKLEDİLMESİ
a) el-Mecmu'un Rivayet Edilmesi
b) Ebu Halid'in Eczanelerden Sayfalar Alarak Onları Hadis Diye
Nakletmekle İtham Edilmesi
c) Al-İ Beyt'e Övgüde İleri Gitmesi
d) El-Mecmu'nun Varlığına Yöneltilen Suçlama
e) El-Mecmu'un İçerdiği Ban Hadislerin Uydurma Olduğu İddiası
f) Ebü Halid'in El-Mecmu'u Yalnız Başına Rivayet Etmesi.
g) Hz. Ali'den Rivayet Edilenlere Muhalefeti
h) El-Mecmu'un Rivayet Tabakalı
i) Bahsi Geçen Ravilerden Sonraki Durum
k) Alimlerin, el-Mecmu'u Kabullenerek Kaynak Edinmeleri
l) el-Mecmu'un İmam Zeyd'den Rivayeti Nasıl Gerçekleşmiştir?
m) Fıkıh Ve Hadisin Birarada Baskısı Yapılan El-Mecmu
1 - Zekat Konusundaki Mes'eleler
2-Alış-Veriş Konusundaki Meseleler
a) Şuf’aya Konu Olan Mal Hakkındaki Hususlar
b) Şuf anın Komşu ve Ortak Açısından Kesinlik Kazanması
c) Ortak Şahıs Sayısına Göre Şufa Hakkı
4- Müzaraa (Ziraatte Ortaklık)
b) Hibede Malı Elinde Bulundurma
c) Yapılan Hibeden Geri Dönmek
190- Zeyd'in fakih oluşuyla ilgili haberler, tevatür
yoluyla gelmiştir. İmam Zeyd fıkıh sistemini hadis'e ve re'y'e dayandırmıştır.
Ayrıca hadis anlayışında sadece Ehl-i Beyt hadisleri ile yetinmemiş aksine
onların dişmdakilerden de hadis almıştır. Bütünüyle Ehl-i Beyt'in hadislerini
ve fıkıh telakkilerini edinmiş ve aynca Hz. Ali'nin dışındaki sahabenin de hem
hadislerini, hem de fıkıh anlayışlarını kavramıştır. Zeydiyye şiasının hadisçi
ve fıkı fıçılarından olan Kasım b. Abdulaziz, bu konuJa şöyle diyor:
"Zeyd b.
Ali kendi zamamndakilerin gözdesi ve akranlarının en değerlisi, aynı zamanda o
(a.s), kendi zamanındaki Nübüvvet aile ocağının imamıydı. Yaşadığı dönemde
Kur'an'm yakın dostu olarak tanınıyordu. Onun Öyle takvası, keremi ve güzel
ahlakı vardı ki bunlar, dönemindeki akranları arasında yoktu. Ümmetin üst
düzey faziletlilerinden oluşan, babası İmam Zeynel Abidin, Ali b. Hüseyin
(r.a), sahabi Abdullah el-Ensari'nin arasından gelen diğer zevat gibi bir
cemaatın Önderliğinde ilmi aldıktan sonra Allah ona ilmin kapılarını açtı.
Ayrıca otorite kişilerden aldığının kat kat fazlasının kapılarını da Allah
Teala O'na açmış oldu. Hatta kardeşi Muhammed Bakır şöyle dedi: "Vallahi
dünyaya ait ilim kardeşim Zeyd'e verilmiştir. Sorularınızı ona sorun. Bizim
bilemediklerimizi o biliyor."[1]
Bu açıklama,
aşağıdaki iki durumu ortaya koyuyor:
Birincisi:
Zeyd (r.a)'ın Ehl-i Beyt'e ait ilmi babasından ders olarak almış olduğudur.
Lakin Zeyd'in, Ali Beyt ilmini öğrenmeyi aralarında yaş farklılığı bulunan
kardeşi Ba-kir'dan tamamladığının farzedilmesi gerekir. Bu duruma, Bakır
(r.a)'ın Zeyd (r.a)'a nis-betle babası durumunda olması imkanmı tanır. Biz, iki
kardeş arasındaki faziletlilik yansı içerisine girmek istemiyoruz. Zira her
ikisinde de, bu şerefli ve yüce soy nedeniyle ve kendilerini yalnızca ilme
vermeleri yüzünden Nebevi nurun bir kor parçası vardır.
İkincisi:
İmam Zeyd (r.a)'ın Al-i Beyt'in ilmini, onu aşmayacak şekilde olmakla yetinmeyip,
aksine karşılaştığı her sahabiden ders almaya kadar vardırmış olmasıdır. Herhalde
bu sahabilerin az sayıda olmaları gerekir. Zeyd'in bu konudaki örneği, Ebu
Hani-fe'dir. Zira onun da karşılaştığı sahabenin sayısı cidden çok sınırlıdır.
Sahabeden yalnız Abdullah el-Ensari'nin oğlu Cabir'in adı zikredilir. Fakat
Zeyd, sahabe ve tabiin çocuklarından, sahabenin fıkıh anlayışı ile
rivayetlerinin bir çoğunu ders olarak almıştır. Böylece Zeyd, daha önce de
belirttiğimiz gibi Al-i Beyt'in ilmiyle Medine ilminin tamamım &r araya
getirmiş oluyor.
Şüphesiz Zeyd
böyle bir ortamda güçlü zekasının yudumladığı çok yararlı besini elde etmiş,
bu şekilde elde ettiği besinle, araştırmasını yaptığı, bir kısmı akide
etrafında gelişen felsefe ağırlıklı çeşitli görüşlerin sentezini yapmış, bundan
da, fikri canlılığı içerisinde temsil edilen hoş ve sağlam bir sentezle ortaya
çıkmıştır. Böylece sika şahsiyetlerden almış olduğu şeylerden, her ne kadar
Zeyd'in özümlediği fikir ve çeşitli ilimlerin bir ürünü olsa bile tıpkı Zeydî
bir şahsın dile getirip ilm-i ledünni olarak isimlendirdiği gibi çok güçlü bir
madde meydana geldi.
191- Şüphesiz İmam Zeyd halen çeşitli İslam ülkelerinde
yaşayan zeydilerin benimsedikleri büyük bir fıkıh mirası bırakmıştır. Zeydiler
bu fıkıh anlayışını esas alarak ayrıntılı çözümler geliştirip yasalar
çıkarmışlar, algıladıkları bu fıkhın dışından seçmeler yapmışlar, içtihatta
bulunmuşlar ve kendi geliştirdikleri bu çözümlerin tamamını İmam Zeyd (r.a)'ın
fıkıh anlayışından naklen aldıkları kaynak haberlerle mezcetmişlerdir. Böylece,
benzeri ancak tedvin edilip, mezhebin temel ilkeleri esasına göre içtihat
kapısı ve ayrıca kanun yapma kapısı açık bulunan mezheplerde görülebilen bir
fıkıh sistemi oluşmuştur. Belki de bu fıkıh sistemi, diğer büyük mezheplerden
daha yaygındı. Çünkü dört mezhebdeki kanun geliştirenler, mezheblerini aşarak
diğer mezheplerden seçmeler yapma durumunda olmamışlardır. Evet, gerçi onlar
Hanbeli'lemin el-Muğni'si, Hanefi'nin el-Mebsut'u, Malikilerden îbn-i Rüşd'ün
te'lif ettiği Bidaye tû'l-Müctehid ve Niha-ye tû'l-Muktesid'inde, ayrıca Şafii
mezhebinden olan Şirazi'nin el-Mühezzeb'inde gördüğümüz gibi, bazan mezhepler
arası karşılaştırmalar yapıyorlardı. Lakin bu karşılaştırmalar, Serahsi'nİn
el-Mebsut'u ile el-Mıığni'de gördüğümüz gibi ya müellifin mensubu olduğu
mezhebi aklamaya ve onu müdafaa etmeye veya da tercih hakkını kullanmadan
delilleri ve çeşitli bakış açılarını sunmaya yönelmesini sağlamaktan ibarettir.
Bu mez-heplerarası seçmeye, böylesi bir çerçevenin dışına taşan İbn Teymiye'nin
yaptığı seçmelerde gördüğümüz gibi çok az derecede rastlanır. Nitekim İbn
Teymiye, talak-ı selase ve talak-ı muallak mes'elelerinde, Al-i Beyt
mezhebinden seçme yapmıştır. Yine biz, Hanefi mezhebinden Kemaleddin b.
el-Humam'ın yaptığı seçmelerde, örneğin İmam Ma-lik'in "vakfedilmiş değerli
malların mülkiyeti" konusundaki görüşünü seçmesinde müşa-hade ettiğimiz
gibi bu tür seçme olaylarına çok az rastlanmaktadır.
Zeydiyye
mezhebine gelince, bu mezhepte başka mezheplerden seçme yapma işi çok fazla ve
çok geniş toleranslı idi. Hatta son asırlara kadar bu seçme işi süregelmiştir.
Dolayısiyle Zeydiyye'nin gelişmesi ve diğer imamların fıkıh anlayışlarıyla uyum
sağlamasında, bu durumun büyük payı vardır.
192- Böylesi bîr anlayış tarzı, yukarıdan beri dile
getirdiğim "Zeydiyye Mezhebindeki gelişmişlik ve verimlilik ölçüsünde
dosdoğru bir fikri ahenklik içinde bir araya topladığım, İmam Zeyd'in fıkıh
anlaşışmı, İslam fıkhından oluşan bu zengin bahçe ortasırdan çekip çıkarma
konusunda bir kısım engebeler ortaya koymuştur. İlk önce ve bizzat İmam
Zeyd'in fıkhını araştırıp sonra da büyük İmamın dikmiş olduğu ağacın köklerinin
uzantısı olması itibariyle Zeydiyye'nin fıkıh anlayışını ele aldığımızda bizi
evvela, Zeyd'in fkirlerini ve peşinden de metodunu iyice bellememiz
ilgilendirir. Böylelikle kendisinden sonra gelenlerin seçme yaptıkları
konularda İmama ters düşüp düşmediklerini veya bu seçme işlerinin Zeyd'in
fıkhında nass getirilmeyen hususlar dairesinde olup-olmadığını hemen anlarız.
Yine böylelikle, onlann Zeyd'in metodu üzere yürüyüp-yürümediklerini kavrarız.
Onlar bu seçmelerini yaparlarken, Zeydiyye mezhebini esas alıyorlar mantığı ve
temel ilkeleri bakımından Zeydiyye mezhebine diğer mezheplerden daha yakın
olanları seçip almak suretiyle yasa düzenliyorlardı. Bu nedenle İmam Zeyd'in görüşlerine
bağımsızlık kazandırarak netleştirmemiz zorunluluğu sözkonusûdur. Çünkü seçme
işinin ölçüsü ne olursa olsun öğrencilerinin görüşlerinin kendi görüşlerinden
farklılık arzetmesine, aynca mezhep içinden kanun geliştirenlerin ufak-tefek
ayrılıklarının nesilden nesile intikal edişinin tarihen kesinlik kazanmasına
rağmen tıpkı İmam Ebu Hanife'nin görüşlerinin Hanefi mezhebinin temel direğini
ve özünü oluşturması gibi imam Zeyd'in görüşleri de mezhebinin özünü ve
esasını teşkil etmektedir. Bununla birlikte Ebu Hanife'nin görüş ve metotları
temel unsur olarak benimsenmektedir.
Şüphesiz ki
Zeyd (r.a) şu anda bulunan kitapların mükemmel bir tedvininin yapılmadığı
dönemde yetişmiştir. Kuşkusuz İmam Zeyd'den sonra yirmisekiz yıl kadar daha
yaşayan Ebu Hanife'nin fıkhı da kendi kalemiyle kitap haline getirilmemiş,
aksine onun görüşlerini kendisinden sonra yetişen öğrencileri tedvin
etmişlerdir. Nitekim Ebu Yusuf un Kitab el-Harac, İhtilaf-ı İbn-İ Ebi Leyla,
er Red ala Siyer-İ Evzai adlı kitaplarında olduğu gibi. Ayrıca İmam Muhammed
b. Hasari'ın çeşitli kitaplarında, özellikle de Zahir er-Rivaye adlı kitaplarda
olduğu gibi. Bu kitaplar, "el-Asi, el-Camiussağır, el-Camin'l-Kebir,
Siyerüs-Sağîr, Siyer'ül-Kebirve ez-Ziyadat gibi kitaplardırlar.
Madem ki
fikirlerin tedvini İmam Zeyd döneminde yaygın bir adet değildi, o halde Zeyd'in
görüşleri nasıl nakledildi? İşte aşağıda buna cevap vereceğiz: [2]
193- İmam
Zeyd'in bizzat miras bıraktığı Zeydiyye fıkhının nakledilişi, her imamın
fikhindaki gelenek gibi iki yolla gerçekleşmiştir:
Birincisi; Kendi ders
halkasına katılarak ondan nakillerde bulunan, yanından ayrılmayan veya onunla
mülakatta bulunan öğrencilerdir. Nitekim onun, öğrencilerinin ilim
öğrenmelerinde ve yönlendirilmelerinde üstün bir katkısı olmuştur.
ikincisi: Kendisine
nisbet edilen el-Mecmu adlı kitaptır. Bu kitabın içinde hadisler ülunduğu gibi,
birçok fıkıh kuralları da mevcuttur. Hadislerinin tamamı, Al-i Beyt tari-ından
naklen gelmiştir. Şimdi her ikisi üzerinde, el-Mecmu' adlı kitabın O'na nisbet edilişi
ile, tedvin işinin gelenekleşmediği bir dönemde bulunmasının arasını bağdaştırarak
açıklamada bulunalım. [3]
194- İmam
Zeyd, Al-i Beyt içerisinde, en çok Öğrencisi bulunan bir şahsiyetti. Bunun
nedeni, Medine'de oturmaya heves etmemesi olabilir. Nitekim Medine'de ikamet etmiş
ve zorunlu olarak orada kendisinden ders alan talebeleri bulunmuştur. Daha
sonra Basra'ya taşınmış oradaki fakihlerle müzakerelerde bulunmuştur. Bilahare
Kufe'ye taşınmış orada da Abdurrahman b. Ebi Leyla, Ebu Hanife Nu'man b.
Sabit, Süfyanaş Sev-ri ve diğer fakihlerle müzakereler yapmıştır. Madem ki bu
gibi şahsiyetlerle müzakerelerde bulunmuş, müzakere yoluyla onlardan nakiller
yapmıştır. Öyleyse kendisinde bir alt yaş ve ilim sahibi kişilerle buluşması ve
o kimselerin kendisiyle müzakerede bulunmayıp sadece ders almış olmaları
zorunluluk arzeder. Yine ilk görüştüğü fakihler kendisiyle müzakerelerde
bulunmalarına rağmen, görüşleri İmam Zeyd'i etkilese bile Zeyd'in bir mezhep
oluşturduğunu nakletmemişler, ancak dersleri izlenilen bir şahsiyetten derslerini
izleyen öğrencilerin not alışları biçiminde ilim aldıkları için, daha sonra
gelen bu öğrencilerin, haleflerine Zeyd'in fikirlerini aktarmaları konusunda
büyük katkıları olmuştur.
195-
el-Mecmu' adlı kitabın sarihi Şerefüddin Hüseyin b. Ahmed es-San'ani (vef. h.
1221) İmam Zeyd'den ders alan yahut ilmi konulan kendisiyle müzareke eden büyük
bir topluluktan söz etmiş ve şöyle demiştir:
"Zeyd'in
öğrencileri, değerli ve saygıdeğer çocukları: İsa b. Zeyd, Muhammed b. Zeyd,
Hüseyin İbn Zeyd ve Yahya b. Zeyd'dir. Süfyanes Sevri, Zeyd'in biricik evladı
İsa b. Zeyd'den ilim almıştır. O. zamanındakilerin en takva sahibi kişisi
olduğu gibi. Iraklıların da ceddidir. (Yani Irak'ta ikamet eden Ali Beyt
Zeydilerinin) Muhammed b. Zeyd ise Acemistan beldelerindeki Zeydilerin
ceddidir. Hüseyin b. Zeyd de Zeyd b. Ali sülalesinden meşhur olanların
ceddidir. Yahya b. Zeyd, İmam Zeyd'den sonra imamet görevini üstlenen kişidir.
Kendisinden aldığı ilmi sonraki kuşaklara nakleden Zeyd'in ashabı, büyük bir
cemaati oluşturur. Bunların ünlülerinden birisi, prapagandistlerinden, aynı zamanda
fakih, sade yaşayışlı ve muhaddis olan Mansur b. el-Mu'temirdir.[4]
Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei ve diğerleri onu kaynak göstermiş,
ondan rivayette bulunmuşlardır. Harun b. Sa'd el-İcli de aynı durumdadır ve
Müslim'in otorite şahsiyetleri arasındadır. Ayrıca Muaviye b. İshak b. Zeyd,
Nasr b. Huzeyme, Muammer b. Hu-seym el-Hilalî, kendi adına davette bulunduğu
risaletinin sahibi Ebu Leyla'nın oğlu Abdurrahman, faziletli ve sade yaşayışlı
Zeyd b. Rabî, birçok faziletleri bulunan ve Ebu Hanife,diye bilinen fakih Numan
b. Sabit [5]
Seleme b. Küheyl[6] Ebu Hacebe fakihle-rin ve
muhaddislerin başı ayrıca birçok mezhepler arası seçmeleri bulunan Süleyman b.
Mehran el-A'meş, bir Süf yan b. es-S anıtlardandır. Süfyan, Cafer Sadık
(r.a)'den naklen Zeyd'in, rüyasında Nebi (s.a.v)'i: "Ey Zeyd. tek başına
kalsan da Hişam'la cihad et" derken görünceye kadar Hişam'a karşı cihad
bayrağını açmadığım rivayet eden kişidir.
196- Bunlar,
el-Mecmu sarihinin naklettiği, Zeyd'den ders alanların bir bölümüdür. Burada o
kadar çok isim nakledildi ki, sayı olarak bizim belirttiklerimizden birkaç kat
fazladır. İşte sayılan yetmişi aşan bu alimlerin bir bölümü, Zeyd'in
maiyyetinde cihad esnasında katledilmiş, diğer bölümü de kendisinden sonra
hayatta kalmıştır. Kendisinden sonra hayatta kalan bu taife arasından bir
bölümü, bu imama nisbet edilen mezhebin yayıldığı büyük beldelerde daha sonra
gelenlere onun fıkhını taşıyan kişiler olmuşlardır.
Bir kısım insanlar,
Zeyd Kufe'de bulunduğu sırada Ebu Hanife'nin orada bulunmadığını ileri sürerek
Ebu Hanife -İmam Zeyd buluşmasını reddetmişlerdir. Böyle bir açıklama,
tartışma götürür bir konudur. Çünkü Küfe, İmam Ebu Hanife'nin ikamet ettiği bir
beldedir. Ebu Hanife sadece hac amacıyla yahut bir rivayetin veya fıkhın
kaynağını aramak gayesiyle yahut da sürgün edildiği zaman o beldeden
ayrılmıştır. Bu sürgün olayı İbn Hubeyre'nin kendisini vali yapmak istemesi ve
onun da reddetmesi, bununla birlikte Ali b. Ebu Talib ailesine karşı (Allah
Tebareke ve Teala'nın hoşnutluğu Ali'ye ve ailesi üzerine olsun) aşırı sevgi
beslemekle İtham edilmesi sırasında meydana gelmiştir.
Ebu Hanife-İmam Zeyd
buluşmasını reddetmek, ancak İmam Zeyd'in orada bulunduğu sırada Ebu
Hanife'nin bulunmadığı hususunun kesinlik kazanması durumunda mümkün olabilir.
Çünkü aslolan, Ebu Hanife'nin orada ikamet etmiş olmasıdır. Aslol-mayan haber,
bir belgeye ihtiyaç duyan husustur. Aslolan haber ise hiçbir delile ihtiyaç
duymaz. Bunun Ötesinde, İmam Zeyd Kufe'ye defalarca gidip-gelmiştir. Bu gidip
gelmeler esnasında buluşmanın meydana gelmemesi imkanı yoktur. Öyleyse buluşma
olayı kesinlik kazanmış bir durumdur. Nitekim buluşma olayını ve Zeyd'in Ebu
Hanife'den takdirle bahsetmesi hadisesini Ebu Hanife'nin hayatından bahseden
menkıbe kitapları açıkça belirtmiştir. Mekki'nin ve İbn Bezzazi'nin Menakıb
adlı kitapları bu karşılaşmayı, reddine imkan vermeyecek şekilde açıkça ortaya
koymuşlardır.
Haddizatında, Ebu
Hanife ile buluştuğu sırada Zeyd'in değerinde bir düşme olmayacağı gibi, fıkhı
konulan Ebu Hanife ile müzakerede bulunması da İmam Zeyd'in şahsi-yetindeki
değeri artırmaz. Öte yandan İmam Zeyd'le buluşması, onunla müzakereler yapması,
hatta O'ndan ders alması Ebu Hanife'nin makamından hiçbir şey alıp götürmez.
Zira İmam Ebu Hanife hem İmam Cafer Sadık'tan ve hem de Abdullah b. Hasan
el-Hasan'dan
rivayetlerde bulunmuştur. Hiç kimse kalkıp dememiştir ki, bu olay Ebu
Hanife'nin makamından çok şeyler alıp götürmüştür. Hem sonra Ebu Hanife (r.a)
Şiileş-me derecesine varacak kadar olmasa bile Aî-i Beyt'e karşı muhabbeti iîe
bilinen bir kişidir. Nitekim bu muhabbet Emevi döneminde göründü ve derhal İbn
Hubeyre'nin eziyetlerine maruz kaldı. Aynı muhabbet Abbasi döneminde görünmeye
ve onun, Muhammed en-Nefs ez-Zekiyye ile kardeşi İbrahim'i başa geçirme
istediğinde olduğu ortaya çıkarılmış ve her ne kadar ölümüne sebep olan bu
konuyu gizlemek için olaya başka bir görünüm kazandırılmış İse de, Ebu
Hanife'nin başına gelen bütün belalar bu nedenle gelmiştir.
Zeyd'i adım adım takip
ederek ilmini nakleden öğrencilerinden birisi de Ebu Halid Amr b. Halid'dir.
Zeydî fıkhına ait ne kadar itibar varsa hep bu öğrenciye aittir. Çünkü Ebu
Halid, bu mezhebin hükümleri konusunda kendisine başvurulan tek kaynak sayılan
el-Mecmu' adlı kitabın ravisidir.
197- Çok
sayıdaki bu öğrenci grubu, Zeyd'in fıkhını büyük îslam beldelerine
taşı-mışIardnvBunun nedeni, İmam Zeyd (r.a)'ın katledilişi olayından sonra
öğrencilerinin kendilerini bıraktığı yerde kalmalarının düşünülmesi imkanı
bulunmamasıdır. Çünkü onlar, kendilerine ilişen şiddetli eziyetlere hedef
oluyorlardı. Zira Emevi oğullan Zeyd'e yardımcı olanları adım adım araştırıyor
ve yakalamayı başarabildiklerini çeşitli işkencelere maruz bırakıyorlardı.
Hatta eziyet ve dövme hadisesi İmam Ebu Hanife'nin de başına geldi. Bu
olaylardan sonra Hicaz'a kaçtı. Irak'a, ancak Abbasiler İslam devletini ele
geçirdikten sonra döndü ve evvelemirde onları bağrına bastı.
Bu Öğrencilerin
çeşitli İslam beldelerine kaçışmaları, Zeydiyye'nin genel anlamıyla îslami
ilimlerde, özel olarak da fıkıh dalındaki görüşlerini yaymalanndaki tek etkeni
teşkil etmiştir. Buna göre, bîr grup Horasan diyarlarında, diğeri Medine'de,
üçüncü bir grup da Yemen'de bu fikirleri yaymıştır. Bu mezhep o kadar çok
ülkelere yayıldı ki, böyle bir olay Allah Teala'nm İmam Zeyd'e vermiş olduğu
kerametler arasında sayılır. Nitekim Şerh el-Mectnu'nn Önsözünde şöyle
geçmektedir: "Asırların geçmesine rağmen Onun mezhebinin İslam
beldelerinde yer-yer yaygın hale gelmesi, Zeyd'in kerametleri
arasındadır."
Bu mezhep, İmam
Zeyd'in katledilişinin akabinde büyük beldelerdeki öğrencilerinin fırkalara
ayrılmasıyla meydana geldi. Böylece onun (r.a) eziyetlere maruz kalması
ışığının yayılmasında ve irfanının genelleşmesinde tek neden olmuştur. [7]
198- İmam
Zeyd'in dönemi, ilimlerin kitap haline getirilme dönemi değildi. Bilakis
ilimlerin kitap haline getirilmesi bu asnn akabindedir. Allah Teala onun
ruhunu, hicri ikinci vüzyılın ilk çeyreğinde kabzetmiştir. Oysa tedvin olayı
onun ölümünden sonra başlamış ancak aynı yüzyılın üçüncü çeyreğinde
çoğalmıştır. Hatta daha önce işaret ettiğimiz gibi İmam Ebu Hanife de fıkhını
kendisi kitap haline getirmemiştir. Her ne kadar o dönemdeki bazı eserler onun
bir kısım yönlerini içermekte ise de bunlar usulü din ve irşad konusundaki
küçük risalelerdir. Fıkh-ı Ekber, eî-Alim ve'l-Müteallİm risalesi ve Yusuf b.
Halid es-Semtî'ye vasiyeti gibi. Bunların tümü, her ne kadar bir kısım ilmi konulardaki
görüşlerinin belgeleııdirilmesini kapsamakta iseler de, tedvin sayılamayacak
risaleler durumundadırlar.
Lakin bununla birlikte
Zeydiyye yanlıları, Zeyd b. Ali'nin birçok kitaplar yazdığı ve ilmi konularda
tasniflerde bulunduğuna dair kesin bir inanç taşımaktadırlar. Nitekim Şerh
el-Meantı\m önsözünde metni aşağıda bulunan açıklamalar geçmektedir:
"Kuşkusuz bu
dönemdeki hadisler ve rivayetlerin yorum işleri insanların ellerinde
yayınlanmış bir şekilde bulunmuyordu. Güvenilir tarihçiler ve diğer haber
taşıyıcıları, ilk tasnif ve telif yapanın Abdüîmelik b. Cüreyc, İbn Ebi Urube
ve Malik b. Enes olduğunu açıkça belirtmişlerdir. Hatta bunların ilkinin Zeyd
b. Ali (r.a) olduğu da söylenir. Yine ilk olarak kitapları bablarına göre
tasnif eden kişinin Basra'daki Rabi' b. Sabih olduğu, bu kişinin Zeyd b.
Ali'nin Ehl-i Beyt'e nisbetle üstünlüğü ne ise kendisi dışındaki herhangi
birinin tabir caizse avama nisbetle üstünlüğünün de öyle olduğu şeklindeki
sözlerin arasını birleştirdiği ifade edilir. Bunların yaşadıkları zaman ve ölüm
tarihleri İmam Zeyd b. Ali'nin döneminden sonradır."[8]
Bu açıklamayla,
Zeydiyye'nin, bu dönemin ilimlerin tedvini dönemi olmadığını iti-caf etmelerine
rağmen İmam Zeyd'in, fıkhı kitap haline getiren, tasnif eden ve konularına
göre ayıran ilk kişi olarak kabullen ilmesinde ısrar ettiği hususu açıklık
kazanmaktadır. Nitekim Zeydiyye, İmam Zeyd'in Kitab et-Tefsir el-Garib, Kiîab
el-Hukuk ile Kitab el-Mecmu fi'UHadis ve Kitab el-Mecmu' fî'l-Fıkh adlı
kitapları te'lif ettiğini söylemişlerdir. Bu son iki kitap, Zeyd'e nisbet
edilen fıkhın temel direğini teşkil etmektedir. Bu nedenle her birine ait
müstakil bir yer ayırıyoruz. [9]
99- İmam
Zeyd, el-Mecmu' adında şu iki kitabı ardında bırakmıştır:
a)
Mecmu'el-Hadis,
b) Mecmu'
ei-Fıhh.
Her ikisini de Ebu
Halid Amr b. Halid el-Vasıtî bir araya getirmiştir. Ebu Halid'in toplamış
olduğu bu eserler halen basılı olup, Roma'da el yazması olarak bulunmaktadır.
Bu kitap üzerinde senedi ve İmam Zeyd (r.a)'a nisbeti açısından söz açmadan
önce ravi-si hakkında birkaç söz söyleyelim.
Kitabın ravisi,
adından bahsettiğimiz ve mevlahk yoluyla Haşimi olan Ebu Halid Amr b. Halid
el-Vasüîdir. Yani kendisi nesep yoluyla Haşimi değildir. Yalnız onunla Haşimiler
arasında mevlahk anlaşması vardır. Veya da bir kısım Haşimilerin azatlı kölesi
idi. Zeydî kaynaklar, mevlalığın türünü, vela-i muvaiat mı, yoksa Vela-i ıtaka
mı olduğunu açıklığa kavuşturmam ıslardır. Ancak ilk akla gelen, O'nun vela-i
muvaiat olduğudur.
Ebu Halid Kufe'de
doğmuş, sonra Vasıt'a taşınmıştır. Bu nedenle oraya nisbet edilerek kendisine
Vasıtî denilmiştir. Medine'de iken Zeyd'in peşini bırakmadığı gibi. Irak'a
gittiği sırada da, ikametinde yolculuğunda devamlı yanında bulundu ve İmam Zeyd'in
ardında bıraktığı eserleri rivayet etti. İşte Tefsir el-Garib'i rivayet eden
kimse budur. Aynı şahıs, fıkıh ve hadis'İ konu alan iki el-Mecmu' kitabını
rivayet ettiği gibi aynı zamanda Kitab cl-Hukuk'u da nakletmiştir.
Ebu Halid'in vefatı.
Nebi (s.a.v)'in hicretinin ikinci yüzyılının onbeşinci yılının sonrasına
rastlar.
Alimler, bu
nitelikteki Ebu Halid'in rivayetleri kabul edilecek derecede güvenilirliği
noktasında, İmam Zeyd (r.a)'den rivayet ettiği ve onun görüşlerinin ilk kaynağı
sayılan el-Mecmu' adlı kitabın kabul edilip-edilemeyeceğine varıncaya kadar
ihtilaf etmişlerdir. Onların bu ihtilafları aşağıdaki iki noktaya
dayanmaktaydı:
Birincisi: Sika bir
ravi olup-olmayışı. Zeydiyye onun sika (güvenilir) bir kişi olduğunu, her iki
el-Mecmu' adlı kitab ve diğerlerini Zeyd'den rivayet ettiğini kabul ederlerken,
İkincisi: İmamiyye ve
diğer mezhepler de Ebu Halid'i cerh etmekte, güvenilirliğini geçerli
saymamaktadırlar.
Böylece açığa çıkıyor
ki, oradaki ihtilaf şahsiyet konusunda olmayıp, ancak taifeci-lik çekişmesi
noktasından kaynaklanan bir ihtilaftır. Şöyle ki, Zeydiyye ve İmamiy-ye'nin her
ikisi de Al-i Beyt'in fıkhını rivayet etmekte, yine her ikisi de Al-i Beyt tarikinden
gelen hadisleri nakletmekte, ancak Zediyye'nin rivayetleriyle İmamiyye'nin rivayetleri
bir kısım haberlerde çelişme arzetmektedir.
İşte İmamiyye bu
ihtilafı bahane ederek bahsettiğimiz nitelikteki Ebu Halid üzerinde ta'n
noktalan bulunduğunu benimsemişlerdir. Fakat Zeydiyye her ne kadar İmamiyye
muhalefet etse bile gerek Ebu Halid ve gerekse diğerleri yoluyla Zeyd'den
nakledilen rivayetleri güvenilir bulmaktadırlar. Bu konuda şöyle derler:
"Denilse ki, Bakır ve Zeyd her ikisi de ilmi babalarından aldıklarına göre
ikisi arasında nasıl ihtilaf meydana gelebilir? Cevabı şöyle olur: Zeyd b.
Ali'den rivayet edenler, Zeydiyye'nin, üzerlerinde hiçbir ta'n noktası
bulunmayan adil kişileridirler. Oysa Bakır'dan rivayet edenler, İmamiy-ye'den
olanlardır ve bize göre onların adil olmaları sabit değildir"
Ebu Halid üzerinde,
bir kısım Ehl-i Sünnet ravileri ta'n noktası tesbit etmişlerdir. Onun hakkında
Vekî şöyle der: "Vallahi bizim çevremizde öyle bir adam vardır ki, adı
Halid'dir ve hadis
uydurur." Yine Yahya b. Main'in rivayet ettiğine göre Ahmed b. Han-bel
onun hakkında şu değerlendirmeyi yapar: "Yalancıdır, güvenilmez ve emniyet
edilmez." Yine Yahya b. Main'in rivayetine göre Taberani de onunla ilgili
şöyle söyler: "Yalancıdır ve hiçbir değeri yoktur." İshak b. Raheveyh
ile Ebu Zur'a "Hadis uydururdu" derlerken. Ebu Hatem de "Hadisi
terkedilen ve kendisiyle iştigal edilmeyen" kişi olarak bahseder.
Bu, noktada, Ehl-i
Sünnet alimlerinden oluşan bir kısım muhaddislerin de Ebu Halid'in hadisini
kabul ettikleri ve ondan rivayette bulundukları hususunun göz Önüne alınması
icabeder. Onlara göre Ebu Halid, rivayeti kabul edilen kişiydi. Nitekim Hafız
olan Ebu'l-Haccac Yusuf b. ez-Zeki b. Abdurrahman el-Mezzi'nin Tehzib el-Kemal
fi Es-mu'r-Rical adlı eserinde şöyle geçmektedir: "Amr b. Halid el-Vasıtî,
Haşimoğullanmn mevlası olan Ebu Halid el-Kıreşi'dir. Aslen Kufe'li olup, daha
sonra Vasıt'a taşınmıştır. Habbe b. Ebu Habbe el-Kufi, llabib b. Ebu Sabit.
Zeyd b. Ali, Said b. Zeyd b. Ukbe b. el-Fezari, Süfyan es-Sevri, Kutn b.
Halife, Bakır Muhammed b. Ali ve Ebu Haşim er-Zummanî'den naklen rivayette
bulunmuştur. Kendisinden naklen de İbrahim b. ez-Ze-bergan, İbrahim b. Ziyad
el-Taî ve İbrahim b. Herase eş-Şeybani, (İbrahim b. Hurase eş-Şeybani)...
rivayet etmişlerdir. Ehl-i Sünnet ravilerinden İbn Mace ve Darekutni de onun
lehinde rivayette bulunmuşlardır."
Özet olarak Zeydiyye.
F,bu Halid'i sika kabul ederken, İmamiyye sika olduğunu kabul etmiyor, Ehl-i
Sünnet ravilerinin ise bir kısmı onu cerh ettikleri halde bir bölümü de adil
saymaktadır. Bu nitelikteki Ebu Halid'de güvenilirlik, İmam'dan naklen rivayet
edilen el-Mecmu'daki başka bir deyimle rivayet etmiş olduğu iki el-Mecmu'Ğak\
güvenilirlik ölçüsünde olduğuna göre, buna dayanarak ve bu açıklamaların
ölçüsünde fıkıh ile hadis'i kapsayan el-Mecmu'un rivayet edilmesi konusunda bir
kısım ayrıntıya girerek söz edeceğiz. [10]
200-
el-Meamı'un rivayeti konusunu alimler tartıştılar. Daha doğrusu ravisini ve rivayet
ediliş tarikini, aynca Zeydi mezhebine ilişkin olarak Ebu Halid'in tariki
dışında yapılan rivayetleri bir de İmam Ali (k.v)'den rivayet edilenlere
uyumluluğunu tartışma konusu yaptılar. Böylece alimler iki fırkaya ayrıldı. Bir
fırka, el-Mecmıİun rivayeti konusunda ta'n noktaları yakaladı. Bunun üzerine
rivayeti hakkında şüphe ortaya çıktı. Diğer bir fırka ise el-Mecmu'u
kabullenerek onu kaynak edindiler ve bu husustaki rivayetleri, aşağılayıcı
şeyler nedeniyle yapılan bütün ta'n yöntemlerini reddettiler. Şimdi biz, ta nda
bulunanların hüccetlerini teker teker ele alacağız:
a) Ebu Halid
Amr'm, hadis uydurması ve yalan isnadda bulunduğu nedeniyle Ehl-i nnet
alimlerinin ileri gelenleri tarafından suçlu görülmesi, nitekim Nesei, onun
güvenilir olmadığını ve hadislerinin kaydedilemiyeceğini söylemiştir.
b) Onun
eczanelerden bazı sayfalar satın alması, onlan hadis olarak nitelemesi ve o
sayfaların içindekileri Al-i Beyt tarikiyle Rasulullah (s.a.v)'e nisbet etmesi.
c) İçinde
Ali (k.v)'ye nisbeti çok uzak düşen garib hadisler bulunduğu gerekçesiyle
Zeyd'den rivayet ettiği el-Mecmu' adlı kitabın hoş karşılanmaması
d) Rivayet
ettiklerinin bir bölümünün uydurma ve yalan olduğunun sabit olmasıdır Uydurma
ve yalan oluşunun kesinlik kazandığı bir şeyin rivayet edilmesi uygun düşmez.
Bu el-Mecmu' adlı eser gibi büyük, komple bir sistemin rivayeti şaşılacak bir
durumdur.
e) Al-i Beyt
(Allah Tebareke ve Teala'nm hoşnutluğu üzerlerine olsun) hakkında aşın Övgüde
bulunmasıdır. Bu durum Ebu Halid'i bid'atçi ve heva-hevesi peşinde koşan bir
kişi durumuna koyuyor.
f) Ebu
Halid'in, el-Mecmu'un rivayetini yalnız başına gerçekleştirmesidir.
Şayeu/-Mecmu'an Zeyd tarafından rivayet edildiği bilinmiş olsaydı, tıpkı İmam
Malik'in Mu-vatta'sında meydana geldiği gibi meşhur olacak ve ravileri çok
olacaktı. Nitekim Mu-vatta meşhur olmuş ve İmam Malik (r.a)'den nakilde bulunan
ravileri çoğalmıştır.
g) el-Mecnuı'un rivayet zincirinin İmam Zeyd
(r.a)'a varmadan tam bir kesintiyle inkıtaa uğramasıdır. Böylece Ebu Halid
fitnelerin hortlamasını uygun görüyordu. Bu ise müslümanlar için zarar verici
bir durumdur.
201- İşte el-Mecmu'un
rivayetini reddeden fırkanın alevlendirdiği hususlar bunlardır. Şimdi bu
maddelerin her biri hakkında açıklamalarda bulunalım. Sonra da eî-Mec-mu'u
kabul ederek kaynak edinenlerin cevaplamalarım açıklayalım. Daha sonra da bu
ta'n noktalarının yol açmış olduğu şeyler ölçüsünde bir denge kuralım:
Birincisi: Ebu
Halid'in güvenilirliği konusunda suçlanmasıdrr. Nitekim Ehl-i Sün-net'in bir
kısım ileri gelenlerinin bu konudaki görüşlerini nakletmiştik. Azınlıkta da
olsa bir kısmının onu temize çıkardığını, bir kısmının da rivayet edişindeki
emin oluşu ve güvenilirliğinin ölçüsü konusunda suçlamada bulunduğunu
belirtmiştik. Buna göre İbn-i Mace ve Darekutni hadis rivayet edişini makbui
sayarlarken, Nesei ile diğerleri de reddiyede bulunmuşlardır. Her ne kadar da
İmamiyye, yani AI-i Beyt'ten olmayıp da Al-i Beyt taraftarı bulunanlar onun
hakkında ta'n etmişlerse de, Al-i Beyt ve Zeydiler Ebu Halid'in adil oluşuna
karar vermişlerdir. Al-i Beyt'ten hiç kimsenin onun hakkında ta'nda bulunduğu
bilinmemektedir. Nitekim Ebu Halid. Muhammed Bakır ve Cafer Sa-dık'tan
rivayetlerde bulunduğu gibi, bu ikisinin dışindakilerden de rivayetler bulunmuştur.
Eğer makbul bir kişi olmasaydı, hadis alma konusunda kendisine müsamaha göstermezlerdi.
Zira İmam Muhammed'in, fıkhı ile ilgili tenkid noktası bulan kişiyi nasıl yânından
uzaklaştırdığını görmüştük. Ayrıca İmam Ebu Hanife konusundaki makalesini de
nakletmiştik.
Alimler, ilk ta'n
noktasına nisbetle, boyutları belirlenmeyen bir ta'nda bulunmanın makbul
sayılamayacağını karara bağlamışlardır. Usulcülerden inceleme yapan bir gurup
"birisini ta'n etme olayının, ya nedeni yorumlanmadan mutlak cerhetme veya
nedenini açıklamak suretiyle sınırlı bir cerhetme işinden uzak
kalamayacağını" karara bağlamışlardır.
Birincisi: durum
kişinin cerhedilmesine yol açan sebepler konusunda insanlar değişik görüşler
arzettiği için- muhakkiklerce makbul sayılmamıştır. Zira bir şey insanların bir
bölümüne göre cerh sayılırken, diğer bir kısmına göre ise ta'dil sayılır. Bu
durum cerh ve ta'dil yapan kişinin aynı mezhepte veya eğilimde olması
halindedir. Eğer mezhep, eğilim veya taife farklı olursa, o zaman cerh ve
ta'dil nedenleri çok geniş boyutlu bir ayrılık ve çok etraflı bir tartışma
ortamı halinde olur. Bir şahıs Ali yanlısı kökenli olduğu için Zeydİyye veya
İmamiyye'ye göre ta'dil edilirken, aynı şahıs gene aynı kökenden olduğu için
cerh edilebilir.
İkincisi: O da bir
sebebe dayandırılarak yapılan cerhdir. Böyle bir cerh olayına, içinde cerh eden
sebebin ortadan kaldırılışı bulunan bir ta'dil unsuru karşı çıktığı takdirde,
o zaman ta'dil edenle ta'n eden belgeler arasında görüş, karineler ve tarihin
doğruluğu açısından bir karşılaştırma yapılır. Eğer herhangi bir cerh olayına
mutlak anlamda bir ta'dil karşı çıkarsa örneğin ravi namazı terketmekle ta'nedilecek
olsa, cerh olayının karşısına da o kişinin güvenilir muttaki ve emanet sahibi
olduğu teziyle karşı çıkılırsa, eğer ravi emanet ve sidk sıfatlarıyla meşhur
olmuşsa o zaman raviyi adaletli sayan görüşe itibar etmek daha uygun olur.
Bu açıklamaların
sonucunda deriz ki, Ehl-i Sünnet İmamları tarafından yöneltilen bütün ta'n
noktalan mutlak anlamdadır ve açık bir yorum getirilmemiştir. Örneğin Ahmed b.
Hanbel Ebu Halid'in çok yalancı olduğu suçlamasında bulunmuştur. Ancak bu
mutlak bir ta'nediştir ve açıklama getirilmemiştir.
Belki de bu ta'nedişin
sebebi, onun Ali taraftarı oluşudur. Ahmed b. Hanbel, Al-i Beyt'e karşı bu
derece aşın bağlılık gösterenleri sevmezdi. Aynca Ebu Halid, Hz. Ali'yi Hz.
Ebubekir ve Hz. Ömer'e üstün tutuyordu.
Bunun da ötesinde bazı
raviler Ebu Halid konusunda ta'nederlerken, Al-i Beyt arasından gelen imamlar
onu temize çıkarıyorlardı. Nitekim İsa b. Zeyd, Ahmed b. İsa b. Zeyd ve ayrıca
Cafer Sadık gibi diğer Ehl-i Beyt imamlan O'nu tezkiye etmişlerdir.
Kuşkusuz Buhari'nin ve
diğerlerinin de rivayetlerini kabule şayan buldukları birçok sıka raviler yalan
söyledikleri tarzında suçlanmışlardır. Ancak bu tür suçlamayı, soyut bir anlam
taşıdığı için muteber saymamışlardır. Şüphesiz Ebu Halid konusunda suçlamalarda
bulunanların bir bölümünü, kendi yaptıklarının daha şiddetlisiyle başkaları
cer-netmişlerdir. İşte Ebu Halid'in komşusu olduğunu, onun yalancı olduğunu
söyleyen ekıin kendisi, iki otorite Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'in imamlıklannı
reddeden ve on-ara s°ven bir rafızi oİmakJa suçlanmıştır. Hangi suçlama bundan
daha büyük olabilir ve o kimsenin Ebu Halid gibileri ta'netmesi nasıl kabul
edilebilir?
Çoğu kez
"kezzab" kelimesi, nakilde hataya düşen yahut kuruntuya kapılan kişi
jçin kullanılır. Dolayısiylc bu kelimenin güven duyulacak belge konusunda sika
olma durumunu değiştirmesi doğru olmaz.
202- Bazen
fırkaların ayrılığa düşmeleri raviye muhalefet edenler arasında güvenirliğin
bulunmamasına iter. Mesela İmamiyye, kendi cemaatinden olmayan bütün raviler-de
zaaf noktası bulur. İslam cemaatinden olan bu muhaddisler, onlarla mübadele
ederler. Nitekim İmamiyye Vasıl b. Ata'nm arkadaşı Amr b. Ubeyd ve aynı
zamanda Vasıl hakkında-her ikisi de yalan söylemeyen sadık kişiler olmalarına
rağmen- ta'nda bulunmuştur. Ayrıca fikri oluşumlarında sapma gösterenlerin bir
kısmı boy ölçüşmeye kalkışmış ve rivayet konusunda çok muhfazakar davranan Ebu
Hanife hakkında ta'n etmişlerdir. Bu ta'nm sebebi, Ebu Hanife'nin kıyasa fazla
ağırlık vermesiydi. Onun kıyasa fazla ağırlık vermesi, sadece Rasulullah
(s.a.v) ile ashabından naklen rivayet edilenler arasından doğru olanları çekip
çıkarma konusunda çok titiz davranması yüzündendi. İnsaflı davrananlar ise
mezhep yanlıları konusunda orta yolu izliyorlardı. Böylece hem hakka, teslim
ediyorlar hemde mezheplerine sadık kalıyorlardı. Bundan dolayı da bid'atçılıkla
suçluyorlardı. Mesela rivayet ilminin otoritelerinden sayılan İbrahim b. Yahya
hakkında İbn Hacer şöyle diyor: "Hadis işiyle uğraşanların çoğunluğu İbn
Ebi Yahya'nın zayıf hadis rivayet ettiği noktasında birleşmektedirler. Fakat
İmam Şafii, onun çok sadık olduğunu söyler. Ancak o bid'atçıydı. onun bid'atçı
olması Kaderiyyeci yani insanın kendi fiillerini kendisinin yarattığını
söylemesinden dolayıdır." Nitekim bu mezhebi daha önce açıklamıştık.[11]
Safi fıkhının
Mısır'daki ravisi Rebi de şöyle diyor: "İmam Şafii'yi. İbrahim b. Yahya'nın
kaderci olduğunu söylerken işittim." Rebi'e, Öyleyse İmam Şafii'yi ondan
rivayet etmeye zorlayan şey neydi, diye sorulduğunda, şöyle dedi: "İmam
Şafii, İbrahim'in uzaktan bir göz gezdirmesinin, kendisine göre yalan
söylemekten daha sevimli olduğunu söylerdi."
İşte bu, raviler için
çok ince bir elekten geçirmedir. Vesikacı, kişinin görüşüne değil, şahsiyetine
bakar. Ravinin görüşü vesika toplayanın veya cerh işiyle uğraşanın ravi-nin
nazarında doğruluğuna etki etmeyecek tarzda bir sapıtma olduğuna göre, o halde
sıdk ile re'y arasında bağlantı yoktur. Çünkü sıdk sıfatı, emanet, ahlaklı oluş
ve dindarlık kuvvetinden kaynaklanır. Re'y ise etraflı düşünme ve delilleri
araştırıp ortaya koymaktan doğar. Kişi görüşünü açıklarken bazan hata edebilir
ama, sıdkında ve emanetinde zan altında bırakılamaz. Fakat mezheplerine karşı
aşın taassuplarından dolayı fırkaların içerisindeki bir kısım kişiler
tarafından yalan haber uydurma olayı çoğaldığı için, İmam Şafii'den sonra gelen
raviler ve tercih ehli kimseler üzerinde, sünni muhaddisler cemaatinin dışında
kalan bütün raviler hakkında kuşkulanma duygusu galebe çalmıştır.
Şüphesiz Ebu Halid
konusunda suçlamada bulunanların tamamının Zeydiyye taifesinin dışından
kaynaklandığına kısaca değinmek zorundayız. Hatta onlar arasından, Ebu Halid'e
yalan isnad etmekle itham etmelerinin sebebinin ileride açıklayacağımız gibi
Al-i Beyt'e karşı muhabbeti veya bu muhabbetinde aşırı gitmesi, aynca onların
Emevioğul-lanna karşı kıyam etmelerini saygıyla karşılaması olduğunu açıkça
belirtenler bile vardır Nitekim Allah'ın veli kullan konusunda kitap yazan bir
kısım imanlı kişilerin, Zeyd'in adını anmayı ihmal ettiklerini, ancak Zeyd'in
atalarını, kardeşlerini, kardeşlerinin okullarını, amcalarının oğullarını
zikrettiklerini müşahede ettik. Zeyd'in liste dışı bırakılmasının nedeni onun
kıyam edişi ve kendi zanlanna göre fitneyi hortlatmış olmasıdır. Bu kimseler
ve benzerleri İmam Zeyd'e bu tür suçlamaları yakıştırdıktan na ve ayrıca Ebu
Halid'i de İmam Zeyd'e olan muhabbetinde aşırı gitmesinden dolayı saf dışı bıraktıklarına
göre, biz de Emevi devlet adamlarına karşı kıyam eden herkesi, rivayetleri
konusunda şüphe edilen kimselerden saymaları noktasında aşırı gittikleri ve
sınırı aştıklarından dolayı onların düşüncelerini saf dışı bırakabiliriz.
Birinci durum zarar taşımayan bir sınırı aşma ise de, ikincisinin ise zararlı
sınırı aşma olduğunu zannediyoruz. Çünkü bu sonuncuda, zalimleri dost edinme
sözkonusudur. Davramşlanndan ve hakkı kendi zatında uygulayışından dolayı
Allah, Şafii'ye rahmet etsin. Aynca Zeyd'in kıyamı hakkında: "onun kıyamı.
Nebi (s.a.v)'in Bedir günündeki kıyamına benziyor" diyen Ebu Hanife'ye de
Allah rahmet eylesin.
Bu anlatılanlardan, şu
sonucu elde ediyoruz ki, Ebu Halid hakkında suçlamada bulunanların suçlama
nedeni, onun Zeydî oluşudur. Şafii (r.a)'ın, fikirleri küfre varmadığı sürece,
İbrahim b. Ebu Yahya'ya toleranslı bakışı gibi, onlar da Ebu Halid'in şahsının
sadık ve emin olup-olmadiğına bakmadılar. Nitekim er-Ravd en-Nadir kitabının
sahibi, Ebu Halid'in Al-i Beyt'e duyduğu bağlılığı anlatırken şöyle diyor:
"Ebu Halid. AI-i Beyt'in yönetime getirilmesine sımsıkı tutunan, onların
erdemliliklerini yayan, hadislerini rivayette bulunan kişiler arasındadır.
Ayrıca o, zalimlerden uzak durmuş ve aralann-da geniş mesafe bırakmış,
zalimlerin kapılarında dalkavukluk eden, onların eşiklerine tutunan alimlerin
arasına hiç karışmamıştır. Bu nedenle onun şahsiyeti konusunda aşağılayıcı
ifadeler kullanmalar garipsenecek bir ihtimal değildir. Taassuba gayretkeşliği,
onları Ebu Halid'in yalan isnad ettiği ve hadis uydurmacılığında bulunduğu
tarzında ölçüsüz davranışlara sürüklemiştir."
işte böylece.
îmamiyye'nin ve dışındakilerin taassubları Ebu Halid'in suçlanmasına en teşkil
ettiğine göre, (ki bu suçlama sebep teşkil edebilecek yerinde bir suçlama gi
oır) biz de bu suçlamanın bir ravinin reddedilmesine ve rivayet ettiği
hususlarda nci ^yrtmasına yeterli
olabileceği görüşünü taşımıyoruz. Daha önceden de ifade et-
ız gibi, sıdk
sıfatının dayanak noktası kişinin görüşü değil, şahsiyetidir. Bu madde-
adıktan sonra şimdi
de, el-Mecmu'un rivayeti ile ilgili olarak şüphe uyandıran ikinci noktaya
geçelim. [12]
203- Bu
nokta, el-Mecmu'un rivayeti konusunda şüphe uyandıran ikinci husustur. Aynı
zamanda bu husus, ravisi konusunda şüpheli davranmak veya suçlamada bulunmaktır.
Bu ise en çirkin bir suçlamadır. Ta'n eğer hakkında karşı suçlamada bulunanın
ifadesini -sadece rivayet konusunda değil, her şeyde geçersiz kılacak bir delil
bulunmadığı takdirde meydana gelir. Çünkü ta'n, aklım kabul görmeyeceği ve
zihinlerin doğru bulmayacağı bir şeyle bühtanda bulunmak demektir.
Bu maddedeki ta'n,
birinci maddedeki suçlamaya dayanmakta,bilakis ondan da aşırı gitmektedir. Bu
maddedeki ta'nm anlamı onun eczacıların, güzel kokularla ilaç ve benzerlerinin
faydalarından bahsettikleri şeylere başvurması ve onları Ali Beyt'ten nakledilen
hadisler olarak addedip insanlar arasında hadis gibi ilan etmesi şeklindedir.
Biz bu düşünceyi ilk
başta kabuîe şayan bulmuyoruz. Çünkü onun bilfiil eczane sayfalarından aldığı
ve bu aldıklarını bir kitap halinde veya rivayet tarzında sunduğu hususunu
açıklığa kavuşturan bir ifade şekli belgelerle belirtilmemiştir. Eğer belgeler
açıkça belirtilseydi ve sözünün tanıkları belirtilmiş olsaydı o zaman tartışma
konusu olabilirdi. O takdirde onun sözünün güvenilirliğinin ve şahitlerin üzerinde
durdukları hususların Ölçüsü açıkça anlaşılmış olurdu. Acaba böyle bir
yalancılıkla suçlamaya yönelik olarak söylediği sözleri temize çıkaracak bir
kişi çıkmış mıdır? Nitekim bu sözleri temize çıkaracak bir açıklama getiren
kimse çıkmamıştır.
Onun, bazı eczane
sayfalarını aldığı farzedilse bile, acaba onları rivayet ettiği el-Mecmu'a
eklediği belgelenmiş midir? Bu belgelerden hiçbirisi açıklık kazanmamıştır.
Şüphesiz yargı konusunda, müphem davalara iltifat edilcmiyeceğİ ve bunlara
kulak ve-rilemiyeceği, kesin ve değişmez kurallardandır. Bu tarz suçlama da,
isbatı için hiçbir çıkar yol bulunmayan ve peşinden de isbatlayacak bir şey
sunulmayan müphem davalardandır. Bunun da ötesinde böyle bir tez,
geçersizliğinin delilini beraberinde taşıyan davalardandır. Çünkü eczane
tarifelerinin yazımı işi, İmam Zeyd döneminde şöhret bulup yayılmış değildi,
Zira ilimlerin, özellikle de tıp alanındaki ilimlerin yazım işi bu devirden
sonra meydana gelmiştir. Bu alandaki sözler fikir halinde bulunsa bile henüz
sayfalar halinde kaleme alınmamıştı; sadece yazım işiyle uğraşanlar arasında
elden ele dolaşıyordu. Çünkü bu yazım işi ancak Harun Reşid döneminde
tamamlanmış, el-Me'mun döneminde de yaygın hale gelerek alabildiğine
genişlemiştir.
Bu töhmet konusunda
bir kısım el-Mecmti sarihi şöyle demektedir: "Bu hadise, bir kimseye
yapmadığı şeyi yüklemenin ta kendisidir. Şayet bu suçlamayı yapan kişi o olayı
görmüş olsa da bunun üzerine hadis uydurduğuna dair hüküm verse, fakat bu
uydurma metin veya senedin tamamında mı
yoksa bir bölümünde mi olduğuna açıklık getirmemiş olsa, o kimse davasını
sübuta erdirmeme noktasında koşuşmuş, iddiasm-d* başkasının hakkına dokunmuş ve
garib birşey ortaya koymuş olur. Böyle yapmayıp i savunan kişi olayı sadece
haber olarak verse, bu durum da tuhaflığına hükmedilen hususlardandır."[13]
Hülasa böyle bir
itham, hiçbir esasa dayanmamaktadır. O, mutlak anlamda bir ta'na 1 uzatmaktır.
Yine O, kendisini isbatlayacak şeyi beraberinde taşımayan bir sözdür. Avnca O,
kendisine iltifat edilmeyen müphem bir tezdir. Öyleyse, mezhebin üzerine kurulduğu
ve taraftarlarının kuşaklar boyu kabullenerek amel ettiği bir kitap konusunda
ta'n noktası bulunduğundan bahsedilmesi, garib karşılanacak şeylerdendir. [14]
204- Bu da,
bir kısım Ehl-i Sünnet fakihlerinin ve muhaddislerinin dile getirdiği cerh
nedenlerinden birisidir. Şüphesiz Ebu Halid'in bu sıfatla nasıl
isimlendirildiği bilinmemektedir. Şayet bu ithamla yüz yüze getirilseydi,
belki de şöyle söylerdi: "Bu, iddiasında bulunmadığım bir şeref ve
reddetmiyeceğim bir töhmettir." Zira bu, bir mezhebin diğer mezhebe, bir
siyasi görüşün diğer görüşe tahakkümüdür.
Nitekim böyle bir
suçlamanın geçersizliğini Şafii (r.a)'dan naklen verdiğimiz kişi anlayışında
hafif sapmış olsa bile onun görüşüne değil, şahsiyetinin doğruluğuna baktığı
tarzındaki düşüncesi içerisinde açıklamıştık. Nitekim bu konuda usul ilmi
muhakkikleri ihtiyatlı davranmışlar, cerh ve ta'dilin makbul sayılmasında
ta'dil edenle edilenin, ayrıca cerh edenle cerh edilenin mezhepleri arasında
birlik bulunmasını şart koşmuşlardır. Bir topluluğa göre cerh sayıldığı halde
diğerlerine göre ta'dil sayılan nice olaylar vardır. Şüphesiz ki Al-i Beyt'e
karşı övgüde aşın gitmekle itham edilmek, bir fırka içerisindeki kişilere göre
itham sayılırken, diğer fırkalardakine göre şeref addedilmektedir.
imam Zeyd (r.a)'a
karşı isyanda bulunan Zeydilerin bile Al-i Beyt hakkındaki muhabbetleri
diğerlerinde bir ta'n noktası teşkil etmiyordu. Aksine onlar sapıtmış olarak
değil, sempati duyulan kişiler sayılıyorlardı. Öte yandan onlar, Ali b. Ebu
Talib'i Hz. bbubekir ve Hz. Ömer (r.a)'ya üstün görmelerine rağmen bu da
yalancılıkla ta'n edilme-erıne sebep oluşturmuyordu. Ayrıca Zeydiler, raviler
güvenilir oldukları sürece velevki görüşlerinde kendilerine muhalif de olsalar
rivayetleri hangi tarikden olursa olsun, Nebi vs-a,v)'den naklen rivayet edilen
bütün hadisleri kabul etmektedirler. Nitekim bu mezhe-ın sonra(ian gelenleri,
bahsedilen temel ilkeyi titizlikle korumuşlar, gerek iki sahih ki-1
Buhai"i ve Müslim' gerekse Sünen-i Ebu Davud, Tirmizi, Nesei ve îbn
Mac'eden Şan Kütüb Sineyi ve diğer hadis kitaplarını, İslam'ın muteber ve
kaynak alınabilecek temel dayanakları olarak benimsemişlerdir. Böylece Zeydiler
Ebu Halid hakkında bu tarz tuhaf bir suçlamayla ta'nda bulunanlardan, şüpheye
yer vermeyecek biçimde daha geniş toleranslı düşünceye sahip bulunmaktaydılar.
Bu noktada bazı
zeydiler, Ebu Halid'in biyografisi ile ilgili olarak şöyle diyorlar: "Ebu
Halid'i yadırgadıkları noktalardan birisi de, Ehl-i Beyt'in, daha doğrusu Nebi
(s.a.v)'in beytinin faziletleri ile ilgili, kendi mezheplerine ters düşen
rivayetlerde bulunmasıdır. Onların adetleri böyledir; doğru olsa bile sırf
kendi mezheplerine muhalefet ettiği için aşağılamada bulunurlar. Ayrıca fasık
bile olsa. mezheplerinin temel ilkelerini kendi anlayışlarına göre rivayet
edenleri adaletli sayarlar. Bu esasa göre, labiîn'in efendisi olan Üveys
el-Karnî'yi ^ zayıf rav il erden saymışlardır. (Ancak Buhari, bu haberin
isnadında şüphe olduğunu söylemiştir.) Öte yandan Mervan b. Hakem'i ve aynı
görüşte olanları da tadil etmişlerdir."
Biz, yukarıdaki
ifadenin yazarıyla, meşreplerinden oldukları sürece fasıklan ta'dil etmeleri
tarzındaki görüşüyle aynı düşünceleri paylaşmak durumunda değiliz. Lakin onlar,
kendi mezheplerinden olmayan birisini veya görüşlerine muhalif olanlara selefe
karşılaşır" diye rivayetinde şüphe görülen kişi" olarak
benimsemektedirler. Hatta bir kısım mutaassıp kişiler, kader konusunda farklı
görüş beyan etmekle itham olunan tabiînin efendisi Hasan el-Basri'nin rivayeti
konusunda ileri-gcri konuşmuşlardır.
Nasıl ki biz
İmamiyye'yi bir cemaat nezdinde rivayet olunan bütün hadisleri reddetmeleri
konusunda eleştiriyorsak, aynı şekilde kişinin kendi kişisel yapısını göz Önüne
almadan mezheple ilgili cerhde bulunan. İmam Şafii'nin, bid'atçi olduğunu
söylemesine rağmen İbrahim b. Ebu Yahya'dan naklen yapılan rivayetler
konusundaki uygulaması gibi uygulama yapmayanları da eleştiriyoruz.
205- Ta'n
noktasındaki bu konulardan birisi de, Ebu Halid'in İmam Zeyd'e ait mun-katı
hadis rivayet etmesi, yahut ona yardımcı olması ve çağının hadis hafizlanyla
haşir-neşir olmaması ile itham edilmesidir. Bu tür düşünce hatalıdır. Yardımcı
olma konusuna gelince, bu konuda Ebu Hanife, A'meş. Süfyan es-Sevri, İbn Ebi
Leyla ve diğer fakih-lerle muhaddisler kendisine iştirak etmişlerdir. Hatta
İmam Zeyd (r.a)'m hareketi ve kıyamı, fakihlerle muhaddislerin hareketi
sayılmıştır. Şüphesiz İmam Zeyd (r.a) bütün İslam taifelerinin sevilip-sayılma
noktasındaydı. Tarikalçiler, zahidler, mürcie, mu'tezile ve şia'nın tümü onu
takdirle karşılıyorlardı. Böyle bir şehidi kim takdir etmez ki... Eğer böyle
bir kimse ta'n edenler tarafından zemmedilme mevkiinde bulunuyorsa, o zaman Ebu
Halid de bu zemmedilişe rıza gösterecektir. Bu zemmetme ateşini
alevlendirenler, elbetteki Zeyd'e yardımcı olanların iyi veya kötü yönlerini
araştıracaklardır. Oysa Al-i Beyt'e muhabbet beslemek ve hak üzerinde
kendilerine yardımcı olmak, onlar için kötü-lenme mevkii değil, bir medhedilme
mevkiidir. Şöyle söylediğinden dolayı Allah Şafii'ye rahmet eylesin:
"Al-i Muhammed'i
sevmek rafiziliksc cü,er, his ve cin salııd olsun ben rafıziyim meğer.
Ebu Halid'in Zeyd'den
munkatı hadis rivayet ettiği ve çağının hadis hafızlarından rivayette bulunmadığı
görüşlerine gelince; bu görüş Ebu Halid'in hayatının tekzib ettiği Çelişik bir
iddiadır. Nitekim el-Kemal adlı kitapta, Ebu Halid'in Zeyd'den, kardeşi
Mu-hanımed Bakırdan ve Süfyan es-Sevri'den naklen rivayette bulunduğu
geçmektedir. Do-layısiyle o, hadis hafızlarından kopuk değildi. Lakin onun
durumu otoritelerden herhangi birinin peşinden ayrılmayan, ondan rivayette
buiunan, ayrıca başkalarının nezdinde-kilerini de öğrenmeye çalışan her ilim ve
hakikat araştırıcı sının durumu gibidir. Bütün imamların (r.a) konumları da
aynıydı. İşte Ebu Hamfe (r.a) Hammad b. Ebu Süleyman'ın peşinden ayrılmamış,
ondan munkatı' hadis nakletmiş, lakin başkalarından da özellikle hac mevsiminde
rivayetlerde bulunmuştur. İmam Şafii ise dokuz sene kadar İmam Malik (r.a.)'ın
peşinden ayrılmamıştır. Bundan önce de Süfyan b. Uyeyne, Müslim b. Halid
ez-Zenci ve diğerleri gibi Mekke muhaddislerinden ders almıştır. Bunların hepsi
de ilmi aramada o denli coşkulu davranmışlardır ki, peşinden ayrılmayacakları
ve adına munkatı' hadis rivayet edecekleri kişiyi buluncaya kadar onun
kaynaklarını aramışlardır. Nitekim Ebu Hanife'ye bu ilme nasıl ulaştığı
sorulduğunda şöyle demiştir: "Ben ilmin esas kaynağındaydım; ilim
otoritelerinden birisinin peşine takıldım." Elbette ilim otoritelerinden
birisinin peşine takılmak, özellikle de bu otorite kişi daha önce açıklamış
olduğumuz sıfatlar çizgisinde, başkası üzerinde toplanması nadir olan
sıfatların kendisine bir araya geldiği İmam Zeyd gibi bir şahsiyet olursa bir
öğrenci için bu durum kabalık sayılamaz. [15]
206- Daha
önce anlattıklarımız, el-Mecmu'un ravisi konusundaki suçlamaydı. Bu
suçlamalarda, bizi rivayeti hakkında şüpheye düşürecek herhangi bir şeye
rastlamadık. Ancak biz, rivayetin bu tarz bir suçlamayla iskat edilmesinin,
ebediyyen hiçbir sika şahsiyet bırakmayacağını ve bu şekildeki suçlamanın
nebevi sünnetin bizzat kendisinde şüphe uyanmasına neden olacağını
sezinliyoruz. Nitekim İmamiyye'nin, böylesi müphem ithamlarla el-Mecnm'un
rivayetini gözden düşürmek için, nebevi sünnetin bazı ravilerini,oklarını
yönelttikleri bir hedef olarak seçtiklerini görüyoruz. Böylece Ebu Hu-reyre'yi
en fazla rivayette bulunan bir kısım sahabeyi, cemaatin hadisleri ile rivayette
bulunmayı küçümsemeleri için yöneldikleri boy hedefi seçtiler. Nihayet bu
dönemlerde, gerek bütün ravileri konusunda ve gerekse rivayetlerinin tariki
üzerinde şüphe uyandırmak suretiyle sünneti yıkmak isteyenler ortaya çıktı.
İşte bunlardan dolayı,
bu tarzda gelişen suçlamaları desteklemek suretiyle kendimize pay çıkaramayız.
Çünkü bu tür suçlama, iki tarafı da kesen bir kılıçtır. Eğer bir an el-Mecmu'un
ravisi hakkındaki bu tür suçlamayı kabul edecek olursak, o zaman onun dışındaki
hadis ricali hakkında da aynı şeyi kabullenmemiz gerekir. Böylece Sünneti yıkmış
ve İslam'ın temel ilkelerinin ikincisi olan unsuru temelinden sarsmış oluruz.
Dolayı-siyle böyle bir suçlamaya asla itibar etmiyoruz.
207-
Kuşkusuz el-Mecmtiu kabullenmeyen bu kişiler ravisi konusunda yaptıkları suçlamalarla
yetinmemekte, bilakis el-Mecmu'un kapsamının, mevzu hadislere dayalı bir
çalışma olduğu noktasına kadar işi vardırmaktadırlar. Nitekim daha önce Özet
olarak sunduğumuz yedi husus içerisinde onların el-Mecmu'xm mevzu hadisleri
içerdiğini söylediklerini nakletmiş, ayrıca bu rivayetlerin Rasulullah
(s.a.v)'e karşı uydurulan yalanlan teşkil ettiğinin sabit olduğunu, kapsadığı
konuların Hz. Ali'ye nisbetinin sübuta ermedi-
J ğini, el-Mecmu'un ravisinin bir kişiden ibaret olduğunu, bu tarz
haberin de garib haber '; olduğunu,
el-Hadi gibi bazı zeydilerin el-Mecemu'un kapsadıklarının bir bölümüne karşı
çıktıklarını, şayet el-Mecmu' İmam Zeyd'e ait olsaydı meşhur ve maruf olup, tek
kişinin rivayeti ile başbaşa kalmayacağını söylediklerini iletmiştik.
İşte bu suçlamaların
tümü el-Mecmu'un ravisine değil, bizzat kendisine yönelen suçlamalardı. [16]
208- Zehebi,
el-Mecmu içerisinde Hz. Ali tariki ile veya ondan naklen rivayet edilen ve
mevzu oldukları kesinlik kazanan hadislerin bulunduğunu, şüphesiz bu hadislerin
Ali (k.v)'yc nisbetinin tutarlı olmadığını ileri sürmüştür. Kuşkusuzbu
iddia,ravi hakkında aşağılamada bulunanların aşağılamalarını temize
çıkarmakta, tüm nisbetleri şüphe alanına çekmektedir. Çünkü ravi, rivayet
ettiklerini yalanlayan bir sübut delili sebebiyle güvenilir bir kişi olmadığı
takdirde böylesi isnad zinciri de dayanaksız kalır. Bu tür uydurma olayı metin
içerisinde gerçekleşecek olursa, o metin de sağlıklı olmaz.
Ebu Halid'in mevzu
olduğu iddia edilen beş tane hadisi zikrettiğini söylemişlerdir. Ayrıca
el-Mecmu'un sarihleri de o hadislerin Hz. Ali'ye nisbetini, el-Mecmu'un dışındaki
başka bir tarikten isbat etmişlerdir. Öyleyse her iki fırkanın delillerini de
dinledikten sonra yargımızın açık bir delile dayanmasını sağlamak için şimdi bu
hadisleri tek tek ele
alalım:
Birinci hadisr.
Zehebi, Müsned adlı kitapda Ali (r.a)'den naklen Nebi (s.a.v)'in biri diğer
arkadaşıyla oynayan iki erkeğe lanet ettiğinin rivayet edilmiş olduğunu söyler.
Ayrıca bunun mevzu olduğunu da ileri sürer.
Fakat el-Mecmu'
sarihleri ez-Zehebi'nin, Cami es-SUnen tariki ile bu hadislerin rivayet
edildiği tezini reddetmişlerdir. Nitekim Suyutî Cem'u'l-Cevami adlı kitabının
kulun fiilleri bölümünde şöyle bahsetmiştir:
Haris'den, o da Hz.
Ali'den. Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Yedi zümre vardır ki, Allah
kıyamet gününde onlarla konuşmaz ve onlara nazar eylemez.Tevbe etmedikleri
sürece onlara siz de cehenneme girenlerle birlikte giriniz denilir. Tecavüz
edenle tecavüz edilen erkek, mastürbasyon yapan kişi, komşusunun hanımına göz
diken kimse, şımarık yalancı, borçluyu zora koşup ona büyüklük taslayan, anne
ve babasını feryad etti-rinceye kadar döven kişi. "Hadisi İbn Cerir tahriç
etmiş ve bu hadisin verlığımn Rasulullah (s.a.v)'den değil, sadece Hz. Âli'nin
rivayetinden dolayı bilindiğini söylemiştir.
Ayrıca bu hadisin Hz.
Ali'den nakledilmesine ilişkin kaynak, sadece bu yolla maruf olmuştur. Şu kadar
var ki, bu hadisin içerdiği anlamlar Rasulullah (s.a,v)'den naklen gelen
ifadelerdeki manalarla uyum sağlamaktadır. Bu hadisle ilgili olarak Hz. Âli
(r.a)'den naklen rivayet edilenin dışında bir de onun şöyle buyurduğu belgesi
vardır: "Allah arazi sınır taşlarını değiştirene lanet etti. Körü yolundan
şaşırtana Allah lanet etti. Anne-ba-basmı lanetliyenlere de Allah lanet etti.
Yine Allah'dan başkasının adını zikrederek hayvan kesenlere Allah lanet etti.
Hayvanlarla cinsel ilişki kuranlara Allah lanet etti. Ayrıca Lut kavminin
yaptığı şeyi işleyene de Allah lanet etti. Bu ibareyi üç kere tekrarladı."
Suyuti bu hadisi Ahmed b. Hanbel Müsned'inde tahriç ettiğini ayrıca Taberani,
Hakim ve Beyhaki'nin de O'nu desteklediklerini söylemiştir.
Böylece hadisin mevzu
olduğu iddisanın tutarsız olduğu açığa çıkıyor. Hatta aynı hadis Hz. Ali
(r.a)'den, Ebu Halid tariki dışından da rivayet olunmuştur, bu hadisin İbni
Abbas'm rivayetinden naklen şahidleri vardır, nitekim Ahmet b. Hanbel ve
diğerleri aynı hadise ait başka bir şahid de zikretmiştir, madem ki hakkında
birçok şahidlerin bulunması manalarım Nebi (s.a.v)'in davet ettiği güzel
ahlklarla ve kaçındırdığı kötü ahlak değerleriyle uyum içerisinde bulunması,
hatta manalarının Kur'an-ı Kerim'in öngördüğü iyi değerlerle ve yasakladığı
haram şeylerle de uygunluk arzetmesi nedeniyle hadisin mevzu olduğu iddiası
tutarlı düşmemektedir, o halde bütün bunlara rağmen nasıl mevzu sayılabilir?
diyelim ki bir an bu hadisin mevzu olduğu kabul edilecek olsa, o zaman şüphesiz
bu hadisin taşıdığı anlamların gerek Kur'an'da gerekse hadislere değer
kazandıran senedleri bakımından Sünnet kitaplarına en sağlıklısı olan
Buhari'nin bizzat kendisi tarafından aşağılanmadığı göz önüne alınmalıdır.
Dolayisiyle bu durum Buhari'yi yalanlamaya ve içindekileri aşağılamaya dayanak
noktası teşkil edemiyeceği gibi, sahih bir hadisi de çelişki içerisinde görmeye
zemin oluşturmaz.
ikinci hadis: Zehebi
ve diğerlerinin mevzu olduğunu iddia edilen haberdir: "yeryü-. zündeki
alimler için, denizdeki balığa varıncaya kadar herşey dua eder." Hatta bu
hadi-Sın Ali (r.a) adına uydurulduğunu iddia etmişlerdir. Gerçek şu ki, bu
hadisin rivayetinde tfz- Ali münferid değildir. Çünkü hadisin benzeri Ebu Derda
tarafından da rivayet edil-m*Ştir. Bu rivayet, yukarıdaki hadisin doğruluğunun
şahididir. Nitekim Kesir b. Kays'm şöyle söylediği rivayet olunmuştur:
"Ben Şam mescidinde Ebu Derda'mn yanında oturmaktaydım. Bir adam ona
gelerek şöyle dedi:
- Ey Ebu Derda, Medine'den, Rasulullah
(s.a.v)'in şehrinden, yalnız senin Nebi (s.a.v)'den naklen rivayet ettiğini
haberini işittiğim hadisi almak için sana geldim.
- Seni ticari işler
buraya getirmedi mi?
- Hayır
- Başka hiçbir şey de
seni getirmedi mi? Şöyle devametti:
"Ben ilme
sarılacağı yola kendini veren kimse için Allah cennete varacağı yolu kolaylaştırır.
Şüphesiz melekler ilimi aramaktan hoşlandıkları için kanatlarını gererler. Nitekim
ilim talep eden bir kimse için yerde ve gökte ne kadar canlı varsa hatta
denizdeki balıklara varıncaya kadar mağfiret gibidir. Alimler, Nebilerin
varisledir. Şüphesiz ki nebiler, arkalarınada ne bir dinar ne de bir dirhem
bırakmışlardır. Sadece ilimi miras bırakmışlardır. Her kim onu edinirse,
dünyalar onun olur." Hadisi İbn Mace rivayet etmiş, ayrıca Ahmed b. Hanbel
Müsnedinde, Ebu Davud ve Tirmizi de Sunenlerinde tahriç etmişlerdir.
Buna göre, yukarıdaki
hadisin mevzu olması mümkün değildir. Zira adı geçen meşhur hadis kitaplarında
şahidleri bulunmaktadır. Anlamıyoruz, hangi yoldan onun uydurma olduğu
biliniyor? Şüphesiz mevzu bir hadisin ya din açısından kesinlik kazanan zorunlu
bilgilere veya kat'iyet kazanmış akîi hükümlere muhalefet ettiğinden dolayı
yalan oluşunun kesinlik kazanması icabeder. Aynca daha güçlü bir sened ve hadis
ricali açısından daha tutarlı olan başka bir tarikle rivayet olunduğu takdirde
zayıflığının ortadan kalkacağı şeklinde yorum getirmek de mümkün olmaz. Zira
adı geçen hadiste mevzu oluşun nedenlerinden hiç biri yoktur. Nitekim bu
hadisin zayıf bir tarikle veya senedinde bazı zayıf kişiler bulunarak rivayet
edildiği söylenmektedir.
Diyelim ki bu hadis mevzudur.
O zaman mevzu olduğu konusundaki bu hüküm aynı hadis rivayet eden adı geçen
bütün kitapların baul senedli olduğu noktasına götürür mü? Biz,
güvenilirliğinde şüphe olmayan Ehl-i Sünnet'in sahih hadis kitaplarının bir kısım
haberlerinde uydurma yönler bulunduğunu söylemiştik. Böyle bir durum bırak tümüyle
yalan sayılmasına, ona duyulan güvenin yitirilmesine ve nisbetindeki
tutarlılığın reddedilmesine dahi götürmez.
Üçüncü hadis: Ebu
Halid'in Muhammed el-Bakır tarikmdan, oda babasından, oda Ali (r.a)'den naklen
Rasulullah (s.a.v)'in şöyle buyurduğunun rivayet edilidiğini, haber verdiği
hadistir: "Parmaklarına sübabe adını verme!" Zebebi, bunun da mvzu
olduğuna hükmetmiştir. Oysa yukarıdaki hadisin uydurma olduğuna hüküm vermek
için hiçbir neden yoktur. Aksine bu hadisin Nebi (s.a.v)'in sözlerinde ve
ashabı arasındaki yaşantısında şahidleri vardır. Nebi Aleyhisselam bir kısım
sahabenin çikrin isimlerini beğenmediği için değiştiriyordu. Nitekim Ebu Davud
Sünnen'İnde Said b. el-Müseyyeb'den, o da şöyle sordu:
- İsmin nedir?
- Hüzün.
- Hayır, senin adın
"Sehl" dir. Rasulullah, bir yerden "Kafre" (îssiz çöl) diye
bahsedilince hemen oraya "Hadıra" (yeşil arazi) adını verdi. İşte
böylece mevzu olduğu ileri sürülen hadiste "Sübabe" parmaklarına
"musabbiha" parmaklan adı verilmiştir.
Madem ki bu manalar
Nebi (s.a.v)'den kesinlik kazanmıştır. Öyleyse bu hadisin de mevzu olması
mümkün değildir. Aynca bu hadis için temize çıkana böylesi şahitler bulunmakta
ve bunlar doğruluğu konusunda açık belgeler oluşturmaktadırlar.
Bir de, AH Zeynel
Abidin'in Ali (r.a) ile asla bir araya gelmediği, aynca sened zincirinde Hz.
Âli'den rivayet edenin isminin bulunmadığı yani hadisin munkat'ı olduğu
söylenmektedir. Oysa biz, imam Zeyd döneminde Munkat'ı ve Mürsel hadislerin kabule
şayan görüldüğünü söylüyoruz. Bilakis ravi güvenilir olduğu sürece yapüğı
belağa (sözü süslemek) kabul görüyordu. Bu durumda emanet ve adalet
sıfatlarına itimad etmek, senede itimad etmekten kat kat yücedir. Hele de
mürsel hadisi rivayet eden kişi sika ve adelet sıfatlarına sahip birisini sana
aratmayan Hidayet İmamı AH Zeynel Abidin olursa, o takdirde itimad edilecek
husuk sadece onun adeletidir; isnadını araşatırmaya hiç gerek yoktur. Zira
senedin Nebi (s.a.v)'e ulaşıp-ulaşmadığı konusundaki ince eleme ihtiyacı, ancak
yalan söyleme olayının şüyu bulup yaygınlaşmasından sonra meydana gelmiştir.
Böylece ravileri tek tek tanımaları ve adil oluşlannın ölçüsüne kalben kanaat
getirmeleri için senedi araştırmaya ihtiyaç duydular. İşte İmam Malik (r.a)'in
Muvatta; onda hem Munkatı, hem Mürsel, hem de belagat var. hiç kimse ona
zayıflık isnadında bulunmamıştır. Allah İmam Şafii'ye rahmet eylesin; çünkü O,
şöyle diyor: "Hadis dendiği zaman akla, hemen etrafına aydınlık saçan
yaldız mesabesindeki Malik gelir."
Dördüncü hadis: O,
el-Mecmu'Ğa bulunmayan bir hadistir. Ancak Ebu Halid tarikiyle îbn Ömer'den
zikredilmiştir. O da Nebi (s.a.v)'in şu sözüdür. "Herhangi bir müslü-man
içinde bir şehvet hissi duyar da onu geri çevirip nefsine üstünlük sağlarsa
günahları yargılanır." Metni Suyuti'de aynen şöyledir: "Herhangi bir
kişi içinde bir şehvet duyar da şehvetini geri çevirerek nefsine galebe çalarsa
Allah onu yarlıgar."
Böyle bir hadisin
mevzu olduğunu söylemek, garib bir tecellidir. Çünkü onun manası islam'da yerini
bulmuştur. Zira bu hadisin vermek, istediği mana, gönlünün herhangi bir
köşesinde keskin bir istek harekete geçen kişi nefsini zapteder, şehvetinin
gemi azıya almasını dizginler, ona karşı üstünlük sağlarsa Allah onun işlediği
günahları bağışlar demektir, her kim de gönlünü çelen bir malı sadaka oîarak
dağıtır ve nefsine galebe çalarsa Allah işlediği günahlann tamamını veya bir
kısmım mağfiret eder. Nitekim vaığı mallarını yakın akraba, yetim ve miskinlere
verenleri methetmiş, mü'minleri tanıtırken şöyle buyurmuştur:
Kendileri zaruret
içinde bulunanlar bile onları kendilerine tercih ederler... " (Haşr9)
Bir de, sadaka günah
işleme duygusunu söndürür. Nebi (s.a.v) aynen şöyle buyurmuştur: "Sadaka,
günah işleme duygusunu söndürür." Böyle bir sadaka, nefsi dizginlemek ve
gönülden verilen bir bağış anlamını taşıdığı için. sadaka derecelerinin en
yüceleri arasındadır.Nebi (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "En hayırlı sadaka,
senin zinde, mal kazanma birsi içerisinde zenginliği umar ve fakirlikten
korkar olduğun halde sadaka ver-mendir." İşte yukarıdaki hadisin kavramı
bu türdendir.
Beşinci hadis:
Zehebi'nin Ebu Halid'i uydurmakla itham ettiği diğer bir hadis de Hz. Ali
(r.a)'dcn naklen Hz. Ali'nin abdest alırken sargı üzerine mash etmesi
tarzındaki Ebu Halid'in rivayetidir. Bu hadisin mevzu sayılması için hiçbir
neden yoktur. Çünkü aynı hadis başka yollarla Ebu Halid tariki dışında Hz.
Ali'den hesen olarak rivayet edilmiştir. Hadisi Suyutî Hz. Âli'nin Müsnedinde
ebu Halid'in tariki dışında rivayet etmiş, aynı hadisi Abdurrezzak ve Ebu Naim
tahriç etmişlerdir. Suyutînin sargılara sardım ve hemen Rasulullah (s.a.v)'e
gelerek dedim ki:
- Sargılar üzerine
mesh mi edeyim, yoksa çözeyim mi? Nebi Aleyhisselam.
- Hayır, üzerine mesh
etmen gerekir.".
İşte Hanefiler bu
hükmü benimsediler. Kendilerine bunun dışında birçok tarîkten haberler
nekledildi. Bu olay gösteriyor ki böyle bir hükümsahebe arasında bilinmekteydi.
O halde sözkonusu hadisin ravisi nasıl uydurmacılıkla itham edilebilir?
209-
Yukarıda anlatılanlardan sonra, sözü edilen bu hadisler uydurmakla ithame
dil-diği ve ei'Mecmu' bunlardan dört tanesini içermesinden dolayı EbuHalid'in
ta'nedildiği hadislerdir. Madem ki ithamların dayanağı yalnız bunlardan
ibarettir, o zaman bunlar dayanak olarak kabul edilmez. Ebu Halid'in tariki
dışında konuya ilişkin birüçok şahid-ler bulunması, ayrıca sözü edilen
hadislerin Şeria'ın genel ilkeleri ve manalanyla uyum sağlaması, bir de rivayet
edilen sahih hadislerin ötesinde Kur'an'ın muhkem nasslarımn şahidlik etmesi
nedeniyle, mevzu oluş hadisesi bu ithamların hiçbirinde sübuta ermiş değildir.
Manaları itibariyle Şeriat'm genel ilkeleri ve hedefleriyle uyum içerisinde
bulunan bir hadis izcin uydurma olduğu hükmü verilemez.
Diyelim ki bir
kısmında nisbetinin tutarlı olmadığı kesinlik kazansa bile bunlar, ra-visinin
uydurmacılık ve yalan söylemekle ithamedilmesinin doğru olacağı kanaatinde
değiliz. Zira bu çok az sayıdaki hadiste hata ve vehim illetlerinin ihtimali,
yalan ve uydurmacılığı kastetme ihtimalinden daha yakındır. İki değerlendirme
arasındaki fark çok büyüktür., Çünkü hatayı her insan yahabilir, ama
Rasulullah'a karşı yalan uydurmak, hiçbir mü'miniçin caiz olamaz.
Bütün bu
anlatılanlardan şu sonuca varıyoruz:
Çok cüz'i planda kalan
bu suçlamaların kitabın ravisine zararı dokunmadığı gibi, el-Mecmu'ya da bir
zararı dokunmaz. [17]
210- El
Mecmu ile ilgili olarak, böyle bir kitabın İmam zeyd'e ait olamayacağı tar-nda
suçlamada bulunulmuştur, çünkü İmam Zeyd'in birçok öğrencileri vardır. Zira nun
kendini ilme adadığı zamandan tutun da, ilim mihrabından ayrılıp cihada yöneldiği
ve hatta Allah Teala'nın onun ruhunu teslim aldu ana kadar fakih ve
muhaddislerden oluşan birçok taraftarları mevcuttu. O halde böyle bir adamın
kitabını nasıl sadece bir kişi rivayet eder ve rivayeti konusunda yalnız başına
kalır? Sadece bir cemaat tarafından rivayet edilmesi imkanı bulunan hadis
hakkında tek kişininyalnız başına rivayette bulunması kabul edilmez. Daha
doğrusu bir rivayet konusunda büyük bir sayı içerisinden tek kişi nasıl
sivrilir? Şüphesiz büyükbir öğrenci kalabalığının elindeki kitabın te'H-fî,
kitabın tamamını veya büyük bir bölümünü içlerinden yalnız birisinin değil de,
öğrencilerin çoğunluğunun bilmesi icabettirir.
Şüphesiz bu tar
düşünce, ilk bakışta yerinde bir itiraz olarak görünür. Ancak Zey-diyye sözü
edilen itirazı birçok cevaplarla reddetmiştir.
Birincisi: İmam
Zeyd'in öğrencileri .imamlarının katledilişiden sonra dağılmışlar ve
katledilişinin hemen akabinde bir araya gelmemeşlerdir. Tibatiyle bu dağılış,
onun görüşlerini tümüyle nakledcmemelerini zorunlu kılar. Nitekim İmam Zeyd'in
fıkhı alanındaki rivayetleri, emin bir elin muhafazasındaydı. İşte o,
öğrencilerinden en samimi davranan birisinin eliydi. Bu mirası da o el
korumuştur. İmamlarının ve önderlerinin katledilmesi olayı ile başlarına gelen
bu panikten sonra darmadağın oluşları, onun rivayetlerini topluca bir araya
getirip çoğaltma konusundaki gücü kendilerine sağlamıyordu. Ni-hayetçilerinden
birisi bu hususta sivrildi ve diğerleri de onu onayladılar. Diğerlerinin bu
öğrencinin yaptığı rivayetlere rıza göstermeleri ve kitabının içeriğini
kabullenmeleri, tasdik anlamını taşır. Dolayisiyle her ne kadar çoğaltılmasive
kitap haline getirilmesi bir kişi tarafından gerekleştirilmiş ise de bu kitap,
bütün öğrencilerinin rivayeti hükmündedir. Onların bu durumu olumlu
karşılamaları, şu iki durumu gündeme getirir:
a) Raviyi Tasdik
Etmeleri
b) Onun
hakkındaki suçlamanın hepsi hakkında yapılan bir suçlama sayılacağı nedeniyle zımnen de olsa
rivayetin ağır yükünü onunla paylaşmalarıdır. Çünkü suçlama, bu suçlamanın
kapsamını kabullenen herkes hakkındadır.
Ikinicsi: İmam Zeyd'in
evladı Ebu Halid'in yaptığı rivayeti kabul etmişlerdir. Nitekim imam Şehid
Yahya b. Zeyd'in, Ebu Halid'in rivayet ettiği el-Mecmu'u dinlediği nakledilir.
Ayrıca Al-i Beyt'in bir kısım sülalesinin, sadece Al-i Beyt imamları tarikiyle
gelen rivayetleri kabullendikleri aktarılır, diğer evladına da AI-i Beyt
imamlarından olmadığı halde Ebu Halid'in rivayetini neden kabullendiği
sorulduğunda, ben Zeyd'in nak-letmesindensonra kabul ediiyorum demeştir.
Böylece Ebu Halid'in el-Mecmu rivayetini aynı zarnand? ^um zeyd-'in oğlu
İsa'nın da kabullendiği anlaşılıyor.
Üçüncüsü: Alimler,
İmam zeyd'le çok fazla haşir-neşir olduğu için Ebu Haüd'i rivayetini kabul
ederek benimsemesi erdir. Nitekim Irak'a göç etmesinden önce Medine'de beş yıl
sohbetinde bulunmuş ve Zeyd (r.a) öldürülünceye kadar yanından ayrılmamıştır.
Dördüncüsü: Tek başına
bir rivayette bulunarak suçlama nedeni sayılmaz, çünkü yalnız başına rivayette
bulunma işi aşağılanma nedeni olamaz. Nitekim sahebe ile içlidışlı olan tabiî
sahabeden allığı rivayeti tek başına neklediyordu. Bu durum, sahebeyle yakın
ilişkide bulunmaları ve yanlarından ayrılmamaları yüzündendir. Bu ise tek
başına rivayet işine zarar vermez.
Besincisi: Diğer
öğrencilerin o rivayetlere itiraz etmemeleri ve çoğunluunun sükut etme
anlamında değil, onaylama anlamında bir kabullenme ile benimsememiş olmaları,
yalnız başına rivayeti gerçekliştirm ediğinin delilidir.
Altıncısı: Ebu
Halid'in, İmamın yanından ayrılmayan ve en uzun süre sohbetlerinde bulunan
öğrencilerden birisi oluşudur. Öğrencilerinin hiç birisi Ebu Halid kadar İmamın
yanından ayrılmayan bir kimseyitanıınamaktadır. Öyleyse en makul olan, onların
bilmedikleri rivayetleri Öncelikle Ebu Halid'in yalnız başına nakletmesidtir.
İşte Ebu Hureyre, kendisinden başka hiç kimsenin nakletmediği bir yığın hadisi
rivayet aetmişitr. Bunun nedeni, her ne kadar Ebu Halid'in zeyd'le olan
beraberliğinden daha kısa ise de, Ebu Hureyre'nin Nebi ile belirli bir süre
beraber bulunmasıdır. Diğer sahebe ise ya ticaretle, ya hayatım kazanmakla
veya seriyye ve gazvelere katılmakla meşgul idiler. [18]
211-
el-Mecmu'u genel yapısıyla eleştirenler, Hz. Ali (k.v)'ye İsnad edilen görüşlerin
ve Nebi (s.a.v)'den nakledilen bir kısım hadislerin Hz. Ali'nin bazı
rivayetlerine ters düştüğünü iddia etmişlerdir. Bu tartışma iki bölümde
incelenir:
Birincisi: Muhakkik
derecesine ulaşan rivayet ashabına ait Sıhah, Sünen, Müsned-ler gibi cumhura
göre tutarlıkılan sabit olan Ehl-i Sünnet kitaplarındaki Hz . Ali'den naklen
rivayet edilenlere aykırı düşmesidir. İkinci grup Hz.Ali'den naklen rivayet
edilenlere aykırı düşmesidir. İmamlarına ters düşmesidir. Muhalefet ettiği bu
imamlar arasında bu mezhebin imamlarından birisi hatta mezhebin ikinci İmamı
sayılan biri bulunmaktadır. Bu zat yüzyılın ikinci yarısında yaşıyan İmam Hadi
üe'1-Hakk Yahya b. el-Hüseyin'dir. [19]
O, Zeydiyye Fıkhını
Yemen'e nakleden, daha sonraları orandan da şarka ve garba taşıyan kimsedir.
Şüphe yok ik böyle bir eleştiri eğer doğruysa el-Mecmu'a. yönetilen en güçlü
eleştiridir. Şimdi bu iki bölüm üzerinde bir miktar duralım:
2l2- Birinci grup üzerinde duracak olursak: Ebu Halid'in
İmam zeyd'den ders aldığı üshamn Hz. Ali (r.a)'den yapılan rivayetlere ters
düştüğünü iddia etmişlerdir. Nitekim Zeydiyye bu konuda verilecek yargının,
e!-Mecmu'da Hz. Ali'den rivayet edilenlere Elh-i Sünnet alimleri tarafından
Cumhurun görüşüne uygun olarak hazırlanan müsned-lerde ve sünenlcrde Hz.
Âli'den rivayet olunanlar arasında mutabakatbulunup-bulunma-dığı noktasında
düğümlendiğini benimsemişlerdir. Buna göre, eğer ikisi arasında muvafakat
varsa el-Mecmu sahih sayılır. Eğer birçok konuda iki rivayetarasında aykınlı
varsa o zaman da cl-Mennu' şüpheli sayılır, uydurulmuş addedilmesi sözkonusu
olmaz. Nitekim ei-Mecmu' yorumcuları aykırılık lezninın batıl olduğunu
benimsemişlerdir. Bir bölümü bu hususta şöyle der: "Her kim onu (yani Ebu
Halid'i) uydurma bir nüshası bulunmakla mahkum ederse, bilsin ki biz o nüshayı
didik didik ettik; onu bir kısım sünen ve müsnedlere müracaat ettirdik.
Neticede o nüshanın başka yollardan Sahih veya Hasen olarak bir senede
dayanmakta olduğunu gördük. İnşallah bu konu üzerinde duracağız. Artık bukadar
bilgiden sonra Ebu Ilalid'i yudurmacilıkla yaralamak, bir kimseyi falan kişiyi
dülşmanlık ve zulüm nedeniyle öldürmekle suçlayıp, sonra da öldürüldüğü iddin
edilen bu şahsı hayatta görmemiz durumundaki kimse gibidir.[20]
Şüphe yok ki
yukarıdaki dengelenmeyi yapmak, en güvenli bir ölçekti. Biz, Cumhur nazdindeki
rivayetlere kendisini arzedip, onlarla Hz. Ali (r.a)'den rivayet edilenlerin
arasını dengeleyen el-Mecmu'un şerhine da başvurduk. Neticede el-Mecmu'da Hz.
Ali'den rivayet edilenlerle Müsnedler içerisindeki Hz. Ali'den rivayet
edilenler arasında ana çizgiileriyle biraz muhalefet etmiş olsa da birçok
zamanlar gerek Hz. peygamberin koyduğu Sünnete ve gerek dört mezhep imamları
nezdinde meşhur olan hususlarla uyum sağlamaktadır.
Böyle bir dengeleme de
nisbetin sağlamlık ve sakatlığının veya en azından sıhhatin mi tercihe şayatr
veya zayıflığın mı tercihe layık olduğunun en güvenli ölçeğini teşkil
etmektedir.
213- İtirazda
bulunmanın veya suçlamanın ikinci bölümüne gelince o da, İmam ei-Hadi'nin
el-Mecmu'da geçenlerin bir kısmına ters düşmesidir. Zaten Zeydiyye bu gerçeğe
başından teslim olmaktadır. Ancak onlarbu gerçeği,
el-mecmu'unsağlamhğınailişkin
birsuçlamanoktası olarak
görmemektedirler. Bu husus da üçe ana nedene dayanmaktadır:
a) imam Hadi
ile'l-Hakk'm kendineait seçmeleri ve içtihatları vardır. EI-Baki de İmam "hadis
seçmelerini ve içtihadını yaparken İmam Zeyd'in görüşleri dışındaki başka bir
görüşün seçimini yapmıştır. Zeydiyye mezhebsininbu gibi görüşlere gönlü
açıktır.
Nitekim Zeydiyye
Mezhebi fakihlerinin tamamı İmam el-Hadi'nin kendine özgü seçmeleri,
içtihatları ve kendine has tercihleri bulunduğu noktasında birleşmişlerdir.
b) İmam
el-Hadi, el-Mecmu'dâ rivayet edilenlerin bir kısmına muhalif davranmakla
birlikte el-Mecmu'un içeriğinden olan birçok hadisleri huccat edinmiştir.
Şeyate onun nazarında el-Mecmu'daki\enn tamamı benimsemnmiş ve ravisi de zayıf
olsaydı, içerdiklerinin bir bölümünü hüccet kabul etmezdi.
c) Kuşkusuz
el-Hadi sika bir şehsiyettir. Ebu Halid'in de sika olmadığı isbatlanma-mıştır.
Sika şahsiyetlerin rivayetlerininbirbiriyle çelişkilik arzetmesine Ehl-i
Sünnet kitaplarında da sıkça
rastlanmaktadır. Muhakkiklerin bu konudaki örnek davranışı, bir rivayetle
hüküm verip, diğerleri ile hüküm vermemesi şeklinde olmadan ve ravinini güvenilirliğinde
hiçbir suçlamada bulunmadan rivayetler arasında tercihler yapmaktır. Sünnetin
rivayet edilişinde değişmez gelenek haline gelen bu kuralı uygulamak suretiyle,
ravilerin getirdiklerinin bir bölümüne muhalefet ediyor diye. el-Mecmu'un
tamamım saf dışı etmenin doğru olmayacağı kuralını kabullenmek zorundayız.
214- Bunun
ötesinde, Hz. Ali'den el-Mecmıı' tariki dışından rivayette bulunan sika
raviler, el-Mecmu'âa geçenleri benimsemekte ve bu karşılıklı uyum nedeniyle
el-Mecmu'un tutarlılığını müsbet karşılamaktadırlar. Bu anlayış el-Mecmu'u
güvenilir kılmakta diğerleri için de reddiye teşkil etmektedir. Nitekim bu
anlayışa ilişkin birçok örnekler vermişlerdir.
A-
Çocukların cariye olan annelerini satmak el-Mecmu' Ali (r.a)'den naklen bu tür
cariye olan annelerin satılabileceklerini rivayet etmiş, aynı şekilde cumhuru
fukaha da cariye olan annelerin satılabileceğini Hz. Ali'den nakletmişlerdir.[21]
Hatta Hz. Ali'nin
şöyle söylediği de rivayet olunur: "Benim görüşümle Hz. Ebube-kir ve Hz.
Ömer'in görüşleri, çocukların cariye annelerinin satılmasının haram olduğu
noktasında birleşmektedir. Fakat ben şu anda onların satılabilecekleri
görüşündeyim." Kendisine, onlarla birlikte serdettiğin görüş, tek başına
serdettiğinden daha olumludur, denilmiştir.
el-Hadi ile'1-Hakk
Yahya bu konuya muhalefet etmiş ve onların satılmalarına karşı çıkmıştır.
Ayrıca Ahmed b. İsa b. Zeyd'e yaptığı isnatta kendisine çocuklarının annesinin
satılması konusunda sorulan soruya şiddetle karşı koyduğunu belirtmiş ve şöyle
demiştir: "Böyle bir düşünceden nefret ediyorum. Hem Ali'nin bu görüşle
olduğunu nereden biliyoruz?" Nitekim el-Hadi de aynı şeyi söylemiştir.
Şüphesiz bu
açıklamalar, aşağıdaki bilgiler nedeniyle el-Mecmu'un rivayetleri ile ilgili
suçlamada bulunmaya neden teşkil etmez:
1- Zira
imamların bu görüşten nefret duyduklarını, yadırgadıklarını, ayrıca Hz. Ali'nin
böyle bir görüş serdetmesine çok uzak ihtimal verdiklerini söylemeleri bu olayı
tamamiyle saçma buldukları anlamını değil, bilakis kendilerine göre kesinlik
kazanmadı »ı anlamını taşır. Oysa kendilerine göre bir şeyin kesinlik
kazanmaması ta'n anlamı taşımaz, püşüncelerinin varacağı en ileri düzey, bu
rivayet konusuna kuşkuyla bakmalan-dtr Böyle bir anlam ise el-Mecmu' hakkında
açıkça suçlama noktası teşkil etmez. Böyle bir suçlama ancak rivayet
edilenlerin çoğunluğunun kabul görmesi olayını ortadan kaldırabilir. Belki de
bu tutumları, Hz. Ali'nin ilk görüşüne sıkıca tutunmaları gayretidir. Durum ne
olursa olsun bu imamların kuşku duydukları noktanın sadece soyut bir görüş
olmayıp, aksine bizzat Hz. Ali tarafından satış işleminin yapıldığını ima eder
tarzda olması açısından Hz. Ali'nin ilk düşüncesi sika kişilerce desteklenmektedir.
Biz de, her ne kadar satılabileceği görüşünde ise de, Hz. Ali'nin bu tür cariye
anneleri satmadığı hususunda onlarla aynı fikirdeyiz. Şüphesiz fakih kişi
mubah saydığı bir görüşü benimser, fakat mübahlığını kendi nefsine
yakıştıramaz. İşte Ebu Hanife kendisi onları içmediği halde bazı nebiz
çeşitlerini mubah saymış ve bu konuda şöyle demiştir: "Ya Fırat nehrinde
boğulmak veya bu tür nebizlerin haram olduğunu söylemekle tehdid edilsem, asla
onların haramlığı fetvasını vermem. Aynca ya Fırat nehrinde boğulmak veya o
nebizleri içmekle tehdid edilsem, asla onları içmem." O (r.a), kendisini
haram işlemekle itham edilmekten tenzih ediyor ve helal oluşu üzerinde
şüphelenerek onları içmekten nefsini uzak tutuyor.
2- Hz.
Ali'nin bu konuda görüş beyan ettiğine ve Hz. Ebubekir ile Hz. Ömer (r.a)'nın
görüşleriyle uyum sağlayan ilk görüşünden vazgeçtiğine, çeşitli Ehl-i Sünnet
kitaplarının tanıklık etmesidir.
3- Haram
oluşuyla ilgili kesin konuşan Zeydiler Hz. Ali (r.a)'den naklen yapılan rivayete
itimad etmeyip, aksine Hz. Ali (k.v) dışından nakledilen diğer hadisleri
itimada şayan görmüşler ve Kıpti Mariye'nin azad edilmesi olayını, Nebi
(s.a.v)'in: "Onu oğlu azadettirdi" buyurmasını, İbn Ömer'in. Ömer b.
Kattab'dan naklen: "Herhangi bir çocuk doğuran cariye efendisinden çocuk
sahibi olursa, artık o çocuk annesini sattırmaz, hibe ettirmez, mal olarak
miras bıraktırmaz, çocuk annesi sayesinde kazandığı haklardan yararlanır;
çocuğun ölmesi durumunda ise kadın hürriyetine kavuşur" ifadesini rivayet
etmişlerdir.
Görmüş olduğumuz
gerçek şudur ki, bu mesele, el-Mecmu'un saçma oluşuna değil, tutarlı bir kitap
oluşuna tanıklık etmektedir. Böyiece, kitap hakkında bir suçlamada bulunulmasına
sebep teşkil etmemektedir.
215- B) İmam
Zeyd'in Ali (k.v)'den yaptığı rivayetten alındığı söylenen rivayetlere"
birisi de, 25 adet devenin zekatının beş koyundan ibaret oluşudur. Oysa Nebi
(s.a.v) den rivayet edildiğine göre, 25 devenin zekatı, iki yaşındaki dişi deve
yavrusudur.
Bu rivayet, cumhurun nezdinde kabul gören bir
rivayettir. Zeydiyye imamlarının çoğunluğu da buna muvafakat etmişlerdir.
Bu durum da, aşağıdaki
üç nedenden dolayı el-Mecmu' hakkında suçlama sayılamaz.
a) Bu
rivayeti yalnızca el-Mecmu' vermemiştir. Bilakis bu rivayet, birçok tariklerle
Hz. Ali'den nakledilmiştir. Nitekim Şa'bi, Asım, Ali tarikiyle rivayet edildiği
gibi, Süf-yanes-Sevri de Hz. Ali'den rivayet etmiş ve hadis-i nebevi'ye aykırı
bulmuştur. Ayrıca Darekutnî Hz. Ali'den rivayet etmiş ve hadisi zayıf
saymışta".
b) Şüphesiz
zahiri yönüyle hadis-i nebeviye muhalefet etmesi, Hz. Ali'den yapılan rivayeti
zayıf düşürmez. Zira sermayesi dahilindeki develerine zekat vacib oian kimsenin
yanında iki yaşında deve bulunmaması, Ali (r.a)'ın bu deveye beş koyunu denk
sayması nedeniyle her iki rivayetin arasını bulmak mümkündür. Hz. Ali iki
yaşındaki devenin zekat olarak verilmesini reddetmiştir. Lakin sözkonusu
deveyi bu kadar sayıdaki koyunla eşdeğer tutmanın caiz olacağını uygun
görmüştür.
c) Hz.
Ali'nin hakkında fetva verip, bir kısım Zeydiyye'nin te'viline gittiği bir
mes'ele de, konusunu, iki kişi arasında ortak, birisinin on, diğerinin onbeş
deve hissesi bulunan, Ali (k.v)'nin de herbirisine değil, ikisine birden
gerekli olan zekatla fetva verdiği toplam yirmibeş devenin oluşturduğu
mes'eledir.
Durum her ne olursa
olsun, rivayet temize çıkarılmıştır. Ayrıca sünnet ve fıkha aykırı düştüğü
için rivayette çelişki olsa da böyle bir durum kitabın tamamında bir ta'nda
bulunma yetkisini veremez.
216- C)
el-Mecmu'un ravisi Eb Halid'in Ali (k.v)'den naklettiği rivayette Hz. Ali şöyle
buyurmuştur: "Hasan ile Hüseyin'in dışında, çocuğun babası lehinde
şahitlik yapması kabul edilmez." Bu görüşü Hz. Ali'den nakletmiş ve şunu
eklemiştir: "Eğer bu görüşün Hz. Ali'ye ait olduğu doğruysa, ben de
çocuğun babası için şahitlikte bulunmasını tecviz etmem." Şüphesiz bu
rivayet İslam fıkhındaki karar altına alınmış durumlara, Zeydiyye fıkhına ve
imamlardan yapılan nakillere ters düşer. Zeydiyye ise böyle bir düşüncenin
el-Mecmu'un rivayetini ortadan kaldıramayacağı, hem de aşağıdaki sebeplerden
dolayı el-Mecmu'un ravisi konusunda ta'nda bulunmaya zemin teşkil edemeyeceği
şeklinde reddiyede bulunmuştur:
1) Ebu
Halid'in Ali (k.v)'ye nisbetinin sıhhati konusunda şüpheli hareket etmesidir.
Dolayısiyle şu ifadeyi kullanmıştır: "Eğer bu rivayet doğru ise...."
Böylece Ali'nin dışındaki rivayete geçmeden önce, yaptığı rivayette şüphe
ettiği uyarısında bulunuyor.
2) Bu
rivayet sadece iki imam Hasan ile Hüseyin'e özgüdür. Dolayısiyle bu hususilik
cumhurun görüşüne ters düşmez. Ayrıca bu yorum Hz. Ali'ye ait bir yorumdur. Yoksa
senedi, Nebi (s.a.v)'e dayanan bir hadis değildir. Zeydilerden Hz. Ali'ye
muhalefet edenler, Hz. Hasan'la Hz. Hüseyin'in şahitlik yapmaları olayı
huzurlarında meydana gelenlerden değillerdi. Buna göre, Hz. Hasan'la
Hüseyin'den birisinin yalnız başına şahitlik yapmasının caiz olmasına itiraz
eden kimselerin itirazının pratik bir haberi yoktur.
3 ) Suyuti
eî-Camhı'l-Kebir'de Sadi'den naklen şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Ce-mel Vak'asi günü Hz. Ali'nin zırhı kayboldu. Bir adamın eline geçti ve
onu sattı. Daha sonra bir yahudinin yanında bulunduğu öğrenildi. Davayı
Şurayh'e iletti. Ali'ye oğlu Hasan'la mevlası Kanber şahitlik yaptı. Şurayh,
Ali'ye:
-Hasan'm yerine benim
yanıma başka bir şahit getir.
-Hasan'm şahitliğini
red mi ediyorsun?
-Yok ama senden naklen
ezberlediğim bir şey var: "Oğulun babaya şahitliği caiz olmaz."
dedi.
Nitekim Suyuti hadisi
başka bir rivayetle de zikretmiştir: "Ali bir yahudi aleyhine zırh
konusunda Şurayh'a başvurdu. Şurayh:
-Ya emire'I-mü'minin,
ne diliyorsun?
-Zırhım yere düştü.
Onu bu yahudi eline geçirdi.
Şurayh, karşı tarafa:
-Bu konuda ne dersin?
-İşte zırhım elimde.
Şurayh şöyle dedi:
-Doğru söyledin ya
emirel-mü'minin, şüphesiz o senin zırhındır. Fakat iki şahidin bulunması
zorunludur.
Hz. Ali mevlası Kanber
ile oğlu Hasan'ı çağırdı ve zırhın kendisine ait olduğu hakkında şahitlikte
bulundular. Şurayh:
-Senin mevtanın
şahitliğini normal karşılıyoruz. Fakat oğlun Hasan'mkine gelince, onun
şahitliğini normal sayamayız.
Hz. Ali:
-Ömer'in, Resulullah
(s.a.v)'in şöyle dediği tarzındaki ifadesini duymadın mı?
"Hasan ve Hüseyin
cennet ehfi gençliğinin efendileridir."
-Allah! Allah!
Öyledir.
-O halde sen cennet
ehli gençliğinin iki efendisine ait şahitliği normal bulmuyor musun? Sonra
yahudiye dönerek:
-Al şu zırhı, deyince
yahudi:
-Hayret, Emir
el-mü'minin beni müslümanların kadısının huzuruna götürdü. Kad! kendisi
aleyhinde hüküm verdi ve o da razı oldu. (Hz. Ali'ye dönerek) Ya emirelmü'mi-nm
vallahi doğru olan sensin. Şüphesiz zırh senin zırhındır. Senin devenden yere
düşmüştü. Allah'tan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed'in O'nun elçisi
olduğuna şe-hadet ederim.
Bunun üzerine Ali
(k.v) zırhı yahudiye hediye etti. Ve yediyüz dirhemle ödüllendirdi- O kimse
cihad esnasında hep beraberindeydi."
Bu duruma göre
yukarıdaki rivayet Ebu Halid'in naklettiklerinin doğruluğuna tanık-etmektedir.
Kaldı ki Ebu Halid yaptığı rivayeti kararlı bir şekilde değil, şüpheyle bakarak
nakletmiştir.
Lakin yapılan bu nakli
şu şekilde araştırma zorunluluğu vardır: Acaba Ali (r.a)'ın ifadesi, oğlu
Hasan'ın kendi lehine şahitlik yapmasının normalliği görüşünde olduğunu
gösterir mi? Evet Hz. Ali, tezini isbatlamak için mevlasım ve oğlunu huzura
getirdi Belki de bunu tezini isbatlamak için değil de, karşı tarafı ikrara
sürüklemek için yaptı. Yine belki de bu davranışı, büyük bir ümmet topluluğuna,
oğulun babası lehinde şahitlik yapmasının caiz olmadığı hususunu. Velevki bu
oğul Hz. Hasan gibi biri makammda, davalı da mü'minlerin emiri gibi birisi mevkiinde
olsa dahi- alenen göstermek için sergilemişti. Ayrıca belki de bu davranışı
alınacak ibretin Nebi (s.a.v)'in koyduğu düzenle ilgili açık deliller
içerisinde bulunduğunu ilan etmek için ortaya koymuştu. Velevki davacının
yalan söylediği asla görülmemiş olsa, öte yandan o davacıyı iddiasında, hayatta
yalan söylediği hiç duyulmayan aksine Nebi (s.a.v)'in kendisiyle ilgili olarak
"cennet ehli gençliğinin efendisi" olmakla şehadette bulunduğu bir
kişi olsa dahi.
Kuşkusuz bunun da
ötesinde Suyuti'nin rivayeti, Hz. Ali'nin adalete imanının, yargının verdiği
hükme saygı duymasının, ayrıca bütün insanların yargılama kurulu önünde eşit
bulunduğu ilkesine inancının kuvvet Ölçüsünü göstermektedir. Tercihe şayan görülen
beyyineler Hz. Ali'e önceden var olan güvenilirlik belirtileri değildir.
Dolayısiyle yargıcın da bu güvenilirliğe saygı duyarak hüküm verme yetkisi
yoktur. Ancak onun yetkisi, dava yanlılarının kendi huzurunda sergilemiş
oldukları açık belgelere göre hüküm vermek şeklindedir.
217- Bu
suçlamalar el-Mecmu' u nakleden ravi konusunda yapılan suçlamaların bütünüdür.
Bu suçlamalar hem rivayetlerin senedini, hem de metnin kendisini kapsamaktadır.
Ravi çok şiddetli bir şekilde eleştirilmiştir. Eleştirmenler, metnin içerisinde
bulunan bir kısım eksiklikleri tamamlama cihetine gitmişlerdir. Zeydiyye her
iki tür eleştiriyi de reddetmiş, hem ravi konusunda yapılan suçlamaları, hem de
el-Mecmu'un bizzat içeriği ile ilgili suçlamaları geri çevirmiştir.
Şüphesiz biz,
suçlayıcıların ve ravilerin görüşleri üzerinde araştırıcı bir gözlem yaptığımızda
aşağıdaki genel sonuçlara varmaktayız:
1- Kuşkusuz
eİ-Mecmu'un büyük bölümüne güvenmemekle ta'nda bulunan bu kimselerin
suçlamalarının nedeni, mezhebe dayalı firkalaşmalardır. Mezhebe dayalı
fırka-laşmalarm ise raviye güvenmeme konusunda sebep teşkil etmesi doğru olmaz.
Nitekim biz, eşsiz imamın kendilerini fikri oluşumlarındaki sapıklığa düşmekle
suçladığı insanlar konusundaki İmam Şafii'nin açıklamalarını nakletmiştik.
Fakat bütün bunlara rağmen imam, kendilerini sıddık kişiler olmakla
nitelendirmiştir. Şüphesiz hanefi mezhebine göre fıkhın değişmez
prensiplerinden birisi, iffetli bir kadına iftiradan dolayı hüküm giyen yahut
yalancılıkla meşhur olan kimse dışındaki bütün müslümanların, aralarındaki
meselelerde adil kişiler oldukları hususudur. Oysa bu tür meşhur olma hadisesi,
ravi Ebu Halid hakkında sözkonusu değildir. Kaldı ki kadılar Hattabİye'îerin
dışındaki bütün bid'at ehlinin şahitliğini kabul etmişlerdir. Hattabiler
rafızilerin içinden, kendilerinden herhangi birisinin bir olayı görüp aynen
tesbit ettiğine şahitlik yapmasını normal karşılayan taifedir. Bu tür
şahitlik, içlerinden sika olduğuna inanılan bir kişinin görmesi ve olayı aynen
tesbit etmesiyle meydana geliyordu. İşte şahitliklerinin reddedilmesinin nedeni
buydu.
2- Ravi
konusundaki suçlamaların tümü, soyut anlamda suçlamalardır. Ravinin yalancı
olduğunu belgeleyen hiçbir vak'a zikredilin emiştir. Şüphesiz kendisini
suçlayanlar bulunduğu gibi, temize çıkaranlar da bulunmaktadır. Gerçek şu ki soyut
anlamda bir temize çıkarma kabule şayan görülür, fakat soyut bir suçlama
iddiası kabul göremez. Zira soyut anlamdaki aklama sürekli şekilde kişinin
doğruluğuna şahitlik yapmak demektir. Halbuki mutlak manada bir suçlama,
olaylara dayandırılma zorunluluğu bulunmasından dolayı sürekli olarak aynı
şahitliğin yapılmasını uygun düşürmez.
3- el-Mecmu konusundaki suçlamalar rivayetlerin
tümünü kapsamına almamakta sadece rivayet edilenlerin bir bölümünü
içermektedir. Oysa kitapta suçlamaya hedef olan rivayetlerin bir bölümünün,
başka yönlerden zayıf veya kuvvetli şahidi bulunduğu tesbit edilmiştir.
İddialar doğru olsa dahi. velev ki rivayetlerin bir bölümü isabet alsa bile bu
durum metnin esası hakkında bir suçlama teşkil etmez. Rivayet edilen bir
bütünün çok az bölümü hakkında suçlamada bulunmak, onun dışındaki bölümleri
suçlama anlamını doğurmaz. Şüphhesiz hadis kitaplarının en sahih olanları bile
konularının bazı bölümleri hakkında suçlamaya uğramışlardır. Bu husustaki
görüşleri, bu kitap içerisinde, ilgili yerinde ayrıntılı olarak verdik.
Buhari'yi ele alalım: Fakihlerin cumhuruna göre sahih hadis kitaplarının önde
geleni olduğu halde, o bile bir kısım hadis ricali ile rivayet. ettiklerinin
bir bölümünde eleştiriye tabi tutulmuştur. Ancak bu eleştiriler onu rivayet
kitaplarının en sahihi ve en çok kabul göreni olma durumundan aşağı
düşürmemiştir.
4- el-Mecmu' bazı Zeydiyye imamlarının
görüşlerine ters düşmüştür. Fakat aynı imamlar böyle bir ters düşme iddiasını, el-Mecmu'un
içerisinde yeterli bilgi bulunması nedeniyle kabul etmediler.
Biz böyle bir
dengelemeyi yaptıktan sonra ilgili kitabın tabul görme yönlerinin suçlama
yönlerinden daha tercihe şayan olduğunu görüyoruz. Dolayısiyle Ebu Halid'in
yap-Hgı rivayetin doğruluğunu benimsiyoruz. Fakat rivayetinin nisbetine ilişkin
konuyu tamamlamak için, birisi Ebu Halid'e nisbet edilen kitabın rivayet
tabakalı, diğeri de Zey-oıyyenin o kitabı mezhebin esası olarak benimsemesinden
ibaret olan iki hususa göz atmak zorunludur. [22]
218-
el-Mecmu' ehKebir sarihi Şerefüddin Hüseyin b. Ahmed b. Hüseyin, er-Ravd r a^İ!
kitabında, el-Mecmu'un rivayeti ile ilgili olarak İmam Zeyd (r.a)'dan rivayeti
sağlayan Ebu Halid'e kadar varan bağlantı senedini zikretmiştir. Adı geçen
araştırmacı sarih, 1221 yılının Cemadiyelula ayında vefat etmiştir. Yani bu
zat onbir asır boyunca gelip geçen rivayet tabakalını belirtmiştir. Şüphesiz
bu, uzun bir rivayet zinciridir. Kuşkusuz böylece bu rivayet zincirindeki
ravilerin tamamının sika kişilerden ibaret olduğunu isbat etmiştir. Biz,
cl-Mecmu'u kendi ilk ravisine ulaşıncaya kadar geçen bütün ravilerin
güvenilirliğinin gerçekleşmesini kastetmiyoruz. Aksine bizi ilgilendiren husus,
hicri 3. yüzyılın ortalarına veya sonlarına kadar rivayette bulunanların güvenilirliğine
açıklık getirmektir. Çünkü sünnetle ilgili kitaplar, ancak bu yüzyılın sonunda
şöhrete kavuşmuş ve patlama noktasına ulaşmıştır. Alimlerin bu yüzyılda
kabullenerek mezhebin esası saydıkları rivayetleri daha sonraki nesiller de
aynen benimseyerek almışlardır. Bu fetret döneminde rivayetlerin hamili olan
kişilerdeki güvenilirliğin düğüm noktası, sıdk sıfatıyla özdeş durumdaydı.
Öte yandan bu yüzyılın
sonunda sözkonusu mezhebin ikinci imamı sayılan hidayet rehberi İmam Yahya b.
Hüseyin yetişti. Dolayısiyle bu eşsiz imama varıncaya kadar geçen ravileri,
kendilerine olan güvenilirliğin ölçüsünü, kendisine ve dönemine kadar taşıdıkları
rivayetlerin ravilerinin güvenilirliğini bilmemiz gerekir Zira İmam Yahya, bir
bölümüne muhalefet etse dahi el-Mecmu'da geçen rivayetlerin çoğuyla hüküm
vermiştir. Bu muhalefet olayı genel anlamda kitaba olan güvenirlilik ölçüsünü
azaltmaz, el-Mecmu'konusunda muhalif davranan kişi sadece kendisine gerek
sahabenin ve gerekse diğerlerinin görüşlerinden seçmeler yapma konusunda
serbestiye! bulunduğundan dolayı muhalefet etmiştir. Haddizatında İmam Yahya,
başlıbaşına bir müçtehid idi.
219- er-Ravd
en-Nadir sahibi belirtmiş olduğu tabakat zincirinde Ebu Halid'den rivayeti
yapan ilk kişiyi İbrahim b.Zeberkan olarak belirtmiştir. Nitekim Zeydiy ye
"tabakalında bu şahsın Ebu Halid el-Vasılîden İmam Zeyd'in iki
el-Mecmu'unu yani hadis mecmu ile fıkıh mecmu'unu rivayet ettiği, ayrıca ondan
da aralarında Ebu Nuaym Ha-fız'm da bulunduğu birçok kişilerin nakiller yaptığı
haberi geçmektedir. Zeydiyye imamları onun rivayetine dayanarak hüccet
getirmişler ve onu güvenilir saymışlardır. Ayrıca bir kısım muhaddisler ve İbni
Muin bile onu sika ravi addetmişlerdir. Öğrencisi Nasr b. Muzahim onunla ilgili
olarak, müslümanlann seçkin şahsiyetleri arasında bulunduğunu belirtmiştir.
Zira İbrahim, Ebu Halid'in yanından hiç ayrılmazdı. Böylece Ebu Halid'in bu
tarz tertibi ile düzenlenmiş iki mecmuayı kendisinden dersler halinde almıştır,
h. 183 senesinde vefat etmiştir.
O da hocası Ebu Halid
gibi suçlamada bulunanların soyut ve açıklık getirmeyen tarzdaki suçlamalarına
maruz kalmıştır. Suçlamada bulunan kişiler, siyasi alanda veya bazı itikadi
meselelerde mezheplerine ters düşen mezhebin bütün taraftarlarını güvenilir
saymayan bir kısım muhaddislerdir. Nitekim aynı türden suçlamalar, Ali Beyt'in
başka bir ifadeyle kutsallık atfettikleri Ehl-i Beyt imamlarının muhabbetinin
yalnız kendilerine
Özgü olmasını
isteyen rafıziler tarafından ortaya atılmıştır. Onlar, imamlara bu tür
kutsallaştırmayla hususilik izafe etmişlerdir.
Zeydilcr, tüm olarak
ez-Zeberkani'yi temize çıkarmakta ve içlerinden hiçbirisi onu suçlamamaktadır.
Aynı şekilde İsna Aşerîyye imamiyyesinden ılımlı düşünenler de onu aklarlar.
Nitekim Nehcııî-Belağa sarihi İbn Ebi'l-Hadid şöyle der: "O, hadis ricali
arasındadır."
220-el-Meanu'u İbrahim
Zeberkan'dan da Nasr b. Muzahim ders olarak almıştır. İbrahim b. Zeberkan Ebu
Halid'den ders alırken tek başına olmadığı gibi, aynı şekilde Nasr da ondan
yalnız başına ders almamaktaydı. Nitekim Nasr b. Muzahim İbrahim'den naklen
şöyle der: "el-Mecmu el-Kebir'i bana o anlatı; hadislerinin tamamı Ebu Halid'den
alınmıştır." Nihayet Nasr'ın eî-Mecmu'u birisi Ali sened, diğeri de nazil
sened olmak üzere iki senedle rivayet ettiğini söylemişlerdir. Buna göre Nasr,
bir tabaka aşağı inerek İbrahim b. Zeberkan'dan rivayette bulunduğu gibi,
bizzat Ebu Halid el-Vasıtî'nİn kendisinden de rivayetler almıştır.
Nasr muhaddis olmakla
birlikte aynı zamanda tarihçi idi de. Sıffin olayı'nm tarihini yazan odur.
el-İsfahani onun hakmda şöyle söyler: "Nasr, hadis ve nakil alanında canlı
bir belgeydi; Muhammed b. Muhammed b. Zeyd'e ait haberleri bir araya getirmiş
ve o da kendisini alış-veriş merkezinin yöneticiliğine getirmiştir."[23]
Nasr, Zeydiyye'ye göre
güvenilir bir kişiydi ve imamları nazarında da makbul bir şahsiyetti. Hatta
İmam el-Hadid ile'1-Hakk Yahya, el-Akkam kitabının Kitabu't-Talak bölümünde
Nasr'dan rivayetler almıştır.
Zeydiyye içerisinden
kendisine muhalefet edenlerin çoğunluğu, onu doğruluğu konusunda suçlarlar.
Kendisine karşı çıkanların bir bölümü de suçlama sebebi olarak aşın şia yanlısı
olmasını gösterirler. Nitekim Zehebi, onun rafızi olduğunu söylemiştir. Ancak
gerçek şu ki, o rafızi değildir. Çünkü Zeydiyye'nin tamamı veya büyük bölümü,
iki otorite şahsiyet Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'in imamlıklarını reddetmemekte
birleşmişlerdir. Fakat Carudiler. İmam Zeyd'in mezhebini bu konuda terkeden ve
Zeyd (r.a)'ın peşinden iki otorite şahsiyet Hz. Ebubekir ile Hz. Ömer'in
imamlıklarını kabul etmeyen °ir gruptur. İşte Nasr bunlar gibi değildi. Aksine
Zeyd (r.a)'ın sülalesine yardımcı olan, ayrıca Zeyd'in görüşlerini ve mezhebini
metot edinenler arasından bir zeydî idi. Dolayı-Sıyle Zehebi'nin Nasr'ın
rafıziliği ile ilgili olarak yaptığı suçlama, ancak kendi kuruntuna göre bütün
Şiilerin rafızi olmaları varsayımına dayandırıldığında doğru olabilir.
Nasr hakkında aynı
şekilde İtnamiyye de suçlamada bulunmuş ise de, bütün bunlar P '?'
suçlamalardır. Aynı şekilde İmamiyye'nin suçlaması soyut anlamdadır ve bu
suçlamaya iltifat edilemez.
Aynca Nasr, Me'mun'a
karşı h. 199. senesinde kıyam eden Muhammed b. Muham-
(1) med b. Zcyd ile
birlikte cihad sahnesine atılan zeydiler arasındaydı. O sırada ordu komutanı
Ebu Seraya idi. Daha önce işaret ettiğimiz gibi Nasr, aliş-veriş merkezinin
yönetim işini adı geçen Muhammed adına üstlenmişti. Ondan önce de İmam
Muhammed b İbrahim ile birlikte cihad görevini yürütmüştü. Dolayısİyle Zeydi
Şiiliğini canlı tutma işinde kendisini sadece fıkha veya onun öğrenimini
yapmaya hasretmedi. Aksine miica-hidlerle birlikte cihad etmeyi, ayrıca yönetim
kendi ellerinde bulunduğu sürece alış-veriş merkezinin yöneticiliğini
üstlendi. Nihayet h. 3. yüzyılın ilk yarısında vefat etti.
221- İşte görüldüğü
gibi Nasr b. Muzahim el-Mecmu'u hem Ebu Halid'den ve hem de onun dışındaki
kimselerden rivayet etmiştir. Aynı şekilde Nasır'dan da aralarında Süleyman b.
İbrahim b. Ubeyd el-Muharibi'nin bulunduğu birçok kişiler nakil yapmışlardır.
Fıkıhtan ve hadisten
oluşan iki mecmuayı aynen Ebu Halid el-Vasitî düzeninde Muharibi rivayet
etmiş, ancak o dahi diğer Zeydiyye ravileri gibi cumhur muhaddislerin suçlama
hedefi olmuştur. Zira aşırı şia taraftan olduğundan dolayı kendisini zayıf ravi
saymışlardır. Ayrıca Muharibi. îmamiyye'nin suçlamalarına da hedef olmuştur.
Onların iki otorite şahsiyet Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer (r.a)'nın imamlıklarını
reddetme şeklindeki görüşleri doğrultusunda fikir beyan etmediği için
Muharibi'yİ zayıf ravi addetmişlerdir. Nitekim bahsi geçen Süleyman'dan
zeydilerin büyük bir çoğunluğu bu tarz açıklamaları dinlemiş ve topyekün
olarak kendisini güvenilir ravi saymışlardır. Süleyman, el-Mecmu'u Zeydiyye
fıkhının ayrıntılarıyla ele alıp bablannm geliştirildiği h. 3. yüzyılın ikinci
yarısında nakledenlerden birisiydi. Fakat aynı dönemde vefat etmiştir.
el'Mecnm'u bahsi geçen
Süleyman'dan da kızının oğlundan olan torunu Ali b. Muhammed b. Ahmed b. Hasan
en-Nehai rivayette bulunmuştur. Bu torun, meşhur bir fa-kih idi. Asrının hanefi
fakihleriyle haşir-neşir olmuştur. Zira ailesi Hanefi fıkhı içerisinde imamlık
mertebesine erişmekle ün yapmış, hatta bizzat kendisi hanefi fakihlerinden
sayılmıştı. Aynı zamanda kendi dönemindeki Hanelilerinde önderi addedilmişti.
Nitekim Zehebi kendisini hanefi otoriteleri arasında zikretmiş ve h. 324 yılı
olaylarını belirtirken hanefilerin önderi AH b. Muhammed b. Ahmed b. Hasan
en-Nehai'nin bu senede vefat ettiğini söylemiştir.
Bu itibar göz önüne
alınarak Ali b. Muhammed, fakih ve muhaddisler cumhurunun büyük bir çoğunluğu
tarafından takdire şayan görülmüştür. Bu nedenle annesi tarafından dedesinin
ve birçok Zeydiyye ravilerinin maruz kaldığı gibi suçlamalara hedef kılınmamıştır.
Ayrıca hanefi tabakatı içerisinde zikredilmiştir. Bu tabakatta, Ali b. Muhammed
b. Hasan Kasi en-Nehai h. 324 senesinde vefat etmiştir.... şeklinde geçmektedir.
Onun Zeydiyye'nin
nazarında sika bir şahsiyet olduğu, şüphe götürmez gerçektir. Nitekim
el-Mecmu'u h. 265 senesinde dedesinin denetimi altında okumuştur.
de bahsi geçen Ali b.
Muhammed. Zeydiyye fıkhı ile hanefi fıkhı arasındaki i*» sağlayan gerdanlığın
orta yerindeki değerli taşlardan birisiydi. Biz ayrıntılı konu-ı rm birçoğunu
sunarken, iki mezhep taraftarlarının fikhi çözümlemelerin büyük bölümünde uyum
sağladıklarını bulacağız.
Halta Zeydiyye
fıkhının (emel ilkeler dışındaki konularda hanefi fıkhı ile ileri düzeyde
birliktelik gösterdiğine tanık olsak bile bu temel ilkelerdeki uyumun genel
anlamda hanefi fıkhmdakilerlc daha az, düzeyde olduğunu göreceğiz.
222-
Sözkonusu el-Mecmu'u. Ali b. Muhammed'den aralarında Zeydiyye'nin Bağ-dat'daki
lideri Abdulaziz b. İshak'in da bulunduğu birçok kişiler rivayet etmiştir. Zeydiyye
tabakatmda şöyle geçer: "İmam Zeyd b. Ali A^yhisselam'a ait el-Mecmıı'an
bab-larına göre düzenlenen fıkh-ı kebir bölümü, Ali b. Muhammed en-Nehai
tarafından rivayet edilmiştir. Nitekim onun dışındaki birçok kimselerden de
rivayet edilmiştir. Lakin el'Mcamı'un Zcyd'den rivayeti ile ilgili olarak
özellikle Ali b. Muhammed'in üzerinde durulmuş ve ondan da birçok kişiler ders
atmışlardır." Oysa bu kimse îmamiyye'nin suçlamalarına hedef olduğu gibi,
aynı zamanda Ehli Sünnet'in muhaddis cumhurunun suçlamalarına da maruz
kalmıştır. Lakin bütün zeydilerin takdir ve güvenine mazhar olmuştur.
Zeydilerin birçoğu ondan rivayette bulunmuş, ayrıca Seyyid Ebu Talib Natik
bi'I-Hakk kendisinden nakil yapmıştır.
Ali en-Nehai.
el-Mecmu'u İmam Zeyd'den naklen rivayette bulunan kişi olmakla birlikte hanefi
fıkhının öğreticiliği ile Zeydiyye fıkhının öğreticiliği arasını birleştirdiği
kesinlik kazandığına göre, hanefi otoritesinden biri sayılır. Aynı zamanda sözü
edilen Ebu Talib de gerek Ali Beyt'den gelen rivayetler ve gerek onlar
nezdindeki haberlerin arasını, Ehl-i Sünnet katında maruf olan hadislerin
rivayetiyle birleştirmiştir. Ayrıca o, Tirmizi'yc ait Süneni hadis
rivayeteilerin alışageldikleri gibi bir araya toplanıp dersler biçiminde
almadan rivayet etmekle eleştiriye uğramıştır. İşte Zehebi bu olayı, hakkındaki
suçlama nedenlerinden birisi saymıştır. Fakat ona yapılan böyle bir suçlama, bu
asırdaki kitapların yaygın haîe gelmesi ve kapsamındakilerin tamamının herkes
tarafından bilinir duruma gelişi nedeniyle bertaraf edilmiştir. Bu nedenle
Hanefiler, meydana gelen o aylar konusunda herkes tarafından bilinmiş olma
hüccetini arlık üçüncü yüzyıldan sonra yanı tebeittabiin döneminden sonra
muteber saymamıştır. Çünkü bu yüzyıl içerisinde Rasulullah'ın ömek hayatı
bütünüyle kitaplara aktarılmış olsa bile mezhepler ananda kurulan bu tür
karşılıklı İlişkiler nedeniyle güçlü haberlerin yanında zayıflar da meşhur
duruma gelmiştir. [24]
223- Fıkha
dayalı tedvin hareketlerinin çoğaldığı hicri dördüncü asra değin bir ilim otoritesinden
diğerine... öğrencilik yapmış kişiler olarak söz ettiğimiz bu ravilerden sonra
Zeydiyye fıkhının ufukları geniş boyutlara yayılmaya başladı. Hatta
belirttiğimiz bu periyodik raviler silsilesi esnasında Zeydiyye fıkhı
içerisinde büyük çapta ayrıntılara inme girişimlerinde bulunulmuş, fıkıh ve
hadis alanında İmam Zeyd'in gerek bizzat kendisine ait nakiller ve gerekse
kendisinin el-Mecmu el-Kebir tariki dışındaki başka yollarla Ali Beyt'ten
naklen verdiği hadisler de rivayet edilmeye başlanmıştır.
İşte bu esnada daha
önce de belirttiğimiz gibi sözkonusu mezhebin geliştiricisi olarak kabul
edilen İmam el-Hadi ile'1-Hakk Yahya, mezhebe davet, konuların ayrıntılarına
inme, mezhebin öz kaynaklarını gün yüzüne çıkarma ve bu mezheple diğer cumhur
mezhepleri arasındaki yakınlaşma işini üstlendi. Ayrıntılı konulan sika
kişilerin senedine dayandırdı ve onları ana ilkelerin ölçüsüne vurdu. Artık
bundan sonra tarih, Zeydiyye mezhebinin fıkıh kitaplarının, gerek temel gerekse
ayrıntılı bilgiler açısından hakkım teslim etti. Böylece bu kitapların hükmü
de, doğrulanma veya reddedilme açısından diğer çeşitli mezhep kitaplarının
hükmü kapsamına girdi. Nihayet bu kitaplar hakkında verilen yargı da, hanefi
mezhebi imamlarından bir Hassaf, bir Tahavi ve diğerlerinin kitapları hakkında
verilen yargıya eşdeğer oldu. Diğer fıkhı mezheplerin tümü hakkındaki durum da
anı şekildedir. Gerçek şu ki, üçüncü yüzyıldan sonra tedvin olayı ilmin inceliklerini
bir araya toplar duruma geldi ve alimler bütün mezheplere ait kitapları gözden
geçirdiler. Zira bu kitaplar kendi çevrelerinin yaşantısında şöhret bulmuştu ve
artık bundan böyle herhangi bir kanıtlanmaya muhtaç değillerdi. [25]
224-
Zeydiyye alimleri, el-Mecmu'n kabullenerek kaynak edinmişlerdir. Bu kitaba
yöneltilen bütün suçlama şekillerini tek tek özetledik. Ayrıca Zeydiyye'nin
suçlamada bulunanların görüşlerine verdiği cevapları da hulasa ettik. Nihayet
el-Mecmu'un ilk ra-visi hakkında suçlamada bulunanların suçlamalarının esasım,
mezhebe dayalı unsurların teşkil ettiği, ayrıca bu suçlamaların soyut anlamda
olup, araştırmacının, suçlama ile hüküm vermeye götüren vak'alarda
suçlamacıların ortak noktalarını yakalama imkanını bulduğu sabit olaylara
dayanmadığı sonucuna vardık. Dolayısiyle biz, müphem oluşu nedeniyle,
suçlamaları reddedenlerin düşüncelerine katılıyoruz.
Yine eî-Mectnu'un
metnine karşı yöneltilen suçlamalarda, Hz. Ali'ye nisbet edilişi konusunda
ravisinin itham edildiği rivayetlerin, muhaddisler cumhuru nezdindeki Hz.
Ali'den yapılan nakillerle uyum içerisinde bulunduğu kesinlik kazandığından,
kabul görmemişlerdir. Dolayısiyle böyle bir itirazın cevap verilecek tarafı
yoktur. Bilakis bu tür itirazlar, el-Mecmu'un kapsadığı konuların reddinin
değil, aklanmasının sonucunu doğurur. Yapılan araştırmalar, doğruluğuna
tanıklık eden belgelerin bulunduğu sonucuna götürmekte, ancak yalan olduğu
suçlamasında bulunan belgelerin mevcudiyeti sonucuna vardırmainaktadır.
Kendisiyle sıkça
yüzyüze gelme imkanı olan Ebu Halici el-Vasıtînin dışında birçok rtörencileri
olunmasına rağmen İmam Zeyd'den yapılan rivayetleri tek bir ravinin
ger-ekleştirmesi tarzında suçlama yapılmıştır. Ancak böyle bir suçlamaya,
aşağıdaki üç şekilde cevap verilir:
1- Ravd
en-Nadir sarihinin yukarıda bahsettiğimiz cevabıdır. Bu cevaba göre, İmam
Zeyd'in öğrencileri, ağır baskıların etkisi altında ülkenin her tarafına
dağılmışlardı Bulundukları yerde adım adım takibediliyorlardı. Bu yüzden bir
kısmı uzak ülkelere hicret etmiş, bir bölümü kendisini kamufle etmiş ve bir
kısmı da takiyye kalkanı arkasına sığınmıştı. Mantık kurallarının gerektirdiği
pozisyon, onların bir araya gelmemeleri ve İmam Zeyd'den rivayet yapanların
sayılarının çok olmaması şeklindeydi. İşte bu durum karşısında, bu kimseler,
İmam Zeyd'den rivayet edilen haberlere vakıf olur olmaz hemen o haberlere
muvafakat etmişlerdir.
2- Çeşitli
mezhep kitaplarındaki raviler de bir veya iki kişidir. İşte Hanefi mezhe-bi'nin
kitaplarını tedvin eden ve içindekileri rivayette bulunan kişi, İmam Muhammed
b. Hasan eş-Şeybani (r.a)'dır. Önce Ebu Hanife'nin öğrencilerinin, sonra da
öğrencisi Ebu Yusuf un öğrencilerinin Muhammed b. Hasan'dan ibaret tek bir kişi
olması aklın kabul edeceği hususlardan değildir. Bilakis öğrencilerinin sayısı
fazlaydı. Ancak tedvin, biraya getirme ve rivayet edilen bilgileri
tekelleştirme işine Muhammed b. Hasan'dan başkası yönelmemiştir. Ayrıca bu
durum o rivayetler konusunda suçlamaya zemin teşkil etmemiştir. Bunun nedeni,
imamların tamamının o kitaplan kabullenerek mezhebin ana kaynağı saymaları ve
onlarla hüccet getirmeleri hususunda tereddüt etmemeleridir. Ayrıca Sahnun,
el-Müdevvene' yi Abdurrahman b. Kasım'dan rivayet etmiş, bununla birlikte
alimler bu kitabı benimseyerek kabullenmişler ve bu kitap hakkında İmam
Malik'in görüşlerini rivayet etme konusunda Abdurrahman b. Kasım'ın yalnız
başına kalmasını suçlama noktası saymamışlardır. Çünkü alimlerin çoğunluğu
kitabın içeriğini kabullenerek benimsemişlerdir. Yine aynı şekilde İmam Şafii
fıkhının ravisi Rabi' b. Süleyman el-Meravi Müezzin'dir. Hiç bir kimse onun
gerek el-Umm ve gerekse er-Risaîe'yi İmam Şafii'den rivayeti konusunu
er-Rabi'in yalnız basma gerçekleştirmesini suçlama nedeni saymaz. Çünkü
er-Rabi'in çağdaşları onun rivayetini kabullenip benimserler. Çeşitli İslam
beldelerindeki şafiîler, Şafiîlikle ilgili bilgileri el-Umm'özn almak isterler
ve meselelerin ayrıntılarını ona göre hallederler.
3- Alimler,
el-Mecmu'an kapsamına aldığı bilgi birikimini kabullenerek benimsemektedirler.
Şimdi bu konuyu, çok özet bir açıklamayla ele alıyoruz. [26]
Zeydiyye bütün
kuşaklarında, el-Mecmu'u kabullenerek kaynak edinmişlerdir.
İçeriği hakkında İsa
b. Zcyd (r.a) muvafakat eder. Çağdaşlarından hiçbirisi Ebu Halid el-Vasıtî'nin
getirmiş olduklarına itiraz etmemiştir. Veyahut en azından hiç kimsenin kitabın
kapsamına itirazda bulunduğu tesbit edilmiş değildir. Aynı durum, Ebu
Halid'detı sonra gelen kuşaklarda da sürüp gider ve hiç kimse onun
içerisindekilerc karsı koymaz Hatta İmam el-Hadi ile'1-Hakk gibi, el-Mecmu'un
kapsamındakilerin bir bölümüne karşıt görüş serdedenler, el-Mecmu 'daki bir
kısım rivayetlerle birkaç fıkıh kuralına karşı olmuşlar, fakat kitap hakkında
yalancılık suçlamasında bulunmamışlardır. Nitekim Zey-diyye, kitabı
kabullenerek kaynak edindiklerini gösteren çeşitli ibareleri kuşaktan kuşağa
nakletmiştir.
Bunlardan birisi,
er-Ravd en-Nadir'âe geçen şu ibaredir: "O, şerefli otorite şahsiyetler ve
taraftarları arasında elden ele dolaşan meşhur kitaplardan birisidir."
Nitekim imamların ortaya koyduğu belgeler cümlesinden naklettiğimiz,
el-Mecmu'un kabul görerek benimsediği hususu daha önce geçti. Yine İbn Hacer,
Tbn Salah'a yazdığı nüktelerinde şöyle der: "Şüphesiz bu meşhur kitap,
şöhreti nedeniyle Sünen-i Neseî gibi musannifine isnad edilmesinin
tarafımızdan muteber sayılmasına muhtaç değildir."
Ali soyundan gelen
Ehl-i Beyt (r.a) onu kabullenerek kaynak edindiler. Bahsi geçen şerhte aynı
şekilde şöyle denilmektedir: "Bu el-Mecmu el-Kebir, Ehl-i Beyt arasında
kabullenilerek kaynak edinilmiştir. Nitekim İmam el-Hadi ile'1-Hakk İzzeddin b.
Hasan... İmam Zeyd'den söz ederken der ki: "onun, fıkıh kitapları
arasında el-Mecmu'u vardır. O, fıkhı bir araya getiren ilk kitaptır. Kitabı
İmam Zeyd'den, Ebu Halid el-Vasıtî rivayet etmiş ve ümmet onu kabullenerek
kaynak edinmiştir. Hatta İmam Muhammcd b. Mutahhar, kitabı,
"el-Minhac'ül-Celi" adını verdiği ve içerisinde ilmin ender
rastlanan, şaşırtıcı yönlerinden birçok şey bulunan iki cilt halinde
şerhelmiştir. İmam Ebu Talib (r.a) et-Tezkire adlı kitabında, Ebu Halid'in bir
araya toplayıp Zeyd b. Ali'den rivayet ettiği el-Mecmu'un, herkes tarafından
varlığı benimsenmiş meşhur bir kitap olduğunu işaret eder. Ayrıca İmam Yahya b.
Hasan b. Mahfuz da eş-§iteviyye adlı risalesinde, Ehl-i Beyt (a.s) sülalesi
içerisinde Kasım ve Hadi'den önce İmam Zeyd b. Âli'nin fıkıh birikimi dışında
bir fıkhın varlığından bahsetmenin mümkün olmadığını belirtmiştir.
226- Açıkça
anlaşılıyor ki, kitabın senedi konusunda rivayetinin Ebu Halid el-Vasitf ye
nisbeünde ve Ebu Halid'in bizzat kendi şahsiyeti üzerinde şüpheli davranmak noktasında
veya metni konusunda şüpheyi alevlendirmek isteyenlerce ortaya atılanları hiç
kimse suçlama saymamıştır. Durum bu şekilde olunca alimlerin ve özellikle Ebu
Halid'in çağdaşı olan Ali Beyt alimlerinin kitabı kabullenerek kaynak
edinmeleri, kitabın doğruluk yönünü tercihe şayan kılmaktadır. Öte yandan Ebu
Halid'in tek basma rivayette bulunduğuna, Ehl-İ Sünnet kaynakları şehadet
eder. Bu nedenle eleştiri için hiçbir tutarlı zemin sözkonusu değildir. Çünkü
alimlerin İmam Muhammed'in tek başına rivayet ettiklerini belgeleyen kitapları
kabullenerek kaynak edinmeleri, yalnız başına yâ"
rivayetler etrafında
koparılan kıyametleri bertaraf etmiştir. Aynı şekilde bu nokta-' Zevdiyye'nin,
özellikle de Al-i Beyt'in kitabı kaynak edinmeleri, el-Mecmu'daki nis-beüerin
doğruluğunu gösterdiği gerçeği muteber sayılır.
Şüphesiz o konuda
ihtisas yapan alimlerin kabullenerek kaynak edindikleri herhangi bir bilimsel
mecmua konusunda ta'nda bulunmak, ilmi yıkımın bir çeşidi ve şimdikileri
eeçmiştekilere bağlayan bilimsel silsileyi koparmaktadır. Çeşitli mezheplere
ait fıkhi mecmualar konusundaki kuşakların kabullenerek kaynak edinmeleri
üzerine bina edilen güvenilirliği kaldırıp atacak olursak, o mecmuaları kitap
haline getirenlerle fikri bağlar koparılmış olur. Ayrıca geçmiş şahsiyetlerin
çalışmalarını tamamlamak için oluşan fıkhi araştırmalar kesintiye uğrar. Bu
durum sadece fıkhi ve nazari ilimler için değil, aynı zamanda tecrübi ilimler
için de sözkonusudur. Bugünkü alimler, çalışmalarını geçmişteki-lerin
çalışmalarına dayandırırlar, yoksa zamanlarını, tecrübelerin kendisine
dayandırıldığı kişi hakkında şüphe üreterek geçirmezler.
Nitekim biz, edebiyat
çalışmaları yapan bir grubun yaşayan gerçekleri göz önüne almadıklarını, ayrıca
alimlerin yahut eleştirmenlerin veya da edebiyatçıların şiir olsun, nesir
olsun, herhangi bir mecmuayı kabullenerek kaynak edinmelerini onun doğruluğunun
belgesi saymadıklarını, böylece onlara teslim olmanın gerekliliğini kabul
etmediklerini gördük. Diğer taraftan onlar, sırf inkara dayanan metotlarının
bilimsel metot olduğunu zannettiler. Sanki ilmi metotta karşı koyma işi,
herhangi bir senede dayanmayan sırf inkar üzerine kurulurmuş gibi. Böyle bir
metot herhangi bir konuda araştırma yapma yollarından sayılamaz. Çünkü
araştırma yapmak, herşeyi inkar etmek değildir. Araştırma yapmak, ancak
yaşayan gerçekler üzerine çatı kurmaktır. Eğer inkarın elle tutulur bir yeri
varsa, o inkarın da dayanağının bulunması zorunludur.
Biz demiyoruz ki,
alimlerin kabul edip benimsediği şeyler her zaman ve her durumda makbul
sayılır. Lakin biz diyoruz ki, reddeden ve hükmünü ortadan kaldıran bir delil
gelinceye kadar aslolan, onun kabul görmüş olmasıdır. Karşıt bir delil ortaya
çıkar, kesin anlamda olumsuzluğa sebep olursa, o zaman biz, olumsuzluğun
getirdiği şeye tabî oluruz. Bunun nedeni, kabullenerek bir şeyi benimsemenin,
doğruluğa şehadet eden bir gerçek olmasıdır. Örnek olarak "el"
kelimesi, zahiri anlamda mülkiyetin delilidir. Eğer bu zahiri anlamın göstermiş
olduğu anlamın tersini belirten açık belgeler ortaya çıkarsa, o zaman o
belgelere uyarız.
Hasım tarafların
ortaya attıkları, alimlerin kabullenerek kaynak edindikleri şeyleri nefyeden
bütün açık delilleri araştırdık. Onların isbata değer hiçbir yönlerini
bulamadık. Uolayısiyle onları bir tarafa attık ve alimlerin kabullenerek kaynak
edindikleri görüşe Uyanan zahiri görüşle hüküm verdik.
227-
Şüphesiz fikri zaruretler bizi, el-Mecmu'Ğa geçen bilgilerle hüküm vermeye bırakıyor. Olay şu ki, biz Zeydiyye
fakihlerinin elden ele dolaştırdıkları, ayrıca
Zeydilerin İmam
Zeyd'in görüş ve rivayetlerinde anladıkları şeylere göre İmam Zeyd'in fıkıh
anlayışı hakkında bir kitap yazıyoruz. Yoksa biz, İmam Zeyd için Zeydiler
nezdin-de bulunmayan görüşleri uydurmuş değiliz. Ve kendilerince maruf olmayan
görüşler ortaya atarak onları büyük bir iddiaya sürüklemiyoruz. Eğer böyle bir
iddianın peşinde olsaydık, istediğimiz amacı elde etmek için zamanı
kovalamaydık. Şüphesiz biz, mezhebini nesilden nesile ders olarak alan bu
alimlerin elden ele dolaştırdıkları şeyler dışında İmam Zeyd'in fıkıh
anlayışına ait bir kaynak bulamamaktayız.
Kendisine nisbet
edilen hususlarda, ayrıca bu nisbete göre mezhebin ayrıntılı yönlerine inmek,
mezhebe bazı şeyler izafe etmek ve mezhep içinde içtihad yapmak konularında
kaynak alınacak olan adı geçen alimlerle Muhammed Ali Beytinde yetişen imamlardır.
(Allah Teala'mn rızası ve hoşnutluğu hepsinin üzerine olsun). O görüşler arasında,
İmam Zeyd'den naklen gelenlere muhalefet edenler de vardır. Aynen Ebu Yusuf un
ve Muhammed'in hocaları Ebu Hanife'ye muhalefet ettiği gibi. Yine İbn Vehb'in,
hocası Malik'e muhalefette bulunduğu gibi. Ayrıca yine Müzeni'nin hocası
Şafii'ye muhalif görüş beyan ettiği gibi.
Madem ki Zeydiyye'nin
karara bağladığı, ayrıca kendilerinden yaptıkları rivayetleri nesilden nesile
naklettikleri gibi İmam Zeyd'in fıkhını araştırıyoruz. (Nitekim Zeydilerin
çoğunluğu el-Mecmu'un İmam Zeyd'in fikirlerini temsil ettiğini açıkça ifade
ederler). Öyleyse biz de çoğunluğunun yaptığı gibi araştırmada temel dayanak
olarak el-Mec-mu'u kabul etmek, ayrıca Zeydiyye fakihlerinin büyük çoğunluğunun
kaynak edinişi gibi aynı durumu benimsemek zorundayız. [27]
228- Önceki
açıklamalardan, İmam'm mezhebini Zeydiyye'nin benimsediği gibi sergilediğimiz
sürece el-Meanu'u, Zeydiyye'nin kabullendiği biçimde kaynak edinmek gerektiği
sonucuna vardık. Böylece onların kabullendikleri rivayetleri biz de kabul ederiz
ve reddettiklerini de reddederiz.
Fakat el-Mecmu'un
rivayeti nasıl gerçekleşmişti? Acaba İmam Zeyd döneminde onun kalemiyle bu
tertipte mi yazıldı; bazen İmam Zeyd'den, Ebu Halİd aldı ve neşretti, bazan da
o kitabi İmamın yanında yazılı olarak buldu ve huzurunda okudu mu? Yoksa İmam
Zeyd, tıpkı Ebu Yusuf ve İmam Şafii'nin bazan imla ettirdikleri gibi kendi huzurunda
Ebu Halid'e bütünüyle dikte mi ettirdi? Yoksa ki Ebu Halid kitabın kapsamına aldığı
gerek Nebi Aley his selam ve gerekse İmam Zeyd (r.a)'den önceki Al-i Beyt'e ait
eserleri, kendisinden sözlü olarak veya bir kısmını huzurunda dikte ederek, bîr
bölümünü de İmam Zeyd'in yazmalarından alarak mı rivayette bulundu? Böylece
Ebu Halid el-Vasitî bütün bunları bir araya topladı, tedvin etti, İmam Zeyd'in
rivayet ettiklerini ve fıkıh anlayışını kapsaması, ayrıca rivayet ettiklerinin
hadis mecmuunu, görüşlerinin de fi-
ecmiıunu oluşturması
itibariyle kitâbael-Mecmu adını verdi,
öyle mi?
229- Dikkat
etmemiz gereken; analiz ve sentez yolunu esas almak ve böylece tarihi
düzenlemeye hangi yolun daha yakın olduğunu görmektir.
İlk varsayımı ele
alalım: Buna göre İmam Zeyd (r.a) kitabı kendi kalemiyle tedvin tmistir. Biz,
böyle bir iddiada bulunan hiç kimseyi bulamadığımız gibi, böyle bir iddia-
tanıklarını da
göremiyoruz. Ayrıca konu üzerinde kısa veya ayrıntılı olarak açıkla-mada
bulunan alime de rastlamıyoruz. Dolayısiyle de böyle bir varsayımı uzak ihtimal
sayıyOruz. Çünkü birinci olarak, kimse böyle bir iddiada bulunmamıştır. İkinci
olarak da bu dönem mükemmel bir tedvin dönemi değildi. Zeyd (r.a) gibi bir
imamın fıkhını ve oörüşlerini bütünüyle kaleme alması, asrın ruhu ve o asırda
cereyan edenlerle bağdaşmadığı için çok uzak bir ihtimal olarak kalır. Zira
kendi eliyle yazmış olsaydı, tıpkı İmam Malik (r.a)'ın Muvatta'ı, ayrıca
Muhammed b. Hasan'ın tedvini kendisine nisbet edilen kitapları gibi herkes
tarafından bilinen meşhur bir kitap olacağı için, Ebu Halid'in kitabı tek
başına rivayet ettiğini iddia etmek, gereksiz bir iddia olurdu. Ancak bununla
birlikte belirtilen görüşün aksini belgeleyen açık delilleri göreceğiz.,
Aynı şekilde İmam
Zeyd'in, kitabın tamamını imla ettirdiği, Ebu Halid'in de İmam Zeyd'in
yaptırdığı imlaya göre el-Mecmu'u kaynak edindiği varsayımım benimseyenleyiz.
Zira bu iddiada bulunan hiç kimseyi bulamıyoruz. Ayrıca adet olarak da böyle
bir rivayeti Ebu Halid'in tek başına yapması imkanı yoktur.
Nihayet geriye sonuncu
varsayım kalıyor. O da, kitabın bazan sözlü, bazan da imla ettirmek suretiyle
rivayet edilip nakledilmesidir. Bu varsayım, o asnn ruhu ile bağdaşan bir
türdür. Ayrıca bu görüş doğrultusunda, Al-i Beyt imamları ve öğrencilerinden
nakletmiş olduğumuz haberler arasında şahidlerimiz bulunmaktadır. Nitekim İmam
Ebu Ta-lib en-Natık bi'I-Hakk'ın, el-Mecmıı' konusunda şöyle dediğini
nakletmiştik: "Ebu Halid'in bir araya getirip Zeyd b. Ali'den rivayet
etmiş olduğu el-Mecmıı' herkes tarafından bilinen meşhur kitaptır."
Ebu Halid'in, onu
toparladığı yorumunu getirmek, ayrıca toparlama işini ona nisbet-te bulunmak
eî-Meanu'n İmam Zeyd'den doğrudan doğruya alıp, sonra da kitap haline
getirdiğini gösterir. Bu durum, onun bir araya getirdiği rivayetlerin, birisi
hadis, diğeri fıkıh olmak üzere iki mecmua şeklinde oluşmasına engel teşkil
etmez. Çünkü Ebu Ha-ud'in rivayetleri, bir bölümü hadis rivayeti, diğeri de
fıkıh rivayeti olmak üzere iki kısımdan oluşmaktaydı. Nitekim Nasr b. Müzahim
İbrahim ez-Zeberkan'dan yaptığı rivayette şöyle söylemiştir: "O bana,
bütünü Ebu Halid tarafından düzenlenen el-Mecmıı el-Kebir in varlığını haber
verdi." Bu ifadeden, Ebu Halid'in, kitabı halka konularına göre uzenlenmiş
olarak sunduğu anlaşılmakta, ayrıca bu ibarede, düzenleme ve konularına yırma
işinin Ebu Halid tarafından gerçekleştirildiği izlenimi vardır. Aksi halde
kitabın
bı ile Ugili ifâdeye
ihtiyaç duyulmazdı. Nitekim kitabın Ebu Halid'e nisbet edilişi sırasında,
"düzene koyma" ve "konularına ayırma" ifadeleri tekrar
edilmiştir.
Zikredilen ifadeleri,
Ebu Halid'in Zeyd b. Ali'nin biyografisini rivayet etliğini, ayrıca fıkhını da
nakledip bütün bunları bir kitap haline getirdiğini, birisi fıkıh mecmuası
diğeri de hadis mecmuası olmak üzere her ikisinin toplamına da el-Mecmıi adım
verdiği ima eder tarzda bulduk.
Şüphesiz el-Mecmu'un
metni üzerinde araştırma yapan kişi, bu hususu hadis ve fıkıh konusunda bütün
çıplaklığıyla müşahede eder. Hadis konusundaki rivayetlerin büyük çoğunluğunda
şu ifadeye yer verir: "Bana Zeyd b. Ali, ona da babası, ona da dedesi Ali
(a.s) şöyle anlattı..." Şimdi konuyla ilgili birkaç örnek verelim:
a) Teyemmüm
konusu içerisinde rivayet edilen şu haber: "Bana Zeyd b. Ali, ona da
babası, ona da dedesi Ali b. Ebi Talib (a.s) anlattı ve şöyle dedi: Beraberinde
su olduğu halde yolculukta bulunduğun sırada susuz kalmaktan korkuyorsan,
teyemmüm et ve <>e-riye bir miktar su bırak."
b) Namaz
vakitleri konusunda da şöyle diyor: "Bana Zeyd b. Ali, ona da babası, ona
da dedesi Ali (a.s) şöyle anlattı ve dedi ki: Güneş zevale döndüğü sırada
Cebrail, Nebi (s.a.v)'e indi ve öğlen namazını kılmasını emretti..."
c)
Çalıştırılan devenin zekatı konusunda şöyle der: "Bana Zeyd b. Ali, ona da
babası, ona da dedesi Ali (a.s) şöyle anlattı ve dedi ki: Çalıştırılan ve yük
taşıyan develerin zekatı yoktur." *
Böylece, naklettiği
kaynak hadisleri, "bana anlattı" deyimiyle rivayet ettiğini görüyoruz.
Bu da gösteriyor ki, Ebu Halid hem rivayet ediyor, hem de rivayetleri sadece
yazmakla meşgul olmayıp, bizzat toparlıyordu. Ayrıca önce hadisleri anlattığı
ve sonra dikte ettiği de düşünülebilir.
Fıkıh alanında ise,
Zeyd'in görüşünü, şöyle diyerek öne aldığını görüyoruz: "Zeyd (a.s)
sordum." Sonra da verdiği cevabı rivayet etmektedir. Bunlara örnek olarak:
a) "Zeyd
(a.s)'e süs eşyalarının zekatından sordum. Dedi ki, altın ve gümüşün zekatını
ver. Ancak inci, yakut ve diğer değerli taşların zekatı yoktur,
b) Yine
zekat konusunda şöyle geçmektedir: "Zeyd b. Ali (a.s) yetim malının zekatının
bulunup bulunmadığını sordum. Dedi ki:
-Hayır, bulunmaz.
-Ebu Rafi' oğulları,
Emir el-mü'minin Ali (a.s) yetim mallarının zekatım verdiğini rivayet ederler.
-Bizler Ehl-i Beyt
olarak böyle bir rivayetin varlığını inkar ediyoruz.
Bazan da faiz
konusunda olduğu gibi cinslerin ihtilafı durumunda, "Zeyd şöyle dedi"
ifadesini kullanır. Zeyd'den yapılan rivayetten birisinde: "Zeyd b. Ali
(a.s) şöyle dedi: Tartılan mallardan iki çeşit birbiriyle ihtilaf ederse,
bunda sakınca yoktur. Misli misliyle, bir avuç bir avuçla..."
îşte cl-Mecmu'm kaynak
haber ve fıkıh konularındaki bu şekil ifadeleri, Ebu Ha-
vT btf ravi olduğunu, kitap yazımcısı olarak
kabulleniîemiyeceğini ifade ettiğini görüyoruz.
Nitekim bu anlayışın
yaşadığı dönemle ve o dönemin ruhuyla bağdaşan bir durum
Mumuna işaret
etmiştik. İlmi manada tedvin hareketleri, ancak hicri ikinci yüzyılın vinci
ellili yıllarında tanınmaktadır. Evet gerçi daha önceki dönemde kaleme alman
müzekkireler vardır. Bu miizekkirelere de tabiîn, hatta sahabe döneminde
başlamış ise de yazını işi Tabiîn döneminin sonlarında yaygınlık kazanmıştır.
Rivayetler, kitap haline getiren kişilerin huzurunda okunarak ders halinde
alınıyordu.
Buna göre diyebiliriz
ki: Şüphesiz Ebu Halid el-Vasıtî bu fıkıh mecmuasını bütünüyle sözlü olarak
almıştır. Bazı kısımlarının İmam Zeyd tarafından dikte ettirilmesi, bazı
kısımlarının ise İmam Zeyd'in huzurunda okunan müzekkireler tarzında olması da
normaldir. Bunların tümünü iki mecmua halinde bir araya getirmiştir. Onu Ehl-i
Beyt'ten rivayet edilen kaynak haberlerin fıkhı ile İmam Zeyd (r.a)'in bizzat
kendisinin istinbat ederek ulaştığı meselelerin fıkhının arasını birleştiren
bir hale getirmiştir.
230- Hiç
kimse böyle bir birleştirme işinin cl-Mecmu'xm rivayeti konusunda şüpheli
davranmaya götürecek zayıf bir yöntem olduğunu söyleyemez. Zira el-Mecmul
rivayetinin doğruluk unsurları büsbütün ortadadır. Çünkü ne kapsamı, ne de
ravisi konusunda ciddi bir suçlama noktası bulunamamış, bu mezhebin yanlıları
onu benimseyerek kaynak edinmişlerdir. Böylece Zeydiyye fıkhının ilk fıkhı
kaynağı durumuna gelmiştir. Bundan böyle de hiçbir suçlama noktası
bulanamayacaktır. Şifahi olarak rivayette bulunma yöntemleri aşağılanamaz.
Aksine rivayeti sözlü olarak kaynak edinmek suretiyle benimsemek tezkiye ve
güvenilir kabul etme sayılır ki böylece nakil yöntemi, tedvin olayının bütün
yönleriyle gelişmemiş olması açısından aynı asır içerisinde meydana gelen
olaylarla uyum sağlamış bulunsun. Nitekim İmam Zeyd'den sonra yaklaşık yirmi sekiz
yıl daha fazla yaşayan Ebu Hanife (r.a), kendi fıkhını kitap haline
getirmemiştir. Aksine en küçük öğrencisi imam Muhammed b. Hasan eş-Şeybani onu
tedvin etmiştir. Bu duruma göre biz nasıl Ebu Halid'in kendi kalemi ve
ibaresiyle mecmuayı bir araya getirdiğini tasavvur edebiliriz. Düzenleme ve
konularına ayırma işinin Ebu Halid'e ait olması, nisbetin sıhhatini etkilemez.
Zira İmam Muhammed b. Hasan eş-Şeybani'nin kitapları konusunda fıkıh ilmi
tarihçileri, bu kitapların düzenlenmesi olayında ravilerinin büyük rolü
bulunduğunu söylemişlerdir. Nitekim bu konuya Ebu Hanife hakkında açıklamalarda
bulunurken değinmiştik. Hiç kimse, İmam Azam'ın rivayetlerini belirten
kitapların imam Muhammed'e isnadında ve bu nakledişin sıhhati konusunda Ebu
Hanife'nin fıkıh anlayışım ve ana çizgileriyle Küfe fıkhını suçlamış değildir. [28]
231-
Alimler, Ebu Halid el-Vasıtî'nin rivayet ettiği el-Mecmu'un içerisinde hem fıkıh
ve hem de hadisin bulunduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Kitap, fıkıh ve hadis
olmak üzere iki mecmuayı kapsar. Fakat bunlar ayrı ayrı kitaplar olmayıp,
bilakis tek bir konunun hem fıkhı hem de hadisi içermesi biçimindedir. O, namaz
konusunda Al-i Beyt'den gelen kaynak haberleri rivayet eder. Bu rivayetler bazan
Nebi (s.a.v)'e kadar yükseldiği gibi, bazı durumlarda da Ali (k.v)'de kalır.
Namaz konusunda İmam Zeyd'in fıkıh anlayışı ve istinbat ettiği hususlar vardır.
Aynca hac, oruç, zekat ve diğer keffaret ile muamelat konularında da durum
aynıdır.
Kitap, diğer bütün
fıkıh kitapları gibi Önce taharet konusuyla başlamakta, sonra namaz ve daha
sonra da diğer ibadet konulan gelmektedir. Namaz konusunu zekat, onu da oruç
konulan izler. Daha sonra sırasıyla hac, sonra kurban edilecek hayvanlar,
yiyecekler, içecekler ve boğazlanacak hayvanlar gelmekte, ibadet konuları
tamamlandıktan sonra da ahş-veriş konularına girmektedir. Böylece hanefi fıkhı
kitaplarındaki metoda ters düşmektedir. Ahş-veriş konularını nikahla ilgili
konulardan önce getirmesi hususunda hanefilerin dışındaki tarzı izlemiştir.
Böylece kitabın fıkhî
düzenlemeye göre tertib edildiğini görüyoruz. Her konuda, o konuda rivayet
edilen kaynak haberlerle İmam Zeyd'den dersler halinde aldığı fıkhın arasını
birleştirmektedir.
Bu noktada okuyucunun
aklına şu soru gelebilir: Acaba bu düzenleme Ebu Halid el-Vasıtî'nin
çalışmalarının eseri midir, yoksa İmam Muhammed b. Hasan eş-Şeybani'nin Ebu
Hanife'den yaptığı rivayetleri yansıtan kitapların bazı konularının düzeninde
yapılan değişiklik gibi Ebu Halid'den sonra da bir değişiklik yapılmış mıdır?
Bu soruya cevap olarak
deriz ki, Ebu Halid el-Vasıtî'den rivayet edenler, aynen Ebu Halid'in yaptığı
konularına ayırmaya uygun olarak nakilde bulunduklarını söylerler.
Bizim, onların
açıklamalarını değiştirme yetkimiz yoktur. Ancak, birisi şöyle diyebilir:
Acaba bugünkü düzenleme, Nasr b. Müzahim'in konularına göre aynen rivayette
bulunduğunu belirttiği düzenlemenin aynısı mıdır? Nasr b. Müzahim'den daha
sonraları kitabı kaynak edinenler aynı şekilde mi almışlar, yoksa konularda
birtakım değişiklikler meydana gelmiş midir? Şüphesiz İmam'ın kitaplarının
konularına göre düzenlenmesindeki değişiklik dördüncü yüzyılda meydana gelmiş
olabilir. Fakat bu değişiklik kitabın güvenirliğini etkilemediği gibi, buna
imkanı da yoktur. Biz deriz ki, konularının düzenlenmesinde çok küçük bir
değişiklik meydana gelmiş olabilir. Ancak biz bunu asla hesaba katmıyoruz.
Bilakis bu konuda bir haberin gelmesi zorunludur. Zira İmam Muhanv med'in bir
kısım kitaplarının konu düzenindeki değişikliği hem tabakat kitapları, hem de
fıkıh kitapları zikrederken konuların bilgiler bölümünde ne bir fazlalık, ne de
bir eksiklik bulunmadığını açıklamışlardır. Fakat Zeydiyye kitaplarında, konu
düzenlemeleri ile
iföyle bir değişikliği
gösteren hiçbir husus geçmemektedir. Dolayısiyle bu değişik-' . 1 meydana
geldiğini ne iddia ediyoruz, ne de varsayıyoruz. Meydana gelmiş olsa bile,
kitabın güvenirliğini zayıflatmaz.
232- Bu kitabı biz de
rivayet açısından ele aldık. Onun ravisi ve metni konusunda maruz kaldığı
eleştirileri açıkladık. İçindekilerin de Zeydiyye mezhebinden ibaret olduğu
ayrıca rivayet ettiği hadislerin mecmu ile istinbat ettiği fıkıhtan ibaret
bulunduğu konusunda hüküm vermemizin gerekliliği sonucuna vardık. Buna göre
bizim el-Mec-nuı'u Zeyd'in fıkıh anlayışı ile rivayeti konusundaki metoduna
açıklık getiren diğer bir araştırma stiliyle etüt çalışması yapmamız
gerekmektedir. Böylece rivayet ettiği hususlarda şu açıklığı getireceğiz:
Acaba fıkıh anlayışında müslümanların cumhuru nezdinde benimsenmiş ve meşhur
olmuş sünnetlerden aynlan kural dışı hususlar var mıdır? Aynca görüşlerinde de
büyük beldelerde ün salmış dört mezhep ashabı imamlarının üzerinde ittifak
ettiği şeylerden, imamlarının istinbatta bulunarak hüküm verdikleri konulardan
bir de islam beldelerindeki müslümanların cumhurunun benimsedikleri ölçülere
göre tahriçte bulunanların ittifak ettikleri hususlardan sapmalar mevcut mudur?
Çoğu bölümü Kahire'de
basılan ve adına "Ravd en-Nadir" adı verilen şerh, içinde el-Mecmu
ei-Kebirrın bulunduğu şerhtir. Sözkonusu şerh, bu karşılaştırmalı araştırmaları
kapsamakta, bu konularda tamamlama noktasında hareket ederek naklin doğruluğu,
araştırmanın, şümul ve umumun yeterliliği konularında daha da ileri gitmiştir.
Şüphesiz bu şerh sayesinde daha önce yapılan bir sürü yazma şerhlere müracaat
etmekten kurtulmaktayız. Çünkü bizi gayeye ulaştırmada yeterli olduğu sürece
en kolay ve en basit olanı seçmek, geleneklerimizden birisidir. Tamamen
düzeltilmiş bir yolda seyretmek imkanı varken sarp yola sapmayız. Bunun da
ötesinde, basımı yapılan şerh yayılmış ve üne kavuşmuştur. Bu şöhretlilik, onu
bütün suçlamalardan uzak tutarak aklanmasını sağlamıştır. Böylece kabule en
fazla şayan olan, bu şerhtir. Bütün bunların Ötesinde bu kitap, geçmiş
şerhlerin hepsinin özünü kapsar. Buna göre geçmiş şerhlerden yapılan nakli gösterdiği
gibi o, toparlayıcı bir şerhtir de. Ayrıca o şerhte dört mezhep imamlarının görüşleri
ve Ehli Sünnet kitaplarında bulunanlarla, el-Mecmu'dakİleiı karşılaştırmanın
ötesinde, İmamiyye ile Zeydiyye'nin görüşleri arasında bir karşılaştırma da
vardır.
işte bütün bunların
nedeni olarak biz, bu şerhe itimad ediyoruz. [29]
233-
el-Mecmu'un bu karşılaştırmalı araştırmasını yaparken, tamamının araştırma-sm'
yapmak gücümüzü aşmaktadır. Böyle bir çalışma, ciltler dolusu kitaplara ihtiyaç
uyar. Hem sonra bizim amacımız böyle bir inceleme olmayıp, aksine bu noktada
gaye-11 buyucuya el-Mecmu ve kapsamından bir tablo sunmaktır. Daha doğrusu,
el-Mecmu 'un kapsamına aldığı rivayet ve fıkıh anlayışının kural dışı
olmadığına, Ehl-i Sünnet alimlerinin, sahih kitaplarda tedvin edilenlerin ve
büyük beldelerdeki fakihlerin ulanmış olduğu hususların dışına çıkmadığına
şehadet eden bir tablo sunmak. Şüphesiz bu konuda isbatlayıcı beyyinelerin
sunulması yeterlidir; bu beyyenilerin dışına (aşmıyoruz İmam Zeyd'in temel
görüşleri hakkında açıklama yaptıktan sonra, el-Meamı'âa olduğu şekliyle İmam
Zeyd fıkhında, tam bir karşılaştırmalı tarzda incelemesini yapacağımız konulan
seçeceğiz. Başarıya ulaştıran, yalnız Allah Teala'dir. Bu konuyu O'nun dışında
hiç kimse bize koJaylaştıramaz. Yalnız O'na tevekkül ediyor ve yalnız O'ndan
yardım diliyoruz. Aüah Sübhanehu'nun bizi muvafaak kılacağı şeyin dışında,
hiçbir işimizin sahibi olamayız.
Bu düzeyde biz,
çeşitli konulardan alman cüz'i bilgilerle yetiniyoruz. Dolayısiyle biz, zekat
konusundaki meseleleri ve aliş-veriş, şufa, müzaraa ve (zirai ortaklık) icare,
hibe ve diğer konulardaki mes'eleleri ele aldık. [30]
234- El-Mecmuu't-Kebir'dz
aşağıda metni bulunan şu haber geçmektedir: "Bana Zeyd b. Ali, ona da
babası ve ona da dedesi Ali Aleyhi m üsselam anlattı ve şöyle dedi: Yük taşıyan
veya çalışan sığırların zekatı yoktur. Zekat sadece otlaktakiler içindir."[31]
Bu hadisin sened
zincirinin, Nebi (s.a.v) zikredilmediği için Hz. Ali (r.a)'da kaldığını
görüyoruz. Aynı zincir Nebi (s.a.v)'e kadar yükseltilmiş olarak da rivayet
edilmiştir. Nitekim Beyhakî, zinciri Al-i Beyt tariki dışından Hz. Ali (k.v)'ye
isnad ettirerek Nebi (s.a.v)'e kadar yükseltmiştir. Aynı hadis Cabir'den mevkuf
olarak da rivayet edilmiştir. Cabir'den rivayet edilen haberin metni şöyledir:
"Toprağı süren hayvana zekat yoktur." Böylece el-Mecmıt'da rivayet
edilen haberin tanınmış Ehl-i Sünnet kitaplarında rivayet edilenlerle uyum
sağladığı açığa çıkıyor.
Bu mes'eledeki
tartışma, dört ayaklı hayvanların zekatına özgü temel ilke üzerindeki fıkhı
tartışmalardır. Acaba zekat sadece sürü halinde olan yani otlağa salman dört
ayaklı hayvanlara Özgü müdür, yoksa değil midir? Yine acaba zekat,
çalıştırılmak veya yük taşıtılmak gibi başka bir amaç için değil de sadece
ticari kazanç sağlamak için edinilen dört ayaklı hayvanlara mı özgüdür? İşte
bu konuda fakihler ayrılığa düşmüşlerdir. Al-i Beyt'in cumhur fukahası ve diğerleri,
zekatı gereken hayvanların, otlağa salman yani mer'ada otlayan hayvanlardan
ibaret olduğu görüşündedirler. Bu hayvanlar çalıştırılmak için değil, sadece
ticari kazanç sağlamak için edinilirler. Zira çalıştırılmak için elde edilen
hayvanlar, sahibinin elinde bulunan alet-edevat durumundadır. Oysa bu tür
aletlere zekat düşmez.Hem sonra bu tür çalışan hayvanların adet olarak
mer'alarda otlatilma-
c, sözkonusu değildir.
Fukahanın cumhuru İmam
Malik (r.a) ile üstadı Rabia (r.a) bu görüşe karşı çıkmışlardır.
Önceki görüşün hücceti
şudur: Hz. Ebubekir Sıddık'm, zekatların gereğince toplandığı ve Nebi
(s.a.v)'den rivayet edilen kaynak haberlere dayandırılan genelgelerinde “maşiye"
deyimi "saime" olarak nitelendiriliyordu. Bu noktada, davarlara
nisbet edilerek uygulama yapılmıştır: "Davarlardan otlağa salınanlarına
zekat vardır." Aynı nitelendirme, İbn Ömer'in rivayet ettiği gibi Hz.
Ömer (r.a)'ın genelgesinde de geçer. Zira o rivayette şöyle geçer:
"Davarların otlağa salınanlarından kırk-yüz arasında, otlağa salınan bir
koyun vardır." Bütün bunlar göstermektedir ki, dört ayaklı hayvanlar
konusundaki zekat yükümlülüğünün esas dayanağını, otlağa salınmış olmak teşkü
etmektedir. Otlağa salınmayanlar konusunda zekatın mevcudiyetini farzetmek
kanun koyucuya ait delile dayandırılmadan yapılan bir varsayım olur. Oysa mali
yükümlülükler, şer'i delil bulunmadan kesinlik kazanmaz. Delil ise sadece
otlağa salınanlar hakkında gelmiştir; dolayısiyle delil kapsadığı alana özgü
kılınır; onun dışına taşması doğru olmaz.
İkinci görüşün hücceti
ise, İmam Malik ve üstadının olup, hiçbir nassa dayanmaz. Aksine sadece kişisel
görüşe dayanır. Çünkü zekatın gerekçesi, kazanç sağlamış olmaktır. Dolayısiyle
kapsadığı alan da kazanç getiren mallardır. Buna göre asıl dayanak kazanç
sağlamış olmaktır. Çalışan hayvan ise otlağa salman gibidir. Halbuki çalışmayan
hayvanlar konusunda zekatın gerekçesi tahakkuk eder; o da kazanç sağlamış
olmaktır. Ayrıca sınaî aletlere kıyaslanması doğru olmaz. Zira sınaî aletler
kendi başına kazanç sağlamadığı gibi ürün de vermez. Ürünü sadece sanatkarın
çalışması sonucunda meydana gelir. Oysa ki çalışan sığırların bir alet olması
dışında bizzat kendine özgü çoğalması sözkonusudur.[32]
Zeydiyye mezhebi Ali
(r.a)'den rivayet edilen kaynak habere dayanır. O haber de sözkonusu
hayvanların zekata dahil olmadıkları anlamını taşır. Böylece o haber, çalışan
ve yük taşıyan hayvanlardan zekatın farziyyetini nass ile ortadan kaldırır.
Öteki ise hükme olumlu anlam kazandıran nassdır. Oysa olumsuz anlamdaki haber,
Beyhaki'de Hz. Ali tariki dışından merfu olarak bir de Cabir b. Abdullah'dan
mevkuf olarak rivayet edilen haberle desteklenmiştir.
235-
el-Mecmu' adh kitapta, İmam Zeyd fıkhından şu konu geçmektedir: "Zeyd
eyhisselam'a sütten yeni kesilmiş deve, koyun ve sığır yavrularının durumunu
sordum. Onlara zekat düşmediğini söyledi."
Bu haber, İmam Zeyd'in
Ali Beyt'ten rivayet ettiği bir hadis değildir. Fakat o, Al-i yt in fıkhından
edindiği izlenimle etkilenen görüşüne göre açığa vurduğu bir fıkıh anlayışıdır.
Bundan da onun hadis ve fıkha ait iki mecmuayı bir araya nasıl topladığını görüyoruz.
Zira bütün fıkıh konularında bir taraftan o konuda gelen hadisleri, öte yandan
da aynı konuda gelen fıkıh anlayışını zikrediyor. Fıkıh, İmam Zeyd'in kendi
istinbafla-nndan ve görüşlerinden meydana gelmektedir. Böylece kaynak haberlere
dayalı fıkıhla re'ye dayalı fıkıh bir araya gelmiş oluyor.
Bu mes'ele aynı
şekilde zekatın temel ilkelerinden birisini ilgilendiriyor. O da nisabın
artışının, üzerine zekat farz olan miktara girip-girmeyeceği konusudur. Yani
alınacak zekat, sağlamış olduğu kazancın üzerinden bir yıl geçip-geçmediğine
bakılmaksızın hem nisaptan ve hem de kazancından birlikte mi alınır? Yoksa
üzerinden bir yıl geçen şeylerden zekat alınır da, nisabın sağladığı kazancın
üzerinden bir yıl geçinceye kadar hiçbir şey alınmaz mı? Gerçek şu ki, deve,
koyun ve sığırların küçük yavruları üzerinden henüz bir yıl geçmemiştir.
Bu temel noktada, üç
görüş üzerinde ihtilaf meydana gelmiştir:
Birincisi: İmam Zeyd
(r.a)'in görüşüdür ki, el-Mecmu'da zikredilmiştir. Görüşünün en net şekli
onlardan zekat alınamayacağı ve üzerlerinden bir yıl geçmediği için, zekat
hesaplaması yapılırken onların hesaba katılmayacağı biçimindedir. İster
annelerinden aynîsin isterse ayrılmasınlar, üzerlerinden bir yıl geçmeyen küçük
yavru oldukları sürece zekatta hesaba dahil edilmezler. Çünkü zekatın şartı,
üzerinden bir yıl geçmektir. Oysa küçük yavrular hakkında bu şart
gerçekleşmemiştir. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle geçer: "Üzerinden bir
yıl geçmeden hiçbir malın zekatı yoktur."
İkincisi: Bir kısım
Al-i Beyt imamlarının, bu tür hayvanlara zekat düşeceği tarzındaki görüşüdür.
Hepsinin anneleri satılıp, yalnız başına kalmaları suretiyle anneleri tümüyle
kendilerinden ayrılsa bile. Çünkü Ali (r.a)'den şöyle rivayet edilmiştir.
Onların sayımlarını, küçükleri ve büyükleri ile beraber yapınız. Çünkü onlar
doğduklarında annelerine tabi olurlar. Bu itibarla üzerlerine zekat farz olur.
Anneleri satılmak suretiyle kendilerinden ayrıldıklarında, yine zekatın
farziyeti ortadan kalkmaz. Çünkü kanun koyucunun hükmüyle farz olan bir şey,
ancak eda edilirse kişinin üzerinden sakıt olur. Bu görüş, İmam Malik. Şafii ve
Ahmed'in görüşüyle uyum sağlamaktadır.
Üçüncüsü: Ebu
Hanife'nin, eğer annelerinden birisi kendileri ile beraber kalmışsa onlara
zekat düşeceği, üzerinden bir yıl geçen büyük yaşta hayvan kalmamışsa kendilerine
zekat farz olmayacağı tarzındaki görüşüdür. Bu görüş aynca el-Bahr adlı kitapta
İmam Zeyd'den de rivayet edilmiştir. Bu düşüncenin dayandığı temel dayanak Ali
(r.a)'ın şöyle söylediği haberdir:
"Onların
sayımlarını, küçükleri ve büyükleri ile birlikte yapınız." Burada küçükler
ve büyükler bir yerde bulunduktan takdirde topluca sayılacaklarına dair işaret
vardır. Aynı şekilde, küçükler hakkında zekatın farz oluşu, tek başına var olan
temel varlıklar olmaları itibariyle değil, büyüklerine tabi olmaları
itibariyledir. Her ne surette olursa olsun, yavruların tabi olduğu hayvan
bulunduğu sürece tümüne birden zekat farz olur.
Ana durumundaki hayvanın
ayrılması halinde, zekatın şartlarından birisi olan "nema" tek başına
esas ilke olarak kabul edilir. İşte o zaman üzerinden bir yü geçme şartının
aranması zorunlu olur/1)
236-
el-Mecmu'da şu şekilde geçer: "Bana Zeyd b. Ali, ona babası, ona da dedesi
Ali Aleyhimüsselam şöyle anlattı: "İstifade ettiğin mala, yararlandığın
andan itibaren bir yıl geçinceye kadar zekat düşmez. Üzerinden bir yıl geçtiği
zaman zekatını ver."
Bu mesele, öncekiyle
bağlantılı, hatta öncekinin genelleştirilmiş şeklidir. Konuya derinlemesine
dalmadan Önce bu rivayet edilen haber üzerinde biraz duralım. Çünkü bu ifade
İmam Zeyd'e ait müstakil bir görüş olmayıp, aksine ona ait bir rivayettir.
Nitekim çeşitli yollarla "mevkuf" olarak Ehl-i Sünnet kitaplarında
ondan rivayet edildiği gibi, aynca yine mevkuf olarak I iz. Ali'den rivayette
bulunulmuştur. Zira İbn Ebi Şeybe, hadisi Al-i Beyt tankı dışından ortaya
çıkarmış, aynı şekilde Vekî de Süfyan es-Sevri'den, o da Hz. Ali'den mevkuf
olarak ortaya koymuştur.
Beyhakî aynı tür
hadisi hem mevkuf, hem de merfu olarak ortaya çıkarmış, aynca Ebubekir, Osman
ve İbn Ömer'den gelen haberle güçlendirmiştir.
Bu, kaynak haberin
arzedildiği mesele daha önce işaret ettiğimiz gibi İmam Zeyd (r.a)'ın istinbat
ettiği meselenin genellemesidir. Belki de İmam Zeyd az önce belirttiğimiz
istinbatım yaparken, tam bir uygulayışla bu kaynak haberi tatbik ediyordu.
Bu dört ayaklı
hayvanlar meselesine yönelik görüşler, az önce zikrettiğimiz şekildedir.
Paralar ve ticaret mallan konusuna gelince, burada da üç görüş vardır:
Birincisi: İmam
Zeyd'in el-Mecnıu'daiki şu görüşüdür: Sene içerisinde elde edilen gelirin
üzerinden bir yıl geçmedikçe zekat gerekmez. Böylece senenin geçmesiyle malın
bir kısmına zekat uygulanırken, diğer bir kısmına uygulanmaz. Bu görüş aynı zamanda
İmam Şafii'nin, paralar ve ticaret mallan hakkındaki görüşüdür.
İkinci görüş:
îmamiyye'nin İmam Ebu Abdullah Cafer Sadık'tan ve babası İmam Muhammed
Bakır'dan, zekatın hem malın aslından ve hem de elde edilen kazancın tamamından
verileceğine dair yaptığı rivayettir. Nisabın tahakkukunda muteber sayılacak
zaman, senenin başlangıcı ve sonudur. Rasulullah (s.a.v)'in: "Malda kırkta
bir zekat vardır" ifadesinin genellemesi dolayısiyle senenin bitiminde
elde bulunan malın tamamından zekat alınır. Bu ifade, sene sonunda elde
bulunan malın tamamını kapsar. Bir de bir sene geçmesi şartının esası, zekatı
gerekli kılan zenginliğin istikrara kavuşmasıdır. Bu istikrar da, senenin
başında ve sonunda nisabın varlığıyla gerçekleşmiş olur. Aynca bir de malik
olduğu miktarın azalması durumunda ona muadil zekat da noksanlasın öylece mal
miktarının artması durumunda zekatın da fazlalaşması gerekir. Bu görüş,
n ktes'ud, İbn Abbas
ve diğerleri tarafından da rivayet edilmiştir. Aynı zamanda bu §örüş, İmam
Malik (r.a.)'ın da düşüncesidir.
Üçüncüsü: Ebu Hanife
ve taraftarlarının görüşüdür. Buna göre, gelir üzerinden ister bir yıl geçsin,
isterse geçmesin, mal sene içerisinde nisaptan aşağı düşmedikçe kazancından
zekat alınır. Malın sene içinde nisaplan aşağı düşmesi durumunda sene nisabın
tekamülü anından itibaren başla". Zira zekatın şartı, zenginliğin yılın
bir bölümünde değil de, tamamı boyunca gerçekleşmesi suretiyle üzerinden bir
yılın geçmiş olmasıdır.[33]
237- Yine
el-Mecnııt'da şöyle geçer: "Zeyd b. Ali (her ikisine de selam olsun)rye
yetim malının zekatın bulunup-bulunmadığmı sordum. Dedi ki;
-Hayır, bulunmaz.
-Ama Ebu Rafi oğullan,
Emir el-mü'minin AH Aleyhisselam'm yetim mallarının zekatını verdiğini rivayet
ederler.
-Bizler Ehl-i Beyt
olarak böyle bir rivayetin varlığını red ediyoruz."
Şüphe yok ki bu haber,
Zeyd'in fıkıh anlayışı, arasındadır. Fakat bu haber içinde Ali (r.a.)'dan
rivayet edilen bir kısım haberlere karşıtlık bulunması özelliği nedeniyle
farklılık arzeder. Buna göre Ebu Rafi oğulları Ali (r.a)'m yetimin malından
zekatı çıkarıp aldığını zikrederler. Fakat Hz. Ali'den gelen bu haberi İmam
Zcyd (r.a) kabul etmemiş ve bu reddi, bütün Ehli Beyt'in reddi şeklinde
algılamıştır. Al-i Beyt'in red ettiği bu haberi bir kısım Ehl-i Sünnet
kitapları Hz. Ali (r.a)'a isnad ederek rivayette bulunmuşlardır. Nitekim İbn
Ebi Şeybe, Ebu Leyla'dan naklen, Ebu Rafi' oğullarının mallarından zekat aldığını
rivayet eder. Zira onlar, Hz. Ali'nin himayesinde ve velayetindeki yetimlerdi.
Öte yandan Hz. Ali: "Zekatını ödemediğim bir mala velilik yaptığımı hiç
gördünüz mü?" demiştir. Beyhaki ise şu hadisi rivayet eder:
"Rasulullah (s.a.v) Ebu Rafi'e bir arazi tahsis etmişti. Ebu Rafi' ölünce
Emir el-mü'minin Ömer b. Hattab (r.a) otuz bin dinar karşılığında satın aldı
ve Hz. Ali'ye devretti. Hz. Ali, zekatım ödüyordu. Ebu Rafi'in oğlu ölünce
Rafi' oğullan mallarının sayımını yaptılar. Eksik bulunca, hemen Hz. Ali'ye gelip
durumu haber verdiler. Hz. Ali:
-Zekatını hesapladınız
mı!
-Hayır, dediler.
Zekatını hesaplayıp malı denk bulunca Hz. Ali:
-Siz hiç zekatını
ödemediğim bir malı yanımda bulundurduğumu gördünüz mü? dedi.
Nitekim bu rivayetler
Hz. Ali'den birçok şekilde gelmiştir. Belki de Zeyd'in ve çağ-daşlan Al-i
Beyt'in inkarlannın sebebi, bu olaydan haberdar olmamalarıdır.
Şüphesiz bu olay İmam
Zeyd'in. Hz. Ali'den yapılan rivayette Ehl-i Sünnet alimlerinin benimsediği
aynı rivayetten ayrı düşünmesinin, bir istinatgahı bulunduğuna delalet
etmektedir. O dayanak Al-İ Beyt'ten rivayet etmekle yetinmeyen hadis
alimlerinin gözünde ister güçlü olsun, isterse olmasın, eşittir. Bunu böylece
bilelim.
İmam Zeyd'in istinbatı
konusunda saldırıya uğradığı mesele, zekatın farziyyetinin temelini ve bir de niyete ihtiyaç duyan bir ibadet
olması açısından zekatın vasfını ilgilendirir. Buna göre İmam Zeyd.baliğ
olmamış yetimin bir de aynı şekilde deli ve buna-. mış olanların mallarına,
ister menkul mallar, isterse ekin ve meyvalann zekatı şeklinde olsun, hiçbirine
zekat düşmeyeceğini söylemiştir. Bunun nedeni, onların mükellef olmamalarıdır.
Zira mükellefiyet, akıllı ve ergin olmayı gerektirir. Hem sonra zekat, bir ibadettir;
ibadetler niyete muhtaçtır. Oysa bu kişilerden, ibadetlerin gereği olan niyet
akdi meydana gelemez. Özellikle de mümeyyiz bulunmamaları durumunda. Bütün
bunlardan anlıyoruz ki İmam Zeyd'in bu görüşünün esasını zekatın bir ibadet
olduğunu, ayrıca mükellefin malıyla değil de bizzat kendi şahsıyla bağlantılı
kişisel yükümlülük olduğunu varsayması teşkil etmektedir.
Ebu Hanife ve
arkadaşları da bu görüşü paylaşmışlardır. Ancak ekin ve meyvelerin zekatını
kapsamdışı bırakarak, küçük yetimlerin, deli ve bunaklann mallarından zekat
alınmasını gerekli görmüşlerdir. Bu görüşün gerekçesi, o ürünlerin toprağın
kendi azığı ve doğal olarak ortaya çıkan semereler olmasıdır. Ayrıca bu görüşün
sadece İmam Zeyd'in görüşü olduğu da rivayet edilmiştir. el-Bahruz-Zihar'Ğâ bu
rivayet geçmektedir. Bu görüş el-Mecmu'Ğa rivayet edilene tümüyle muhalif
olmayıp, belki onu hususileşti-ren bir düşüncedir. Esasen bu görüş. İmam Cafer
Sadık (r.îO'm ve Al-i Beyt'in çoğunluğunun görüşüdür.
Bu noktada üçüncü bir
görüş daha vardır. Puna göre küçük yetim, deli ve bunak mallarının her türüne
zekat düşer. Bu, zey^; imamlanndan el-Hadi'nin, ayrıca İmam Malik, İmam Şafii
ve İmam <\hmed'İn görüşüdür. Bu görüş, aşağıdaki üç temel unsura dayanır:
1- Nebi
(s.a.v)'in zekat yiyip tüketmesin diye yetimin malını ticarette kullanmayı
emrettiği şeklindeki ri /ayettir. Nitekim Nebi (s.a.v)'in şöyle dediği rivayet
olunur: "Dikkat edin, her kim ki rr.alı b'üunan bir yetime velilik
yaparsa, yetimin adına o malı ticarette kullansın; zekat yiyip bitirsin diye
ulu-orta bırakmasın." Yine Ömer b. Hattab'm Nebi (s.a.v)'den yaptığı
rivayette, aynı şekilde onun şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Yetimlerin
mallarıyla ilgileniniz ki. zekat onu yiyip bitirmesin." Zekatın yiyip
bitirmesi korkusu, o mallar konusunda zekatın farz olduğuna iltizami olarak
delalet eder.
2- Ali (r.a)'dan, onun Rafi' oğullarının
mallarından zekat verdiği rivayetinin yapılmasıdır. Nitekim bu rivayetin isnadı
birkaç kez tekrarlanmıştır. Bu tekrarlanış, onun tercih edilmesini gerekli
kılar.
3- Zekat
malın azığıdır. Yoksa şahsi bir yükümlülük değildir. Yeteneğini yitiren veya
noksanlaştıran kişilerin mallarından, mallara ilişkin hukukun yerine
getirilmesi ica-beder. Zekat mallara taalluk ettiğine göre, o mallara zekat
düşer. Gerçek şu ki, küçükle-Tı'i, delilerin ve bunamışlann cinayet işlemeleri
halinde kendi mallarından diyet verme-mn gerekli oluşu, konuyu temize
çıkarmaktadır. Yine böyle kimseler herhangi bir malı telef ettiklerinde, kendi
mallarından tazminat Ödenmesi gerekli olur. Buna göre onlar, mali hukukun
tamamından muaf tutulmazlar/Kuşkusuz zekat da özbeöz mali yükümlülüklerden
olduğuna göre, tam ehliyetli akıllı kişinin malı ile, ehliyetli oluş özelliğini
yitiren veya bu özelliğini noksanlaştıran kişinin malı arasında fark
gözetmeksizin bütün mallardan bir hak olarak ödenmesi icabeder. (*)
238- Bu
konudaki cüz'i araştırmadan özet çıkarmak isteyen kişi, şöyle bir özetleme
yapar: Hz. Ali'den rivayet edilen haberler, yine müslümanların cumhurunca
tanınmış ve meşhur olmuş Ehl-i Sünnet kitaplarında rivayet edilenlerle uyum
içindedir. En azından bir kısmıyla uygunluk sağlamaktadır. Bu durum,
el-Mecmu'un kapsamına aldığı, sened zinciri Hz. Ali'de sona eren haberlerin
doğruluğunu tercihe şayan kılar. Yine bu anlata lanlardan, ister kendi
içtihadıyla, isterse Hz. Ali (r.a)'dan rivayet ettiği haberler sayesinde
olsun, İmam Zeyd'in benimsediği fıkıh anlayışının dört büyük imamın görüşleri
ile uyum içerisinde olduğu hükmü çıkarılır. Bu görüşler her ne kadar bir bölümü
ile ihtilaf etse dahi diğerleri ile uyum sağlamaktadır. Böylece İmam Zeyd'in
görüşleri ile cumhurun görüşlerinin yakınlık arzettiği açığa çıkıyor. Şimdi bu
büyük kitabın üzerindeki araştırmamıza devam edelim. [34]
239- Araştırmamızın
bu bölümünde, alış-veriş konusundaki bir kısım meselelerin etüdünü yapacağız. O
meselelerden, alış-verişin temel ilkelerinden birisinin açıklamasını yapanını
seçeceğiz. Zira meselelerin temel ilkelerinin tevafuku durumunda böyle bir
uyuşma, metotlpnn da büyük ölçüde uyum sağlamasının delilini teşkil edecektir. [35]
240- Bu
konuda el-Mecmu'da şöyle geçmektedir: "Bana Zeyd b. Ali, ona da babası,
ona da dedesi Ali Aleyhisselam anlattı ve dedi ki: "Rasulullah (s.a.v)'e
bir miktar hurma hediye edildi. Hurmanın tamamını kabul etti. Hemen Bilal şöyle
dedi:
-Senden isteyinceye
kadar şu hurmayı al, sakla. Ravi devamla: Bilal yürüyüp gitti. İki misli
hurmayı verdi, bir misli hurma aldı. Ertesi gün olunca, Rasulullah (s.a.v):
-Saklamanı istediğimiz
şeyi getir. Bilal o hurmayı getirince Resulullah (s.a.v):
-Bu, saklamanı
istediğimiz hurma değil! Bunun üzerine Bilal, yaptığı işlemi anlattı.
Resulullah (s.a.v):
-Bu işlem, yenmesi
doğru olmayan faizdir. Derhal git ve onu sahibine geri ver. Bu şekilde
alım-satım yapmamasını ona emret. Sonra devamla Rasulullah (s.a.v):
"Altın altınla
misli misline, gümüş gümüşle misli misline, mısır mısırla dengi dengine,
buğday buğdayla dengi dengine, arpa arpayla misli misline, doğrudan doğruya.
Her kim (misillerden
birini) arttırır veya artırma isteğinde bulunursa, faiz işlemiş olur."
Bu haber,
el-Mecmu'Ğaki yorumların dayandığı nassdır. Nitekim sahiheyn'de buna yakınlık
gösteren bir haber Ebu Said el-Hudri'den rivayet olunmuştur. Her iki sahihde de
Bilai'in şöyle dediği kaydı vardır: "Yanımızda düşük değerli hurma vardı.
Nebi (s.a.v)'e yedirmemiz için bir sa1 karşılığında o hurmadan iki sa' vererek
sattım. Bu durum karşısında Nebi (s.a.v) şöyle dedi: "Onu geri öde, geri
öde, o faizin ta kendisidir; böyle yapma. Eğer onu satın almak istersen
elindeki hurmayı başka bir satış işlemiyle sat, sonra da onu satın al."
Faiz kapsamına giren
şeylerin satışını kapsayan hadisin nassı, her ne kadar ifadeleri ve bir kısım
eşya adlan değişmiş olsa da, neredeyse sahih hadis.kitaplanndaki üzerine icma
edilen hadisler durumuna gelecekti; bazı hadis metinlerinde mısır yerine tuz,
bazı metinlerde de bunların yerine kuru üzüm ifadesi vardır. Ancak metni
zikrederken türlerin değişiklik arzetmesi, fikirlerin çatıştığı anlamını
taşımaz. Bilakis bütünü itibariyle nasslar birbirleriyle çelişmezler; uyum ve
yaklaşım içerisindedirler. Nass, o türleri altı ile sınırlayanı az. Bilakis
altıyı aşar. Zira hakkında nass varid olan şeylerin yanında kuru üzüm, mısır ve
tuz da onların kapsamına girer. Çünkü içinde kasn ve tahsisi belirten hususlar
bulunmayan her rivayet, her ibare bunlardan herhangi birisine delalet etmediği
sürece çelişki sözkonusu olamaz. Bunların hepsi, faizin haramhğı noktasında toplanır.
Hem sonra rivayetlerin bir araya toplanması, haram oluşun illetine işaret eder.
Nitekim hepsi de yiyecek maddeleri olduğu halde bazı rivayetlerde mısır,
bazısında tuz ve bazısında kuru üzüm, sözkonusu edilmiştir. Rivayette farklı
farklı şeyleri bir araya toplamak, haram oluştaki anlama işaret eder. O da
yiyecek malı olmak, ayrıca artırılma özelliği taşımaktır.
241- İslam fıkhmdaki
alış-verişin, hatta İslam'daki sosyal yardımlaşma ve iktisadın temel
ilkelerinden birisi sayılan bu meselenin, fıkhî yönü üzerinde birazcık
derinlemesine incelemede bulunmamız gerekir.
Şüphesiz Ali (k.v)'den
rivayet edilen, ayrıca çeşitli rivayetlerin kendisinde uyum sağlayıp
toparlayıcı rol oynadığı bu hadis, borçların faizinin karşıtı anlamındaki
alışverişin faizine açıklık getiriyor. Bu durumda faiz iki kısma aynlmı.5
oluyor:
a) Borçların
faizi, .
b)
Alışverişin faizi.
242- Borçların
faizi demek, vade karşılığında borcun da artması demektir. İşte bu cahiliyye
faizidir. Ayrıca Kur'an-ı Kerim'in, Allah Teala'nın şu sözüyle haram kıldığı faizdir:
"Faiz yiyen kimseler (kabirlerinden) tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi
çarpılmış olarak kalkarlar. Onların bu hali, "alış-veriş (ticaret) de faiz
gibidir" demelerindendir. Oysa ki Allah, ticareti helal, faizi haram
kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbinden bir
Öğüt gelir de faizden
vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve işi Allah'a kalmıştı (Allah dilerse
onu affeder.) Kim tekrar faize dönerse, işte onlar ateşliktir, orada dev lı
kalırlar. Allah faizi mahveder. (Faiz kansan malın bereketini giderir.)
Sadakaları ç0, ğaltır. (İçinden sadaka verilen malları bereketlendirir.) Allah
günahkar kafirlerin hiçbirini sevmez. İman edenler, iyi işler yapanlar, namaz
kılanlar ve zekat verenler İçin Rab-leri katında mükafatları vardır. Onlara
korku yoktur, mahzun da olmayacaklardır. £y iman edenler, Allah'tan korkun.
Eğer gerçekten inanıyorsanız faiz olarak artan miktarı almayın. Şayet (faiz
hakkında söylenenleri) yapmazsanız, Allah ve Rasulü tarafından ilan edilmiş bir
harp ile karşı karşıya olduğunuzu iyi bilin. Eğer tevbe edip faizcilikten
vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir. Böylece haksızlık etmezsiniz ve haksızlık
da edilmezsiniz. " (Bakara 275-279)
İşte bu, Nebi
(s.a.v)'in, arefe günü veda hacemda yaptığı konuşmasında haram edilişine
getirdiği açıklığı ilan ettiği faizdir. Zira şöyle buyurmuştur: "Cahiliyet
faizi kaldırılmıştır. Kaldırmış olduğum ilk faiz de Abdulmuttalib'in oğlu
Abbas'ın faizidir. Faizin her çeşidi kaldırılmıştır."
Şüphesiz bu tür faizin
haram edilişi üzerinde bütün alimler icma etmişlerdir. Buna "nesîe
faizi" adı verilir. Ancak şimdi açıklayacağımız alış-verişin faizi
konusuna gelince, o hususta İbn Abbas (r.a) karşı görüş beyan etmiştir. Oysa
daha sonra bu görüşünden vazgeçtiği rivayet edilir. Fakat kendisinden rivayet
edenler onun, cahiliyye faizi dışındakilerin de haramlığı konusunda ısrar
ederek Öldüğünü benimsemişlerdir. Öte yandan onun Nebi (s.a.v)'den: "Faiz
sadece nesîe konusundadır" ifadesini naklettiği rivayet olu-
nur.
Şüphesiz Kur'an-ı
Kerim ve sünnet bu çeşit faizi haram kılmıştır. Zira değişmez şer'î kurallardan
birisi olan "Mazarrat menfaat mukabelesindedir" ilkesinin bulunmasına
rağmen bu faiz, alacaklıyı hiçbir zarara maruz kalmaksızın kazançlı duruma
getirmektedir. Yine bu tür faiz, anaparayı herhangi bir yükümlülüğe maruz
bırakmadan kazançlı hale sokmaktadır. İşte bu, anaparayı güçlendirmede bir
aşırılıktır. Diğer yandan bu tür faiz, borçların katlanmasına götürür. Aynca
tıpkı 1931-1939 döneminde olduğu gibi iktisadi bunalımlara sürükler.
Kureyş cahiliyye
döneminde bu tür faizi kazanç yollarından birisi olarak seçtikleri için buna
cahiliyye faizi adı verilmiştir. Nitekim onlar tüccardılar. Aralarında sermayesini,
k?rma katılıp zararına da katlandığı mudarebe usulüyle veren kimseler vardı.
İslam bu tür t'careti benimsemiştir. Yine aralarında, sermayesini vadesi
arttıkça biteviye artış gösteren belirli bir kazanç getirmek üzere veren
kimseler mevcuttur. Abbas b. Abdul-muttalip (^.a) bunlar arasındaydı.
Kurey filerin
cahiliyye döneminde ticaretle uğraştıkları herkesçe bilinen sabit bir
dururrjdur. Nitekim onlar Bizans'ın ticaret mallarım Yemen'e, İran'ın mallarını
da Şam'a taşımak suretiyle ticaretle meşgul oluyorlardı. Kur'an-ı Kerim, Allah
Teala'mn şu ayetleriyle bu hususa işaret buyurmaktadır:
"Kureyş'e
sevdirilmiş olmasından yani kış ve yaz seyahatleri onlara sevimli kılmasından
ötürü,Kur eyşliler, kendilerini açlıktan doyuran ve her çeşit korkudan emin
kılan bu evin Rabbine kulluk etsinler." (Kureyş 1 -4)
Böylece anlaşılıyor ki
cahiliyye faizi duyunu istihlakiyyeden olmayıp, duyun-u is-ü'ölaliyyedendi.
Kur'an-ı Kerim'in haklarında faizi yasakladığı araplann borç verme biçimini
sadece duyun-u istihlakiyyeye dayandıran kimse, cahiliyye dönemindeki
Ku-reyş'in durumuna ve faiz muamelesinde bulunanların haline hiç göz atmamış
demektir. Nitekim Kureyş'in ileri gelen ve hamiyetperver kişilerinden borç para
verenler, ihtiyaç sahiplerine faizle borç para vermeye rıza göstermeyen
kimselerdi. Ayrıca Muğire ailesi gibi Kureyş eşrafından sık sık borç para alanlar,
Sakif ailesinin bir kısmıyla ticaret yapmak amacıyla borç almışlardı. Bu tür
borçlanan kişilerin üzerinde sözkonusu kimselere ait borçlar bulunurken İslam
faizi yasakladı. Bunun da ötesinde faizi sadece duyunu is-tihlakiyye'ye
hasretmeleri sadece nassı zorlamak ve hususileştirici bir delil bulunmaksızın
nassa hususilik anlamı kazandırırı aktır.
243-
Alış-verişteki faize gelince bu husus yukarıdaki hadiste zikredilen, misli
misline olmayan şeydir. Bu konuda fakihler iki durum üzerine ittifak etmişlerdir:
1-
Alış-veriş esnasında misli misline artırmayı haram kılması ile ilgili nassın
getirdiği şeyleri aynı şekilde haram saymalarıdır. Dolayısiyle altının satışı
ancak tartı yönünden kendi dengiyle geçerli ol ur. Aynı zamanda alım işinin
aynı mecliste olması gerekir. Dolayısiyle gümüşün ve buğdayın satış işlemi
ancak kendi misilleriyle, alım işininde aynı mecliste gerçekleşmesiyle sahih
olur. Naslarda geçen diğer türlerin durumları da böyledir. Buradaki artma işine
riba el-fadl adı verilir. Kalite göz önüne alınmaz. Aynca fukahanın cumhuru
aynı şekilde modele de itibar edilemiyeceği görüşündedirler. İbnu'l-Kayyim bu
konuda onlara muhalefet etmiştir.
2- Ancak
haklarındaki teamül bu denli sınırlandırılmış olan yukarıdaki türler arasında
cins ayrılığı bulunması durumunda yapılan aliş-verişte birbirlerinden fazla
olmalan sahihtir. Ancak değiştirilen eşyadan birisinin geciktirilmesi haramdır.
Geciktirme faiz durumuna girer. Buna geciktirme faizi denilir. Bir kısım
fakihler de bunu nesie faizi geciktirilmiş faiz, diye adlandırırlar. Bu
geciktirilmiş borçlar anlamında değildir. Bu iki anlamın birbirine karışmaması
için biz ilk ifadeyi uygun buluyoruz.
Fakihlerin ihtilaf
ettikleri konuyu, "hadisde geçen eşyaya ilişkin alış-verişler İn faiz
oluşunu sadece onlarla mı sınırlı tutmak, yoksa başka eşyaya da taşımak gerekir
mi?'.' noktası teşkil eder. Zahiriler, yasaklanmış olan, karşılıklı değişimin
sadece hadislerde Seçen türlerle sınırlı olduğunu söylerler. Zira onlar kıyası
benimsemezler ve manayı naslarda belirtilenlerle sınırlı tutarlar.
Sakinlerin cumhuru bu
eşyada yasak sayılan şekle göre değiş-tokuş yapmanın haram olduğunu
belirtirler. Aynı anlamı taşıyan eşyadaki bütün uygulamalar da haramdır Burada
nassın illeti kendi içinde açıklanmıştır. İllet, nassın içinden ve haram
edilişin dayandığı gayelerden aranır.
Nitekim hanefiler,
kıyasın üzerinde icra edildiği illetin, takdir ve cinsde birlik olduğunu
söylerler. İşte bu kamil bir illettir. Değişimi yapılacak iki eşya cinsde ve
;ıvnca tar-tılıp-ölçülmüş olmaları itibariyle miktar belirlemede bir oldukları
takdirde illet lamanı-lanmış olur. Bu durumda hem birbirinden fazla olmaları,
hem de değişim esnasında birinin tesliminin geciktirilmesi haramdır. Böylece
bir yandan bir tarafın fazlalığı faiz sayılırken, öte yandan geciktirme de
faiz olur.
Ancak ikisi de tartılı
veya Ölçülü olmak suretiyle illetin yalnız bir parçası bulunursa, Örneğin
gümüşle altm, arpayla buğday veya mısırla buğday değişiminde olduğu gibi
cinsleri ayrı olursa bu durumda geciktirme haram olur fakat birinin diğerinden
fazla bulunması caizdir.
Bu görüşün, İmam Zeyd
(r.a)'ın mezhebiyle bağdaştığı ortaya çıkıyor. Hatta Ravd en-Naadir sahibi bu
görüşün tertemiz imamlar sülalesinin anlayışı olduğunu belirtir ve şöyle der:
"İmamlar sülalesi ve hanefiler, cinslerin farklı olmasının, ikisinin de
tartılmış olmaları itibariyle iki çeşit para konusunda geçerli bulunduğu
görüşündedirler. Bu hüküm, diğer basılmış paralan da içine alır. (Yani baskısı
yapılma, çekiçle dövülmeyi veya çekip uzatılma özelliğindeki madenlerden
yapılanları). Bu durumda türlerin birlikteliği halinde biribirinden fazla olma
ve değişim esnasında bir tarafın gecikmesi haram olur. Yine onlar para dışında
kalanların ise ölçülerinin aynı olması görüşünü taşırlar. Bu husus, ayrıca
Ahmed b. Hanbel'in sözlerinin zahirinden anlaşılan eğilimidir. Hanbeliler
illetin bu bölümünü kavramanın, İçinde şu ifadeler bulunan Ubade hadisinde
olduğu gibi kanun koyucunun buyurduğu nassların iması sayesinde olduğunu
söylemişlerdir: "Buğday buğdayla ölçeği ölçeğine, arpa arpayla ölçeği
ölçeğine"[36]
Bu görüş, illeti
yukarıdaki nassdan almaktadır. "Ölçeği ölçeğine" ifadesinin, illeti
ima ettiğini kabul etmiştir. Fakat bu illetin hükme yaraşır bir nitelemeyi
kapsaması mümkün değildir. Zira bu ifade tartı açısından bir olan şeylerde,
demirin kurşunla değişiminde olduğu gibi geciktirme işini niçin engellesin?
Ayrıca bakırın altın karşılığında satılmasında anında teslim almak niçin
zorunlu olsun? Bizim bu noktada, engelleyici hükümle bağdaşabilen uygun bir
niteleme unsurunu yakalamamız mümkün değildir.
244-
Şafiiler ve bir kısım hanbeliler haramlık illetini, paralar konusunda
"değer biçen bir şey" oluşunun paraların dışında ise "yiyecek
maddesi" olmasının teşkil ettiği görüşündedirler. Bu görüşü menedilen
şeyler hakkındaki rivayetlerin İhtilafından elde etmişlerdir. Rivayetlerin
birisinde mısır, birisinde kuru üzüm, birisinde de tuz geçmektedir. Altm,
gümüş ve bir kısım yiyeceklerin faiz uygulamalarında kullanılan maddeler olduğu
üzerinde ittifak etmeleri ile birlikte rivayetteki cinslerin çoğalması, haram
oluşun illetini yiyecek maddeleri olmak
ve iki tür para konusunda da değer biçen unsur olma-nın teşkil ettiğini
göstermektedir.
Şüphesiz bu illet
haram kılınışta etkili ve uygun bir nitelik sayılıyor. Zira paraların
Iım-satımı yapılan ticaret malları olmaları mümkün değildir. Paralar
konusundaki sah-
haram edilişi, ancak
cinsleri bir olup misli misline bulunmaları durumundadır. Böyle olmayıp, bir
mecliste alım-satımlari olabilir, değişik de olabilir. Bunun nedeni, paraların
malların ölçeği ve kıymetlerin de terazisi olmalarıdır. Ölçeği korumak ve kısır
döngüye düşmemek için, paraların almıp-satılan ticaret malları durumuna
düşmeleri doğru olmaz. Eğer o malların sahipleri arasında yiyecek mallarının
değiş-tokuşu prensip haline getirilseydi, o zaman karaborsacılık yapmalarına
neden olacaktı. Örneğin, birisi daha kaliteli olduğu için, ölçülerinde
farklılık olmakla birlikte buğdayın buğdayla satılması halinde bu durum, elinde
bu iki çeşit buğdaydan hiçbirisi olmayıp, sadece parası bulunan kişinin onları
yememesi sonucunu doğururdu. Dolayısiyle Rasulullah, yanında düşük kaliteli
hurması bulunup, daha kalitelisini almak isteyen kişinin, yanında ne yüksek
kaliteli, ne de düşük kaliteli hurma bulunmayan kimsenin onlardan yemesini
sağlamak için, elindekini salarak elde ettiği parayla dilediğini satmalmayı
tavsiye etmiştir. Nebi (s.a.v)'in bu şekildeki emri hileli yollan teşvik
şeklinde bir emir olmayıp, aksine İçinde halkın maslahatı bulunan bir davranışı
emretmektir. İşte böylece haram edilişin sebep ve hikmetine işaret etmiş
oluyor.
Nitekim Maliki
mezhebinin uzman kişileri, İmam Şafii gibi altm ve gümüşteki haram ediliş
illetini "para birimi olmak" bu ikisi dışındaki mallarda da
"uzun süre saklanabilir yiyecek maddeleri olmak" şeklinde
açıklamışlardır. Uzun süre saklanamayan yiyecek maddelerinde ise riba
sözkonusu olamaz. Zira hadislerde geçen yiyeceklerin tamamı, uzun süre
saklananlar türündendir. Ayrıca uzun süre saklanabilen mallar konusunda
karaborsacılık yapma imkanı vardır. Çünkü uzun süre depo edilen mal, hem bolluk,
hem de kıtlık anında saklanabilen bir maldır.
Bu son görüş, bizim de
tercih ettiğimiz görüştür. [37]
245- Yine
alışveriş konusunda el-Mecmu'da şöyle geçmektedir: "Bana Zeyd b.Ali. ona
babası, ona da dedesi Ali (Allah'ın selamı üzerlerine olsun), Allah Teala'nın
“Alllah ve Rasulüne
hıyanet etmeyiniz. Aksi halde kendi emanetlerine hıyanet etmiş olursunuz”
(En'fâl 27) buyruğunun yorumunda şöyle dediğini anlattı: "Hıyanette bu-
u'imaktan birisi de
ahş-verişte yalan söylemektir."[38]
Şüphesiz Hz. Ali'den
rivayet edilen bu haber, İslam'ın genel amaçlarıyla uyum sağlamaktadır. Bunun
nedeni, yalanın haramlığı hakkındaki hadislerin tevatür derecesine ulaşması ve
yasaklanması ile ilgili nasslann peşpeşe gelmesidir. Zira bu durum hiçbir
şekilde mü'mınin ahlaki yapısıyla bağdaşmaz. Bir de bu yalanın üzerine mü'minin
hakkının elinden alınması eklenecek olursa, o zaman emanete hıyanet adını
alır. Zira her müslüman için müslümamn kanı, malı ve ırzı haramdır. Her kim ki
kardeşini aldatmak için yalan söyler ve bunun sonucunda mali bir zarara neden
olursa o zaman Allah Tea-la'nın haram saydığı kardeşinin malını kendisine mubah
kılmış olur.
Nitekim el-Mecmu'da,
hıyaneti ortaya çıkaracak ve akdin uygulamasında etkili olacak birtakım
anlaşmalardan bahsedilmektedir. Bunlardan bir tanesi, satıcının alıcıya
açıklamadığı ve alışverişi etkileyen gizli kusurlardır. Bu hususta ortaya konan
hüküm, her ne kadar bir kısmı muvafakat gösteren diğerlerine muhalefet
etmişlerse de, genel olarak dört mezhep imamlarının görüşlerine ters
düşmemektedir. Satıcının güvenilirliğine dayanan akid çeşidi durumundaki
murabaha[39] akidlerinde geçen
hususlar bunlar arasındadır.
246-
el'Mecmu'a, murabaha türündeki alış-verişe ve bu konudaki hıyanete özgü olarak
şöyle geçer: "Zeyd b. Ali'ye, başka birisinden herhangi bir malı murabaha
usulü ile satın alan, daha sonra satıcının kendisine hıyanet ettiğini öğrenen
kişinin durumunu sordum. Aleyhisselam dedi ki, hıyanet ettiği ölçüde müşteriye
malı ucuzlatır; fakat kazancından aşağı düşürmez."
Zeyd b. Ali'nin,
"satıcının, hıyanet ettiği kadarını müşteriden geri düşeceği, ancak kendi
kârını düşürmeyeceği" tarzındaki görüşü, "ondan sadece hıyanet ettiği
kadarını düşürüp, hıyanet ettiği miktarın karşılığı olan kârı geri
düşürmeyeceği" biçiminde yorumlandı. Konuyu örnekleyelim: Diyelim ki
satıcı bir malı 100 cüııeyhe satın alıp % 10 kâr esasına dayanarak müşteriye
110 cüneyhe satmış olsun. Sonra da satıcının malı seksen cüneyhe aldığı ve yalan
söyleyerek emanete hıyanet ettiği anlaşılmış olsun. Bu durumda müşterinin
verdiği paradan yirmi cüneyh geri düşülür ve müşteri doksan cüneyhi öder.
Satıcı müşteriden, takdir edilmiş kazancı karşılığı olan kısmı geri düşmez.
Dolayı-siyle artan kısmın % 10'unu geri düşmez. Yani müşterinin hesabından,
yirmi cüneyhin kazancının karşılığı olan İki cüneyhi düşmez. İşte Zeyd'in
eî-Mecmu'Ğaki görüşünün bu şekilde olduğu açıklık kazanıyor. Bu görüşte
anlatılmak istenen, hıyanetin, ilk alış fiyatını zikrederken yalan beyanda
bulunmasında idi. Buna göre satıcı, yalan söylediği kısmı geri öder.
Bu noktada, İmam Zeyd
(r.a)'den rivayet edilen başka bir görüş daha vardır. Buna göre, satıcı hiçbir
miktarı geri düşmez. Sadece anlaşmayı olduğu şekliyle devam ettirekle
feshetmesi arasında alıcıyı serbest bırakır. Bu görüşün gidiş yolu şöyledir:
Aha kde ilg' duyduğu bir nitelik esasına göre girmiştir. O nitelik de, önceden
belirlenen bîr kazanç miktarıdır. Eğer sözleşmenin tersi ortaya çıkarsa, o
zaman müşteriye fesih hakkı doğar. Eğer ortaya çıkan duruma razı olursa,
anlaşmayı onaylar. Bu yeni duruma razı olmazsa akdi fesheder. Bütün
aldanmalarda ve müşteriden malın kusurunu gizlemede durum aynıdır. Bu, Ebu
Hanife'nin ve İmam Muhammed'in görüşüdür.
Burada üçüncü bir görüş
daha var. Ona göre, murabahada hıyanet yapıldığı ortaya çıkarsa müşterinin
hesabından hem hryanet miktarı ve hem de bu hıyanet miktarının karşılığı olan
kazancın miktarı geri düşülür. Bunun gerekçesi, hıyanetin neden olduğu bütün
hukukun tasfiyesidir. Bu görüş, İmam Ebu Yusuf ve Abdurrahman b. Ebi Leyla'nın
görüşüdür. Aynca Süfyan es-Sevri ve İmam Şafii'nin verdikleri iki fetvanın birisindeki
görüşleri ile AI-i Beyt imamlarının büyük çoğunluğu da bu görüşü paylaşmaktadırlar.
Bîr kısım fakihler,
Zeyd'in anlayışını bu üçüncü görüşe hamletmişlerdir. Yani bizim el-Mecmu'Ğa
naklettiğimiz açıklamalarda Zeyd'in anlatmak istediği şeyin, satıcının, alıcının
hesabından hem hıyanet ettiği miktarı, hem de o miktarın karşılığı olan kazancı
geri düşeceği tarzında olduğunu söylemişlerdir. Ancak imamdan rivayet edilen
nassa mürucaat edilirse, onun ifadesinin böyle bir anlam taşımadığı anlaşılır.
Zira o, müşteriden kazanç namına hiç birşeyin geri düşünülmeyeceğini açıkça
beyan etmektedir. Eğer birisi bu rivayetin İmam Zeyd'den nakledilen başk bir
rivayet olduğunu söylerse, bu da incelenmeğe değer. Daha doğrusu kabule şeyan
bir görüş olur. Çünkü bu görüşte Zeyd'in kabullendiklerinin dışında bir yorum
bulunmamaktadır.
247-
Murabaha konusundaki hıyanetle ilgili olarak gelen haberlerden birisi de, Ebu
Halid'in eî-Mecnm'&â naklettiği şu rivayettir: "Zeyd b. Ali'ye,
taksitle bir mal satın alan, sonra da kar sağlamak amacıyla belli bir yüzde ile
başkasına satan bir adamın durumunu sordum. Halbuki ki müşteri o malı taksitle
satın aldığını bilmiyordu. Sonradan durumu bütün açıklığıyla öğrendi. Zeyd şu
karşılığı verdi: Alıcı serbesttir; isterse malı alır, isterse geri
verir."[40]
Bu açıklama hem
nassla, hem de iltizami anlamda bir hüküm belirtmektedir. Nassın kendi içinden
çıkarılan hüküm, satıcının malı taksitle satın alması halinde o malı belirli Ir
Vuzdcyle kar sağlamak amacıyla (murabahayla) satarken asıl peşin fiyatını
belirtmelinin, "murabahada hıyanet" sayılmasıdır. Bu, fiyatı
artırırken sergilenen hıyanet gibi takdiri mümkün olmayan bir hıyanettir. Bu
durumda verilecek hüküm, müşterinin onaylama veya feshetme arasında serbest
bırakılması biçimindedir, assdan çıkarılan illizami hüküm ise, taksitle satılan
malın fiyatının, peşin satılan malın
fiyatından daha fazla olmasının caiz görülmesidir. Bu iltizamı hükmün biçimine
açıklık getirmek için her iki hükmü de ayrı ayn açıklayalım:
Nassa göre çıkarılan
ilk hüküm, murabaha tarzındaki satışta, satışı yapılan malın taksitle
alındığını belirtmemenin, akdi feshetmeyi normaİ duruma getiren bir hıyanet
olarak işlem görmesidir. Dolayısiyle bu hüküm, hıyanet sayılmasında ve
müşteriye feshetme hakkını vermesindeki sebebin, açıklığa kavuşturulmasına
muhtaçtır. Hıyanet sa-yılmasındaki sebep, tüccarın içinde bulunduğu durumun,
peşin satılan malın fiyatını taksitle satılandan daha düşük tutması şeklinde
oluşudur. Taksitle satın aldığını belirtmeyin de peşin fiyatla satma
uygulamasında hile vardır. Çünkü vadeli almak suretiyle istifadesinin neler
olduğunu, alıcıya açıklamamıştır. Vadeli alıştaki kar, tutarlı bir esasa dayanmamaktadır.
Zira satıcı, elde ettiği kazancın tamamım açıklamamıştır. Halbuki murabaha
usulü ile satış yaparak iki defa kazanç sağlamıştır. Peşin parayla sattığı ve
ayrıca vadeli fiyatla satın aldığı için kazanç elde etmiştir. Öte yandan bizzat
kârdan da yararlanmıştır.
Alıcının, satış akdini
feshetmek veya onaylamak arasında serbest bırakılması hükmünün sebebi,
murabaha ile satışta vadeli aldığını belirtmemek suretiyle gizli bir ayıbın
bulunmasıdır. Tıpkı kusuru belirli olmayan bir malı satın alan kişi gibi. Malın
ayıbım ve aybın izlerini tamamen ortadan kaldırarak akdin onaylanması mümkün
değildir. Ayrıca hıyanetin izlerini ortadan kaldırmak için müşteriye sadece
yeniden akdi feshetme veya onaylama hakkım vermekten başka birşey kalmamıştır.
Zira müşterinin razı olması tutarlı bir esasa dayanmamaktadır. Durum açıklığa
kavuştuktan sonra onun hoşnutluğunu anlamak zorunluluğu vardır. Bunun da
ötesinde fiyattan hıyanete mukabil olan miktar düşürülmedikçe, maldaki hıyanet
edilen miktar belirlenemez.
248-
Şüphesiz bu durum zorunlu olarak vadeli fiyatın, peşin fiyattan vadedeki fazlalığı
ekiemek suretiyle ayirdebiledileceği yargısını beraberinde getirmektedir.
Şüphesiz bu fazlalık mubah sayılır. Nitekim bu iltizami hükmü Ravd en-Nadir
sahibi benimsemiş ve şöyle demiştir: "Bilesin ki, İmam Zeyd Aleyhisselam'm
açıklamalarından, bir şeyi gecikme vadesi nedeniyle güncel fiatından daha
fazlasına satmanın caiz olduğu anlamı çıkarılır. Bu nedenle diğer müşteri için
muhayyerlik hakkı doğmuştur. Zira taksitli alışta fiyat fazlalığı olmasaydı
muhayyer bırakmanın varlığı için hiçbir alternatif ortaya çıkmayacaktı.
Nitekim bu haberi İmam Zeyd Aleyhisselam'dan el-Bahr adlı kitapta ve mezhebin
diğer kitaplarında el-Mücyyed Billah hikaye etmiş, aynı zamanda caiz olduğunu
belirtmiştir. Ayrıca Hanefiler ile Şafiiler de bu caiz olma görüşünü
benimsemişler dir. Ancak Kasımiyye, Nasır, Mansur ve İmam Yahya muhalefette
bulunmuşlardır."[41]
Bu tartışmanın
esasını, vade karşısındaki fiat artışının, vade karşısındaki borcun artışı gibi
sayılıp-sayılamıyacağı noktası teşkil etmektedir. Bu artışı bir kısım hanefiler
drkin bulmuşlardır. Her ne kadar diğer dört mezhep gibi Hanefi mezhebi de bunun
caiz olduğunu benimsemiş ise de, Ebubekir er-Razi Ahkamu'l-Kur'an adlı eserinde
böyle bir sözleşmeyi çirkin görmüştür. Şimdi her iki tarafın da hüccetlerini
zikredelim:
Şüphesiz vadeli
fiatlardaki artışı kabul etmeyenler, böyle bir ziyadeliğin faiz olduğu tarzında
hüccet getirmişlerdir. Zira o, vade karşılığmdaki artırmadır. Geciktirme
karşılı-cındaki her artırım ise faiz sayılır. "Borcunu kapat veya
geciktirme oranında borcu artır" demekle, geciktirme vadesi dolayısiyle
fiatı artırarak satış yapmak arasında fark yoktur. Çünkü her ikisinin de manası
aynıdır ve aynı şekilde faizdir. Allah Teala'nın: "Allah ahş-verisi helal
faizi haram kıldı." (Bakara 275) buyruğu, bu tür alış-verişin yasaklanışını
kayıt altına alıyor. Çünkü böylesi alış-veriş, faiz kelimesinin genelliği
kapsamına girmektedir. Yine o. Allah Teala'nın: "Aranızda karşılıklı
rızaya dayanan ticaret olması hali müstesna..." (Nisa 29) buyruğundaki
mübahhğı da kayıt altına almaktadır. Zira faizi andıran her anlaşma böyle bir
mübahlıkia kayıtlanmıştır. Vadeli fiatlarla alış-veriş yapmanın, "Allah
ahs-verisi helal, faizi haram kıldı" (Bakara 275) manasının kapsamına
girdiği, zira onun da bir alışveriş olduğu denilecek olsa, vadeli satışı faiz
sayanlara göre cevaben şöyle denilir: Böyle bir alışveriş ayetteki alışverişin
genel kapsamı içerisine girebileceği gibi, faizin genel kapsamına girmesi de
muhtemeldir. Bir meselenin hiçbir tercih nedeni olmaksızın iki şıkka ihtimali
olması durumunda sakıncalı olan ihtimal mubah ihtimale takdim olunur. Özellikle
de alış-verişin helal kılınışı umumilik anlamı taşımaz. Bilakis faizi andıran
alış-veriş onun dışında kalır. İşte bu tür alış-veriş de onlardan birisidir.
Vadeli satış yapan kişi bu iş mecbur bırakılmıştır; yaptığından hoşnut değildir.
Doiayısiyle bu olay Allah Teala'nın "Aranızda karşılıklı rızaya dayanan
ticaret olması hali müstesna..." (Nisa 29) buyruğunun kapsamına giremez.
Öte yandan şüphesiz bu tür alışveriş, vade yapmak dolayısiyle meydana gelen
bir artıştır. Vade dolayısiyle meydana gelen her artış, karşılığı bulunmayan
artıştır. Dolayısiyle böyle bir alış-veri-şe faiz kavramı uygulanır ve haram
kılınışın kapsamı altına girer.
1- Vadeli
satışı mubah sayanlar, ilk olarak, böyle bir alış-verişin "Aranızda
karşılıklı rızaya dayanan ticaret olması hali müstesna" (Nisa 29)
buyruğunun kapsamı içerisinde bulunduğu tarzında delil getirmişlerdir.
Şüphesiz ticari işlemler, aradan belirli bir süre geçtikten sonra satış yapmak
esasına dayandırılır. O halde bu gecikme işleminin bir semeresi olması gerekir.
Bu semere de faiz kapsamına değil, ticaret kapsamına girer. Ancak karşılıklı
rıza ilkesi, değişmez bir gerçektir. Zira vadeli satış yapan kişi, bu
uygu-amayı sadece ticaretinin sürümünü artırma yollarından bir yol olarak
yapar. Bu ise be-1 Dir isteğe cevap vermektir; yoksa zorlama biçiminde
değildir. Zira satıcı değişen zamanlar içerisinde fiyatlarda meydana gelen
farkı almak ister. Hiçbir ücret ödemeden
angi b'r eşyayı teslim
alan kişi. üzerinde ticari kazanç sağlamanın kaynağı olarak
kar getirecek olan,
böylece kendisinden faydalanılacak olan bir inalı teslim almıştır. Satıcı
vadeli malın fiyatını belirlemek suretiyle vadeli ve peşin satış arasında fark
olarak aldığı miktarı, sadece ticari kazanç elde etmenin karşılığında almıştır.
Ancak altın ve gümüş üzerinde işlem gören borçlar böyle değildir. Dolayisiylc
bunları teslim alan kki zamanların değişmesiyle fiyatlarında herhangi bir
değişiklik meydana gelmeyen mallardır. Çünkü onlar, fiyatları ayarlayan, kendi
kendilerine kazanç sağlamayıp ancak ticari faaliyet aracılığıyla kazanç
getiren, ayrıca fiyatların kendilerini düşen ve yükselen ticaret malları
aracılığıyla ellerden çekip aldığı araçlardır. Öyleyse ticari kazanç sağlayan.
sadece ticaret mallandır. Yoksa borcun ana kaynağı değildir. Ravd cn^Nadir
sahibi faizle vadeli satışın arasını birbirinden ayıran ana etken konusunda
şöyle diyor: "Kendi bünyesindeki pahalanma ve ucuzlamaya, satışa
arzedilen mala duyulan ilgi ve ilgisizlik, bir de ihtiyaç duyulma faktörünün
bulunup-buiunmamasi açısından arada büyük dengesizlik nedeniyle narhın (yani
fiatm) istikrarı yoktur. Dolayisiyle fiyat, kendisiyle ilgili bir hükmün
verilmesinde başvurulacak makam ve sabit değer değildir. Mademki faizle ilgili
ayet yukarıdaki tartışma zeminine ilgi duymuyor, öyleyse ayete karşı çıkacak ve
bu karşıtlığa göre düzenlenecek olan hususları düşünüp tartışmaya yer
kalmamaktadır. Aynı şekilde Sari belli bir süre karşılığında fiyatı artırma
işini, ilk dönemlerde; cahiliyye uygulamalarının etkili olduğu dönemde sadece
"ya ödersin, ya da faiz verirsin" şeklindeki sözlerinin içeriğini
menetmiştir."
2- Vadeli
alış-verişin mubah olduğunu savunanlar, aynı zamanda vade farkı dola-yısiyle
fiyatı artırmanın, tanınan zamana karşılık olarak belirlenmediğini, aşağıdaki
deli-,1e dayandırarak şöyle belgelediler: Bir kısım insanlar, satmaya ve malı
paraya çevirmeye ihtiyacı olduğu, aynca ileride malın ucuzlaması sözkonusu
olduğu için satın aldığından daha ucuz bir şekilde vadeyle satabilir. Yine
bazı ticaret sahipleri vadeli veya peşin olarak malı gerçek değerinden daha
düşük bir fiyatla satabilir. Dolayisiyle artışı belirlemede tek etken zaman
değildir. Bilakis bazı zamanlarda artış belirlenmiş bir tarzda ol-
maz.
Bunun da ötesinde
İslam şeriatında akıdlere, diğerleriyle karşılaştırma yapmadan bakılır. Buna
göre fiatın vadeye bağlanmasıyla yapılan satış akdi, kendi varlığıyla kaim bir
sözleşmedir. Bu akid sadece sözleşmenin selameti ve ayrıca diğer bir akid göz
Önüne alınmaksızın bu sözleşmenin bütün türleriyle faiz kapsamı dışında kalması
açısından gözden geçirilir. Böyle bir gözden geçirme kendi varlığıyla akdi
geçerli duruma sokar. Aynı satışın başka bir sözleşmeyle ve daha düşük fiyatla
peşin satılması, daha önceki satış sözleşmesinde etkili olmaz. Çünkü her iki
sözieşme de birbirinden tamamen farklı dır.
3- Ravd
en-Nadir sahibi, yukarıdaki kaynak haberin başka bir delilini daha zikreder ve
der ki: "Şüphesiz Rasulullah (s.a.v), mala karşılık olarak (yani
borçlardan bir kısmım aşağı çekme konusunda) süre tanınmasını doğru bulmuştur.
Hakim'in el-Müstedrek ‘inde ve îbn Abbas'ın hadisinden çıkarmış olduğu haberde
Nebi (s.a.v) Beni Nadirin zorunlu olarak Medine dışına çıkmalarını emrettiğinde
içlerinden bir grup Nebi (s.a-v)'e gelerek:
Ya Nebiyyellah, bizim
çıkarılmamızı emrettin. Oysa bizim haikda henüz vadesi gelmemiş alacaklarımız
var, dediler. Resululiah:
-Alacağınızın bir
kısmından vazgeçin ve peşin alın. buyurdu.
Bu açıklama üzerinde
şöyle bir yorumumumuz olacak: Buradaki süre borcu artırmak için değil, bir
kısmım düşürmek içindir. Vadeyle satış bunun tersinedir. Zira onda fiyatta
düşürme değil, artırma vardır. Borcu artırmakla azaltmak arasındaki fark,
birisi borç verip vade dolayisiyle miktarı artıran, öteki ise ödemede kolaylık
sağlamak için borçlunun borcundan bir kısmım silen kimselerin arasındaki fark
gibidir. Dolayisiyle bu hadisin mevzumuza delil teşkil etmesi doğru olmaz.
Allah Subhanehu ve Teala en iyisini bilir. [42]
249- Şimdi satışlardaki hıyaneti bir yana bırakıp,
satışlarda diğer bir temel mesele olan karaborsacılık konusuna geçelim.
d-Mecmu'da şöyle geçer: "Bana Zeyd b. Ali, ona babası, ona da dedesi Ali
aleyhimüsselam anlattı ve dedi ki: Geçimini temine çalışan kişi rızkını
almıştır. Karaborsacı ise isyankardır ve lanetlenmiştir. Zeyd b. Ali de buğday,
arpa ve hurmanın dışında karaborsacılığın olamayacağını söylemiştir."
Bu açıklama hakkında
rivayet zinciri Ali (k.v) de kalan bir hadis vardır. Aynı hadisi Ibn Ömer sened
zincirini Nebi (s.a.v)'e kadar dayandırarak rivayet etmiştir. Bu hadiste Nebi
(s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Geçimini temine çalışan kişi rızkını almış,
karaborsacılık yapan ise mahrum kalmıştır. Kim ki müslümanların yiyeceklerinde
karaborsacılık yaparsa Allah onu iflasla ve cüzzam illeti ile perişen
eder." Ayrıca Ebu Seleme'den sened zinciri Nebi (s.a.v)'e kadar
dayandırılarak şöyle rivayet olunmuştur: "Her kim karaborsacılık yaparak
müslümanların satın alacakları mallan pahahlaştırmak isterse yanlış yol izlemiş
ve aynca Allah'ın hukukundan da uzaklaşmış olur."
Buna göre yukarıdaki
hadisin, senedi Nebi (s.a.v)'e kadar olan birçok hadisden şahidi bulunmakladır.
Dolayisiyle bu hadisi kaynak edinmemek veya doğruluğunda şüpheye düşmek için
hiçbir neden yoktur.
250- el-Mecmu'da
karaborsacılığın buğday arpa ve hurmada olduğu ve yalnız kara-orsacılığı
onlarla sınırlandırması tarzındaki yorumla ilgili olarak geçenler, İmam -eydın
görüşünü kapsamaktadır. İmam Zeyd böyle bir yorumu nereden almıştır? Belki
mam bu yorumu,
"Geçimini temine çalışan kişi rızkını almış karaborsacı ise isyan-r ve
lanetlenmiştir," tarzındaki hadisi kendi anlayışına göre yaptığı tefsirden
edinmistir. Buna göre hal (duruma ilişkin) ve mukabele (karası davranış)
karinesi, karaborsacılık konusunun sadece yiyecek maddelerine ait olduğuna,
karaborsacılığın bu maddelerin dışına çıkanııyacağına açıklık getirmiştir.
Arapların belli başlı yiyecek maddeleri de buğday, arpa ve hurmadır.
Dolayısiyle İmam Zeyd. karaborsacılığın kaynağını yalnız bu türler için
düşünmüştür. Zira bunlar, halkın sofrasının temel direğidirler. Aynı zamanda
bu görüş. Muhammed b. Hasan'ın da görüşüdür. İmam Hadi ile'1-Hakk ile İmam
Şafii ve İmam Ebu Hanife'ye göre ise karaborsacılık halkın sofrasına giren
bütün maddelerde sözkonusu olup, sadece bu üçüyle sınırlandırılamaz. Halkın
bir bölümü sofrasına hurma koyamaz da, mısır veya pirinç koyar. En doğru olan,
karaborsacılığın yasak kapsamının bir kısım yiyecek maddelerinde değil, bütün
yiyeceklerde sözkonusu edilmesidir. Hatta İmam Hadi ile'1-Hakk hayvanların
yiyeceklerini de bu kapsama almış ve onlarda da karaborsacılığın haram olduğunu
belirtmiştir.
Nitekim Ebu Hanife'nin
arkadaşı Ebu Yusuf, satıştan alıkonulması halkın zararına olan herşeyî
karaborsacılık kapsamına almıştır. İster altın, ister gümüş ve isterse giyecekler
olsun. Gerçek şu ki, bunların hepsinin karşılıklı hak-hukuku vardır. Nitekim
giye-ceklerdeki karaborsacılık, eziyet verme açısından yiyecek maddelerindeki
karaborsacılığı aratmaz. Bu düşünce sistemine göre karaborsacılık, mutlak
anlamda haramdır. Nihayet karaborsacılığın mutlak anlamda haram edildiğini
gösteren birçok hadis rivayet edilmiştir. Ayrıca karaborsacılığı menetmekten
amaç, halkın uğrayacağı zararı önlemektir. Bu zarar bazen karaborsacılığı
yiyecek maddelerinde menetmekle önlenebileceği gibi, aynı şekilde giyeceklerde
menetmekle de önlenebilir. Diyelim ki halkın şu anda çeşitli ihtiyaçları var.
İşte böyle bir zamanda karaborsacılık insanları darlığın içine sürükler.
Açıkça anlaşılıyor ki,
temel yiyecek maddeleri üzerinde karaborsacılık yapmayı planlayanların niyeti
şudur: Temel ihtiyaç maddelerini ortadan kaldırmak önce açlıktan ölüme
sürükler, böylece topyekün halk spekülatif eylemlere kapılır; daha düzgün bir
ifadeyle çaresizlik içerisine düşer. İşte o durumda müslümanm malını korumak
anlamına gelen mülkiyet dokunulmazlığı ilkesi ile mülk sahibinin rızası olmadan
malını piyasaya sürmeyi engelleme ilkesi ortadan kalkar. Zira "zaruretler
sakıncalı şeyleri mubah kılar". Temel gıda maddelerinin dışındaki mallarda
ise o anda geçim darlığı oluşsa bile böylesi çaresizlik durumu ortaya çıkmaz.
Bu durum, eşyanın kendisine duyulan ihtiyacı çaresizlik durumuna getirmese
bile şiddetli geçim darlığına sürükler. Buna göre satış yapmak suretiyle
karaborsacılığa tevessül eden kişinin, bu işi sadece temel yiyecek maddelerinde
yapması gerekir.
Ancak biz Ebu Yusufun
görüşünü benimsiyoruz. Zira topyekün müslümanların geçim darlığı içerisinde
olması ile zalim tüccarların günah dolu lüks hayat içerisinde yaşamaları karşı
karşıya geldiğinde, günahkarların lüks yaşantılarını değil, topyekün müslü-man
halkın geçim darlığı durumunu göz önüne almak icabeder. Çünkü kamunun geçim
darlığı içinde olması, bireylere nisbetle sıkıntı büyük boyutlara vardere için
çaresizlik ortamını sergiler. Birkaç günahkarın giyeceğe uyguladıkları
karaborsacılık nedeniyle halkın üryan gezmesini akıl nasıl normal görür de o
karaborsacının elindeki mallan sat-nıası için zor kullanarak karaborsacılığını
engellemez?
251-
Zeydiyye, halka kolay hayat tarzı sağlamak için karaborsacının üzerine gidip
elindeki mallan satışa zorlamaya mecbur eden bu günahkar karaborsacılığa karşı
üç şart getirmiştir:
Birincisi:
Karaborsacılık yapılan şeyin, kendisinin ve bakmakla yükümlü olduklarının tam
bir yıllık ihtiyacından fazla olmasıdır. Zira bir insanın ailesi için bir
yıllık yiyecek maddelerini depolaması caizdir. Bunun gerekçesi, Nebi
(s.a.v)'in ailesi için bir yıllık temel ihtiyaç maddelerini alıkoymasının sabit
oluşudur. Dolayısiyle bu şekilde davranan kişi karaborsacı sayılmaz. Ancak
ailesinin yiyeceğinin tedbirini almış olur.
İkincisi:
Karaborsacılık yapmak suretiyle daha doğrusu gelecekte halkın, elinde bulundurduklarına
şiddetli ihtiyacı olacağı için çok yüksek fiyatlarla halka satış yapmak
suretiyle pahalılığın pusuda beklemesidir. Böylece zengin olan, ihtiyacını ve
çaresizliğini giderecek şeyi bulurken, fakirin ihtiyacını veya çaresizliğini
defedecek şeyleri bulmaya gücü kalmaz. Nitekim karaborsacılığı meneden
hadisler, karaborsacının bu yaptığı iş sayesinde müslümanların geçim
standardını pahalılaştırmayı planladığını açıkça belirtmektedirler.
Üçüncüsü:
Karaborsacılığın, insanların bu mala ihtiyaç duydukları zamanda meydana
gelmesidir. Zira karaborsacılığı önlemedeki neden tüccarı baskı altında bulundurmak
değil, sadece halkın zarara uğramasını bertaraf etmektir. Bu zarar da ancak halkın,
karaborsacılığı yapılan mala şiddetle ihtiyaç duyduğu anda sözkonusu olur.
Zeydiyye,
karaborsacılık yapılmasını haram saydığı bütün temel yiyecek maddelerinde
karaborsacının, o malın satışını yapmaya, piyasaya sürmeye mecbur edileceğine
karar vermişlerdir. Böyle bir malın, karaborsacılığı yapılan mala nisbetle kaynağı
ne olursa olsun. Yani ister karaborsacının kendi ekininin ürünü olsun, ister o
malı yaşadığı bölge dışından temin etsin, isterse de iç piyasasından satın
almış olsun. Çünkü yiyecek maddesinin geliş kaynağı neresi olursa olsun,
karaborsacılığını yapmak topluma zararlıdır. Bu zarara yol açmasından
dolayıdır ki karaborsacılık yasak edilir.
Ebu Hanife bu konuda
şöyle diyor: Karaborsacının, satışı konusunda mecbur bırakıldığı günahkar
karaborsacılık işi, mülkiyetinin kaynağı ülkenin içinde olan mallardadır. Yani
alım-satımını yaptığı malı ülkenin içinden satın almasıdır. Çünkü o, mülk
edindiği şeyde günah işlemiştir. Zira o mali karaborsacılık amacıyla satın
almış ve bilfiil karaborsacılık yapmıştır. Dolayısiyle yaptığı karaborsacılığı
önlemek için girişimde bulunmak gerekir. Çünkü o malı satın almakla halkın
yararlanmasını sağlamamış, aksine o malı halkın almasını önlemek için temin
etmiştir.
Ebu Hanife'nin bu
görüşü kendine göre, şahsi mülkiyetin dokunulmazlığı ve mülkiyete müdahalede
bulunmayı önlemek anlamındaki değişmez temel kurala dayanmaktadır. Mülk
sahibinin mülkündeki tasarrufu hakkındaki çeşitli görüşlerinden kesin olarak
anlaşıldığına göre, böyle bir müdahale mümkün değildir.
Diğer taraftan kıyas
fukahasınm önderi'nin, olaya sosyo-ekenomik açıdan şu şekilde baktığını
görüyoruz: Ülke dışından bir maddeyi satın alıp çiftliklerden sevkeden kişi pazarlamacıdır.
Devletin de bu pazarlama işini teşvik etmesi gerekir. Bu olaya dilimizde
ithalat adı verilmektedir. Eğer malı toparlayıp pazarlayan herkes
toparlar-ioparlamaz satışa mecbur edilirse tüccarın bu işi yapmasını önlemek
suretiyle kriz ve ihtiyaçlar daha da artar. Şayet serbest bırakılırlarsa mal
toparlama işi çoğalır, böylece yiyecek maddeleri artar ve ihtiyaç giderilmiş
olur; neticede toparlanan yiyecek maddelerinin çokluğunun gereği olarak
karaborsacılık ortadan kalkar.
Bu düşüncenin isabetli
bir bakış açısı olduğunda.şüphe yoktur.
Bu toparlamanın bir
benzeri de, toprağının ürününü kendisi değerlendiren kişidir. Eğer çiftçi
tarlasından elde ettikleri şeyleri pazarlama konusunda serbest bırakılırsa bu
durum, çiftçileri daha çok üretim için çalışmaya kamçılar. Üretimin çoğalması,
doğal olarak yiyecek maddelerindeki ihtiyacı ortadan kaldırır.
Yine şüphe yok ki bu
düşünce tarzı, ileri görüşlülüğün etkinliğini gösterir. Bu düşüncede şaşılacak
bir laraf yoktur. Zira bu düşünce pazarların durumunu iyi bilen bir tüccarın
düşünce tarzıdır. Kuşkusuz pazarların, çiftçinin kendi ürettiği mallarla
dolması, pahalılığı önleyen tek etkendir. Ondan başkası da önleyemez.
Pazarların dolup-taşması şu iki durumun biriyle gerçekleşir: Toparlama veya
ithalatın artması, veya üretimin fazlalaşması. Pazarlamacıya veya üreticiye
getirilen her tür sınırlama, pazarlama ve üretimi etkisi altına alır.
252- Bütün
bunlar, aîış-verişle ilgili bir kısım meselelerde el-Mecmıt'un kapsamına aldığı
fıkıh anlayışının görüntüleridir. İmam Zeyd'in bu konudaki fıkıh anlayışının,
müs-lümanların cumhurunca bilinenlerin toplamından dışarı çırmadığım, ayrıca
İmam Ali (r.a) katında, açıklamasına çaba sarfeltiğimiz yukarıdaki konulara ait
naklettiği kaynak hadislerin, Ehl-i Sünnet alimleri tarafından bilinenlerle
uyum içerisinde olduğunu görüyoruz. Naklettiğimiz bilgilerde Ali (k.v)'den
gelen hiçbir haber yoktur ki, o haber diğer kaynak hadisler arasında kural dışı
olarak geçsin. Aksine alış-veriş konusunda naklettiğimiz hiçbir kaynak haber
mevcut değildir ki, şahidi bulunmasın. el-Mecmu'öa geçen bütün alış-veriş
konusundaki hadislerin durumu da aynen böyledir. Şimdi diğer konuya, şufa konusuna
geçelim. [43]
253- İmam
Zeyd'in şufa konusundaki görüşleri, İmam Ebu Hanife'nin görüşleri ile büyük
sapta yaklaşım arzetmektedir. Daha uygun ifadeyle İmam Ebu Hanife'nin görüşleri,
İmam Zeyd'in görüşlerine büyük ölçüde yakınlık arzediyor. Çünkü Ebu Hanife,
yaşları biribirine yakın olmakla birlikle onu önderlerinden birisi sayıyor, ona
hayranlık duyuyor ve cihadını takdir ediyordu. Nitekim bunu daha önce
naklettik. Şimdi biz, el-Mecmu'dan şufa konusundaki birçok mes'eleye işaret
eden, hatta meselenin temel unsurlarım teşkil eden üç hususu seçiyoruz. Bu
meseleler şunlardır: [44]
254- Şufanm
manası, hakkında takdir edilen fiat mukabilinde satışı yapılmış taşınmaz malın
mülkiyetim müşteriden zorla talep etmektir. Şefi', şufa talebinde bulunan kişidir.
el-Meşfu'fih, satışı yapılan taşınmazdır. el-Meşfu'minh, satın alan kişidir.
el-Meş-fu' bih ise Şefı'in sahib olduğu taşınmaz maldır ki, sahib olduğu
mülkiyet nedeniyle şufa yoluyla talepte bulunur. İmam Zeyd, satılan bu malın
gelir getiren bir mülk (akar) veya arazi olmasını şart koşmuştur.
el-Mecmu'Ğa şöyle
geçmektedir: "Zeyd b. Ali şöyle diyordu: Şufa sadece akarda ve
arazidedir."[45]
Araziden amaç, çıplak
haliyle veya üzerinde binalar bulunan toprak parçasıdır. Do-layısiyle Ravd
en-Nadir'âs şöyle geçer: "şufa yalnız evlerde, eve bitişik bahçelerde ve
arazilerde sözkonusu olur." Bunun anlamı, Şufanın, üzerinde bina bulunan
toprak parçaları, üzerinde ağaçlar bulunan veya bunlardan hiçbiri bulunmayan
çıplak arazilerde olacağıdır. Bu görüş Ebu Hanife'nin, İmam Şafii'nin ve İmam
Ahmed'in görüşüne. İmam Maltk'in mezhebine göre gemilerde de şufa geçerlidir.
Bunun nedeni, gemilerdeki ortaklıkta karşılıklı zarar görmenin diğerlerinde
görülen zarardan daha az olmamasıdır. İmam Hadi ile'l-Hakk'ın görüşüne göre
taşınır veya taşınmaz hangi özellikte olursa olsun, bütün ayniyatta şufa
sabittir. O müşterek ayniyat ister bölünmeye müsait olsun, isterse olmasın.
Buna göre bir miktar buğday veya pamuk konusundaki ortaklık, bu türden
herhangi bir şeyde ortak olan kişi için Öteki ortağın sattığı şeyi ondan cebren
almasının caiz olması açısıdan şuf a'yı gerektirir. Burada başka bir görüş
daha vardır ki, o görüşe göre ölçekle ölçülebilen şeylerde şufa yoktur.
Buna göre bu konuda
dört görüş vardır:
Birincisi: Şufayı
sadece akarlarla, karar ve sebat bağlantısı ile akarla bağlantısı bulunan
şeylerle sınırlandırmaktır. Bu görüşü aşağıdaki hadis destekliyor: "Şufa
sadece ev yahut bahçededir." Şurayh ise şöyle diyordu: "Şufa sadece
arazide yahut akardadır." Şüphesiz şufa, yeni müşteriden gelebilecek
eziyetleri defetmek içindir. Eziyet ise başkasının mülküne müdahale edilmesini
caiz görecek derecede ancak satılan şeyin yerleşik ve üzerinde alış-verişin
çabucak yapılamadığı mal olması durumunda tasavvur edilebilir. Bu da ancak
akarda meydana gelebilir.
İkincisi: İmam Malik
(r.a)'m bakış açısıdır. O, gemiyi üzerinde alış-veriş işleminin çabucak
yürütülememesi noktasında akar gibi kabul ediyor. Çünkü gemi, kendisinden
sürekli menfaat temin edilmesi için edinilir.
Üçüncü görüş:
Hadiviyye'nin görüşüdür. Ona göre müşterek olan her malda şufa sabittir. Bu
görüşe İbn Abbas'tan rivayet edilen, Nebi (s.a.v)'in şöyle buyurduğu hadisi
hüccet getirmişlerdir: "Her ortak şefi'dir ve şufa her şeydedir."
Yine İbn Abbas'dan Nebi (s.a.v)'in şöyle buyurduğu rivayet edilir:
"Köleler konusunda şufa olduğu gibi, her şeyde şufa vardır." Bunun
gereği olarak, her ortaklıkta şufa mevcuttur.
Şüphesiz bu iki hadisi
rivayet eden bir kısım hadis ricali zayıf görülmüştür. Özellikle de yukarıdaki
hadislerin içeriği, "şufa sadece ev yahut bahçededir" hadisiyle
çelişki arzediyor. Zira bu nassda kasr özelliği vardır. Kasrın manası, aynı
şeyde hem nefyin, hem de isbatın bulunmasıdır. Nitekim şufa'yı evde ve bahçede
müsbet kabul etmiş, bu ikisi dışında da nefyetmiştir. Bu hadisin ravileri ise
haklarında hiçbir suçlama noktası bulunmayan sika kişilerdir. O halde bu hadis,
kendisiyle hüküm verilmeye diğerlerinden daha layıktır. Mademki bu görüşün hücceti
kaynak habere dayanıyor, o halde bu düşüncenin olaya bakış açısı büyük ölçüde
makul görülmektedir. Şöyle ki, şufa yeni müşterinin ortaya koyacağı eziyeti
bertaraf etmek için yasallaştırılmıştır. Bu ise akarda ve benzer özellik
taşıyanlarda gerçekleşeceği gibi, aynı şekilde menkul mallarda da tahakkuk
edebilir. Zira yeni müşterinin baskı uygulaması muhtemeldir. O halde akardaki
şufa'nın meşruiyetinde etken olan şey aynen menkul mala da sirayet eder.
Dördüncü görüş:
Nitekim bazı Zeydiler, olarak şöyle söylerler: Şufa, ölçekle ölçülenlerin
dışındaki mallarda geçerlidir. Zira bu gibi ölçülebilir maddelerdeki ortaklık
hem basittir, hem de bu durumda bir zarar söz konusu değildir. İki ortaktan
birisi kendi hissesini diğer ortağın rızası olmadan ayırabilir. İşte bunun
için şöyle derler: Paylaşım, arkadaşına zor kullanarak ölçülen mallara
müdahele etmektir. Bölüşüm konusunda ayırmak vardır değişim yoktur. Pahalı
şeylerdeki ortaklıklar bunun tersinedir. Çünük ortaklığın menfatini düşünmeden
çekilip ayrılmanın doğurduğu karşılıklı zararlarla ortaktan faydalanmanın
karşılıklı zararları, düşünülecek yakın ihtimalli zararlardandır. Dolaysıyla bu
gibi ortaklıklarda, adı geçen zararı ortadan kaldırmak için şufa hukuku
geçerlidir. [46]
255- el-
Mecmû'da şu bilgiler verilmektedir. "Bana Zeyd b. Ali, ona da babası, dedesi
Ali (a.s)'dan naklen, Kûfe'deki Murhibe Oğullarının evlerinden birisi konusunda
şefi olan kimsenin aleyhine şufa hakkı ile hükmettiğini ve Şurayh'a bu şekilde
hüküm vermesini emrettiğini anlattı."[47]
Bu olay. Hz. Ali'den,
rivayet zinciri kendisinde kalmış olarak nakledilen bir haber-ffr Buna benzer hadisler yine Hz. Ali'den, Al-i
Beyt tarîki dışından rivayet edilmiştir.
Metni şöyledir:
"Komşu, fiyatı
takdir edilmesi durumunda şufaya daha layıktır. Ancak şufa olayın
dan gönüllerin hoş
olması şartıyla." Yine Hz. Ali'den ve Abdullah b. Mesud'dan şöyle
söyledikleri rivayet olunur:" Rasulullah (s.a.v) komşuyu göz önüne almakla
emretti." Ayrıca Cabir b. Abdullahda Rasulullah (s.a.v.)'ın şöyle
buyurduğunu rivayet eder: "Komşu, komşusunun gufasına daha layıktır.
Yollarının da aynı olması durumunda komşu kayıp bile olsa şufa konusunda
beklenilir." Nitekim komşuluğun şufası anlamında birçok hadisler rivayet
edilmiştir.
Şefi'lere nisbetle
fıkıh, fakihlerin oy birliği ile, aynı akardaki ortaklar için şufa hakkının
kesinlik kazanması şeklindedir. Ortak olmayanların şufa hakkına gelince;
Zeydîler bu şufa hakkını aynı içme suyunda ve aynı yoldaki ortaklar için, daha
sonra komşu için geçerli saymışlardır. Hanefiler ise aynı hakkı içme suyu, yol
ve arkadaşla beraber oluştaki ortaklıkta, sonra da komşuda geçerli sayarlar.
Nihayet şufa hakkını is-batlamak için serdedilen gerek akli ve gerek nakli
bütün rivayetleri bildirdik. Bunların hepsi de komşuluğu içermektedir.
Şâfiiler ve mâlikiler
ise şufayı aynı akar üzerindaki ortaklıkla sınırlandırmışlardır. Bununla ilgili
olarak, hadis kitaplarında Cabir b. Abdullah'tan rivayet edilen haberi delil
getirmişlerdir: "Rasulullah (s.a.v.), henüz taksimi yapılmayan mallarda
şufa ile emretti. Sınırlar belli olduğu takdirde şufa yoktur." Bu hadis
Kütüb-ü Sitte'de üzerinde ittifak edilmiş hadislerdendir. Senedinde de hiçbir
suçlama noktası yoktur. Bu hadis iki açıdan hüccet teşkil eder:
a)Şufa'yı,
taksim edilmeyen mallarla sınırlandırmak. Buhari'nin yaptığı rivayet bu hususu
açıklığa kavuşturmuştur. Zira metni şu şekildedir:
"Şufa hakkı
yalnızca taksimi yapılmayan şeydedir." Bu ifade, şufa hakkını sadece bir
tek durumla sınırlı tutmaktır; o da, şufa'nın yalnız ortaklıkta sözkonusu
olmasıdır. Bu takdirde, ortaklığın dışında şufa mevcut değildir. Zira hadisin
ifadesi şufa'yı ortaklık durumunda müsbet karşılamakta, taksimat tamamlandığı
takdirde de şufa'nın ortadan kalktığını belitmektedir.
b) Şufa
hakkını ortaklık dışındaki şeylerden kaldırmaktır. Zaten ük hadisin bu konudaki
beyanı apaçıktır. Zira o, hudutlar belirlendiğinde artık şufa olayının
bulunamıya-cağıni vurgulamaktadır.
Birinci görüşün
taraftarları, böyle bir düşünceyi hadisin, sebebini ortaklığın teşkil eu'gi
şufa konusunda geldiğini belirtmek suretiyle reddetmişlerdir. Kuşkusuz sebebini
ortaklığın oluşturduğu şufa olayı, ancak o ortaklıkta herhangi bir taksimatın
yapılamadı durumunda gerçekleşir. Taksimatın yapılması durumunda bu sebebe
dayanılarak şuf’a gerçekleşmez. Ancak başka bir sebebe dayanılarak şuf anın
kesinlik kazanması imkanı varsa, işte hadisin yorumunda bu konuya
değinimemiştir. Bu durumda komşu hakkında şuf ayı olumlu buîan hadislerle bu
hadis arasında herhangi bir çelişki yoktur. Zira bu hadiste olumlu veya olumsuz
tavır belirtilerek komşuluğun şufa hakkına taarruz edilmemiştir.
Taksim öncesi şufamn
bulunacağı ve taksim sonrası bulunamıyacağı hadisine göre hüküm verenler,
komşuluk için şuf ayı uygun gören hadisleri reddetme konusunda, bu hadisin
sened yönünden çok güçlü ve rivayet açısından da çok güvenilir olduğu ile, netice
olarak diğer hadislerin bunun Önünde duramıyacağı gerekçesiyle hüküm
vermişlerdir. Fakat birinci görüş taraftarları, bu hadisin yanında, komşulukta
şuf ayı uygun gören diğer hadislerle de hüküm vermişler ve böylece iki hadisin
arasını uzlaştırmıslardır. Daha önce açıklamasını sunduğumuz yöntemle araştırma
imkanı bulunduğu takdirde hadisi reddetmeye ve diğerini sika göstermek
suretiyle ötekini zayıf bulmaya zemin kalmaz.
Burada üçüncü bir
görüş daha vardır: Bu görüşe göre, komşu İle yan yana olma durumu varsa komşu
ile ilgili şufa hakkı doğar. Bu görüş, bir kısım şâfiiler ile Mâlikilere
aittir. İrtifak haklarından[48]
birisindeki herhangi bir ortaklığın yanıda bir de kapi-komşu olma durumu varsa,
ancak böyle bir komşulukla şufa hakkı meydana gelir. Bu görüşü benimseyen
zeydiler, Câbir (r.a)'m naklettiği şu rivayete tutunmuşlardır: Nebi (s.a.v)
şöyle buyurdu: "Yollarının da aynı olması durmunda komşu, komşunun şuf
asına daha layıktır. Nitekim Ravd en-Nadir sahibi bu konuda şöyle demiştir:
"Bu hususta uygun düşen açıklama, şuf anın zararı önlemek için meşru
sayılması, en sık rastlanılan zararlar ihtimaline göre olmasıdır. Bu da ancak
haşir-neşir olmanın aşırılığı ve karşılıklı menfa-atleşmelerin ağ gibi örülü
bulunması ile gerçekleşir. Böyle bir durum da sadece yoldaki müştereklikte
meydana gelir? Bu ikisinin dışındakilerde zarar vermelere nadir rastlanır.[49]
Bu görüş, tahkik
ehlinin görüşü olmakla itibar kazanmış ve tahkik ehlinin bu görüşle amel
ettiklerini söylemişlerdir.
256- Şufa,
İmam Zeyd'e göre şefi'in uğrayacağı zararın kuvvet derecesine göre düzenlenmiş
olarak gerçekleşir. Şüphe yok ki ortağın zararı, kapı komşunun uğrayacağı
zarardan daha kuvvetlidir. Dolayısiyle ortaklık hakkı komşu hakkından önce
gelir, el-Mecmu'da metni şöyle olan bir haber geçmektedir: "Zeyd b. Ali
Aleyhisselam'a, şufa'nm ne olduğunu sordum. Dedi ki: Ortak komşudan, komşu da
diğerlerinden şufaya daha layıktır. Kapı-komşu olmayana şufa yoktur."
Buradaki kapı komşudan
maksat, tarlası tarlasına veya duvarı duvarına bitişik olan komşudur. Komşunun
diğerlerinden daha layık olması ifadesini manası, komşunun, akarı satın alan
müşteriden daha fazla, o malı satın almaya layık olduğudur.
İmam Zeyd'in tfavr/
en-Nadir sahibinin de yorumladığı gibi şirket kavramından, ittifak hakkındaki
ortaklığı esas aldığı düşünülmektedir. Burada, zeydi fıkhın mantığının, komşuya
da şufa hakkı tanıma noktasında hanefi fıkhından ayrıldığım görüyoruz. Bu ayn
düşünme, dört noktada kendini gösteriyor:
1-Hanefi
fıkhı, akarları ile ilgili tek bir kullanım alanı içinde iştirak payı bulanan
herkese şufa hakkını tanıyabilmek için irtifak ortaklığını başlı başına sebep
saydı. Buna göre tek bir içme suyundan veya tek bir kanaldan su alan akarlarda
satış söz konusu olduğunda her birinin diğeri üzerinde şufa hakkı doğar. Bu
durumda irtifak ortaklığı tek başına şufa talebinde bulunmak için yeterli
görülmüş sebeptir. İmam Zeyd ise bu konuda irtifakı, ancak beraberinde
komşuluk, da bulunduğu takdirde yeterli sebep olarak görür. Buna göre
komşuluk, ortaklık sözkonusu olmayan şeylerde şufa hakkını tanımanın odak
noktasını teşkil eder ve şufa hakkı ancak başlı başına ortaklık teşkil eden
irtifakta geçerli olur. Dolayısiyle mülkiyeti iki kişiye ait olan bir su
kanalının kendine ait bölümünü birisi satsa, o zaman aynı kanala ortak olma
nedeniyle bu satışta şufa hakkı ortaya çıkar.
2-Hanefüer
irtifakla ilgili olarak iki akar arasında ortaklık bulunduğu takdirde kapı-kömşuya
şufa konusunda hiçbir hak tanımamaktadırlar. Zira irtifak hakkı komşuluk
hakkından Önce gelmektedir. Oysa zeydiler, irtifak konusundaki müşterekliği
şufa için başlı başına yeterli bir sebep değil sadece komşular arasında tercih
edilme sebebi olarak görmüşlerdir. Çünkü şufa komşunun talebi durumunda tercih
edilmektedir.
3-Zeydiyye
ile Ali Beyt sülâlesinin birçok fakihleri ve imamları irtifak hukukundaki
müşterekliğin manasını, irtifak hakkındaki ortaklık anlamında değil, mülkiyet
hakkındaki ortaklık anlamında yorumlamışlardır. Hanefiler ise ortaklığı,
irtifak konusunda sabit bir hak olarak görürler. Velev ki su kanalının veya
yolun denetimi, ortak kullanım için tayin edilmiş olduğu sürece ortak kullanım
hakkı olan akar sahibinin mülkiyetinde olmasa bile. Şöyle ki, arazi sahibi
kendi akarına sadece Özel bir yolla ulaşabiliyor, arazisinin sulamasını sadece
özel bir su kanalından yapabiliyorsa, velevki bu yol ve arkın mülkiyeti
kendisine ait olmasa bile gene de şufa hakkı vardır.
4-Şufa
konusunda hanefilere göre peryodik sıralama, müteahhirin âlimlerinin gerçekleştirmesine
göre şu şekildedir:
a) Aynı
akann ortakları için,
b) İçme
suyundaki ortaklar için,
c) Aynı yol
konusundaki ortaklar için
d) Aynı su
yolu konusundaki ortaklar için,
e) Komşu
için.
Zeydiyye've göre
peryodik sıralamaya gelince:
a) Aynı akar
konusundaki orrtaklar,
b) Komşuluk
(Görüldüğü gibi komşu, aynı içme suyundaki ortaklıktan önceye alınmıştır.)
c) İçme
suyundaki ortaklığı olan komşu,
d) Aynı yol
güzergahındaki ortaklığı bulunan komşu,
e) Ortaklığı
bulunmayan kapi-komşu.
257- İçme
suyunda ortak olan komşuyu, yol güzergahında ortak olan komşudan öne alma
konusunda zeydiler arasında ihtilaf vardır. İçme suyunda ortak olan komşunun
yol konusunda ortak olandan öne alınması, İmam Hadi ile'I Hakk ve taraf
tarlanın n görüşüdür. Derler ki, içme suyu iki hakkı bir araya getirir:
Birinci hak suyun hakkı, öteki de suyun geçtiği yerin hakkı. Su hakkı, suyun
içilmesi hakkıdır. Geçtiği yerin hakkı ise, suyun kanal veya sulama alanının
içinden geçme hakkıdır. Oysaki yol hakkı sadece tek hakkı bünyesinde toplar. O
da, evine veya tarlasına giderken geçmektir. İki hakk, tertip ve sıralamada bir
haktan daha kuvvetlidir.
Diğer zeydiler, bu
şekildeki delil getirmeyi üç yönden reddetmişlerdir.
Birincisi: İki hakkın
bir araya gelmesi, sadece sebeplerin sayısının artmasını gerektirir.
Sebeplerin sayısının artması da tercih edilmeyi gerektirmez. Zira iki yönden
kapı-komşu olan bir kişinin, bir yönden kapı-komşu olana tercihe layık özelliği
yoktur. Tercih ederken göz önünde tutulacak husus sebeplerin sayısı değil,
sadece güçlü olmasıdır. Yol konusunda değil de, içme suyu konusunda varsayarak
sebeplerin sayısı çoğaltılsa bile, kuvvet bir bütünlük arzeder.
İkincisi: Böyle bir
şekil vererek sebepleri çoğaltmanın, yol konusunda bulunması da mümkündür.
Öyleyse yolun da iki hakkı vardır; birisi yoldan geçen insanların ve
hayvanların hakkı, diğeri de yolun bizzat kendi hakkıdır. Nasıl ki suyun geçtiği
yerin bizat kendisi olarak içme suyunun geçtiği yer hakkı başİı başına bir hak
kabul edildi ise, yoldaki yerin hakkı da aynı şekilde kabul edilmesi gerekir.
Nitekim biz deriz ki,
ikisi asındaki fark şudur; Su başbbaşma bir objedir; dolayısiyle bizatihi
geçerli bir hakkı vardır. O suyun mecrasından akış hakkı da diğer bir haktır.
Yol ise böyle değildir.
Onda sadece yer unsuru
ile geçiş hesaba almıyor. Burda mekana itibar edilmedi, sadece geçiş göz önüne
alındı. İkinci hak, sadece suyun kendi mekânından akışında varsayıldı.
Üçüncüsü: Hakkın üstünlüğünde
göz Önüne alınacak şey, o hakkı kullanabilme gücüdür. İçme suyunda tasarruf
yetkisi yoktur. Zira suda menfezler açmak, ancak iki ortağın ittifakı ile
gerçekleşebilir. Oysa yola doğru pencereler açmak, yola ortak olan birtek
kişinin dilemesiyle gerçekleşir. Öyleyse ilk bakışta yoldaki tasarruf sudan
daha güçlüdür. Bu görüşe şöyle cevap verilebilir: Sözü edilen tasarruf yolun
b\7"nf kendisinde de-
dace mülkiyetindeki
akardadır. Su için açılan menfezler bunun tersinedir. Zira bu ı bizzat içme suyunun kendisi üzerinde
uygulanır ve suyun miktarını etkiler. Oysa
cereler. y0İdakj jrtjfak hakkının görüntüsü olan geçişi etkilemez.
258- Bu görüşler,
Zeydiyyenin Hâdiviyye olanları ile olmayanları arasında ceryan den
görüntülerdir. Hanefiyye'nin, bu görüşü uygun bulanlannca içme suyu hakkını yol
hakkından öne almalarının illetini açıklayan sebebi şöyledir: Yeni müşterinin,
belâlarından emin olunmayan kişilerden olması durumunda, içme suyu ile ilgili
açacağı zarar çok büyük olacaktır. Zira bu zarar bizzat ekinlerin ve ağaçların
hayatını ilgilendirir Yolun zararına gelince onlar, bazı durumlarda meydana
gelmesi muhtemel sıkıştırmalardan ibarettir. Şufa hakkı zararı defetmek için
sözkonusu olduğuna göre, zararın kuvvetli oluşu da bazı serîlerin hakkını diğerlerine
tercih etme sebeplerini oluşturur. Dolayısiyle hanefilerden bir kısmının su ve
yolu eşit derecede tutmaları gerekçesiyle aynı akardaki ortaklık öne
alınmıştır.
el-Mecmâ ve şerhi,
elverişsiz suların geçiş hakkı demek olan sel suları hakkında herhangi bir
fikir beyan etmemişlerdir. Onların bu konudaki şufa hakkını, müştereklik
durumunda aynen yol ve su hakkı gibi kabul ettikleri ortaya çıkıyor. Çünkü
onlara göre şufa hakkının esası müşterekliktir. Hanefilere göre ise sel sulan
içme suyu ile yoldan daha sonra gelir. Anlaşılıyor ki Zeydiyye'nin görüşleri de
bu şekildedir. En doğrusunu Allah bilir. [50]
259-
el-Mecnıû'da, metni aşağıda olan bilgiler verilmektedir. Zeyd b. Ali (a.s), şuf
a'nın ortakların paylarına göre değil, şahıs sayısına göre olduğunu söyledi. Bu
hususun açıklamasında, Ravd en-Nadir'de şöyle geçmekte ve açıklaması şu
şekilde yapılmaktadır. Üç kişi arasında ortak bir ev veya arazi bulunsun.
Birisinin yarım, diğerinin sekizde bir, ötekinin de sekizde birinin üç katı
payı olsun. Yanm paya sahib olan kişi hakkını diğerlerine satsa bu yanm hisse
diğer ikisi arasında sekizde bir ve sekizde birin üç katına orantılı olarak
değil, eşit tarzda ikiye bölünerek verilir.[51]
Yani iki alacaklı,
şufaya talibolmaları bakımından eşitlik esasına göre dağılır. Buna göre sözü
edilen satılık yanm hisse sekizde bir hak sahibine dörtte biri, onun üç katı
hakka sahibolan diğerine de onun üçkatı dağıtılacak şekilde dörde değil, ikiye
bölünür. Bu görüş, Âli Beyt sülâlesi imamlarının (Allah hepsinden razı olsun )
görüşüdür. Ayn-ca Ebû Hanife ve arkadaşları ile Süfyan es-Sevri de aynı
görüştedir. Bu görüş, iki temel Prensibe dayanmaktadır:
a) Şufa
hakkı aslında her ikisi için de tam olarak tanınmıştır. Dolayısiyle her birinin
satılan maldan tam pay olarak talebetme hakkı vardır. Diğeri ısrar etmediği
takdirde öteki tek başına hakkı elde eder. Israr ettiği takdirde ise iki
alacaklı tam hak sahibi olarak karşı karşıya gelir. Böyle bir ısrar durumunda
aralarındaki mesele, iki tam eşit par. çaya bölünmek suretiye halledilir. Bunun
da ötesinde, ortaklıktan ibaret olan sebep birlik halindedir ve şufa hakkını
normalleştiren etkendir. Madem ki sebep birlik halindedir, öyleyse doğuracağı
sonuç da eşitlik esesına göre olmalıdır.
b) İkinci
temel prensip, şufa talebindeki hikmetin, yeni müşterinin vereceği zararı
ortadan kaldırmakta olduğudur. Gelecek zarar orantılı olarak değil,
bilakis.ölçüsüzce gelir. Nitekim küçük hak sahibine zarar verilme ihtimali
daha yakındır; zarar meydana geldiğinde daha şiddetli ve güçlü olur.
Bu görüş, Zeydiyye
cumhuru ile onlarla aynı görüşü paylaşan büyük İslam beldeleri fakihlerinin
görüşüdür. Burada başka bir görüş daha vardırki, o da bir kısım zeydilerle,
mâlikiler'in tamamının ve şafiilerin çoğunluğunun görüşüdür. Nitekim aynı
görüş, Ali (k.v)'den de rivayet edilmiştir. Buna göre ortakların paylan eşit
olmaması durumunda şufa ile ilgili verilecek hüküm eşitlik esesına göre değil,
mülkiyet oranına göredir. Bu görüşün hücceti, şufa hakkının şefi'in malik olduğu
akara ait mülküyetine dayandırılmasıdır. Bu mülkiyet, iki şufa istekilisi
açısından değişik ölçülerde olunca verilecek hüküm de aynı şekilde değişik
ölçülerde olmalıdır. Bu görüşün, Medine fakihlerinin çoğunluğunun görüşü
olduğunu söylemişlerdir. Bu fakihler arasında, Medine fıkhının ana çizgileriye
kendilerinde düğümlendiği Yedi Fakihler de bulunmaktadır.
260- Bu
hususlar, şufa konusunda serdettiğimiz, şufanın temel ilkelerinden birço: ğunu
içeren görüntülerdir. Bu görüşlerin, külli meselelerde değilde , cüz'i
konularda ay-nlsalar bile ana çizgileri ile Ebû Hanife ve ashabının mezhebi ile
uyuştuğunu görüyoruz. Aynca eî-MecnuVun bu babdaki mantığının, büyük İslam
beldeleri fakihlerinden olan dört büyük imam ve diğerlerinin mantığı gibi Ehl-i
Sünnet, âlimlerince ma'rûf hadislere dayandığını görüyoruz. Eğer Ali Beyt
tarikinden rivayet edilmişse vesika teşkil etmesi açısından ya diğerlerinden
rivayet edilenlerle uyum sağlamakta veya senedinde tartışma meydana
gelmektedir. Öte yandan bunlar, zararı ortadan kaldırmak, faydalı olanları
celbetmek açısından şer'i illet ve hikmetlere dayanmaktadır. Şimdi de başka bir
konuya; ziraatte ortaklık konusuna geçelim: [52]
261- Her ne
kadar hanefiler kıyas'a muhalif olarak ortaya çıkan istihsani bir akid olduğunu
söylemişlerse de, İslam âlimleri müzaraanm caiz olduğunda ittifak etmişlerdir.
Çünkü ona icâre denmesi uygun olmaz. Zira o müzaraada ücret belli değildir.
Şirket denmeside doğru olmaz. Çünkü ortaklığı sağlayan şey henüz ortada yoktur.
Bu Hanefilere göre bir kıyas hükmüdür. Lâkin hanefiler, müzâraa'yı istihsan'ın
geçerli saydığını söylemişlerdir. Çünkü o başlangıcı itibariyle icâre, sonucu
itibariyle de şirket durumundadır.
Zahirîler tarıma
dayalı araziden, belirli bir ücretle kiraya verilmesi yoluyla yararlanılmasının
caiz oluşunu reddetmişlerdir. Zira onlar, Nebi (s.a.v)'in ashabının yaptıkları
ile Nebi (s.a.v)'in işaret buyurduklarına sımsıkı tutunmuşlardır.
Biz el-Mecmû'un,
tarıma dayalı arazilerden, belirli oranlarda faydalanılabileceğini bize
açıkladığını görüyoruz. el-Mecmû'da, bu arazilerden belirli oranlarda
faydalanmayı oösteren haberlerin metni şu
şekildedir:
"Bana Zeyd b.
Ali, o da babasından, o da dedesinden , o da Ali (a.s)'dan naklen, Ra-sulullah
(s.a.v)'in araziyi üçte bir veya dörtte bir oranında kabala vermeyi
nehyettiğini anlatü. Ve Nebi (s.a.v) şöyle buyurdu: "Sizden birinizin
herhangi bir toprağı bulunduğunda onu eksin veya kardeşine karşılıksız iğreti
olarak versin" Birçok araziler karşılıksız yüzüstü kalınca Rasulullah
(s.a.v)'den kendilerine bu konuda ruhsat vermesini istediler ve istedikleri
ruhsatı tanıdı ve Hayber'i oradaki halka hurmalarını sulamaları, aşılamaları
ve muhafaza etmeleri karşılığında yanya verdi: Hurmalar olgunlaşıp devşirme
zamanı geldiğinde Abdullah b. Revaha (r.a)'ı gönderdi ve onların huzurunda göz
kararıyla takdirde bulundu; Yarı hisselerini kendilerine geri verdi."[53]
Bu rivayet, Ali
(k.v)'nin Nebi (s.a.v)'den yaptığı rivayettir. Bu rivayet, ziraatte ortaklığın
önce menedilip, sonra da mubah sayıldığını gösterir. Bu tarz ortaklığın
menedil-diğine dair birçok nakli şahidler mevcuttur. Nitekim (Buhari, Müslim)
ve Beyhaki Cabir (r.a)'den Rasulullah (s.a.v) döneminde boş gezen kişilerin
arazileri bulunduğunu ve bu arazileri üçte bir, dörtte bir ve yarıcılık esasına
göre kiraya verdiklerini, Rasulullah (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu rivayet
ederler: "Her kimin elinde fazla arazi varsa onu eksin veya karşılıksız
iğreti (sürekli) olarak kardeşine versin. Eğer bu uygulamadan çeki-nirse o zaman
toprağına sımsıkı sarılsın." Müslim, Râfi îbn-i Hudeyc dediki, Rasulullah
(s.a.v) bizim için faydalı olan bir işi nehyetti. Baş-göz üstüne... Allah ve
Rasulü bizim için en faydalı olandır. Oradaki topluluk:
-Nedir o ?
- Rasulullah (s.a.v):
" Her kimin bir arazisi varsa onu eksin veya kardeşine ektirsin. Yoksa onu
üçte bir veya dörtte birle veya da belirlenmiş bir yiyecek maddesiyle kiraya
veremez."
Şüphesiz bütün bunlar,
Ali (k.v)'den rivayet edilen nassm, üçte bir veya dörtte bir
asıyla yapılan ziraat
ortaklığını menetmekten ibaret olan birinci bölümün şahidleridir.
Böyle bir menedişten
sonra mubah kılınışından ibaret olan ikinci bölümün de, Müslim ve Buhari'nin rivayetlerinden oluşan şahidleri
vardır. Nitekim Buhari Sahih'inde Abdullah b- Ömer'den naklen şu haberi
almıştır: "Abdullah b. Ömer şöyle dedi: Nebi (s.a.v)
Hayber'i, Hayber
Yahudilerine, bakmalan ve ekmeleri karşılığında verdi. Üretimin yansı onlara
aitti." Sahihi Müslim'de de. Nebi (s.a.v)'in, Hayber yahudilerine kendi
malları olan Hayber hurmalıklarını geri verdiği, yalnız ürünün yarısının
Rasulullah (s.a.v)'e ait olduğu geçmektedir. Bir ifadade ise şöyle geçer:
Rasulullah (s.a.v) galip gelince Yahudileri Hayber'den çıkarmak istedi.
Resülullah'tan, kendi adına hurmalıkların bakım işlerini üstlenmek ve ürünün
yansıda kendilerinin olması şartıyla Hayber'de birakılmalan-nı istediler.
Rasulullah (s.a.v) onlara buyurdu ki: "Aynı şartlarda dilediğimiz sürece
sizi orada bırakıyoruz" Hz. Ömer kendilerini çıkarıncaya kadar orada
kaldılar.
İşte bu şekilde
el-Mecmuda olduğu gibi Ali (k.v)'nin hadisindeki ikinci bölüme ait birçok
şahidler bulmaktayız.
262-Şimdi de
birbirlerine destek sağlayan bu hadislerin delâlet ettiği şeylere bir göz
atalım. Buna göre Nebi (s.a.v) üçte bir veya dörtte bir ya da herhangi bir
yiyecek çeşidinin herhangi bir miktarına ziraatte ortak olmayı menetmişti. Mal
sahibine de bizzat kendisinin ekmesi veya mâli hiçbir karşılık almadan ekmesine
kardeşine bırakması dışında hiçbir şeyi mubah saymıyordu. Sonra Nebi (s.a.v)
bu uygulamayı, Hayber Yahudileri için ortaya koyduğu işlemle mubah saymıştır.
Bu noktada, Hayber
arasizi etrafında bir tartışma konusu geliştiriliyor. Buna göre, Raulullah
(s.a.v)'in yaptığı işlem, müslümanlann işlerini yöneten kişi olması hasebiyle
idi. O bölge de beytülmal topraklarına dahildi. Yönetimin lideri de gelenek
olarak, bey-tülmal hesabına ziraatçılık yapmaz. Öte yandan Nebi (s.a.v)'in
aldığı mahsûl haraç hük-mündeydi. Rasulullah'ın Hayber arasizi ile ilgili
olarak yaptığı bu işlem, yukanda anlatılan şekilde ve sözkonusu yetki
çerçevesinde olduğuna göre, acaba Rasulluah (s.a.v)'in yaptığı bu işlem
tarımsal toprağa sahip olan herkes için genel anlamda bir izin sayılır mı?
Nitekim Ali (r.a)'m görüşü, bu noktaya olumlu işarette bulunmaktadır. Zira o,
mubah oluşun illetini, arazilerin yüzüstü bırakıldığından şikayet ettikleri
anda genel anlamda ruhsat verilmesi tarzında açıkladı. Hz. Ali (r.a)'nin
açıklamasının dayandığı nass şöyledir: "Arazilerin birçoğu yüzüstü
bırakıldı. Resülullah(s.a.v)'den, kendilerine bu konuda ruhsat verilmesini
istediler ve istedikleri ruhsatı tanıdı." Bu nass gayet açıktır.
Fuka-ha'nın cumhuru da bu görüşe sahiptir. Cafer Sadık'ın da şöyle dediği
rivayet olunur: "Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali te'vil getirerek
arazilerini üçte bir veya dörtte bir esasıyla başkalarına veriyorlardı.
Sahabenin çoğunluğu da aynı işlemi uyguluyorlardı. Ebû Hanife (r.a)'den yapılan
bazı rivayatlar dışında dört mezhebin fakih imamları da bu konuda icma
etmişlerdir.
Nitekim fakihler,
toprakların icara verilmesini, verilen bu ruhsata dayanarak caiz gördüler.
Çünkü yarıcılıkta olduğu gibi başkalarının emek gücünden yararlanmaya ruhsat
verilmesi, bir miktar mal karşılığında da olabilir. Hatta bu husus, ruhsat
verilmeye daha layıktır. Çünkü icar, talep edilmesi tartışmaya yol açmayacak
olan önceden belirlenmiş bir mal miktarıdır. Zira taraftarlarca malum olmayan
bir durum sözkonusu değildir. Ayrıca kiraya vermede işi yokuşa sürme meydana
gelmez. Oysa ki ziraat ortakçılığında müsamahakarlık olmazsa zorluk çıkarma
işi cereyan edebilir.
Zâhiriyye'nin bu
konudaki anlayışı, ruhsat vermenin nassda belirtilen ekin veya meyvelerdeki
yarıcılıkla sınırlı olduğu şeklindedir. Kiraya vermek ise apayrı bir şeydir,
onun kapsamına girmez. Zira zahiriler, kıyası benimsememektedirler. Onlara göre
kiraya vermek, ziraatleki ortaklığa kıyaslanamaz. Bu görüşlerini, birçok
tabiinin, tarım arazilerini altın ve gümüş karşılığında kiraya vermeyi
benimsemedikleri teziyle temize çıkarmaktadırlar. Nitekim Hasan el-Basri'den,
toprağın kiraya verilmesini hoş karşılamadığı rivayet olunur. Tabiinden
Muhammed b. Sirin'de toprağın altın ve gümüş karşılığında kiraya verilmesini
çirkin karşılıyordu.
263- Gerçek
şu ki, tarımsal arazinin para karşılığında icara verilmesi sahabe arasında
tartışma konusu değildi. Bilakis olay icma konusuydu ve elde edilecek menfaati
satmak anlamı taşıdığı için ruhsat verilmeye de gerek duymamaktaydı. Elde
edilecek menfaati satmak ise birşeyin bizzat kendisini satmak gibi caizdir.
Nitekim Râfi b. Hu-deye'den toprağın kiraya verilmesi sorulduğunda, şöyle dedi:
"Nebi (s.a.v) bir toprağın kendisinden elde edilen ürünleri karşılığında
kiraya verilmesini nehyetti. Soruyu soran kişi devamla diyor ki, ona bir
toprağın altın veya banknot karşılığında kiraya verilmesi konusunu sorduğumuda
şöyle söyledi: "Altın veya banknot karşılığında kiraya verilmesinde
hiçbir sakınca yoktur.
Böylece elde edilen
ürünün bir bölümü karşılığında kiraya verilmesi sırasında ne kadar ürün elde
edileceği hususunun bilinmemesi tartışmalara yol açacağından, ruhsatın
sözkonusu edildiği anlaşılmaktadır. Altın ve banknot karşılığında kiraya verme
konusuna gelince, bu noktada herhangi bir kapalılık bulunmamakta ve tartışmaya
gerek kalmamaktadır. Nitekim Ravd en-Nadir'de şöyle geçmektedir: Kânun koyucunun
maksadı, içinde hiçbir aldatmanın bulunmadığı ve karşilklı sürtüşmelere neden
olmayan herhangi bir şey karşılığında kiraya verilmesini caiz görmektir.
Velhasıl, hakikati anlaşılmak istenen nehiy, Hayber ehline uygulama yapılırken
men ve ibâhadan ibaret iki durumun birisi olan ibâhanın uygulanmasıyla
neshedilmişir. Ayrıca belirli bir sebebe dayanan, haberin siyakından da öyle
olduğu anlaşılan husus, fâsid bir şart taşımasından dolayıo nehyedildiği
şeklindedir."[54]
Bu açıklama, üretilen
ekin veya meyvelerin bir kısmı karşılığında ziraatte veyahut-ta bahçelerde
ortaklıktan nehyedişin mutlak manada bir menediş amacıyla değil,sadece birtakım
fasid şartlar içerdiği için yapıldığını ifade etmektedir. Yahut da hicretin ilk
yıl-lannda kardeşlik bağlarını güçlendirme konusunda olduğu gibi yardımlaşmaya
ve ikti-
eşitliği sağlamaya son derece ihtiyaç
duyulduğu için müzaraa nehyedilmişti. Ancak ne zaman ki işler yerliyerine
oturup halk her bakımdan doyuma ulaşınca, kamu düzeni müzaraayı mubah sayar
duruma geldi.
Müzaraayı mubah sayan
hadisin ravisi İbn Hudeyc adı geçen nehyedilişin illetini kendi tarikinden
gelen başka bir hadisin kapsamı içinde açıklamıştır. Nitekim Hanzala b. Kays
el-En sâri'den, Râfi b. Hudeyc kendisine, altın veya banknot karşılığında
toprağı kiraya vermenin durumunu sorduğu, hiçbir sakıncasının bulunmadığını,
zira Rasulullah (s.a.v) döneminde birkısım tarım ürünü karşılığında toprağı
biribirine kiraya verdiklerini, berikinin sermayesi helak olurken ötekinin
kendisini kurtardığını, halk arasındaki kira olayının sadece bu şekilde
olduğunu, işte bundan dolayı o tür müzaraadan menolun-duğunu fakat, belirlenmiş
ve güvence altına alınmış şey konusunda ise hiçbir sakınca bulunmadığını
söylediği rivayet olunur.
Böylece, sözleşmedeki
şartlar sürtüşmeye yahut taraflardan birisini herkes tarafından anlaşılan bir
zulme götürecek açık kapı bırakmadığı sürece, bir miktar mahsûl ve meyve
karşılığı tarımda, bahçeleri sulamada (müsâkât) ortaklığın mubah olduğu ortaya
çıkıyor. Zira akidler, taraflar arasında dengeli bir eşitlik esası üzerine
kurulur.
Tarımsal arazideki
kiralama konusuna gelince, zâten onun mübahlığında hiçbir sakınca yoktur.
Çünkü burada ücret bilinmektedir ve sürtüşmede ortadan kalkmıştır.
264- el-
Mecmû'öa, metni aşağıda bulunan şu haber geçmektedir: "Zeyd b. Ali şöyle
dedi: Çalışmak çiftçiden, tohum ise toprak sahibinden veya çiftçiden olmak
üzere bir yıl veya daha fazla süre için toprağın kiraya verilmesi durumunda
üçte bir veya dörtte bir oranında müzâraada bulunmak caizdir. Böyle bir sözleşme
komple caizdir. Ancak toprak sahibi çalışmanın bir bülümüne şart koşarsa bu
uygulama fasid ve batıl sayılır."
Bu açıklama, İmam
Zeyd'in görüşüdür. Yine bu görüş, Nebi (s.a.v)'in İmam AH b. Ebi Talib
(r.a)'nin rivayet ettiği haberde verdiği ruhsatın içeriğini uygulama alanına
koymaktır. Dolayısıyla İmam Zeyd, müzâraanın üçte bir veya dörtte bir oranında
caiz olduğu gibi, bunun peşinden de yarım veya daha aşağı oranlarda caiz
olacağını söylemiştir. Çünkü esası serbestliğe ve karşılıklı gönül rızasına dayalı
her ittifak, her iki müttefiki de bağımlı kılan ittifaktır. Böylece İmam Zeyd,
tohumların toprak sahibindan veya emek sahibinden olmasında ayrım gözetmedi. Bu
duruma göre tohum toprak sahibine ait olursa ittifak tutarlı, ziraat de doğru
olur. Eğer tohumun emek sahibine ait olması şeklinde ittifak edilirse o
durumda da müzâraa sahihtir. Bu açıklamanın gidişatından, emeğin gereği olan
hususların toprak sahibine ait olamayacağı ortaya çıkmaktadır. Çünkü müzâraanın
esası, birisinin toprakla, diğerinin de emekle önplana geçmesidir. Bu durumda
emeğin toprak saahibine ait olması düşünülemez. Çünkü bu anlayışın varacağı
yer, her iki bedeli de tek tarafın karşılaması şeklindedir. Bu durum
haddizatında makul olmadığı gibi, aynı zamanda mübadelelerde İslam'a dayalı
anlaşmaların esasının, karşılıklı hak ve ödevlerde dengeyi sağlama tarzındaki
genel İslami ilkelerle de uyuşmamaktadır. Şüphesiz bu anlayış, müzâraanın
mübahlığı ile ilgili olarak gelen haberlerin açık ifadesidir. Nitekim Nebi
(s.a.v) toprağı, çalıştırmaları için kiraya vermiştir. Ravd en-Nadir sahibi bu
konuda şunları söylüyor: " Zeyd b. Ali'nin "emek çiftçiden olduğu takdirde"
ifadesi, işçi anlamındadır. Bu husus, müzâraanın cevazı konusundaki hadisin :
"Hurmalıklarına bakmaları şartıyla Hayber'i hayberlilere verdim"
ifadesinden çıkarılan diğer bir şarttır. Buna göre hadiste, mal sahibinin,
emekle igili hiçbir şeyle bağımlı olmadığı anlamı bulunduğu gibi, ayrıca
hadis, emeğin gereği olan bütün araçların, emeği üstlenene ait olduğunu da
belirtiyor. Çünkü emek ancak bunlarla tamamlanır. Bu görüş Müslim'in, daha önce
geçen Hayberlilerin kendi mallarında çalışmaları tarzındaki rivayetinin açık
şeklidir.[55]
Buna göre, zeydiler'in
nazarında nıuzâraa'nın dört şekli vardır. Bunların ikisi geçerli, ikisi de
geçersizdir.
a) Emeğin,
çift süren hayvanın ve tohumun bir tarafa, toprağın da diğer tarafa ait olması.
Bu şekil, geçerli olanıdır.
b) Emeğin ve
çift süren hayvanın bir tarafa, tohum ve toprağın da öteki tarafa ait olması.
Bu da geçerli olan diğer bir şekildir.
c) Emeğin
bir tarafa, çift hayvanı ve tohumun da toprak sahibine ait olmasıdır. Bu şekil
müzâraa geçersizdir. Çünkü çift hayvanı emeğin beraberindeki araçtır ve ona
tabidir. Emeğin veya emeğin beraberindeki aracın toprak sahibine ait olması
mümkün değildir.
d) Tohumun
çiftçiye, toprağı işlemenin de diğer tarafa ait olmasıdır ki, bunun geçersizliği
zaten ortadadır.
265- İmam
Zeyd (r.a), Nebi (s.a.v)'in ruhsat verişinde olduğu gibi müzâraanın gereklerinden
olmayan her şartın geçersiz bir şart olduğuna açıklık getirmiştir. Buna göre
çiftçi işleyeceği toprağın bir bölümünün kendisine ait olması şartını getirecek
olsa bu şart geçersiz sayılır ve beraberinde müzâraa sözleşmesi de ortadan
kalkar. Aynı şekilde Çiftçi belirli bir fazlalıkla kendisine imtiyaz tanınması
şartını getirirse bu gibi şartların sürtüşmeye götüren şartlar olması nedeniyle
geçersiz sayılır. İfadenin dış görünüşü, bu gibi şartların getirilmesiyle
anlaşmanın temelinden geçersiz olacağı tarzındadır. Bunun nedeni, bu tür
şartların sürtüşmeye götürmesi, ayrıca Nebi (s.a.v)'in ruhsat verdiği alanın
dışına taşmasıdır. Nebi (s.a.v)'in emrinin hilafına cereyan eden her husus, onu
yapana karşı bir cevaptır ve Sari böyle bir uygulamayı onaylamaz. [56]
266- el-
Mecmû'da hibeye özgü olarak gelen haberlerin bir bölümünü nakletmeden önce,
gönlü mutmain kılmak için Zeydiyye fıkhından bir bölüm zikredelim. Çünkü İmam
Mâlikten gelen, zevcenin hibe yapması konusundaki haber müstesna, dört mezhep
fakihleri bu hususta Zeydiyye fıkhı karşısında değişik bir durum
sergilememişlerdir. Şu husus hibe meselesinin ana çıkış kaynağını teşkil eder:
Acaba malın tamamı
hibe edilebilir mi, yoksa vasiyet konusunda olduğu gibi sadece üçte biri mi
hibe edilebilir? Zira vasiyet, fukahanm icmaıyla malın sadece üçte biri dahilinde
caiz olabilir. Vasiyetin, bu üçte bir bölümü (aşan kısmı İse fakihlerin çoğunluğuna
göre varislerin uygun bulmalarına dayanır. Bazı alimler ise bu taşma durumunda
vasiyetin geçersiz sayılacağını söylemişlerdir.
Bu konu üzerinde
Zeydiyye fakihleri ve Al-i Beyt fakihleri ayrılığa düşmüşlerdir. Bir kısmı,
hibeyi yapan kişinin aklı yerinde olup, ölüm komasına düşmek gibi bir hastalığı
bulunmadığı sürece hibeye bir sınırlama geürilemiyeceğini söylemişlerdir. Bu görüş,
İmam Zeyd'den rivayet edilmiştir. Ayrıca İmam Malik'ten "kadının üçte
birden daha fazlasıyla hibe yapması" konusunda rivayet edilen haberin
dışında dört mezhep imamı da bu görüştedir. İmam Malik'ten yapılan rivayete
göre böyle bir durum ancak kocanın izni ile caiz olabilir. İmam Hadi
ile'l-Hakk'in da içinde bulunduğu Zeydiyye'den başka bir gurup ise hibe yapanın
ve hibe edilen malın durumu ne olursa olsun, hibenin sadece üçte bir dahilinde
olabileceğini söylemişlerdir.
267-Birinci
görüşle ilgili olarak birçok deliller ileri sürüldü:
a) Malda
esas olan, malikinin rızası ve gönlünün hoşnutluğudur. Mal sahibi malında
serbesttir; dilediği şekilde tasarrufta bulunabilir. Mülkiyetin semerelerinden
birisi budur. Nitekim Nebi (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
" Müslüman bir
kişinin malı, başkasına ancak gönlünün hoşnutluğuyla helal olur." Böylece
Nebi (s.a.v), başkasına bağışta bulunmada gönlün hoşnutluğu ve gönlün
hoşlandığı yere verilmesi esasım getirmiştir. Şüphesiz mülkiyet kesinlik
kazanmıştır. Hibe edenin gönlüde malının tamamını hibe etmekle hoşnutluk
duyuyorsa hibe uygulama alanına konabilir. Zira getirilen esas yerini bulmuş
ve ana ilke gerçekleşmiştir.
b) Nebi
(s.a.v) malın tamamının cihad yolunda sadaka olarak verilmesini caiz görmüştür.
Sadaka ise hibenin bir bölümüdür. Nitekim Ömer b. Hattab'dan şöye dediği rivayet
edilmiştir:" Rasulullah (s.a.v) bize sadaka vermekle emretti. Bu emir,
yanımdaki mala denk geldi. Dedim ki, eğer Ebubekir'i geçeceksem, bu gün
geçerim. Hemen malımın yarısını getirdim. Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
-Ailenin geçimi için
ne bıraktın ? Dedim ki:
- Bir o kadarım. Hz.
Ebubekir, yanında bulunan malın tamamını getirdi. Rasulullah (s.a.v):
Ailenin geçimi için ne
bıraktın ? Ebu Bekir şöyle dedi:
Onlara Allah ve
Raşulünü bıraktım."
Şühbesiz bu hadis,
hibenin üçte bir ile sınırlanmadan caiz olduğu konusunda sarihtir.
c) Mal
sahibi konusunda aslolan, mülk sahibinin tasarruftan menedildiği kesinlik
kazanan bölümün dışında serbestçe tasarrufta bulunabilmesidir. Malın tamamının
veya yansının veya daha çoğunun veya azının hibeden menedildiği durumu kesinlik
kazanmamıştır.
Ayrıca hibeyi vasiyet
gibi kabul etmek de doğru olmaz. Zira malın üçte birinden fazlasıyla vasiyette
bulunmak, ölüm sonrası hayata eklenmiş bir tasarruftur. Vasiyet esnasında üçte
bir oranına tecavüz etme durumu varislerin hakkının üzerine çıkar. Ayn-ca bu
noktada miras ayetleri ile çelişki meydene gelir. Dolayısiyle bu durumda varislerin
iznini almak zorunluluğu vardır. Bu deliller, fukahanın cumhuru ile, aynı
görüşü paylaşan bir kısım Zeydilerin hüccetleridir. Hâdî'nin el-Ahkâm adlı
kitabında belirttiği gibi Zeyd'in de aynı görüşte olduğu rivayet edilir.
268-
el-Hadi'nin önderliğini yaptığı ikinci görüşün hücceti ise, el-Münîehab adlı
eserinde belirttiği gibi şu esaslara dayanır:
a) Ölçüsüz
dağıtmaktan sakındırmak. Bu ilke, gerek Kur'an-ı Kerim, gerekse Nebevi
Sünnette kesinlik kazanan temel bir ilkedir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Bir de akrabaya,
yoksula, yolcuya hakkım ver. Gereksiz yere de saçıp savurma. Zira, böylesine
saçıp savuranlar, şeytanların dostlarıdır. Şeytan ise Rabbine karsı çok
nankördür. Eğer, Rabbinden umduğun bir rızkı beklemek durumunda olduğun İçin onlara
bakamıyorsun, hiç olmazsa, kendlerine gönül alıcı bir söz söyle, eli sıkı olma;
büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker
kalırsın." (İsrâ 26-29)
Bu yüce nassın, hem
miskine ve hem de yolda kalmışlara yapılacak yardımı sınırlandırılmış bir
ölçüyle tahdid ettiğini görüyouz. O sınırlama da, hesapsız harcama yapmam
aktır.
Nitekim Ebu Hureyre,
Nebi (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Önce kendi nefsinden
başla ve ona harcamada bulun. Eğer bir şey artarsa ailene, ailenden de birşey
artarsa yakın akrabana tasadduk et. Bu şekilde..." Yani malını dilediğin
kişilere tasad-duk etme hakkın vardır.
Cabir b. Abdullah
şöyle demiştir: " Biz Rasulullah (s.a.v)'in yanında bulunuyorduk. Bir adam
yumurta büyüklüğünde bir altın getirdi. Dedi ki ya Rasulullah, yerin altından bunu
buldum. Bunu sadaka olarak al. Bundan başka mâlik olduğum bir şey yok. Adam bu
sözü defalarca tekrar ettiği halde Nebi (s.a.v) ona ilgi göstermedi. Sonra
Aleyhisselâm, onu aldı ve adama doğru fırlattı. Eğer altın adama değseydi onu
haklardı ve Aleyhisselâm şöyle buyurdu:" Sizden biriniz elindeki malını
getiriyor ve bu sadakadır, diyor. Sonra da oturuyor insanlara el-avuç açıyor.
Sadakanın en hayırlısı, zenginin sırtından gelendir."
Şüphesiz bu nasslar ana
çizgileri ile, hiçbir insanın, malının tamamanı hibe etmesi veya sadaka olarak
vermesinin helal olmadığını gösteriyor. Fakat vereceği sadakanın en üst limiti
nedir ? Nebi (s.a.v)'in, hiçbir işi açıklamasız birakmadığmı söylerler. Nitekim
Ebû Dâvud, Ka"b b. Mâiik'in şöyle söylediğini rivayet eder: Rasulullah'a:
-Ya Rasulullah, benim
Allah'a tevbe edişim, malımın tamamını Aliah ve Rasulünün rızası için sadaka
olarak dağıtmama imkan verir mi ?
-Hayır.
-Yansını ?
-Üçte birini ?
-Evet, buyurdu.
Bu hadis, sahibi
bulunduğu malın üçte birinden fazlasını hibe etmenin caiz olmadığının nassmı
teşkil etmektedir.
b) Şer'î
tasarruflarda aslolan, kânun koyucu'nun emrinden mesaj beklemesidir. İnsan ne
zaman bir mala sahip olursa, harcamalarında Şâri'İn emirleriyle sınırlı duruma
girer. Nitekim Nebi (s.a.v), malın üçte birinden fazlasiya tasadduk etmekten
sakmdırmıştır. Çünkü böyle bir tasarruf yasaklandığı için, daha fazlasıyla
tasaddukta bulunmak geçersiz olur. Böyle bir yasaklama da, usûl alimlerinin
çoğunluğuna göre geçersiz sayılmayı gerektirir.
c) İcma,
üçte birden daha fazlasıyla vasiyyetin, ancak varislerin uygun görmeleri
durumunda uygulamaya konulacağım kararlaştırmıştır. Çünkü Nebi (s.a.v)'İn, üçte
birden daha fazlasıyla vasiyet edilmesini normal bulmadığını belirten Sa'd b.
Ebî Vakkâs' hadisi vardır. Bu hadiste şöyle buyuruyor: "Üçte bir de
çoktur."
d) Adaklara
kıyas edilmesi. Zeydiyye'ye göre malın üçte birden fazlasında adak caiz
değildir.
269- Birinci
görüşün taraftarları getirilen bu delilleri, hesapsız harcama yapmanın veya
cimriliğin ölçüsünün sadece miktar olmayıp, aynı zamanda harcamanın yapıldığı
yerin de sözkonusu olacağını belirterek reddetmişlerdir. Bu anîamda, İbn
Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilir:
"İyilik yolunda
harcanan bin dirhemde hiçbir israf bulunmaz; fakat iyilik ölçüleri dışında
harcanan bir dirhem israftır." Öyleyse harcama yapılan yerin iyilik
değerlerini taşıması durumunda, böyle bir infak, yasaklanmış olan israfın
kapsamı içerisine girmez.
Allah Teala'nm :
" Ölçüsüzce harcama yapanlar, şüphesiz şeytanların dostlarıdırlar."
(İsra 27) ayetinde kötülenmiş olan, o harcamaların iyilik değerlerini
taşımaması durumundadır. Şüphesiz onların şeytana kardeş olmaları,
harcamalarının iyilik değerleri değil, kötülük değerleri uğrunda olmasıdır. O
halde bütün varlığını Allah yolunda tasadduk eden kişi nasıl şeytana dost
olabilir? O zaman tasarrufu, amaçladığının hilafına gerçekleşmiş olur. Lakin
böyle bir kimsenin şeytana dost olması mümkün değildir. Kışku-suz sözkonusu
nassın içeriğinde harcamanın yoksullara ne ölçüde yapılacağının belirlenmesi
bulunmaktadır ve nass sadece iyilik değeri ile ölçüsüz davranma arasında bir
karşılaştırma yapmak için gelmiştir.
Üçte bir ile sınırlama
konusunda yasaklama getiren hadisler ölüm hastalığı anında tasarrufta
bulunmakla ilgili olarak gelmişlerdir. Nitekim "zenginin sırtından gelen
sadaka" hadisi üçte bir ile sınırlama anlamı ifade etmemekte, aksine
kişinin gerek kendisine ve gerekse ailesine yetecek şeyleri normal ölçüler
içerisinde geri bırakmasının zorunluluğu anlamını taşımaktadır. Şüphesiz halk
gaflet içerisinde olmadığı sürece, uğrunda dinleri için herşeylerini feda
ettikleri cihad halinde olmaları hariç, aynı şekilde davranır. Nitekim Ebubekir
Sıddık'm yaptığı gibi. Ancak onun, bu cihad hali dışında bütün malını ortaya
serdiği kendisinden rivayet edilmemiştir. Bu olay ise Muhammed b. Abdullah'ın
(Salatın ve selamın en mükemmeli onun üzerine olsun) takdirle karşıladığı Ömek
bir davranıştır.
Anında uygulamaya
konulan tasadduk yahut gene anında icra edilen hibe, vasiyete veya şarta bağlı
adağa kryaslanamaz. Çünkü anında uygulamaya koyma işi, şarta bağlamaya ve
başka bir hususa izafe etmeye aykırıdır. Şarta bağlama olayında kişi işinin sonucundan
hiçbir şey bilemez. Ayrıca vasiyette de mirası girift duruma sokan bir yön
vardır. Sadaka ve hibe olayında sınır getirilmesi, Rasulullah (s.a.v)'in
muharebesini engelleme amacına yönelik olurdu.[57]
270- Hibenin
miktarı konusunda zikrettiklerimiz, İslam fıkhı içerisinde hibeyi üçte bir ile
sınırlandırmaktan ibaret olan çok nazik bir görüşü kapsamaktadır. Sadaka da
aynı şekildedir. Biz bu görüşün ele alınışını, üzerine oturduğu esas temayı ve
aynca etrafında cereyan eden münakaşaları açıkladık. Şimdi de, genel yapısı
içerisinde İmam Zeyd'in dört mezhebin değişmez temel kurallarıyla uyum
sağladığı konuya geçiyoruz. Bu konu, Ah' (k.v)'nin hadisine dayanmaktadır.
el-Mecmü'ûa şöyle
geçmektedir: "Bana Zeyd b. Ali, ona babası, ona da dedesi, ona da Ali
Aleyhisselâm anlattı ve dedi ki: Hibe ve sadaka ancak sözkonusu malın taksim edilmiş
ve ele geçmiş olması durumunda caiz olabilir. Ancak kişinin kendisine zorunlu
saydığı sadaka bu kapsamın dışındadır. Nasıl ki kişi kendi nefsi için zorunlu
olarak ayırmışsa, aynı sadakayı Allah için halis bir niyetle vermesi
icabeder."
Zeydiyye, bu nassın
içerisindeki "taksim edilmiş" ifadesine nisbette bulunarak tartışma
açmıştır. Nitekim başka bir tarikte "maksümeten" ifadesi yerine
"ma'lümeten"deyimi kullanılarak rivayet edilmiştir. Şüphesiz bu
rivayet, Hz. Ali'den, hükme nisbet edilerek yapılan rivayetle uyum sağlayan bir
rivayettir. Hz. Ail'den hükme nis-bet edilerek yapılan rivayet de, taksim
edilmiş olmanın şart teşkil etmediği tarzındadır. Dolayısiyle böyle bir
değişikliğin, kitabı kaleme alanlar tarafından yanlış yazıldığı için meydana
geldiği söylenir.
Fakat ben, taksim
edilmeyi şart koşmanın, mah elde bulundurmayı şart koşmakla açıkça uyum
sağladığı görüşündeyim. Ayrıca bu olay İmam Zeyd (r.a)'ın görüşüyle de uyum
sağlıyor. Buna göre İmam Zeyd taksimi yapılmamış ortak malın ele geçirilmesinin
şart olduğu , aynı zamanda böyle bir malın hibe edilebilmesi için taksim
edilmesinin şart olduğu görüşündedir. Bu duruma göre taksimi yapılmamış
müşterek malın hibe edilmesi, ancak ele geçirilmesi (kabz) ile tamamlanmış
sayılabilir. Bu durum, müşterek malın taksim edilebilir cinsten olması
halindedir. Ancak taksim edilemeyen türden bir malın hibesi, İmam Zeyd'e göre
sahih olmaz.
Ebû Hanife, taksim
edilemeyen taşınmaz malın hibesinin, ancak oraya yerleşmek suretiyle de
tamamlanacağını söylemiştir. Zira bu durum, kendisine nisbetle malı ele
geçirmenin en uç noktasını teşkil eder. Ancak hibe edilen malın taksim
edilebilir türden olması durumunda hibe ancak malın bölünmesiyle de
tamamlanır. Zira yerleşilebi-lir olduğu sürece, istenilen mükemmel şekilde elde
etme olayı meydana gelmiştir. Bölünebilir türden olup da bölünmesi mümkün
olursa, böylece mükemmel şekilde elde etme olayı (kabz-* kâmil) meydana gelmiş
olur. Bir kısım Zeydüerle İmam Şafii ve İmam Malik hibenin tamamlanabilmesi
için, alış-verişteki gibi kabzın şart olmadığını söylemişlerdir. Buna göre mal
ister taksimi yapılmasa bile yine de muşâ'ın (taksimi mümkün olmayan malm)
hibesi caizdir.
271- Buna
göre, fakihler arasındaki farklı düşünceler öncelikle kabz ilkesine dayanmaktadır.
Taksim olayındaki düşünce farklılıkları ise kabz ilkesindeki ihtilafa tabidir.
Böylece İmam Zeyd,
İmam Bakır, İmam Sadık ve Nebi sülalesinden büyük bir gurup, bu kabz (malı elde
bulundurma) gerçeğinin hibenin tamamlanmasında şart olduğu görüşündedirler.
Hatta hibeyi yapan veya kendisine hibe yapılan kişi maîı bizzat ele geçirme
olayı (kabz ) gerçekleşmeden ölürse, hibe geçersiz olur ve hiç yapılmamış kabul
edilir. Bu görüş, Ebû Hanife ve ashabının, ayrıca Ebubekir ve Ömer (r.a)'m da
aralarında bulunduğu ileri gelen sahabilerin oluşturduğu büyük bir gurubun
görüşüdür. Nitekim Ömer b. Hattab (r.a) bu konuda : "Şu adamlara ne oluyor
ki, çocuklarına bağışta bulunuyorlar da, sonra o malı sımsıkı tutuyorlar.
Onlardan birisinin çocuğu ölse der ki, "malım benim tasarrufumdadır; onu
kimseye vermedim."
Adam kendisi öleceği
zaman da der ki:
"O malı ben o
oğluma vermiştim." Her kim bir mal bağışlar da bağışladığı mal, bağışlanan
kişinin elinde olacağı şekilde teslim etmez de ölürse hibe sözü geçersiz
sayılır ve mal varisine kalır. Yine Hz. Ömer şöyle dedi: "Bağış yapmak,
yapılanın eline geçmediği sürece mirastır."
Şüphesiz bu görüş,
sadaka anlamında olan hibeyi umûmileştirmektedir. Hibe, iyilikte bulunmak veya
ödüllendirmek içindir. Lâkin bu görüş, Hz. Ali (r.a)'den rivayet olunan habere
ters düşer. Zira Hz. Ali sadakayı bu kapsamın dışına çıkarmıştır. Zira sadaka,
taksim veya kabz olayı gerçekleşmeden, de tamamlanmış olur. Sadakanın bu
şekilde tahric edilmesi gayet açıktır. Çünkü sadaka adak demektir. Adağı yerine
getirmek zorunludur. Zira sadaka ile kendini yükümlü tutmanın, hemen yerine
getirilmesi, Nebi (s.a.v'in şu buyruğu gereğince vacibdir: "Her kim ki
Allah'a itaat anlamı taşıyan bir şeyi yerine getirmeyi adak yaparsa, o itaati hemen
yerine getirsin. Ama kim de Allah'a isyan anlamı taşıyan bir şeyi adak yaparsa,
o günahı işlemesin."
İkinci görüş ise,
hibenin herhangi bir kabz olayına muhtaç olmadığı şeklindedir. Bu görüşü bir
kısım zeydiler, İmam Malik, İmam Şafii ve İmam Ahmed paylaşmaktadırlar. Ayrıca
bu görüş Ali (r.a)'den naklen verilmiş rivayettir ve İbn Mes'ud 'un da
görüşüdür. Nitekim Cem'uî- Cevami' adlı eserde, Hz. Ali ve İbn Mes'ud'un, kabz
olayı gerçekleş-mese dahi sadakanın sadaka sayılacağını caiz gördükleri haberi
geçmektedir. Şüphesiz bu haber, Hz. Ali'nin bütün hibe türlerindeki görüşünün
aynı şekilde olduğunu göstermez. Zira el-Mecmû'un ifadesi, sadakanın bu
kapsamın dışında bırakıldığını ifade etmektedir. Bunun akla yatkın yönü
bulunduğunu biz de belirtmiştik. Çünkü sadaka Allah Teala içindir. Oysa Allah
Teala mah bizzat kabzetmez. Bilakis herşey onun egemenliği altındadır. Ayrıca
Allah Teala'nm seçilmiş bir vekili düşünülemez ki kabz işini o üstlensin.
Bu bağlamda, Hz. Ali
(r.a)'ye nisbet edilerek onun görüşlerinin tamamının el-Mecmûûz yansıtılmadığı
tarzındaki bizce de uygun karşılanan husus, Hz. Ali'nin düşünce sistemiyle
paralellik arzetmektedir. Ayrıca diğer rivayetlerle el-Mecmu daki rivayetlerin
arasını birleştirmeye imkan tanımayacak derecede büyük bir çelişki de bulun1
mamaktadır. Bilakis diğer rivayetler, el-Mecmû'da rivayet edilenlerle
uyuşmaktadır. [58]
272- el
-Mecmû'ûa şöyle geçmektedir: "Bana Zeyd b. Ali, ona babası önada dedesi
ona da Ali (r.a) anlattı ve dedi ki: "Her kim bir hibede bulunursa,
hibenin gereğince mü-küfaatlandırma olmadığı sürece geri dönme hakkı vardır.
Allah rızası için yapılan her hibe yahut sadakadan, hibe sahibinin geri dönme
hakkı yoktur."[59]
Nitekim Ali (r.a)'dan,
yukarıdaki rivayete yakınlık arzeden diğer bir nass rivayet edilmiştir. Ancak
bu rivayette ilaveler vardır. Buna göre, Ali (r.a)'nin şöyle söylediği rivayet
edilir: "Her kim bir hibe yapar da, bu hibesi ite Allah'ın rızası ile
ahiret yurdunu veya sıla-i rahmi murad ederse böyle bir hibeden geri dönüş
yoktur. Fakat her kim de bir hibe yapar da o hibesiyle dünyevi bir karşılık
dilerse onun için sadece bu karşılık vardır."
Bu son paragraf, Ebu
Hureyre'nin Nebi (s.a.v)'den şöyle buyurduğunu naklettiği rivayetle uyum
sağlamaktadır: "Kişi hibesinden sevap kazanmayı dilemediği sürece o hibesine
daha layıktır.” Bütün bu kaynak haberler biribirleri ile çelişki değil,
uyumluluk arzetmektedir. Bu haberler, hibenin iki kısma ayrıldığını gösterir:
a) Kendisi
ile, Allah'ın rızası murad edilen hibedir. Sadaka ile, sıla-i rahim kastedilen
bağış bu cümledendir. Böyle bir hibeden geri dönüş caiz olmaz. Ardarda gelen
kaynak haberler, bu hususu desteklemekte ve açıklık kazandırmaktadır. Bu
hibeden geri dö-nülmemesinin nedeni, Allah Sübhanehû ve Teala'nın, yerine
getirilmesi ile vadetmiş olduğu sevaptır. Bu, içerisinde hem dünyevi karşılık,
hem de sevap olan bir hibedir. Allah Teala'nın sevapla ödüllendirmesinden sonra
sevap verecek hiçbir kimse yoktur. Allah çok büyük ve çok yücedir.
b) İkinci kısım da, yukarıdaki tarzda olmayan
hibedir. Zeydilere, hanefilere ve diğerlerine göre bu tür hibeden geri dönmek
caizdir. Bir kısım fakihler ise, aşağıdaki hadise dayanarak, hibeden dönüşü
mutlak anlamda menederler: "Hibesinden dönen kişi, istifra edip
istifrasını tekrar yalayan köpek gibidir." Bu hadisi Buhari Sahih' inde,
İmam Malik'deM«va/ta'ında rivayet etmişlerdir.
273- İmam
Zeyd (r.a) mahrem sayılan akrabalara yapılan hibenin, Allah Teala'nın rızası
için yapılan hibe türünden olduğunu açıkça belirtmiştir. Bu açık ifade, dedesi
Ali (r.a)'den yaptığı rivayetin yorumudur. Nitekim el -Mecmû'da şöyle
geçmektedir: "Zeyd b. Ali Aleyhisselam, Allah rızası için yapılan
hibelerden birisinin de mahrem sayılan akrabalara yapılan hibe olduğunu
söyledi."[60]
Şüphesiz bu haber,
Nebi (s.a.v)'den rivayet edilen haberlerle uyum sağlam aktadır. Zira Nebi
(s.a.v)'den, şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Hibenin, mahrem sayılan
yakın akrabaya yapılması durumunda bu hibeden geri dönüş olmaz."
İmam Zeyd (r.a) mahrem
sayılan her yakın akrabaya yapılan bu hibeden, kendilerine hibe edilen şeyi
geri çevirmelerinin helal olmayacağı anlamını çıkarmıştır. Zira onlara yapılan
hibe Allah rızası içindir. Daha doğrusu o hibe, Allah Sübhanehü'nun, sıla-i rahimlerin
yapılmasından murad ettiği şeye icabet etmektir. Ve yine böyle bir geri dönüş gönülde
ızdırap doğurur. Bu yüzden akraba bağlarında kopmalar meydana gelir. Bu ise,
alimlerin ittifakı ile yasaklanmış bir durumdur.
Öyleyse bu mesele
üzerindeki bir kısım tartışmalara açıkça değinmek zorundayız. Şunları
söyleyebiliriz: Bir kısım alimler, hibeden geri dönüşü menetmişlerdir. Bunlar
arasında İmam Malik, İmam Şafii ve İmam Ahmed bulunmaktadır. Buna daha Önce işaret
ettik. Bu kapsamdan, sadece kişinin oğluna yaptığı hibeyi istisna kılmışlardır.
Bu konuda İmam Ahmed'in ve sünen sahipherinin Nebi (s.a.v)'den yaptıkları
şöyle bir rivayet vardır: " Babanın çocuğuna yaptığı hibe dışında, hiçbir
adamın bir bağış veya hibe yapıp da ondan dönüş yapması helal olmaz."
Nitekim bu imamlar hibe konusunda nefyettikleri veya isbatladıkları şeyleri
yukarıdaki hadise dayandırmışlardır. Bir çok Zeydîler, babalara verilen ruhsata
nisbet ederek bu imamlarla aynı görüştedirler. Bir kısım alimler ise, bu
ruhsatın anneye verildiğini söylemişlerdir. Biz de, babayı böyle bir ruhsata
özgü kılacak ayırıcı bir özellik hakkında baba İle anna arasında fark göremiyoruz.
274- Buraya
kadar bahsettiklerimiz, hibeden geri dönüşü benimsemeyenlerin görüşüdür.
Hibeden geri dönüşü caiz görenler ise bu konuda fikir ayrılığına düşmüşlerdir.
Buna göre hanefiler, aşağıdaki sekiz engelden birisinin bulunması dışında
hibeden geri dönüşün caiz olduğunu söylemişlerdir. O engeller şunlardır:
a) Hibenin
sadaka anlamında olması,
b) Mahrem
sayılan yakın akrabaya verilmesi,
c) Hibe
edilen malın helak olması,
d) Hibe
edilen malın, hibe edilenin mülkiyetinden çıkması,
e) Hibeye
karşılık bir ivaz verilmesi,
f) Hibe
edilen mala, ayırmayı mümkün kılmayacak bir ziyadenin yapılması,
g) Hibe
sözleşmesinde iki tarafı teşkil eden hibe edenden veya hibe edilenden birisinin
ölümü,
h) Hibenin,
kan-kocadan birisinin diğerine yaptığı hibe şeklinde olması.
Bir kısım Zeydîler,
yukarıdaki görüşü aynen benimsemişlerdir. Bu görüşlerin, İmam Zeyd'in mezhebi
ile uyum sağladığı açıkça ortaya çıkıyor. Fakat İmam Zeyd'in açıklamasında
hibe edilen malın helak olması durumu mevcut olmadığı gibi, kan-kocadan birisinin
diğerine hibe etmesi maddesi de bulunmamaktadır. Her ne kadar İmam Zeyd'e
nisbet edilerek ortaya çıkan mana, bu malın helak olması durumunda geri dönüş
konusunun, ortadan kalktığı tarzında ise de. Mala bitişen ve ayrılması mümkün
olmayan bir ziyade konusu da bunun gibidir.
Nitekim İmam el-Hadi
de kadının kocasına mihrini hibe etmesinin bağlayıcılık teşkil ettiğini
söylemiştir. Mahrem tabakayı takib eden amca oğlu ve dayı oğlu gibi tabakanın
yaptığı hibe de bunun gibidir; hibeden geri dönüşü engeller. Zira aralarında
yakın akrabalık bağı ve sıla-i rahimde bulunma gerekliliği vardır.
Bir kısım alimlar de,
kadının mihrini kocasına hibe etmesi durumundan geri dönmesinin caiz olduğunu
söylerler. Çünkü Allah Teala'nm şu buyruğu vardır:
"Eğer gönül
hosluğuyla o mehrin bir kısmını size bağışlarlarsa onu da afiyetle
ye-yin." (Nisa 4)
Nitekim Kadı Şurayh,
kadına bu hakkı tanımaktaydı: Bir kadın, kocasından mihrini istedi. Kocası,
kadının bu mihri kendisine bağışladığını söyledi. Bunun üzerine Şurayh
yukarıdaki ayeti okudu ve "eğer üzerine kadının bu işten gönlü hoş
olsaydı, istemezdi" dedi. Ömer (r.a) kadının hibe ettiği mihrinden geri
dönmesini, böyle bir olayın nefrete sebep olacağı korkusuyla caiz görüyordu.
275- Hibe konusunda sergilenen bu görüşler,
Zeydiyye mezhebi ile büyük İslam beldeleri fakihleri cumhurunun birliktelik
arzettiği ortaya çıkıyor. Bu hususlarda İmam Zeyd, büyük beldelerin
fakihlerinden farklı düşünmemiştir. Nitekim, Zeydiyye mezhebi müctehidlerinin
bir kısmının, malın üçte birinden fazlasıyle hibe yapmanın caiz olmadığını
söylediklerini söylemiştik. Bu durum, İmam Maük'in, kadının yaptığı hibe konusundaki
sözlerini istisna edecek olursak, büyük belde fakihlerinden hiçbirisinin farklı
bir şey söylemediği husustur. İmam Malik'e göre böyle bir hibe olayı, kocasının
onayı olmadan üçte birden fazlasında uygulanamaz. Diğer imamların görüşleri
arasında, böyle bir görüşü destekleyen veya uyum gösteren bir şey
bulunmamaktadır.[61]
276- Bu
çalışmalarımız, el~ Mecmuan çeşitli konularındaki değişik örneklerle ilgili
araştırmalardır. Biz, başlı başına fıkhi bir şerh ortaya koymayı amaçlamadık.
Eğer kas-dımız bu olsaydı, tek bir konuyu ele alır, o konu hakkında serdedilen
görüşleri ayrıntılarıyla verirdik. Sonra da onunla büyük belde fakihleri ve
İmamiyye mezhebi ile kaynak haberlere dayalı, kitap haline getirilmiş,
araştırması yapılmış, derinlemesine araştırmaların ve derslerin arındırmış
olduğu fıkhi görüşleri bulunan diğerleri arasında karşılaştırmalı etütler
yapardık. Lakin biz, değişik konulardan alınmış bu örneklerle, aşağıdaki dört
durumun açıklığa kavuşmasını amaçladık:
1-
Okuyucuya, bizimle birlikte bu kitabın atmosferi içerisinde yaşama imkanı vermemiz.
Bu da, onun içerisinde mekiJc dokumamızla metodunu yakından tanımamızla, onun
açtığı bayrak altında Zeydiyye mezhebi fakihlerinin ihtilaf ettiği konuları,
kitabın içinde geçen çelişik veya çelişik olmayanların arasındaki ayrıntıları
öğrenmemizle mümkün olur. Her ne kadar hepsi aynı kaynaktan b'eslense de, aynca
hepsinin de ana ilkeleri aynı olsa dahi şüphesiz renkleri çeşit çeşit olan
meyveleri bu stil üzere toplamak, okuyucuya böyle bir fıkıh sisteminin
lezzetini tattırır ve islam'ın gerek genel, gerekse özel aglamdaki fıkhına
yakınlık ölçüsünü tanıtır. Böylece, sözkonusu kitap hakkında de-Hlsiz suçlamada
bulunmanın, arkasından hiçbir şey bina etmeksizin bir yıkım olduğu anlaşılır.
Böyle bir suçlamada bulunan kimsenin benzeri, edebi ve tarihi birikimleri bir
araya getirip, onları yerle bir eden. yahut hiçbir sebebe dayanmaksızın
etrafında şüphe fırtınaları koparan ve buna da bilimsel metot adını veren
kimseler gibidir. Böyle bir çalışmada ilmi metodların zerresi yoktur. Zira
alimlerin kabullenerek benimsedikleri me-todlar, karşıt bir delil ortaya
konulmadıkça mutlak bir güven mertebesi elde eder. Yahut en azından çağımizdaki
kanun adamlarının yorumu, isbat yükünün, suçlamada bulunanın üzerinde olduğu
şeklindedir. Eğer kesinlik ifade eden bir delille isbatlayamazsa, miras olarak
elde ettiğimiz bilimsel birikimleri yalanlamış olur. Dolayısiyle böyle bir kimseye,
"mu'teriz duvarın yamacı gibidir" darb-ı meseli getirilir. O kimsenin
alevlendirdiği şüphe, sadece gözleri yanıltan toz durumundadır. Gerçekleri
olduğu gibi göstermemek için gözlere eziyet eder.
2- Biz,
seçimini yaptığımız veya el-Mecmıı'dan bölüm bölüm aldığımız bu çeşitli
örneklerle, Zeydiyye mezhebinin diğer dört mezheb imamının fıkıh
anlayışlarıyla, aynca bu mezhebin mantığının öteki dört mezhebin mantığıyla
yakınlık arzettiğini açıklığa kavuşturuyoruz. Seçimini yaptığımız bu
meselelerin tamamı, eğer üçte biri aşmamak tarzındaki hibe meselesini hariç
tutacak olursak, fikir ayrılığına düşmeden, genel olarak dört mezhep imamının
görüşleriyle bağdaşmaktadır. Az bir bölümü muhalefet etse bile, bu meselelerin
diğer bölümü uyum sağlamaktadır. Bu durum, şüphesiz ki bize bu fikirlerin
doğduğu kaynağın tek bir kaynak olduğunu gösteriyor. O kaynak da, Allah'ın kitabı,
Rasulü'nün Sünneti, o kitap ve sünneti görüntüleyen ve gözler önüne seren
sahabenin sözleridir. Bu eşsiz imam ve kendisinden sonra o imamın metodunu
benimseyenler, İslam alimlerinin çoğunluğunun metodunudan ayrılmamışlardır.
Evet, bu kitap rivayet konusunda Ali (r.a)'nin tarikine ve görüşlerine sımsıkı
tutunmuş, İmam Zeyd'de daha sonraları içtihatta bulunmuştur. Ancak İmam
Ali'nin görüşlerinin bizzat kendisi, onun için seçilmiş görüşler değildi. Çünkü
o, kendi düşüncelerinde masumdu. Hatta O'nun, bilimsel bir makamı vardı. Ve
yine onun ilmi, bütün Ehli Beyt ekolü içerisine yayılmış ışıktı. Ehli Beyt'in
tamamı o nurdan bir parça alıntı yapmıştı. İşte bu kitap, İmam Zeyd'in ve
küçükten büyüğe uzanan atalarının ders biçiminde aldıkları bu ekolün görüşlerini
bize kadar naklediyor. Allah onların hepsinden razı olsun. Her ne kadar
Zeydiler Hz. Ali'ye tanıdıkları bu masumiyetten sonra da masumiyetin devam
ettiği iddiasında bulun-muşlarsa da, bu husus İmam Zeyd tarafından
tanınmamıştır.
3- Bu kitap,
Zeyd'in fıkıh anlayışını hem rivayet ve hem de dirayet açısından kapsamaktadır.
Bu kitapta, İmam Zeyd'in içtihat anlayışının üzerine bina edildiği fıkıh
sistemi bulunduğu gibi, uygulama alanındaki içtihad anlayışı da mevcuttur.
Ayrıca bizim seçtiğimiz örnekler de vardır. İşte o fıkıh sistemi içinde
böylesi açık ve net görüntüler bulunur. Yine o fıkıh sistemi içerisinde Hz.
Ali'den rivayet edilen haberler vardır ki, biz o haberleri Ali Beyt tariki
dışından Ali (r.a)'den rivayet edilenlerle uyum içinde bulduk. Sonra o sistemin
kapsamında, sahabe ile uyum sağlayan hususlar olduğu gibi, onlarla fikir
ayrılığına düşen haberler de vardır. Bu örneklerde biz, o rivayetleri çeşitli
kanşılaş-tırmalarla araştırdık. Bu karşılaştırmalarda, Hz. Ali'den yapılan
rivayetlerle uyum içerisinde olanların yanında, bazan ondan rivayet
edilenlerle ayrı düşenleri de bulduk. Nihayet bu tür ayrı düşmelerin
aynısının, cumhur nezdinde çok iyi tanınan sahih sünnet kitaplarında da
bulunduğu tesbit edilmiştir. Bütün bunlar. Ebu Halid'in benimsediği ve nakilde
bulunduğu malumatın doğruluğu ile sıcak ilgi kurar ve hatta onu te'kid eder. O
hil-güei,el-Mecmu'a destek veren, rivayetinin doğruluğunu isbatlayan ve tekdüze
bir şekilde gelen belgelerdir.
4- Yine biz,
el-Mecmu'âakilerle birlikte onun sarihlerinin sözlerini de naklettik. Bu
sarihlerin sözleri arasında, Zeydiyye fıkhındaki içtihadlara açıklık getiren
taraftarlarının görüşleri de vardır. Bu taraftarlar arasında, metodundan
ayttlmasalar bile İmam Zeyd'in şahsına karşı çıkanlar olduğu gibi, onunla uyum
içerisinde bulunanlar da vardır. Ayrıca ileride de açıklama yapacağımaz gibi,
bu mezhebin içtihad kapısını açık bulundurduğunu da naklettik. Böylece bu
mezhep, içerisinde fıkhın çeşitli renklerinin bulunduğu zengin bir bahçe
durumuna geldi. Zeydiyye mezhebi, kapıyı sımsıkı kapatmadı ve hiçbirinden
uzaklaşmadan, bütün İslam mezheplerinden seçmeler yapma kapısını açık bıraktı.
Şüphesiz el-Mecmu'ün sarihleri de Küîüb-ü Sine ve diğerlerinden ibaret olan
sahih hadis kitaplarında geçenleri yalanlamamışlar, bilakis istinbatlarında
onları dayanak seçmişler ve onlardan nakilde bulunmuşlar, aldıklarını
karşılaştırma yapmak, araştırma ve etüt etmek suretiyle süzgeçten
geçirmişlerdir. Şimdi de bu mezhebin benimsediği temel ilkelere yöneliyoruz. [62]
[1] Muhaddis'dir. (Öİ 32). EI-A'meş tabakalının sika bir
şahsiyeti idi. Zeyd'e Kufe'de Öğrencilik yapmış olabilir
[2] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 209-211.
[3] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 211-212.
[4] Şerh el-Mecmu', 1/16.
[5] Deriz ki, Ebu Hanife her ne kadar Zeyd'in
erdemliliğini nakletmiş olsa bile fıkhının nakilcileri arasında olmamıştır.
[6] O,Ebu Yahya el-Kufi'dir. Et-Takrib adlı kitapta
dördüncü tabakat arasında oiduğu zikredilen bir sika şahsiyettir.
[7] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 212-214.
[8] îbnu'I-Hacer el-Askalani, Et-Telhis.
[9] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 214-215.
[10] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 215-217.
[11] Mukaddime Şerh el-Mecmu' 36.
[12] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 217-222.
[13] O, Ehl-i Beyt'in yardımcılarından (taraftarlarından)
olan bir tabiîndir.
[14] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 222-223.
[15] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 223-225.
[16] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 225-226.
[17] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 226-230.
[18] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 231-232.
[19] îmam Yahya el-Hadi b. el-Hüseyin'dir. Hz. Hasan'ın
soyandandır. Zeydiyye Fıkhının geçirdiği dönemler konusunda açıklama yaparken
biyografisini bir başlık altında sunacağız.
[20] Mukaddime er-Ravd en-Nadir 38
[21] Çocukların cariye anneleri demek, sahiplerinin
geceleyin birlikte bulundukları ve bu buluşmadan geriye bir nesil kaldığı
cariyeler demektir. Cumhura göre böyle bir annenin satılması caiz değildir.
Ali (k.v)'ye göre ise bir kadının satılması caizdir.
[22] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 232-239.
[23] Mekatil et-Talibin 514
[24] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 239-243.
[25] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 243-244.
[26] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 244-245.
[27] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 245-248.
[28] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 248-251.
[29] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 251-253.
[30] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 253-254.
[31] Yük taşıyan sığırlardan maksat sırtında yük
taşıyanlardır. Bu adet Sudan ve Habeşistan'da yaygındır. Çalışan sığırlar ise,
toprağı süren, arabaları çeken ve benzeri iğler yapanlardır.
[32] Şerh Ravd en-Nadir 2/399
[33] Bkz. Ravd en-Nadir 2/411
[34] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 254-260.
[35] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 260.
[36]Ravd en-Nadir 3/224
[37] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 260-265.
[38] el-Mecmup 3/266
[39] Murabaha: Satıcının içinde i/10 veya İ/5 gibi orantılı
kazanç bulunan fiyatlamah salması ve bunu da müşteriye açıklamasıdır. Tevliye:
Malı aldığı fiyata satmak. Vedia: Malın belli bir oranda alış fiyatından daha
azına satmaktır.
[40] el-Mecmu' Ve Ravden-Nadir 3/168.
[41] Ravd en-Nadir 3/268
[42] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 265-271.
[43] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 271-274.
[44] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 274-275.
[45] El-Mecmu’,3/42.
[46] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 275-276.
[47] el- Mecmu, 2/335.
[48] irtifak haklan: Gayri menkul üzerinde bir kullanma ve
yararlanmaya rıza gösterme' yi, yahut mülkiyete özgü bazı hakların
kullanılmasından kaçınmayı gerektiren ve diğer taşınmaz veya kişi yararına ayni
hak olarak kurulan yükümlülük. (Hukuk söz.)
[49] Ravd en-Nadir, 3/339.
[50] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 276-281.
[51] el-Mecmû ve Ravd en-Nadir, 3/334
[52] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 281-282.
[53] el-Mecmu. 3/350.
[54] Ravd en-Nadir, 3/356
[55] Ravd en-Nadir, 3/360.
[56] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 282-287.
[57] Bu görüşleri ve öteki delilleri Özetledik, açıkladık,
yönlendirdik ve üzerine ilaveler yaptık. Bütün bunlar Ravd en-Nadir den
alınınştir. 3/388 ve devamı.
Prof. Dr. Muhammed Ebu
Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 288-291.
[58] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 291-293.
[59] el-Mecmu, 3/384.
[60] A.g.e. 387
[61] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 293-296.
[62] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 296-298.