III- ZEYDİYYE MEZHEBİ'NİN
BENİMSEDİĞİ TEMEL İLKELER
ZEYDİYYE FIKHINDA HÜKÜM ELDE ETME YOLLARI
1-KİTAP VE MALUM SÜNNETİN NASSLARI
Kur'an'm Kıraat Şekilleri ve Tevatür Oluşları
Zeydiyye'ye Göre Muhkemin Kısımları
Manası Aşikar (Celi) ve Gizli (Hafi) Olan Nass
2- KİTAP VE MALUM SÜNNETİN ZAHİRLERİ
Umumîlik Belirten Lafzın Delaleti
Umumilik İfade Eden Lafzın Hususi Kılınması
b) Kıyasın Umumilik İfade Eden Lafzı Tahsis Edişi
c) Mefhum'un, Kur'an'm Umûmî Lafızlarını Tahsis Etmesi
d) Umûmî Lafzın Ahad Haberle Tahsis Edilmesi
3-4-AHAD HABERLERİN NASSLARI VE ZAHİRLERİ
Mütevatır Sünnetle Ahad Haberler Arasındaki Fark
Yapısı Açısında Sünnetin Bölümleri
Ahad Haberlerin Sınıflandırılması ve Rivayetinin Şartlan
277- Şüphesiz
İmam Zeyd (r.a)'ın değerli atalarından naklen aldığı ve eî-Mecmu'un
görüntülediği bir fıkha sahip olduğu kesinlik kazanmıştır. Bu fıkıh iki
üniteden meydana gelir:
Birincisi: Rivayet
tariki Ali (k.v) olan, Nebi (s.a.v)'den alınan rivayetler ile İmam Zeyd'in Hz.
Ali'den rivayet ettiği ve rivayet zinciri Hz. Ali'de kalan haberler. Nitekim
İmam Zeyd her iki şekilde de rivayet etmiş, ona dayanarak tahricde bulunmuş ve
o habere muhalefette bulunmamıştır.
İkincisi: İmam
Zeyd'in, karara bağladığı, istinbat ettiği ve gerek Ehl-i Beyt ve gerekse
diğerlerinden rivayet edilenlere ait fıkhî çalışmalarının sonuçlarım teşkil
eden görüşleridir. Zeyd, o görüşleri bizzat kendisine nisbet ediyor. Görüşlerinin
bağlandığı kaynağı kendisinden başkasına yüklemiyor. Araştırarak ortaya koyduğu
hükümlerin doğruluk ve yanlışlıklarım tamamiyle kendisi yükleniyor. Zira bu
bölümdeki görüşlerini hiç kimseye nisbet etmiyor. Bu görüşlerin birçoğu;
el-Mecmu' ravisinin kendisine yönelttiği sorulara cevap olarak gelmektedir.
Şüphesiz İmam Zeyd
buna göre müçtehid bir imamdır. Bütün çağdaşları ve daha sonra gelenler, onun
müçtehid bir imam olduğu konusunda icma etmişlerdir. Yine o, Ebu Hanife'nin
birlikte yaşadığı asırda kendisi gibisini göremediği bir fakîhtir. Madem ki o
böyle bir müçtehiddir, öyleyse içtihadlannı gerçekleştirirken ve hükümler
istinbat ederken üzerinde yürüdüğü bir metodunun bulunması zorunluluğu vardır.
Her ne kadar böyle bir metodu açıkça belirtmemiş ise de, böyle bir metodun
varlığı onun fıkıh usulünü teşkil etmektedir.
Zeydiyye fıkhı, İmam
Zeyd'in görüşlerini etüd ederken Ebu Halid el-Vasıti'nin rivayet ettiği,
birisi hadis, diğeri fıkıh mecmualarından oluşan iki mecmuaya itimad
ettiğinden, biz bu sistem içerisinde temel ilkelere rastlamıyoruz. Böylece biz,
İmam Zeyd'in istinbatlanm yaparken prensip edindiği metotların kaleme alındığı
bir kitabı da bulamamaktayız. Yani daha doğrusu biz el-Mecmu'Ğaki durumda
olduğu gibi kendi imlası veya kendisinden yapılan rivayetlerle İmam Zeyd'in
fıkıh anlayışının temel ilkelerine açıklık getiren bir kitaba rastlamıyoruz.
Fakat bunun anlamı, İmam Zeyd'in, istin-batlanni yaparken kendisini
sınırlandıran bir usulünün bulunmadığı demek değildir, bilakis bu usulleri
herhangi bir öğrencisine imla ettirmemiş ve hiçbir öğrencisi önlan kendisinden
rivayet etmemiş olsa bile, takdirlerini ortaya koyduğu ve fikri yapısı oluştuğu
sırada bir kısım sınırlandırmaları gözönünde bulunduruyordu.
278- İmam
Zeyd (r.a) bu durumdaki ilk kişi değildi. Şüphesiz onun asrında fıkhın derleme
işi yaygın değildi. En başta, metotların tedvini yaygın bir hal almamıştı.
Ondan sonra gelen ve akranı olan imamlar, aynen onun gibi istinbatlannın
metotlarını derle «lemislerdir. İşte İmam Zeyd'Ie aynı yaşta olan ve
kendisinden sonra yirmi sekiz yıl kadar daha fazla yaşayan Ebu Hanife, her ne
kadar da şöyle söylediği rivayet edilen ifadeler gibi kendisinin prensip
edindiği hususların bir kısmına işaret eden ibareler zikrolu-lunmuş ise de,
istinbatının metoduna ayrıntılı bir sekide açıklık getirmemiştir.
"Allah'ın Kitabı
ile hüküm veririm. Eğer onda yoksa Rasulullah'm sünneti ile hüküm veririm,
eğer onda da yoksa Sahabenin sözleriye hükmederim; eğer tersine hüküm veren
birisi bilinmiyorsa, sahabeden herhangi birisinin sözüyle hükmümü veririm. Eğer
görüş ayrılığına düşerlerse, sözleri arasından seçmeler yaparım. Onların görüşünün
dışına çıkmam. Eğer iş Hasan ve İbrahim'e kalmışsa, onlar da fikir adamı, biz
de fikir adamıyız." Ebu Hanife'den bu gibi sözler kaynak olarak
geldiğinden bunlar metod alanında çok geniş boyutlara işaret etmektedirler.
Yoksa Allah'ın Kitabından istinbatta bulunurken umumi lafızlarla hüküm vermek,
umumi ve hususi lafızlar arasındaki çelişki, nasih-mensuhu, bir de sünnet
konusunda cereyan eden nesh, neshin kuralları ve bunun dışında kalan
metodları, onların dar boyutlarını, ayrıca tanımlarına açıklık getirilmesi
sayesinde oluşan hususlar gibi temel ilkelerde kendisini bağımlı gördüğü
bağlayıcı yöntemleri açıklamak için değildir.
Aynı şekilde yaşça iki
imam, Ebu Hanife ve Zeyd'den küçük olan ve kendilerinden sonra uzun süre
yaşayan İmam Malik her ne kadar kendisinden mesalih-i mürsele, is-tihsan ve
medinelilerin davranış biçimleri ile hüküm verdiğini belirtmesi gibi,
umum-husus, mutlak-mukayyed lâfızlarla hüküm vermek ve bunun dışında
kendisinden sonra gelen mezhebinin usul alimleri tarafından ayrılığa vesile
olan hususlardan ibaret Kur'an ve sünneti anlayış sitilindeki metodlarına ait
ayrıntılı bilgi kendisinden rivayet olunmamıştır. el-Evzai ve diğerleri
bunların bir örneğidir. Hatta Ebu Hanife'nin arkadaşları Ebu Yusuf, Muhammed
ve Züfer (Allah hepsinden razı olsun) bu kimselerin birer örneğidirler.
Bunların hiçbirisinden kendi metodlarına ilişkin net bir açıklama rivayet
edilmemiştir.
Şüphe yok ki İmam
Şafii (r.a) metodlan açıklığa kavuşturulan ilk imamdır.
Çünkü ilimlerin
derlenip bir kurala bağlanması, o dönemde ortaya çıkmıştır. Böylece nahiv
ilminin kaidelerinin sistemleştirilmesi ve aynca aruz ilminin temel ilkelerinin
konulmasını başlatan Halil b. Ahmed olmuştur. Bu zat da İmam Şafii'nin çağdaşı
idi. Cahiz da o dönemde edebi eleştirinin ölçüleri konusunda konuşmaya ve
yazmaya başladığı dönem olarak buluyoruz. Buna göre , İmam Şafii'nin gelmesi
ve usul iîmi anlamını ifade eden metodlan ortaya koyması, şaşılacak bir olay
değildir, özellikle de çeşitli fıkıh türlerini okuduğu için, İmam Şafii
açısından ortam bütün yönleriyle hazırlanmıştı. Bu durumda, görüşler arasında
denge sağlaması gerekiyordu. Oysa doğru ile yanlışın dengesini sağlayacak olan
ölçütler, istinbat edebilmek için sağlıklı zemin hazırlayan metodlardır.
Böylece İmam Şafii fıkhın temel ilkelerini otaya koydu. Daha uygun bir
ifadeyle, temel ilkeleri tedvin etti.
279-Bizim,
İmam Zeyd, kardeşi Bakır, kardeşinin oğlu Cafer Sadık (Allah hepsinden razı
olsun) bir de Ebu Hanife gibi fıkıh usulü ilminin derlenmesinden Önce gayet
gelişmiş ve olgun bir fıkhı istinbat eden imamların, bu istinbatlarmı nasslarla
ve fikhi kıyaslamalarla gerçekleştirirlerken bir metodlarının bulunmadığını
varsaymamız doğru olmaz. Bilakis onlar, açığa vurmasalar bile o metotlarını
gözönünde bulunduruyorlardı-Her ne kadar derlemesi yapılmasa bile metodları
gözönünde bulundurmaları olayım bizzat sahabe (Allah onlardaan razı olsun)
döneminde de varsaymamız gerekmektedir. Mesela İmam Ali (k.v)'nin, içki içme
cezasının seksen değnek olduğunu, zerâi yoluyla istinbat ettiğini görüyoruz.
Hz. Ali şöyle diyordu:
"Kişi içince
bilinçsizce konuşur. Bilinçsiz konuşunca da iffete saldırır. Dolayı-siyle içki
içene iffete saldırma cezası (kazf cezası) vermek gerekir." böylece Hz.
Ali hükmü, işin varacağı sonuçtan yahut zerâi yoluyla yorumlamış olduğu
sebepten çıkarmış oluyor. Demek oluyor ki böyle bir yöntem fıkhın temel
ilkesidir. Abdullah b. Mes'ud da, kocası vefat eden hamile kadının iddeti
konusunda sorulduğunda: "İddetin doğumdan ibaret olduğu" nu
söylemiştir. Bu hususta Allah Teala'nın şu buyruğunu delil göstermiştir;
"Hamile olanların bekleme süresi ise, yüklerini bırakmaları, doğum
yapmalarıdır," (Talak 4) Buna ilişkin olarak şu yorumu getiriyor:
"İnanıyorum ki, küçük Nisa Suresi, Büyük Nisa Suresinden sonra nazil
olmuştur." Bu ifadeyle, yukarıdaki ayeti kapsayan Talak Suresi'nin, Allah
Teala'nın aşağıdaki kavlini içeren Bakaraa Sure-si'nden sonra nazil olduğunu kastetmektedir:
"Sizden ölenlerin
geride bıraktdıkları eşleri, kendiliklerinden dört ay on gün beklerler."
(Bakara 234).
İbn Mes'ud bu
yorumuyla, birbirleriyle çelişmeleri durumunda veya yanyana geldiklerinde biri
diğerini tahsis ettiği takdirde sonradan gelenin önce geleni neshettiğine
işaret etmektedir. Şüphe yok ki bu durum O'nun, nasslardan istinbat yaparken
ortaya koyduğu İçtihadında her ne kadar açıkça belirtmese bile kendisini
bağlayıcı gördüğü bir metodu ve kuralı gözönünde bulundurduğunu ifade
etmektedir.
Daha sonra tabiin
dönemi gelmiştir. Yine bu dönemde de açıkça belirtmeseler bile aynı metodlar
gözönünde bulunduruluyordu. Onların bir bölümü, bu metodîar arasında sahabenin
görüşlerine göre tahricde bulunmayı açıkça belirtiyorlardı. İşte İbrahim
en-Nehai, İbn Mes'ud'un fıkıh anlayışından çıkarmış olduğu kaynak habere göre
tahricde bulunuyordu. Aynı şekilde bütün imamlar, yukarıda açıkladığımız tarza
göre hareket diyorlardı.
280- Nitekim
biz, müçtehid imamların, derlemiş olmasalar veya öğrencilerine dikte ettirmeseler
dahi gözöniinde bulundurdukları bir metodlannın bulunduğuna işaret etmiştik.
Şüphesiz İmam Malik'in sözlerinde sünnet ve sünnetin rivayeti konusunda edindiği
metoduna çok açık biçimde işaret eden hususlar geçmekledir. Şüphesiz onun, rivayetlerini
yaparken kendisinden sonra gelen muhaddislerin ortaya koyduğu şartların dışına
çıkmayan açık ve net şartlar getirdiğini görmekteyiz. Yine onun, rivayet edilen
bir kısım haberleri tıpkı uzman bir kuyumcunun altın paraların ayarını kontrol
edişi gibi kontrolden geçirip reddettiğine şahid oluyoruz, Nihayet Nebi
(s.a.v)'e nisbet edilen bir kısım merviyyaü Kur'an'ı Kerim'de esas kabul edilen
nasslara yahut kendi düşüncesine göre değişmez dini kurallardan herkesçe
tanınıp kararlaştırılan hususlara ters düştüğü için reddetmiştir. Nitekim:
"Köpek herhangi birinizin kabını yaladığında onu yedi kere yıkasın"
haberini reddetmiştir. Yine muhayyerliğin (seçim hakkı), alış verişteki muhayyerlikten
ibaret olduğu haberini reddetmiştir. Bu reddediş, İbn Ömer'den rivayet edilen
aşağıdaki haberle ilgilidir:
"Satıcı ile
müşteri birbirinden ayrılmadıkça seçim hakkına sahiptirler." Ayrıca İmam
Malik, vefat eden kişi adına sadaka verilmesini de reddetmiştir.
Aynı şekilde Ebu
Hanife'nin arkadaşı İmam Ebu Yusuf un Kitabu'I-Harac'mûa., istinbatta bulunduğu
delillere ve o delillerden istinbatta bulunma yollarına açıklık getirdiğini
görmekteyiz. Aynı şekilde o, er-Redd ala Siyer'l-Evzai adlı kitabında içti-had
yapma metodunu tedvin etmiş olmasa bile, çok net ve açık bir metod üzerinde yürümüştür.
Buradan şu sonuca varabiliriz ki, her ne kadar İmam Şafii'den önceki imamlar
İstinbatlan esnasında edindikleri metodlan gözönünde bulundurmuşlar ise de,
hükümlerini ortaya koyarken içtihad yaptıkları ayrıntılı konulara açıklık
getirdikleri kadar bu metodlara açıklık kazandırmadıkları kesinlikle bilinen
bir husustur. Nihayet fıkıh usu-lü'nün derlenişi, temel ilkelerin derlenişinden
sonra gelmiştir. Temel ilkelerin derlenişi-nin, fıkhın ayrıntılı konularına ait
hükümlerinin belirginleşmesine iten sebep, o konularda soru sormak ve halkın,
dinlerine ait hükümleri yakından tanımaları için bu ayrıntılı bilgilerin
yaygınlaştırılmasına duyulan ihtiyaçtır. Aynca fetva isteyen avam tabakasının
istinbat metodlarım tanımaya hiç ihtiyacı yoktu. Onlar sadece karşılaştıkları
olaylar ve uğradıkları problemler uyarınca gelişen ahkama ihtiyaç hisseden
hususlar karşısında dinin kesin hükümlerini öğrenmeye muhtaç idiler.
Bunun da ötesinde
şüphesiz fıkıh usulü istinbatta bulunmayı disipline etmek ve istinbat yaparken
doğru ve yanlışı tanımakla ilgili ölçütlerdir. Buna göre fıkıh usulü, disipline
eden bir ilimdir. Zira o, fıkıh alanında istinbatta bulunurken, zihni hatadan
korur. Öyleyse disipline eden ilimler, ortaya çıkış ve derleniş bakımından
konusu olduğu ilimden sonra gelir. Nitekim Nahiv ilminin konusunu teşkil eden
fasih konuşma da, ortaya çıkışı bakımından nahiv ilminden önce gelmiştir. Aruz
ilmine konu olan şiir de, Halil b. Ahmed'in aruz ilmini disipline eden
kuralları koymasından önce vezinli ve kafiyeliydi. Aristo mantık ilmini
derlemeden önce de insanlar
birbirleriyle münakaşa
ediyor ve düşünüyorlardı.
Disipline eden her ilim aynı şekildedir. Mantık ilminin, düşünürken,
gözetilmek suretiyle zihni hatadan kurtaracak kaideleri bulunduğuna göre,
yukarıda işaret ettiğimiz gibi usul ilminin de istinbatta bulunurken,
gözetilmek suretiyle müçtehidi yanlışlıktan kurtaracak kaideleri olmalıdır.
281- O
takdirde fıkıh alanında istinbatlarmı yaparken kendisini bağımlı gördüğü metod
konusunda İmam Zeyd'in açıklamalarına netlik kazandıran bir kitabın veya rivayet
birikiminin bulunmaması, garib karşılanacak bir durum değildir. İmam Zeyd bu konuda
tıpkı Ebu Hanife ve İmam Malik gibidir. Zira Hanefiler, bu ilmin ortaya çıkmasından
sonra birtakım temel ilkeler zikretmişler ve bunların, Hanefi mezhebinin temel
ilkeleri olduğunu söylemişlerdir. Bu ilkelerle birçok konuda Şafii usullerine
muhalefet ettikleri gibi, birtakım konularda da muvafakat etmişlerdir. Bu temel
ilkelerin tamamını veya bir kısmını Ebu Hanife (r.a)'a nisbet etmişlerdir.
Nitekim hass lafızları delalet edişleri açısından umumilik ifade eden lafızlar
gibi saydığını ve her ikisinin de kesinlik belirtip, hiçbir açıklamaya ihtiyaç
duymadıklarını, birisi daha sonra geldiği halde çelişmeleri durumunda sonradan
gelen lafzın önceden geleni neshedeceğini Ebu Hanife'ye nisbet etmişlerdir.
Sonradan gelen lafzın, umumilik ifade etse bile gene bu durumda hususilik
belirten lafzı neshedeceği görüşünü de Ebu Hanife'ye nisbet ederler. İşte
hanefiler, bu usullerin çoğunluğunu ona nisbet etmektedirler. Malikiler de aynı
şeyi yaparlar.
Fakat Ebu Hanife'nin
kendi temel ilkelerini derlememesine rağmen Hanefiler bu ilkeleri öğrenmeyi
nasıl başarmışlar? Her ne kadar rivayetle ilgili disipline edici kurallar
getirirken ravi ve rivayet edilen haberin şartlan konusunda gayet net bir
açıklama yapmış ise de, İmam Malik de temel ilkelerinin tamamını kaleme
almamıştır.
Buna cevap olarak
deriz ki, hanefiler, hanefi mezhebi imamlarından rivayet edilen ayrıntılı
konular getirmişler, onları belirli kurallara göre düzenlemişler, böylece elde
ettikleri hükümlerle uyum içerisinde olan metodlar istinbat etmişlerdir. Bu
hükümlerin tutarlılığını kabullenmek, ancak geliştirilen metodlarm varlığını
tanımak ve muteber saymaları yanında, yine takibettikleri aynı yolu Ebu
Hanife'nin istinbatının müdafası olarak kabul ettiklerine karar vermişlerdir.
Malikiler de İmam
Malik (r.a)'in metodlarım isinbat ederlerken aynı yöntemi uygulamışlardır.
Karafî'nin Tenkihu'l-Fusâl adlı kitabında gördüğümüz gibi, ayrıca İbn Rüşd'ün
Fusâl mine'î Mııkeddimai el-Mumehhidat adlı eserinde de aynı hususu gözlemlemekteyiz.
Nitekim bir kısım şafii ve hanbeliler de Şafii ve Hanbeli mezhebinin ayrıntılı
bilgilerini savunmak için aynı yola başvurmuşlardır.
Fakat şafiilerde ağır
basan husus, Şafii'nin^/sate'sinde yaptığı gibi kaideleri, mezhebi müdafaya
girişmeden olduğu şekliyle takrir etmeleridir.
Yukarıdaki takibedilen
birinci yol, "hanefilerin takib ettikleri yol" admi alırken, ikincisi
de "şafiilerin veya kelamciların
takibettikleri yol"adıyla anılmıştır. Zira bu metod, mezhebe (Mutezile
mütekeİlimlerina) bakılmaksızın metodlan olduğu şekliyle ele alıp mücerred
biçimde etüt yapma anlamında usullerin araştırılması yöntemi ömek alınank
geiştirilmiştir. Daha sonraları onlarla birlikte eş'ariler de tümüyle bu
yöntemi uygulamışlardır. [1]
282- Usuî
olarak Zeyd'e ait hiçbir şey derlenmediğine ve içtihadının sınırlarını belirleyen
herhangi bir metodun temel İlkeleri de kendisinden rivayet edilmediğine göre,
acaba zeydiler de tıpkı hanefilerin yaptıkları gibi, metodlarını İmam Zeyd'den
rivayet edilen ve çoğunluğu el-Mecmu'un fıkıh bölümünde kaleme alınan kitabın
ayrıntılı bilgiler bölümünden mi çıkarmaya uğraşmışlardır? Nitekim biz,
Zeydiyye fıkhına ait birtakım ilkelere rastladık. Fakat bilmek gerekir ki,
Zeydiyye fıkhı, kapsamı açısından İmam Zeyd (r.a)'in fıkhından daha geneldir.
Zira Zeydiyye fıkhı tümüyle İmam Zeyd'in fıkhı olmayıp, bilakis Hadi, Nasır ve
kendisinden sonra gelen büyük bir AI-i Beyt taifesinin fıkhıdır. Özellikle de
bu mezhebin içtihad kapısı kapalı olmayıp, açıktır. Dolayısiyle zeydilerin
kaleme aldıkları temel ilkelerin, yalnız İmam Zeyd'in temel ilkeleri olduğunu
söyleyemeyiz. Zira Al-i Beyt'ten olan Zeydiyye imamlarının açık bulundurduğu
mutlak içtihad anlamındaki içtihad kapısı, yalnız ayrıntılı bilgiler (füru1)
konusunda içtihad yapmakla smuiandinlamayıp, bilakis hem temel ilkelerde ve hem
de ayrıntılı bilgilerde içtihad yapmayı içine alır. Bu nedenle hanefi fıkıh
usulünün, ayrıntılı bilgilere ait meselelerden istinbat edildiği gibi
Zeydiyye'nin fıkıh usulünün de İmam Zeyd'in kendisinden rivayet edilen fer'i
meselelerden istinbat edildiğini söyleyemeyiz. Zira hanefiler, mutlak anlamdaki
içtihadla hüküm vermemişler, hatta bir kısım hanefi fakihleri, İmam Ebu Yusuf,
Muhammed ve Züfer'in bağımsız müçtehidler olmayıp, bağımlı müçtehid-ler
olduklarını; yani Ebu Hanife'nin benimsediği temel ilke ve metodlarla
sınırlanmış müçtehidler olduklarını, kendi elde ettikleri fer'i meselelerle
sınırlı olmadıklarını ileri sürmüşlerdir. (Nitekim bu görüşü biz, Ebu Hanife
adlı kitabımızda, ayrıca usul-u fı-kah'ta geçersiz saydık.)
Ebu Hanife ve
arkadaşlarından sonra mutlak anlamda bağımsız bir içtihad anlayışı bulunmadığına
göre, dışına çıkamayacaktan kendilerine ait ölçülerin bulunması, ayrıca mezhep
imamları tarafından belirli bir ahkamın netlik kazandırmadığı fer'i meselelerin
hükümlerini mezhep esasına göre tahric etme imkanım sağlaması için
içtihadlarını yaparken benimsedikleri metodları kendilerinin ortaya koymaları
zorunlu hale gelmiştir. Bu metodlan ayrıntılı meselelerden kendilerinin
çıkarması, mezhebin gelişmesi için kaçınılmaz bir hal almıştı. Ama Zeydiyye
fıkhında böyle bir zorunluluğa ihtiyaç yoktu. Çünkü İmam Zeyd'den sonra gelen
Al-i Beyt imamları (Allah hepsinden razı olsun) kendilerini İmam Zeyd'in
usulleriyle sınırlı tutmuyorlardı. Böyle bir şeye ihtiyaçları
yoktu..BîIakis
görebildiğimiz şey, elimizin altındaki Zeydiyye fıkhına ait yazma eserlerde
okuduğumuz bu temel ilkelere dayalı bir kısım görüşlerin, İmam Zeyd'den sonra
gelen imamlara nisbet edildiğidir. Zira onların da o usuller konusunda görüş
beyan etme haklan vardır.
Bu temel ilkelerin bir
kısmının. İmam Zeyd'in metoduyla uyum sağladığında şüphe yoktur. Dolayısiyle
biz bu usul konusunda araştırma yaparken, iki husus üzerinde çaba sarf
edeceğiz:
Birincisi: İstinbatta
bulunmanın genel kurallarını açıklamamız için, Zeydiyye'nin usul kitaplanndan
birer bölüm almamızdır. Yoksa usul ilminin özeî kuralları içerisine girmiyoruz.
Bu davranışımızın nedeni. Zeydiyye adını taşıyan ve Zeyd'in sancağı altına
katliamların mefodlarına açıklık getirmemiz içindir.
İkincisi: Bir kısım
ana konularda İmam Zeyd (r.a)'e ait belirlenmiş metod olduğu iddiasına destek
sağlayacak hususları bulmamız ümidiyle el-Mecmu'a müracaat etme-rnizdir. Allah
Teala'dan, bizi başarılı kılmasını ve eri doğru yola iletmesini niyaz ederiz. [2]
283-
Zeydiyye usul-ı nkhıyla ilgili basılı bir eser elde edemedik. Bundan dolayı,
yalnızca yazma eserlere başvurmak zorunda kaldık. Bu yüzden kaynaklardakilerin
tamamım sunmaya çalıştık. O yazılı kaynakların, usulleri açısından kelamcilann
metodunu esas aldıklarını gördük. O kaynaklar, metodlarını, herhangi
belirlenmiş fer'i meselelere hizmet etme girişiminde bulunmadan soyut olarak
vermektedir. Zeydiyye'nin istinbat (hüküm elde etme) yolu, ayrıntılı konulara
başvurmak şeklinde olmayıp, bilakis tamamen mantık kurallarına dayalıdır. O
usuller, ölçülecek meselelere yönelmeyen ölçütlerdir. Lakin istinbatta bulunan
kişiler, bizzat kendiliğinden bir ölçü ortaya koymaya yöneliyorlar. Belki de
Zeydiyye usullerinin bu metodu benimsemesinin açık nedeni, daha önce
belirttiğimiz Zeydiyye düşünce oluşumunun Mu'tezile'nin itikadi usullerine
yakınlık arzetmesidir. Zira Mu'tezilüer, usul ilmi konusunda onlara karşı
çıkarak veya uygun görerek tartışmak suretiyle mukabelede bulunmuşlardır. İşte
böyle bir yakınlık, şüphe yok ki temel ilkelerini geliştirirken kelamcılann
metodunu benimsemelerine çağırmaktadır. Bunun da ötesinde daha önce de
Zeydiyye mezhebindeki Al-i Beyt imam-lanndan müçtehid olanların kendilerini
bağımlı gördükleri muayyen temel ilkelerle sınırlı görmeyip, fer'i konularda
nasıl içtihad yapıyorlarsa, usul konusunda da aynı şekilde içtihad ettiklerine
işaret etmiştik. Dolayısiyle bu usûller konusunda kendilerini fer'i meselelerle
bağımlı hissetmeden içtihadda bulunuyorlardı.
Şüphe yok ki
Mu'tezilenin birçok görüşü, İmam Zeyd'in görüşleriyle uyuşmaktadır. Özellikle
de marifetullah ve birçok metodlannda akla itimad etmeleri ile ilgili konularda.
Kelamcılann metoduna
yakın olmanın anlamı Al-i Beyt imamlanmn kendilerine özgü bir görüşlerinin
bulunmadığı şeklinde değildir. Aksine Hadi, Nasır ve diğerleri gibi imamların
görüşleri açık ve net olarak naklolunmuştur. O görüşlerin bizzat kendileri,
müçtehidin üzerinde yürümesi gereken konularda fikir oluşturmaktır. Fakat onlar
bu metodu,belirli bir mezhebin yahut daha Önce geçen bir imama ait görüşlerin
hizmetine sunmamaktadır.
284-
Zeydiler kelamcılann metodunu benimsedikleri için, usul konusundaki tartışmalarım
kelam ilmi üzerine dayandırırlar. Nitekim el-Bahru'z-Zıhar adlı kitabın Usul
bölümünde şu İbareler geçmektedir:
"Bilesin ki, bu
ilim dalı kelam ilmi, arapça ilmi ve ahkam ilminden ibaret üç bilimden yardım
bekler, Kelam ilminden yardım beklemesi, şer'i delillerin Allah Teala'yi marifete
ve tebliğci nebilerin doğruluğuna dayanmasından dolayıdır. Zaten kelam ilmi de,
mucizenin delalet ettiği şeylere dayanır. Arapçaya gelince, zaten Kitap ve
Sünnetten çıkarılan delillerin tamamı arapça'dır. Ahkam ilminden maksat ise, o
hükümlere olumlu veya olumsuz olduklarına imkan sağlamak için şekil
vermektir."[3]
Burada
"ahkam" kelimesinden maksat, gördüğün gibi,o ahkamı tasavvur etmek
yani hakikatlerini açıklamaktır. Şöyle ki, hüküm ya vacib, ya farz, ya mendub,
ya mubah, ya haram, ya mekruh, sahih ya da fasiddir. Öyleyse ahkam'dan maksat
bu vasıfların konusu olan şeyleri değil, bizzat kendisini bilmektir.
285- Kelam
ilmi Zeydiyye fıkhmdaki fıkıh usulü temel esaslarının üzerine dayandırıldığı
kaide olduğu için Zeydiler, aklın önermelerini içtihad ilmindeki ilk temel ilke
olarak saymışlardır. Bu durumda müçtehidin, fıkıh alanındaki istinbatlanmn ilk
temel ilkelerini ispatlarken aklın metodlanni esas alması gerekir. Dolayısiyle
el-Fusul et-Lü'lu-iyye adlı kitapta Zeydiyye usulleri konusunda ibaresi aşağıda
bulunan şu husus geçmektedir:
"Bir olayda
içtihad yapmanın keyfiyeti, müçtehidin delilleri araştırırken önce tereddütsüz
olarak kesinlik kazanmış akli önermelere, sonra herkesçe ma'lum olan icmaya,
sonra Kitab'ın ve herkes tarafından tanınmış sünnetin nasslanna, sonra umumilik
ifade etmeleri ile birlikte Kitap ve sünnetin zahiri anlamlarına, sonra tek
raviye dayandırılan haberlerin nasslanna (ahad hadisler), bu ahad haberlerin de
umumilik ifade etmeleri ile birlikte zahiri anlamlarına, sonra Kitap ile
herkesçe tanınmış sünnetin mertebelerine göre anlaşılan mefhumlanna, sonra da
ahad haberlerin mefhumlanna, sonra aynı şekilde Hz. peygamberin fiil ve
takrirlerine, sonra mertebelerine göre kıyas'a, sonra diğer içtihad türlerine,
daha sonra da aslî berâete öncelik tanıması şeklinde olmalıdır."[4]
Şüphesiz bu açıklama,
şer'i delillerin periyodik sıralamasını göstermektedir.Buna göre ilk sıraya
kesinlik ifade eden akli meseleleri yerleştiriyor. Daha sonra herkesçe tanınmış
tanınan kesinlik kazanmış icmayı alırken, üçüncü sıraya da kitap İle sünnetin
nasslannı koyuyor. Dördüncü sırada ise Kitap ve tanınmış sünnetin zahiri anlamlan bulunuyor. Bu noktada nass
ile bilinenle zahirle bilinen arasında kuvvetlilik açısından net bir ayrım
vardır. Umumiliğe delalet etmesi açısından umumi lafızları zahirden sayıyor.
Bu "zahir" ifadesinin, ileride Kitap ve sünnet konusunda açıklama
yaparken Özet olarak üzerinde duracağımız bir yeri vardır. Sonra beşinci sıraya
ahad haberlerin nasslannı koyarken, altıncı sırada da Kur'an ile tanınmış
sünnetin nasslannı belirttiği mefhumları getiriyor. Yedinci sıraya ise ahad
haberlerin ifade ettiği mefhumlan yerleştiriyor. Bu da gösteriyor ki, Zeydiyye
fıkhı fukaha cumhurunun yaptığı gibi mantuk (konuşulan) ifadesi yerine mefhum
(anlaşılan) deyimini kullanıyor. Böylece hanefilere mu-hafelet etmiş oluyor.
Fakat bütün delillerde mefhum ile hüküm vermeyi, mantuk ile hüküm vermekten
sonraya alıyor. Sekizinci sıraya da Nebi (s.a.v)'den gelen fiil ve takrirleri
yerleştiriyor. Buna göre üzerinde icma edilen tevatür yoluyla kesinlik
kazanmamış fiilî ve takriri sünnetin nasslan, zahirleri ve mefhumlan, uygulama
açısından âhad haberin ardından gelmektedir. Üzerinde icma' sağlanan mütevatir
ve ma'lum (herkesçe bilinen) takriri ya da fiilî sünnete gelince; örneğin,
Nebi (s.a.v)'in "Benim nasıl kıldığımı görüyorsanız o şekliyle siz de
namazı kılın" buyruğuyla bizim de aynen taklid etmemizi emrettiği namaz
gibi, bu sünnet de herkesçe bilinen icma'ın kapsamına girmektedir.
Kıyas, dokuzuncu
sırayı alırken, istihsan, maslahat, seddüz zerai' ve diğerleri gibi içtihadın
diğer çeşitleri kıyası izlemektedir. Daha sonra da beraet-İ asliyye adını alan
is-tishab gelmektedir.
286- Bu
açıklamalardan, üzerinde icma sağlanan ve mütevatir olan icma'ın Kur'an-ı Kerim
ile tanınmış ve mütevatir olmuş sünnet'in nasslanndan Önce getirildiği anlamı
çıkarıldığı gibi, aynı zamanda kesinlik ifade eden akli Önermelerin de birinci
sıraya alındığı anlaşılıyor. Burada tuhaf iki durum ortaya çıkıyor ki, bu iki
hususun garipliğini ortadan kaldırmamız gerekir.
287- Nasslardan
önceye alınan akıl, Allah Teala'nın bilmesi, Muhammed (s.a,v)'in
peygamberliğinin isbatIanması,Kur'an'm Allah Teala katından olması, Hz.
Muham-med'in bu dini getirmesi ve rabbinin risaletini tebliğden ibaret olan
şeyleri Aleyhisse-lam'ın söylemiş olması açısından kesinlik ifade eden akli
önermelerden ibarettir. Şüphesiz böyle bir akıl, mantığa dayalı sıralama
açısından Kitap ve sünnet'Ie hüccet getirmekten önce gelir. Çünkü Kitap ve
Sünnetle hüccet getirmenin tutarlılığının isban o akıl yürütmeye dayanır.
288- Bunun
anlamı, akli önermelerin, yükümlü kılmak ve hükümleri çıkarmak açısından
Kur'an ve sünnet'in nasslanndan önce geldiği demek değildir. Bilakis akıl,
Kur'an'dan ve rivayeti kesinlik kazandığı sürece bu rivayetinin derecesi ne
olursa olsun sünnetten sonra gelir. Yine o akıl, bütün şer'i tariklerden de
sonra gelir. Dolayısiyle el-Bahru'z-Ziharadlı kitabın usul bölümünde, metni
aşağıda bulunan şu husus geçer:
"Şüphesiz
müçtehid, şer'i tariklerde bir şeyin helal veya haram kılınmasına çözüm
getiremezse o zaman akim Önerdiği şeye döner."[5]
Az önce bahsettiğim,
kendilerime müracaat edilen tariklerden İbaret şer'i herhangi bir tarikde
bulunmaması durumunda şer'i konularda kendisine başvurulacak tek yol, akıldır.
Bu takdirde şer'i mesele konusunda aklın hükmüne başvurulur. Bu anlamdaki akıl,
nasslardan önceye alınan aklın Önermeleri kapsamına dahil değildir. Bu iki
konumda kullanılan aklın hükmü arasındaki fark, üç açıdan ele alınabilir:
Birincisi: Nasslardan
Öne alınan akıl Önermeleri, kesinlik ifade eden yani karşıt kabul etmeyecek
tarzda kesinlik belirten akli Önermelerdir. Oysa bir şeyin helal veya haram
oluşuna aklın hükmetmesi, sadece zanni bir durumdur; kat'iyyet ifade eden bir
durum değildir.
İkincisi; Öne alınan
akıl önermeleri, Allah'a, Rasulüne ve Kitabı getiren ümmi Pey-gamber'e iman
etmekle, mucizenin varlığına inanmaktan ibaret olan İslam mesajı esasının
üzerine kurulduğu şeylerdir. Ancak aklın yükümlülük getirme konusundaki hükmüne
gelince o, İslam şeriatı ile sunulan mesajdan sonra gelmektedir. Zira o,
şeriat'ın getirdiği şeyler üzerine bina kurmaktan ibarettir. O zaman akim
hükmü, onlardan ayn olmadığı takdirde hakkında nassların geldiği sahanın
dışına çıkmaz. Mesela bir kişi aklıyla herhangi bir işte tutarsızlık görüp de
haramlığı veya helal oluşuyla ilgili nass bulunmadığı takdirde, akıl o işin haramlığma
hükmedebilir. Çünkü Allah Teala tutarsızlığı caiz görmediği gibi onu kullarına
da reva görmez. Yine akıl bir meselede faydalı bir yön görür de, hakkında da
nass bulamazsa, o zaman Allah Teala'nm böylesine faydalı bir hususu
isteyeceğine hükmedebilir. Çünkü Allah Teala, kullarına karşı çok
merhametlidir. Tutarsızlıktan uzak olduğu sürece her faydalı şeyde de rahmet
vardır. Böylesine faydalı bir hususun üzerine fesad terettüb etmez; dolayısiyle
yasaklanmasına da gerek yoktur.
Üçüncüsü: öne alınan
akıl Önermelerinin konusu, genel anlamıyla temel kanunların üzerine kurulduğu
şeydir. Sonradan gelen hüküm ise, cüz'İ olaylar konusunda aklın verdiği
hükümden ibarettir.
Şüphesiz ki biz, bu
meseleye İmam Zeyd'in karşı çıkmadığını benimsiyoruz.İmam Zeyd, yükümlü
olmanın, Allah'a, meleklerine ve RasuIIerine iman etmesinin yanında, aklın
mucizeye teslim olması üzerine kurulduğunu kabul ediyor. Yine İmam Zeyd aklın,
verilen hükümle ilgili olarak şer'i bir çözüm yolu bulunmadığı takdirde hüküm
verebileceğini uygun görür. Çünkü, ileri gelenleriyle buluştuğu bir kısım
Mu'tezile'nin metodu
bu sekidedir. Hatta
nass bulunmadığı durumlarda aklın yükümlülükle hüküm vermesi, tmamiyye'ye ait
bir görüştür. Allah Tebareke ve Teala o değerli imamlardan razı olsun. Şimdilik
bu meseleyi burada bırakalım. Yakında bu konuya, aklın bir şeyin güzelliğine
veya çirkinliğine karar vermesi konusunu açıklarken tekrar döneceğiz.
289- Bu konu
üzerindeki tartışmayı bırakıp, icma'ın, Kur'an-ı Kerim ve nebevi sünnet'in
ortaya koyduğu kesin hükümlerden öne alınması konusundaki ifadeye geçelim.
Şüphesiz ifadenin dış yansımasından, Kur'an yahut tevatür derecesindeki
sünnet'Ie çelişmesi durumunda üzerinde icma' sağlanan hükmün Öne alınması
anlamı çıkar. Bu ise, çok garib bir durumdur. Çünkü böylesi davranış, ma'lum
icma'ı, 'Kur'an yahut tevatür derecesindeki sünnet'e muhalif olan bir durumda
bunların üzerinde farzetmektir. Bu durum, fukaha cumhurunun, Kur'an ve
mütevatir sünnet'in dinin temel direklieri olduğu şeklindeki açık hükümlerine
ters düşer.
Bir kısım müsteşrikler
bu ve benzeri açıklamalardan müslümanlar herhangi bir mes'elede icma ettikleri
takdirde bu icmalarım Kitap ve sünnet'ten öne aldıkları şeklinde bir anlam
çıkarmakta ve İslam'ın zamana göre tavır alan bir din olduğu, fakat müslü-manlann,
katılıkları nedeniyle o dini zamana göre değiştirmek için çözüm aramadıkları
tarzındaki düşüncelerini bu anlayış üzerine bina etmektedirler.
Bu nedenle
kavrayışlarının yanlış olduğunu anlamaları için bu görüşü tashih etmeyi
üzerimize görev sayıyoruz.
Şüphesiz ki, el-Fusul
el-Lii'lüliyyesaiıibi, ilk kez yapılan icma'ın, malum icma1 (dinde zorunlu
olarak bilinmesi gereken konular üzerinde yapılanlcma') olduğunu söylemiştir.
Böyle bir icma', Nebi (s.a.v)'den tevatür yoluyla kesinlik kazanan, İslam'ın
ilk gerçekleri üzerinde yapılan icma'dır. Bu gerçekler üzerinde sahabe
dönemindeki müsüman-lann icma'ı, bu gerçekleri bizzat Nebi (s.a.v)'den
aldıkları için tevatür yoluyla bize kadar ulaşmıştır. Daha sonraki tabiilerin
icma'ı da aynı doğrultudadır. Ne ilk sahabe döneminde, ne de tabiin döneminde
hiç kimse icma'a ters bir görüş beyan etmemiştir. Nitekim namazın beş vakit
olduğu, ayrıca sabah namazının farzının iki. Öğlenin dört, ikindi ve yatsının
da aynı şekilde olduğu, akşam namazı farzının ise üç rekat olduğu konusundaki
icmalan, diğer taraftan farz namazların Nebi (s.a.v)' den gelen şekil üzere
olduğu hususundaki icmalan gibi. Yine onların, oruç ve şekilleri, zekat ile
hac menasiki, bir de sahabenin Nebi (s.a.v)'den icma' yoluyla algıladıkları
diğer hususlar üzerinde icma' edişleri gibi. Şüphesiz ki bu hususlar içtihad
konumunda olmayıp, teslimiyet konumundaki hususlardır. Yine onlar İslam'ın
temel ilkesi ve rüknü durumundadır. Aynı zamanda bu hususlar fukaha cumhurunun,
"dinin zorunlu olarak bilinen konuları" adını verdikleri
gerçeklerdir. Bu gerçekleri tanımak, hiçbir düşünmeye veya delil getirmeye
ihtiyaç duymayan zorunlu bilgilerdir. Yine onlar öyle gerçekliklerdir ki,
hiçbir müçtehidin nassın zahirine dayanarak yahut kaynak haberin zahirinin
peşine takılarak bu gerçeklere karşı
çıkması doğru olmaz.
Şüphe yok ki bunlar, İslam dininde delil aramaya gerek duyulmadan tesim olunan
apaçık gerçeklerdir. Bunları inkar eden, İslam'ın dışına çıkar. Buna göre, kim
ki namaz rekatlarının sayısını inkar ederse,dinin zorunlu olarak bilinmesi gereken
gerçeğini inkar etmiş olur. Her kim ki bu gerçeği inkara yellenirse kafir olur;
iman dairesinden çıkarak küfre dalar.
290-Bu
durumları bilmek, Kur'an yahut tevatür derecesindeki sünnet ile içtihadda
bulunmaktan önce gelir. Çünkü bir içtihadın bu durumlara muhalif olan hedeflere
varması doğru olmaz. Bu gerçeklere muhalif olan hedeflere varan her içtihad
batıldır. Nihayet bu gerçekleri bilmek, Kur'an'ı bilmenin temel taşıdır. Zira
Kur'an mü'minlere, namaz, zekat ve haccı emrederek mesajını sunar. Kur'an'ın
bu kavramlarının anlaşılması, ancak üzerinde icma edilen ve tereddütsüz teslim
olunan böylesi gerçekleri yakından tanımakla mümkün olabilir. Böylece biz,
namazın Nebi (s.a.v)'in kıldığı, beraberinde mü'minlerin de eda ettiği ve
günümüze kadar gelen mü'minlerin uygulamaya devam ettikleri aynı şekildeki bir
namaz olduğunu kavramış oluruz. Zekat ve hac da aynı şekildedir.
Şüphesiz böyle bir
icma', Kur'an-i Kerim'in senedinin tesbit ettiği yönteme göre kesinlik
kazanmıştır. Böyle bir icma' tevatür açısından Kur'an gibidir. Ayrıca bu icma'ı
inkar edenin İslam'ın temel rüknünü ve direklerini inkar etmiş sayılması,
böylece kafir olması açısından Kur'am inkar gibidir. Lakin o, istinbat
kurallarına ihtiyaç duymayan ve ameli ilgilendiren bir fonksiyondur.
Doîayısİyle bu icma' ile hüküm vermek, Kur'an'm kapsamıyla içtihad etmekten öne
alınır. Zira o da, Kur'an gerçeği gibi tereddütsüz teslim olunan hususlardan
biridir. Bu tereddütsüz teslim olunacak şeylerle hükmetmeyen kişinin Kur'an
kapsamı içerisinde içtihadda bulunması uygun düşmez. Aksi takdirde İslam'da
Örfe dayalı hakikat durumuna gelen namazın manası, nasıl kavranabilir; aynı şekilde
oruç, zekat ve hac nasıl anlaşılabilir? Demek oluyor ki, inkarına mecal olmayan
bu gibi tereddütsüz teslim olunan gerçekleri kavramayan kişinin içtihad yapması
uygun olmaz.
291-
Böylesine tereddütsüz teslim olunacak gerçeklerle hüküm vermeyi, Kur'an ve
hadis'in kapsamı içerisinde içtihadda bulunmaktan önceye almak bizzat icma'ı
Kur'an ve hadis'ten Öne almak demek değildir. Bilakis bu davranış, hiç
kimsenin, nisbetinde şüphe etmediği bir yolla Nebi (s.a.v)'den gelen bir
durumu takdim etmektir. Bu uygulama, en güçlü bir sünnetle ve aynca Kur'an-ı
Kerim'in deîalet ettiği en tutarlı hükümlerle yargıya varmaktır.
Hiç kimsenin, her
türlü icma'ın, rivayeti ne derecede olursa olsun bütün nasslardan öne
alınacağını söyleyebilmesi için bu durumla ilgi kurmasına aç.k kapı yoktur.
Çünkü böyle bir anlayış, yukarıdaki açıklamanın varacağı nokta üzerinde
spekülasyon yapmak olur. Zira yukarıdaki açıklamanın varacağı nokta hiç
kimsenin inkar edemeyeceği ma'lum icma'dır. Böyle bir icma'da, kimsenin inkar
edemeyeceği tereddütsüz teslim olunan gerçeklerden ibarettir. Bütün icmaların
aynı fonksiyonu taşıdığı söylenemez. Hatta İmam Şafii, bundan başka icma'yı
tanımadığım belirtir.
Bunun da Ötesinde
böyle bir icma'ın esası, gerçekleri Nebi (s.a.v)'den doğrudan almaktır.
Nitekim bu gerçekleri Nebi'den bütün müslümanlar aldığı gibi, aynı gerçekleri
sahabeden yine bütün müslümanlar almıştır. Doîayısiyle sahabenin icma'ının
dayanağı da yine Nebi (s.a.v)'dir. Buna göre müsümanlar tarafından bizzat
gerçekleştirilen bütün icma'lann Kur'an-ı Kerim ve nebevi sünnetten önce
geleceğini söylemenin hiçbir tutarlılığı yoktur. Çünkü bahsettiğimiz anlamdaki
icma'ın esası, İslam'ın gerçeklerini ve temel rükünlerini doğrudan Rasulullah
(s.a.v)'den almak şeklindedir. Yoksa müslümanlann yaptıkları mücerret icma
demek değildir.
Kitap ve sünnet'ten
sonra getirilen icma ise, İslam'ın açıklamış olduğumuz temel rükünlerini
algılama tarzındaki icma' olmayıp, istinbat etmeye dayalı icma'dır. Bu son icma'
şekli, gerçekleşmesi açısından tartışmaya konu olan icmadır. Sahabe döneminde
de büyük annenin mirası üzerinde yaptıkları icma' gibi, o dönemde bile bu tür
icma'ın tasavvur edildiğinde alimler ittifak etmişlerdir. Bu konu üzerinda
icma' ederlerken, Nebi (s.a.v)'in büyükanneye mirastan altıda bir pay ayırdığı
şeklindeki rivayetine dayanmışlardır. Bu husus, kaleme alınması üzerimize
görev teşkil eden bir durumdur. Ta ki, anlayışlar yanlış yoia sapmasın ve
bizim, müslümanlann mücerred icma'larının Kitap ve sünnetin hükümlerini
değiştireceğini sandığımızı fehmetmesin. Allah Teala, bu şekil akıl
sürçmelerinden, aynca dini üzerinde ilimsiz ve apaçık biir delil olmaksızın
hüküm vermenin yanılgılanndan bizi korusun. [6]
292- Kanun
yapmada aklı söz sahibi kılma konusundaki temel ilkeleriyle ilgili Zey-diyye
kelamını naklettik. Nitekim onlar, nasslann ortaya koyduğu hükümleri anlama
yolianndan herhangi birisiyle hükmü tanıma imkanı bulunmadığı yerde, aklın söz
sahibi olduğunu söylemişlerdir. Ayrıca aklı, şer'i hükümleri anlamanın esası
kılmışlardır. el-Mu'temed adlı kitapta, şu metin geçmektedir;
"Bilinen her
eşya, ya sadece akılla, veya sadece şeriatla, veya da hem akıl, hem de şeriatle
bilinir. Ama arzu edilen, yalnızca akılla bilinendir. Akuda bulunan her şey,
kendi varlığının delilidir. Yasanın tutarlılığını bilmek, Allah Teala'nın
zatını ve sıfatlan-nı bilmek gibi, o yasayı bilmeye dayanır.”[7]
Yasalann yanında aklın
çalışma alam, nasslann.hükümlerini araştınp ortaya çıkarmak, nasslann ötesinde
kalan konularda içtihadda bulunmak ve herhangi bir nass bulunmadığı takdirde de
aklın kendi Önermeleriyle hüküm vermektir.
Buna göre, Zeydiyye
fıkhında aklın iki görevi vardır:
Birincisi: Risalet-i
Mühammediyye'yi isbat ve Allah Teala'yı bilmek konularındaki rolü. Bu konuda
hanefiler ve maturidiler Zeydiyye ile görüş birliği içerisindedirler. Hatta
zahiriler'in imamı İbn-i Hazm ez-Zahiri kendi asrında bu görüşü tercih
etmiştir. Zira Allah Teala'yı bilmenin ve aynı şekilde mucizeye inanmanın aklın
görevi olduğuna karar vermiştir. Bu düşünceyi, kişinin ferdi olarak kendi
nefsini bilmesi esasına dayandırmıştır.
İkincisi: Yasa
hükümlerini araştırıp çıkarırken üstlendiği görevdir. Bu da, akli bir fonksiyon
anlamındaki kıyas farikindan istinbat yapmak suretiyle olur. Fakat bu yöntem
mücerred olarak akla dayanmak değil, bilakis hakkında nass bulunmayan hususu,
hakkında nass olanın kapsamına dahil etmektir. Bu da bir çeşit tefsirdir.
Aklın bu konuda geniş bir alanı vardır ama, sınırlı tutulmuştur. Bununla
birlikte, şer'i bir nassdan hadiseyi araştırıp çıkarmak veya o nassa
dayandırmak mümkün olmadığı takdirde yine akla iti-mad edilerek hüküm çıkarılması
sağlanır. Nitekim el-Bahru'z-Zıhar'm naslara yönver-mek imkanı veren herhangi
şer'i bir yolla hükmü araştırıp ortaya koymak mümkün olmadığı yerde aklın söz
sahibi olduğunu ifade eder tarzdaki usule özgü bölümünün ifadesini
nakletmiştik.
293- İmamiyye
Şiası, Allah Teala'nm akıl ile mi, yoksa hem akıl, hem de nakille mi bilineceği
konusunda, ayrıca aklın, hükümleri helallik ve haramlık açısından bağımsız
olarak algılayıp algılamayacağı konusunda aslolan öğenin açıklanması şekline
itirazda bulunmuştur. Daha önce de naklettiğimiz gibi itikadi görüşler
konusunda Evaiîu'î-Ma-kalaı adlı kitapta şöyle geçmektedir:
"İmamiyye, aklın
elde ettiği ilim ve vardığı sonuçlar açısından kendi dışındaki bilgiye
ihtiyacı olduğu, gafil kimseyi delil arayışının niteliğine göre uyaran
haricindeki bilgi kaynağından ayrı düşünülemiyeceği, ayrıca yükümlülüğü ilk
defa yüklenişinde ve bu dünyadaki uygulamasına başladığında bir rasul'e
ihtiyacı olduğu üzerinde ittifak sağlamıştır. Hadis ashabı bu görüşte onlarla
berabar olmuştur. Ancak Mutezile, hariciler ve Zeydiler, yukarıdaki görüşe
muhalefetle icma' etmişler, akılların kendi dışındaki bilgi kaynağından ve
kanun koyucunun kendi insiyatifindeki bilgiden (tevkifi bilgi) tamamen bağımsız
olarak çalıştığını ileri sürmüşlerdir. Sadece Bağdat Mutezilileri, yükümlülüğün
ilk gelişi sırasında bir rasulün tebliğini zorunlu görmüşlerdir."[8]
Bu açıklamadan aklın,
kendisine yol gösterecek bir elçinin gelmesinden önce bağımsız olarak
yükümlülükleri anlayamayacağı, peygamber gelmeden hiçbir yükümlülük
alamayacağı, uyaracak ve bir yerde durduracak kendi dışındaki bilgi kaynağının
zorunlu olduğu ve bu bilgi kaynağının, Allah Teala'nın gönderdiği bir elçi
vasıtasıyla meydena geldiği, bu bilginin, Şeriat gelmeden önce aklın bilgi
sahibi olamayacağına sinyal verdiği, ayrıca kesinlik ifade eden akıl
önermelerinin şeriatın üstünde olduğunun varsayılma-yacağı anlamı çıkarılır. Bu
anlayış, yukarıdaki nakilden de anlaşılldığı gibi eş'arilerin ve hadis
yorumcularının görüşleriyle uyuşmaktadır. Ayrıca bu görüş, Mu'tezile ve
Zeydiy-ye'nin karşı çıktığı görüştür.
Şüphesiz bu konu
Zeydiyye'nin temel ilkelerinden nakledilmiş bir görüştür. Bu görüşlerinde,
akıl için; birisi risaletin algılanmasının dayandırıldığı egemenlik, diğeriyse
hükümleri bellemek için şer'i tahriklerin ötesine ait yükümlülüğün inişinden
sonraki egemenlik olmak üzere iki çeşit egemenlik varsayıyorlar.
294- Bu
meseledeki aklın önermeleri konusunda l)izi ilgilendiren yön, Zeydiyye'nin,
aklın bir şeyin helal veya haram oluşunun bilinebilmesi ile ilgili herhangi
şer'i bir yolla helal veya haramlığı bilinmediği takdirde helal veya haramhğma
hükmedebileceği tarzında benimsediği görüşüdür. Bu konudaki temel espiri,
mücerred aklın bir kısım eşyanın güzelliğine hükmedip, uyulmasını zorunlu hale
getireceği ve bir kısım eşyanın da çirkinliğine hükmedip, uygulanmasını
yasaklayacağı açısından eşyanın bizatihi güzelliği ve bizatihi çirkinliğinin
bulunması şeklindedir.
Müslüman alimlerin bu
konudaki görüşleri dört bölümden oluşmaktadır:
1- Akıl mutlak
anlamda güzellik ve çirkinlik yargısında bulunabilir. Böylece kanun koyucunun
bilgisine ihtiyaç duymadan güzel değer yargısını yakıştırdığı şeyi helal, çirkin
değer yargısını yakıştırdığı şeyi de haram sayabilir. Bu görüşe göre akim
mükellefiyet getirmesinin (sosyal düzen kurmasının) uygun olacağı hükmü
çıkarılır. Böylece aklın getirdiği hükme ters düşülmesi karşılığında ceza,
aklın hükmüne saygılı olma karşılığında da sevap terettüb eder. Peygamberler
arasındaki fetret dönemi insanları, akılların yalan söylemek ve zulmetmek gibi
haram oldukları üzerinde ittifak ettikleri kötü değerleri işlemeleri durumunda
cezaya çarptırılırlar. Öte yandan akılların doğru söylemek ve adaletli olmak
gibi davranışların uyulması zorunlu değer yargılan oldukları konusundaki aklın
çağrısına katılmaları durumunda da Ödüllendirilirler.
Bunlar yükümlülüğü bir
şeriat Öncesinde, bir de şeriat sonrasında olmak üzere iki bölümde
değerlendiriyorlar. Bu görüş Mu'tezile ile Zeydiyye'ye nisbet edilmektedir. Bu
görüşün Mu'tezile'ye nisbet edilişi isabetlidir; ama Zeydiyye'ye, özellikle de
doğrudan İmam Zeyd'e nisbet edilmesi tartışma götürür.
Zira Zeydiyye
kitapları, şeriat öncesi dönemde aklın önermelerini, şeriatın idrak edilmesi
akıl önermelerinin kapsamına girdiği konularda uygularlar. Bu kapsama girmeyen
konularda ise zeydiler şeriate ve ondan sonra da akla itimad ederler.
2- Akıl bir
şeyin helal veya haram oluşuna hükmedebilir ama, bu durum şeriatlerin «nmesi ve
akıl önermelerini onaylamasından sonra gerçekleşir. Bir meseledeki hükmü araştıran
kişi delil getirmek için çizilen herhangi bir şer'i yolla o şer'i hükmü elde etmekten
aciz kaldığı takdirde akla başvurabilir. Evaii el-Makalat adlı kitaptan
aktardığımız bölümünde açıklık getirildiği gibi, bu görüş îmamiyye'nin
görüşüdür. Bu görüşü, Bağdat mutezilüeri de olumlu karşılarlar. Ben ise
naklettiklerimize dayanarak Zeydiy-ye'nin de bu görüşte olduğunu uygun
buluyorum. Bu görüşün daha açık şekli, akim helal ve haram kılarken, ancak
haram ve helal kılmanın arkasından sevab ve cezanın da benimsenmesi ile
gerçekleşmesidir. Zira helal kılınan şeyin karşılığı sevab haram kılınan şeyin
karşılığı da cezadır.
3- Bu görüş,
Maturidiyye'nin, aynı zamanda hanefi fakihlerinin, aklın güzel değeri ve çirkin
değeri koyabileceği tarzındaki görüşleridir. Çirkin sayılan şey aklın hükmü ile
yasaklanmış, güzel sayılan şey de aklın hükmü ile emredilmiştir. Ancak
karşılıklarında ceza ve sevabın takdir edilmesi tek otoriter Sari' Teala'nın
takdirleri iledir, Sevab ve cezayı takdir eden de yalnızca O'dur.
4-
Eş'arilerin ve hadisçilerin görüşüdür. Bu görüşe göre eşyanın bizatihi
güzelliği ve bizatihi çirkinliği yoktur. Güzel değerini veya çirkin değerini
koymak, sadece Sari' Tea-la'nm emrinden ve nehyinden doğar. Buna göre Şan'
Teala'nın emrettiği şey güzel, neh-yettiği şey de çirkindir. Akıl, eşyanın
güzellik ve çirkinliğini ancak Sari' Teala'nın emir ve nehiyleri açısından
baktığı zaman idrak edebilir.
295- Bu
görüşler, aklın hüküm vermesi konusunda İslam'ın fikhi görüşler toplamıdır.
Bazıları çok aşın gitti ve şeriatlerin rehberliği olmadan bile akla helal veya
haram değerini koyma hakkını verdi. Bazıları da aksi yönde aşırı gitti,
şeriatın gelmesinden sonra dahi eşyanın helal veya haramhğına hüküm verme
yetkisinden aklı menetti. Bunlardan daha aşın, aklın eşyadaki güzellik ve
çirkinliğe hükmedemiyeceğini, bilakis güzel ve çirkin değer yargısının mutlak
anlamda sadece Sari' Teala'nın koyduğu emir ve yasaklarla bilinebileceğini
söyleyenlerin sergilediği aşırılıktır. Şimdi biz, aşın giderek akla tek basma
yükümlülük verme hakkı tanıyanlan, bir kenara bırakalım. Çünkü onla-nn
mezhebinde tutarsızlıklar bulunduğu gibi, Semavi Şeriatleri bir çeşit devreden
çıkarma ve Allah Teala'nın şu buyruğunun net açıklamalanna muhalif davranma
vardır:
"Her millet içinde
mutlaka bir uyana (Peygamber) bulunmuştur", (Fatır 24)
Şüphesiz bu mezhebin,
araştırmasını yaptığımız mezheple hiçbir bağlantısı yoktur. Ancak araştırmasını
yaptığımız mezheple bağlantısı bulunan görüş, akla, şeriat gelmesinden ve
semavi rehberliğin vücud bulmasından sonra yetki tanıyan görüştür. Dolayı-siyle
biz bu araştırmamızda son üç görüş üzerinde duracak, birinci görüşü ise bir
kenara bırakacağız.
Aklın hükmü
meselesindeki tartışmanın, eşyanın kendi zatında bir güzellik veya çirkinliğin
bulunup bulunmadığı güzellik veya çirkinliğin sadece Sari' Teala'nın emrinden
kaynaklandığı düşüncesi üzerinde yoğunlaştığını gördük. Buna göre domuz eti,
Sari' Teala haram kıldığı için çirkindir; yoksa bizatihi çirkin olduğu için
değildir. Boğazlanmadan ölen hayvanın eti, kan, şarap ve diğer yasaklanmış
şeyler de bunun gibidir.
Mu'tezile, Zeydiyye,
İmamiyye, Maturidiyye ve Hanefiyye bazı eşyanın bizatihi güzellik ve
çirkinliğinin bulunduğunu söylemişlerdir. Eşariler ise, eşyanın bizatihi
güzellik ve çirkinliğinin bulunmadığını söylerler.
296- İlk iki
maddedeki görüşün tafsilatına göre, eşya üç bölüme aynlmaktadır:
a) Sari'
Teala'nın kesin çizgileriyle emrettiği bizatihi güzel olanlar,
b) Sari'
Teala'nın kesin çizgileriyle yasakladığı bizatihi çirkin olanlar,
c) Güzellik-çirkinlik
yahut yarar-zarar arasında dolaşan şeylerdir.
Bu gibi şeylerin
güzellik ve çirkinliği Şan' Teala'mn emrine veya nehyine dayanır. Eğer
emretmişse güzel, nehyetmişse çirkindir. Tartışmanın odak noktasını, ilk iki
şık teşkil etmektedir. Üçüncü şıkta ise herhangi bir tartışma zemini yoktur,
Yukandaki görüşleri
serdedenler, eşyanın bütününde ya da bir bölümünde güzellik veya çirkinliğin
bulunması noktasında mezheplerine birçok deliller getirdiler.
Birincisi: Kanun
koyucu emreder veya nehyeder. Akıl da bu emrettiği ve nehyetti-ği şeyleri kabul
ederek eşyadaki güzellik ve çirkinlikleri anlar. Böylece emir ve nehiy-deki
itaate aynen uyar. İşte bu, aklın eşyaya ait güzellik ve çirkinliği idrak
ettiğini göstermektedir.
Bira'rabiye
"neden Muhammed'e iman ettin?" diye sorulduğunda şöyle dedi:
Ben onun
"yap" dediği hiçbir emir konusunda aklın "yapma" dediğini,
"yapma" dediği hiçbir konuda da aklın "yap" dediğini
görmedim.
Bu da gösteriyor ki,
emirlerin kabul edilmelerinin sebeplerinden birisi, akla uygun olmalandır. Bu
da doğal olarak aklın güzel ve çirkin hükmünü koyabileceğini göstermektedir.
İkincisi: Şayet güzel
veya çirkin değer yargısı yetkisi sadece şeriatın emirleine ait olsaydı, Allah
Teala'mn mucizeyi rasul olmayanlann yahut yalancılann elinde de gerçekleştirmesi
aklen caiz olurdu. Böylesi caiz oluş nedeniyle de mucize, meydan okuma
konusundaki gücünü kaybeder, sonuç olarak bu esasa göre peygamberin yalan
söylemesi mümkün görülürdü.
Üçüncüsü: Bu madde
içerisinde, akıl sahibinin hemen yapacağı, uygulayanları öve-ceği, doğru ve
adil olmak gibi sözlerle davranışlar vardır. Zaten şeriat asla bunun karşıtı
bir görüşü getirmemiştir. Bu husus, yukandaki şeylerin bizatihi güzel
olduklannı göstermektedir. Yine bu madde içinde akıllı kimsenin uygulaması
caiz olmayan yalan söylemek ve zulmetmek gibi davranışlar vardır. Bu fiilleri
işleyenleri, akıl her zaman kötüle-miştir. Akıldan sonra da şeriatler o
fiilleri işleyenlere ceza uygulanması konusunda ittifak etmişlerdir. Bu durum
da yukandaki eşyanın kendi zatiyia çirkin olduğunu, aklın bizzat onlann
çirkinliğini idrak ettiğini göstermektedir.
Dördüncüsü: Bizatihi
güzel olan eşyanın güzelliği ile bizatihi çirkin olan eşyanın çirkinliğini
bilmek, insanların fıtratından ve varoluşlarının tabiatından gelen zaruri bir
ilimdir. Nitekim Allah, insanı eksiksiz, aklı ve cismi dengeli bir varlık
olarak yaratmıştır. Dolayısıyla bütün akıllar, birisi güzel diğeri çirkin
olmak üzere bütün değerler üzerinde mutabakata varmışlardır, dindar olanla,
olmayan arasında hiçbir fark yoktur. Bilakis bütün akıllar o değerleri
anlamakta eşittir. Başkasının malını yiyen bir insanı görüp de o hareketi hoş
karşılayan var mıdır? Yahut hırsızlık yapan bir insanı görüp de onun bu
hırsızlığını hoş karşılayan veya zulmeden bir insanı görüp de o kimsenin
zulmünü onaylayan kim vardır? Eğer akıl, güzel ve çirkin değerleri idrak
edemeseydi fonksiyonunu yitirir ve tamamen çalışmaz duruma gelirdi. Oysa
AllahTeala hiçbir şeyi başıboş yaratmamıştır. Allah bu duygulardan öte ve
yücedir.
297- Bu
açıklamalar eşyanın bizatihi güzelliği ve çirkinliği bulunduğunu benimseyenlerin
görüşleridir. Diğerleri ise, açıklamalarım aşağıdaki üç mesele üzerine bina etmişlerdir:
a) Heva ve
heves, nefsi egemenliği altına alır. Bunun sonucu olarak akıl, dengesini
kaybeder. Böylece güzel olmayan şeyleri akla güzel gösterir. Bu yüzden
filozofların aklı yanlış yola sapar. Bu durumda Allah'ın emir ve nehiylerini
koruyacak birisinin bulunması gerekir. Böylece o kimsenin aklı kendi başına
güzellik yargısında bulunduğu gibi tek başına çirkinlik yorgısmda da bulunur.
b) Allah
Teala şöyle buyuruyor:
"Biz, bir
peygamber göndermedikçe kimseye azap edecek değiliz." (İsral5) Eğer akıl
tek başına güzellik değerini ve yine yalnız basma çirkinlik değerini ortaya
koyabilseydi, o zaman yükümlülük oluşurdu ve artık dindarlığa hiçbir ihtiyaç
kalmazdı. Bu durum, geçen ilk iki husus hakkında sözkonusu olamaz. Zira onlar,
her şey konusunda aklın güzel veya çirkinliğe hükmedebileceğim söylemezler.
c) Aklın
güzel veya çirkinlik yargısında bulunabileceğini söylemek, semavi şeriatle- ri
saf dışı bırakmak demektir. Zira bu durumda o şeriatlere hiçbir ihtiyaç kalmaz.
Nitekim Allah Teala şeriatlerin avama ve havasa birden indiğini karar
buyurmuştur. Ayrıca Allah Teala şu buyruğu indirmiştir:
"Her millet
içinde mutlaka bir uyarıcı (Peygamber) bulunmuştur." (Fatır 24)
298-
Zeydiyye, İmam Zeyd'e ve İmamiyye'ye tabi olarak aşağıdaki şekilde eşyanın
bizatihi çirkinlik değeri ve bizatihi güzellik değeri bulunduğu yargısı üzerine
kurulmuştur:
a) Helal ve
haramın bilinmesi imkanını sağlamayan seri bir tarik ve nass bulunmadığı
takdirde kuşkusuz insanlar aklın hükmettiği şeylerle emredilmiş olurlar.
İşte Zeydiler, daha
önce naklettiğimiz gibi bu açık ifadeleriyle ve bu anlayışın zorunlu sonucu
olarak akim emredicilik ve nehyedicilik hükmü gereğince insanların mükellef
duruma getirilecekleri kanaatine varmışlardır.
b) Allah
Teala'nın çirkin olan bir şeyle emretmesi ve güzel olandan da sakındırması
mümkün değildir.
Bu durum, bağlayncı
hiçbir kuvvet olmaksızın Allah Süblıanehu ve Teaia'nın kemali gereğince meydana
gelir. Çünkü Aİlah Teaîa'mn fiil ve sözlerinin, bir hikmetin gereği olarak
oluşması zorunludur. Ayrıca Allah Sübhanehu ve Teala'mn fiillerinin abes olması
da mümkün değildir. Allah bundan son derece yücedir, ulud'ir.
299-
Maturidiyye ve Hanefiyye ise. bir kıstın eşyanın bizatilii güzel, bir kısım
eşys-mn da bizatihi çirkin olduğu fikri üzerine kurulmuştur. Yalnız ikinci bir
durum oîarak Ailah Teaia çirkin ile emretmediği gibi güzel olandan da
nehyetmez. Buraya kadarında Hanefi ye mezhebi, Zeydiyye ve İmamiyye ile
uyiişmskîadîr.
Ancak Hanefiler, ilk
hususun açıklanmasında onlardan ayrılmaktadırlar. Buna göre Haneliler, sırf
aklın yükümlülük getirmeye, sevap ve ceza takdirine yetkili olmadığı bilakis
yükümlülük getirmek, sevap ve ceza takdir etmek konusundaki yetkinin nasslara,
ayrıca hamlediş yollarından herhangi birisiyle o nassla yüklemeye bağh olduğu
görüşündedirler. Bu durumda akim, sevap ve ceza düzenini sağlayan teklif
getirme gücü yoktur. Böylece bir teklif, ancak Aîlah Teala'mn şu buyruğun unun
apaçık delaleü gereğince Sari' Teala'nın yasası tarafından konulun
"Biz, bir
peygamber göndermedikçe kimseye azap edecek değiliz." (İsra 15)
Bu görüşü Şevkani
İrşadu'l-Fuhıd adlı kitabında âna çizgileriyle şöyle tezkiye ediyor:
"Bu konuda
tartışma uzar gider. Aklın, bir fiilin güzel veya çirkin olduğu hususunu
mücerred idrakini inkar etmek, inatlaşmak ve bühtan etmektir. Ama güzel bir
fiilin sevaba, çirkin bir fiilin de cezaya taalluk ettiğini aklın anlaması,
teslim olunacak görüş değildir. Akılların idrak ettikleri şeyin varacağı
nokta, güze] bir fiil işleyenin medhedüece-ği, çirkin bir işi yapanın da
kmanacağıdir. Bu görüşle, işlenen fiilin sevaba veya cezaya taalluk etmesi
tarzındaki görüş arasında karşılıklı bağlayıcılık yoktur. Allah Teala'mn şu
buyrukları, bu meseleye getirilecek deliller arasmdadir:
"Biz, bir
peygamber göndermedikçe kimseye azı,) edecek değiliz." (İsral5)
"Eğer biz, bundan
önce onları helak etseydik, muhakkak ki şöyle diyeceklerdi: Ta Rabbi! Bize bir
elçi gönderseydin de, şu aşağılığa -e rüsvayhğa düşmeden önce ayetlerine uy
say dik." (Teybe 134)
"İnsanların, Peygamberlerden
sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın diye..." (Nisa 165)
300- Bu
görüş eşyanın bizatihi güzelliği ve bizatihi çirkinliğinin bulunduğunu, aklım da
bunlann büyük bir çoğunluğunu, bu düzenlemeye göre ortaya çıkaracak sonuçlan idrak
edebileceğini söyleyenlerin görüşüdür. Buradan da anlıyoruz ki Zeydiler
Mutezile ile Hanefilerin ortasında yeralmakta, hanefiler de zeydiler ile
eş'ariler arasında bulunmakta, aynca Şafiiler de Eş'arilerin görüşünü aynen
paylaşmaktadır. Bu sonuncu gurup, eşyanın bizatihi güzelliğini ve bizatihi
çirkinliğinin bulunduğunu uygun görmezler. Aksine onlara göre eşyadaki değer
yargıları izafidir. Şüphesiz her şeyi yaratan Allah Süb-hanehu ve Teala'dir.
Güzeiin de, çirkinin de yaratıcısı O'dur.
O'nun emirleri
kendisinde iyilik değeri bulunan şeyler, nehiyleri de kendisinde çirkinlik
değeri bulunan şeylerdir Bir şeyin
kendine özgü niteliği ile Allah Teala'mn o şeyi emretmesi veya nehyetmesi ar;
ıda zorunlu bir bağlantı kurmak sözkonusu oiamaz. Bu konumda, Allah Teala'mn
err neye zorunlu olduğu işlerle zorunlu olarak nehyettiği işler yoktur. O'nun
her şeye güJü yeter. Allah Sübhanehu ve Teala dilediğini, tamamen kendi
arzusuna uygun olarak yapar.
Şüphesiz bu görüş,
fukaha cumhurunun görüşüdür. Bu görüşe en fazla tutunanlar da Şafiİlerdir.
Dolayısıyle onlar, kıyas tariki dışındaki bir yolla istinbatta bulunulmasını
reddediyorlar. İmam Şafii kıyasın dışındaki bir yolla istinbat edilmesinin,
duygusallık ve telezzüzden ibaret olduğunu açıkça beyan etmiştir. Zira İmam
Şafii, aklın bizatihi güzelliği ve çirkinliği idrak edeceğini tanımamaktadır.
301- Ele
aldığımız bu konudan, İmam Zeyd (r.a.)'in, aklın bizatihi güzelliği ve çirkinliği
idrak edebileceğine hükmettiği, aynca seri hükümlerin istinbatını sağlayan seri
bir yakın bulunmadığı durumlarda birşeyin helal veya haramlığına hükmedecek
otoritenin akıl olduğu görüşünü benimsediği sonucuna varıyoruz. Aslında İmam
Zeyd, aklın ancak Sari Teala'mn mesajından sonra yükümlülük verebileceği
tarzında kararlaştırılan düşüncenin, özüyle bağdaşan kişidir.
Şimdi bu konuyu burada
bırakıyor ve Zeydiyye'nin içtihaddaki temel ilkelerine yö-neliyorum. Ayrıca
onların açıklamalarından ve fıkhı konulardaki kaynak haberlerden, zeydilerin
benimsediği bu temel ilkeler hususunda İmam Zeyd'in görüşünü inceleyeceğiz. [9]
302- Bu
konu, Muhammedi risaletin algılanmasını sağlayan, akim egemenliği konusunu
takibeden ilk temel ilkeyi teşkil eder. Böylece ikinci sırayı Kur'an ve malum
sünnetin zahirleri almış oluyor. Bu noktada iki hususu gözönünde
bulunduruyoruz:
a) Zeydiyye usulcüleri
Kur'an île malum hadisi yani mütevatir ve meşhur hadisi, kendileriyle delil
getirmenin güçlülüğü ve islami hükümleri ortaya koymada birbirine yardımcı
olmaları açısından birinci sırada saymaktadırlar. Şöyle ki, birinci sırada yer alan
nasslann biri diğerine yardımcı olması suretiyle uzlaşma sağlanamadığı takdirde
biri diğerini nesh veya tahsis eder.
b)
"Nasslar" ve "zahirler" kelimeleri, istilahi anlamda
kullanılmıştır. Konunun esası, nass ile zahirlerin arasını ayırdetmektir.
Dolayisıyle önce bu ıstılahı, sonra da malum sünnetin ne olduğunu, onunla ilim
elde etmenin .şartlarının neler olduğunu açıklamak zorunluğu vardır. Aynı
zamanda Kur'an-ı Kerim'in Özellikleri konusunda da açıklama yapmak gerekiyor.
Allah'ın yardımıyla biz Kur'an'dan, sünnetten ve sünnetin mertebelerinden
kısaca sözedeceğiz. eUFusul el-Lu'luiyye'fen naklettiğimiz bu sıralamaya
açıklık getirmek, ancak tevatür oluşu açısından Kur'an'in özelliklerini
açıklamaya dört elle sarılmamızdan, aynca, zahir, nass, amm ve hass... gibi
terimleri açıklamamızdan sonra elde edilebilir. [10]
303- O,
İslam'ın ilk kaynağıdır. Aynca O, kıyamete kadar geçerli olan Hüccetullah
Teala'dır. Yine o, Allah'ın olaylara açıklık getiren nurudur. O, Allah'ın
insanlara uzanmış ipidir. O, Allah Teala'nın, yaratıklarına mesajıdır. Kim ki
o Kur'an'a kulak verirse, kendisine çağrıda bulunan, korkutan, müjdeliyen,
irşad eden, yönlendiren, hidayet eden, hükümleri ile emir ve nehiylerini
açıklayan, din ve dünyasını dengede tutan Allah Tea-Ia'ya kulak vermiş olur.
Hiçbir haberi yoktur ki, insana çağrıda bulunmasın; hiçbir hayırlı çözüm
yoktur ki, onu kapsamına almasın. O Kur'an, bütün hükümlerin ana kaynağıdır
ki, hükümler kaynağını ondan alır.
Zeydiyye fıkhına ait
usul kitapları, Kur'an-ı Kerim'i aşağıdaki şekilde tanımlamaktadırlar:
"O, Muhammed
(s.a.v.)'e en küçük bir süresiyle yahut birçok mütevatir ayetleriyle kendisine
karşı koyanları aciz bırakmak için indirilmiştir. O Kur'an, alimlerin icmaı
ile, kendisine hiçbir şey eklenmeden son Arz'daki[11] ve
kendisinden hiçbir şey çıkarılmadan ümmetin elinde bulunan bir kitaptır.
îmamiyye'nin karşı çıkmasına rağmen onda hiçbir fazlalık da yoktur. Berae
dışında her surenin başında bulunan "besmele"ler, Kur'an'ın
asımdandır. Besmele fatiha suresinin başından bir ayet olduğu gibi, bir kısım
selefin, İmam Malik, Ebu Hanife, Sevri, Evzai, Medine, Basra ve Şam kurralarınm
karşı çıkmaları ile birlikte, selefin cumhuru, Şafiiler ve Mekke kurrasma göre
de her surenin başından bir ayettir. İbn Müsseyyeb ve Muhammed b. Ka'b'ın
söylediği gibi, ayrıca
İmam Şafii'den de
yapılan ayrı bir rivayete göre besmele sadece Fatiha'dan bir ayettir."[12]
304-
Şüphesiz bu açıklamanın içeriğinden aşağıdaki dört sonuca varılır:
1- Kur'an-ı
Kerim Allah katından indirilmiştir ve Nebi (s.a.v.)'in en büyük mucizesi-dir.
Bu mucizeliği sayesinde Arap toplumuna bir benzerini ortaya koymalanyla meydan
okumuş, onlar da bunu yapmaktan aciz kalmışlardır. Bu defa uydurmuş bile
olsalar benzer on sureyi ortaya koymaları ile meydan okumuş, bunu yapmaktan da
aciz kalmışlardır. Nihayet tek bir surenin benzerini getirmeleri ile meydan
okumuş, bundan da çaresiz kalmışlardır. İşte Kur'an böyle bir kitaptır. O.
bizatihi mucizedir. Bu mucize oluşu da, insan eti değmeden meydana geldiğinin
göstergesidir.
2- Alimlerin
icmaıyla ona sonradan ne bir fazlalık, ne de bir noksanlık arız olmamıştır.
îmamiyye'nin noksanlık konusunda muhalefet ettiği zikredilir. Bu iddiaya göre
ona sonradan noksanlık arız olmuştur. Gerçek şu ki, îmamiyye'nin tamamı bu
görüşte değildir. Bilakais İmamiyye içerisinden bir grup bu iddiada bulunmuş ve
ellerimizdeki mushaflardan, Al-i Beyt'le ilgili ayetlerin hazf edildiğini, Ali
(k.v.)'nin yanında hiçbir noksanlık arız olmayan tam mushafm bulunduğunu
söylemiştir. Fakat başlarında el-Murtaza, Tusi ve diğerleri bulunan büyük bir
İmamiyye toplululuğu bu görüşe karşı çıkmıştır. Hatta İmam Ebu Abdullah Cafer
es-Sadık, böyle söyleyenlerin müslüman olmadıkları kanaatini belirtmiştir. Biz
de Ebu Abdullah'ın görüşüne katılıyoruz. Bu İddiaları ileri süren kişinin
el-Kufeyni olması ilginçtir. Zira onlara göre bu şahıs, rivayet konusunda
hüccettir. Oysa böyle bir sapıklık, hatta böylesine apaçık küfür içerisinde
bulunan kimsenin yaptığı rivayet nasıl kabul edilebilir?
3- Kur'an-ı
Kerim mütevatir olarak gelmiştir. Hiçbir kitabın Kur'an-ı Kerim düzeyinde
mütevatir olduğu bilinmemektedir. İleride açıklayacağımız gibi müslümanlann
cumhuru kadar zeydilere göre de Kur'an-ı Kerim bütün kıraat şekilleriyle
mütevatirdir.
4- Berae
suresi dışında her surenin başından bir parça, yahut yalnız Fatiha suresinden
bir parça, yahut da hiçbir sureden bir parça olmaması açısından bu tafsilat ve
bir lai-fenin bu üç görüşten her birine mensup oluşu, Zeydiyye fıkıh ve
usulünün, cumhurun fıkıh ve usulüyle bağlantılı olmasının ölçüsünü aynca hangi
fırkadan olursa olsun, Zey-diyye'nin selef fıkhına itimad ettiğini
göstermektedir. [13]
305-
Zeydiyye fıkhıyla ilgili usul kitapları, Kur'an-ı Kerim'in kıraat şekilleri
nedeniyle taarruza uğramıştır. Belki de kıraat şekillerine bu denli ilgi
göstermeleri, İmam Zeyd (r.a.)'den miras olarak aldıkları konulardan birisidir.
Nitekim Zeyd (r.a,) kendine özgü bir kıraat şekli rivayet eden kıraat imamları
arasındadır.
Onun kıraat şekli,
mütevatir kıraat kapsamı içerisindedir. Nitekim el-Fusul el-Lü'lu-iyye
kitabında şöyle geçmektedir:
"Zeyd b. Ali
Aleyhisselam'ın, kendisinden rivayet edilen bir kıraat şekli vardır." Bütün
bu kıraat şekilleri, daha Önce nakletmiş olduğumuz hususlarda kendisine yapılan
işareti ilettiğimiz Son Arza ile uyuşmaktadır. Bizim yaptığımız nakillerde
şöyle geçer: "Son Arza'daki şekilden hiçbir noksan tarafı yoktur."
Son Arza mükemmel,
aynca Nebi (s.a.v.)'in Cibril-i Emin'e noksansız ve ziyadesiz tam olarak
okuduğu Arza olduğuna göre bütün kıraat şekilleri bu arza esas alınarak tah-ric
edilmiştir. Bu kıraatlerin tamamı o Son Arza ile uyuşmaktadır.
Kendisinden, Kur'an-ı
Kerim'in yedi harf üzere nazil olduğu, bunlardan altısının neshedilip,
birisinin geriye kaldığı anlamı çıkanlan hadisi şerife gelince, bundan maksat
kıraat şekilleri olmayıp, sadece Arap harfleri ve lehçeleridir. Bu yedi harfle
okumak
Kur'an'ın nüzulünün
ilk yıllarında mubah kılınmış, sonradan neshedilmiş ve geriye Ku-reyş lehçesi
kalmıştır. Bu lehçe, Son Arza'yı oluşturan lehçedir. Bu Son Arza da, daha önce
belirttiğimiz gibi bütün kıraat şekillerini kapsamaktadır.
306- Yedi
kıraat şekli, cumhurun nazarında olduğu gibi Zeydilere göre de müteva-tirdir.
Bu kıraatler, İcma suretiyle mütevatirdirler. Asıl kaynağın mütevatir olduğunda
ittifak etmişlerdir. O asıl kaynak da, nassın bizatihi kendisidir. Nassın
bizzat kendisi ile ilgili değli de, şekli ile ilgili olan med, vakıf ve
diğerlerinden oluşan yapıya gelince, se--
nedinin sıhhati üzerinde ittifak oluşturmakla birlikte tevatürü
konusunda ayrılığa düşülmüştür. Bir kısım Zeydiyye alimleri ile cumhur
alimleri tevatür oluşun sadece nassın kendisinde bulunduğunu, med, vakıf ve
diğerlerinden oluşan kıraatin yapısına gelince senedinin sıhhafliliğine rağmen
tevatür derecesine yükselemediğini söylemişlerdir. Belki de bu tevatür oluş,
sahabe döneminden sonra yaygınlık kazanmış ve tevatür oluşu ile ilgili haberler
genişletilmiştir.
Fakat cumhur alimleri
mütevatir oluşun, nassın aslım kapsadığı gibi şeklini ve kıraat yapışım da kapsadığı
görüşündedirler. Bu takdirde Kur'an-ı Kerim'i tecvid ve tertil üzere okuyan
kişinin, sadece Nebi (s.a.v.)'in Kur'an'ı okuduğu ses düzenine göre okumuş
olduğu, kesinlik kazanmaktadır. Nitekim Allah Subhanehu, bu şekildeki okuyuşun
Kur'an'ın kısım kısım iniş sebeplerinden birisi olduğunu zikretmiştir. Allah
Teala Kur'an-ı Kerim'in parça parça inişine müşriklerin yaptığı itiraza cevap
olarak şöyle buyurmuş ve Nebi (s.a.v.) de onların konuşmalarının karşılığını
vermişti: "İnkar edenler, 'Kur'an O'na topluca indirilmeli değil miydi?'
dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle ("parça
parça indirdik) ve onu tane tane (ayırarak) okuduk." (Fur-kan 32)
Bu yüce nassda itiraz
ve cevap bir arada açıklanıyor, itiraz bölümü bizi ilgilendirmiyor.
Zihinlerimizde çağrışım yapan bölüm sadece cevaptır. Bu cevap kısmı da iki bölümden
oluşmaktadır:
Birincisi: Kur'an,
Nebi (s.a.v.)'in ruhsal yapısını fazla aralıkla olmayan zaman dilimleri içinde
vahyin ceste ceste indirilmesine alıştırmak, ayrıca Kur-'an-ı Kerim'in manalarını,
hükümlerini ve lafızlarını Nebi (s.a.v.)'in kalbine ve parça parça inişin
ezberlemelerini kolaylaştırdığı müminlerin safvetine yerleştirmek suretiyle
gönülleri sağlamlaştırmıştır.
İkincisi: Kur'an-ı
Kerim'in tertilidir. Zira kolayca ezberlenebilmesi Kur'an-ı Kerim'in kağıtlar
üzerinde ezberlenmesinden önce gönüllerde ezberlenmesini sağlamıştır. Onun
ezberlenmesine büyük ilgi duyulması ve Kur'an'ı direkt olarak Nebi (s.a.v.)'den
alma gayreti, ondan örnek alarak okuyanların tıpkı Nebi (s.a.v.)'in okuyuşu
gibi okumaları sonucunu doğurmuştur. Sonra da bu tertille okuyuşu kendilerini
takibeden kitlelere aktarmışlardır. Böylece her kuşak Kur'an'ı, Nebi (s.a.v.)'den
geldiği ve aynen onun okuduğu tarik üzere günümüze kadar nakletm işlerdir. îşte
bu şekilde onun yalnız lafzı değil, bilakis lafzı ile birlikte tertil üzere
okuyuş tariki de, kıraat şekilleri adını alan ve Nebi (s.a.v.)'den maktu1
olarak rivayet edilen kıraatler biçiminde tevatür derecesine ulaşmıştır.
Dolayısıyle alimler şöyle derler. Kıraat, aynı şekliyle izlenen bir sünnettir.
Yani o kıraatte hiçbir tağyir ve tebdil sözkonusu değildir.
307- Böylece
anlaşılıyor ki, kıraatlerin tümü gerek asıl, gerekse yapı açısından
mü-tevatirdir. Buna göre med, imale ve diğer hususlar mütevatir olarak gelen
kıraat şekille-rindendir. Birisi şöyle sorabilir: Kur'an'ın kıraat şekilleri
acaba niçin değişiklik arzetmiş-tir? Bu sorunun cevabını, Zeydiyye mezhebindeki
usul alimleri vermiştir. Nitekim el-Fusul el-Lü'lüiyye'de metni aşağıda bulunan
şu husus geçmektedir:
"Kıraat
şekillerinin değişiklik arzetmesi ya asıl gerçek olanı ortaya çıkarmak ve sapmaları
önlemek, yahut özerinde icma edilen hükmü yakalamak veya ayrılığa düşmüş iki
hükmün arasını birleştirmek, belki de hiç bilinemiyecek olanları yoruma
kavuşturmak, ya da zahiri manası ters anlamını verdirecek hükmün izahım
sağlamak içindir."
Bu açıklama, çeşitli
kıraat şekillerinde birtakım gizli yararlann bulunduğunu göstermektedir:
1- İslam
şeriati'nin ve Muhammedi risaletin doğruluğu anlamındaki hakkın aslını ortaya
çıkarmak. Zira her kıraat şekli bizatihi mucizedir. Böylece karşıtlarını aciz
bırakmanın ve tariklerinin sayısı çoğalır. Her kıraat şekli başhbaşma mucize
olduğuna göre, bu kıraatler hakkın en şiddetli destekçisi ve en güçlü.
2- Bu
kıraatler, kesinleşmiş hükümleri açıklığa kavuşturur. ŞöyJe ki, bazı
kıraatlerin delaletlerinin zanni olması durumunda, şayet diğer kıraatlerde
onunla uyum sağlıyorsa bu delaletin katileşmesini sağlar. Zira bu tür uyuşum,
zanni oluşun nedenini teşkil eden ihtimalleri ortadan kaldırır. Böylece iki
kıraatin bir araya gelmesiyle delalet katileşir.
3- İki
kıraatten birisinin delaleti, anlaşılması açısından bakış açılarının ayrılığa
düştüğü çok ihtimalli durumda olabilir. Bu durumda diğer bir kıraat, iki
ihtimalden birisine açıklık getirici ve ihtimalleri ortadan kaldırıcı olarak
gelir. Böylece bakış açılarının ayrılığa düşmesi ortadan kalkar. Bunun
sonucunda, hiçbir zikzaklı yola sapmadan hakkı, Hakk'm rızasına uygun olarak
taleb eden kişilerin nezdinde tek bir görüş meydana gelir.
4- Kıraatlerin ihtilafının, bir ayetten iki
hükmün ortaya çıkarılmasına neden oluşudur. Böylece kıraatlerin birisi bir
hükmü ifade ederken, ikincisi de kendi ifade ettiği ile birincisinin ifade
ettiği arasında hiçbir çelişme bulunmayan yeni bir hüküm ifade eder. Özlü bir
nass, aynı ibare ile iki hüküm ifade edebilir. Bu da icazın esranndandır.
Kur'an ise, en ince manaları belirtmesinin yanında en mükemmel özlü ifadedir.
5- İki
kıraatten birisinin, diğer kıraati tefsir etmesidir. İkisi beraberce, içinde
hiçbir kapalılık bulunmayan tefsir edilmiş bir hüküm meydana getirir. Böylece
delilden kaynaklanan hiçbir ihtimal ortada kalmaz.
6- Bir kısım
kıraatlerin dış görünüşü, İslam hükümlerinin ortaya koyduğu asıl kaynakla
uyuşmayan bir mana verilmesine neden olabilir. Bu durumda diğer kıraat şekli,
Şeriat'in hükmünü netîeştirici ve şeriat'in o emirden net bir açıklamayla
istemiş olduğu hususa açıklık kazandırıcı olarak gelir.
308-
Kur'an'ın kıraat şekilleri tevatür derecesinde olduğuna göre, mütevatir olmayan
kıraat şekilleri Kur'an sayılmaz. Zira Kur'an-i Keriın'in kendisinden
ayrılmayan özelliği, onun mütevatir oluşudur. Mütevatir olmayanlar ise Kur'an
sayılamaz.
Şüphesiz Kur'an-ı
Kerim, kuşaktan kuşağa mütevatir olarak intikal etmiştir. Nebi (s.a.v.) onu
ezberlemiş ve Refiki A'lasma göç etmeden önce de Cebrail'e okumuştur. Ayrıca o
Kur'an'ı Nebi (s.a.v.)den aldıkları şekliyle ashabı (r.a.) ezberlemiş, onlardan
da tabiin aynen alarak ezberlemişlerdir. Kur'an-ı Kerim sahabe döneminde mushaflara
yazılı olmasına rağmen tabiin ve daha sonra gelenler, Kur'an'ı ezberlerken
yalnız mushaflara itimad etmiyorlardı. Onu ezberleyen her öğrenci, bir önceki
hocasından almış olduğu tertiî ile okuyuşu kendisine intikal ettirmesi için,
bir hafızın huzurunda okuyordu. Hatta bu tertil üzere okuyuşun isnad zinciri
Nebi (s.a.v.)'e kadar uzanıyordu. Böylece Kur'an'ın nassı tevatür derecesine
ulaştığı gibi, aynı zamanda bütün kıraat şekillerinin yapısı da mütevatir
oluyordu. Bu durum, günümüze kadar aynı şekliyle devam etmiştir. Böylece Allah
Teala'nın "Şüphesiz Kur'an-ı Kerim'i biz indirdik, Onu biz koruyacağız
biz." (Hicr 9) fermanı gerçekleşmiş oldu, Kur'an-! Kerim'in mütevatir
oluşu, onu 'senedi kati' bir duruma getirdi. Fakat bazan nassların delaleti zanni
olabilir. Bu durumda ihtimal, nassın delaletine döndürülür, fakat senedine
döndürülmez. Zira o sened, asla şüpheye yer bırakmayacak şekilde mütevatirdir.
309- Fusui
el-Lü'lüiyye' de Kitap açısından delil getirmede ilk sıranın onun nassla-nna
ait olduğu belirtilmiştir. Hemen onların yanına da malûm sünnet'İn nasslan
iliştirilmiştir. Bu ikisinden sonraki sıraya da Kitap ve malûm sünnet'İn
zahirleri yerleştirilmiştir. Ma'lûm sünnet, mütevatir sünnet demektir. Böylece
adı geçen kitap, kendisinden hüküm istinbat edilmesi açısından, her ne kadar
mütevatir Sünnet'İn Nebi (s.a.v.)'in sözü ve Kur'an-ı Kerim'in ise Allah
Sübhanehu ve Teala'nın kelamı oluşu, öte yandan Rasu-lullah (s.a.v.)'in kelamı,
cevami'ul-kelam türünden olsa bile mucizelik özelliği bulunmadığı halde
Kur'an'ın mucize oluşu nedeniyle ayrı düşseler dahi mütevatir sünnet-i Kur'an-ı
Kerim ile aynı sıraya koymuştur. Şüphesiz nasslar mertebesi ve bir de zahirler
mertebesi tarzındaki bu iki mertebe konusundaki açıklamalar, usul alimlerinin
mebahi-sü'I-Iafziyye konusu kapsamında ele aldıkları bu ıstılahi deyimleri izah
ederken bizi ayrıntıya dalmaya mecbur ediyor. Dolayısıyle bu bahislerle ilgili
tanımlan vermeye girişiyoruz. Ayrıca açıklamalarımızın, Zeydiyye fıkhının usul
kitaplarından kaynaklanmasına gayret edeceğiz.
310-
Zeydiyye usul'ı fıkıh alimleri, Kur'an-ı Kerim'de geçen lafızları muhkem ve
müteşabih olarak iki kısma ayırmaktadırlar. Bu taksimi yaparken Allah Teala'nın
şu ayetine uyarlar:
"Sana Kitab'ı
indiren O'dur. O'nun (Kur'an'ın) bazı ayetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab'ın
esasıdır. Diğerleri de müteşabihtir." (Al-i İmran 7)
el-Bahru'z-Zıhar adlı
kitabın altıncı cildinde, metni aşağıda bulunan ifadeler geçer.[14]
"Bize göre
muhkem, kendisiyle zahiri anlamının hilafı kastedilmeyen bir kelam iken,
müteşabih ise kendisi ile zahirinin hilafı murad edilen kelamdır. İbn Hacib'e
göre de muhkem, manası açıkça anlaşılan kelam iken, müteşabih bunun karşıtı
olandır."
Şu anda, ahkam
ayetlerinde müteşabihlik yönü bulunamayacağı tarzındaki görüş üzerinde fukaha
cumhuru arasında ittifak sağlandığından dolayı, müteşabih üzerindeki
tartışmalar bizi ilgilendirmiyor. Yine Allah Teala'nın zatı ve fiilleri ile
ilgili bir kısım Kur'an lafızlarında müteşabihük bulunduğu şeklindeki
tartışmalar da şu anda bizi alakadar etmiyor. Buradaki muhkem kavramı, Hanefi
fıkıh usulünde adı geçen muhkemin aynısı değildir. Zira oradaki muhkem
kavramı, te'vil, tahsis ve neshi kabul etmeyen nass anlamındadır. Buradaki
muhkem ise Kur'an-ı Kerim'in kullandığı şekliyle uyuşmaktadır. Zira Allah
Sübhanehu ve Teala bu kavramı müteşabih'in karşıtı kılmıştır. Manası açık olan
her nass ister bizatihi neshedilebilsin, isterse edilemesin, müteşabihin
karşıtıdır. Her ne kadar ahkam nasslannın tümü Nebi (s.a.v.)'m vefatından
sonra ahkam nasslannın neshi söz konusu değildir. [15]
311-
Zeydiyye fıkhına ait usul kitapları, kendisiyle, lafzının zahiri anlamı dışında
birşey murad edilmeyen yahut daha açık ifade ile, te'vil kabul etmeyen
anlamındaki muhkem nassı aşağıdaki şekilde bölümlere ayırmaktadır:
1- Manası
aşikar olan nass (Celi Nass).
2-
Kendisinden daha kuvvetli bir karşıtı bulunmadığı takdirde zahir mana,
3- Dil ile
ifade edilen karşıt bir ifade (mantûk) olmadığı takdirde anlaşılan mana
(mefhum),
4- Karşın
bir amm olsa bile hass lafız ve karşıtı mutlak bir lafız olsa bile mukayyed
lafız.
5- Aklın
güzel karşılamasına muvafakat eden lafız.
6- Karinesi
zorunlu veya aşikar olan mecazi lafız.[16]
Yukarıda sayılanlar,
muhkeme ait altı kısımdır. Son şıkkı terkedelim. Zira o konuda açıklama yapmak
bizi sarf ilminin lügat çalışmalarına çekip götürür. Lakin bu konuda özetle
şunu söylüyoruz: Karinesi açık veya zorunlu mecazın, sarih lafızdan başkası
olma imkanı yoktur. Bu çeşit mecaz, müteşabih konusuna girmez. "Sultan
elini şehrin üzerine koydu" derken egemenlikten "el" ifadesi ile
söz etmenin, müteşabih olması mümkün değildir. Yine bunun gibi zorunlu karine,
mecazi manayı ifade ederken lafzı ihtimale yer vermeyecek duruma getirir. Allah
Teala'nın Kur'an-ı Kerim'inde:
"Kendimi rüyada
şarap sıkarken görüyorum" (Yusuf 36) kavlinde olduğu gibi. Şüphesiz şarap,
sıkılmasını akim kabul etmeyeceği bir sividır.Aksine sıkma işi, sıkılabi-lecek
şeyler için geçerlidir. O da, ileride şaraba dönüşecek olan üzümdür.
Bu kısım üzerinde bu
kadarıyla yetiniyoruz. Şimdi diğer kısımlara geçelim. Zira onlar, ahkam
ayetlerinin tefsiri, gösterdikleri delaletler konusundaki lafızların ve
istinbat edildikleri şer'i manaların açıklamasıdır. .
İmam Zeyd'in, bu
lafızların manalarına ve delaletlerinin kuvvetine açıklık getirme, ayrıca bu
ıstılahları o lafızlar için vâz etme konularına da derinlemesine bilgi sahibi
olduğunu farzedemeyiz. Her ne kadar da fıkıh, beyan ve mantık ilimlerinin
zevki, bizi imam Zeyd'in istinbatını yaparken bu delaletlerin kuvvetini
gözönünde bulundurduğunu varsaymaya zorluyorsa da, bu tarz bir açıklama onun
zamanının fıkıh anlayışının hedeflerinden değildi. Buna göre bu gibi
ıstılahların İmam Zeyd (r.a.)'dan sonra ortaya çıkması, böylesine ıstılahların
birçok durumlarda İmam Zeyd'in fıkhı ile bağdaştığını söylememizi engellemez.
Bu nedenle muhkemin
kısımlarını teker teker ele alıyoruz. Fer'i meselelerin bir bölümü hakkında
İmam Zeyd'in o şekilde hüküm vermediği hususun başka bir tarik ile kesinlik
kazanmasının elimizde olması dışında, bu usullerin İmam Zsyd'in fıkıh anlayışına
ters düştüğünü farzedemeyiz. [17]
312-
Kur'an-i Kerim ve mutevatir sünnetteki bütün nasslar, Zeydİyye'ye göre hükümler
hakkında, kendisiyle karar verilenlerin en güçlüsü sayılmıştır. Nitekim bu
kapsama giren nasslan el-Fusul el-Lü'lüiyye sahibi, muhkemin kısımları
arasında saymıştır.
Zeydiler nassı,
manasına delalet etmesi açısından ihtimal kabul etmeyen lafız olarak
tanımlamışlardır. Bu nass, aşikar (celî) nass ve gizli (hafî) nass olmak üzere
iki kısma ayrılır.
Celî nass, konulduğu
lügat manasının yani kullanıldığı mananın kesinlik ifade etmesi dolayısryle
belirttiği mananın dışında bir ihtimal taşımayan nassdir. "Zina eden kadın
ve erkeğin her birisine yüz değnek vurunuz" (Nur 2) ayetinde olduğu gibi.
Buradaki "yüz değnek" ifadesi konulduğu lügat manasının kesinlik
ifade etmesi nedeniyle delalet ettiği mananın dışında bir ihtimal taşımaz. Zira
"yüz" kelimesi, asla kendisinden başka ihtimal taşımayan bu sayı için
konulmuştur.
Hafi (gizli) nass,
aklın düşünerek bulduğu mananın kesinlik ifade etmesi nedeniyle kapsamında
hiçbir ihtimal olmayan lafızdır.Bu husus, daha çok itikadla ilgili nasslarda
meydana gelir.
Nitekim el-Fusul
el-Lü'lüiyye sahibi bu tanımlardan bahsetmekte ve şöyle demektedir:
"Celî anlamındaki
nass, konulduğu mananın kesinlik ifade etmesi nedeniyle başkasına ihtimali
olmadığını gösteren lafızdır. Hafi nass ise, düşünmek suretiyle başka manaya
ihtimali olmadığını gösteren nassdir. Gazali ve Taberi bu nassı, birincisinin
sınırları içerisinde düşünmüştür."[18]
Biz de, müşterek nass
olarak kabul edilmesi durumunda fıkhi nasslann hafi nass türünden olduğu
eğilimindeyiz. Çünkü örneğin kur kelimesi ancak bir miktar düşündükten ve
araştırma yaptıktan sonra "temiz" veya "hayız" manasım
gösterir. Bu kelime hanefi-lere göre aklın yargısıyla, ihtimal kabul etmeyen
bir nass olarak yalnız "hayız" anlamını belirtir. İmam Şafii (r.a.)'a
göre ise bu kelime düşünmek ve araştırmak suretiyle başka anlama gelme si kabil
olmayan "temizlik" manasım belirtir.
313- Bu konumda bizim,
usulleri açısından Zeydiyye'nin görüşüyle fukaha amme-siyle aynı görüşü taşıyan
usul alimlerinin anlayışları arasını dengelememiz gerekmektedir.
Şüphesiz malikiler
nassın, belirttiği manadan başka hiçbir ihtimal taşımayan lafız olduğunu
söylemişlerdir. Ancak kabul etmeyeceği söylenen ihtimalin anlamı nedir? Acaba
nassın delilden kaynaklanan ihtimali kabul etmeyeceği anlamındaki
"delilden kaynaklanan ihtimal" midir?
Örneğin bütün öncüllerin,
ihtimali olan "zina" kelimesi gibi ki buradaki ihtimal delilden
kaynaklanan türden değildir. Yoksa o, sayı belirten lafızlar gibi mutlak
anlamda ihtimalleri kapsamına almayan lafız mıdır? Bir kısım malikiler ile
şafiiler, bu lafzın sayı belirten lafızlar gibi mutlak anlamda ihtimali kabul
etmeyen lafız olduğunu iddia ederken, bir bölümü de, delilden kaynaklanan
ihtimali, kabul etmeyen lafız olduğunu belirtmişlerdir.
Zeydiyye'nin, bu
lafzın "ihtimal kabul etmeyen lafız" olduğu anlayışı, adı geçen her
iki görüş ile de yorumlanabilir. Benim anladığıma göre zeydiler, mutlak anlamda
ihtimalin olumsuzluğunu kastedmektedirler. Çünkü onlar o lafzı, konulduğu
lügat manasının asıl olması nedeniyle, ihtimal kabul etmeyen lafız olarak
tanımlamışlardır. Konulduğu lügat manasının asıl olması nedeniyle ihtimali
nefyetmek, bütüiî ihtimalleri nefyetmek anlamında kesin konuşmak olur. Ama biz
lafızların lügat açısından delaletinin za-nin olmayıp mutlaka kati olduklarım
söyleyecek olursak, bu da sadece zeydilerin tercih ettiği görüştür.
Hanefiler nassı
tanımlarken, Zeydiyye ve diğerleri dışında başka bir metod kullanmaktadırlar.
Onlar şöyle söylerler:
"Nass, ihtimal
taşıyıp taşımamasına bakılmaksızın lafzın gidişatının gösterdiği manadır."
Allah Teala'nın faiz konusundaki şu ayeti buna misaldir:
"Onların bu hali,
"alış-veriş (ticaret) de faiz gibidir." demeler indendir. Oysaki Allah,
ticareti helal, faizi haram kılmıştır." (Bakara 275)
Burada alış-verişin
helal olduğunu belirten ifade bulunmaktadır. Fakat lafız, bu manayı belirtmek
için kullanılmamış, aksine faizle alış-veriş arasında fark bulunduğunu
açıklamak için getirilmiştir. Böylece alışverişin helalliği birinci amaçla
değil, ikinci amaçla gelmiştir. Başka bir ifade ile, tabi bir cümle olarak
gelmiştir. Yoksa asıl amaçlanan cümle olarak gelmemiştir.
Aynca ihtimal kabul
etmeyen bir kısım ibareler vardır. Fakat hanefiler onlan zahir kabilinden
saymışlardır. Çok kadınla evlenme konusundaki Allah Teala'nın şu kavli buna
örnektir:
"Adalet
yapamayacağınızdan korkarsanız bir tane alın." (Nisa 3) Buradaki adaletli
olma isteği, hanefilere göre nass ile değildir. Çünkü kelamın akışı, adaleti
istemek için değildir. Lakin böyle bir mana, hiçbir ihtimali kabul etmez. Zira
İslam'da adalet, kıyamete kadar sürecek kesinlik ifade eden bir fonksiyondur. [19]
314- Kur'an
ve mütevatir sünnetin her ikisinin de hükümleri aynıdır ve müteva-tirdirler.
Zira bu tür hadis de senedi açısından kat'tdir.
Önceden de
belirttiğimiz gibi, bunlann arkasından zahirleri gelir. Nitekim Zeydiyye,
zahiri, mercuh (tercih edilebilir) manaya ihtimali olmakla birlikte racih
(tercihe şayan görülen) manası akla düşen lafız biçiminde tarif etmiştir. Ve
ilk bakışta o lafızdan zuhur etmeyen manaya ihtimali olması nedeniyle ameli
hükümlerde zan belirttiğini, fakat lafızdan anlaşılan hususun doğruluğuna
delil olarak getirildiğinden, yahut da zahiri manasının batıl oluşundan dolayı
ilmi konularda kesinlik ifade ettiğini söylemişlerdir. Böyle bir lafızla hüküm
verilmez; zira ameli konular kesinlik ifade eden lafızlara dayanır.
Bu tanım, şafii ve
malikilerin tanımıyla uyuşmakta, aynca metodlanyla da bağdaşmaktadır. Çünkü
onlar, delilden kaynaklanmasa bile ihtimal taşıyabilen kelimeleri zahir olarak
saymışlardır.
Hanefiler ise, nass'm
tanımında olduğu gibi, zahirin tanımında da cumhura karşı çıkarlar. Onlara
göre zahir, kendisini ifade etmek için kullanılmayan kelamı gösteren manadır.
Hanefiler buna, Allah Teala'nın:
"Allah
alış-verişi helal, ribayı haram kıldı." (Bakara 275) ayetindeki
alış-verişin helal olduğuna delalet etmesi açısından riba ayetini örnek
göstermişlerdir. Buna yukan-.esjnmiştik. Diğer bir örnek olarak da, Allah
Teala'nın kısas konusundaki kavlini
vermişlerdir:
"Tevrat'ta onlara
şöyle yazdık. Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak,
dişe diş (cezadır).Yaralar da kısastır. Kim
bunu bağışlarsa kendisi için o kejfaret olur. Kim Allah 'in indirdiğiyle
hükmetmezse iste onlar zalimlerdir." (Maide 45)
Şüphesiz bu değerli
nass, zahiri manasıyla, bahsedilen durumlarda kısasın gerekli olduğunu
belirtiyor. Zira mananın gelişi bu hükmün, müslümanlar için getirilen bir
açıklama değil, sadece yahudiler için getirilen bir açıklama olduğunu, ayrıca
Musa Aleyhisselam'la gönderilen şeriatlerine karşı çıktıklarını ve Hz. Musa'yı
göçe zorladıklarını, kendilerine Tevrat'ın hükümlerinden kurtaracak bir yol
bulurlar ümidiyle başkalarının nezdindeki hükümlerden yardım bekleyip
durduklarım açıklamak için geldiğini belirtmektedir.
315- Bunu
böylece belirttikten sonra; Zeydiyye kitaplarının, nass ve zahir'in muhkem ve
mübeyyin kabilinden olduğunu net olarak açıkladıklarım söyleyelim. Nassa
nis-betle bunun manası açıktır. Zira nass da ihtimal kabul etmez. Tahsis veya
başka bir manaya ihtimali olduğu için, ameli konular kendisine dayandırılamaz.
Zahire gelince, o açıklanmaya muhtaç bir hususu karara bağlayan lafızdır. Bu,
zahir konusundaki ihtimal-li olmanın gereğinin, mantıki olarak, ihtimal ortadan
kalkıncaya kadar kendisiyle amel etmemenin zorunlu olduğu anlamındadır. Fakat
onlar, zihne ilk düşen mananın, karşıtı bir delil ortaya çıkıncaya kadar
kendisiyle hüküm verilmesi gereken asıl kaynak olduğunu söylemişlerdir. Zira
kelamın akla ilk düşen manası, akla henüz gelmeyen manaya ait bir delil
bulununcaya kadar geçerliliğini yitirmez. Zihne ilk düşen manayı hiçbir delil
olmaksızın başka bir mananın ortaya çıkması ihtimalinden dolayı terk etmek,
aklın kabul edeceği birşey değildir. Aksi halde herşey askıda kalırdı.
Şeriat'in nasslan konusunda askıda bırakılan hiçbir şey yoktur. Zira usul
kurallarından birisi, lafızları amel ettirmenin, mücmel bırakmaktan daha evla
olduğu şeklindedir.
Zahir mana, Allah
Teala'nın aşağıdaki kavlinde olduğu gibi ancak daha güçlü bir delaleti olan
nass ile çelişinceye kadar, ihmal edilemez:
iman eden ve iyi
şeyler yapanlara, hakkıyla sakınıp iman ettikleri ve salih işler yaptıkları,
sonra yine hakkıyla sakınıp iman ettikleri, sonra da hakkıyla sakınıp yaptıklarını
ellerinden geldiğince güzel yaptıkları takdirde (haram kılınmadan önce)
tattıkla-nndan dolayı günah yoktur. Allah, iyi ve güzel yapanları sever."
(Maide 93)
Şüphesiz bu ayetin
zahiri manası, her yiyecek şeyin, imanın hakikati amel-i salih ile
gerçekleştiği sürece helal olduğu tarzındadır. Fakat bu ayet, domuz etinin,
kanın, aynca s abın, te'vil ve ihtimal
taşımayan nasslarla haram edilişi gibi, bir kısım yiyecekleri ha-
ram talan nasslarla
çelişmektedir.
Dolayısıyle Zeydiyye
zahir mana ile amel edebilmek için kendisinden daha güçlü bir delille
çelişmemesini şart koşmaktadır.
Zeydiler usul
kitaplarında, umuma delalet etmesi açısından umum belirten lafızların zahir
lafızlardan olduğunu belirtmişlerdir. İmam Zeyd'in istinbatlannda umum-hususla
ilgili kaynak haberleri bulunduğu için, konuya ilişkin özel bir bölüm
ayırıyoruz. Amelî hükümler belirten birçok lafızlar umumilik ifade ederler.
Dolayısıyle kısaca alimlerin bu konudaki görüşlerini ve Özellikle İmam Zeyd'in
görüşünü açıklamamız gerekir. [20]
316-
Umumilik belirten lafız, mutlak anlamda müştereklik belirten bir husus olması
itibariyle yani "adam", "adamlar" ve "kadın"
kelimelerinde olduğu gibi herhangi bir müştereklik belirtmeleri itibariyle isim
verildikleri şeylerin tamamını belirten lafızdır. Bu tarif cumhur nezdinde usul
alimlerinin tarifleri ile yakınlık arzetmektedir. Onlar şöyle derler:
"Umumîlik
belirten lafız, tek bir varlığa verilmiş olması açısından uygun düştüğü her
şeye delaleti hususunda kapsamına aldığı birçok şeyleri belirten lafızdır.
"Adamlar" kelimesi, umumilik belirten bir lafızdır. Çünkü o, birşeyin
adı olması itibariyle uygun düştüğü her şeyi kapsadığını göstermektedir."
Yaptıkları bu tanımla,
umumilik belirten lafızlarla, tebadül yoluyla birden çok manayı belirten lafız
anlamındaki müşterek lafızların arasını ayırmaktadırlar. "Ayn" kelimesinde
olduğu gibi. Bu kelime, görme organı, bir şeyin kendisi, casus anlamlarını
belirtiyor. Fakat bu anlamlara, tek bir varlığa ad olarak verilmesi itibariyle
değil, birçok varlığa ad olarak verilmesi, ayrıca tebadül yoluyla işaret eder.
Zikrettiğimiz bu tanım, Zeydiyye'ye göre "müştereklik" anlayışım
dışlamaktadır. Çünkü Zeydiyye, bireyler arasında müşterek olan durumu göz
önüne almak gerektiğini ve bu anlayışın, müşterek lafızda bütün yönleriyle
gerçekleşmediğini belirtir. Mesela "akan göze" ile "gören
göz" arasında ortak bir durum sözkonusu değildir. Hanefiler, umumumilik
belirten lafzın tanımında ister lafız ve isterse mana ile olsun cemi' olarak
düzenlendiğini söylerler, Birincisinin örneği "adamlar" kelimesi,
aynı zamanda Allah Teala'nın: "Sizden ölenlerin geride bıraktıkları
eşleri, kendi başlarına (evlenmeden) dört ay on gün beklerler..." (Bakara
234) kavlinde olduğu gibi ismi mevsullerdir. Manası ile umumilik belirten
ikinci tür lafızlara örnek olarak da "elif lam" ile belirli kılınan
cins isimlerdir.
Umumilik belirten
lafzın bu tarifinden, infirad yoluyla (çok manayı teke indirgeme) tek bir mana
için konulan lafız anlamındaki hususilik belirten lafzın tarifi açığa çıkmaktadır.
Bu mana, isimlendirilen şeyler tek bir varlığı belirttiği sürece ister
"hayvan" kelimesi gibi başına "elif lam" getirilmeyen bir
cins isim olsun, ister "insan" kelimesi gibi bir türü, yahut
"Zeyd" ve "İbrahim" kelimeleri gibi bir şahsı belirtsin,
değişmez. [21]
317-
el-Fusul el-Lü'lüiyye kitabında, metni aşağıda bulunan şu husus geçmektedir:
"Kitap, delaleti açısından nass olan lafızlar anlamındaki "kafi"
ile, delaletleri açısından nass olmayanlar anlamındaki "zanni"
olarak iki kısma ayrılır. Eğer mübeyyin lafız ise manası, kendisinden, yok eğer
mücmel ise, beyanından tanınır. Rasul, şeriat'in mücmel yönlerini açıklamak
suretiyle hususi duruma getirir."[22]
Acaba umumilik
belirten lafzın delaleti hangi türdendir, kapsamına almış olduğu bütün hususlar
konusunda zan mı ifade eder? Zeydiyye'nin yorumu, zan ifade ettikleri
şeklindedir. Zira Zeydiyye zannilik konusunda onun zahir kabilinden olduğunu
belirtmiştir. Zahir lafızlar, onlara göre, delaleti açısından ihtimal götüren
lafız oldukları için, zannidir. Zira zahir, nass'ın karşılığıdır. Aynı görüşü,
maliki, şafii, hanbeliler de paylaşmaktadır. Kuşkusuz umumilik belirtenler,
kapsamına aldığı her şeye kafi bir delaletle delalet etmemekte, bilakis
genellikle delaletleri zanni olmaktadır. Çünkü onların da delaleti, tahsise
ihtimali olan zahir kabili ndendir.
Kur'an'da tahsis
ihtimali pek çoktur. Çünkü Kur'an da tahsis edilmeyen umûmi bir lafız yoktur.
Araştırma yaptığımız takdirde tahsis olayının birçok umûmî lafızlar İçerisine
girdiğini görürüz. Bu husus tahsis ihtimalini ayakta tutan şeylerdendir. Tahsis
ihtimalinin bulunduğu her yerde, kafi oluşun söylenmesi ihtimali kalmaz.
Hanefiyye, Zeydiyye'ye
ve fukaha cumhuruna karşı çıkarak derler ki; umumilik belirten lafzın delaleti
ve bütün ferdlerini kapsamına alışı, kat'ilik belirttiği anlamındadır. Allah Teala'nın:
"Kadınlarınız içinden adetten kesilmiş olanlarla, henüz adetini görmemiş
bulunanlardan eğer şüphe ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır." (Talak
4) kavli, hayızdan kesilmek yahut küçük yaşta olmak sebebiyle hayız görmeyip,
id-detini dolduran herkesi kapsar. Bu ayrılık ister boşanma, ister sahih bir
akdi feshetme, veyahut da fasid bir akdi karşılıklı terketmeden dolayı olsun,
değişmez. Hanefilerin müsbet gördükleri kafi oluşun manası, delilden
kaynaklanan ihtimali nefyetmektir. Ayrıca hanefiler umûmi bir lafzın kafi
olabilmesi için, kapsamına tahsisin girmemesini şart koşarlar. Eğer kapsamına
tahsis girerse, diğerlerine delaleti zanni duruma düşer. [23]
318-
Hanefilerle fukaha cumhuru ve bir kısım zeydiler arasındaki fikir ayrılığının
semeresi, umumilik belirten lafzı hususileştiren nassın kuvvetine göre ortaya
çıkar. Buna göre hanefiler, kapsamına hiçbir hususileştirme girmeyen umûmi
lafzı, ancak kendisi gibi kesinlik ifade eden nassın tahsis edebileceğini
söylerler. Böylece Kur'an'm tahsis edilmeyen umumilik belirten lafzı, ancak
sened ve delaleti açısından kesinlik belirten nass hususi duruma sokabilir.
Öyleyse böyle bir lafzı âhad hadis tahsis edemeyeceği gibi, kıyas da hususi
duruma getiremez. Sadece kafi olması ayrıca zamanca da pralellik arzetmeleri
durumunda, mütevatir ve meşhur sünnet tarafından hususi hale getirilebilir.
Zeydüer ve aynı görüşü paylaşan cumhur, umûmi lafzın kapsamına hususi
leştirmenin girip girmemesine bakılmaksızın tahsis edici nassm mutlak anlamda
kesinlik ifade etmesini şart koşmazlar. Buna göre örneğin ahad haber, cumhur
nazarında umumilik belirten lafzı hususi duruma getirebilir.
Fakat îmam Malik'in,
umumilik belirten Kur'an lafızlarının, hiçbir zaman ahad haberle mutlak
anlamda tahsis edilmesini caiz görmediğini belirtmeliyiz. Ancak malikilere göre
umûmi lafzın ahad haberle hususileştirilebilnıesi için, ahad habere destek
sağlayan başka bir haberin bulunması gerekmektedir. Destek sağlayan bu haber,
ya Medine ehlinin uygulaması, ya da bir bilirkişinin yaptığı kıyastır.
Dolayısıyla İmam
Malik, Nebi Aleyhisselam'm: "Kadın, halası ve teyzesi üzerine kuma olarak
nikahlanamaz" hadisi kıyas'a ve Medine halkının uygulamasına uyduğu için,
"Bunlardan başkası size helal kılındı" (Nisa 24) buyruğunun
genellemesini tahsis edici olarak görmüştür. Öte yandan, "yırtıcı
kuş" anlamındaki her pençeli hayvan konusunda "Muhammed (s.a.v.),
pençeli hayvanın yenilmesi esnasında yasaklama getirdi" haberine göre
hüküm vermedi ve destek sağlayan başka bir haber bulunmadığı için bu haberi
zayıf saydı. Bu uygulamasıyla, Allah Teala'nın şu kavlinin genellemesine göre
amel etti:
"De ki, bana
vahyolunanda, leş veya akıtılmış kan, yahut domuz eti -ki pisliğin ta
kendisidir- ya da Allah'tan başkası adına (kesilmiş bir hayvandan başka yemek
yiyecek kimseye) haram kılınmış birsey bulamıyorum. Başkasına zarar vermemek ve
sınırı asmamak üzere kim (bunlardan) yemek zorunda kalırsa bilsin ki Rabbim
bağışlayan ve esirgeyendir." (En'am 145)
319- Zeydiler
umumilik belirten lafzı zahir türünden saydıkları ve delaletinin de kesinlik
değil, zannilik belirttiğini hesaba kattıkları için, aşağıdaki faktörleri
hususileştirici etkenler arasında zikretmişlerdir:
a) İcma:
Müçtehidlerin bir asırda bir hüküm üzerinde yaptıkları icma, genellik belirten
lafzı tahsis eder. îcmaın, kitap, sünnet veya kıyas türünden bir senedi
bulunması zorunludur. Her ne kadar araştırmalar, illeti nassa dayandırılmış
olanın dışında, esasını Kıyas'ın teşkil ettiği hükümle ilgili bir icma tesbit
edememiş ise de, bu tarzda yapılmış icma kesinlik belirtir. Bu durumda kıyas,
hakkında nass gelmeyen bir hükmü yeniden düzenlemek değil, mevcut nasin hükmünü
uygulama alanına koymak olur. Hanefiler de, illetin nassı kesinlik belirttiği
takdirde bu konuda zeydiler'le aynı düşüncededirler.
b)
El-Itre'nin icmaı, yani Peygamber soyundan gelen; Hz. Fatıma'ya varan sülale
çocuklarının oluşturduğu Ehl-i Beyt'in icmaı. Bunlar, "eî-Itre"
ismiyle adlandırılan kimselerdir. Böyle bir icma, İmanı Muhammed b. Hanefiyye
(r.a.)'ın zurriyetini teşkil eden ve Hz. Fatıma dışında kalan Hz. Ali'nin
çocuklarının bulunmadığı takdirde bozulmaz.
Bu tür icma, İmamiyye
ve Zeydiyye arasında fark gözetilmeden bütün Şia nazarında kesin sayılır.
Fakat fukaha cumhuru, böyle bir icmaı muteber saymaz.
İşte böylece Zeydiyye,
cumhurdan ayrılarak tek başına hareket etmiş oluyor.[24]
320- c) Kıyası
Zeydiyye'ye göre kıyas, Kur'an'ın genel ifadesini hususi duruma sokabilir.
Zeydiler bu görüşün, dört imam ve cumhur ile uyum sağladığını iddia ederler.
fusul el-Lü'lüiyye'de, metni aşağıda gelen haber geçmektedir:
"Umumilik
bildiren nassın onunla (yani kıyasla) tahsis edilişi konusunda ihtilaf
edilmiştir. Bizim imamlarımız, dört mezhep imamı ile cumhur, bu konuyu mutlak
anlamda caiz görmüşlerdir. Bir kısım fakihler de bu cevazın mutlak anlamda
oluşuna tabi olmuşlardır. Ancak İbn Eban, umumilik belirten lafzın daha Önce
kendisine bitişik veya ayrı kesin bir deli! ile tahsis edilmesi durumunda
kıyasın tahsisinin de caiz olacağım söylemiş, Kerhî de, sadece kesin delilin
ondan ayrı olması durumunda kıyasın tahsisinin caiz olacağını ifade etmiştir.
İbnSüreyh de kıyasın
"celi" olması halinde tahsisini caiz görür. Bizim imamlarımızın
tartışmasının zorunlu sonucu, böyle bir tahsisin ilmî konularda değil, amelî
konularda ancak kesinlik belirten kıyasla yapılmasının caiz olmasıdır.
Şüphesiz bu
açıklamalardan üç husus anlaşılır:
1- Konumuzla
en fazla bağlantısı olan husus, Zeydiyye imamlarının (r.a.), hırsızlık, • zina
ve kazf ayetlerinde olduğu gibi, uygulamaya ilişkin şeriatın hükümlerinde,
kıyasın umumilik ifade eden lafzı tahsis ettiği görüşünde olduklarıdır.
Şüphesiz bunlar, şeriatın ameli hükümleridirler. Fakat onlara göre kıyas, ilmî
yani Allah Teala'nın kadir ve alim oluşu ayrıca sonradan yaratılanlardan
münezzeh bulunuşu gibi itikadi konularla aynı zamanda kadere imana delalet
eden ayetler gibi diğer itikadi hususlarla ilgili hükümleri tahsis etmez.
Fakat bir kısım ilmî
meselelerin kesinlik belirten kıyasla tahsis edilmesini caiz görmüşlerdir.
Belki de Zeydiyye, mantık esaslarına göre konuşurken yapılan kıyas adı verilen
mantıki burhanı kastetmiştir. Yoksa verilecek hükme göre nassı bulunmayan bir
meseleyi, aralarında birleştirici bir illet bulunması nedeniyle hükmüne göre
nassı bulunan diğer bir hususun kapsamına katmak anlamındaki fıkhî kıyası
kastetmemiştir.
Amelî ve ilmî
hükümlerin arasım ayırdetmekteki sebep açıktır. Çünkü birinci durumdaki umûmî
lafzın manası, kapsamında zannîlik bulunduğu şeklinde olurken ilmî konuların
manası ise,ana çizgileriyle de olsa kapsamında daima kesinlik bulunduğu şeklindedir.
2- Fukaha
cumhuru, umûmî lafzın kıyasla tahsis edilmesini caiz görürler. Bu husus,
tartışma götürür bir konudur. Zira hanefiler de bunlar arasında zikredilmiştir.
Oysa gerçek şu ki hanefiler, usullerinden de anlaşıldığı gibi umûmî lafzın
kıyasla tahsis edilmesinin caizliğini ancak daha önce tahsis edilmiş bulunması
durumunda uygun görürler. Onlara göre tahsisin, ancak müstakil olması gerekir.
Zira onların nazarında "istisna", "gaye" ve "vasıf
gibi muttasıllar, tahsis sayılamazlar. Aksi halde umûmi lafız efradım
kap-sayamaz durumuna düşer. Zira istisna etmek demek, ayrım yaptıktan sonra
hükmü geriye kalan adına bağlamaktır. Dolayısiyle istisna edatı, hanefilere
göre tahsis edatı Sayilmaz.
Vasıf ise, hüküm
verirken sınırlama yapmak demektir. Umumi lafız, vasıf bulunduğu sürece
kapsamını tam olarak ifade edemez. "Gaye" ve "şart"m durumu
da bunun gibidir. Öyleyse tahsis hali, ancak müstakil ve zamanca da paralel
olma durumunda gerçekleşebilir. eî-Fusuîel-Lulüiyye'mn Kerhi'ye nisbet ederek
zikrettiği görüş, tamamen Hanefiyye'ye ait bir görüştür. Zaten hanefiler bu
görüşü Ebu Hanife'ye nisbet ederler. Gerekçe olarak, müstakil ve zaman
beraberliği içerisinde tahsisin yapılmasının, umûmi lafzı zannî duruma
soktuğunu gösterirler. İstisna edatyyla yapılan tahsis o lafzı zannî duruma
değil, belki has lafız haline sokar. Kıyas da has lafızla çelişmez.
3- Bu
açıklamalardan, İmam Şafii'nin, umumîlik belirten lafzı kıyasın tahsis etmesini
caiz gördüğü anlamı çıkarılır.
Fakat İmam Şafii'nin
bu görüşü, er-Risaîe kitabında belgelendirilmemiştir. O kitaptaki
açıklamalarından anlaşılan mana şudur ki, nasslann delaleti zanni bile olsa,
kıyasın nasslann mertebesine hiçbir zaman yükselme imkanı yoktur.
Kıyas, umumilik
belirtse dahi ahad haberi tahsis edemediğine göre, İmam Şafii nazarında
Kur'an'in umûmî lafızlarını nasıl hususi duruma getirebilir? Kuşkusuz İmam Şafii,
İhtilaftı Malik adlı kitapta, îmam Malik'in asıl konulan fer'i, fer'i konulan
da asıl durumuna getirdiği şeklinde suçlamada bulunduğunu açıkça belirtiyor.
Bunun nedeni, İmam Malik'in ahad haberleri kıyas yahut Medine ehlinin
uygulamasıyla mahkum edilmiş duruma sokmasıdir.
İmam Şafii'ye nisbetle
söylenen bu sözlerin tamamı aynı nisbetle hanbeli mezhebi için de söylenebilir.
Çünkü o da çok darda kalmadıkça kıyasla hüküm vermiyordu. Kur'an'ın
nasslarında, kendisiyle hüküm verilecek umûmi bir lafız bulunduğu takdirde
herhangi bir sıkıntıya düşmenin mutlak anlamda yeri bulun mamaktadu".
321-
Gerçekten umûmi lafzın kıyasla tahsis edilmesi açısından Zeydiyye Mezhebiy-le
uyum sağlayan tek mezhep, maliki mezhebidir. Zira bu konuda İmam Malik, kıyasın
umûmî lafzı tahsis edebileceğini açıkça belirtmiştir. Dolayısıyle bu fikir iki
mezhep arasında tam tamına uyum sağladığı sürece bizim, Zeydiyye mezhebi ile
ilgili olarak Mali-
ki mezhebi
kitaplarından deliller araştırmamıza hiçbir engel yoktur.
Maliki mezhebinin
büyük fakihlerinden Karâfî Tenkihu'l-FusiU adlı kitabında kıyasın Kur'an-ı
Kerim'deki umumîliği hususi duruma getirmesi konusunda maliki mezhebinin
hüccetini belirtiyor ve kıyasla umumilik belirten lafız çeliştiği takdirde
aşağıdaki iki temel öğenin çatışması anlamım taşıyacağını vurguluyor:
a) Delaletinin,
tahsis edilebilir olma öğesi açısından urrîûmilik belirten lafız,
b)
Delaletinde, hiçbir ihtimal bulunmama öğesi olarak kıyas.
İşte delaletinde
ihtimal bulunan bir Öğe ile delaletinde böyle bir ihtimal bulunmayan diğer Öğe
arasında çelişki olması durumunda hüküm, delaletinde ihtimal olmayana göre
verilir. Umûmî lafzın kıyasla tahsis edilmesi, her ikisine de işlerlik
kazandırmakür. İkisine birden işlerlik kazandırmak, bir tanesinin hükmünü
askıya almaktan daha yeğdir. Eğer biz tahsis etme olayını engelleyecek olursak,
bu olay bir taraftan kıyası askıya almak demek olacağı gibi, öte yandan da
askıya almaya çağrışım yapan hiçbir sebep yokken böyle bir konumda tahsisin
illetinin tekdüzeliğini ortadan kaldırmak olacaktır.[25]
Bu bilgiler,
Karâfî'nin sevkettiği hüccetin özetidir. Bu bilgiler hakkında, göz gezdireceğimiz
iki husus mevcuttur:
Birincisi: Karâfî
açıklamalarını, umumi lafzı delaleti açısından ihtimal taşıyan bir lafız olarak
görmek, delaletini delilden kaynaklanmayan ihtimal kategorisine sokmak ve
kıyası ise ihtimal kabul etmeyen bir Öğe olarak kabul etmek esasına
dayandırmaktadır. Dolayısıyle kıyası umûmî lafızdan öne almakta, böylece umûmî
lafzı kıyasla tahsis edebilmektedir. Şüphesiz böyle bir davranışta şer'i
delilleri küçük düşürmek, sebepsiz yere nasslaruı işlerliğini zayıflatmak
vardır. Kuşkusuz bu nasslann anlamlarının karşıtı nass-lardan bir delil
getirilinceye kadar umumîlik manasını taşıması gerekir. Ayrıca nassın ayrıntılı
bilgi bölümünden olması nedeniyle kıyasın tahsis edici sayılması doğru olmadığı
gibi, kıyasın kendisi olan fer'i bilgiyi asıl, lafzın bizzat kendisi olan
"asi", da fer'i bilgi durumuna getirmek de doğru olmaz. Nitekim İmam
Şafii'nin, bu konuyu İhîilaf-ı Malik adlı kitapta dile getirdiğini
belirtmiştik.
İkincisi: Kıyasa,
ancak müctehidin nassı arayıp bulamaması durumunda gidilebileceği, şeriatın
değişmez kurallanndan birisidir. Oysa Kafi kıyas'ı lafzın yerine koyuyor. Hatta
lafızdan anlaşılan şeylerin bir kısmını safdışı bırakıyor. Bu davranış,
istinbat edebilmek için ortaya konan fıkhî düzenlemenin tersine hareket
etmektir.[26]
Her ne kadar kıyasın
umumîlik belirten lafzı tahsis edebilmesi için bu lafzın müstakil bir şekilde
tahsis edilmiş olması şartım getirmişlerse de, şüphesiz böyle bir itiraz hanefilere
yöneltilmiştir. Zira karinesi kesin olmayan mecaz durumuna gelmesi nedeniyle bu
tahsis sonrası umûmî lafzın kapsamında zannilik belirmekte, böylece lafız zanni
olmaktadır. Zira fakihlerin çoğunluğuna göre karinesi kesin olmayan mecaz,
zannidir. Bu durumda zanni bir delil yine zanni olanla çelişmektedir. Fakat
fer'i bir konunun asli bir konudan öne alınması sözkonusu olursa, bu zaten
kabul görmeyen bir davranıştır.
322- Bu
açıklamalar, Zeydiyye imam ve fakihlerinin, kıyasın umumîlik belirten lafzı
tahsis etmesi konusundaki anıklamalarıdır. Nitekim zeydilerin, kıyası umûmî
lafzın tahsis edicisi olarak, sadece mutlak anlamda ameli hükümlerde muteber
saydıklarını, kıyasın celi kıyas olmasını şart koşmadıkları gibi, bilakis
kıyasın sahih olması dışında hiçbir şart da getirmediklerini izah ettik. Acaba
bu görüş İmam Zeyd (r.a.)'ın mezhebinin görüşü müdür? Böyle bir düşüncenin
doğruluğuna hükmedebilmemiz için kendisinden nakledilen bir ifadeye
rastlayamadık. Zaten onlar da kendisine bizatihi nisbette bulunmadılar ki biz de
bu konuda doğru olduklarını söyleyebilelim. Çünkü en az, onların nakilleri
gibi bir nakille bu doğru bilgiyi çelişik duruma getirecek delil
bulnamamaktadır.
Bu durumda bize düşen
görev, bilgi sahibi olabilmek için tekrar el-Mecmû'a baş-vurmamizdır. Acaba
İmam Zeyd umumîlik ifade eden lafızla hüküm vermiş midir? Ay-nca acaba umumilik
belirten lafzı zanni bir hüccet mi, yoksa kafi bir hüccet mi sayıyor? O'nun,
umumilik belirten lafızla hüküm verdiğini, umumilik belirten lafzın umumiliği
varken kıyas yapılmasını menettiğini gösteren, evlilikte denklik konusundaki
açıklamalarım bulduk. Şimdi daha önce nakletmiş olduğumuz bu konunun bir
bölümünü tekrar naklediyoruz:
"Ebu Halid der
ki, İmam Zeyd b. Ali'ye evlilikte denk kişilerin evlenmelerini sordum. Aleyhisselam
şöyle dedi:
"İnsanlar
müslüman olup, iman ettikleri takdirde Arap olanları Acem olanlarıyla,
Kureyşlileri Haşimileri ile birbirlerine denktirler. Dinleri de birdir. Bizim
lehimizde ve aleyhimizde olan, onlar için de sözkonusudur. Kanlan aynı, diyetleri
aynı, görevleri de aynıdır. Bu konuda hiçbirisinin diğerine üstünlüğü yoktur.
Nitekim Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: "İman etmedikleri sürece
müşrik erkeklerle evlenmeyiniz." (Bakara 221) Öyleyse Arap olsun, Acem
olsun bütün mü'minlerin, mü'min kızlarıyla evlenme hakları olduğu gibi, Arap
olsun, Acem olsun, müslümanlığı kabul ettikleri takdirde bütün müşriklerle
evienme haklan da vardır."
Bu nassdan çıkarılacak
anlam şudur ki, İmam Zeyd buradaki genellemeyi hüccet olarak benimsemiştir.
Zira buradaki izin, kızlarını hangi ırktan olursa olsun, müslümanlığı kabul
etmesi durumunda önceden müşrik olan herhangi birisiyle evlendirmeleri konusunda
bütün müminler için geniş kapsamlı bir izindir. Burada, umumilik ifade eden bir
lafızla delil getirme vardır. İmam Zeyd'in böyle bir İzni zannî bir delille
değil, bilakis ibâha ile gelen kafi bir delille kesinlik kazanmış şekilde
olduğunda şüphe yoktur. Zey-diler de hanefiler gibi, umumi lafızlarla delil
getirmeyi sıkça kullanmışlardır. Mesela İmam Zeyd'e (süt anneliği ile ilgili)
bir iki yudum süt emmenin durumu soruldu. Bu iki yudumun nikahı haram kıldığı
ve haram kılış sebebinin de süt emmek olduğu şeklinde cevap verdi. Metin aynen
şöyledir:
"İmam Zeyd'e
bir-iki yudum süt emmenin durumunu sordum, evlenmeyi yasak kılar, dedi."[27]
İmam Zeyd (r.a.) neye
dayanarak bu hükme vardığını belirtmemiştir. Fakat görüşünü Allah Teala'nın şu
kavline dayandırdığı, bütün açıklığıyla ortadadır:
"Sizi emziren
analarınız, süt bacılarınız." (Nisa 23)
Kişinin kendi hanımı
oluşu dışında cariye ile ziharlaşmanm hiçbir etkisinin bulunmaması, bunlar
arasındadır. Nitekim el-Mecmu'da şöyle geçer:
"Zeyd b. Ali'ye
(Allah her ikisinden razı olsun) cariyesi ile zıharlaşan kişinin durumunu
sordum" dedi ki, "Hiçbir mahzuru yoktur."
Bu ifade ister hür,
isterse cariye olsun, "sizin hanımınız" kelimesinin bir
genelleme-sidir.
Kişinin kendi hanımı
olması durumunda, cariye de bu genellemenin kapsamına girer. Ancak kendi
elinin altındaki bir mülk olması hükmüyle kişinin cariye ile karı-koca olmanın
dışında ilişki kurması halinde bu kapsamın içine girmez. Bu örnek, kelimenin
lügat anlamına dayalı örfün de ifade ettiği gibi, umumîliğin bu tarz
kullanılmasına örnektir. el-Mecmu' adlı kitapta zekat konusunda, zekatın
akrabadan kimlere verileceği durumunun sorulması, şu şekilde geçmektedir:
"İmam Zeyd
Aleyhisselam'a kişinin, yakın akrabasından birine vermesi halinde zekatın
yerini bulup bulmayacağını sordum. Dedi ki; "Devlet başkanının ve
nafakasını üzerine yüklediği kişiye veremez." İmamın, nafakasını gerekli
gördüğü kişinin kim olduğunu sorduğumda, her varistir, dedi."[28]
Kıyas veya kıyasa
benzer hiçbir tahsis yapılmadan delalet edebileceği kapsamın en ileri düzeyine
kadar bu nassın umumîliği ile hükmedil m iştir. Nafakanın, Allah Teala'nın:
"Onun benzeri varis üzerine de gerekir." (Bakara 233) ayetinin
genellemesi esas alınarak her varis hakkında gerekli olduğu muteber
sayılmıştır. Fukahanın çoğunluğu yukarıdaki nassı, çeşitli kıyas şekilleri ile
tahsis etmişlerdir. Fakat İmam Zeyd, bu nassı hiçbir kıyas şekli ile tahsis
etmemiştir. İmam Zeyd'in bu konudaki bir benzeri de, Ahmet b. Hanbel'dir.
323- Verilen
bu örneklerden (ki benzerleri pek çoktur) aşağıdaki üç hususun yorumu
çıkarılır:
1- İmam
Zeyd, Kur'an'ın umumîliği ile delil getirmeyi sıkça kullanıyordu.
2- Bu sıkça
kullanma, İmam Zeyd'in, umumîlik ifade eden lafzı, zannî duruma düşürecek olan
ihtimalli oluşu kabul etmeyen bir hüccet saydığını göstermektedir. Öte yandan
İmam Zeyd, hususi duruma sokan kıyasın mukabilinde genelleme yapmak suretiyle
hüküm vermiştir. İmam Ahmed dışındaki fukahanm cumhuru ise bu ayetteki
"her varis" ifadesini varislerin özel bir bölümüne tahsis
etmişlerdir.
3- Bu misallerden,
kıyasın umumîlik belirten lafzı tahsis edemiyeceği manası çıkarılır.
Bunun anlamı şudur:
İmam Zeyd'in, sağlıklı bir nakil gelmediği sürece kıyasın, lafızların
umumîliğini tahsisettiği görüşünde olduğunu söylememiz mümkün değildir. Ayrıca
bir kısım umumîlik belirten lafızların kafi değil de zannî bir delalette
bulundukları, bu zannî delaletin ise lafzm bizzat kendisinden değil, başka bir
karineden kaynaklandığı Şüphe götürmez bir gerçektir. [29]
324-
Zeydiyye, meflıum-u muhalefet anlamındaki mefhum metodu ile bir îafza, konulduğu
mana içinde konuşularak benimsenmiş bir hususun karşıtı olan yargıyı kazandırmak
suretiyle hüküm vermektedir. Onlar neredeyse şart ve adedin mefhumu ile hüküm
verme üzerinde icma edip, "vasıf" ve "gaye"nin mefhumu
noktasında fikir ayrılığına düşüyorlar. Bu noklada tercih ettkikleri husus,
mefhumu muhalif ile hüküm vermektir. Umumîliği hususileştiren sabit şartın
mefhumundan birisi, Allah Teala'mn şu sözüdür:
Bunlardan başkası size
helal kılındı," (Nisa 24)
Bu ayeti, Allah
Teala'mn aşağıdaki kavlinde bulunan şartın mefhumu tahsis etmiştir:
"İçinizden-,
imanlı hür kadınla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerinizin altında bulunan
İmanlı genç kızlarınız (sayılan) cariyelerinizden alsın." (Nisa 25)
Zira buradaki şarttan,
hür bir kadınla evlenme imkanı bulunmadığı takdirde cariye ile evlenmenin caiz
olduğu manası elde edilir. Bu şartın meflıum-u muhalif İle de,, hür bir kadınla
evlenme imkanı bulunduğu takdirde cariye ile evlenmenin mubah ve helal
sayılmadığı anlamı çıkarılır. Şüphesiz bu muhalif mefhum, Allah Teala'mn az
önce okuduğumuz "Bunlardan başkası size helal kılındı" (Nisa 24)
ayetinin umumîliğini hususi duruma getirmektedir. [30]
325-
Kur'an-ı Kerim'in ve mütevatir sünnetin umümilik belirten lafızlarının tahsis
edilmesi konusunda el-Fusul el-Lü'lüiyye'ût belgesi aşağıda bulunan husus
geçmektedir:
"Malum (yani
mütevatir) haberin umumîlik belirten lafızlarının ahad haberle tahsis edilmesi
konusunda fikir ayrılığına düşülmüştür. Dört mezhep fakihleri ve diğerleri
bövle bir tahsisi mutlak anlamda caiz görürlerken, bir kısım usulcüler de bu
uygulamayı mutlak anlamda menetm işlerdir.
İbn İbban, umûmî lafız
daha önce muttasıl veya munfasıl kat'i bir delille tahsis edildiği takdirde,
böyle bir tahsis olacağını, aksi halde caiz olamayacağını söylemiş, KerM de bu
tahsisin munfasıl olması durumunda caiz olacağını uygun bulmuştur. Bâkıllânî,
her birisinin umûmî lafızların bir yönden kat'i olduğunu, dolayısıyle çekimser
kalmak gerektiğini belirtmiştir.
Bizim imamlarımız ve
mu'tezilîler, metni ile mütevatir olduğu için ve delalet ettiği mana ile de
ilmî bir konu olduğu için kesinlik belirttiğinden dolayı tahsisin, ilmî konularda
değil de, amelî konularda caiz olacağını söylemişlerdir. Buna göre tahsis,
ancak kesin sonuç veren bir delilin varlığıyla ortadan kaldırabilir. Bu görüşün
karşılaştırmasının gerekliliği üzerinde iki görüş vardır.[31]
Bu açıklamalar, aynen
kıyas konusundaki açıklamalar gibidir. Oysa bizim, bu konu hakkında çok yönlü
bakış açılarımız mevcuttur.
1- el-Fusül
el-Lulüİyye sahibi, dört mezhep imamının. Kur'an-ı Kerim'in umûmî lafızlarının
has olduğu takdirde ahad haberle tahsis edilebileceğini caiz gördüklerini belirtmiştir.
Böyle bir açıklama, çok toleranslı bir açıklamadır. Çünkü hanefiler, Ebu Hanefi'ye
göre, Kur'an'ın umûmi lafızlarını, ahad haberlerin hususi lafızlanyla tahsis
edilemeyeceğini söylemektedirler. Dolayısıyle Ebu Hanife, ta'dil-i erkan, Nebi
(s.av.) den gelen hadisle kesinlik kazansa dahi rüku ve sücud ile ilgili emrin
umumilik ifade eden lafız olmasından dolayı, ta'dil-i erkânı namazın
şartlarından saymamıştır. Konu ile ilgili hadis şöyledir:
"Nebi (s.a.v)
rükünleri arasında ta'dil-i erkana riayet etmeden namaz kılan bir adamı gördü
ve şöyle buyurdu:
-Git namazını kıl,
çünkü sen namaz kılmadın."
Hanefilerin usûl
alimleri, Ebu Yusuf un İmam Ebu Hanife'ye bu konuda karşı çıktığını ve namaz
rükünleri arasında ta'dil-i erkâna uymayı bu hadisi şerif-e dayanarak şart
koştuğunu, işte böylece Kur'an-ı Kerim'in ummî lafızlarını ahad haberlerle
tahsis ettiğini söylemişlerdir.
Nitekim Ebu
Hanife'nin, Kerhî'nin görüş olarak belirttiği husus olan munfasıl kat'i hir
delille tahsis edilmediği takdirde mütevatir ve meşhur olmayan hadislerin
hususilik belirten lafzının Kur'an-ı Kerim'in umumîlik belirten lafzını tahsis
etmesine karşı çıktığını söylerler.
Muttasıl edatlar
yoluyla tahsis yapmak Ebu Hanife'ye, hatta bütün hanefilere göre zaten tahsis sayılmamaktadır. Kıyas ile tahsis
yapmaktan söz açtığımızda, bunu dile getirmiştik.
2- el-Fusûl
el-Lû'lüiyye sahibi, İsa b. İbban el-Hanefi'nin, muttasıl bir şekilde tahsisi
yapıldıktan sonra tekrar ahad haberle de tahsis yapılabileceği görüşünde olması
dola-yısıyle Kerhi'nin görüşüyle çelişen bir görüş sergilediğini zikretmiştir.
Oysa gerçekte İb-ban'm görüşü, ahad haberle mutlak anlamda tahsis yapılmasını
normal karşılayan Ebu Yusuf un görüşünün ayrıntısı durumundadır.
Başka bir deyimle onun
görüşü, Ebu Yusuf un görüşüne sınır getirme ve tahsisin anlamım dilerlerinden
daha geniş alana yayma eğilimidir. îbban'm görüşü, genel çizgileriyle diğer üç
imamın görüşüyle uyum sağlamaktadır.
3- el'Fusul
el-Lû'lüiyye .sahibi, Bâkiliânî'nin, Kur'an veya mütevatir sünnette ahad
haberlerin hususilik belirten lafızlarıyla çelişen umûmî lafızlar bulunduğu
takdirde bu konuda çekimser kaldığını, Kur'an ve mütevatir sünnetin umûmi
lafızlarının sened açısından kesin olmaları dolayısıyle Bakıllani'nin bu
hususta hüküm vermediğini belirtmektedir. Ancak ahad haberin, delaieti
açısından kesinlik belirten hususi bir lafzı bulunması durumunda her ikisinin
de aynı ölçüde kuvveti sözkonusu olacağından, bu hususta çekimser kalmıştır.
Onun bu duraksaması, iki nassdan birisinin, zorlanarak yapılan kıyasla (kıyası
muztarid) uyum sağlaması veya diğer nasslarm ona şahitlik yapması gibi başka
açıdan bir tercih nedeni araması anlamındadır. Ancak bu çekimserlik sürekli değildir.
O sadece zahirleri çelişen herhangi iki delil konusunda tercih nedeni arayışı
gibi bir tercih nedeni aramaktadır.
326-
el-Fusul eULü'lüiyye'ûen naklettiğimiz metinde Zeydiyye'nin, ahad haberin,
Kur'an'daki umumîlik belirten lafzı tahsis etmesinin, ancak bu lafzın amelî bir
hüküm içinde yer alması halinde caiz olacağı, yoksa itikadı veya onun deyimiyle
ilmi lafızları ise Kur'an'ın itikadi konulardaki umûmî lafızlarının hem delaleti,
hem de senedinin kesin oluşundan dolayı ahad haberin tahsis edemeyeceği
görüşünde olduğu geçmektedir. Zira böyle bir nassa zannî bir delil engel teşkil
etmez. Ahad haberin senedinde ise zan-nilik vardır.
Hanefiler, caiz plan
tahsisin, "beyan" anlamına geleceğinden ve ayrıca daha sonra geldiği
takdirde nesh olacağından dolayı zaman açısından beraberlik arzetmesini şart
koşmaktadırlar. Zira nesh ile tahsisin farkı, neshin daha önce gelen bir hükmü
sonradan ortaya çıkan hükümle sona erdirmesidir. Bu ise nassın hükmünü veya
kapsamına aldığı hususların bir bölümünü sona erdirmek demektir. Dolayısıyle
hanefiler, zamanlamanın paralel olması şartını koymuşlardır. Fıkhî yönden
bakıldığında aradaki fark şudur: Tahsis umûmî lafzın delaletini kesinlikten
zannîliğe taşırken, nesih bu lafzın delaletini katilikten zanniliğe taşımaz.
Burada
bahsettiklerimiz, hanefilere göredir. Zeydilere göre ise el-Fusûl el-Lü'lüiy-de
iki görüşleri olduğu zikredilmiştir. Birincisi, "beyan" anlamında
olduğu için tahmis' edenle edilenin zamanlama açısından birbirine yakın
bulunması şeklindeki görüştür. İkincisi ise, hususilik ve umumîlik belirten
lafız aynı konuda geldikleri için, böyle bir sarnn koşamayacağıdır. Kuşkusuz
hususî lafzın karşıladığı anlam, hüküm makamı aynî olduğu için-ki o da Allah
Sübhanehu ve Teâlâ'dır- umûmî lafzın içerisinden çıkar. Bunlara göre tahsis,
cüz'i neshten ayrı bulunamaz. Zeydiler, İmam Zeyd'in bu mes'ele ile ilgili
görüşünü zikretmem işlerdir. Biz de el-Mecmu'a müracaat ettik. Birçok fıkhî
meselelerini araştırdık. Bu düşüncelerinin, el-Mecmü'dan kaynaklanan İmam
Zeyd'e ait bir görüş olduğunu sezdirecek hiçbir şey bulamadık. [32]
327- Hanefiye,
tahsisi, umumîlik ifade eden lafzm kapsamına giren bir kısım ferdî olaylara
delalet edip, tamamına delalet etmediğinin beyanı olduğu şeklinde tarif etmiştir.
Umûmî lafzın kapsamına almadığı bu ferdi olaylar, önceden kapsamına alındığı
sonradan tahsisin o lafzın içerisinden çıkardığı tarzında kabul edilemez.
Zaten o olaylar daha başlangıçta o umûmi lafzın kapsamında değildi; lafız
onları o zaman da kapsamıyordu. İşte tahsis ile cüz'i neshi biribirinden
ayıran özellik budur. Buna göre cüz'i nesh, umûmî lafzın bir kısım ferdî
olaylarını önceden kapsamına girdikten sonra verdiği hükmün içinden çıkarmaktır.
Tahsis ise, umumîlik ifade eden lafzın bir kısım ferdlerinin, başından beri
hükmünün kapsamında bulunmadığının ve umûmî lafzın manasının, sadece bir kısım
ferdleri ile sınırlı bulunduğunun beyanından ibarettir.
Aynı zamanda bu, imam
Şafii'nin tahsis hakkındaki yorumudur. İmam Şafii, hususi kılınması istenilen
umûmî lafız anlamından, umumi lafza "muhassas" ismini verir.
328-
Cumhurun görüşünü yansıtan usul kitaplarının çoğu bu esasa göre hareket etmişlerdir.
Gazzalî, tahsisin hakikati konusunda şöyle der: "Delillere
"muhassas" adını vermek caizdir. Zira delil, konuşan kişinin isteğini
dile getirir. Genel anlamda ifade edilen lafızla, hususî manayı yapmak kavramı
konulmuş olduğu umumi manasından alıp hususi manaya koymanın beyanı demektir. Bu durum, lafzın
hakiki manasından alınıp mecazi manasına konulduğunun beyanı için serdedilen
"karine" nin bir benzeridir."[33]
Acaba bu bakış açısı
Zeydiyye'nin usul anlaşiyla uyum sağlamakta mıdır? Bu usul kitaplarının
kullandığı ibareler, Zeydiyye'nin böylesi görüşte olmadığını sezdiriyor. Nitekim
el-Fusul el-Lü'lüiyye'de şöyle geçmektedir. "Tahsis, umûmî lafzın
kavradığı bir kısım ferdî olayları kapsamın dışına çıkarmaktır.
"Mahsus" ise, bir bölümü kapsam dışına çıkanlımış umûmî lafızdır.
Buna "hass" da denilir. Muhassas, bu kapsam dışına çıkarma
yapıldıktan sonra geriye kalan bölüme verilen addır. Muhassis, kapsam dışına çıkaran
lafızdır."[34]
Bu ifade tarzı bize,
tahsisin, umûmî lafzın kapsamına giren şeyleri çıkarma demek olduğunu, yani
umûmî lafzın başlangıçtan itibaren bütün ferdlerini murad ettiğini, sonra
muhassısm bir kısım ferdlerini kapsamın dışına çıkardığını sezdiriyor. Fakat
böyle bir yorumlanıada çok müsamahakarlık bulunduğu açıkça belli oluyor. Bu
anlayış, fukaha cumhurunun, aşağıdaki şekilde nesh ile tahsisin arasını
ayırdeden görüşleriyle bağdaşıyor; Fukaha cumhuruna göre neshte umûmî lafzın
nassi ile o nassın tamamının bir bölümüne ait hükümleri nesheden nass arasında
belli bir zaman gecikmesi olduğu gibi, tahsis konumunda ise, umumi lafızla onu
tahsis eden delil arasında hiç gecikme bulunmamakta ve zamanlama açısından da
onun paralelindedir. Böylece zaman açısından birliktelik arzeden umûmî lafzın
tahsisinin, fa başlangıçtan beri umûmî lafızla bir kısım ferdlerini murad
edildiği hususunun beyanı olduğu ortaya çıkıyor. Aksi halde zamanlamadaki
birlikteliğin hiçbir faydası olmazdı. Fakat zeydiler, usûl anlayışlamda tıpkı
zahiriler gibi, neshi tahsisin bir türü olarak saymaktadırlar.
Zira neshedilen hükmün
sona erdiğini beyan etmek, zamanların genellemesinin bir bölümünü tahsis etmek
demektir. Sanki neshedilen nassdan zamanların genellemesi anlamı
çıkarılıyordu, nesih geldi ve o nassın zamanım belli bir dilime tahsis etmiş
oldu.
el-Fusul el-Lû'lüiyye
sahibi bu konuda şöyle der:
"Her nesih
tahsistir, fakat her tahsis nesih değildir."[35]
Kuşkusuz bu görüş,
tamamen İbn-i Hazm'm şu görüşüyle uyum sağlamaktadır:
"Şüphesiz nesih,
istisna türlerinden bir türdür. Çünkü diğer zamanları değil de yalnız o zamanı
istisna edip onu uygulamaya özgü kılmaktır. O takdirde ifadenin doğrusu şu
şekilde olur: Şüphesiz her nesih istisnadır, fakat her istisna nesih
değildir."[36]
Biz, her iki yorumu da
biribiriyle uyum sağlar bir durumda görüyoruz. Aralarındaki fark şu kadardır:
İbn Hazm, tahsise istisna adını veriyor. Çünkü tahsisin biçimi her ne şekilde
olursa olsun, istisna anlamındadır. Zira istisnanın anlamı bütün şekillerde
değişmez yapıya sahiptir.
329- Tahsis
konusundaki açıklamaların tamamı budur. Böylece umûmî lafız konusunda Zeydiyye
nazanndaki açıklamalar sona erdi. Daha nazik bir deyimle umumîlik ifade eden
lafız konusundaki açıklamalardan arzuladığımız alıntı tamamlanmış oldu.
Böylelikle, İmam
Zeyd'e göre değil de, zeydilere göre, umûmî lafızların "zahir" kabilinden
olduğu, onu tahsis edecek hususi bir lafız engel taşkil etmediği sürece
kendisiydile amel edileceği hususu anlaşılıyor. Bu anlayış esasına göre umûmî
îafizlar muhkem kısmında, fakat nassın bir alt mertebesinde bulunmaktadır.
Bu konuyu açıklığa
kavuşturmak suretiyle, Zeydiyye'ye göre delil getirme mertebelerinden iki
tanesi anlaşılmış oluyor:
a) Kitap ve
mütevatir sünnetin nasslan,
b) Kitap ve
mütevatir sünnetin zahirleri.
Nitekim Zeydiyye'nin,
bu iki mertebe konusundaki açıklamalarına, bütün ayrıntılarıyla olmasa bile
yeterince işarette bulunduk. Şimdi de bu iki mertebenin ardından gelen,
"ahad haberlerin nasslan ve zahirleri" konusuna geçelim. [37]
330- Ahad
haberler, amel konusunda kitap ve mütevatir sünnetin zahirlerinden sonra
gelmektedir. Nitekim mütevatir sünnetin, hükümleri beyan etmesi açısından aynen
Kur'an-ı Kerim gibi; nasslan onun nassı, zahirleri onun zahiri gibi olduğu
anlaşılmıştır. Bu bakış açısı, bütün fakihlerin bakış açısıyla aynıdır.
Aralarında hiçbir fark yoktur. Zira Kur'an ve mütevatir sünnet arasındaki
fark, her ikisinden hükümlerin istinbat edilişi açısından değil, bu fark sadece
Kur'an-i Kerim'in HüccetuIIah el-kübra, Ayetullah el-Uzma anlamında mucize
oluşu ile, Kur'an-ı Kerim'in okunuşuyla kulluk görevinin yerine getirilmesi,
ayrıca namazda O'nun tilavetinin istenilmesi açısındandır. Oysa mütevatir
sünnet için bunların hiçbirisi sözkonusu değildir.
Ayrıca Kitap ve
sünnetten delil getirilmesi sırasında ahad haberlerin nass ve zahirleri,
sıralama açısından daha sonraya bırakılmıştır. Bu durum, sünnet nasslarmın
Kur'an'in umûmî lafızlarından sonra gelmesini gerekli kılar. Böylece ilk
bakışta, bu anlatılanlarla, daha önce Zeydiyye imamlarından takrir ettiklerimiz
arasında bir çelişki göze çarpıyor. Bu imamlara göre mütevatir olmayan sünnet
de Kur'an'ın umûmî lafızlarım tahsis eder. Böylece sanki sünnetin hass
lafızları amelî konularda Kur'an-ı Kerim'in umûmî lafızlarından daha sonra
gelmediği anlaşılıyor. Onlar bu görüşleriyle İmam Şafii gibi düşünmektedirler.
Ancak onlar, Kur'an-ı Kerim'in umumîlik belirten lafızlarının daha Önce tahsis
edilmiş olmasının dışında, ahad haberlerin hususi hafızlarının, Kur'an-ı
Kerim'in umûmî lafızlarından sonra geldiğini karara bağlayan Ebu Hanife gibi
düşünmemektedirler.
Lakin uzlaştırma
imkanının bulunmasıyla bu çelişki ortadan kalkar. Ahad haberlerin Kur'an'ın
umûmî lafızlarından sonraya bırakılmasının manası, Ebu Hanife'nin de dediği
gibi, ahad haberlerin hass lafızlarının, Kur'an'ın umumîlik belirten
lafızlarının tahsisini iptal etme mertebesine ulaşmaması demek değildir.
Bilakis buradaki mana, sünnette kendisiyle çelişen bir delilin bulunması anında
Kur'an-ı Kerim'in zahiri veya umumîlik belirten lafzıyla amel etmenin geçersiz
sayılmayacağı tarzındadır. Tahsis, nassın ortadan kaldırılması değil, bilakis
çalışır duruma getirilmesidir. Bu da, hükümleri açıklığa kavuşturma noktasında
Kur'an ve sünnet arasındaki yardımlaşmanın bir çeşididir. Böylece onlar,
şafiilerle bîr yaklaşım içerisine giriyorlar. Zira İmam Şafii tahsisi, askıya
almak değil, açıklayıcı olarak kabul etmektedir. [38]
331-
Zeydiyye, mütevatir sünnetle ahad haber arasını hüküm açısından ayrıma tabi
tuttuğu gibi, tanım açısından da ayrım getirmektedir. Onlara göre mütevatir
sünnet, bir cemaatin başlıbaşına ilim ifade eden haberidir. Ahad haber ise,
kendi başına ilim ifade etmeyen haberdir."[39]
Getirilen bu yorumun
manası, mütevatir haberin kendi kendine bir ilim ifade etmesi, yani o haberin,
dışından gelen bir karineden değil de, kendi bünyesinden zarurî ve yakînî bir
ilim anlamı taşımasıdır. Ayrıca o ilmi, konunun bünyesinden çıkarılan aklî bir
delille değil de, haber olması itibarıyla ifade etmesidir. Ahad haber ise,
haber olması sıfatıyla ilim ifade etmez. Nitekim o, mevzuundan dolayı tayin ve
kesinlik anlatır. Örneğin, Allah Teâlâ'nın bir kısım sıfatlarından, bir veya
iki haberle verilen haberler gibi. Böyle bir haber, haber olması açısından zan,
haberin konusu açısından da kesinlik ifade eder. Çünkü haberin konusunun
doğruluğu kendi içinden değil de, dışından gelen bir husus dolayısıyle
kesinleşmiştir.
Şüphesiz getirilen bu
yorum, varacağı nokta açısından cumhur nezdindeki usûl alimlerinin
yorumuyla.paralellik göstermektedir. Çünkü onlar derler ki, mütevatir haber,
sahabenin yalan üzere toplanmaları düşünülemeyen bir topluluğun, sahabeden de,
aynı şekildeki bir tabiin topluluğunun tabiinden de yine onlar gibi bir
topluluğun rivayet ettiği haberlere mütevatir denir. Ahad ise, bu özellik
kendisinde tam olarak bulunmayan haberdir. Birincisi kendi kendine yakın ifade
ettiğinde, ikincisinin ise kendi kendine yakın ifade etmediğinde şüphe yoktur.
İki tanımlama arasındaki fark şudur: Zeydiyye fakihle-rinin getirdiği tanım,
ilinti yahut resm ile yapılan tanım anlamım taşırken, fukaha nın yaptığı
tanımlama ise, hadd veya mâhiyetle getirilen tanımdır. Varılan sonuç aynıdır. [40]
332- Alimler
sünnetin, kavli sünnet, fiili sünnet ve takriri sünnet olmak üzere üç bölümden
oluştuğunda karar kılmışlardır. Kavli sünnet, Nebi (s.a.v)'in sözleri, fiil
sünnet, davranışları, takriri sünnet de Nebi (s.a.v)'in gördüğü uygulamaları ve
işittiği davranışları normal karşılamasıdır. Nebi (s.a.v)'in sözleri pek
çoktur. Nebi (s.a.v)'in şu sözü gibi:
"Hilali görünce
oruç tutun, yine onu görünce orucu bozun." Ayrıca Nebi (s.a.v)'in:
"Her kim namazda dalgın olur yahut unutursa, hatırına geldiği anda o
namazı kılsın." hadisi gibi.
Nebi (s.a.v)'in pek
çok davranışları vardır: Namazı ve günlük davranışları gibi. Nitekim hac ve
diğer ibadet menasikinde kendisi gibi davranmayı bize emretmiştir. Nebi aleyhisselam
şöyle buyurmuştur:
"Benim namaz
kılışımı gördüğünüz gibi siz de kılınız." Yine:
"Günlük
davranışlarınızı benden örnek alınız."
Takriri sünnetin
birkaç örneği şöyledir:
Soğuk çok şiddetli
olması ve yanlarında ısınacakları birşey bulunmaması nedeniyle yanlannda su
olmasına rağmen teyemmüm edenlerin davranışlarını olumlu karşılaması, yabani
eşeklerin etini yiyenleri olumlu karşılaması, aynca Hz. Ali'yi, vermiş olduğu
yargılarda onaylaması gibi.
333-
Zeydiyye fakihleri, mütevatir oluşu açısından sünnetin bu üç mertebesini eşit
saymışlardır. Onlara göre mütevatir olma açısından kavli ve fiili sünnet
arasında hiçbir fark yoktur. Dolayısıyla bu iki sünnet arasında ayrım yapan
kimseyi görmedik. Bunun nedeni, Nebi (s.a.v)'in namazı ve haccı gibi
davranışlan, mütevatir olduğu takdirde fiili sünnetin, Kur'an-ı Kerim'in mücmel
yönlerini açıklaması açısından kesinlik taşımasıdır. Fakat onlar, ahad haber
olması durumunda Nebi (s.a.v)'in söz, davranış ve takrirleri arasında ayrım
yaparlar. Buna göre, fiil ve takrirleri, sıralamada Kitap ve mütevatir sünnetin
mefhum lan ndan, hatta ahad hadislerin mefhumlanndan da sonraya bırakırlar. Bu
fiil ve takrirleri, sadece kıyas ile lafızlann kendi yapısından oluşmayan diğer
delillerden önceye alıyorlar. Şüphesiz Zeydiyye, Rasulullah'm sözlerini,
zahirler veya mefhûmlar bile olsa fiil ve takrirlerden öne alınması konusunda,
üç delille hüccet getirmiştir:
1-Peygamberin
sözleri, teklifin türünü açıklayıcı olarak bir mesaj sunmak için konulmuştur.
Teklif, mükelleflerin fiilleriyle ilgili hususlarda Kur'an'm nasslannm gereği
olarak Allah Teala'mn mesajı yahut sünnetinin gereği olarak Nebi (s.a.v)'in
tebliğidir. Fiil ve takrirler ise bunun aksinedir. Zira fiilleri, bizatihi bir
hüküm belirleyemez. Çünkü bazan yemesi, içmesi ve giyim tarzı gibi karaktere
bağlı fiiller olabilirken, bazan da açıklayıcı olarak meydana gelebilir.
Şeriatı açıklaması durumunda mübahlık, mendub-luk ve vaciblik fonksiyonu taşır.
Takrirleri de bunun gibidir; türleri ancak bîr karine veya söz sayesinde
bilinebilir. İhtimal taşıyan, ihtimal taşımayandan geriye bırakılır. Sözlerinin
açıklık getirmesi mefhumu İle dahi olsa verdiği mesaja delaleti yönünden
fiillerden daha açıktır. Dolayısıyla sözleri daha ön sıraya alınır.
2- Sözlü
sünnetin, Nebi (s.a.v)'den kaynaklanan iki hususa delaleti vardır; Birincisi,
Nebi (s.a.v)'in konuşması, söylemesi ve anlatması tarzında hissi yapıdan
kaynaklanma-sıdır. İkincisi ise, onun sözlerinin, lafzın ifade ettiği kavram
açısından uzun düşünme ve tedebbür konusu olması, aynca ibaresiyle, işaretiyle,
kastettiği mana ile, mefhumu ile... hüküm vermeye imkân sağlaması yönüyle aklî
yapıdan kaynaklanmasıdır. Bu özellikler, fiiller için sözkonusu değildir.
Bilakis fiili sünnetin delâleti, yalnızca hissin yardımına muhtaçtır. Takrirler
de böyledir.
3- Nebi
(s.a.v)'in sözleriyle delil getirme üzerinde ittifak edilmiştir. Fakat fiil ve
takrirleriyle hüccet getirme üzerinde ittifak edilmemiştir. Bu sünnetlerin
varacağı en uç nokta "cevaz" ve "ibâhe" noktasını
aşamayacağı için, bazı usul alimleri onlarla hüküm getirmeyi terketmişlerdir.
Bu durum, haram olduğuna dair bir delil bulunmadığı takdirde mübahlığın asıl
oluşuyla anlaşılır."[41]
334-
Zeydiyye'ye göre ahad haberler yakîn ifade etmeyip, zan ifade ederler. Bu nedenle
onlarla itikadı konularda değil, sadece amelî konularda hüküm verilir.
Dolayısıyla ahad haberlerin kapsamına giren hususları inkar eden, kafir
sayılmaz. Bunun nedeni, kizb ihtimalinin her an bulunabilmesidir. Şüphesiz
ravideki adalet ve güvenilirlik, sıdk yönünden tercihe şayan olur. Akaid
konulan, içinde ihtimal cereyan eden delillerle kesinlik kazanmaz. Dolayısıyla
el-Kaşif ad\ı kitapta, aşağıda metni bulunan şu husus geçer;
"Usul konularında
(yani dinin temel ilkeleri meselelerinde), fıkhın kesin temel prensiplerinde
ve şeriatın usulü konusun da ahad haberle hüküm verilmez. Bunun nedeni,
bahsedilen konularda yakîn ilmin semere vermesi, ahad haberlerin ise zandan
başka ürün ortaya koymamasıdır."[42]
Buna göre şu üç
durumda ahad haberler sonuç getirmez:
a) Allah
Sübhanehu ve Teala'mn sıfatlarıyla ve ilmî zatıyla ilgili bütün hususlar gibi
itikadı temel ilkeler. Şüphesiz bu ilim, dinin temel ilkesi olan tevhidin aynıdır.
Bunların da ancak kafî olmaları mümkündür. Ahad haber ise zannîdir.
b) Kur'an-ı
Kerim'in hüccet oluşu gibi, fıkhın kesinlik belirten temel ilkeleri. Sünnetin
hüccet oluşu temel ilkesini ve üzerinde tamamıyla icmâ edilen meselelerin temel
ilkelerini inkar eden kişi, dinin zorunlu olarak bilinmesi gereken bir
unsurunu inkâr etmiş sayılır. Bu tür sünnet de, fıkhın kesinlik belirten temel
ilkeleri diye adlandırılan grubun kendisidir.
c) Aklın,
güzel oluşuna kesin olarak hükmettiği şeydir. Şüphesiz bu hüküm, Zeydi-lere
göre, kendilerini ve Mütezile'nin bakış açılan gereğince fıkhın kesinlik
belirten ilkeleri arasında siyilır. [43]
335- Ahad
haberlerin ravilerinde, ravinin adil ve sika olması şart koşulur. Bu ravinin
Zeydiyye ravilerinden olması şart koşulmadığı gibi, Al-i Beyt'ten olması şartı
da
yoktur. Bilakis aranan
tek şart, sadece ve sadece adalettir. Zeydiyenin temel görüşüdür.
O da, fasıkhklan sabit
olanların dışındaki bütün müslüman cemaatlerini adaletli saymaktan ibarettir.
Bu nedenle zeydüer, imamiyyenin, adil olmasa bile imamiyye ravisi-nin
rivayetini, adil olsalar bile imamiyyeye ait olmayanlann rivayetinden önceye
almalarına karşı çıkarlar. Çünkü İmamiyye, İmamiyyenin dışında kalanları
müslüman kabul ederler ama, onlara mü'min demezler. Bu nedenle vakıfta bulunan
birisi "Bu akan müs-lümanlann fakirlerine vakfettim" dese,
İmamiyye'ye mensup olan veya olmayan bütün Ehl-i kıble bu ifadenin kapsamı
içerisine girer; fakat "mü'minlerin fakirlerine vakfettim" diyecek
olursa, bu kapsama sadece İsnâ Aşeriyye'ye bağlı olanların fakirleri dahil
olur.
Şüphesiz Zeydiyye,
adaletli olmanın yanında, bünyesindeki teklifin umumiliği dolayısıyla haber
vakıasının bir veya birkaç ravinin marifetiyle münferid kalmış haberlerden
olmaması şartını getirmişlerdir. Onlar, çok kişi tarafından tanınan ve
şöhretinin yaygınlığı şanından olan işlerden, "umûmî helvası bulunan
haber" olarak sözederler. Umûmî belvânm anlamı, herkese aşikar olması ve
uygulama alanına koymaları için halkın birbirine nakletmeleri açısından bütün
mükelleflerin elde etmek istedikleri şeydir. Böylesi bir haberin, ahad olarak
değil de, mütevatir olarak nakledilmesi gerekir. Oysa tevatür dışı ahad
haberin naklinde şüphe ve tartışma noktası vardır. Buna, İmamiyye'nin, Oniki
İmam'm nass ile sabit olduğu iddiasını örnek olarak gösterirler. Zira eğer
böyle bir nass sahih olsaydı, bütün ümmeti ilgilendiren bir durum olduğu için,
sahabenin tamamı tarafından bilinecekti. Aynı şekilde, Nebi Aleyhisselam'm Hz.
Ebubekir'i halifeliğe tavsiye ettiğini ileri sürenlerin haberini de
reddederler. Bu konuda el-Kâsif sahibi şöyle der:
"Umûmî belvâsı
bulunan şeylerde ahad haber terkedîlir; hatta reddedilmesi gerekir. Bunun
nedeni, nakilcisinin yalancılığıdır. Bu husus, isimleriyle belirlenen Oniki
İmam hakkında nass bulunduğu konusunda rivayetlerde bulunan İmamiyye'nin,
ayrıca Ebube-kir'in imametinin nass ile sabit olduğunu ileri süren Bekriyye'nin
haberi gibidir. Hüküm açısından umûmî belva'nın manası, sabit olduğu takdirde
teklifin,.bütün mükellefleri kapsamına almasıdır."[44]
336-
Şüphesiz Zeydiyye, ahad haberdeki rivayetin doğruluğu için ravinin Zeydiyye
yahut Ali Beyt'ten olmasını şart koşmamaları ile birlikte, başkasının
rivayetiyle çelişmesi durumunda Al-i Beyt'in rivayetine öncelik tanırlar.
Onlara göre Hz. Ali'nin rivayeti de diğer sahabenin rivayetinden önde gelir.
Hz. Ali'nin aile ocağından herhangi bir sahabinin rivayeti ise, onlara göre
diğerlerinin rivayetinden daha üstündür. Ayrıca Hz. Hüseyin'in rivayeti de İbn
Abbas'm rivayetinden daha öncedir. Aynı şekilde Hz, Hasan'ın rivayeti, ayrıca
Al-i Beyt'ten olan tabiinin rivayeti, diğerlerinin rivayetinden öne alınır.
Eğer Al-i Beyt'ten
olduğu bilinmeyen bir kişi tarafından rivayet edilmişse, o takdirde sahabinin
rivayeti, daha sonra müetehid tabiinin rivayeti bunlardan sonra da, sika kişilerin
rivayeti öne alınır.
El-FusuV el-Lû'lüiye
da şöyle geçer:
"Rivayetin en üst
mertebesinde soy yakınlığı bulunur. Sonra sahabe, sonra tabiin müfessirleri,
sonra da sika şahsiyetler gelir."
Yani en güçlü rivayet,
Nebi (s.a.v)'irr, Ali ve Fatima'nm zürriyetinden gelen bir yakın akrabasryla
son bulan rivayettir. Daha sonra onları sahabede son bulan rivayetler, daha
sonra, tabiin müfessirlerinde yani nasslann yorumunu bilinçli bir şekilde yapan
ve anlamadığını nakletmeyen müçtehidlerde son bulanlar, dahasonrada onları
diğer sika şahsiyetler takibeder.
Bu ifadenin
içeriğinden, dört konuda istifade edilir:
1- Akraba
yakınlığı, rivayetin sıhhati açısından şart değildir. Yakın akrabanın ve
Peygamber sülalesinin dışında bulunan ravinin rivayeti kabule şayandır.
2- Yakın
akrabanın rivayeti, özellikle de Hz. Ali'de son bulması halinde öne alınır.
Çünkü Hz. Ali, Zeydiyye'ye göre, İmamiyye arasında masum şahsiyettir. Her ne
kadar Zeyd (r.a)'a ait böyle bir söz bilinmemekte ise de, Hz. Fatma ve
Hasan-Hüseyin de aynı şekildedir.
3- Sened
zincirinin Rasulullah (s.a.v)'e kadar varması şart değildir. Onlar, müçtehid
tabiinin rivayetini, sahabinin rivayetini takibeder duruma getirmişlerdir. Yani
mürsel hadisler, tabiinden olan ravi müçtehid olsun-olmasın, sika bir şahsiyet
olduğu takdirde, her ne kadar müçtehid olan olmayanından öne alınır ise de,
Zeydiyye'ye göre makbuldürler.
Bu görüş Ebu Hanife ve
Malik (R. Anhuma)'nın mürsel hadis konusundaki görüşlerinin aynısıdır. Ahmed
(r.a)'ın görüşü onun zayıf hadis olduğu noktasındadır. Şafii'nin görüşü ise,
mürsel hadisi şu iki şartla kabul eder: Hadisin sened zinciri kendisinde son
bulan tabiinin, sahabe ile sık sık buluşmasıyla meşhur olan şahsiyetlerden
bulunması ve o hadisin anlamını taşıyan başka muttasıl bir müsnedin, yahut aynı
anlamı veren başka mürsel bir hadisin, yahut da sahabi kavli veya amelinin,
veya da alimlerin kabule şayan görmeleri şekliyle onu tezkiye eden bir şahidin
bulunması.
4- Nakletmiş
olduğumuz ibarenin, raviye ait fıkıh anlayışının öncelik taşıyan bir şart
olduğunu ifade etmesidir. Buna göre fakih olan ravi, fakih olmayandan öne
alınıf. Hane-filer buna, zabtı kamil adını verirler. Nitekim hanefi olan
Fahru'l-îslam el-Bezdevî'nin Usûlünde metni aşağda bulunan şu husus geçer:
"Zabta gelince o,
bir sözü hakettiği şekliyle dinlemek, sonra amaçlanan manasıyla onu kavramak,
sonra da gayreti sonuna kadar zorlayarak ezberlemek, daha sonra da sınırlarını
muhafaza altına almak suretiyle, eda edilişine değin hakkında kötü zan beslenmesine
karşı müzakereler yoluyla denetim altında tutarak sebat göstermektir. Zabt iki
türlüdür:
a) Metni
niteliği ve manasıyla zabt altına almak,
b) Bu
bütünlüğe, mana, fıkıh ve şeriat yönüyle koruma altına alınması hususunu da
eklemek.
Bu şekildeki bir zabt,
onun en mükemmel şeklidir. Böylece mutlak anlamda zabt,
"kâmil"kavrammı da içine almış oluyor. Dolayısıyla yaratılış,
müsamaha ve ölçüsüz davranma açısından gafleti sabit olan kişinin verdiği
haber, zabtın birinci şıkkının özelliğini taşımadığı için hüccet sayılamaz. Bu
nedenle fıkhı yönüyle tanınmayan kişinin rivayeti, tercih sahasında kusurlu
sayılmıştır."[45]
337- Ahad
haberler, isnadı açısından tek mertebeye sahip olmadıkları gibi, manası yönüyle
de tek mertebeye sahip değildirler. Böylece delâletinin kuvveti açısından da
tek mertebeli sayılamaz. Buna göre ahad haber ya nass olabilir; o zaman kendisi
zannî olsa bile delâleti kat'i olur. Veya zahir olabilir; bu durumda da hem
senedi, hem de delâleti zannî olur. Hadisin delâletinin kat'i olması halinde
kendisiyle delil getirilmesi noktasında delaletinin zanni olmasından daha
güçlüdür. İstinbatının iki yönünün birinde kat'i olan hadis, iki yönüyle de
zannî olandan daha kuvvetlidir.
Bu nedenle Zeydiyye fakihleri
ahad haberlerin nasslarım istinbat sıralamasının üçüncü sırasına koyarken, bu
haberlerin zahirlerini de dördüncü sıraya koyuyor. Şimdi biz, ahad haberlerin
nass ve zahirlerini izleyen, mefhumlar mertebesi diye anılan bölüme geçelim. [46]
[1] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 299-304.
[2] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 304-305.
[3] el-Bahr, Darii'l-Kütüb, ö.dld, Varak: 2
[4] el- Fusul el-Lü'luiyye fi Usulî'z-Zeyd.iyye, Mısır
Kütüphanesi, Varak no: 195
[5] el-Bahru'z-Zihar, yazma c.6 Varak: 9
[6] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 305-311.
[7] El-Mu'temed, Mısır Kütüphanesi, (Resimli) Varak no:214
[8] Evail el-Makalat fi'1-Mezahib el-Muhtare, 44
[9] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 311-318.
[10] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 318-319.
[11] Son Arz:a: Nebinin Cibril-i Emine son defa Kur'an'ı
baştan sona arz etmesi (okuması)
[12] el-Bahru'z-Zihar, Mısır Kütüphanesi 6. Ve el-Fusül
el-Lü'lüiyye, Mısır Kütüphanesi Varak no: 44.
[13] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 320-321.
[14] el-Bahru'z-Zıhar, 6. Varak no: 9.
[15] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 321-325.
[16] el-Fusül el-Lü’lüiyye, Varak no: 46.
[17] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 325-326.
[18] Varak no:98.
[19] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 326-328.
[20] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 328-330.
[21] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 330.
[22] el-Fusul, el-Lûplü'iyye Varak: 48.
[23] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 331.
[24] Tekmiletu Bahri'z-Zihar, Varak no: 83.
Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı,
Şafak Yayınları: 331-333.
[25] el-Fusûl, el-Lû'lüiyye Varak no: 85.
[26] Karâfî'nin Tenkihu'1-Usûl'de serdettiği delillerin
özetidir, s.90
[27] el-Mecmu', 4/93
[28] Şerhu'l-Mecmu' 3/42
[29] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 333-338.
[30] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri
ve Çağı, Şafak Yayınları: 338.
[31] el -Fusül, el-LÛ'lüiyye varak no: 83.
[32] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 338-341.
[33] el-Mustasfa, c.l, Umum ve Husus babı
[34] el-Fusûl el-Lû'lüiyye Varak no: 79.
[35] A.g.e Varak no: 77
[36] İbn Hazm, el-Ahkâm, 4/67
[37] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 341-343.
[38] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 344.
[39] el Kaşif fi Usüli pz- Zeydiyye, Mısır kütüphanesi
Varak : 8-10
[40] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 345.
[41] A.g.e Varak no: 8
Prof. Dr. Muhammed Ebu
Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 345-347.
[42] el-Kaşif Varak: 11.
[43] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 347.
[44] el- Fusul el-Lûluiyye
[45] Falıru'l islam el-Pezdevi el-Usul
[46] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 347-350.