5-6- KUR'AN VE HADİSİN MEFHUMLARI
A) Mefhum-u Muhalifin bölümleri
b-Muhalif Mefhumların Sıralamadaki Yeri
7-NEBİ (s.a.v)'İN FİİLLERİ VE TAKRİRLERİ
e) İcmanın Bir Dayanağının Olması
F) Peygamer Sülâlesinin İcma'ı
g) Zeydiyye'ye Göre İcma'ın Mertebeleri
i) İcma'ın MütevatirHabere Ters Düşmesi
338-
Lafızların mefhumuyla istinbatta bulunmak, nasslardan istinbat yapmanın bir
türü sayılmaktadır. Çünkü bunların hepsiyle yapılan istinbat da lafızdan dolup
taşmaktadır. Şüphesiz mefhumların bir kısmı lafzın kendi bünyesinden, bir
kısmı da o lafızdan üreyen tomurcuktan meydana gelir. Nitekim usul alimleri
lafızların delaletini, birisi. "mantûk" diğeri de "mefhûm"
olmak üzere iki kısma ayırmışlardır. Lafzın kendi yapısından veya lüzûmî
manalarından anlaşılan şeylere mantûk, konuşulan lafzın dışında anlaşılan,
fakat yine lafızdan dolup taşan hususlara da mefhûm adı verilir. Sözü,
Zeydiy-ye'nin usul alimlerine bırakalım ve mantûk ve mefhûm'u mantık açısından
tanımlamalarını görelim. Nitekim eî-Fusûl el-Lû'lüiyye sahibi bu konuda şöyle
diyor:
"Lafzın delalet
ettiği şey hem* mantüktur, hem mefhûmdur. Lafzın mantık çerçevesi içerisinde
delalet ettiği şey mantüktur. Buna, "mananın ash" da denilir."[1]
Bu tanımın örneği,
Allah Teâlâ'nın:
"Ey iman edenler!
Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar),fal ve şans okları birer şeytan işi
pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresinİz." (Maide 90)
ayetidir. Şüphesiz bu nass mantuku ile şarap, kumar ve yüce nassda adı geçen
diğer hususların haram olduğunu ifade eder. Mefhumu da şöyle tanımlamıştır:
"Mefhum, lafzın
mantık alanı dışında delalet ettiği husustur. Bu da "mefhüm-u muvafakat"
ve "mefhum-u muhalefet" diye ikiye ayrılır. Birincisi olumluluk ve
olumsuzluk noktasında hükmü maritûkun hükmüne uyum sağlayanıdır... Bu tanım
üzerinde ihtilaf edilmiş ve bunun delâletinin lafzı olduğu söylenmiştir.
İkincisi ise, hükmü mantûkun hükmüne muhalefet eden bölümdür. Buna mefhûm-u
muhalefet denilir."[2]
339- Şüphesiz bu
açıklama, "nassın delâleti" adı verilen mefhum-u muvafakat ile
mefhum-u muhalefet arasında ayrım yapmanın açıklığa kavuşturulması konusunda
çok ince bir beyandır. Mefhum-u muvafakatin, yahut nassın delâletinin, veyahut
bazı fakih-lerin deyimiyle birinci delâletin misali, Allah Teâlâ'nm şu
kavlidir:
"Yetimlere
mallarım verin, temizi pis olanla değişmeyin. Mallarınızı onların mallarına
katarak yemeyin, çünkü bu, büyük bir günahtır." (Nisa 2) Şüphesiz bu nass
mantûkuyla yetimlerin mallarının kendilerine verilmesini, velilerinin, bu
mallan kendi mallarına katarak yemelerinden sakmdırmayı, böylece yetimlerin
tertemiz mallarını kendi kirli mallarıyla değiştirmelerinden kaçınmalarını
ifade ediyor. Ayrıca bu nassın kendisinden, mefhumuyla, yetimin malım saçıp
savurmaktan ve onu koruma konusunda kusurlu davranmaktan nehyetmek anlamı çıkarılır.
Bu mefhuma dayalı mana, asıl olan mantûk manasıyla uyum sağlamaktadır. el-Fusul
el-Lû'lüiyye sahibi, mefhum-u muvafakat konusunda ihtilaf edildiğini belirtir.
Acaba o, mantûk olan lafzın kendi bünyesinden anlaşılan hükmü elde eden
delaletlerden midir ki, medlulünden, aynı kuvvete sahip bir parça olduğuna
delâleti konusunda kendisine tabi olsun; şayet o lafız nass ise kendisi de
nass, eğer zahir ise kendisi de zahir olsun? Bir kısım Zeydiyye fakihleri ve
diğerleri bu şekilde söylerler. Şafiiler de bunlar arasındadır. Şüphesiz onlar,
işaretin delâletinin, ibaretin Iüzumî manalarından anlaşılması esnasında nassın
delaletinin, lafzın kendi bünyesinden anlaşılması itibariyle muvafakatin
delâletini nassların işaretinden önceye alırlar. Allah Teâlâ'nın:
"Onların
beslenmesi ve giyimi iyilikle baba tarafına aittir." (Bakara 233)
ayetinin, çocuğun nesebinin babaya ait oluşunun sübûtuna ve çocuğun malı
üzerinde babanın Şibh-u mülk sahibi olduğuna delâlet etmesi, Allah Teâlâ'nın:
"Onlara (anne ve
babaya) öf bile deme; onları azarlama, ikisine de güzel söz söyle." (İsra
23) ayetindeki dövmeyi önlemenin açıklığı tarzında değildir. Diğerleri ise bu
delâletin lafzın delâleti türünden olmadığı gibi, ibarenin delâleti kuvvetinde
de olmadığını söylemişlerdir. Her iki görüşteki bu delâlet, mefhûm-u
muhalefetinden daha güçlüdür.
Birinci görüşe göre
mefhûmu muvafakat eğer nassın mefhûmu olmuşsa nasslar mertebesinde, zahirin
mefhumu olmuşsa, zahir mertebesinde bulunur. İkinci görüşe göre ise nass ve
zahirin ikisinden de sonra gelir. Mefhûm-u muvafakat ile hüküm vermek üzerinde,
müsîüman alimleri hatta bu alimlerin yanında diğerleri de ittifak etmişlerdir.
Çünkü o, lafzın kendi bünyesinden dolup taşmakta, mana yönüyle de onunla
uyuşmaktadır. İbn Hazm ez- Zahirî dışında hiç kimse onunla hüküm vermeyi
terketmemiştir. İbn Hazm'ın terkedişi de kural dışı sayılır. Mefhûm-u muvafakat
ile hüküm verip mutlak anlamda onu mantûk lafızdan sonraya bırakmak Zeydiyye
mezhebinin zahir görüşüdür. Zeydiyye İmamları da aynı görüştedir. Aynca
mefhûm-u muvafakat, uygulamalı konularda mefhum-u muhalefetten önceye alınır.
Çelişmeleri halinde ise gene ona öncelik tanınır. [3]
340- Daha
önce belirttiğimiz şekilde mefhum-u muhalefeti, mantuk olan hükmün karşıt
hükmünü ortaya koymakla tanımlamışlardır. Bu tanım, usulcüler cumhurunun,
"kelam, hükmü bu tarz kayıtla sınırlı hale getiren bir sınırlamayla kayıt
altına alındığı takdirde mantuk olan hükmün karşıt hükmünü, ifade edilmeyene
tanımak" tarzındaki tanımıyla uyuşmaktadır. Nass, mantukuyla hakkında
nass getirilen hükme delalet ederken, mefhum-u muhalefetiyle de nassın konumu
dışında karşıt hükme delalet eder. Allah Te-ala'nm:
"İçinizden,
imanlı hür kadınla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerinizin altında bulunan
imanlı genç kızlarınız (sayılan) cariyelerinizden alsın." (Nisa 25) ayeti,
buna misal teşkil eder. Bu nass, mantukuyla hür bir kadınla evlenme imkanının
bulunmaması ile sınırlandırılmış olarak cariyelerle evlenmenin helal olduğunu
gösterir. Muhalif mefhumu ile de, hür kadınla evlenme imkanı bulunması
durumunda cariye ile evlenmenin haram olduğunu belirtir.
Zeydiyye kitaplarının
tümü, her ne kadar bir değil, birden çok menşeleri bulunsa da, bütün
nevilerinde mefhumu muhalefetle hüküm verdiklerini belirtmektedir. Bütün
şekilleriyle mefhum-u muhalefetle hüküm vermek, imamlarının tümünün ittifakıyla
değil, ileride her türünü açıklayacağımız gibi ancak birkaç imamın görüşüdür.
Nitekim onlar,
herhangi bir vasıf veya kaydın mefhumuyla hüküm vermediklerini açıkça
belirtmişler, hatta vasıf veya benzerinin lafza sınır getirmek için serdedi İm
ediğini gösteren bir karinenin bulunmamasının şart kılındığını net olarak ifade
etmişler, bunu benimsemişlerdir.
Bu nedenle el-Fusul
el-Lu'luiyye'Ğe, nass içerisinde zikredilmeyen hükmün bir amaç için
terkedilmemesinin, ayrıca zaiın-ı galib, soru veya bir olay veya hatta bir emir
dolayısıyla; aynca ilgi uyandırmak, korku vermek ve kötülemek, yahut benzeri
bir nedenden dolayı hükümden çıkarılmamış oynaşının şart kılındığı geçmektedir.[4] Nitekim
hüküm vermede, nass veya zahirden hiç birisiyle çelişmemesi de şart koşulur.
341-
Hanefiyye, mefhum-u muhalefetin istisnasız bütün türleriyle hüküm vermeyi
reddetmiş ve bununla ilgili olarak birkaç delil getirmiştir:
Birincisi: Şer'i
nasslar, mefhum-u muhalefetle hüküm vermenin geçersizliğini gösteren deliller
getirmiştir. Bunlardan birisi, Allah Teala'nın: "Gökleri ve yeri yarattığı
günde Allah'ın yazısına göre Allah'ın katında ayların sayısı oniki olup,
bunlardan dördü haram aylardır. O aylar içinde (Allah'ın koyduğu yasağı
çiğneyerek) kendinize zulmetmeyin." (Tevbe 36) ayetidir. Burada mefhum-u
muhalefetle hüküm vermek, zulmetmenin bu aylarda haram, diğer aylarda ise
helal oUuğu anlamında tutarsız bir manaya götürür. Allah Teala'nın şu kavli de
bu cümledendir:
"Allah'ın
dilemesine bağlamadıkça hiçbir şey için "Bunu yarın yapacağım"
deme." (Kehf 23-24)
Eğer mefhum-u
muhalefeti ile hüküm verilseydi, varacağı sonuç, o şahıs için
"inşa-allah" demeden "ben o işi bir ay sonra yaparım"
söylemesinin mubah olduğudur. Çünkü nehyedişte sayı (bir gün) belirtilmiş ve
hüküm onunla sınırlandırılmıştır.
İkincisi; Vasıflar ve
benzerleri çoğu durumlarda sadece hükme sınır koymak için değil, bilakis ilgi
uyandırmak ve olayların zann-ı galibini belirtmek için getirilir. Allah
Teala'nın: "... Ve eslerinizin anaları, kendileriyle birleştiğiniz
eşlerinizden olup, evlerinizde bulunan üvey kızlarınız size haram kılındı.
Eğer onlarla (nikahlanıp da) henüz birleşmemişseniz kızlarını almanızda size
bir mahzur yoktur." (Nisa 23) ayeti gibi. Burada iki vasıf vardır;
a) Üvey
kızların annenin yeni kocasının himayesinde olması,
b) Annenin o
kocayla gerdeğe girmiş olması.
Şüphe yok ki son şık,
buradaki sınırlamanın mefhum-u muhalefeti alındığında helal olma hükmünün
doğacağını ifade ediyor. Ne var ki Kur'an-i Kerim, böyle bir mefhum-u
muhalefetle hüküm vermemize müsaade etmiyor; bilakis helal olma hükmünü:
"Eğer onlarla (nikahlanıp da) henüz birleşmemişseniz kızlarını almanızda
size bir mahzur yoktur." ayetiyle açıklığa kavuşturuyor. Birinci şıktaki
vasıf, hükmün normal akışı içerisinde geldi. Dolayısıyla ikinci şıkta
belirtildiği gibi, sınırlamanın ortadan kalkması durumunda helal olacağı
belirtilmedi.
Üçüncüsü: Hanefiler
kıyasla hüküm verdikleri için, onlara göre hükümlerin illetleri belirlenmiştir.
Kıyasa göre hüküm veren herkes, hükümlerin illetini de belirler. Hükümlerin
illetleri belirlendiği takdirde nassın konumunun dışına taşarlar. Böylece
nassda kapalı geçiştirilen bölümün hükümsüz kalması mümkün olmaz. Çünkü böyle
bir hüküm sınırlandırılmış nassın kaynağı durumunda ofcn mantuk hükme nisbetle
geçiştirilmiş hüküm olsa bile başka bir nassa nisbetle geçiştirilmiş sayılması
mümkün değildir. Zira bu hüküm, illetin genelliğinin kapsamı içerisine girer ve
böylece hakkında kesin nass getirilen hükmün kapsamına dahil oiur. Artık ona,
mantuk hükmün karşıtı sayılan hüküm denemez.
342- Bü
görüş hanefilere ait olduğu gibi, aynı zamanda mehfum-u muhalefetin bazı
bölümleriyle hüküm vermeyi reddeden bir kısım Zeydiyye imamlarının da görüşüdür.
Şüphesiz bu anlayışta,
Kitap ve sünnetin oluşturduğu dini nasslardan hüküm çıkarılması esnasında
ihtiyatlı davranma söz konusudur. Maliki ve şafiilerle, hanbelilerin çoğunluğunun
oluşturduğu üç mezhep imamıyla uyum sağlayarak yukarıdaki görüşe muhalefet
eden Zeydiyye imamlarının, olaya bakışaçısı şöyledir: Konulan sınırın bir sebebe
dayanması gerekir. Bu sebebin, ilgi uyandırmak, korkutmak, ayrıca başka bir
maksat için bulunduğu hususunun kesinlik kazanmaması durumunda, şüphesiz o
zaman, vasıf yada şart veya gaye gibi fonksiyonlarla hükmü sınırlandırmak için
getirilmiş olur. Hüküm böyle bir kayıtla sınırlandırıldığı takdirde ya
olumluluk ya da olumsuzluk belirtir. Hükümün olumlu olması, ya helal ya da
haram kılma şeklinde mantık hükmün kendisinden kesinlik kazanır. Selbİ hükmün
(olumsuzu) konumu ise, mantuk olmayan hükümdür. İşaret ettiğimiz gibi o
takdirde hüküm, ya helal veya haram olmaktır. Helal oluş sınırlandırılmış ise,
bu konulan sınırın mefhum-u muhalefetini, haram kılmak oluşturur.
Şayet haram oluş başka
bir nass ile sınırlandırılmışa, o takdirde konulan bu sınırlamanın muhalif
mefhumunu, helal oluş teşkil eder. Derler ki bu durum, beyanı nesak ile uyum
sağlayan bir durumdur. Çünkü vasıf, gaye, şart ve diğerleri, getirilen
sınırlamalardandır. Sebepsiz yere kullanılmaları mümkün değildir. Aksi halde
boş bir işlem yapılmış olur. Şayet ilgi uyandırmak, korkutmak, nefret ettirmek
ve benzerlerinin oluşturduğu diğer beyanı, maksatlar bulunmadığı takdirde o
zaman hükmü yukarıdaki sınırlama unsurlarıyla kayıtlamaktan başka çare kalmaz.
Bu Zeydiyye imamlarına göre geçiştirme konumundaki mefhum ile hüküm vermenin
şartı, geçiştirilmiş hükmün konulduğu yerde mefhum-u muhalefetten daha güçlü
başka bir delille sabit olan hükmün bulunmamasıdır. Bu durumda vasıf yahut
şart veya benzer kayıtlar hükme sınır getirmek için değil, başka bir amaç için
bulunur. B uda, ifadenin gelişinden, nüzul sebeplerinden ve diğerlerinin
içinde aranır. [5]
343-
Mefhum-u muhalefet beş bölümdür:
a) Lakab
mefhumu,
b) Vasıf
mefhumu,
c) Şart
mefhumu,
d) Gaye
mefhumu,
e) Aded
mefhumu.
Zeydiyye buna altıncı
bir bölüm eklemiş ve adına "hasr mefhûmu" demiştir. Nitekim el-Fusul
el-Lû'İüiyy.e'de'Ğa, mefhumun kısımları konusunda şöyle geçer: "O, sıfat,
şart, gaye>aded ve nasr ("illa" veya "İnnema"ile istisna
yapmak, veya zamir-i fasl yahut ma'mülün öne geçirilmesi, ayrıca mübteda ile
haberin yer değiştirmesi suretiyle hasr yapılması) ve lakab mefhumu olmak
üzere birkaç bölümdür.
öyle anlaşılıyor ki
Zeydiyye'nin çoğunluğu lakab mefhumuyla, sadece kapsamında vasıf bulunduğu
takdirde hüküm vermektedir. Böyle bir durumda muhalif mefhum la-kabda değil,
mefhumda olur. Şüphesiz fukaha cumhuru gerek "illa" gerek
"innema" veya bunların dışındaki herhangi bir istisna edatiyîa hasr
yapılmasını, mefhum-u muhalefet türünden saymamışlardır. Bu nedenle hanefiler
hasrın, hükmün karşıtının, geçiştirilmiş hükmü ortaya koymayı ifade ettiği
tarzındaki görüşe karşı çıkmadılar. Bunun nedeni hasrın, net ifadeli lafızla
olumluluk ve olumsuzluk belirtmesidir. Çünkü hasr edatlarının tümü, mefhumla
değil de, bizzat lafzın kendisiyle olumluluğu ve olumsuzluğu belirtmek
içindir. Bu ifade mefhumun delaletinden değil, mantukun delaletinden kaynaklanmaktadır.
Zeydiyye'ye göre hasr mefhum sayıldığı takdirde o zaman icma konumuyla
bulunması ve diğer mefhum çeşitlerinden öne alınması gerekir.
Şimdi bu beş bölümün
her birini açıklayalım: [6]
344- Lakab
mefhumu, hükmün bir cins veya türe özgü olarak belirtilmesidir. Böylece hüküm
nassın konumu içinde olumlu, onun dışında olumsuz olur. Bu suretle muhalif,
mefhum ortaya çıkar. Nitekim Nebi (s.a.v)'in şu sözünün, buna örnek teşkil
ettiğini söylerler: "Varlıklı kişinin borcunu geciktirmesi,
cezalandırılması helal olan bir zulümdür." Yani borcunu ödemeye gücü yeten
zenginin ödemede bulunmaması, bu zulmü ortadan kaldırmak için cezalandırılması
gereken bir zulümdür. Muhalif mefhum ile, varlıklı olmayan ve Ödeme gücü
bulunmayanın ödemeyi geciktirmesinin zulüm sayılmayacağı ve cezalandırılmasının
doğru olmayacağı hükmü verilir. Şüphesiz böyle bir hüküm, mefhum-u
muhalefetten çıkarılmıştır. Nebi (s.a.v)'in şu hadisi de bu türdendir:
"Otlak hayvanın zekatı vardır." Bu ifade, mantuk olduğu gibi kabul
etmek ile otlak hayvanlarından zekat verilmesi gerekliliği belirtiyor. Demek ki
otlak hayvanı olmazsa, zekatı yoktur. Geçen iki misalde lakabın, hükmü
sınırlayan bir vasfı ima eden müştak kelime olduğu gözönüne almıyor. Buna göre
bir kısmı, bu örneklerden, lakab mefhumu ile hüküm veren Zeydiyye'nin, sadece
vasfı ima eden lakabı örnek almakla yetindiklerini söylerler. Çünkü o takdirde
bir vasıfla sınırlandırılmış olur. Eğer lakab camid bir lafız olup, hükme sınır
getiren vasfa işaret etmiyorsa, fakihlerin ittifakıyla meflıum-u muhalifi alınamaz.
Az önce belirttiğimiz gibi "bir vasfa işaret eden lakab" konusunda
fakihler ihtilaf etmişlerdir. Buna göre hanefiler, mezheplerinin temel ilkesine
dayanarak böyle bir laka bin muhalif mefhumunu almamışlardır. Zeydilerin bir
kısmı da aynı görüştedir. Şafii ve malikiler de açık bir sınırlamanın
bulunmayışı gerekçesiyle bu lakabla hüküm vermemişlerdir. Mefhumla hüküm veren
zeydilerin çoğunluğu da aynı görüştedir. Bazı hanbe-lüer ise bir sıfata işaret
eden lakab konusunda mefhuma göre hüküm verilebileceğini söylerler. [7]
345-Lafzın
getirmiş olduğu şeyle niteleme yapmak suretiyle sınırlandırılan mantuk
konusundaki hüküm aynısını, böyle bir niteleme bulunmadığı takdirde de
karşıtını isbat etmektir. Allah Teâlâ'nm aşağıdaki ayeti bu cümledendir:
"Sizden, hür ve
mü'min kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse ellerinizin altındaki mü'min
cariyelerinizden alsın." (Nisa 25)
Bu ayette cariyelerin
helal oluşu, inanmış olmalarıyla vasıflandırılmak suretiyle sınırlandırılmıştır.
Buna göre, inanmayan cariyelerle evlenmek helal olmaz. Bu görüş, İmam Şafii ve
biı* kısım fakihlerin görüşüdür. Çünkü onlar, cariye ile evlenmenin, ancak
inanmış olduğu takdirde caiz olabileceği görüşündedirler. Fakat Ebu Hanife ile
arkadaşları, sıfatın mefhumuyla hüküm vermeyi benimsedikleri için, hristiyan
ve yahudi cariyeyle evlenmenin caiz olacağını söylemişlerdir. Böylece İmam
Zeyd'in görüşü hristiyan ve yahudi cariye ile evlenmenin helal olmayacağı,
hatta bu uygulamanın farz olduğu tarzında ortaya çıkıyor. Nitekim Ravd en-Nadir
şerhinde şöyle geçer:
"Alimler yine,
hristiyan ve yahudi cariye ile evlenmenin caiz olup-olmâyacağı konusunda
ayrılığa düşmüşlerdir. İmam Şafii, helal olmayacağı görüşündedir.., Çünkü
sadece İslam'a giren cariyelerle evlenmek helal kılınmıştır. Beyhaki,
Mücahid'den gelen senedle şu haberi vermiştir:
ElMi kitab
cariyeleriyle evlenmek uygun olmaz. Çünkü Allah Teâlâ: "Sizin, inanmış
kızlarınızdan..." buyurmaktadır. Yine bu haberin aynısını Hz. Hasan, Said
b. Müsey-yeb, Urve b. Zübeyr, Kasım b. Muhammed, Ebubekir b. Abdurrahman,
Harice b. Zeyd, Ubeydullah b. Ubeydullah b. Utbe ve Süleyman b. Yesar'dan
oluşan senedle vermiştir. Bu görüş, Peygamber'in soylu sülalesine ait görüşün
aynısıdır. Ebu Hanife ile arkadaşları ise, hristiyan ve yahudi cariye ile
evlenmenin caiz olduğunu, çünkü sıfatın mefhumunun hüccet teşkil etmediğini,
ayrıca "korunmuş olarak" "iffet" ile yorumlandığı takdirde
Allah Teâlâ'nm: "...Ve daha önce-kendilerine kitap verilen kadınlardan
iffetli olanlar..,." (Maide 5) ayetinin genellemesine ters düşmediğini
söylerler. Yok, eğer "hür kadınlar" biçiminde yorumlanacak olursa,
evlenebilmenin delili, cariyeyi hür kadına kıyaslamak suretiyle gerçekleşir.
Oysa Ebu Hanife'ye göre kıyas, mefhumun delil oluş önce gelmektedir. Buna şöyle
cevap verilir: Bu konuda bize ruhsat verilen şey, iman etmekle sınırlama
getirilen genç kızlardır. Diğerleri ise, Allah Teala'nın: "Kafir kadınları
nikahınızda tutmayın." (MümtehinelO) ayetiyle evlenmenin haram oluşu esası
kapsamı içerisine girmektedir. Burada sadece ehl-i kitaptan hür kadınlar tahsis
edilmiş, cariyelerin tahsisi sözkonusu olmamıştır. Hatta burada cariyeler
"imanlı olmak"la, orada ise "iffetü-hür" olmakla
sınırlandırılmışlardır. Buna göre her iki ayette de hüküm altına alman husus mutlak
değil, mukayyeddir. Yine her iki ayetin mefhumu da, hristiyan ve vahudi
cariyelerle evlenmenin helal oluşunu ortadan kaldırmaktadır."[8]
Bu belgeden, vasfın
mefhumu ile hüküm vermenin İmam Zeyd'e ait içtihad ve fıkhi görüşlerle uyum
içerisinde olduğu anlamını çıkarabiliriz. [9]
346- Şarta
bağlı bir hüküm ifade eden lafzın, şart bulunmadığında zıddmin sabit olmasına
delalet etmesidir. Allah Teâlâ'nm: "Eğer hamile iseler, doğumlarına kadar
nafakalarım verin." (Talak 6) ayetinin nassından, boşanmış ve iddet
bekleyen kadına nafaka verişin, hamile oluşla sınırlandırıldığı manasının
çıkarılması gibi. Buna göre mef-hum-u muhalifi ile, hamile olmayan kadına
nafakanın zorunlu olmadığı kesinlik kazanır. Bu esasa göre ona nafaka
gerekmez. İmam Şafii (r.a) böyle bir mefhumla hüküm vermiştir. Bu durumda İmam
Şafii'ye göre ev temin etmenin dışında bain talaktan dolayı iddetini bekleyen
kadının nafakası, ancak hamile olması durumunda zorunlu olur. Fakat hanefiler
muhalif mefhumla hüküm vermemişler ve talak yahut sahih bir nikahın feshi Ue
ayrılma nedeniyle iddet bekleyen her kadına, suçun kadının kendisi tarafından
işlenmesi, yahut da iddetin, ölüm iddeti olması dışında nafaka verilmesini
zorunlu saymışlardır. Acaba İmam Zeyd, bu iki görüşten hangisini benimsiyordu?
Ne el-Mecmu'Ğa, ne de Ravd en-Nadir de İmam Zeyd'in bu konudaki görüşünü açıkça
belirten bir husus bulamadık. Ancak zeydilerin, bain bir talaktan dolayı iddet
bekleyen kadın konusunda ayrılığa düştüklerini görüyoruz.
Zeydilerin bir kısmı,
Ebu Hanife'nin hem nafaka, hem de mesken temin etme tarzındaki görüşünü
paylaştıkları gibi, bir kısmı da nafaka ve mesken temin.etmenin gerekli
olmadığı görüşündedirler. Diğer bir kısmı nafakanın gerekli olup, mesken
sağlamanın gerekli olmadığı görüşünü taşırlarken, bir diğer bölümü de, İmam
Şafii ve Malik'in, nafaka değil de, mesken temin etmenin gerekli olduğu
şeklindeki görüşlerini paylaşmaktadırlar. İmam el-Hadi'nin görüşü ise,
meskenin değil, nafakanın gerekli olduğu noktasındadır. Onun görüşünün ve
hüccetinin açıklaması; Ravd en-Nadir de şöyle geçer:
"İmam el-Hadi
İle'l Hakk ve'I-Müeyyed Billah, Ahmed b. Hanbel'in rivayetini esas alarak böyle
bir kadına meskenin değil de, sadece nafakanın gerekli olduğu kanaatine
varmıştır. Nafakanın lüzumlu oluşunun gerekçesi yukarıda belirttiğimiz ve
gerekliliğini benimseyenlerin hüccetidir.[10] (Yani
meskenin gerekliliğini de söyleyenlerin).
Göstermiş olduğu
hüccet, mesken temin etmenin, Allah Teâlâ'nın: "Onları gücünüz ölçüsünde
oturduğunuz yerin bir bölümünde oturtun, onları sıkıştırıp gitmelerini sağlamak
için zarar vermeye kalkışmayın..." (Talak 6) ayetinde boşanmış kadınlara
yönelik kavliyle kesinlik kazandığı tarzındadır. Kadının iddet süresince,
evlilik hükmünün devamı gereğince kutsal edilmesi nedeniyle nafaka kesinlik
kazanır. Böylece evlilik nefaka-si, iddetin bitimine kadar uzanır. Zira iddet,
evliliğin devamının bir belirtisidir. Ayrıca Allah Teala: "Boşanmış
kadınların, iyilikle faydalandırılmak haklarıdır. Bu, müttakiler için bir
vazifedir." (Bakara 241) buyurmaktadır. İşte nafaka, buradaki meta'ın ta
kendisidir. Meta; vacib olarak nafakanın dışında bulunduğuna göre, nafakanın
kendisi, İmam Ömer b. Hattab (r.a)'ın aynca Ömer b. Abdülaziz ile Zeydiyye
imamlarından Nasır ve İmam Yahya'nın da görüşleri olduğunu belirtmektedir.
Meskenin lüzumlu
olmadığının gerekçesi ise, Allah Teâlâ'nın: "... Oturduğunuz yerin bir
bölümünde..." (Talak 6) kavlinin, birarada bulunmayı gerekli kılma
anlamındaki evliliğin devamı süresince ev temininin zorunlu oluşuna delalet
etmesidir. Bu ise, ancak bain talakda değil de, ric'i talakda düşünülebilir,
tmam Şafii, Malik ve diğerleri nafakanın değil, evi temin etmenin icabettiği
kanaatini taşırlar. Ev temin etme zorunluluğunun gerekçesi, Allah Teala'nın şu
kavlidir: "Onları gücünüz ölçüsünde oturduğunuz yerin bir bölümünde
oturtun..." (Talak 6)
Nafakanın gerekli
olmadığını ise, Allah Teâlâ'mn: "... Eğer hamile iseler, doğum yapıncaya
kadar nafakalarını verin... " (Talak 6) ayetindeki mefhumdan
almaktadırlar. Zira bu ayetin muhalif mefhumu, hamile olmadıkları takdirde
kendilerine nafaka gerekmeyeceği şeklindedir. Buna iki şekilde cevap verilir;
Birincisi: Allah
Teâlâ'nın: "Onları oturtun" kavlinin, daha önce geçtiği gibi, sadece
bain talakı kapsamına alması doğru olmaz. Yine bu noktada, Allah Teâlâ'nın:
"... Apaçık bir hayasızlık yapmaları hali müstesna onları evlerinden
çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar..." (Talak 1) kavlinde, isbatlanmak
istenen hususa delil vardır,[11]
Bu açıklamanın manası,
yukarıdaki reddedişin tutarlı olmadığıdır. Çünkü evden dı-şan çıkmayı
yasaklamak, bütün boşanan kadınlar içindir. Böylece yukarıdaki açıklama, bain
talakla boşanan kadını da kapsar.
İkincisi; Hamilelik
durumuyla sınırlama yapmak mefhumla amel etmek amacıyla değil, ancak hamilelik
süresinin sıkça karşılaşıldığı şekliyle uzamasından dolayıdır. Buna göre
hamilelik süresinin tamamında nafaka vermenin gerekli oluşunu fuzuli saydı. Bu
yüzden, sınır koymak suretiyle, süre ne kadar uzarsa uzasın, nafakanın
gerekliliğine vanda bulundu. Gene burada, müddetin uzaması konusunda stkca
karşılaşılmaya itibar oktur. Belki o süre bazen daha kısa, bazen eşit ve belki
de daha uzun olabilir. Dolayısıyla hükmü tahsis etmekten başka çözüm yolu
kalmaz.
Ravd en-Nadir
sahibinin açıklamalarının, meskenle ilgili emrin genelliğinden, aynca şart
gereği olarak nafakayı hamilelere tahsis etmekten hareket ederek talak-ı bain
ile boşanıp hamile olmayanlar için nafakayı değil de, sadece mesken temin
etmeyi subuta erdiren İmam Malik ve Şafii'nin mezhebine yöneldiği görülüyor.
Durum ne olursa olsun,
şüphesiz zeydilerin çoğunluğuna göre gerçek görünüm, şart konusunda muhalif
mefhumla hüküm vermek şeklindedir. Bain talakla boşanıp da hamile olmayan
kadın hakkında hiçbir nafakanın gerekmediğini söyleyen bir kısım zeydiler,
kayıtlamayı "takyid" yerinde değil de, halk arasında yaygın ve sıkça
karşılaşılan makamında kullanmışlardır. Nitekim bu ayet, zeydilerin usul
kitaplarında şart mefhumu ile hüküm vermeye delil olarak zikredilmiştir. Bu
durum, zeydilerin çoğunluğunun, nafakayı bain talakla boşananlara; diğerlerine
değil de, sadece hamile olanlara gerekli gördüklerine delalet etmektedir.
Nitekim el-Fusul el-Lû'lüiyye adlı kitapta Zeydiyye imamlarının çoğunluğunun,
şartın mefhumu ile hüküm verme görüşünde oldukları geçmektedir. [12]
347- Gaye
konumundaki herhangi bir gaye ile sınırlandırılmış hükmün aynısını, o gayenin
ötesinde kalan şeyler için de o hükmün karşıtını sübuta erdirmektir. Misal olarak
Allah Teâlâ'nın: "Fitne kalmaymcaya, din de yalnız Allah'ın oluncaya kadar
onlarla savasın," (Bakara 193) ayetinin zahiri gösterilir. Bu ayetin
zahirinden, dinden fitneyi kaldırmak anlamını taşıyan bir gaye için savaşın
mubah kılındığı manası çıkarılır. Böylece insanların, gönüllerinde
yaşattıkları dini seçme konusunda özgürce hareket etmeleri sağlanmış olur.
Dindeki fitne sona erip ortadan kalkınca aynı şekilde savaşın mübahkği da
ortadan kalkar. Yine Allah Teâlâ'nın: "Erkek, hanımını (üç talakla)
boşarsa bundan sonra kadın başka birisiyle evlenip, ayrılıncaya kadar ona helal
olmaz." (Bakara 230) ayeti de bu cümledendir. Gayenin sının nereye kadar
varırsa, helal oluş da oraya kadar uzanır. Maliki ve şafiiler bu tür mefhumla
hüküm verirler. Hanefiler ise, hiçbir şekliyle mefhumla hüküm verilmeyeceği
esasından hareket ederek yukandaki iki ayet konusunda Şöyle derler: Fitnenin
sona ermesi neticesinde, kanın haram oluşu ve karşı saldın olmadığı
gerekçesiyle savaşın menedtlişi ilkesinden hareket edilerek savaşmak da yasaklanır.
Zira biz, Allah Teâlâ'nın şu ayetiyle saldında bulunmaktan nehyedildik:
"... Sakın aşırı
gitmeyin, çünkü Allah aşırıları sevmez." (Bakara 190). Yine Allah Teâlâ'mn
şu kavli gereğince bundan ahkonduk:
"... Şayet
vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur," (Bakara
193)
Üç talakla boşanan
kadının helal oluşu, başka bir kocayla evlenmesinden, onunla gerdeğe
girmesinden ve tekrar boşanarak iddetinin bitiminden sonra olur. Bu helal oluş
sadece helalliğin asıl unsuru teşkil etmesinden dolayı kesinlik kazanmıştır.
Zira haiam ediliş geçici ve muvakkat idi. Zeydiyye imamları, bu tür mefhumla
hüküm verme görüşündedirler. Nitekim el-FusuTdâ, cumhura uyum sağlamak için bu
tür mefhumla amel edileceği hususu geçmektedir. [13]
348- Bu da,
sayının bizzat kendisiyle sınırlandırılmış hüküm karşıtının, o sayıdan daha azı
veya daha çoğu sözkonusu olmayacak şekilde kesinlik kazanmasıdır. Bu sayı-
.dan daha azı o hükmün
yerini tutamayacağı gibi, daha fazlası da istenmez. Bunun misali, Allah
Teâlâ'nın şu ayetidir:
"Zina eden erkek
ve kadından her birisine yüzer değnek vurun." (Nur 2) Şüphesiz bu nass,
vurma olayını yüz sayısıyla zorunlu kılıyor. Daha fazlası helal olmayacağı
gibi, daha azı da helal olmaz. Aynı şekilde nass, namuslu kadma iftira edenin
cezasının seksen değnek olduğu hükmünü getirmiştir. Dolayısıyla yargıcın bu
sayıyı aşma veya azaltma hakkı yoktur. Yine zıhar ve oruç keffareti konusunda
yedirilen yoksulların sayısında daha azı ile yetinilemiyeceği gibi, bu sayının
daha fazlası da istenemez. Aynı şekilde altmış günlük veya üç günlük keffaret
orucunda da artırma olamayacağı gibi, azaltma da olmaz.
Şafiiler ve malikiler
bu hükmü, muhalif mefhumu esas olarak muteber saymışlardır. Hanefiler ise aynı
hükmü, Şeriat'ın ortak kararlarına tutunarak muteber saymışlardır. Bu hususta mefhumu
esas alarak hüküm vermemişlerdir. Bu konudaki fikir ayrılığı, hükümlerin özüne
inmemektedir. Hükümlerin özüne nisbetle bütün mezhepler müttefiktirler. [14]
349- Hasr
mefhumır, hükmün lafzi bir tahsis ile önceden belirlenmiş bir duruma
özelleştirilmesidir. Allah Teâlâ'nın aşağıdaki kavli buna misaldir:
"... Onların
sahidliğini hiçbir zaman kabul etmeyin. Onlar tamamen günahkardırlar. Ancak,
bundan sonra tevbe edip ıslah olanlar müstesnadır. Çünkü Allah çok bağışlayıcı
ve merhametlidir." (Nur 4-5)
Burada ayetin lafzı,
şahitliğin kabul edilmemesi ve fasıkîıklanna hükmedUmesinin, tevbe etmeme
durumuyla sınırlanmış olduğu gayet açıktır.
Sınır getirme edatları
pek çoktur. Başlıcalan: -İlla, -înnema ve her iki tarafında da
(belirli) yapılma
sidir. Nebi (s.a.v)'in şu kavli buna örnek teşkil eder: "Evlendir-Iîia[1
asabaya (birinci dereceden akrabalara) aittir." Yani evlendirme işinin
yetkisi yal-016 ' birinci derecede altrabaya aittir, başkaları için böyle bir
yetki yoktur. Ayrıca Arap-edatlarım diğerlerine takdim etmek de bunlardandır.
Şüphesiz tahsis, uygun
kalıba sokmak suretiyle olumsuzluk ve olumluluk; yani1 hakkında nass konulan
hükmün varsayüması, dışında kalanların da yok sayilmasımdir.
Fakihlerin çoğunluğu,
hükmün dışında kalanları mefhumla amel ederek değil, aksine mantukdan hareket
etmek suretiyle muteber saymışlardır. Çünkü olumluluğu ve olumsuzluğu
göstererek sınır getirmeyi belirten lafız mefhumla değil, bizzat kendisiyledir
Diyelim ki "İnsanlar, Ali'nin dışında herkesi iyi karşıladılar"
denildiği zaman, hiçbir tuş etkene gerek duymadan bizzat lafzın kendi
kalıbıyla, halkın tanıdıkları kişileri iyi karşıladıklarına, sadece Ali'yi iyi
karşılamadıklarına hükmetmiş olunur. Bu nedenle muhalif mefhumla hüküm vermeyi
reddeden hanefiler, hasrın beîirüği hükümle amel etmekte ve bu hükmü mefhum
olarak değil, mantuk olarak muteber saymaktadırlar.
Zeydiyye ise, gaye ve
aded mefhumu İle hiç tartışmasız, diğerlerinde ise tartışmaya açık bir şekilde
amel ettikleri gibi, hasr ile hüküm vermenin de mefhum olduğuna karar
vermişlerdir. [15]
350-
Zeydilere göre mefhumları, nasslar, Kur'an ve mütevatir sünnetin zahirleri ile
ahad haberlerin sırasını takibeder. Fakat mefhumların da bizzat kendi içinde
bir sıralaması vardır.
İlk sırayı, Kur'an-ı
Kerim'in ve malum sünnetin mefhumlarının mertebesi teşkil eder. Şüphe yok ki,
mefhumların kendi bünyesi içerisinde bir sıralaması vardır. En güçlü olanı,
bir kısım usulcûlerin lafızların delaletleri kapsamı içerisinde kattıkları
muvafakat mefhumudur. Hasr mefhumu ise ondan daha üst sırada olmasa bile aynı
mertebededir. Sonra gaye ile aded mefhumları, daha sonra da Zeydiyye'ye göre
ihtilaf zemini oluş-' burdukları için vasıf ve şart mefhumları gelir.
Kur'an ve mütevatir
sünnet mefhumlarım veya Zeydiyye'nin gözönüne aldığı ölçüye göre malum sünneti,
az önceki sıralamaya göre ahad haberlerin mefhumları takibeder. Yani muvafakat
ve hasr mefhumu ile üzerinde ittifak sağlanan mefhumlar, ihtilaf konusu
olanlardan öne alınmıştır.
351- Burada
şöyle bir itirazda bulunulabilir: Zeydiyye'ye göre mefhumların umumili
belirten lafızları tahsis ettiklerine kesin karar verilmesine rağmen mefhumlar,
nassla-011 zahirlerinden sonraya nasıl bırakılabilir? Bunun da ötesinde bu
noktada tahsisle ilgili S°yle bir itiraz yapılabilir: Şüphesiz mefhum ile hüküm
vermenin şartı, kendisinden daha güçlü başka bir delille çelişmemesidir. Gerçek
şu ki, Kuran veya sünnetin umumilik belirten lafzının muhalif mefhumla
çelişmesi durumunda bu, daha güçiü bir delilin daha zayıf bir delille çelişmesi
anlamını taşır. O halde onu nasıl tahsis edebilir?
Daha önce karara
vardığımız hususlar, buna cevap teşkil eder. Buna göre tahsis mefhumu
kendisinden Önce gelen zahirden öne almak anlamını taşımaz. Bilakis o, aynı anda
bir çeşit iki delil arasını uzlaştırmak demek olan iki delile işlerlik
kazandırmaktır. Ayrıca araştırmacının, deliller çeliştiği sırada o delillerden
birini devre dışı bırakmaya yönelmeden önce her iki delilin arasım uzlaştırmak
için çözüm araması, fıkhın kesin kuralları arasındadır. Bu uzlaştırma
çalışmalarından birisi de, umumi lafzı hususi lafızla tahsis etmektir. Böyle
bir uzlaştırma da mümkün olmuyorsa, daha güçlü olan veya daha üst sırada
bulunan delile öncelik tanınır. Zahirin mefhumdan daha öncelikli oluşuna, sadece
ikisi arasındaki uzlaşmanın mümkün olmaması durumunda gözatılabilir. Çünkü
delile işlerlik kazandırmak, onu rafa kaldırmaktan daha evladır. Birisinin,
diğerini tahsis eder duruma getirilmesi eyleminde, her ikisine de işlerlik
kazandırmak sözkonusudur. [16]
352- Bu
mertebe, Zeydiyye'ye göre hükümlerin dayandırıldığı deliller sıralamasnm
yedincisini teşkil eder. Nitekim Rasulullahın sözleri, fiilleri ve takrirleri,
daha önce yerinde yaptığımız açıklamalar nedeniyle ahad haber ve mefhumlardan
sonra gelmektedir. Buna göre sebepler kavli delaletin türü ne olursa olsun,
delil getirme noktasında davranışın sözlerden sonra getirilmesini gerektirir.
Bu delalet ister mantuk, ister mefhum delaleti olsun, müsavidir. Yine lafız
ister zahir, isterse zahir manasmdaki nass olsun, eşittir. Sözlü sünnetten
elde edilen her hüküm, fiil ve takrirden elde edilenden daha önce gelir,
Bunların tamamı, Kur'an'ın mücmel yönlerini açıklamak amacıyla mütevatir olarak
gelen teşrii fiillerin dışındadır. Şüphesiz o fiiller, açıklık getirdikleri
mücmellerin kapsamı içerisine girer, yalnız o fiillerde değil de o fiillerin
oluşturduğu sistem içerisinde hüccet teşkil eder.
Takrirlerin en ait
düzeydeki delaletini, mubah oluş teşkil eder. Bu takrirlere, aynı hükmü taşıyan
deliller bitiştiğinde» bazen de mendubluk veya vaciblik ifade ederler.
Fakihler, Nebi
(s.a.v)'in fiillerini üç bölüme ayırmışlardır:
1-
Rasulullah (s.a.v)'in namaz kılışı, oruç tutması, haccı eda etmesi, zirai ortaklık
yapması, borç alıp-vermesi gibi yasa düzenlemeyle ilgili davranışlar. Bu tür
davranışlar, aynen uyulması gereken uygulamaları teşkil ettikleri gibi,
Kur'an'ın da açıklaması niteliğini taşırlar. Onun gibi mütevalîr
olduklarından, hüccet getiriliş açısından da aynen Kur'an gibidirler.
Zeydiyye'ye göre Rasulullah'm bu tür davranışları dışındaki uygulamalarının
mertebesi, üzerinde durduğumuz bu son sırayı oluşturur. Buna göre Nebi
(s.a.v)'in teşrii fiilleri iki bölümdür:
a) Kur'an'ın
açıklaması niteliğinde olanlar. Bu tür fiiller mütevatir oldukları takdirde
"mübeyyin" mertebesine yükselirler.
b)
Uygulanmasının mubah olduğunu gösteren fiiller. Mendubluk yahut da zorunlu
olarak yapılması istenilen bu hususa delalet eden karine ortaya çıktığı
takdirde bu fiiller tnendubluk veya vaciblik fonksiyonunu taşırlar. Bu tür
fiillerin hükümleri genellik ifade
eder.
2- Nebi (s.a.v)'in kendisine özgü davranışlar
olduklarına delil bulunan fiillerdir. Dört kadından daha fazlasıyla evlenmek bu
türdendir.
3- Nebi
(s.a.v)'in, insan olarak yaratılışının gereği yahut giyinmesi ve'yemesi gibi,
arap beldelerinde uygulanan örf ve adetler uyarınca sergilediği davranışlardır.
Helal olan şeyleri yiyip içmesi ve yiyip-içme tarzı... da bu kapsama girer. Bu
tür fiilleri, insan oluşunun veya toplumunun adetleri gereği olarak
uyguluyordu. Bu davranışlar arasında, Nebi (s.a.v)'in uyguladığı davranışlar
olması açısından, sakai-ı şerifini bir tutam mikta-nnca uzatması gibi
uyguîamalann, şeriati açıklaması kabilinden mi, yoksa yaşadığı toplumun
adetleri kabilinden mi olduğu konusunda fikir ayrılığı meydana gelen fiiller
mevcuttur. Birçok fakih bu uygulamanın, dinde kesinlik kazanmış bir sünnet
olduğu görüşünü taşırlar. Bu görüşlerini, Nebi (s.a.v)'in "Bıyığı kırpın,
sakalı da uzatın" hadisi ile tezkiye etmişlerdir. Böylece bu hadisin,
sakalı uzatmanın yalnız adet olmayıp, bilakis şeriatın hükmünü açıklama
kabilinden bir davranış olduğuna delil teşkil ettiğini söylemişlerdir. Sakalı
bir tutam uzatmanın, şeriatın beyanı kabilinden olmayıp, adet kabilinden
olduğunu ileri sürenler, olayın icma' ile bir bağlayıcılık ifade etmediği,
başka bir nassda yahut bu nassa yapılan eklentide olduğu gibi, Yahudi ve
yabancılara benzeşmeyi menetmek tarzında illetinin bulunduğu kesin kanaatına
varmışlardır. Çünkü onlar bıyıklarım uzatıyorlar, sakallanın da kesiyorlardı. [17]
353-
Zeydiyye mezhebinin yaptığı sıralama doğrultusunda zikrettiğimiz bu yedi sıralama,
Kitap ve sünnetten ibaret olan iki temel esasla doğrudan bağlantılıdır. Bu yedi
mertebe, kaynağını kitap ve sünnetten alan şer'i deliller konusundaki
mertebelerdir. Zira hepsi de Kitap ve sünnete müracaat eder ve onların dışına
çıkamaz. Nitekim biz, bu şeriatın ana direklerini teşkil eden iki temel esas
olmaları itibarıyla Kitap ve sünnet konusunda açıklama yaparken, bu sıralamayı
esas olarak beyanda bulunduk. Direkt olarak kitap ve sünnetten kaynağım
almayan, başka bir deyimle nasslara ve benzerlerine değil, bilakis ana
çizgileriyle mekasid-ı şer'iyye'ye (şeriatın değişmez temel ilkelerine) dayanan
içtihadı delillerin açıklamasına girişmeden önce icma'ın beyanına yöneliyoruz.
İc-ma'm bir bölümünü müctehidin gözbebeği durumuna koyduğunu, bu bölümün ise
adı geçen bütün temel ilkelerin başında geldiğini, onun da, namazın beş vakit
oluşu, namazın kılınış şekli, ayrıca oruç, zekat ve hac gibi dinin zorunlu
olarak bilinen fonksiyonları oldukları üzerinde icma anlamını taşıdığını
belirtmiştik. Buna göre, her ne şekilde olursa olsun, hiçbir içtihadı bu
farizaların bir tanesinin karşısına dikmek mümkün olmaz. Zeydiyye'ye göre icmam
geriye kalan bütün şubeleri, naslardan sonraya bırakılmıştır. Şimdi icmayi öz,
ayrıntılara girmeyen, belirgin noktalarına işaret eden ifadelerle açıklayalım. [18]
354- Cumhur
fukahasi icma'i, "Nebi (s.a.v)'den sonraki herhangi bir asırda, herhangi
bir amel konusundaki şer'i hüküm üzerinde İslam ümmetinin içerisinde yetişen
müçtehidlerin ittifak etmesi" biçiminde tanımlamışlardır. Cumhura göre
icma düşüncesi üç aşamada gerçekleşmiştir:
1- Sahabe,
kendilerine arzedilen meselelerde içtihad yapıyorlardı. Nitekim Ömer (r.a)
onları topluyor, onlara danışıyor ve fikir ahş-verişinde bulunuyordu. Belirli
bir konu üzerinde icma ettikleri takdirde de, siyasetini ona göre yürütüyordu.
Eğer ihtilaf ederlerse, aralarında yetişen fukaha cemaatinin benimsemiş olduğu
sonuca varıncaya kadar araştırma yapıyorlardı. Böylece mesele üzerinde icma
sağlanmış oluyor ve bu icma' sayesinde ferdi içtihadda bulunmayan güce
ulaşıyordu. Çoğunlukla sadece
hakkında nass gelen
meseleler üzerinde icma' ediyorlardı.
2- Fikhi
içtihad döneminde her imam, kendi yöre fakihlerinin üzerinde bulunduğu
görüşlere, ters düşecek bir anlayışla dışlanmamaya ve oluşturduğu düşünce
sisteminde yalnız birakıîmamaya çaba sarfederdi. İşte Ebu Hanife, icma' alanı
içerisinde kalan konular için, kendisinden önce geçmiş Küfe alimlerinin
görüşlerine sıkıca bağlı kalmaktaydı. İmam Malik de, Medinelilerce uygun
karşılanan görüşleri hüccet sayıyor ve onların icmaı, kendisine göre de icma'
oluyordu.
3- Müçtehid
fakihler, model seçmeleri, bu model seçmeye hırslı olmaları, onun dışına
çıkmamaları, ayrıca icma'ın çizdiği dairenin dışında kalan konularda içtihad
yapabilmeleri için sahabenin icma alanlarını iyice tanımaya aşın ilgi
duyuyorlardı. îcma' alanına giren her husustaki çözüm, uygun bir model aramak
oluyordu.
Bu tür model arayış
yönelişleriyle üzerinde icma' sağlanan meseleleler, yeni bir içtihada gerek
duymayan peşinen kabul'edilmiş ilkeler konumuna geliyordu.
355-
Cumhurun icma'a bakışı işte bu şekildedir. Zeydiler de bu konuda aynı bakış
açısına sahiptirler. Şu kadar var ki zeydilerde, cumhurun anlayışında bir
karşılığı bulunmayan ve Peygamber'in soylu sülalesinin icma'i demek olan bir
icma' türü daha vardır. Bu icma', onlara göre havas tabakasının icma'dır. Dolayısıyla
onlara göre icma', "avam tabakasının icma'ı" ve "havas
tabakasının icma'ı" olmak üzere ikiye aynhr.
"Avamın icma'ı,
herhangi bir zaman dilimi içerisinde şeriat'in herhangi bir meselesi Üzerinde
İslam ümmeti müçtehidlerinin görüş birliğine varmalarıdır." [19]
Bu tanım, genel
anlamda fukaha cumhurunun yaptığı icma' tanımıyla uyuşmaktadır. Şu kadar var
ki, İmam Malik'i istisna kabul edecek olursak, Cumhur, icma'ın sadece bu türünü
tanır. İmam Malik ise, önceden de değindiğimiz gibi Medinelilerin icma'mı icma'
olarak benimser. Havasın icma'ı ise, soylu sülalenin yani Nebi (s.a.v)'in aile
ocağı müçtehidlerinin görüş birliğine varmalarıdır.
Şüphesiz her iki
icma'ın da hüccet teşkil ettiğini söylerler. Böylece avamın icma'ı demek olan
ümmetin icma'mm da herkesçe kabul edilecek bir hüccet olduğunu söylerler. Daha
Önce işaret ettiğimiz farizaların temel esasları konusundaki icma'ın tevatür
oluşu gibi bu icma'da tevatür olduğu takdirde kesinlik belirtir. Yani bu
icma'ın düzenlenmesi, herhangi bir asırdaki ümmetin müçtehidleri tarafından
sabit olmuştur.
Mütevatir icma' ile
elde edilen ilim, tıpkı mütevatir hadisler gibi sahabeden ve onları
takibedenlerden elde edilen zaruri bilgiyi ifade eder. Dolayısıyla istinbata
gerek duymaz. Nitekim biz zeydilerin bu tür icma'ı birinci dereceden içtihad
saydıklarını ve akim kesinlik kazanmış önermelerinin de peşinden geldiğini
benimsediklerini zikretmiştik.
356-
Zeydiler, Peygamber'in soylu sülalesinin icma'aını tartışma konusu yapmışlar, bu
konunun ihtilaf konusu olduğunu belirtmişler ve soylu sülalesinin icma'
yapabilecek kişilerini tek tek tarif etmişlerdir. Bu konuda el-Fusui
el-Lü'lüiyye sahibi şöyle demiştir:
"Önce dört masum
kişi, sonra da Hasan ile Hüseyin'in baba tarafından evladı demek olan soylu
sülalenin icma'i konusunda ayrılığa düşülmüştür."[20]
Bu açıklama, şu iki
durumu gündeme getirir:
Birincisi: Ali (k.v),
hanımı Fatimatu'z-Zehra ve Hasan ile Hüseyin'in masum oluşları ve
içtihadlannda hataya düşmedikleridir. Belki de bu görüş, kendilerine
İmamiy-ye'den sirayet etmiştir. Çünkü biz İmam Zeyd'in, kendisine vahyedüen
Nebi'den başka hiçbir kimsenin masum olduğunu söylediğine rastiamamaktayiz. Her
ne durumda olursa olsun, onlar masumluğu, bu dört şahsiyetle sınırlandırmışlar
ve diğer imamlara taşımamışlardır.
İkincisi: Zeydilerin,
Nebi (s.a.v)'in zürriyetinden başkasını tanımamaları ve onun sulbünün dışındaki
çocukları aynı soydan saymamalarıdır.
357- İster
havassın, isterse avamın olsun icma'm hüccet oluşu, Ehl-i Sünnet cumhurunun
benimsediği gibi, sadece ameli konularla sınırlandırılamaz. Zira cumhur, icma'm
itikadı konuları da kapsadığına hiç yanaşmaz. Dolayısıyla icma'
tanımlamalarında, ameli hükümlerle sınırlı olduğunu belirten husus
geçmektedir. Zeydiler ise icma'm hüccet oluşunun ameli konularla sınırlandırılanılyacağı,
bilakis ilmi konulara taşırmanın gerekli olduğu görüşündedirler. Çünkü ümmet
alimlerinin yahut soylu sülalenin alimlerinin itikadi bir mesele üzerinde
yaptıkları icma' zeydilere göre hüccet teşkil eder. İşte bunun için el-Fusul
el-Lû'iüiyye de'da, metni aşağıda bulunan husus geçer.
"Malum icma,
malum nassda olduğu gibi, ilmi konularda kesinlik belirten hüccettir."[21]
Yani senedi mütevaür
olan ve meydana gelişi kesin olarak belli olan icma, yakım ilmi ifade eder ve
onunla şeriatle ilgili ameli hüküm kesinlik kazandığı gibi, itikadi mesele de
kesinlik kazanır. Fakat her icma zorunlu bilgi belirtmez. İcma'm bir bölümü de
zaruri ilim ifade eder. Böyle bir icma', müçtehidler cumhurunun kendisiyle
amel edilmesi üzerinde görüş birliğine vardığı, hatta kesinlik kazandığı
takdirde kabul görmesi üzerinde oybirliği sağladıkları kavli icma'dır. Ancak
bu icmaın tevatür düzeyinde olması gerekir. Kavli olmayan icma'a gelince; o da
yakini bir bilgi ifade eder ancak, delilleri araştırmak ve derinlemesine düşünmek
suretiyle. Böyle bir icma1, fiilî veya da sükûtî icma' gibidir. [22]
358-
Müslüman bilginler, gerçekleştirildiği takdirde hüccet olduğu noktasında oybirliği
etmelerine rağmen, icma'nın meydana gelişinde ayrılığa düştükleri gibi, meydana
gelme imkanı üzerinde de görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bir kısım bilginler,
herhangi bir asırdaki müçtehidlerin aynı mes'elenin hükmü üzerinde oybirliği
sağlamalarının mümkün olmadığını, çünkü müçtehidlerin çeşitli ana merkezlerde
dağınık halde bulunduklarını, onların tek bir merkezde toplanamayacakların!,
ayrıca ana merkezlerin birbirinden uzaklığı ve ülkeler arasındaki mesafenin
ırak düşmesi yanında görüş birliğine varmalarının esasen imkanı bulunmadığım
söylemişlerdir. Dolayısıyla böyle bir oybirli-ğinin, ancak namazlar, kıbleye ve
kabeye yönelme, oruç. zekat ve haccm farz oluşu ile, Rasulullah (s.a.v)'den
tevatüren gelmekle desteklenen kafi bir nassla sabit konular üzerinde
sağladıkları icma' gibi, icma'ın kesinlik belirten bir nassa yahut mütevatir
haberlere dayandığı takdirde mümkün olacağını ifade etmişlerdir. Bu durumda
hüccet oluşun, kesinlik belirten nassa ve müatevatir haberlere ait bulunduğunu,
dolayısıyla icma'ın muteber sayılmasında hiçbir yarar olmadığını, çünkü
icma'ın muteber sayılmasının esasını, zanni bir mes'eleyi kafi mertebeye
yükseltmek teşkil ettiğine göre. bu meselelerin esasen kendi zatında kesinlik
varolduğunu söylemişlerdir. Sonra derler ki, onlardan icmaı gerçekleştirenler
kimlerdir, bütünüyle aynı çağın insanları mı, yoksa içlerinden sadece müçtehid
olanlar mı? Aynca içtihadda bulunan bu müçtehidlerin tanımları nedir? Şüphesiz
Şafii (r.a) icma'ı hüccet olarak benimsiyor fakat onun sadece kat'i nassla ve
mütevatir haberlerle kesinlik kazanan farizaların temel ilkelerinde
olabileceğini kabul ediyor. Nitekim Şafii, icma' yapabilecek müçtehidlerin
durumunu soruşturuyor ve Cima'ul-İlm adlı kitapta, metni aşağıda bulunan husus
şöyle geçiyor:
"— İcma ettikleri
takdirde icmalan hüccet teşkil eden ilim adamları kimlerdir?" Kendisiyle
münazara eden:
"— Herhangi bir
ülke halkının fakih olarak yüceltip görüşlerini baştacı ettikleri ve verdiği
hükmü kabule şayan gördükleri kişilerdir." Şafii bu cevaplamadan sonra
şöyle der:
"— Hiçbir ülke
yoktur ki, o ülke halikından birisi ortaya çıksın da, kendi ülkesiyle aynı
Özellikleri taşıyan çağdaşları onun fıkıh anlayışından uzak olduğunu
söylemesini, onu bilgisizlikle itham etmesini, yahut kendisine fetva
sorulmasının veya hiçbir kimsenin o şahsın görüşünü kabullenmesinin doğru olmayacağını
ifade etmesin. Nitekim sen, bir ülkenin önce kendi halkı arasında, sonra da
diğer ülkelerdeki insanlar arasında fırka-•aşmanın meydana geldiğini
biliyorsun"
Münazaracısı:
"— O halde icma'
olayı var mıdır?" Şafii şöyle cevap verir:
"— Evet, elhamdülillah
hiç kimsenin bilmemesi düşünülemeyen farizalar pek çok-
tur. Bu öyle bir
icmadır ki sen, "halk bu konularda icma etti" dediğinde, etrafında,
bir-şeyler bilip de "bu icma' değildir" diyebilecek kimse göremezsin.
Bu anlayış biçimi, ic-ma'ın varlığını iddia edenleri hakh çıkarmaktadır."»
İmam Şafii icma1
etrafında geliştirdiği münazaralarla birlikte, her ne kadar açıklamaları
sahabe döneminden sonra icma'm gerçekleşmesinin mümkün olmadığını ima etmekte
ise de, onun hüccet olduğuna karar vermiştir. Nitekim İmam Ahmed de sahabe
icma'ının varlığını tanımaktadır. Ancak sahabe dışındaki icma'm mevcudiyetini
tanıdığı noktasında herhangi bir rivayet kendisinden gelmemiştir.
Fakihlerin cumhuru ise
icma'm hüccet olduğunu, birçok mes'eleler üzerinde gerçekleştirildiğini ve
icma'm gerçekleşmesinin mümkün olduğunu karar altına almışlardır.
359-
Zeydiyye, icma'ın sahabeler ve diğerleri tarafından yapılabileceklerinin aklen
mümkün olduğunda görüş birliği yapmışlardır. Onlara göre icma'ın
yapılabilmesinde aklen hiçbir ihtilaf olmadığı gibi, sahabe döneminden sonra da
yapılmasının düşünüle-miyeceği görüşünü benimsemezler.
İşte bunun için,
eî-Fusûl el-Lû'lüiyye adh kitapta şöyle geçer: "İcma'ın, sahabe döneminde
ve diğer dönemlerde yapılmasının aklen mümkün olduğu ittifakla benimsenmiştir."
Şüphe yok ki aklen
mümkün oluş, adeten mümkün oluştan başkadır. Şafii, icma'ın gerçekleşebileceği
konusunda diyalog kurduğu şahsiyetle tartışma yaparken, tartışmanın esasını
"akli olabilirlik" teşkil etmiyordu. Çünkü akıl, pratikten uzak yahut
pratik hayatın yargismca varlığı düşünülemeyen birçok hususları varsayar.
Dolayısıyla bu noktada, akli olabilirliğin sözkonusu olmayıp, alimlerin
anamerkezlerde ayrı ayrı bulunmalarından sonra sadece pratikteki olabilirliğin
gündeme geldiğini söyleyebiliriz. Şüphesiz Zeydiyye fakihleri, icma'ın sahabe
döneminde ve daha sonraki dönemlerde meydana gelebilmesinin aklen mümkün
olduğu konusunda görüş birliğine vardıktan sonra, meydana gelip-gelmediği
üzerinde ihtilafa düşmüşlerdir. Bu noktadaki ihtilafları, şu üç görüş üzerinde
toplanmaktadır.
1- fcma',
gerek sahabe döneminde, gerekse daha sonraki dönemlerde meydana gelmiştir.
Zeydiyye imamlarının çoğu bu görüştedir. Bu bakış açısı, kendi mezhepleriyle
bir mantık bütünlüğü sağlar. Zira onların mezheplerine göre havassın icma'ı
demek olan Peygamberin soylu sülalesinin icma'ı, tevatür yoîuyla kesinlik
kazandığı takdirde, yaki-ni ilim ifade eder. Bu sülalenin icma'ı hem aklen, hem
de adeten mümkündür. İmam Şafii'nin farzettiği varsayımlar, bu tür icma'
hakkında sözkonusu olamaz.
2- îcma' ne sahabe döneminde, ne de onlardan sonra gelen
hiçbir dönemde vuku bulmamıştır. Şüphe yok ki böyle bir görüş sadece, inkarı,
dinin zorunlu olarak bilinmesi gereken herhangi bir fonksiyonunu inkar etmek
anlamına gelen farizaların temel esasları dışında yapılan icma'ı kapsar.
3-
Gerçekleştirilen icma', sahabe döneminde yapılan icma'dır. Sahabeden sonra icma'
meydana gelmemiştir. Bu görüş, İmam Ahmed (r.a)dan haber olarak gelen görüşle
uyum sağlamaktadır. [23]
360- Fukahanm
cumhuru, icma'ın gerçekleşebilmesi için aynı asırdaki müçtehidle-rin ihtilaf
etmeyecekleri şekilde tek bir görüş üzerinde birleşmelerini şart koşmuşlardır.
Karşı çıkanlar bulunduğu takdirde icma' gerçekleşmez. Bu görüşü, Zeydiyye imamları
ortaya atmışlar, ancak bir veya iki kişinin karşı çıkmasının icma'ı bozmayacağı
düşüncesini benimsemişlerdir. Zira bu durum onlar arasında, kural dışı bir
hareket sayılır. Lakin bu tür icma'ı muteber saymak, onlardaki müsamahakarlığın
bir çeşididir. İşte bunun için bu tür icma'ı, düzenledikleri icma'
sıralamasının sonuna yerleştirmişlerdir.
Bazı bilginler,
icma'ın tamamlanabilmesi için, icma'a katılan müçtehidlerin hayatta
bulunmamalarının şart oîuduğunu söylemişlerdir. Aksi halde icma'a katılan müçtehidlerin
bir kısmı hayatta olduğunu takdirde icma'ın gerçekleştiği söylenemez. Kuşkusuz
böyle bir şart, müçtehidlerden birisinin, görüşünden dönebifme hakkının
bulunduğu; görüşünden dönüğü anda icma'ın da bozulacağı sonucuna götürür.
Şüphesiz İcma'ın gerçekleştirildiği asrın insanları değil, daha sonra gelenler
bu icma'm hükümleriyle bağımlı olurlar.
Fakat çoğu alimler,
böyle bir şartın bulunmadığı görüşünü benimserler. Haddizatında makul olan
görüş de budur. Çünkü yapılan icma' ile, o icma'a katılıp, yapılış tarzını ve
dayanaklarını iyi bilen kimse bağımlı olmadığı takdirde, onların dışındakiler
hiç bağımlı olmaz. Aksi halde sonradan gelenler, içtihad açısından değil de,
taklid açısından bağımlı kılınmış olurlar.
Zeydiyye fakihlerinin
çoğunluğu, bu son görüşe mensupturlar. Çünkü onlar, icma'ın gerçekleşmesi için,
asrın geçmesini şart koşmazlar. Bunun için, el-Fusul el-Lû'lüiyye'te şöyle
geçer:
"İcma' konusunda
o asrın geçmesi şart koşuîamaz." [24]
361-
Fakihler, icma'ı üç bölüme ayırırlar, Aynı zamanda bu üç bölüm, icma'ın mertebelerini
oluşturur:
1- Sarih
İcma'; Bu, icma'a katılan bütün müçtehidlerin, üzerinde icma' sağlanan görüşü
kabul ettiklerini açıkça ortaya koymalarıdır. Bu hususu Şafii şu sözüyle
açıklamıştır:
'Mutlaka karşılaşacağın
her alim sana" bu görüş üzerinde icma' sağlanmıştır" demedikçe ne
hiçbir ilim ehli, ne de sen "bu konuda icma' edilmiştir"
diyemezsin."
Bu tür icma',
Zeydilerin de aralarında bulunduğu fasihlerin oybirliğiyle, kesinlik belirten
bir hüccettir. Bu tür icma' hakkında hiç kimse ihtilaf etmemiştir. Eğer bir
ihtilaf noktası varsı, hüccet oluş ilkesi üzerinde değil, meydana gelişi
konusundadır. Nitekim bu konudaki fikir ayrılıklarına daha önce işaret
etmiştik.
362- 2-
Sükuti İcma': Bir müctehidin veya müçtehidlerden bir cemaatin ortaya görüş
atması ve asırlanndaki alimler tarafından duyulması, ancak hiç kimsenin aksi
görüş beyan etmemesidir. İmam Şafii sükuti icma'ı benimsememiştir. Nitekim
birçok fakihler, bu konuda İmam Şafii'ye karşı çıkmışlardır. Bir grup fakih de[25]
böyle bir icma'ın icma' olduğunu, ancak sarih icma'ın bir alt mertebesinde
bulunduğunu, şöyle ki, her ikisi çeliştiği takdirde sarih icma'ın öne
alınacağını söylemişlerdir. Bu noktada, böyle bir icma'ın hüccet olduğunu,
fakat üzerinde ittifak edilen ıstılahı manada icma' olmadığım benimseyen
üçüncü bir görüş daha vardır.
Zeydiler, sükuti
icma'ı benimserler. El-Fusuİ sahibi bu konuda şunları söylüyor: "Malum
(yani mütevalir) icma' ameli konularda malum nass gibi kesinlik belirten hüccettir.
Bu icma, ya fiili, ya kavli, yahut bir düşünceye katılmamak, veya da katılmakla
birlikte suskun davranmak suretiyle gerçekleşir."[26]
Şüphesiz bu açıklama,
Zeydilere göre icma'ın dört bölüme ayrıldığını göstermektedir:
1- îcma'ın,
daha önce belirttiğimiz şekilde fukaha cumhurunun sarih icma' diye adlandırdığı
tarzda sözlü olarak meydana gelmesidir.
2- Fiili
olarak oluşan; yani müçtehidlerin tümüyle uyguladıkları kesinlik kazanan
ic-ma'dır. Böyle bir icma' en azından mübahlığa delil teşkil eder; eğer mendubluk
esası üzere uygulamaya konulmuşsa mendub oluşa, şayet farziyyet esası üzere
uygulamaya konulmuşsa, farz oluşa delil teşkil eder.
3- Katılmama
esasına göre yapılan icma'dır. Böyle bir icma', terkedilmesi esas olduğu halde
onu yapıyorlarsa, yapılan uygulamanın kendilerini bağımlı kılmadığına, bunun
aksi esas olduğu halde uygu lam ıyorlarsa, bu davranışı haram veya mekruh
saydıklarına delildir. Bu noktada, yapılması veya terkedilmesi üzerinde icma'
edilen fiilin şeklini gösteren kavli bir karinenin zorunlu olduğunu görüyoruz.
Ancak böyle bir kavli karinenin, karşıt müçtehidlerin hepsi tarafından
belirtilmesinin şart olmadığı ortaya çıkıyor. Aksi halde kavli bir icma'
meydana gelir.
4- Suskun davranmaktır. Sükuti icma'ın, görüşü
ortaya atan kişinin, zorbalığından korkulan ve adil olmayan bir devlet ricali
olması dolayısıyla, icma etme ortamında zorlamanın veya buna benzer herhangi
bir davranışın varlığı kesinlik kazanmamak şartıyla gönül rızasına dayanması
şartının düşünülmesi gerekir.
Ancak zeydiler acaba
gönül rızasının bilfiil subuta ermesini mi, yoksa zorlamanın mevcudiyetine dair
delilin bulunmamasını mı şart koşuyorlar? Anlaşıldığına göre onlar, ikinci
hususu kastetmektedirler. Çünkü net bir gönül rızası şart koşulsaydı, o zaman
sükuti icma' olmaktan çıkar, kavli icma' durumuna gelirdi.
363- Cumhura
göre üçüncü tür icma' herhangi bir asırdaki Sakinlerin, görüşlerini genel
çizgileri üzerinde ihtilaf etmeleridir. Böylece bu noktada ufak-tefek
ayrılıklar bulunmasına rağmen temel ilke üzerinde görüş birliği sağlandığı
takdirde bir müctehidin kalkıp bütün müçtehidlerin görüşlerine ters düşecek
düşünce getirmesi doğru olmaz. Sahabenin, kardeşlerle birlikte dedenin alacağı
miras konusunda ihtilaf etmeleri gibi. Bir kısmı, dedeyle birlikte, üçte bir'den
az olmamak şartıyla, diğer bir kısmı da altıda bir'den az olmamak şartıyla
kardeşleri varis kılmışlar, bir bölümü de, erkek ve kız kardeşleri mi-rasdan
menedip yalnız dedeyi varis yapmışlardır. Bu durumda, bütün müçtehidlerin, mirasın
ana esası üzerinde icma sağlamalarından dolayı, herhangi bir müctehidin,
dedenin varis olamayacağını söylemesi doğru olmaz.
Şüphesiz bir kısım
bilginler, bu tür icma'ı da, sükuti icma'nın kuvvetinde sayarlar.
Zeydilerin, bu tür
icma'ı benimsedikleri, ancak sarih icma' mertebesinde saymadıklan
düşünülebilir. Nitekim el-fusul et-Lû'lüiyye'da şöyle geçmektedir:
"Ümmet iki görüş
üzerinde ihtilaf ettiği takdirde üçüncü bir görüşü ortaya atmak doğru
olmaz." [27]
364- İcma'ın bir dayanağının bulunması zorunludur.
Çünkü icma'a katılanlar hükümleri yeni ortaya atmamakta, ancak herhangi bir
istinbat şekli üzerinde anlaşıp, oybirliği ederek istinbat etmektedirler. Zira
şeriatin yapışım kurmak başka hiçbir kimseye değil, yalnız Allah Subhanehu'ya
aittir. Nitekim sahabe, üzerinde icma' sağladıkları meselelerde itimad
edecekleri bir dayanak araştırıyorlardı. Dolayısıyla sahabenin, büyükanneyi
varis kılma konusundaki icmalan Muğire b. Şu'be'nin bu konuda Nebi (s.a.v)'in,
büyükanneyi varis yaptığı tarzındaki haberine dayanmaktadır. Muğire'nin yanında
olaya tanıklık edenler bulunmuş, onlar da aynı şeyi söylemişlerdir.
Şüphesiz bilginler,
icma'ın bir dayanağının bulunması gerekliliği noktasında birleşmişlerdir.
ZeydİIere göre de durum aynıdır. Nitekim ei-Fusul el-Lû'lüiyye'da şöyle geçer:
"Bizim
imamlarımız ve cumhur, ölçüsüz bir şekilde icma' yapmadıklarım, bilakis bir
dayanağın bulunmasının zorunlu olduğunu, mütevatir haberlerin kesin bir dayanak
teşkil edip, mütevatir olmayanların ise çoğunlukla dayanak oluşturduğunu
söylemişlerdir."[28]
Cumhur, icma'ın Kitap
ve sünnete dayanabileceği Üzerinde Zeydiyye ile ittifak ettiği gibi, aynı
zamanda ahad tarikle rivayet edilen sünnetin de icma'ın dayanağı olabileceğinde
görüş birliğine varmıştır. Sahabenin büyükanneyi varis kılması noktasında
yaptığı icma' konusunda gördüğümüz gibi, cumhur da aynı kanaattedir. Nitekim bu
icmaın dayanağının varisi bir veya iki kişidir. Ayrıca olay tevatür derecesine
yükselmemiştir, Zeydiyye şöyle demiştir:
"Şüphesiz bu
durum, en galip görüştür. Ahad haber zannilik belirtse bile, icma' olayı
kendisini kat'ilik mertebesine yüceltir."
365- Fakat
usul alimleri, kıyasın icma'a dayanak teşkil edip-edemeyeceği konusunda
ihtilaf etmişlerdir. Alimlerin bu hususta üç görüşü vardır:
Birinci görüş; Kıyasın
icma'a dayanak teşkil etmesini reddetmek. Çünkü kıyasın biçimleri çeşitlidir.
Kıyas, hükme uygun düşen birtakım vasıflar üzerine bina edildiğine göre,
şüphesiz insanların bakış açıları bu uygunluk konusunda belirgin ayrılıklar
gösterir. Dolayısıyla icma' onun üzerine dayandırılamaz, öte yandan, kıyasın
hüccet oluşunun temel Öğesi, üzerinde icma' sağlanan husus değildir. Öyleyse
nasıl icma'a temel teşkil eder? Bunun da ötesinde, dayanağını kıyasın teşkil
ettiği hiçbir şer'i hüküm üzerinde -ahabenin icma' ettikleri haberi bize
ulaşmamıştır. Büyükannenin varis oluşuyla ilgili ic-nıa'Iarı kıyasa
dayandırılmadığı gibi, fethedilen arazilerin de ganimetlerle birlikte taksin
edilmesini reddetmeleri hakkındaki icma'lan da kıyas üzerine kurulmam ıştır.
Aksine Allah Teala'nm şu kavlinden ibaret olan Kur'an'm nassı üzerine
kurulmuştur:
"Allah'ın
fethedilen memleketler halkından Peygamberine verdiği (feyr) ganimet, Allah,
Peygamber, Peygamber'e yakınlığı olanlar, yetimler, yoksullar ve yolda
kalmış-lar içindir; içinizdeki zenginler arasında elden ele dolaşması için
değildir. Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan
kaçının." (Haşr 7)
Hz. Ebubekir'in
seçilmesi ve dinden dönenlere karşı savaş açılmasıyla ilgili icma'la-rının,
ayrıca Kur'an'm toplanması hakkında icma' etmeleri ve Şam ile İran yöresine asker
sevketmek üzerinde oybirliğine varmalarının, hüccet alınması uygun olmaz. Şüphesiz
bunlar yasama ile ilgili hükümler olmayıp, yürütme ile ilgili pratik
hususlardır. Devletin yönetimiyle ilgili pratik bir işi yürürlüğe koymak
üzerindeki ittifakla, yasamayla ilgili bir hüküm üzerinde icma' etmek
arasındaki fark şudur: Yasamayla ilgili hükmün etki alanı, yasama işini
yapanlardan sonra gelenlere kadar uzanır, onlar üzerinde uygulanır; ama
yönetimle, örgütlenmeyle ve yürütmeyle ilgili işler üzerinde ittifak sağlamak
ise İcma' adını almaz.
Öyle anlaşılıyor ki
Zeydiyye, pratik işleri yürütme üzerinde yapılan ittifakı icma'dan sayıyor.
Nitekim dinden dönenlere karşı savaşılması üzerinde ittifak yapılmasını, icma'ı
ilgilendiren meseleler kapsamı içerisinde zikrederler.
366- İkinci
görüş: Bu görüş sahipleri, bütün türleriyle kıyasın icma'a dayanak teşkil
edebileceğini söylerler. Çünkü kıyas nassa hamlolunduğu için, nasslara dayanan
şer'i bir hüccettir. Buna göre icma' kıyasın esasına göre yapıldığı takdirde
şer'i nassa dayandırılan icma' olur. Aynı zamanda o, kiyasdaki hükmün kendi
üzerine kurulduğu şeydir. Buna göre böyle bir icma', icma'ı yapanlar
tarafından getirilen şer'i bir hükmü yeniden kurmak anlamına gelmez.
Üçüncü görüş: Kıyasın
illeti hakkında nass getirilmiş olursa yahut hakkında yapılan araştırma hiçbir
etraflı düşünme ve araştırmaya ihtiyaç duyurmayacak şekilde açık olup, gizli
olmadığı takdirde o kıyasla icma' gerçekleştirilir. Fakat illet gizli ve
hakkında nass getiriîmemiş olursa, onunla kıyas gerçekleştirilemez. Zeydiler
kıyasın icma'a dayanmasının doğru olacağı görüşündedirler. Aynca illeti nassa
dayanan kıyasla illeti gizli olan kıyas arasında fark gözetmezler.
Bu madde hakkında
söyleyeceğimiz en gerçekçi söz şudur: Biz, sahabe döneminde Şer'i hükümler
üzerinde yapılan icma'a başvururuz. Eğer kıyasa dayanmış bir icma bu-«ursak -ki
biz, sahabilerin kıyas üzerine kurulan bir icma yaptıklarını zannetmiyoruz- o
zaman bu duruma birşey söylenemez. Aksi halde bu konuda yapılan araştırma
tamamen teoriktir; pratikte hiçbir faydası yoktur. [29]
367-
Zeydiyye'nin icma konusundaki görüşleri, cumhurun görüşleriyle uyuşmaktadır.
Cumhura göre ittifak noktasını teşkil eden hususlar, aynı şekilde Zeydiyye'ye
göre de ittifak noktasını oluşturur. Cumhurun üzerinde ihtilaf ettiği hususda
ise, Zeydiyye'nin görüşü ihtilaf edilen o görüşlerin birisine rastlar.
Fakat zeydiler.
Peygamber sülalesinin icma'ıyla hüküm verme konusunda cumhura muhalefet
ederler. Nitekim o sülalenin icma'mm hüccet teşkil ettiğini cumhurun birçoğu
benimsemiştir. Ancak bu görüş üzerinde oybirliğine varmamışlardır. Peygamber
sülalesinin yaptığı icma1 ile hüküm vermenin bağlayıcı olduğunu ileri
sürenlerin hücceti, Kur'an ve hadis nasslanna dayanır; bu iki nassı, kendi
görüşleri ile uyum sağlayacak şekilde te'vil ederler.
Kur'an'daki nass,
Allah Teâlâ'mn, Nebi (s.a.v) ailesine hitab ederek buyurduğu şu kavlidir:
"... Ey Ehl-i
Beyî! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor,"
(Ahzab 33)
Bu nass, AI-i Beyt
topluluğunun pisliklerden temizlenmiş bulundukları konusunda gayet açıktır.
Hata etmek de pisliklerden birisidir. Öyleyse Ali Beyt topluluğu hata etmekten
münezzehtir. Şayet onlardan birisi hataya düşmüşse, bu hata cemaate değil, bireylere
maledilir. Bu nedenle onların yaptığı icma', izlenilmesi gereken hüccet olur.
Sünnete gelince, Al-i
Beyt'İn fazileti konusunda iki hadis rivayet etmişler ve her ne kadar
bireylerinde hataya düşme ihtimali sabit olmuş ise de, bu iki hadisi, Ehl-i
Beyt'in toplu olarak hataya düşmekten münezzeh oldukları şeklinde te'vil
etmişlerdir.
Birinci hadis, Nebi
<s.a.v)'den şöyle söylediği rivayet edilen hadistir:
"Sizin aranızda
Öyle bir şey bırakıyorum ki, şayet ona sımsıkı sarılırsanız, benden sonra ebedi
olarak delalete düşmeyeceksiniz; Aflah'ın Kitabı ve Ehl-i Beytim olan sula
lemdir."
Bu hadis, icma
ettikleri konularda Peygamber sülalesine uymanın, yanlış yola sapmaktan
engelleyeceğini ve yine bu hadis, icma'lannın da hüccet oluşturacağını ifade
eder. Fakat raviler topluluğu, hadisi başka bir şekilde rivayet ederler.
Hadisi, "Ehl-i Beytim olan sülalem" yerine, "sünnetim"
kelimesiyle rivayet ederler. İkinci hadis, Nebi (s.a.v)rin şöyle buyurduğunu
rivayet ettikleri hadistir:
"Ehl-i Beytim,
Nuh'un gemisi gibidir. Kim ona binerse kurtulur. Kim de ona binmekten
çekinirse boğulur." Bu hadis-i şerif de, Al-i Beyt'e tabi olmakta kurtuluş
bulunduğunu ifade etmektedir. Bunun varacağı sonuç İse, Ehl-İ Beyt icma'ımn
hüccet olmasıdır.[30]
368-
Zeydiyye'ye göre icma'ın yedi mertebesi vardır. îşte en güçlüsünden, en
altta-Idne kadar şu şekilde .sıralanmıştır:
Birinci mertebe:
Selefin ve halefin üzerine icma' edip, hakkında hiçbir ayrılığa rastlanılmayan
mertebedir. Temel farizalar, namaz rekatlarının sayısı ve namaz vakitleri ile
zekat, oruç, hac ve kıblenin meşru oluşu, ayrıca bunların dışında kalan, ne
halefin, ne de selefin karşı çıkmasına rastlanılmayan görevler gibi. Nitekim
el-Fusüî el-Lû'lüiyye sahibi bu tür icma konusunda şöyle demiştir:
"Bu tür İcma',
ancak dinin zorunlu olarak bilinmesi gereken hususlarda bulunabilecek eşsiz
bir icma'dir." Bu mertebedeki icma', alimlerin her içtihaddan Öne
aldıkları bir mertebedir. Zira bu mertebe, icma' yoluyla Nebi (s.a.v)'den
mütevatir duruma gelmiştir. Nitekim bu tür İcma'ın, mütevatir olduğu takdirde
Kitap ve sünnet'in nasslanna dayanan içtihaddan önde bulunduğunu daha önce
belirtmiştik.
Bu noktada iki soru
ortaya atılabilir:
Birinci soru: Niçin bu
tür icma', Kitap ve sünnetten hüküm çıkarma mertebesinden öne alınmıştır? Buna
cevap olarak deriz ki, bu tür mes'eleler, İslam'ın rükünleri ve ana
sütunlarıdırlar ve onlara İman etmeden dinin ayakta durması düşünülemez. Ayrıca
dinin bütün nasslannın, hiçbir değişiklik ve tebdil kabul etmeyen sabit ve
muhkem çerçevesi içerisinde kalması gerekir. Öte yandan nıüçtehidin bu
nasslarla ilgili olarak yaptığı hüküm çıkarmak, İslam'ın en büyük odak
noktasını teşkil eden bu müsellemâtm dairesi içerisinde kalmalıdır.
İkinci soru: Bu tarzda
olsa bile icma' nasslara nasıl takdim edilebilir? Buna verilecek cevap bu
durumun nasslardan soyutlanmış icma'ın öne alınması olmayıp, aksine nasslarla,
kesinlik belirten pratik sünnetin manaları üzerine kurulmuş icma'ın öne alınması
olduğu şeklindedir. Bu manasıyla o, manası üzerinde icma' edilen nasslann,
istin-bat edilebilir nasslardan öne alınmasıdır. Şöyle ki, Kitap ve mütevatir
sünnet'in nasslannın, mütevalir nass üzerine kurulan, manası üzerinde
oybirliği sağlanan, aynca Nebi (s.a.v)'in,uygulamalı açıklamalarından
kaynaklanan bu tür icma' ile çeliştiğine rastlanılmaz.
369- İkinci
mertebe: Sadece selef tarafından ortaya konulan ve asırlan geçip giden
icma'dır. İcma'ın bu mertebesi, sahabenin (Allah Tebareke ve Teâlâ'mn
hoşnutluğu üzerlerine olsun) icma'ıdır. Şüphesiz ki bu tür icma', hüccet teşkil
etmesi açısından Allah'ın Kitabı ve RasuluIİah'ın sünneti'ni takibeder.
Değişmez ve kesin gerçek, sahabenin, içerisinde Rasulullah (s.a.v)'in rivayet
edilen mütevatir sünnetine muhalefet bulunan bir husus üzerinde yapılan icma'a
katılmalarının mümkün olmadığı ayrıca Kur'an nasslan-
nın delalet ettiği
açık manalara ters düşen meseleler üzerinde oluşturulan icma'a katılmaları
imkanı da bulunmadığı tarzında olduğuna göre, onlar bid'at ehli değil, sadece
Ra-sulullah'a ittiba edenlerdir.
370- Üçüncü
mertbe: Sadece selef tarafından ortaya atılan ve yapıldığı asır geçmeyen
icma'dır. Her ne kadar asrın tamamlanması Zeydiyye'ye göre şart değilse de,
asrın geçmemesi olayı, onun mertebesini bir alt sıraya indirir. Zira selefin,
bir mes'ele üzerinde icma' sağlayarak göçüp gitmesi, icma'ın manasını
güçlendirir ve ona kesinlik kazandırır ve asla icma'dan geri dönülmesine
ihtimal bırakmaz, tcma'ın mertebesini zayıflatmak, geriye dönüş ihtimali
bulunmasının doğal sonucudur. Dolayısıyla bu tür icma', bir öncekinden daha
zayıf duruma düşmüştür. Bu konudaki tartışma, teorik bir tartışmadır. Çünkü
Zeydilerİn içtihadı, sahabe asrının geçmesinden sonra gelmiştir. Dolayısıyla,
ic-ma'ı gerçekleştirdikten sonra tekrar tarihten silinmemiş bir selefin icma
yapmasına imkan yoktur.
371-
Dördüncü Mertebe: Selefin daha önce ayrılığa düştükleri mes'ele üzerinde icma'
etmeleridir. Çeşitli fikirler üzerinde ayrılığa düşmelerinden sonra tek bir
görüş üzerinde İcma' sağlamalarıdır. Nitekim sahabe, fethedilen arazileri
fetheden askerler arasında taksim ederken bu tür icma' meydana gelmiştir. Bu
konuda iki görüşe ayrılmışlar; Birinci görüş, taksim edilmesini uygun bulmayan
Ömer b. Hattab (r.a)'ın görüşüdür. Arazinin fetih olayına katılanlar arasında
taksim edilmesinin zorunlu olduğunu benimseyen ikinci görüş ise, asker
sahabilerin çoğunluğunun görüşüdür. Hz. Ömer onlara Allah Tea-la'nın şu ayetini
okuduktan sonra, arazinin taksim edilmesinin benim senmemesi ve devlet
başkanının denetimi altındaki İslam'ın çıkarları uğrunda vakfedilen, devlet
yöneticisinin, müslümanlann çıkarlarım yürütmekle görevli olması itibarıyla
yönetimini üstlendiği toprakların kapsamına alınması tarzında tek bir görüşe
vardılar:
"Allah'ın,
fethedilen memleketler halkından Peygamberine verdiğifey..."(Haşr 7}
Şüphesiz selefin önceden ayrılığa düşmesi, her ne kadar daha sonra ters
anlamdaki bir icma' meydana gelse bile yine de her iki görüşe de gerçeklik payı
ayırmaktadır. Dolayısıyla bu tür icma', sıralama yönünden bir öncekinden daha
alt dereceye indirilmiştir.
372- Beşinci
mertebe: Sahabenin, hakkında ikiye ayrıldığı, asır sona ermesine rağmen
görüşlerin hiçbiri üzerinde icma'ın gerçekleştirilemediği, daha sonra tabiin'in
gelerek birisi üzerinde icma' edip, diğerini terkettikleri tarzdaki icma'dır.
Şüphesiz bu tür icma' içerisinde, sahabenin bu iki görüş üzerinde ayn ayrı
fırkalara bölünmeleri nedeniyle hataya düşme ihtimali mevcuttur. Tabiin'in daha
sonra icma' etmeleri, bu ihtimali ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla bu
mertebedeki icma', bir öncekinin altında idi. Çünkü sahabe dönemindeki
sürtüşmenin ortadan kaldırılması, onların icma' etmeleri sayesinde olur-
du. Böyle bir icma'
kendisinden birinci görüşün iptali manası çıkarılması nedeniyle kendi
dönemlerindeki hataya düşme ihtimalini aza indirgemektir. Fakat sahabenin,
fikir ayrılığı üzerinde ısrar etmesinden sonra tabiinin icma1 etmesi aynı
anlamı taşımaz. Zira kendisini ayni ihtilaf döneminde zayıf duruma düşüren hata
ihtimali, diğer dönemlerdeki nisbette bulunmaz.
373- Altıncı
mertebe: sükûtî icmadir. Bu tür icma' bir kısım müçtehidlerin herhangi bir
görüş üzere verdikleri fetvayı, diğerlerinin suskunlukla karşilamasıdir.
Nitekim bu tür icma'ın, Şia Zeydiyyesi'ne göre icma' sayıldığını, fakat susan
kimsenin karşı çıkabilme ihtimalinin devam etmekte olması nedeniyle bu altıncı
mertebeye alındığını belirtmiştik. Nitekim icma'ın gerçekleşmesinin bünyesi
içerisine ihtimalli olmak girmiştir. Dolayısıyla da bu tür icma' altıncı
mertebeye inmiştir. Açıkça anlaşılıyor ki, bunun bir benzeri, sahabenin
dışındaki bir dönemde müçtehidler iki veya üç görüş üzerinde ihtilafa düşüp,
tek bir görüş üzerinde oybirliğine varmamaları durumunda, dedenin varisliği
konusunda karara bağladığımız gibi, üzerinde oybirliği sağlanan müşterek
ölçünün eşitliği halinde böyle bir icma'a ne muhalefet göstermenin, ne de
icma' kabul etmenin caiz olmadığıdır. Müçtehid fakihler, bu tür icma'ın sükûtî
icma' mertebesinde olduğu kanaatine varmışlardır. Ancak Zeydiyye fıkhında bu
tür icma' sükûtî icma'dan bir üste çıkaracak veya da bir alta indirecek
herhangi bir hususa rastlamadık. Sükûtî icma'dan bir öne alınan icma', bir
üçüncü görüşü ihdas etmenin caiz olmaması açısından sahabenin iki görüş halinde
fikir ayrılığına düşmesidir.
374- Yedinci
Mertebe: Bir veya iki kişi dışında aynı dönemde yaşıyan bütün müçtehidlerin,
üzerinde oybirliğine vardıkları icma'dır. Nitekim biz, tahkik yöntemine göre bu
tür icma'ın icma' olmadığı kanaatine varmıştık; ancak zeydiler toleranslı
davranarak bunu icma' saymışlar ve bu son mertebeye yerleştirmişlerdir,[31]
375-
Zeydiyye, yukarıya aldığımız bu mertebelerde icma'ın kesinlik belirtmesine sadece
gerçekleştirilmesi açısından değil, kesinlik kazanmasının biçimi açısından da
bakmıştır. Buna göre icma'ın kesinlik belirtmesi, aşağıdaki iki temel esasa
dayanır:
a) Hata
ihtimalini kesip atması açısından ve Nebi (s.a.v)'in; "Benim ümmetim,
dalâlet üzere birlik olmaz" tarzında buyurduğu kaynak haberi uygulama
alanına koyarak icma'ın gerçekleşmesi,
b) İcma'm
nakledilmesi ve tanınma biçimi açısından ele alınması. Nitekim Zeydiyye,
gerçekleşmesinin mertebelerini düzenlediği gibi, bilinmesinin biçimini de
sıralamaya almıştır. İşte bu mertebeler de şunlardır:
Birinci mertebe:
îcma'm deneyimler yapmak suretiyle kesinlik kazanmasıdır. Bu tür icma', ehli
kıblenin hiçbir ayrılığa düşmeden farizaların temel esasları üzerinde ic-ma'
edişlerinde gördüğümüz gibi, selefin ve halefin icma' sağladıkları hususlarda
gerçekleşir. Bu tür icma1, dinin zorunlu olarak bilinmesi gereken
konularındaki icma'm kendisidir. Bu tür icma'ın konulmasıyla İslam'ın
hakikatleri belirgin duruma geldiği gibi, rükünleri de dimdik ayakta durur.
İkinci'mertebe:
İcma'ın bildirdiği haberin bütün müslümanlar tarafından tevatüren bildirildiği
şekliyle icma'i bütün ümmetin hem söz hem davranış olarak nakletmesidir.
Tevatür yoluyla kesinlik kazanan husus, yapılan şeyi bizzat görmek suretiyle
kesinliğe kavuşan durum gibi olduğu için, bu tür icma'da bir Öncekinin
değerindedir. Bu nedenle alimler, tevatür olmanın, duyu organlarıyla elde
edilen bilgi gibi zorunlu bilgiyi belirttiği kanaatine varmışlardır.
Dolayısıyla konumunu isbatlamak açısından herhangi bir etraflı dşünmeye ve
delil getirmeye ihtiyaç duymaz.
Üçüncü mertebe:
İcma'ın belirttiği haberi ve tevatür oluşunu ümmetin bir bölümünün nakletmesi,
diğerlerinin ise susarak karşı çıkmamalarıdır. Bu mertebe her ne kadar
tevatürlük manası için bir kesinlik beritmekte ise de, yukarıdaki iki
mertebenin altında yer alır.
Dördüncü mertebe:
İcma'ın sağladığı hükmün ilan edilmesi, üzerinde icma' sağlandığı hususunun
yaygın hale gelmemesi, aynca icma'ın meydana geldiğini hiç kimsenin inkar
etmemesidir.
Beşinci mertebe:
Sonuncuyu teşkil eden bu mertebe, ilan edilmediği gibi, herkes tarafından da
müşahedesi sağlanmayan, sadece ahad haberle kesinlik kazanan icma'dır.
Bu son mertebe
konusunda, bu durumdaki icma'ın, zannî tarikle rivayet edildiği için zannî bir
hüccet teşkil ettiğini ve zanniliğin de, her ahad haberde olduğu gibi konusundan
değil, senedinden geldiğini; zira zanniliğin bizzat rivayet edilen bilgi
açısından değil de, rivayetin kendisinden kaynaklandığım söylemişlerdir.[32]
376-
Zeydiler, ahad haberlerle sağlanan icma'ın ters düşmesinin, icma'ın senedinden
daha güçlü bir isnadla yapılan içtihad üzerine kurulu olduğu takdirde sahih
olacağı, aksi takdirde icma'm mütevatir habere ters düşmesinin kesinlikle
fasiklık sayılacağı kanaatini taşırlar. Nitekim Mi'yâr el-Ukul adlı kitapta
şöyle geçer:
"İcma'm mütevatir
habere ters düşmesi fasıklıktir."
Ayrıca bu hususun
fasıklık olduğuyla ilgili olarak aşağıdaki ayet delil getirilir:
"Kendisi için
doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber'e kargı çıkar ve müminlerin
yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o,
ne kötü bir yerdir." (Nisa 115)
Nitekim Fahrer-Râzî ve
diğerleri bu ayetle icma'ın hüccet teşkil ettiği delilini getirdiğini İmam
Şafii'ye nisbet ederler. Bu ayetle delil getirmenin biçimi, mü'min olmayanları
model almanın haram olduğu, zira her kim böyle yaparsa Allah ve Rasulüne düşmanlık
edeceği, Allah'ın da onları cehenneme atacağı, varılacak bu yerin de çok kötü
olduğu tarzındadır. Mü'minlerin gittiği yoldan başkasını model seçmek haram
olduğuna göre, böyle bir davranış fasıklıktır ve o mü'minlerin yolunu izlemek
de zorunludur. Onlara muhalefet edip, görüşlerinin karşıtım benimseyenlerin
tuttukları yol örnek alınamaz. İnanmış bir topluluk "bu helaldir"
dediği zaman "bu haramdır" diyenler, o cemaatin yolunu izlememiş
olurlar. Şüphesiz Gazzâlî el-Mustasfâ adlı kitabında icma'ın isbatı konusunda
bu ayetin hüccet oluşunu, tartışmaya açmıştır. Nitekim bütün icma' hüccetlerinin
genel oluşu ve bu ayetin özel oluşu konusunda şunları söylemiştir:
"Bu hüccetlerin
tamamı, nasslarm zahirlerinden ibarettir. Farz olana nass teşkil edemezler.
Hatta zahirlerin delâlet edişi gibi bile delâlet edemezler. Bu hüccetlerin en
güçlüsü, Allah Teala'nın: "Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra,
kim Peygambere karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o
yönde bırakırız ve. cehenneme sokarız; o, ne kötü bir yerdir." (Nisa 115)
ayetidir. Şüphesiz bu davranış, mü'minlerin yolunu model seçmeyi zorunlu kılar.
İmam Şafii'nin takibettiği yol da budur. Biz, bu ayetin, farz oluşa nass
teşkil etmediğini uygun görüyoruz. Zahir anlam; bu ayetten maksadın,
Rasulullah'a kim ki savaş açıp, ona düşmanlık beslerse, ayrıca sevdiği grubu
seçmesinde, yardımda bulunmasında, o gruptan düşmanları uzaklaştırmasında
müminlerin yolundan başkasını model kabul ederse, bizim de onun hoşlanmadığı
kişiyi işbaşına getirmemiz gerektiği tarzında olduğudur, O kimse, sanki
Rasulullah'a düşmanlık beslemekle yetinmemiş, bir de ona yardımcı olması,
yakınlık duyması ve emrettiği konularda boyun eğmesi noktasında, mü'minlerin
yolunu izlememeyi eklemiştir."
Gerçekte bu ayetin
konusu, herhangi bir görüş veya düşüncede yapılan icma'a ters düşen kişi
değildir. Ancak bu ayetin konusu, mü'min cemaatleri sevmeyen, aynca Allah ve
Rasulü'ne düşmanlık besleyen kişilerdir. Yani o kimseler bir grupta, Allah'ın
Rasu-lu'de diğer grupta yer alır. Onlar, mü'minlerden başkalarını severler. Bu
ayetin icma' ile hiçbir ilişkisi yoktur. Fakat bu ayetin, icma'ın hüccet
oluşuna delil teşkil ettiği hususu her tarafta yayılmış ve bu şekildeki delil
getirme de imam Şafii'ye nisbet edilmiştir. Fakat İmam Şafii'nin, icma'ı
isbatlamak amacıyla bu ayeti delil getirdiğine, ne er-Risâle'de ve ne de
el-Umm'dâ rastlamadık. Zeydiler de usûlcülerin cumhuru ile, bu ayetle delil
getirme konusunda beraber hareket etmişlerdir. Bu ayet konusunda sadece
Gazzâlî'nin açıkladığı ve bizim de yukarıda açıklık getirdiğimiz husus
kalmaktadır.
Delil getiriş biçimi
ne olursa olsun zeydiler, icma'ın tevatüre ters düşmesini -ister
umumi anlamda isterse
hususi anlamda tir icma1 olsun- fasıklık olarak nitelemişlerdir Çünkü böyle bir
davranış, İslam cemaatini tepelemektir. Zeydüer'e göre fasık olmak İmam Zeyd'in
bizzat kendisinden varid olduğu gibi kişiyi kafirlerin zümresine katmamakta
ise de, mü'minler zümresinden dışlamaktadır. Hatta o kişi, iki menzile
arasındaki bir menzileye dahil olur; işlemiş oluduğu suçlardan temizlenmesi
için yetecek kadar bir süre cehenneme girer. Bütün bunlar, icma' konusunun,
amelî olması durumundadır. Ama konunun itikadî olması halinde o kimse kafirdir. [33]
[1] A.g.e
[2] A.g.e.
[3] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 350-352.
[4] el-Fusul el-Lu'Iuiyye, Varak : 104
[5] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 352-354.
[6] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 354-355.
[7] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 355-356.
[8] Ravd en-Nadir, 4/46.
[9] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 356-357.
[10] Bkz. Ravd en-Nadir, 4/22.
[11] Ravd en-Nadir sahibi bu açıklamayla, mesken temin
etmenin gerekli olmadığı görüşünü eleştiriyor.
[12] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 357-359.
[13] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 359-360.
[14] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 360.
[15] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 360-361.
[16] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 361-362.
[17] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 362-363.
[18] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 364.
[19] el-Fıısül el-Lü'lüİye Varak No: 118
[20] A.g.e. Varak No: 118
[21] A.g.e.VarakNo:118
[22] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 364-366.
[23] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 367-369
[24] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 369.
[25] Sükuti icmaı şer'i bir hüccet saymayanların delili,
iki temel öğeye dayanır:
1- Susan
kimseye herhangi bir görüş maledilemez ve hiçbir miiçtehİd, söylemediği götiU
şün uyduluğunu yüklenemez. Susmayı icma' saydığımız takdirde, susan kişiye
ortaya atmadığı bir görüşü isnad etmiş oluruz.
2- Şüphesiz
suskunluğu onaylama olarak kabul etmek de doğru olmaz.
Çünkü susmak onaylamak
anlamına gelebileceği gibi, kendisinde bir fikir oluşmadığı için sustuğu
anlamına da gelebilir. Aynca araştırmada bulunmuş da, araştırması kendisini kesin
bir görüşe vardırmamış olabileceği gibi, kendisinde bir fikir oluşmuş, fakat
gereği gibi dü-şünüp-taşınmayı tercih etmiş olabilir. Öte yandan konu
tartışmaya açık olduğu sürece her müctehidin isabet ettiğine inandığı için
karşıt görüşüyle, başka bir müctehidle çatışmak istemeyebilir. Diğer taraftan,
ortaya atılan görüşe karşıt bir hükümde kararlılık içerisinde olmasına rağmen,
korku ve çekingenlik nedeniyle sükut etmiş de olabilir. Bütün bu ihtimaller
karşısında suskunluğu belirli bir görüşün taraftan olmaya hüccet saymak mümkün
değildir.
Sükuti icma'j kabul
edenlerin hücceti, aşağıdaki hususlar üzerine kurulur:
a)
Haddizatında sükut, ancak gereği gibi düşünüp taşınarak bir fikir oluşturduktan
sonra hüccet sayılabilir. Bundan sonra da susmuşsa, bu sükut, açıklama konumu
ve zamanında yapılmış olur. Açıklamada bulunma konumundaki sükut ise, açıklama
yapmak demektir.
b) Her fetva
ehlinin konuşması yadırganır ve anormal karşılanır. Bilakis her asırda normal
olan şey, fetva yetkisini fetva otoritelerinin üstlenmesi, diğerlerinin de ona
güvenmesidir.
c) Bir görüşün
ortaya atılıp, üzerinde gereği gibi düşünülüp fikri oluşum sağlandıktan sonra
sükut etmek, karşıt görüşü olduğu takdirde bir müçtehid için haram sayılır.
Böyle bir sükutta hayır bulunduğunu farzetmek, onun sükutunun rıza anlamına
geldiğini bize kabul ettirir.
Böylesine açıklık
getirici deliller muvafakat üzerine dayandırıldığı sırada sükut et mekle
birlikte karşı olma ihtimali, hiçbir delile dayanmayan ihtimal demektir.
d) Böyle bir
icma'ın hüccet teşkil edip, icma' anlamına gelmediğini söyleyenlerin hücceti,
icmaııı bütün fonksiyonlarıyla gerçekleşmemesinden dolayıdır. Ancak o, sükut
etme esnasında onaylamış olmanın, muhalif olmaya üstünlüğü dolayısıyla bir
hüccettir.
[26] el-Fusul el-Lû'lüiy.ve, Varak no: 118.
[27] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 369-372.
[28] el-Fusul,el-Lü'lüiye Varak no: 118
[29] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 372-373.
[30] Mi'yar el-Ukul Varak 93
Prof. Dr. Muhammed Ebu
Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 374.
[31] Bu yedi mertebeyi el-Fusül el-Lü'lüiyye'den aldık ve
açıklamalarda bulunduk. Bkz. Varak: 123 vd.
Prof. Dr. Muhammed Ebu
Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 375-377.
[32] Mi'yar el-Ukul Varak -.95-96
Prof. Dr. Muhammed Ebu
Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 377-378.
[33] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 378-380.