A- ZEYDİLERE VE DİĞERLERİNE GÖRE İÇTİHADIN MERTEBELERİ
1- Müstakil Hareket Eden Müctehidler
3-Tahric Ehli Olan Müctehidler
4- Tercih Ehli Olan Müctehidler
C- MÜCTEHİDE GÖRE DELİLLERİN MERTEBELERİ
D- ZEYDİYYE'YE GÖRE İCTİHAD VE TAKLİD
b) Hayatta Olmayanın Taklid Edilmesi
A- BU MEZHEBİN ÇEŞİTLİ ÜLKELERDE YAYILMASI
B- İZLENEN MÜCTEHİDLERİN ÇOKLUĞU
d) el-Hadi'nin Çocukları Olan İki Kardeş
429-
İçtihadın lügat manası, herhangi bir amaca ulaşma noktasında bütün gayreti
sarfetmektir. Usul alimleri, içtihadın terim anlamını şöyle tanımlarlar:
İçtihad, fakihin, ameli hükümleri tafsili delillerinden istinbat ederken bütün
gücünü harcamasıdir.
Bu tanım, usulcülerin
cumhuruna göredir. Onlar fıkıh alanındaki içtihadı, sadece ameli hükümlerle ve
o hükümleri tafsili delillerinden çıkarmakla sınırlandırırlar. Sözgelişi,
faizin azmin da çoğunun da haram olduğu konusunda Allah Tealanın:
"... Eğer tevbe
edip vazgeçerseniz sermayeniz sizindir. Ne haksızlık etmiş, ne de haksızlığa
uğramış olursunuz." (Bakara 279) ayetini delil getirmeleri gibi.
Zeydiyye alimleri ise
içtihadın terim anlamını, "delil getirme açısından hükmü yakından tanıma
yönünde olanca gayreti harcamak" şeklinde tarif etmişlerdir.[1]
Buna göre, ister akli
isterse şer'i olsun, herhangi bir şer'i meseleyi delil getirme yöntemiyle
yakından tanımaya uğraşmak, içtihaddır. Böylece içtihad kavramı, delil getirme
yönünden hükmü tanıma anlamını taşıdığı için, mücerred aklı da kapsamına alır.
Zeydİ-lere göre tanımdaki "hüküm" kelimesi, hem ameli, hem de ahkam-t
ilmiyye adını verdikleri itikadı hükümleri kapsar. Buna göre müçtehid itikadın
temel ilkeleri hakkında içtihad yapabileceği gibi, aynca hükümlerin hem usulü
hem de füruu konusunda beraberce içtihadda bulunabilir.
Bazı fakihler de
içtihadı terim anlamında, "gerek şer'i hükümlerde, gerekse o hükümlerin
uygulama alanına konulmasında olsun, gayretin tamamını kullanmak ve bütün
kapasiteyi sarfetmek" şeklinde tanımlarlar. Onu uygulama alanına koymaktan
maksat, bütüncül kaideleri fer'i hükümlere tatbik etmektir. Daha nazik
ifadeyle, müçtehidlerin istınbat ettiği, üzerine uygulanan ve hükümlerini açıklayan
cüz'i meselelerle tekdüzelik arzeden illetler olarak gördükleri ahkamın
illetlerini uygulamak alanına koymaktır.
Buna göre, içtihad iki
bölüme ayrılır:
1-
İstidlalin metodlannı düzenleyerek nasslardan hükümleri çekip çıkarmak, aynca
fıkhın kurallan sayılan illetler anlamında olan ve hükümlerin kendisi üzerine
bina edildiği şer'i manalara açıklık getirmektir.
2- İstinbat
edilen bu kuralları, çeşitli asırlardaki cüzi meselelere uygulamak. Şüphe yok
ki, birinci kısmı teşkil eden içtihad kamil içtihad, ikincisi ise, yargıçların
kanunlan uygularken yaptıklan içtihada benzeyen nakıs bir içtihaddır.
430- Bu iki
tür içtihadın mertebelerini açıklayabilmemiz için, kıyasın illetinin çıkarılması
konusuna dönelim. Bunun nedeni, illetin üç ictihad türünün bulunmasıdır:
a) İlleti,
nassm getirdiği konunun nitelikleri arasından ortaya çıkarmak. Kur'an'm şarap
yasağı konusundaki nassı ve Nebi (s.a.v.) in ahşverişlerdeki faizi yasaklaması
hakkında buyurduğu nass buna örnektir. Fakihlerin literatüründe buna,
tahricu'l-menat denilir.
b) İllete
yönelik bu ictihad türü, Şari'in, hükmü, sebebi sayılan olayla birlikte belirtmesi
ve olayla yakınlığı bulunan vasıflar üzerinde düşünmesidir. Buna misal olarak,
Nebi (s.ajv.)in ramazanda hanımıyla cinsi ilişkide bulunan kimseye, ya bir
köle azad etmeyi, yahut aitmiş gün oruç tutmayı, yahut da altmış yoksulu
doyurmayı kefaret olarak zorunlu görmesini verebiliriz. Bu durumda fakih,
ilgili vasfı veya olaya sebep teşkil eden durumu iyiden-iyiye araştırır; acaba
burada illet bizzat cinsel ilişkinin kendisi midir, yoksa orucu bozmak
suretiyle ramazanın saygınlığını zedelemek midir? İşte her ikisi de illet
olmaya elverişli bulunduğu halde iki vasıftan birisini istihraç etme olayına
ten me-nat -kih'ul denilir. Nitekim bazı fakihler illetin cinsel ilişkinin
teşkil ettiğini; dolayısıyle diğer orucu bozan hususlarda kefaretin gerekli
olmadığını söylerlerken, bazısı da illeti, orucu bozmak suretiyle ramazanın
saygınlığını zedelemenin oluşturduğunu, bundan dolayı özürsüz olarak kasten
bozulan oruç için kefaretin gerekliliğini öngörürler.
c) Aynı
illetin gerçekleştiği ve kesinlik kazandığı her yerde aynı hükmün uygulanmasıdır.
Böylece asıl meselenin, hükmü, bu hüküm için de geçerli sayılır. Bu tür uygulamaya
"tahkiku'l-menat" adı verilir. Müctehidin burada yapacağı çalışma,
fetvanın konusunu etüt etmek ve herhangi kuralın kendisine
uygulanıp-uygulanamayacağını anlamak için ortak Özelliklerini araştırmak
şeklindedir.
Kamil ictihad,
tahricu'I-menat ve tenkihu'l menat yoluyla, aynca hükümleri nasslar-dan elde
etmek suretiyle meydana gelir. Nakıs ictihad ise, sadece yukarıdaki son bölümle
oluşur. Buna göre nakıs ictihad, mezhebe dayalı ictihad olur. Çünkü bu tür
ictihad, mezhebin ilk müctehidinin çizdiği daire içerisinde cereyan eder. Bu
müctehidin ortaya çıkardığı illetlerin uygulaması da, tahricu'I-menat yahut
tenkihu'l-menat yoluyladır.
Şüphesiz kıyasın bu üç
bölümü bütün cumhur fakihlerinin usullerinde bulunduğu gibi, Zeydiyye'nin
fıkıh anlayışında da mevcuttur.
431- İslam
alimleri, hiçbir asrın üçüncü tür kıyastan yoksun olamayacağı üzerinde ittifak
etmişlerdir. Bu üçüncü türü uygulayan alimler tahric alimleridir. Onların
yaptıkları çalışmalar istinbat edilen illetleri cüz'i konulara uygulamaktır.
Sözkonusu alimlerin bu husustaki ilimleri, önceki alimlerin istinbat ettikleri
hususları, önceki dönemlerde meydana gelmeyen olaylara tatbik etmekten
ibarettir. Bu uygulamayla, ictihad mertebesinin ilk sırasında bulunan önceki
alimlerin hakkında herhangi bir görüşüne rastlanılmayan meselelerin hükümleri
açıklık kazanır. Bu durum, İslam'ın her döneminde ve bü-
tün fikhi mezheplerde
buiunagelm iştir.
Dolayısıyle her mezhep
içerisinde tahric alimleri bulunduğu gibi, aynca mezhebin genel kaidelerini,
hakkında o mezhebin otoriteleri tarafından ortaya konulmuş hiçbir gö~ niş
bulunmayan olaylara uygulamak amacıyla o kaideleri yoruma tabi tutan kişiler
vardır. Böylece tahric ehlinin elde ettiği bilgiler mezhebe ilave edilir ve bu
sayede gelişim potansiyeli artış gösterir. Netice olarak, mezhebin cüz'i fıkıh
konularını disipline eden kuralların toplamı oranında mezhep içerisindeki
verimlilik oluşur. [2]
432- Usul
alimleri, mükemmel bir müctehidde bulunması gereken ve ayrıntılarında ihtilaf
etseler bile ana çizgileri yönüyle hiçbir mezhebin ayrılığa düşmediği şartlar
üze-rinde oybirliği sağlamışlardır. Şimdi, açıklık getirici ibarelere işaret
ederek, bu şartlan tek tek sunalım:
a) Birinci
şart, arapçayı bilmektir. Nitekim bütün fakihler, bu ilmin bilinmesinin
gerekliliğinde oybirliği yapmışlardır. Çünkü bu şeriat'ı getiren Kur'an arapça
olduğu gibi, onu açıklamak için gelen sünnetin dili de arapçadır. Nitekim
Gazzali müctehidin bilmek zorunda olduğu arapça ölçüsüne sınır getirmiş ve
şöyle demiştir: Şüphesiz arapçayı bilmenin bu ölçüsü, sözün sarihini, zahirini
ve mücmelini, hakikatini-mecazmı, amm-has olanını, muhkem-m üteşabihini, mu
tlak-mukay yedini, nass-fehvasını, şivesini-mef-humunu ayırdedecek kadar
araplann konuşmasını, dilde kullandıklan örf-adetlerini anlayacak kadar
olanıdır. Bu da, ancak dil konusunda ictihad derecesine ulaşan kişi için
sözkonusu olabilir.
Şüphesiz bu
açıklamalar haddizatında akla yatkın açıklamalardır. Çünkü müctehid olan,
olmayanın hüccetidir. Bu duruma ancak, Nebi (s.a.v.)'e ilk indiği şekliyle
Kur'an-ı Kerim'i kavrayanların mertebesine ulaşan kişiler kavuşabilir. Kur'anı
ilk kavrayanlar da araplardır.
Al-i Beyt imamlarının
tamamı, arapça ilmini bu seviyede elde etmişlerdi. Başlannda da Zeyd b. Ali,
kardeşi Muhammed Bakır, kardeşinin oğlu Cafer Sadık ve onlardan sonra gelerek
ictihad için kollan sıvayan çocuklarıyla torunlan vardı.
433- b) İkinci şart, Kur'an'ın nasih ve mensuh olan
ayetlerini bilmektir. Çünkü Kur'an bu şeriatin temelidir. Nitekim Abdullah b.
Ömer'in dediği gibi, "kim ki Kur'an'ı kalbinde toplarsa, Peygamber
(varisliğini) avucunun içine almış olur."
Şüphesiz alimler,
ictihadda bulunacak kimsenin, Kur'an ahkamına ait incelikleri iyi bilen bir
kişi olması gerektiğini, aynca yaklaşık beşyüz civarında bulunan ahkam ayetlerini
de en ince yönleriyle bilen bir şahsiyet olmasının icabettiğini söylemişlerdir.
Aynca bu kimsenin, eğer Kur'an'da nesh olayı cereyan etmişse, ahkam ayetlerinin
tahsis edilen-
lerini ve
neshedilenlerini bilmesi gerekir.
Bu anlayış, bütün
Kur'an'ın İcmali olarak bilinmesi sonucuna götürür. Çünkü bütün Kur'an
arasından ahkam ayetlerini ayırdetmek, icmali bir bilgiye ihtiyaç gösterir.
Nitekim İmam Şafii, müctehidin bütün Kur'an'ın hafızı olmasını şart koşar.
Şüphe yok ki böyle bir şartın yerine getirilmesi, Kur'an'ı bilmenin en üst
derecesidir. Tabii ki, sırf ezberlemekle birlikte anlamak da icabeder. Çünkü
sadece Kur'an'ı ezbere bilmek, ictihad esnasında hiçbir yarar sağlamaz.
Şüphesiz İmam Zeyd,
halk arasında Kur'an'i en iyi bilen kişi olduğu gibi, Kur'an'in kıraat
şekillerinin de ravisiydi. Nitekim o, "Kur'an'ın Dostu" şeklinde
nitelendirildi. Yine o, kendi asrında Kur'an'ı en iyi bilen Örnek şahsiyetti.
Fakat İmam Zeyd'e
nisbetle tarihçilerin üzerinde ittifak ettikleri noktalar bulunmasına rağmen,
Zeydiyye'nin usul alimleri, Mi'yar el-Ukul'an şerhi Minhac el-VusuFda belirtildiği
gibi, şöyle derler:
"Bir müctehidin
bütün Kur'an ve sünnet ahkamını bütün sınırlarıyla bilmesi şart değildir."
Belki de bunun nedeni, onlara göre içtihadın bölünebilir oluşudur. Buna dayanarak
deriz ki, içtihad kamil olduğu takdirde içtihadı yapan kişinin Kur'an ve
sünnete ait hükümleri bütün sınırlarıyla bilmesi şart koşulur. Onlara göre Ali
Beyt'ten masum sayılan şahsiyetlerin söylediği hükümlerin de bu bilgilere
eklenmesi doğru olur. Masum sayılan bu kişiler, Hz. Ali, Hz. Fatimatu'z-Zehra,
Hz. Hasan ile Hüseyn-i'dir. Allah hepsinden razı olsun.
434- c)
Üçüncü şart, sünneti bilmektir. Bu şart, en temel espirisi üzerinde alimlerin
ittifak sağladığı bir şarttır. Şüphe yok ki, yükümlülük getiren hükümleri
içeren sünnetin tamamını bilen bir kişi olması şart koşulur. Şüphesiz sünnetin
tamamı sistemli sahih bir kitap halinde toplandıktan sonra teklifi hükümleri
kapsayan sünneti ezberlemesi şart değildir. Ancak şart olan, o sünnetin
yerlerini ve kaynaklarından istihraç etme yollarını bümesidir.
Bu konuda zeydiler,
cumhurla aynı düşünceyi paylaşırlar. Çünkü zeydiler, ellerinde Al-i Beyt
tarikından gelen bir rivayet bulunmadığı takdirde, fukaha cumhurunca maruf olan
sünneti kabule şayan bulmakta ve onunla amel etmektedirler. Nitekim sünnet konusunu
açıklarken, zeydilerin rivayet konusunda Al-i Beyt imamlarına diğerlerinden
öncelik tanıdıklarını açıklamıştık.
Kur'an konusunda
söylediğimiz bu noktada, onlara göre bazı konularda ictihadda bulunan kişiye
nisbetle ahkamı kapsayan sünneti bütün yönleriyle bilmenin şart olmadığı
hususu gündeme gelir. Çünkü onlara göre ictihad bölünebilir.
435- d)
Dördüncü şart, icma'ı ve ihtilaf edilen konulan bilmektir. İcma edilen konulan
bilmek, hakkında hiç kimsenin ihtilaf etmediği bir husustur. Çünkü müctehide
düşen ilk görev,
geçmiş otorite kişilerin üzerinde icma' sağladığı ve çeşitli mertebelerine göre
hakkında icma'a varılan konulan bilmeye yönelmektir. Şüphesiz haberdar olduğu
bu icma', bir mesele hakkında hüküm çıkarırken müctehidi başıboş davranmaktan
kurtarır. Zira yapılan icma' ile hüküm verip, herhangi bir meselede yapılan
icma'm ardından ictihad etmemek, müctehidin görevleri arasındadır.
Bazı fakihler, fıkhın
ölçütlerini iyi anlamak, aralarındaki dengeyi sağlamak, en muhkemini ve en
sağlamını bilmeye erişmek, böylece değişik kaynak haberleri tanımak için,
sahabeden ve tabiinden olan fakihlerin ihtilaf ettikleri noktaları bilmeyi şart
koşmuşlardır. Nitekim bazan herhangi bir fakihin nezdinde diğerlerinin vakıf
olamadığı kaynak haberler bulunabilir. Ayrıca Nebi (s.a.v.) in hadisleri de
bazı bilginlerin gözünden kaçabilir, fakat hepsinin gözünden kaçmaz.
Nitekim Ebu Hanife,
halkın en bilgininin, onların ihtilaf ettikleri noktalan en iyi bilen kimse
olduğunu söylüyordu. Ayrıca İmam Muhammed Bakır, İmam Zeyd ve İmam Sadık,
çağdaşlan içerisinde, halkın ihtilaf ettikleri noktaları en iyi bilen
şahsiyetlerdi. Öte yandan İmam Zeyd (r.a.), halkın arasında dolaşan bilgilerin
tamamını bilmek, onlan ayıklayıp temizlemek ve kalbinde tertemiz, gelişme
gösteren bir ilim olarak canlanan hususları seçip-almak noktasında aşın
hırslıydı. Nihayet hayatını anlatırken bu konuya işaret etmiştik.
436- e)
Beşinci şart, kıyasın bütün şekillerini ve tariklerini bilmektir. İçtihadın bu
türünü bilmek, aşağıdaki üç durumu göz önünde bulundurmayı gerektirir:
1- Hükümlerin
üzerine bina edildiği nassların usûllerini ve nassların hükümlerinin üzerine
kurulduğu, ayrıca fer'in hükmünün, asıl üzerine ilhak edilmesi imkanını veren
illetleri bilmek.
2-
"Sadece geçiş sağlamadığı kesinlik kazanan husus üzerine kıyas
yapılabilir" kuralı gibi, kıyasın kanunlanm ve genel kaidelerini bilmek.
Aynca kıyasın, üzerine kurulduğu illetlerin vasıflarını bilmek.
3- Selef-i
salihinin, hükümlerin bina edilişine esas saydıkları ve birçok fikhi kuralı
onlara göre istihraç ettikleri hükümlere ait illetleri iyice kavrama konusunda,
edindikleri metodlan bilmek. Zeydiyye buna, AI-i Beyt imamlarının kıyas
konusunda edindikleri ve fıkhî görüşlerini dayandırdıkları metodlan da bilmeyi
eklerler.
437-f)
Altıncı şart, şer'i hükümlerin genel amaçlarım bilmektir. Böylece müçtehid,
islam'ın geçerli saydığı, zaruriyat, hâciyât ve tahsiniyat olarak üçe ayrılan
maslahatları bilmiş olur.
Ayrıca Şeriat'ın
yükümlülükleri konusunda kabul gören veya arzu edilen meşakkat-ferle, uygun
olmayan ve arzulanmayan zorluklan, öte yandan Allah Sübhanehu ve Teala yolunda
cihad etmek gibi sürekli olmayan zamanlarda taleb edilen meşakkat türlerini ta-
mmış olur.
İşte kıyasın
şekillerini, hükümlerin odak noktasını ve münasib vasıfları bilmeye muktedir
olabilmesi için, müçtehidin yukarıdaki hususları bilmesi gerekir.
Bunun gayesi, Zeydiyye
kitaplarının da belirttiği gibi müçtehidin kıyas vecihlerini, ayrıca mürsel
istidlal ile mürsel münasibin üzerine kurulduğu mesalih cinslerini bilmesine
imkan sağlamaktır.
Şüphesiz, İslam'ın
muteber saymadığı hayal mahsulü maslahatlardan müçtehidin uzak kalması için,
İslam'ın benimsediği insani maslahatları ve vehmi maslahatları tanımak, iki
zorunlu görevdir. Ayrıca müçtehidin zararlı ve yararlı şeylerin Ölçüsünde dengeyi
sağlaması, böylece zararlı olanları defedip yararlılarını celbetmeye öncelik
sağla-ması,topluma yarar sağlayanları fertlerin yararına olanlardan Öne
alabilmesi için, olaylardaki yarar-zarar ölçüsünü bilmesi gerektiği gibi.
438- g)
Yedinci şart, sağlıklı bir anlayış ve güzeî bir takdir gücüne sahip olmakür.
Getirilen bu prensip, şart ve yönlendirmeleri daha önce geçen bütün malumatı,
görüşle-.rin çürüğünü sağlamından, cılızını dolgunundan ayırdetme noklasında
kullanmayı sağlayan araçtan ibarettir. Bazı fakihler, tanımların ve delillerin
şartlarını onları sıralamanın yollarını bilmek demek oian mantik'ı bilmeyi de
şart koşmuşlardır.
Diğerleri ise,
fakihlerin numune-i timsali durumunda olan sahabe fakihlerinin böyle bir ilmi
bilmedikleri esasına dayanarak bu prensibe karşı çıkarlar. Şüphesiz Zeydiyye
imamlarının büyük çoğunluğu, istinbat yönünden insanların en güçlüsü idiler.
Bununla birlikte hiçbirisinin mantık ilmine vakıf oldukları biJİnmemiştir.
Bilakis mantık ilmi araplara, bu değerli mezhebin imamı İmam Zeyd'in şehid
edilmesinden sonra intikal etmiştir.
439- h)
Sekizinci şart, niyetinin sağlıklı olması ve itikadının da sağlamlığıdır. Şüphesiz
güzel niyet, kalbi Allah Teala'nin nuruyla aydınlanmış duruma getirir. Böylece
kişi bu eşsiz dinin özüne nüfuz eder. Kuşkusuz Allah Teala, ihlaslı olan
kimsenin kalbine hikmeti atar ve böylece onu hidayete erdirerek sapıklıktan
uzaklaştırır. Yine kuşkusuz gerçeği arama yolunda ihlaslı davranmak, onu
arayanı gördüğü her yerde o gerçeğe tutunur duruma sokar. Böylece kişi bağnaz
olmaz ve sapıklığa düşmez.
Şatıbi'nin de dediği
gibi ictihad, Rasulün yerine geçerek Allah'ın şeriatını açıklamak için
müçtehidin yücelmesi olayıdır. Bu makama da ihlas sahibi olmayanlarla bid'at peşinde
koşanlar ulaşamaz. [3]
440- Bir
Önceki bölümde içtihadın şartlan üzerinde durduk. Onlar, asıl oluşlarında
ve derli-toplu
bulunmalarında ittifak sağlanan şartlardır. Her ne kadar bazı ihtilaflar bulunsa
da bunlar teferruat ve ayrıntılar üzerindedir. Ayrıca onlar, kamil bir
içtihadın şartlarım oluştururlar. Zeydiyye'ye göre ictihad, kamil ve nakıs
olmak üzere iki tabakadan müteşekkildir. Öte yandan zeydiler, imamlarının
yaşadığı dönemden sonra da ictihad kapısını açık bulundururlar. Bu konuda ileri
görüşlü bir yol izlerler. Fakat acaba zeydi-lerin yaptığı ictihad hangi tür
ictihaddır; müçtehidin müstakil davrandığı mutfak ictihad mı, bünyesinde
bağımsız hareket etmeksizin belli bir mezhebe intisabı taşıyan ictihad mı,
yoksa Ali Beyt'ten Zeydiyye imamlarının fıkıh usulü olarak benimsediği
usullerin, metodlann, ayrıca Zeydiyye mezhebiyle uyum sağlayan fıkhi
illetlerden elde edilmiş kaidelerin dışma çıkmadan mezhep içerisinde
gerçekleşen mücerred tahric olayı mıdır?
441- Şimdi
bizim, usul alimlerinin ortak karara vardığı, ayrıca İslam'ın karar kılmış ve
kesinlik kazanmış her mezhebinde mevcut olan, içtihadın genel mertebeleri
konusunun ayrıntılarına girmemiz gerekmektedir.
Bu hususun
açıklamasına girerken, her asırda insanların "fetva veren" ve
"fetva isteyen" şeklinde ikiye ayrıldığını söyleyebiliriz. Nitekim
insanlar sahabe, tabiin ve mücte-hid imamlar dönemlerinde "müctehid"
ve "müîtebi=îabi olan" olmak üzere iki kısma ayrılıyordu. Bu durum,
büyük İslam beldelerinde mezheplerin oluşmasından sonra da asırlarca devam etmiştir.
Nihayet müctehidler,
büyük beldelerdeki mezheplerin ve Şia mezhebinin oluşumundan sonra aynı tabaka
halinde kalmadı. Bilakis en güzel sıralamaya göre dört tabakadan oluştular:
1) Müstakil
hareket eden müctehidler,
2) Bir
mezhebe bağımlı olan müctehidler,
3) Tahric
ehli olan müctehidler,
4) Tercih
ehli olan müctehidler. Taklid ehli olanlar da üç bölüme ayrılır:
1- Herhangi
bir mezhep içerisinde daha önceki otoritelerin tercih ettiği hususları bilen
alimler,
2- İlgili
kitapları anlama gücü olan alimler,
3- Halk
tabakası.
Şimdi bu kısımların
herbirisine açıklık getirelim: [4]
442- Bunlara
"Şeriat müctehidleri" denilir. Yine bu kimseler yukarıda bahsedilen
şartların tamamını eksiksiz bir
şekilde üzerinde
bulunduran kişilerdir. Ayrıca bunlar, hükümleri kitap, sünnet ve çeşitli görüş
beyan etme yöntemlerinden istihraç eden kimse-
lerdir. Yine bu
şahsiyetler, ictihadda bulunma metodlannı ve müctehidlerin çalışmaları-m
dayandırdıkları temci ilkeleri planlarlar. Nihayet bu kimseler, Kitap ve
sünnetin koyduğu sınırlamalar, aynca dinde zorunlu oiarak bilinmesi kesinlik
kazanan hususlar veya sahabenin üzerinde icma' sağladığı şeyler dışında
kendilerini hiçbir sınırlamayla bağımlı görmezler. Demek oluyor ki bu kişiler,
yukarıda sayılanlar dışında bağımsız hareket ederler. Zeyd b. Ali ve
atalarıyla, hicri ikinci ve üçüncü yüzyılda ortaya çıkan diğer imamlar yanında
İmam Hadi gibi Zeydiyye imamları, bunlar arasındadır. Nitekim bu şahsiyetler
arasında Ebu Hanife, Malik, Evzai, Şafii, Ahmet ve Süfyanes-Sevri bulunduğu
gibi, Ebu Yusuf, Muhammed, Ziifer ve İbn Huzeyl'den oluşan Ebu Hanife'nin arkadaşları
da bunlardandır. Şüphesiz bu kişiler, Ebu Hanife'ye arkadaş olmaları,
görüşlerini canlı tutmaları, onun adına rivayette bulunmaları kendi
görüşlerinin toplamını onun görüşleriyle birleştirerek başlı başına ayakta
duran bağımsız bir mezhep saymaları yanında kendileri de gerek usulde, gerekse
furu'da söz sahibi idiler. Fakat durumun Ebu Hanife'nin görüşleri dışında
fetva vermeyi zorunlu kılması hariç, uygulama noktasında onun görüşlerine
öncelik hakkı tanınmıştır. Bu hususa birçok meselelerde rastlanılmıştır.
Şüphesiz bazı Hanefi
mezhebi fakihleri, yukarıda ismi geçen Ebu Hanife arkadaşlarının bağımsız
birer müctehid olmayıp, ikinci kategoriye dahil olduklarını, çünkü her ne kadar
fer'i konularda Ebu Hanife'ye muhalefet etseler de, usul ve metod bakımından
İmam Ebu Hanife'ye bağımlı olduklarını ileri sürerler. Fakat kaynak usul
kitapları, bu şahsiyetlerin bazı durumlarda usul konularında da Ebu Hanife'ye
muhalefette bulunduklarını tesbit eder. Nitekim Ebu Yusuf ahad haberlerin
Kur'an-ı Kerim'in umumi lafızlarını tahsisi konusunda üstadı Ebu Hanife'ye
muhalefet eder. Şüphesiz bu mesele birçok fer'i konuların üzerine bina edildiği
önemli bir ilkedir.
443-
Kuşkusuz bazı alimler, herhangi bir asrın bu tür bağımsız ictihad olayından
yoksun bulunabileceğini ileri sürerler. Hatta bazı Şafiilerle Hanefiler ve
Malikiler, böyle bir kapıyı kapatmışlardır.
Hanbelilere gelince,
onlar hiçbir asnn bu tür ictihad olayından yoksunluğunun caiz olamıyacağı
şeklindeki açıklamalarım sık sık tekrarlarlar. Nitekim bu konuda, İmam Ahmet'in
Mümed'inde Nebi (s.a.v.) den şöyle buyurduğunu rivayet ettiği haberle hüküm
verirler:
"Şüphesiz Allah,
her yüzyıl başında bu ümmet için, dininin fonksiyonlarını yenüeş-tirecek
kimseyi gönderir."
Şüphesiz usul
konusunda kitap yazanlar, mutlak ictihad kapısının açık olduğunu, hatta vacib
olduğunu açıklarken sözü çok ileri noktalara vardirmıslardır. Nitekim Şev-kani
deîrşad el-Fuhul adlı kitabında bu tür içtihadın alimler nazarında, mezheplerin
tedvin edildiği çağda yapılan ictihaddan daha kolay olduğunu iddia etmiştir. Bu
hususta şöyle demiştir: "Anlayışı en kıt olan kişi dahi Allah Teala'nın
içtihadı sonradan gelenle-
re, öncekilere nasib
olmayan biçimde kolaylaştırdığını hemen anlar. Çünkü yüce kitabın tefsirleri
fedvin edilmiş, bu tefsirler sayılamayacak düzeyde çoğalmıştır. Ayrıca tertemiz
sünnet de aynı şekilde kaleme alınmış, öte yandan bu ümmetin alimleri, tefsir,
cerh ve ta'dil, tercih ve tashih üzerinde, müctehidin ihtiyaç duyacağından daha
fazla açıklamalarda bulunmuşlardır."[5]
Kuşkusuz îmamiyye ve
Zeydiyye'nin açıklamaları, ictihad kapısının açık bulunduğu noktasında ittifak
sağlamıştır. Fakat ittifak edilen bu ictihad acaba mutlak ictihad mı, yoksa
bağımlı ictihad mıdır?
Şüphe yok ki, Hadi,
Nasır ve Kasım gibi İmamların metodlar konusundaki açıklamalarının,
diğerlerinin ötesinde bir saygınlığı vardır. Dolayısıyle, diğerlerinin yaptığı
içtihadın müstakil olması mümkün değildir; ancak ikinci kısımda açıklayacağımız
gibi bağımlı olabilirler. [6]
444- Bu
kısım müctehidler, fer'i konularda ictihad yaparlar. Hükümlerini usullerden
istihraç ederler. Fer'i konularda bazan imamlarına karşı çıkmakla birlikte,
mezhep imamının çizdiği metodlara sıkı sıkıya bağımlı kalırlar. Dolayisıyle
Müzeni gibi Şafii mez-hebi'ne bağımlı kalanlar, İmam Şafi'nin er-Rİsale de
çizdiği metodlara karşı çıkamazlar. Lakin bazan fer'i konularda ona karşı
çıkabilir, böylece fer'İ konuların tamamında veya bir kısmında İmam Şafii'nin
görüşleriyle paralellik arzetmeyen bir hususu istinbat edebilirler. Aynı
durum, Abdurrahman b. Kasım, İbn Vehb ve İbn Abdil-Hakem için de söz konusudur.
Bu şahsiyetler, intisab ettikleri mezhebi taklidi olarak değil de içtihadı olarak
benimsemişlerdir.
Bu noktada biz,
imamların dışındaki Zeydiyye içtihadının, bu iki ictihad türünün hangisine
mensub olduğunu anlamak istiyoruz; acaba bu ictihad mutlak ictihad mı, yoksa
mezhebe bağımlı ictihad mıdır; yani bu müctehidler bir mezhebe bağlı
müctehidler midir?
Şüphe yok ki İmam Zeyd
ve Nebi'nin soylu sülalesinin oluşturduğu imamlar tabakası, asla şüphe
götürmeyen ve mutlak anlamda ictihad yapıyorlardı. Fakat biz, daha sonra
Zeydiyye ismini sistemli hale getirenleri iki kısma ayırıyoruz:
a) Nefs-i
Zekiyye, kardeşi İbrahim ve daha sonra gelen Mansur, Müebbid, Yahya üe'I-Hakk
gibi bu mezhebi yenileştiren ve Al-i Beyt'ten olan imamlar bölümüdür ki, bu
şahsiyetler mutlak ictihadda bulunma kariyerini taşıyan müctehidlerdir.
Bunların arasında İmam Zeyd'in yaptığı içtihada muhalefet edenler vardır.
Nitekim onların usuller konusunda ters düştüklerini gördük. Aynca bunlar
arasında bir temel ilkeyi destekleyenler olduğu gibi, başka bir gurup da ona
muhalefet ediyodu. Şüphesiz bu usulleri ve o kaideleri İmam Zeyd kaleme almadı;
bilakis kendisinden sonra yazıldı.
b) Al-i Beyt
dışından gelen ve bu mezhebe göre ictihad yapıp fetva vermekle meşhur olan
müctehidler arasından sözkonusu mezhebe intisab edenler. Bu müctehidlerin
ictihad konusundaki mertebelerini mutlak ictihadda bulunan müctehidlerin
mertebesine yükseltmemiz imkanı yoktur. Çünkü her ne kadar bunlara seçimde
bulunma hakkı verilmişse de, imamların koyduğu usullerle bağımlıdırlar. [7]
445- Bu tür
müctehidlerin iki fonksiyonu vardır:
a) İmamların
Ölçütlerini ve fıkhi metodlanni üzerine bina ettikleri fıkhi illetleri elekten
geçirmek ve o illetleri, mezhebin, hükümlere uygulanan, ayrıca cüz'i
meselelerin hükümlerinin de onların ışığında tanındığı kaideler şeklinde
görmek. Böylece mezhebin külli prensiplerini bağımsız hale getirirler. Onların
bu konuda yaptıkları ictihad, mezhep imamının hükümleri üzerine bina ettiği
hususları tanıtmak ve netleştirmekten ibarettir,
b)
Yüklendikleri fonksiyonların bir diğeri, bu illetleri, imamın döneminde meydana
gelen, o konuda da imamın görüşüne rastlanmayan fakat kendi asırlarında ortaya
çıkan olaylara uygulamaktır. Şüphesiz bu kategoriye giren müctehidler, mezhep
imamlarının yaptıkları kıyası dayandırdıkları vasıf olarak bilinen illetleri
uygulamak suretiyle, olaylara ait hükümleri elemeye tabi tutan kişilerdir.
Dolayısıyle bu eylem, mezhebin dışına Çıkma sayılamaz. Zira imamın ictihad
yaparken gözettiği illeti uygulama alanına koymanın, imamın görüşünden
ayrılmış değil de, aksine o imamın görüşüyle hüküm verme anlamı taşıyacağı,
gelenekleşmiş olaylar arasındadır. Bu gerçeğe tahkiku'I- menat adı verilir.
Yani illeti bilinen hükmü bu illetin gerçekleştiği her olay üzerinde uygulamak
demektir. Nitekim maiikiler ve diğerleri daha önce işaret ettiğimiz gibi,
hiçbir asnn bu tür ictihaddan uzak kalamayacağı kanaatine varmışlardır.
Bu kategoriye giren
müctehidler, herhangi fer'i bir meselede kendi'imamlarına karşı olamazlar.
Ancak bu tabakaya mensup müctehidler, halkın toplumsal çıkarlarıyla daha çok
bağlantılı olduğunu, ayrıca fıkıh kurallarının daha net bir şekilde
gerçekleştiğini gördükleri hususlarda aynı mezhep imamlarının görüşleri
arasından seçme yapabilirler.
Çeşitli mezhepler
İçerisinde bu tür müctehidler çokça bulunduğu gibi, Zeydiyye mezhebi içinde de
aynı sınıftan müctehidlere çokça rastlanmaktadır. Biz de hiçbir asnn bu tür m
ücteh idlerden uzak kalamiyacağı görüşündeyiz,[8]
446- Bunlann
çahşma alanı, herhangi bir fer'i veya asli meselede ya da kaideleri elemeye
tabi tutma noktasında ictihadda bulunmayı kapsamaz. Aksine bu kişilerin çalış-
ma alanları en fazla
tercihe şayan görüş ve rivayetleri açıklığa kavuşturmakla sınırlıdır. Ayrıca
mezhebe ait çeşitli görüşleri sistematik hale getirmek, delillerini açıklığa
kavuşturmak, aralarında tercihe daha layık olanını ortaya çıkarmak, daha sonra
da rivayetlerin mertebelerini tanınır hale getirerek onlar arasından bir
rivayeti diğer rivayet üzerine üstün saymak, bu müctehidlerin çalışma sahaları
arasındadır. Bütün bu çalışmalar, mezhep kitaplarında kaleme alınmıştır. Bu
kişiler mukallidlerle müctehidler arasındaki mertebede bulundukları gibi,
ictihadları da yeniden yapılanma dairesi içerisinde değil tercih dairesi
içerisindedir. Bu uygulama da kolay bir iş değlidir. Serahsi ve genel yapısı
itibariyle Kemaleddin İbn Humam bunlar arasındadır. Her ne kadar böyle bir
müctehidin bazan başka mezheplerden seçme yapma ve bazı meselelerde ictihadda
bulunma yetkisi varsa da, bu açıdan cüz'i anlamda serbest hareket eden bir
müctehid olduğu düşünülebilir. [9]
447- Avam tabakası bu
mukallidler arasında sayıldığı gibi, kendilerini belli bir dü-Şünce sistemine
teslim eden yahut belirli bir mezhebin aktarıcılığı mertebesini aşmaya güçleri
yetmeyen alimler de bu gurubun arasındadır. Bu kimseler, rivayet yahut delilleriyle
tercihe şayan görüşleri aktarırlar. Sadece tercih konumlarını tanınır hale
getirmek, aynca tercih ve zayıflık derecelerini sıralama noktasında çaba
sarfederler. Dolayısıyla bunlann tahric ehli veya tercih ehli olma haklan
yoktur. Lakin onlara düşen görev, sadece rivayet yahut delil olma açısından
benimsenebileceğine dair açık delil bulunan tercihe şayan görüşle amel
etmektir. Her ne kadar bu kimseler mutlak taklidci anlamında mukallid iseler
de, mezhep sınırlan içerisinde fetva verme hakları vardır. Nitekim bunlar
hakkında İbn Abidin şöyle diyor:
"Şüphe yok ki,
belirli bir mezhebin, ihtilaf konusu olan tercihe layık görüşünü daha az tercih
edilenden ayırdetmek, bir de kuvvet ve zayıflık açısından mertebelerini tanımak,
ilim tahsili yolunda kollannı sıvayanlann ulaşmak istedikleri son noktadır. O
halde müfti ve yargıca düşen görev, cevap verirken kararlılık göstermek,
ayrıca helal olanı haram kılmak veya bunun zıddını yapmak suretiyle Allah'a
iftira etmekten korkarak cevaplamalarında ölçüsüz davranmamaktır."[10]
Şüphesiz bu merhale,
islami ilim konusunda kollannı sıvayanlann amaçladıkları son nokta
değildir..Lakin o, hangi türden olursa olsun, ictihad kapılarını kapayan mutlak
taklitçilik dairesi içerisinde aşın çaba harcayanların ulaşacaklan son
noktadır.
Nihayet bu tür
mukallidler, mezhebin bünyesinde oluşmayan hususları anlama kud-retleriyle
birlikte, o mezhebin temel ilkelerini, genel kaidelerini ve fer'i meselelerinin
çoğunluğunu çepeçevre kuşatma özellikleriyle sivrilirler.
448-
Yukarıda bahsettiğimiz tabakayı, avamla alimler arasındaki bir tabaka izler
Onlar da, mezhebi çepeçevre kavramaksızın, sadece o mezhebin kitaplarını
algıiayabil-me yeteneği bulunanlardır. Dolayasıyîe bunlara tercih ehlinin
tercih yapma yeteneği ve tercih tabakalının temyiz etme ilmi verilmemiştir.
Nasslan algılama yetenekleri olmadığı, ayrıca olayın fıkhım, olaya uygun düşen
hükmü, öte yandan olaya uygulanabilecek yargıyı kavramaya izin veren ilim
kendilerine bahsedilmediği için, bu kimselerin fetva verme hakkı yoktur.
Bu kişilerle ilgili
olarak İbn Abidin şöyle der:
"Onlar,
rivayetlerin zayıf ve güçlü olanını tanıyamazlar. Ayrıca sağı-solu
ayirdede-mezler. Geceleyin odun toplayan kimse gibi hazır bulduklarını
toplarlar. Onlan taklid edenlere yazıkların yazıklan olsun."
Bu tür insanlar
asrımızda pek çoktur. Bunlar arasında, şeriat'm kaynaklarını ve çıkış
noktalarını bilmeden, bilakis o şeriatın herhangi bir mezhebini bile
kavramadan; daha doğrusu görüşleri arasında tercih edilebilen yönleri, hatta o
mezhebin görüşlerinden en fazla tercih edilebileni öğrenmeden boy gösterisinde
bulunan, böylece kendisinde mutlak ictihad hakkı var olduğunu iddia eden
kimseler vardır. Öyle ki, düşünce sınırlamalarından sıyrılanlara göre tüm bu
bilgiler birer fikir anarşisinden ibarettir.
Mukallidlerin
oluşturduğu bu tabakayı, avam tabakası izler. [11]
449-
Zeydilerin çoğunluğu, içtihadın bölünebileceği görüşündedir. Buna göre, bir
müctehidin diğer konularda değil de, sadece tek bir konuda ictihadda bulunması
caizdir. Böylece, müctehidin, alış-veriş konularında değil de, yalnız ibadet
konularında; yahut hem alış-veriş, hem de ailevi konular arasından sadece biri
hakkındaki istınbat usul ve metodlannı bilmesi normaldir. Bu durumda ictihad
yapabildiği konuda müctehid, diğer konularda mukallid olur.
Hanbelilerin çoğunluğu
da bu görüştedir. Nitekim îbn Kudame bu konuda der ki: "Her ne kadar diğer
konuların hükmünü bilmese de, sadece bir meselenin delillerini ve düşünüş
biçimlerini bildiği zaman (yani müctehid) o konuda müctehiddir. Sözgelimi
müşrike meselesi üzerinde araştırma yapan kişiye, feraiz ilminin usul ve
kavramlarını bilerek sadece o konuda fakih olması yeterlidir. İsterse sarhoşluk
veren şeylerin yasaklanması konusunda ve hatta bundan da önce, nikahla ilgili
olarak gelen haberleri bilme-miş olsun. Zira bu meseleyi ele almak İçin, adı
geçen konulardan yardım umulmaz ve o konulan bilmemek de zarar vermez."[12]
Fakat usul alimleri
cumhuru, içtihadın bölünemeyeceği görüşündedirler.
450- Şüphesiz Zeydiyye'nin çoğunluğu
nezdinde, içtihadın bölünebilirliğinin benimsenmesine göre, mutlak veya
bağımsız içtihadın iki mertebesi vardır:
a) Kamil
icühad mertebesi. Şer'i meselelerin tamamında yapılan bu içtihadın yetkisi,
müstakil müctehid konusunda belirttiğimiz şartların tümünü taşıyan kimseye
aittir.
b) Nakıs
ictihad mertebesi. Bütün fıkıh alanında değil de, sadece belirli bölüm ve
meselelerinde yapılan ictihaddır.
451- Bu açıklamayı Zeydiyye nazarmdaki mutlak
müstakil ictihad imamlarına uyguladığımız zaman bu konuda kendilerini Kitap
ve-sünnet ve Ali (k.v.)nin görüşlerinden başka hiçbir şeyle bağımlı görmeyen
ve mutlak müctehidlikleriyle şöhret bulan soylu Peygamber sülalesinden gelen imamlar
dışında, müstakil müctehid vasıfına layık hiçbir müctehid bulamayız. Bu
imamlardan, ictihadlannın bazı meseleleri kapsayıp, bazılarını kapsamadığı
hususu bilinmemektedir. Dolayısıyle İmam Zeyd b.Ali'nin ictihadları-nın, fıkhın
tamamıyla değil de bir bölümüyle sınırlı olduğunu söylemekten Allah'a sığınırız.
Aynı şekilde İmam Hadi'ye yönelik içtihadın da belirli bir taifeyle sınırlı
olması mümkün değildir.
Mutlak müctehidlik
makamı sadece yukarıdaki imamlar nezdinde söz konusu olduğu takdirde, yukarıdaki
taksimi onlara uygulamak mümkün olmadığı gibi, ayrıca bu tür içtihada nisbetle
böyle bir taksimin tasavvur edilmesi imkam da yoktur. Belki de bu taksim olayı
Zeydiyye'nin usul kitaplarında, fıkıhlarında uygulanan olaylara rastlanılmayan
teorik mesele şeklinde zikredilmiştir.
Lakin içtihadın
bölünebilirliği, meydana geliş açısından mutlak içtihadın dışında oluşur. Zira
bu olay, müctehidin müntesib durumunda bulunduğu ictihadlarda düşünülebilir.
Oysa içtihadın bölünebilmesi hadisesi, Zeydiyye alimlerinin müctehid Ali Beyt
İmamları (Allah hepsinden razı olsun) dışındaki alimler hakkında caiz
gördükleri bir durumdur. [13]
452-
Zeydiyye, müctehidin ilk başta ortaya konulan icmalara yönelmesi gerektiği
kanaatindedir. Bunun nedeni, bir hususta kesinlik ifade eden mütevatir icma'
bulunduğu takdirde verilecek fetvanın gayet açık oluşudur. Müctehidin burada
yapacağı iş, sadece fetvası istenilen meseleyi, çözüm şeklini, ayrıca icma'
kaziyyesinin o meseleye uyarlanma dozajını iyi kavramasıdır. Nitekim sözümüzün
başında icma' türlerinden birisinin, bellenmesi zaruri sayılan icma' olduğunu
zikretmiştik. Bu tür icma', namaz rekatlarının sayısı ile İslam'ın temel
rükünleri ve diğerleri gibi, dini zorunlu olarak bilinmesi gereken konularından
sayılan meselelerde icma' sağlamaktır.
453- Bir
mesele hakkında icma' gerçekleşmediği fakdirde müctehid, her ikisi de aynı
mertebeyi teşkil eden Kur'an-ı Kerim ile mütevatir sünnete yönelir. Çünkü
ikisinin senedi de katidir ve aralarında sened açısından değil, sadece delalet
açısından öncelik düşünülebilir.
Bu nedenle Kur'an ve
mütevatir hadisin manalarım birisi nasslar, diğeri zahirlerden ibaret olmak
üzere iki kısma ayırdılar. Böylece Kur'an ve sünnetin oluşturduğu mütevatir
nasslar, sünnetin ahad haberlerinin oluşturduğu diğer nasslardan öne
alınmıştır.
Delaleti açısından
birisi nass, diğeri de zahir olup, birbirleriyle çeliştiği takdirde nass
zahirden öne alımr. Çünkü nass ihtimal kabul etmez, fakat zahir kabul eder.
İhtimal kabul etmeyen, delil getirme açısından, kabul edenden önceye alınır.
Çünkü ihtimalli oluş, onun kuvvetini zayıflatır.
Dolayısıyle yerinde
yapmış olduğumuz tafsilat üzere Kitap ve mütevatir sünnetin zahirleri, ahad
haberlere takdim edilir.
454-
Adıgeçen deliller, senedi açısından kati sayılırlar. Şayet senedi açısından
katiy-yet ifade eden bu deliller bulunmazsa, o zaman müctehid, senedi açısından
zannilik bulunan delillere yönelir. Dolayısıyle Kitap ve mütevatir sünnetten
sonra müctehid, isnadı yönüyle zannilik bulunan delillere teveccüh eder. Daha
doğrusu ahad haberlere yönelişte bulunur. Lakin zeydiler, sünnetin tümünü bu
mertebede görmezler. Aksine sadece kavli hadisleri Kitap ve sünneti izleyen bu
mertebede görürler. Böylece müctehid, kapsadığı manalardan başkasına ihtimali
bulunmayan lafızların oluşturduğu ahad haberlerin nasslanna yönelir. Daha sonra
bu nassları, mânalarına delaleti açısından ihtimal kabul eden lafızlar demek
olan zahirler takib eder. Bunun nedeni,"Kitap" konusu içerisinde
delil getirme açısından ihtimal kabul etmeyen lafızların, ihtimal kabul edenden
öne alınacağı tarzında yaptığımız açıklamadır. Çünkü ihtimal kabul ediş,
İçerisinde ihtimal bulunduğunu kabullenme kapısını açık bulundurur. Umumi
lafızlardaki ihtimal, nassla tahsis edilmesi için kapıyı açık tutar. Böylece
çelişme anında nassı öne almak, her iki delile de işlerlik kazandırır.
455- Bunlann
hepsi şer'i nasslarm lafızlarından yani mantukundan elde edilen hükümler
konusundadır. Şüphe yok ki bu hükümler, nasslann mefhumundan elde edilenlerden
önde gelir. Mantuka delaleti kuvvetinde yahut bir alt kuvvette olması açısından
mefhum-u muvafakat hakkında ihtilaf edilmesine; ayrıca şer'i hükümlere ait
istinbat yollarından birisine kesinlik kazandırması yahut ona hiç değinmemesi
açısından mefhumu muhalefet hakkında ihtilafa düşülmesine rağmen bu mefhum
ister mefhum-u muvafakat, isterse mefhum-u muhalefet olsun, değişmez.
Kuşkusuz varlığını
kabullenenlere göre mefhum-u muhalefet, nasslann mantukuna delaleti açısından
sonra gelir. Zira delalet yönünden mantuk daha güçlüdür. Delaleti yönünden
daha güçlü olanın' daha alt güçteki bir delille çelişmesi halinde onu geçersiz
hale getirir ve o delile iltifat edilmez.
Mefhumlar nasslann
sened açısından kuvvetli oluşlarma göre sıralanmışlardır. Buna göre, Kur'an-ı
Kerim ve mütevatir sünnetin mefhumları, ahad haberlerin mefhumundan daha
öndedir. Çünkü mefhumlar kuvvetini nassdan alırlar. Senedi kati bir delille
sabit olan nass, senedi zanni bir delille sabit olan nassdan daha güçlüdür.
Dolayısıyle birinciden alman mefhum da, ikincisinden alınan mefhumdan daha
güçlü olur. Zira mantuk ve mefhumun her ikisi de lafızlar konusundaki rivayetin
kuvvetine dayanır.
İster mantuk, isterse
mefhum olsun, ayrıca ister senedi açısından tevatür yoluyla kesinlik kazansın,
isterse de zanni bir yolla sübuta ersin, lafızlardan elde edilen hiçbir hüküm
mütevatir sünnet düzeyinde değildir.
Kavli sünnetin
delaletini, Nebi (s.a.v.) den tevatür dışındaki bir yolla rivayet edilen fiili
sünnetin delaleti izler. Şüphesiz fiili sünnetin delaleti, bu delalet her ne
olursa olsun, kavli sünnetin delaletlerinden sonra gelir. Nitekim bu hususu
daha önce açıklamıştık.
456- Bu
delilleri, kıyas ve kıyasla ilintili hususlar izler. Müctehid kendi görüşünü
belirtmeye sahip olduğu müddetçe sünnetin rivayet tariki ne olursa olsun,
ayrıca nasslardan yahut fiili veya takriri sünnetlerden oluşan delaletin türü
de ne olursa olsun, ancak yanında Kitap ve sünnetten bir delil bulunmadığı
takdirde yönelebilir. Şayet bunların hepsini kaybederse o zaman müctehid re'ye
yönelir. Çünkü uyulması zorunlu olan şer'i bir delilin bulunduğu yerde re'ye
itibar yoktur.
Kıyasın hem mesalih-i
mürseleyi, hem de isühsam kapsadığını görmüştük. Demek oluyor ki genel
yapısıyla kıyas, hamlediş biçimi ne olursa olsun,nasslara hamledilenleri de
içerir. Daha önce belirttiğimiz gibi, Zeydiyye'nin benimsediği görüş budur.
Ayrıca bu konuda Hanbeliler de onlara yakınlık arzederler.
Buna göre, kıyasın
birkaç mertebesinin bulunduğu anlaşılmaktadır. Sarih nass~yahut icma' yoluyla
bilinen illet üzerine bina edilen kıyas, ilk mertebeyi oluşturur. Daha sonra
onu nasslann işaret veya iması yoluyla illeti bilinen kıyas takib eder.
İbarenin ima ve
işaretten daha güçlü olması nedeniyle böyle bir sıralamanın yapıldığı, gayet
açıktır.
Sonra da bunu, illeti
istinbat yoluyla bilinen kıyas izler. Zeydiyye'nin usul kitaplarında
açıklaması yapılan şekle göre istinbat yollan ayrılık arzeder. Daha önce kanaat
belirttiğimiz gibi, bunlann bir kısmına Zeydiyye'nin usulleri konusunda
açıklama yaparken değinmiştik. Şüphesiz kıyas ölçütlerinin çelişmesi anında
daha güçlü olana öncelik tanınır. Buna göre, illeti istihraç edilirken, icma'a
yahut sarih nassa dayanan öne alınır. Sonra ima tankıyla nassa dayanana öncelik
verilir. Daha sonra da illeti daha etkili olana
öncelik tanınır.
Böylece en önde müessir münasib, ardından nıülaim münasib. sonra da Zeydiyye
usul ü fıkıh kitaplarında belirtildiği üzere mürsel münasib gelir.
457-
Nasslann yahut nebevi kaynak haberlerin yahut da biçimi ne olursa olsun nass-lar
üzerine hamletmenin oluşturduğu bir delile dayanma imkanı olmadığı takdirde
müc-tehid, Zeydiyye mezhebine göre akim yargısına yönelir. Buna göre aklın,
kısa veya uzun vadede zarar vermeyip faydalı olacağına hüküm verdiği şey,
yararlılığın gücüne ve ölçüsüne göre mubah yahut da izin verilmiş sayılır.
Zarar yönü ağır basan husus ise, sakıncalı görülme ve yasaklanma konumundadır.
Aynı şekilde, yarar-zarar dengesi eşit durumda bulunan hususlarsa, onlara göre
mahzurlu sayılır.
Çünkü zararlı şeyleri
ortadan kaldırmak, yararlı olanları celbetmekten önce gelir. Yararlı yönü ağır
basan hususlarsa, uygulanmasına izin verilen konumdadır. Lakin za-rar-yarar
dengesi eşit olan herhangi bir işin takdirinde tartışma zemini sözkonusudur.
Şüphesiz aklın güze)
bulduğu şeylere bu perspektiften bakmak, zaten inşam şer'i usullerden birine
götürür. Zira böyle bir yararlı oluş eğer Şari'in arzuladığı yararlı şeyler
türtindense zaten bu durum, belirli bir temel ilkeye değil de,Şari'in emir ve
nehiyleri toplamına dayanan mürsel münasib kabilinden olur.
Bu esasa göre, aklın
yargısıyla hüküm vermenin, şeriatın verdiği yargıya dayanmanın dışında kalması
mümkün değildir. Çünkü herhangi bir yararlı durum, ancak Şari'in, aynı konuyu
içeren şeyle emrettiği bir türden olması halinde yakın veya uzun vadeli zarardan
halis bulunabilir. Dolayısıyle böyle bir yaklaşımla, yukarıdaki ilkenin çok
yönlü pratiği olamaz.
Nihayet müctehid,
dayanacak olumlu bir delil bulamadığımız şeylerde istishab'a yönelir. Şüphesiz
istishab, değiştirci bir şey bulununcaya kadar mevcut durumun devamına delalet
eden selbi bir delildir. Değiştirci bir delil bulunmadığında kendisine itimad
edilir. [14]
458-
Zeydiyye mezhebine göre içtihadın sürekli kalması zorunludur. Bu gerçek, şüpheye
yer vermeyecek şekilde üzerinde ittifak sağlanan bir husustur. Nitekim içtihadın
mertebelerinden bahsederken, süreklilik arzeden içtihadın, hem asli hem de
fer'i konularda müetehidin ietihadda bulunduğu mutlak veya müstakil ietihad
olmayıp aksine sadece fer'i konulardaki ietihad olduğunu söylemiştik.
Dolayısıyle müctehid, Zeydiyye mezhebi imamlarının çizdiği çizginin dışında
yeni metodlar getiremez. Ancak onların içtihadı belirlenmiş metodlar dairesinde
kalır. O müetehidler, bu ölçütleri esas alarak fer'i konularda istinbatta
bulunurlar. Çünkü o metodlara karşı çıktıkları takdirde Zeydiyye mezhebine
bağımlı müetehidler sayılamazlar. Zira bu metodlar, çevrelediği kapsam
içerisine bütün müntesib müctehidlerin girdiği bir çerçevedir. Onlar, Zeydiyye
mezhebi
fakihlerinin tümüyle
müctehid olduğunu söylerler. Dolayısıyle içtihadın bu bağımlılık çevresi
içerisinde kalması gerekir. Bu bağımlılık, şahsın mücerred bağımlılığı değil,
ancak fıkhi anlamı içerisinde belirlenmiş metodlarla kendini sınırlamaktır.
İşte bunun için deriz
ki. Zeydiyye mezhebine göre mezhebin meşhur imamları dışındakilere açık
bulundurulan ietihad, bağımlı müctehidlerin yaptığı ictihaddır. Yoksa sınırsız:
mutlak ietihad değildir.
459-
Zeydiler bu yolda iki hususu prensip edindiler
1- Mezhep
içinde hakkında bir haber bulunmayan fer'i meselelerin hükümlerini is-tinbat
etmeleri. Mezhep içerisinde benzeri bulunmayan bir olay meydana geldiğinde o
olaya ait hükmü istinbat ederler. Mezhep içerisinde hükmü bilinen meseleler
ise, ancak delili bilinip, fetva veren kişinin verdiği fetva konusunda kesin
kanata vardığı takdirde model alınabilir. Şayet fetva veren tam kanaat getirmez
yahut bu meseleler fetvanın ilgi alanına uygun düşmezse, o zaman ietihadda
bulunma ve mezhebin belirlenmiş metodla-n gölgesinde bu ilgi alanına en uygun
gördüğü hususu istinbat etme hakkı vardır. Şüphe yok ki bu uygulamada,
kapsamındaki görüşleri sıkça kullanmak suretiyle mezhebi geliştirme
sözkonusudur.
2- Onlar,
çeşitli İslam mezheplerinden seçmeler yapma kapısını da açık bulundurdular.
Böylece Zeydiyye'nin çizilmiş metoduyla uyum sağladığı sürece deliliyle kanaate
vardıkları hususu seçiyorlardı.Fetvanın ilgi alanına giren hususlarda karar
kılmış İslam mezheplerinin bu fetvaya uygun düşen görüşlerini bulduklarında onu
hemen alıyorlardı. Fakat onu almadan önce, delil oluşunu iyice bilmeleri ve
yine o delilin tutarlı ve güçlü bir delil olduğuna kanaat getirmeleri suretiyle
model almak şeklinde değil, ietihadda bulunma biçiminde alıyorlardı. Zeydiler
bu konuda imamlarının şu sözünü uygulama alanına koyuyorlardı:
"Hiç kimsenin
bizim görüşümüzle, onu nereden aldığımızı bilmedikçe hüküm vermesi doğru
olmaz."
Şüphesiz mezheplerin
en ileri düzeydeki gelişimi bu noktada yatmaktadır.
Bu gelişimin ölçüşünce
de mezhebin iklimlerinde büyük farklılıklar meydana gelmiştir. Sözgelişi.
Şafii mezhebinin egemen olduğu beldelere yakın komşuluğu bulunan iklimler,
Zeydiyye mezhebinde karşılığı bulunmadığı takdirde yahut verdikleri fetvanın
ilgi alanı kendisine uygun düşen şer'i bir hükümle temas kurmayı gerektirdiği
takdirde, kendi nazarlarındaki delili güçlendiren hususu o mezhepten
seçiyorlardı. Öte yandan Hanefilerin egemen olduğu iklimlerde ise, Hanefi
mezhebinden iktibasta bulunuyorlardı. İşte bunun için, bu değerli mezhep
içerisinde bir kısım fer'İ hükümlerin, şufa konusunda gördüğümüz gibi bazan
Hanefi mezhebiyle, bazan Şafii mezhebiyle, bazan da, evlilikteki denklik
konusunda gördüğümüz gibi, Maliki mezhebiyle benzerlik arzettiği-ne rastlanır.
460- Bu gelişim sadece fer'i konularda olmamıştır.
Bilakis bu mezhebe mensup müctehidlerin görüş ufuklarının genişlemesi mezhebin
çerçevesiyle sınırlı kalmakla birlikte her nerede bulurlarsa bulsunlar
kendilerini nebevi sünneti aramaya itmiştir. Dolayı-sryle Zeydiler her ne kadar
da başkalarıyla çeliştiği takdirde onları örnek almak daha evla idiyse de, Ali
Beyt tarikından rivayet edilenlerle yetinmemiş, aksine rivayet konusunda
yaşadıkları bölgelerin sınırlarını aşmışlar, böylece sünnetin sahih kitaplarını
arayarak o kitapların kapsamında bulunanlarla hüküm vermişlerdir. Netice
itibariyle delil getirme açısından onlara göre muteber sayılan sünnet arasında,
Buhari, Müslim, Sü-nen-i Ebi Davud, Tirmizi, Nesei, İbn Mace ve diğerlerinden
ibaret olan altı sahih hadis kitabında rivayet edilen hadisler de bulunur.
İşte böylece mezhep,
delil getirme noktasında, çizilmiş metodlann dışına çıkmadan, bilakis onları
model alarak gelişme sağlamış oldu. Hidayete götüren Al-i Beyt İmamları ve
diğerleri, Al-i Beyt tariki dışından rivayet edilse bile, sünnetin nurunu
Zeydiyye mez-* hebinden uzak tutmadılar. Aksine o sünnetten alıntılar yaptılar
ve Zeydiyye'nin köklü mirasına eklediler. Böylece Zeydiler, çok zengin bir
fıkıh ve ictihad mirasım arkalarında bıraktılar. [15]
461-
Zeydiler, Zeydi bir müfti için ictihad dışında fetva vermesini uygun bulmadılar.
Nitekim Mİnhac eî-Vusul adlı kitapta şöyle geçer:
"Fetva isteyen
kişi nezdindeki bilgilerden kendisine sorduğunda, miiftinin ictihad dışında bir
fetva verm hakkı yoktur. Bu husus, hakkında tartışma bulunmayan bir konudur.
Şeyh der ki, eğer bu gerekli olmasaydı müctehid olmayan için müctehidin
derlediği kitaptan avamca fetva vermek caiz olurdu. Çünkü müctehid olmayanın,
soru sorana karşı başka mezhebe göre fetva vermesi caiz olsaydı, o fetvayı
veren kişiyle nakilci arasında hiçbir fark olmazdı. Nakilci olmak, avamdan bir
kişi için caizdir. O takdirde avamdan bir kişinin müctehidlerin kitaplarından
fetva vermesi caiz olur.
Yok eğer fetva isteyen
kişi bir mezhepten aktarmayı isteyecek olsa, müctehidin nakilde bulunması
caizdir,"[16]
Şüphesiz bu
aciklamanm.net ifadesinden aşağıdaki anlamlar elde edilir:
a) Müftinin,
fetva vereceği konuda ictihadda bulunmaksızın fetva verişi caiz olmaz. Herhangi
bir konuda ictihad yapmak, olayın, onu hazırlayan etkenin, ayrıca şer'i bir çözümle
çözüm getirme yollarının, bir de fetvanın doğuracağı sonuçların iyice
bilinmesini gerektirir. İşte biz bu olguya, olayın fıkhi yönü ismini veriyoruz.
Ta ki müctehid olayı bu denli kavrayınca, daha önceki-müftilerin benzer
konularda verdikleri fetvalardan yararlanarak, aynca bu tür fetvaların delil
ve şer'i kaynaklarını araştırarak olayın çözümüne yönelir. Eğer müctehid kendi
Zeydiyye mezhebinde, olayın çözümü yönünden tam kanaat getirdiği bir hususu
tesbit edecek olursa, onunla hüküm verir. Aksi halde ictihadda bulunur veya
diğer mezheplerden, kendi görüşüne göre delilini güçlendirecek hususu alıntı
yapar. Böylece o delili alır ve mukallid durumuna düşmez.
Yukarıda adı geçen
kitabın, sahibi müftinin ictihadda bulunma zorunluluğu ile ilgili olarak delil
getirirken der ki, şayet o kimse fetva verdiği konuda müctehid olmazsa, onunla
avamdan bir kişi arasında fark kalmaz. Çünkü ictihad yapmadığı takdirde başkalarının
görüşlerini aktarıcı durumuna düşer. Aktancılık avam için, diğerleri için de
söz-konusu olduğu gibi caizdir. Ancak avamın müftilik makamına oturması uygun
olmadığı gibi, aynı şekilde fetvasında avamla aynı seviyede olan kimsenin fetva
vermesi de uygun değildir.
b) Bu
açıklamadan elde edilen zorunlu sonuç yoluyla, fetva konusunda aktancılıkta
bulunmanın caiz olmadığı anlaşılır. Sözgelişi, ramazan ayında unutarak yemek
konusunda sorulduğu zaman "bu konuda Ebu Hanife şöyle söyler" demesi
doğru değildir. Bilakis şer'i delillerin gösterdiği sonuçlardan uygun gördüğü
hususu ifade etmesi, o kimseye vaciptir. Çünkü fetva vermek çok hatırı sayılır
bir iş ve çok yüce bir makamdır.
c) Kuşkusuz
aktarıcı olmak her ne kadar fetva makamında caiz değilse de bir kimsenin
herhangi bir meselede belirli bir mezhebin görüşünü aktarmasını istemesi
caizdir ve bu durumda o mezhebi iyi bilen alimin de aktarmada bulunması
normaldir.
Böylece bu
mezheplerden aktancılıkta bulunmak anlamında olduğu, hatta müfti hakkında bu
husus zorunlu bulunduğu için, çeşitli mezheplerin araştırmasını yapmanın caiz
olduğu açıkça ortaya çıkıyor. Çünkü halkın icma' sağladığı yahut ayrılığa
düştüğü görüşleri bilmek, içtihadın yetki alanı ve şartlarından biridir. [17]
462- Bu açıklamalarla,
avamdan bir kişinin müftinin fetva verdiği hususları taklid etmesinin caiz
olduğu ortaya çıkıyor. Fakat acaba bu kimsenin ölen bir kişiyi taklidi caiz
midir? Şüphesiz müftiyi ictihadda bulunmaksızın fetva vermekten alıkoyan
yukarıdaki kaide gereğince ayrıca o müftinin, başkasına ait görüşün
aktancılığmı yapmasının doğru olmadığı düşüncesi uyarınca, böyle bir şey caiz
olamaz. Aksi halde fetva verenle avamdan bir kişi eşit duruma düşer. Fakat
bununla birlikte fetva isteyen kimse kendisinden, başkasının görüşünü
aktarmasını isterse, başkasına ait görüşü nakletmesi caiz olur. Böylece,
"Acaba Ölen bir kişiyi taklid ttmek caiz midir? " şeklinde şer'i bir
durum ortaya çıkıyor. Nitekim Zeydiyye bu hususun açıklamasına aşın ilgi
duymuş ve bu noktada iki kısma ayrılmıştır.
1) Hayatta
olmayanı taklid etmek caiz değildir. İsterse kişi taklid etmeye o kimse
hayattayken başlayıp bu taklidi o kimsenin vefatından sonraya kadar uzansın
-Sözgelişi
müftinin bir kişiye
herhangi bir meselede fetva vermesi ve rnüftinin vefatı sonrasına dek onunla
amel etmeyi sürdürmesi gibi-yahut hayattayken onu taklid etsin, sonra da ondan
etkilenen görüşlerini vefalından sonra uygulamayı sürdürsün, ya da yalnız
hayattayken ona ittiba etsin, değişmez.
2) İkinci
gurup da şöyle diyor: Müctehidin ölümünden sonra avamın onu taklid etmesi caiz
değildir. Fakat hayattayken onu taklid etmiş ve daha sonra müctehid ölmüşse,
vefatından sonra da taklidinin devam etmesi caizdir. Zeydiyye arasında, hayatta
olmayanı taklid etmeyi caiz görenler de bulunur. Ancak bu durum, ondan gelen
haberleri aktarma biçiminde olur.
Bu ihtilaftan, her
yüzyılda bir müctehid bulunmasının zorunluluğu ve müctehidlerin sayısının da
halkın sayısıyla orantılı oluşunun gerekliliği ortaya çıkıyor. Böylece
icti-hadda bulunmak, farzı kifaye olur. Şöyle ki, ictihad yapan müftüer
bulunduğu takdirde bu tabakanın oluşuna katkıda bulunan ve bulunmayan cemaatten
günah düşer. Bu müc-tehidîer bulunmadığı zaman ise bütün cemaat günahkar olur.
Çünkü aksaklıkları
engelleyen ve dinin gerçeklerini açıklığa kavuşturan müctehidler taifesinin var
edilmesinde yardımlaşmada bulunmaları gerekliydi.
463- Bütün
bunlardan anlaşılıyor ki taklid, fetva isteyen kişi avamdan olduğu takdirde o
kimseye müctehid hayattayken caizdir. Müctehid, kesinlik kazanan delilerle uyum
sağlayan hususlarla fetva verir. Ayrıca müctehidin, gerçeği araştırıp ortaya
çıkarırken araştırmalarında şeriat'm genel ilkelerine tabi olması, sonra da
öncelikle Al-i Beyt'ten meşhur müctehidlerin görüşlerini etüd etmesi zorunluluğu
vardır. Bu konuda Al-i Beyt'i sahabe, sahabeyi de tabiin izler,[18]
464- İctihad yaparken
görüşleri etüd etme sırasında Ali Beyt'ten olan imamlar öne alınır. Aynı
şekilde öne alındıklarına delil getirmek için, taklid konusunda hayatta olmayanın
taklid edilmesiyle hüküm verenler de, o imamlara Öncelik tanırlar. Bu delil beş
öğeden oluşmaktadır:
1- Çünkü
onların akrabalık kariyeri vardır. Nitekim bizler akrabalara sevgi beslemekle
emrolunduk. Kaldı ki onların, Rasulullah'ın nurundan ibaret ışık saçan bir ateşleri
vardır.
O imamlar, bu izafi ve
yüce şerefle yetinmeyen, ilim, erdemlilik ve takva ile ün salan
müctehidlerdir.
2- Kur'an-ı
Kerim onların günahlardan tertemiz kılındıklarını haber veriyor. Nitekim Allah
Teala şöyle buyurmuştur:
"...Ey Ehl-i
Beyi! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor."
(Ahzab 33)
Kuşku yok ki günahtan
temiz olmak görüşlerinin de sağlıklı olduğunu ifade eder. Çünkü Zeydilerin
inanışına göre hata etmek, tertemiz oluşa ters düşer.
3- Nebi
(s.a.v.) h iris tiyanl arla lanetleşirken, Ehli Beytinin; Hz. Ali'nin, eşinin
Hasan ve Hüseyn'in adlarını kullanarak lanetleşmiştir. Olay, Allah Tela'nın şu
kavlinin ini-şiyle meydana gelmiştir:
"Sana bu ilim
geldikten sonra seninle bu konuda çekişenlere de ki: "Geliniz, sizler ve
bizler de dahil olmak üzere, siz kendi çocuklarınızı, biz de kendi
çocuklarımızı, siz kendi kadınlarınızı, biz de kendi kadınlarımızı çağıralım,
sonra da dua edelim de Al lah'tan yalancılar üzerine lanet dileyelim."
(Al-i İmranöl)
Böylece lanetleşme
sırasında bu şahsiyetlerin adına öncelik tanımıştır. Demek ki bu hadise hem
onların, hem de zürriyetlerinin üstünlüğü anlamını taşımaktaydı. Nitekim
zeydiler, adlarına lanetleşilen bu şahsiyetlerin, günahlardan arınmış olmaları
açısından üstünlüklerinin bulunduğunu söylemişlerdir. Ayrıca aynı batından
gelen zürriyetlerinin de, masum imamlara nisbet edilme üstünlüklerinin var
olduğunu ifade etmişlerdir.
4- Kur'an-ı
Kerim'in Hz. Ali ve zürriyetine üstünlük tanımasıdır. Nitekim Allah Sübhanehu
ve Teala onların hakkında şöyle buyurur:
"Onlar kendi
canları çekmesine rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire
yedirir-fer."(lnsan8)
Hz. Ali, kendi sevdiği
yemeği başkasına da yediriyordu. Bu konuda nass bile nazil oldu. Dolayısıyle
Zeydiyye imamlarının, biribirinden miras aldıkları bu ağırlama geleneği
nedeniyle de diğerlerine karşı bir üstünlükleri vardır.
Her ne kadar lafzı
tevatür olmasa da, manevi tevatür yoluyla gelen sahih haberler, \ onların
üstünlüklerini beyan etmiştir. Buna göre ilk dört masum imamın üstünlüğü
her-kes tarafından tanınmış ve şöhret bulmuştur. Ali Zeynel Abidin ve evladının
üstünlüğü ise, normal tevatür yoluyla gelmiştir.
5- Onların
icma' ettikleri konunun hatadan masum olduğu hususu, Zeydiyye'nin üzerinde
ittifak sağladığı noktalar arasındadır. Buna göre onların icma' ettikleri
hususta hata bulunması imkanı yoktur.
Bütün bu unsurlar
soylu sülalenin oluşturduğu meşhur müctehidlerin taklid edilmesinin taklid
olayım caiz görenlere göre diğerlerinden önceliği bulunduğunun, ayrıca taklidi
caiz görmeyenler nezdinde de o imamlara tabi olmak, ortaya koydukları
delillerle istidlal etmek noktasında öne alınmalarının, değişik şekilleridir.
Nitekim zeydiler,
soylu sülale imamlarının bir konuda ihtilafa düşmeleri halinde onların bir
bölümüne tabi olmanın, tamamına tabi olmak anlamını taşıdığı üzerinde karar
kılmışlardır.
465- Bütün
buniar, Zeydiyye'ye ait bakış açılarıdır. Nihayet bu verimli mezhebin münfesih
müctehid]erinin uygun gördüğü şekliyle onları naklettik, açıkladık ve netlik
kazandırdık.
Zeydiyye'nin nazarında
bu soylu sülalenin oluşturduğu ünlü imamları, sahabe izler. Nitekim sahabenin
kişisel görüşlerinin değil, icmalanmn hüccet teşkil ettiğini açıklamıştık.
Dolayısryle sahabeden bir kişinin düşüncesi hüccet sayılamaz. Birkaç görüş belirterek
ayrılığa düştükleri takdirde bu görüşlerin dışına çıkmak caiz olmaz. Fakat
müc-tehidi bu görüşlerden herhangi birisi bağımlı kılmaz; ancak aralarından
seçim yapar.
Buna göre, sahabeye
nisbetle taklid yapmaktaki öncelik, müctehidin sıkı sıkıya tutunduğu dairenin
dışındadır. Müctehidi bağımlı kılan taklid. bir kişiyi taklid etmek veya onun
ortaya koyduğu delile tabi olmaktır. Tabiin de anı şekildedir. Allah Sübhanehu
ve Teala, en iyi bilendir. [19]
466- Birçok
sebepler ardarda sıralandı ve bu sebepler İmam Zeyd'in mezhebini gelişen,
genişleyen, ayrıca onun kontrolünde İslam dünyası mezheplerinin istikrar
sağladığı bir mezhep durumuna getirdi. Bu sebepler, dört madde aitında
Özetlenebilir:
1- Açıklık
getirdiğimiz ve çizdiğimiz sınırlar çerçevesinde hiçbir vakitte kapanmayarak
ictihad kapısının açık bulundurulması. Yani adı geçen imamların dışında kalan
müctehidlerin yaptığı içtihadın müstakil müctehidlik değil, müntesiblerin
içtihadı durumunda oluşudur. Nitekim bu hususu geçen bölümde tam anlamıyla
açıklığa kavuşturduk.
2- Diğer
mezheplerden seçme yapma kapısının açık bulundurulması. Nitekim diğerlerinden
seçimler yapmak suretiyle bu mezhep, İslam fıkhının çeşitli şekillerinin, cins
cins fidanlarının, değişik renk ve tattaki meyvelerinin buluştuğu zengin bir
bahçe haline geldi. Şüphesiz bu durum da ictihad kapısının açık
bulundurulmasının neticesiydi. Nitekim onlar, ictihad yapmak suretiyle
mezheplerinin mantığı ve temel ilkeleriyle uyum sağlayan hususları diğer
mezheplerden seçmişler, böylece mezhebin ilkeleri, müslüman fakihlerin
benimsediği ilkelerin genel yapısıyla birliktelik yahut en azından yaklaşım
ar-zetm iştir.
3- Mezhebin
biribirinden uzak, yönleri biribirinden çok ırak, her iklimin kuşağı diğerinden
farklılık arzeden çeşitli yörelerde varlık göstermesi. Mezhep, uğradığı her toprağın
özelliğini taşıyan akarsu gibidir. Dolayisıyle her beldenin halkına ait örf,
adet, gelenek ve fikirleri bünyesinde taşır.
4- Ta ilk
asırdan, sekizinci hicri asra kadar her asırda meşhur ve model seçilen
müc-tehjd imamların bulunmasıdır. Şimdi, bu son iki sebep üzerinde özlü, ana
hususlara işaret eden, kısa, karmaşık olmayan ifadelerle duralım. [20]
467-
Şüphesiz Zeydiyye mezhebi birçok İslam ülkesinde yayılmıştır. Fas taraflarındaki
beldeleri istisna edersek, diğer bütün İslam ülkelerine yayıldığını
söyleyebiliriz. Hatta bazan kendi gerçek elbisesi içerisinde, bazan da
insanların o mezhebe mensup olduğu imajını verecek derecede başka mezhebin elbisesi
içinde ortaya çıkmıştır.
Bu yayılışın nedeni,
İmam Zeyd'in şehid oluşuyla öğrencilerinin çeşitli büyük şehirlere göç
etmesidir. Onlar arasında, siyasi ve Al-i Beyt adına fahrik edici fikirleriyle
kaçarak Deylem ve Cil beldelerine gidenler ayrıca Hicaz beldelerine kaçanlar,
Yemen'e gidip orada yerleşenler, öte yandan Isfahan ve Rey şehirlerine gidenler
vardı. Onlar her girdikleri yerde bu değerli mezhebi yaydılar, ona davette
bulundular ve bu mezhebin fikhi görüşlerinden kaynaklanan haberlerden ayrıntılı
bilgiler çıkardılar.
Nitekim bu sebeple
birlikte başka bir neden daha vardır. O da, bu mezhebin emanetini taşıyan ve
ictihadda bulunan AI-i Beyt İmamlarının da bu büyük beldelerde değişik
fırkalara ayrılışıdır. Onların bu beldelerde aşın sevgi besleyenleri ve
taraftarları vardı. Abbasilerin ve Batıni îsmailiyye devleti bünyesinde Mısır
ve Şam yörelerinde ortaya çıkan İsmailî Fatımî baskısından kaçmak için İslam
beldeleri dahilinde taşınıp duruyorlardı.
Onlar bu taşınmaları
esnasında mezhebi yayıyorlar ve halka fetva veriyorlardı.
468- Kısaca
bu anlatılanlardan alacağımız ibret, İmam Zeyd'e isabet eden ve takib ettiği
yolda kendisini şehid düşüren, sonra da taraftarlarıyla hayranlarına, ayrıca
yaptığı feryadın aynısını nida eden Al-i Beyt'e dokunan baskılar üzerine,
Zeydiyye fıkıh tarihi içerisinde şu iki değerli sonucun terettüb edişidir:
a) Tariki ne
olursa olsun Nebi (s.a.v.)'in hidayetinden kaynaklandığı sürece hepsi de
hoşgörü ve kabul ruhuyla doyuma ulaşan görüşlerin teşkil ettiği İmam Zeyd'e ait
düşünceler, yaklaşık bütün İslam ülkeleri arasında yayılmıştır. Zeydiyye
mezhebi dışında kalan bütün mezheplerde, özellikle de dördüncü ve beşinci
yüzyıllarda taraftarlarının bağnazlığına rastlıyoruz. Oysa Zeydiyye
taraftarlarında, şeriatten dayanağı bulunan bütün hususların takdirle
karşılandığını görüyoruz. Maveraünnehir ülkelerinde, Hicri 4. ve 5. yüzyıllarda
Hanefi-Şafii mezhepleri arasında en keskin münazaraların,yapıldığı sırada,* bu
beldelerde ve diğerlerinde yaşayan Zeydiyye mezhebinin, tatlı şifa suyu gibi
sükunetle seyrettiğini, müctehidlerinin ise, mantığındaki tutarlılık kendi
gönüllerinde kıvılcım çıkardığı takdirde her iki mezhepde bulunan en hayırlı
hususları aldıklarını müşaha-de ediyoruz.
Irak'taki fitne
hareketlerinin, Şafü-Hanefi arasındaki taassup nedeniyle meydana geldiğini
görürken, Zeydiyye mezhebinin ise durgun bir deniz gibi gayet sakin olduğunu ve
gemilerinde İslam hazinelerinin fıkhının en değerlisini taşıdığını
gözlemliyoruz.
b) Mezhebin
ufukları genişlemiş ve görüşleri çoğalmıştır. Mezhebin sızdığı herhangi bir
ülkede, o ülke halkının ihtiyaçlarıyla ilgi sağlayan ve örfleriyle uyum
içerisinde olan ictihadlan, öte yandan oralarda karşılaştığı olaylara dair
sonuçlandırdığı hükümleri mevcuttur. Zira mezhep, halk arasında karşılaştığı
olaylar miktarınca halka onun çö-zümlerini de sunuyordu. İslam beldelerinde
önce çeşitli olayların meydana gelip, ardından da bütün bunların (ek bir
mezhepte toplanışında, bu mezhebin tam anlamıyla gelisi-mi sözkonusudur.
469-
Öğrencilerine, aşın taraftarlarına ve kendisine yardımcı olan Ali Beyt'ine karşı
kullanılan bunca kuvvetin ardarda gelişine rağmen İmam Zeyd mezhebinin bu denli
gelişimi; evet bu gelişim, İmam Zeyd (r.a.)'a ait bir keramet sayılmıştır.
Halbuki biz hiçbir zaman bu olayı olağanüstü bir durum addetmeyiz; sadece
kendisinden sonraki zürri-yeti hakkında ardarda katledilişlerin sürüp-gittiği
bu eşsiz şehide sunulan ikram ve onurlandırma sayarız. Nitekim İslamî
taifelerden söz açtığı risalesinde Dabığani, metni aşağıda gelen hususları
ifade etmiştir:
"İmamet, İmam
Zeyd'in Ehl-i Beytinde asırlarca bütün taifeler tarafından ve ortaya çıktıkları
ülkelerde kendi adına tanınarak devam etmiştir. O imamların kendi halkı üzerinde;
Acemistan'ın Cilan ve Deyleman, Cürcan'm bir kısmı ile Isfahan ve Rey şehirlerinde,
Küfe ve Enbar şehirleri hariç olmak üzere Irak'ta ayrıca Medine dışındaki bütün
Hicaz beldelerinde ve Mekke'de ağırlıkları oluşmuştur. Zira Medine'de ağırlık
İsna Aşe-riyye'ye aitti. Ayrıca o imamlar, Yemen Necdi'nin San'a, Sa'de, Zemar
ve benzeri şehirlerinde ortaya çıkmışlardır. Öte yandan Yemen ovalarında Hilla
ve onunla Ayn arasındaki Mihlaf beldeleri gibi şehirleri mevcuttur. Beri
taraftan Araplar arasında Evras Dağlan denilen dağlarda yaşayan büyük
cemaatleri vardır. Yine onların, sünni şehirlerinde karışık halde bulunan ve
Ebu Hanife mezhebi içerisinde gizlenenleri bulunmaktadır. Çünkü Ebu Hanife,
Zeyd b. Ali'nin ricali ve tabileri arasındadır."[21]
470- Bu
açıklama üzerinde azda olsa yorum yapma hakkımız doğacak olursa deriz ki,
yukarıdaki açıklamada Medine İsna Aşeriyye'nin karargahı sayılmış yahut orada
ağırlıklarının bulunduğu belirtilmiştir. Şüphesiz biz, Zeydiyye mezhebi'nin
Medine'de ağırlığının olmadığına katılıyoruz. Ancak bunun nedeninin, oradaki
İsna Aşeriyye ağırlığı olduğuna muvafakat etmeyiz. Çünkü Medine, başhbaşına
varlık gösteren Şii mezhebi olarak İsna Aşeriyye'nin yaşadığı bir siluet
olmayıp, aksine onların gölgelendiği yer Irak ve diğer beldelerdir. Evet,
kendilerine İsna Aşeriyye nisbeti yapılan imamlar, bu konudaki bir nazariyeye
göre İmam Muhammed Bakır ve oğlu Cafer Sadık'tan sonrakilerin Medine'de ikamet
ettikleri şeklinde ise de, asıl bu iki imamın ikameti Medine'de idi.
Diğerlerine gelince, onların ikametlerinin Medine'de bulunduğu kesinlik kazanmamistir.
Kuşkusuz bu imamların yerleşmeleri konusunu içeren iddia tarihi bir ayıklama
gerektirir ki, burası onun yeri değildir.
Eğer yalnızca imamın
ikameti, mezhebin imamının ikamet ettiği yerde o mezhebin ağırlığının
bulunduğunu söylemeye yeterli neden teşkil etseydi, o zaman Zeydiyye'nin de
Medine'de ağırlığı bulunduğuna söyleyebilirdik. Çünkü birçok Zeydiyye imamları
orada ikamet etmişlerdir. İmam Hadi de orada uzun zaman kalmıştır. O imamların
bir çoğu Rasulullah (s.a.v,)'in civarında sığınak ve emniyet buluyorlardı.
Bu yorumlamanın
yanında ayrıca şu yorumu da getirebiliriz: Şüphesiz Zeydiyye, bi-ribirine komşu
olmayan çok uzak bölgelerde ayrı ayrı fırkalara bölünmüştür. Zeydiler bu
şekilde olunca, şüphesiz örf ve adetlerin ihtilafı da büyük ölçüdedir. Büyük
ölçüde farklılık meydana gelince, görüşlerin oluşturduğu fetvalar da bu
adetlerin akışına göre düzenlenir. Böylece adetler oranında görüşler de
çoğalmış olur. İşte bu nedenle Zeydiyye mezhebinin görüşleri çoğalmış ve bu
çoğalma, mezhebin tam anlamıyla gelişimini sağlamıştır. [22]
471- Bu
mezhep çeşitli iklimlerde yayıldığına göre, çeşitli iklimlerin her birinin halkı
için gereken ictihadla doğru orantılı olarak, tabi olunan müetehid imamlar da
bulunuyordu. Nitekim fetva ve ietihad için seçilen bu imamlar silsilesi h.8.
yüzyıla kadar kesintisiz devam etti. Bunların her birinin, yoluna sülük eden,
görüşlerini model edinen ve mezhebin bütün yanlılarının kaynak gösterdiği
taraftarları vardı.
Kuşkusuz İmam Zeyd'in
şehid edilmesinden itibaren kendisinden sonra imamlığı çocukları üstlenmiştir.
Bunlar arasında hemen şehadet şerbetini içenler bulunduğu gibi, ietihad ve
fetva göreviyle geriye kalanlar da mevcuttu. Onlar, Önder babalarının
metod-lannı, tıpkı birçok görüşlerini aynen alarak değil de ietihadda bulunarak
ihya ettikleri gibi canlı tutmuşlardır. Bu uğurda beraberlerinde, başlarında
Hicaz'da ayaklanıp şehid düşen Hz. Hasan'ın zürriyetinden olan Muhammed b.
Abdullah İbn. Hasan en-Nefs ez-Zekiyye'nin bulunduğu amca oğulları vardı.
Ayrıca Mansur zamanında Irak'ta kıyam edip aynı şekilde şehid düşen Nefs
ez-Zekİyye'nin kardeşi bulunmaktaydı. Her ikisinin de şehadeti h. 45.
yılmdaydı.
Şüphesiz İmam Malik,
zorla alınan biatin alındığı kişiyi bağlamayacağı tarzında fetva vermek
suretiyle olumsuz sonuç veren bir yardımlaşmayla en-Nefs ez-Zekiyye'yi
desteklemiştir. İmam Malik konuşmalarında, zalim hükümdarlara karşı ayaklanma
yapılabileceğine işaret eden hususları arzediyordu. İfadelerinden birisi
şöyledir: (İmamlara karşı ayaklanmanın cevazı soruldu):
"Eğer Ömer b.
Abdülaziz gibilere karşı kıyamda bulunurlarsa onlarla savaş. Aksi halde onları
bırak ki, Allah bir zalim sayesinde diğer zalimden intikam alsın. Sonra da her
ikisinden intikam alsın." Eşsiz imam bu konuşması nedeniyle elim bir darb
olayıyla, şiddetli eziyete maruz bırakılmıştır.
Ebu Hanife ise Irak'ta
İbrahim'e hem olumlu hem de olumsuz sonuç veren yardımda bulunmuştur. Şöyle ki,
Ebu Hanife Ebu Cafer el-Mansur'un seçtiği komutanı, Ebu Hanife adlı kitapta
belirttiğimiz gibi onunla savaşmaktan vazgeçmeye zorlamıştı. İbrahim'le
birlikte ayaklanmanın Allah yolunda cihad sayılacağı, hatta hac faziletine
eşdeğer olduğu şeklinde fetva veriyordu. Nihayet bunun üzerine hayatının son
bölümünde hapisle cezalandırıldı ve Rabbi kendisinden, kendisi de Rabbinden
razı bir şekiide h.150 yılında şehid olarak ölünceye kadar hapis hayatı devam
etti.
Şüphesiz Muhammed Nefs
ez-Zekiyye'nin, Zeydiyye mezhebi içerisinde kaleme alınan ve kendisiyle hüküm
verilen apaçık fıkhi görüşleri mevcuttur. O görüşlerin, bu mezhebin ilk
yıllarındaki taraftarlarında olduğu gibi, araştırmalarda, fetva vermede ve apaçık
delillere tabi olmada önemli bir yeri vardır. [23]
472- Bundan
sonra, İmam Zeyd'e çağdaş olan bu tabaka geliverdi. Bunlar arasında,
kendisinden ders alan çocukları, torunları, torunlarının torunları, Hz.
Hasan'ın torunları bulunmaktadır. Bu şahsiyetler, Zeydiyye mezhebini
kendilerinden devralan imamların çoğunluğunu teşkil ediyordu.
Ahmet b. İsa, İmam
Zeyd'in torunudur. Irak'ta büyümüş ve yaşantısını sürdürmüştür. Ebu Abdullah
künyesiyle anılır. Kendisini fıkhi ictihad ve fetvalara yöneltmişti. O zamanda
Irak, Ebu Hanife, Öğrencileri ve çağdaşlarının geride bıraktığı Irak fıkhını
etüd etme alanıydı.
Onun Irak'ta oturması,
takdiri fıkıhla hüküm vermesine ve bu yolla meseleleri genişletmesine neden
oluşturmuştur. Bu durum, Irak fıkhı olarak ün salan ve her ne kadar bu konuda
onların ulaştığı, dolayısıyle sık sık kullanarak dozunu kaçırmakla itham
edildikleri boyuta ilerleyememiş ise de İmam Şafii'nin ve diğerlerinin Örnek
edindiği özel bir durumdur.
Şüphesiz Ahmed b. İsa
bu tür fıkıh anlayışını, dedesinden ve Al-i Beytinden miras olarak devraldığı
güçlü fıkıh anlayışına eklemiştir. Sünnet ilmiyle Al-i Beyt'in kaynak haberleri
yanında fıkhi kıyas Ölçütleri ve içtihadda bulunmakla fazla meşgul olduğu için,
kendisine "Al-i Beyt'in fakihi" demişlerdir.
Nitekim fıkıh dalında
bir kitap tasnif etmiş ve bu kifabı kendisinden nakledenler, kitaba el-Amâlf
âdmı vermişler. Ayrıca bu kitabı kendisinden, Zeydiyye'ye aşırı sevgi besleyen
Al-i Beyt taraftarlarının oluşturduğu adaletli ve sika raviler rivayette bulunmuştur.
İçinde fer'i fıkıh meselelerinin delillerle ve delillerinin nasslardan istmbat
yöntemleriyle bağlantı kurması nedeniyle bu kuşak içerisinde yazılan kitaplar
arasında özgün bir yeri vardır. Şüphe yok ki eğer bu kitaba vakıf olabilseydik,
bu delillerden istınbat metodlarını yakından tanıyabilirdik. Belki de bu
kitaba, Arap kütüphaneleri içerisinde vakıf olabiliriz.
473- Söz
konusu Ahmed, fıkıh ve hadis ilminde ve genel niteliğiyle İslami ilimlerde-ki
görüş ufkunun genişliği yanında zahid, ibadete düşkün, mücahid bir savaşçıydı.
Onun kalbinde, aydınlık saçan bir ilmin nuruyla engin bir algılama gücü, takva
ve zahidlik önderliği, ayrıca kahramanlık ve atılganlık özelliği birleşmiştir.
Bu karakteriyle, dedesi Zeyd b. Ali ile benzerlik arzeder. Atalarına bu denli
benzeyen kişiye zulmedilemez. Nitekim onun, ibadetteki zorluğun tadına varmak
için otuz kez yürüyerek hacca gittiği bilinmektedir.
İnandığı dava uğrunda,
aşın taraftarlarıyla birlikte Harun Reşid'e karşı kıyam edişi, onun cihadları
arasındadır. Fakat Reşid daha baskın çıktı ve onu yakalayarak hapsetti. Daha
sonra hapisten kurtarılarak Basra'da gizlendi. Derler ki, ölünceye kadar orada
gizlenmiştir (Allah ondan razı olsun). Seksen yaşını geçmişken hayatının son
dönemlerinde görme duyusunu kaybetmiştir. Vefatı, h. 247 senesindeydi. 240
yılında vefat ettiğini söyleyenler de vardır. Belki de vefatındaki yaşı
konusunda ihtilaf edilişinin nedeni, gizlendiği sırada ölmesi, dolayısıyle
vefatının aşikar ve aleni olmayışıdır.
Bundan da anlaşılıyor
ki, gizlenişi uzun sürmüştür. Çünkü Harun Reşid'in vefatı ikinci asnn son on
yılı içerisindeydi. Öyle anlaşıhyorki bu İmam ömrünün elli yılını veya daha
fazlasını gizlenmiş olarak yaşamıştır. Fakat biz, yirmi yıl kadar hükümdarlık
yapan Me'mûn'un, imamın ikamet ettiği yeri bildiğini, kaldığı yerin kendi
bilgisi dışında olmadığını, lakin Me'mûn'un kendisi biraz Şia taraftan olduğu
için ona kötülük yapmadığı, Hz. Ali taraftarlarının kanlarını akıtma eğilimi
göstermediği görüşünü tercih edeniz.
Hatta şunu da
söyleyebiliriz: Şüphesiz o, Me'mün, Mu'tasırn ve Vasık devrinde ortaya
çıkmıştır. Ancak Mütevekkil yönetime geçince, Mütevekkil'in Al-i Beyt'e kötü
davranması nedeniyle kendisini gizlemiş ve kamufle etmiştir. Bundan dolayı da
Mütevek-kil'den Nasibi, yani Ali Beyt'e saldırganlığı abideleştiren kişi olarak
bahsedilmiştir. Nitekim Al-i Beyt'i eziyet ve işkence yapmak suretiyle adım
adım takib ederdi.
Bu anlattudanmizın,
İslam tarihinin seyriyle uyum sağladığını görüyoruz.
Her ne olursa olsun,
onun gençliğinin ilk yıllarından seksen yılını aşmcaya kadar siyasetten el
çekmesi, kendisini ilim ve ibadete yöneltmiştir. Bu fıkhi ürünler ve görüşleri,
Zeydiyye fıkhının fer'i meseleleri kapsamı içerisinde dağınık bir tarzda kaleme
alınmıştır.
Onun, Irak'taki zeydi
imamlar arasında olduğu gayet açıktır. Zira her ne kadar fıkıh alanında büyük
basan sağlamışsa da, ikamet açısından Irak'ın dışına taşmamıştır. [24]
474- Bu
şahsiyet, Hicaz beldelerinde doğup gelişen ve Kasımiyye adıyla anılan bir
taifenin lideridir. Künyesi, Kasım b. İbrahim b. İsmail b. İbrahim Tabataba
el-Hasan b. el-Hasan b. Ali'dir. Allah hepsinden razı olsun.
Hz. Hüseyin'in değil,
Hz. Hasan'ın soyundandırl Bu özelliğiyle o, İmamiyye mezhebi Ölçülerine göre
imam olmayıp, İmam Zeyd'in mezhebi ölçülerine göre imamdır. Çünkü İmam Zeyd,
imam olacak kişinin Hz. Hüseyin zürriyetinden gelmesi şartım koymamış, aksine
sadece Fatımatu'z-Zehra (R. Anha) soyundan olması şartını getirmiştir. Salat ve
selamın en yücesi, onun babası üzerine olsun.
Bu taifenin görüşleri,
zeydilik çerçevesi içerisinde karmış ve onun dışına çıkmamış ti.
Bu zatın seçkin ve
sağlam bir fıkıh anlayışı vardır. O dönemde İslam diyarında Hanefi mezhebi
egemendi ve tek söz sahibiydi. Zira o, Abbasi Devleti'nin resmi mezhebiydi.
Çünkü Kadı Ebu Yusuf ve kendisinden sonra gelen öğrencisi Muhammed, Irak fıkıh
ekolünden olanlar dışında hiçbir kadıya yardımcı olmamaya aşın istekli idiler.
Kendilerinden sonra gelen kadılar, hep Irak kökenli bu ictihad üzere peşpeşe
gelmişlerdir. Kasım, Hicaz fıkhıyla birlikle Hanefi mezhebini de en ince
noktalarına kadar biliyordu.
Bu İmam, o diyarda
benzerine rastlanmayan bir kişi, hatta hatırı sayılır İslam alimleri
arasındaydı. Bir şair onun tanıtımı konusunda şöyle der:
Şayet bir münadi
seslense Mekke'de; Mina tepesinde, karakterleri toplayan hakkında: Kimdir
yanşan efendi her alanda? . Der ki
bütün insanlar; şüphesiz Kasım'dır o.
475- H.170
senesinde doğmuştur. Doğumunun, Medine yakınlarında bir diyar olan Ress'de
meydana geldiği anlaşılıyor. Çünkü babası İbrahim, Ressî olarak tanıtılır. Ve
h. 242 yılında Ress şehrinde vefat etmiştir.
Burada üzerinde durmaya
değer yeni bir durum ortaya çıkıyor ki, o da bu İmamın İmam Hadi diye bilinen
Yahya b. Hüseyin b. Kasım er-Ressî'nin dedesi olduğudur.
Zeydiyye mezhebinin
dağınıklıklarını toparlayan bir kimse sayılan bu İmam. kesin olarak Medinc-i
Münevvere'de doğmuştur. Burdan hareket ederek Kasım'ın çocuklarının
kendisinden sonra Ress'den Medine'ye taşındıkları veya en azından oğlu
Hüseyin'in kendisinden sonra Medine'ye taşındığı yargısına varabiliriz. Her
halükarda da iki yerleşim alanı birbirine yakındır.
Bu zatın birçok
kereler Hanefi mezhebinden alıntılar yaptığı, İmam Hadi'den naklen gelen
haberlerdendir. Hatta herhangi bir konuda görüş belirlemediği zaman onun
görüşünün, Ebu Hanife'ye nisbet edilerek gelen görüşler olduğu söylenir. Çünkü
delilinin sağlamlığı ve istinbatının da tutarlılığı nedeniyle bu mezhebin
birçok görüşlerini alıntı-îamıştır. Belki de bu eğilim kendilerine, Ebu
Hanife'nin İmam Zeyd'e olan aşırı meylinden dolayı sirayet etmiştir. Ayrıca
yukarıda işaret ettiğimiz gibi Hanefi mezhebinin, devletin resmi mezhebi oluşu
nedeniyle bir ağırlığı da mevcuttu.
Her ne olursa olsun,
bu zengin bahçenin bir parçasını oluşturan Kasım'ın görüşleri, Zeydiyye'nin
fer'i konulan içeren kitaplarında kaleme alınmıştır. Şüphesiz Kasım takib
ettiği yolun, tahric usullerinin ve diğer mezheplerden yaptığı seçmelerin, her
ne kadar Ress şehrinde büyüyüp hayatını orada geçirmiş olsa bile gene de Yemen
yöresinde özel bir yeri vardır.
Bunun nedeni,
torununun Zeydiyye mezhebini Yemen'de yayması, Kasım'ın ilmini yüklenmiş olması,
daha sonra birçok alıntılar yapması, böylece Hicaz ve Yemen Zey-diyye'sinin
tamamen kendi ve dedesinin anlayışına göre şekülenmesidir.
Böylece Zeydiyye'nin
asıl şubesinin Yemen'de bulunduğu, ayrıca istınbat, tahric ve ihtiyar
konularında Zeydiyye'nin odaklaştırdiğı kutbun da İmam Hadi olduğu açıklık kazanıyor. [25]
476- Bu zat,
Ebu Muhammed Hasan b. Ali b. Hasan.b. Ali b Ömer b. Ali b. Hüseyin'dir.
Zeydiyye tarihinde "Büyük Nasır" diye lakap verilir. Çünkü
kendisinden sonra gelen Zeydiyye imamları hep bu şekilde isimlendirilir. Ayrıca
kulaklarına ağır işitme hastalığı isabet etmesi nedeniyle kendisine
"Utruş" da denilir. H. 230. yılında doğmuş ve 304. yılında vefat
etmiştir. Öyleyse 75 yıl civarında ömür sürmüştür. Dolayısryle el-Hadi Yahya'dan
daha yaşlıdır ve ondan sonra da yaşamıştır. Zira Hadi 245 yılında doğmuş, 298
senesinde vefat etmişti. Kuşkusuz aynı çağda yaşamışlar ve her biri kendi alanında
çaba sarfetmiştir.
Nasır, Deylem ve Cil
beldelerine göç etmiştir. Bu beldelerin halkı müşrikti. Dolayı-sıyle İslam'ın
propaganda esaslarına göre onları İslam'a davet etmeye ve halkı müslü-manlığa
çağırmaya başladı. İslam dinine girenlere, Zeydiyye mezhebinin öğretilerine
göre dinin esaslarım açıkladı ve fer'i konularını öğretti. Dolayısıyla İslam
ile birlikte Zeydiyye fıkhını da yayıyordu. Bu esnada güzel sonuç veren
olaylara duçar oldu.
Hicretinin nedeni,
Abbasilerin, özellikle de Hz. Ali taraftarlarına saldırganlığı abi-deleştiren
anlamında "nasibi" sayılan Mütevekkil'in işbaşına geçmesinden sonra,
Al-i Beyt'i adım adım takib etmesidir.
Öte yandan Nasır,
peşpeşe gelen yıldırma hareketlerinden ve ayrıca birçok Al-i Beyt
taraftarlarının (Allah Tebareke ve Teala'nın hoşnutluğu üzerlerine olsun) şehid
düşmesinden sonra oluşan durgunluk içerisinden, Zeydiyye'nin imamet makamını
canlandıran
kişi sayılmaktadır.
Nitekim Şehristanı el-Milel ve'n-Nihaladlı eserinde bu hususta şöyle der:
"Horasan'da Utruş
Nasır ortaya çıkıncaya kadar Zeydiyye'nin problemleri düzene girmedi. Bundan
dolayı öldürülmek amacıyla, kaldığı yer araştırıldı. Ancak kendisi gizlendi ve
henüz halkı İslam'a girmeyen Dcylem ve Cil beldelerinde uzlete çekildi. Büyük
bir hırsla halkı Zeyd b. Ali'nin mezhebine davet etti. Böylece onlar da dine
girdiler, aynı tarz üzere yaşadılar ve Zeydiyye bu beldelerde açıkça varlığını
ortaya koydu. Ardarda imamları ortaya çıkıyor ve işlerini yönetiyordu."[26]
477-
Gerçekten Nasır ve el-Hadi'nin her birisinin çalışma alanları değişik olsa
bile, yardımcı ve taraftar bularak aktif bir şekilde mezhebi canlandırmaya
büyük gayret sar-fetmişlerdir. Böylece Nasır mezheb ağacını ekerek bir müddet
sonra ürününü yiyebilecek bakir bir toprağın araştırmasını yaptı. Hadi ve
ardından gelenler ise, Karamita'nın bir kısım İslam diyarını istila etmesi
suretiyle ortaya çıkan ıztıraptan yararlanıverdiler. Karamita'yı oradan kovarak
Yemen beldelerine mezhebi soktular. Mezhep orada gelişti vepanldadı.
Her iki imam da
kahramanlıkları, ileri görüşlülükleri, siyasi alandaki maharetleri, organize
yetenekleri yanında fakih ve alim idiler de. Sadece siyasi bir imamlık ve dini
propagandacılık makamına sahib olmayıp, bilakis fıkıh sahasında görüşü,
içtihadı ve is-tınbatı bulunan fakihlerdi. Her ikisine de çağdaş olan.
sohbetlerine katılan ve aynı zamanda Zeydiyye mezhebine aşın düşkün, uzun süre
yaşayan bir şeyh şöyle diyor:
"Ben, el-Hadi'yi
ucu bucağı görünmeyen bir vadi, Nasır Li'l-Hakkı da taşkın, dibi görünmeyen bir
deniz gibi buldum."[27]
Ali b. Abbas'a iki
imam;Nasır ve el-Hadi'den soruldu. Dedi ki: "el-Hadi AI-î Mu-hammed'in
fakihi, Nasır da Ali- Muhammed'in alimi idi."
Şüphesiz bu açıklama,
büyük bir kara parçasında herbirine ayrı ayrı biat edilen bu iki imam sayesinde
Allah'ın Zeydiyye mezhebini canlandırdığına, mezhebin siyaset ve ilim alanında
onlardan kuvvet bulduğuna, birisinin istinbat ve tahrici güzel uygulayan,
ayrıca re'y üzerine kurulan fıkıh alanında ucu bucağı görünmeyen geniş fıkıh
gücü bulunan bir fakih olduğuna, ikinci fakih Nasır'm ise sünnetle selef-i
salihinin ilmi ile birlikte Al-i Beyt'in ilmini kuşatan bir zat olduğuna,
fıkhının da kaynak haberlere ve nasslara dayandığına, bir araya gelmeleriyle
birbirini tamamlayan mükemmel bir sentezin meydana geldiğine delalet
etmektedir. Nitekim daha sonra gelenler fıkhın, Al-i Beyt ve sünnet ilminin
oluşturduğu çok zengin bir terekeyi miras almışlardır. Zeydiyye mezhebi, büyük
belde halkı mezhepleri sayesinde bu mertebeye ulaşmıştır.
Öte yandan Nasir'ın,
Nasınyye adını alan müstakil bir fırkası bulunduğu gibi el-Ha de Hadiviyye
diye anılan başhbaşına bir fırkası vardı.
Bu eşsiz iki imamdan
sonra gelenlerin birçoğu, onların fıkıh anlayışlarını ve ilimlerini. İmam
Zeyd'in fıkıh anlayışı ve onun tarikinden rivayet edilen kaynak haberlerle
birlikte canlı tutmaya aşın istekliydiler. Bu nedenle bu ikisi kadar yıldızı
parlayan hiçbir jcimse bulunmuyordu.
Çünkü bu iki imamın
Zeydiyye mezhebini diriltmek, monotonluktan hayata döndürmek, aynca ona
siyaset ve ilim alanındaki aktiviteyi kazandırmak üstünlükleri vardır. Bu iki
imamdan sonra gelenler, yolu kullanılmaya hazır şekilde buldular. [28]
478-
Biyografisini ileride açıklayacağımız el-Hadi'nin çocuklarından ikisi ün salmıştır.
Büyüğü Muhammed olup, babasından sonra imamet makamına oturduğu için İmam
Murtaza adını alır. İkincisi ise Ahmet olup İmam Nasır diye isimlendirilir. Her
ikisi de babalarının ilmini nakletmiş bununla birlikte Kasım er-Ressi'nin
ilmini bir araya toplamışlardır. İmamet hakkı birincisine aitti ve o,
babasından sonra seçilerek kendisinden razı olunan bir imamdı. Lakin o,
velayet makamına gelişinden altı ay sonra makamını küçük kardeşi Nasır'a
terketti ve kendisini tam anlamıya ilme verdi. Bundan dolayı kendisine
"dünya ehlinin Cibrili" denilirdi. Öte yandan hem fıkhın, hem de
dinin temel ilkelerini çok iyi biliyordu. Nitekim fıkıh alanında birçok
kitaplar yazmıştır. Başhcalan:
a) Kitabul'İzah. Bu kitapta Zeydiyye mezhebini,
babası el-Hadi'nin görüşlerini, yaptığı alıntılan ve ictihadlanm açıklamıştır.
b)
Kitabıı'n-Nevazil. Bu kitap, isminden de anlaşılacağı üzere bir fetva kitabı ve
olayların hükümlerini ortaya koyan kitaptır.
Ayrıca onun kelam
ilmine ait çeşitli kitapları mevcuttur.
Gerçekten o, kelam
ilmi konusunda Mu'.tezile'nin metoduyla yaklaşım sağlamış veya Mu'tezile'nin
bir bölümüyle birlik oluşturmuştur. Zaten daha önce belirttiğimiz gibi
Mu'tezile hareketi tek bir mezhep veya tek bir fırka olmayıp, aksine çeşitli
fırkalar şeklindedir.
Öte yandan o, bu engin
ilmi yanında ayrıca zahirî ve dünyevi şeylerden çok tiksinen bir kimseydi.
Belki de "dünya ehlinin Cibrili" diye vasıflandırılın asının tek
nedeni budur.
Hatta imametin ağır
yüklerini taşımaya daha yetenekli olan kardeşi Ahmed'i bu makama getirmek için
imamlıktan ayrılmasını sağlayan etken de belki yine bu zahidlik duygusudur.
Hicri 310. senesinde vefat etmiştir.
Kardeşi Ahmed ise
kendisine "dinin tercümanı" denilecek kadar alim, fakih ve dinin
kavramlarının idrakinde bulunan bir şahsiyetti. Zira dinin maksat ve meramlarım
çok iyi kavrıyor, halkla içice olmalarını temin ediyordu. Aynı zamanda alim,
zahid ve abid bir kimseydi. Bunlarla birlikte siyaset adamı, komutan ve
savaşçıydı. Babasından sonra, bir kısım İslam beldelerine musallat olan
Karamitalarla savaşma yükünü sırtlamıştı. Böylece Allah yolunda cihadın hakkım
tam olarak yerine getirmiş ve karargahını da Ye-men'de kurmuştur. Sa'de
şehrinde h. 325. senesinde vefat edinceye kadar Karamita ile yaptığı cihadın
üssünü Yemen teşkil etmişti. Orada el-Hadİ diye bilinen türbede babasının
yanına defnedilmiştir.
479- Her iki
kardeş de babalarının kitaplarını ve ilmini rivayet etmişler, kendi görüşleriyle
birlikte onları da yaymışlardır. Nitekim kendilerinden sonra gelen çocukları da
bu iki kardeşin babalarına ait ilmi yaymıştır. Dolayısıyle Yahya b. Muhammed,
dedesinin ilmini yaymış oluyor. Böylece el-Hadi'nin ilmi onun dilinden Deylem,
Cil, Horasan ve diğer Acemistan'ın Irak kesimine intikal etmiştir.
Şüphesiz Ravd
en-Nadir'de, İmam Zeyd'e halef olan, daha sonra da çocuklarının arkada
bıraktığı tabaka zikredildikten sonra Zeydiyye ilminin taşınması ve yayılma
alanları konusunda aşağıdaki husus geçer:
"Bunlardan da
Rasulullah Muhammed'in aile ocağına ait ilimleri toplayan Muhammed b. Mansur
el-Muradi rivayette bulunmuştur. Bundan da rivayette bulunanların en ileri
gelenleri arasında, Kasım b. İbrahim, Ahmet b. İsa b. Zeyd ve Hasan b. Yahya b.
Hüseyin b. Zeyd vardır. Hadi ve Müeyyed Billah ekolü son zamanlarda yani beşyüz
küsur sene sonra yayılıncaya kadar Kufeliler bu kişilerin mezhebi üzere
bulunmuşlardır. el-Hadi Yahya b. Hüseyin b. Kasım b. İbrahim, ilmini dedesi
Kasım b. İbrahim'den aldı. Sonra da başka mezheplerden seçmeler yaptı. Böylece
Hicaz Zeydiyyesi oluştu. Yemen de onun ve dedesinin ekolü üzereydi. Sonraları
bu ilmi oğlu Murtaza Muhammed b. Yahya aldı. Böylece mezhep, Acem beldelerine.
Cilan ve Deyleman'a girmiş oldu."[29]
Bu değerli kitapta
geçen husus bu şekildedir. Yukarıdaki açıklama üç noktaya delalet eder:
a) Hicaz ve
Yemen, el-Hadi'nin, dedesi Kasım er-Ressi'den devraldığı ekolü kendilerine
özgü bir yapıya kavuşturmuşlardır. Ayrıca el-Hadi buna yeni bilgiler, alıntılar
ve ictihadlar eklemiştir. Öte yandan dedesi de Zeydiyye'ye ait ilmi Rasulullah
(s.a.v.)'in ilimlerini toparlayan Muhammed b. Mansur el-Muradi'den almıştır. Bu
açıklamalardan, Zeyd (r.a.)'m AI-i Beyt dışından birçok taraftarlarının
bulunduğu anlamı çıkarılır.
Bu kişiler, Zeyd'in
bıraktığı emanetlerin tümünü Hz. Fatıma (R. Anha) 'dan gelen Ali Beyt imamları
taşıyıncaya kadar, onun ilmini ilk taşıyan kimselerdir.
b) Hicaz ve
Yemen, ilk olarak Hadivi mezhebinin özünü aldılar. Daha sonra Zeydiyye fıkhı
bütün unsurlarıyla bir araya geldiği sırada diğer Zeydiyye ekolleri de ona karışmış
oldu ve Zeydiyye içerisindeki kitap yazarları, örneğini Bahru'z-Zıhar
kitabında, ayrıca Zeydiyye'nin usul kitaplarında gördüğümüz gibi büyük belde
fıkıhlarını da ekleyerek müctehid imamların görüşleri arasını tek bir
çerçevede toparlamaya uğraştılar.
c)
el-Hadi'nin görüşleriyle büyük Nasır'ın görüşlerinin kaynaşması tamamlanmış oldu.
Cilan beldelerindeki ekolüne, görüş ve alıntılarına ekleme yapmak suretiyle bu
kaynaşmayı sağlama eyleminde bulunan ilk kişi, Muhammed Murtaza b.
el-Hadi'dir. Fakat oerçekte ise güvenilir tarihçilerin de belirttiği gibi bu
kaynaşmayı sağlayan kişi baba Muhammed el-Murtaza olmayıp, Hadi'nin oğlu İmam
Yahya b. Muhammed'dir.
Durum ne olursa olsun,
kaynağın tekliği hususu kesindir. O kaynak da raviler yoluyla, özellikle de
Muhammed b. Mansur el-Muradi tarikiyle elde edilen, İmam Zeyd'e ait ilim ve
fıkıh anlayışından ibarettir. Bundan sonra meydana geien ayrılıklar Özde değil,
kişisel görüşler üzerindedir. Hatta bu ayrılıklar sadece ictihadda ve başka
mezheplerden alıntı yapma noktasındadır. Bu duruma göre ayrılıklar özle ilgili
olmayıp, sadece fer'i konulardaki görüşlerdedir. Bu ihtilaflar, mezhebin
genişlemesine ve ufuklarının gelişmesine neden olmuştu.
Hanefi ve Şafii
mezheplerine mansup Maveraünnehir alimlerinin görüşleriyle Irak alimleri
arasındaki ihtilaflarda gördüğümüz gibi, bazan ictihad yaparken meydana gelen
ihtilaflarda, bulunulan vatanın büyük rolü vardır. Bunlar, önemsiz ve mezhebe
noksanlık getirmeyen, ancak Kitap ve sünnetle çelişmedikleri sürece mezhebi
geliştirip genişleten fikir ayrılıklarıdır. [30]
480 -Bunlar,
İmanı Müeyyed Billah Ahmed b. Hüseyin b. Harun el-Haseni ile kardeşi Ebu Talib
Natik bi'I-Hak diye anılan Yahya b. el-Hüseyin'dir. Her ikisi de imam olup,
Taberistan'da Zeydiyye!nin imamlık makamına gelmişlerdir. Birincisi h.333. senesinde
doğmuş ve kendisine h.38O. senesinde halife olarak biat edilmiş, h.411. yılında
arefe gününde vefat etmiştir. h.41i. yılında vefat etmesinden sonra kardeşi
Natık bil-Hakk'a biat edilmiştir. O da h.424. senesinde Taberistan'ın Amul
kentinde vefat etmiştir.
Büyük kardeş Müeyyed,
Nahiv ve lügat alanında ilim sahibi olduğu gibi ayrıca bir hadis toplayıcısı ve
kritiğini yapan kimseydi. Allah Teala onda hadisin hem dirayetini, hem de
rivayetini biraraya toplamıştır. Aynı zamanda da fakih bir kişiydi. Böylece kendisinde
Ali Beyt (Allah hepsinden razı olsun) ilminin yanında fıkıh ve hadis ilmi mez-colmuştu..
Natık bil-Hakk'a
gelince, kendisi lügat ilmine sahib olmakla birlikte İmam Hadi'nin mezhebi
içerisinde tahric, ihtiyar ve tercihleri bulunan bir fakih idi de. O, istınbat
şekillerini açıklamaya ve bunlar üzerine yapı kurmaya çok istekliydi.
Onun el-Hadi ekolünde
üzerinde tahric yapılabilen bir mesele hakkında nass bulunmadığı zamanlarda
takib ettiği yolun, Ebu Hanife'nin benzer konularda izlediği yöntemi
benimsemek şeklinde
olduğu kendisinden rivayet edilir. Belki de bu durum, Zeydiyye ile Hanefi
mezhepleri arasında bulunan sıkı ilişki nedenlerinden birisidir. Nitekim bunun
bazı görüntülerini şufa konusunda, hibe konusunun ekserisinde ve müzaraa mevzuunda
görmüştür.
Natık bil-Hakk'ın
istinbatîannm Taberİstan toprağında meydâna geldiği gözöniine alınmalıdır.
Zaten Hanefi mezhebi de kendisine bu beldelerde komşuluk yapıyordu. Çıkmazlar
aynı olduğuna göre, çözüm de aynı olmalıydı.
Fetva sadece
hastalıkların tedavisi içindir. Eğer hastalık birlik arzediyorsa, ilaç da aynı
olur. Burada şu karara varmalıyız ki, Natık bil-Hakk, el-Hadi'nin ekolüne göre
tah-ric yapmakla kastettiği amacı ne olduğunu içeren bu görüşü, sadece iki
mezhep arasında mantık açısından uyum sağladığını gördüğü için uygun
bulmaktadır.
Şüphesiz burada Natık
bil-Hafck'm Zeydiyye mezhebi yanında Hanefi mezhebini de öğrenmesine vesile
olan başka bir sebep daha vardır. O sebep, Natık bil-Hakk'ın Zeydiyye
fikhmdaki eUMecmu'ul-Kebir'i, çağında Hanefi otoritesi sayılan ve h. 324. yılında
vefat eden Ali b. Muhammed b. Hasan en-Nehai'nin öğrencilerinden telakki
edişidir. Bu zatın onların tabakatmdan sayıldığı, Zehebi Tarihînde
belirtilmektedir.[31]
481- Bu iki
kardeş, Hadi, Nasır, Ressi ve diğerlerinin fıkıh anlayışlarını, gerek Zeydiyye
ve gerekse diğer mezhepleri toparlayan birisi olan Ebu'l-Abbas'tan telakki
etmişlerdir. Nitekim Ravd en-Nadir Mukaddimesfnâe şöyle geçmektedir:
"İmam Müeyyed Billah olan Ahmed b. Hüseyin b. Harun ile kardeşi Seyyid Ebu
Talib, el-Vafifi Mezhe-bil Hadi ve'l-Kasım adlı kitabın sahibi Seyyid
Ebul-Abbas'tan ve Ali Rasul'den (s.a.v.) rivayet ettikleri şeylerden bu fıkıh
anlayışını elde etmişlerdir. Sonra da Müeyyed Billah. o ikisine ters düşen
alıntılarda bulunmuştur. Acem, Küfe, Hicaz ve Yemen beldelerindeki birçok
Zeydiler, bu alıntılara meyletmiştir."[32]
Şüphesiz bu iki
kardeş, hadislerden ve kendilerinden önce gelen imamların fıkıh anlayışından,
bu imamların daha Önce belirttiğimiz çocukları eşliğinde yaptıkları rivayet
tarikiyle, ayrıca bu imamlar haricinde Al-i Beyt'e aşın sevgi duyanların
oluşturduğu şahsiyetler tarikiyle, İmam Zeyd'in, hiçbir sapmaya ve aşırılığa
yer vermeyen ılımlı metoduna göre mezhebi toparlamışlardır.
Bu iki kardeş,
kendilerinden sonra gelen Zeydiyye fıkhının ravilerine ve nakilcileri-ne sened
tariki oluşturmuşlardı. Nitekim Zeydiyye Tabakan adlı kitapta aşağıdaki ifade
geçer:
"El-Muntahab
maa'l-Ahkam (yani Kitahul Hadî) ile Ahmet b. İsa'nın Emali'si, ayn-ca Nasır ve
diğerlerinden nakledilen öteki hadis kitapları, Eimmetu'1-Huda Ebu'l-Abbas
el-Haseni, Ebul-Hüseyin Ahmed b. Hüseyin el-Haruni ile kardeşi Natık bil-Hak
Yahya b. el-Hüseyin'den rivayetler
yaprmştır."
Bu iki kardeş,
el-Mecmu'ul-Kebir'ın rivayet ettiği, ayrıca eLHadi, Nasır ve el-Hadi'nin
dedesi Kasım er-Ressi'nin fıkıhlarının rivayette bulunduğu ara zincir durumundadırlar.
Bu fıkıh sahipleri, fıkıhlarını kendilerinden sonra gelenlere nakletmişlerdir.
Yine bu iki kardeş ve
daha Öncekiler, Zeyd'in ilmini ve fıkıhtaki ideallerini kavrayan Ahmed b. İsa
b. Zeyd'in öğrencisi Muhammed b. Mansur el-Muradi'nin el-Vafi adil kitabında geçenleri
iyice kavramışlardır.
İki kardeş de aynı
zamanda yukarıdaki iki şahsiyetin ilimlerini de aldılar. Böylece senedleri,
künyesi Ebu'l-Abbas Ahmed b. İbrahim b. Hasan b. Ali b. İbrahim el-Haşimi
el-Haseni olan Ebu'l-Abbas el-Haseni tarikiyle bitirmiştir. Ebu'l-Abbas
el-Haseni her ne kadar imamet makamına ulaşmamışsa da, tanınan bir fakihdi. Şia
fıkhının tümünü biliyordu.
Önce îsna Aşeriyye
İmamiyyesİne mensup bir kişi olarak İşe başladı ve onların fıkıh anlayışlarını
öğrendi. Daha sonra Zeydiyye şiasına intikal ederek saflarına katıldı ve onların
fıkıhlarını etüd etmeye koyuldu. Değişik rivayet tarzlarını naklederek her ne
kadar aralarındaki ayrılık büyük değilse de el-Hadi'ye ait ilmi algılayan
yemenlilerle Nasır el-Utruş'un ilmini miras alan Deylem ve Cil halkının
senedlerini bir araya toparladı. Nitekim iki Hanini Kardeşler'in çeşitli fer'i
konularıyla Zeydiyye fıkhını bu zattan aldıklarını daha önce belirtmiştik, h.
353 senesinde vefat etmiştir.
482-
Zeydiyye fakihleri, etüd edilmesine, üzerine bina kılınmasına, ona göre
tahric-de bulunulmasına materyal oluşturması için Zeydiyye imamlarına ait
görüşlerin tamamını toparlayıp daha sonrakilere nakletmeye, kıyas Ölçütlerinin
üzerine bina edildiği illetleri istinbat etmeye, ayrıca çeşitli olayların hükümlerini
istihraç etmek amacıyla uygulama imkanı sağlayan fıkhi kaideleri
yapılandrrmaya yöneldiler. Bu araştırmalar, kendilerinin mezheb dairesi
içerisinde ietihadda bulunmalarını engellememiş, hatta Zeydiyye usullerinin
dışına çıkmadıkları sürece dört mezhep ve diğerlerinden alıntı yapmalarına
mani olmamıştır.
Lakin Zeydiler, Ali
Beyt imamlarına ait görüşler yanında dört mezhep imamlarının görüşlerini de
Zeydiyye fıkhı içerisinde belirtme prensibi üzere yürüyorlardı. Özellikle de
kendi adlarına davette bulunmak amacıyla ortaya çıkan Zeydiyye imamları bu prensip
üzereydiler. Ne yazık ki h. 5. yüzyılın sonlanyla 6. yüzyılın başlangıcında bu
gibilerin ortaya çıkışı hayli azalmıştır.
483- Bu
dönemden sonra kendi adlarına davette bulunan iki imam gelmiş ve görüşleri
Zeydiyye fıkhı içerisinde tedvin edilmiştir. Bu iki imam, Ebu Muhammed
lakabıyla anılan Mansur Billah Abdullah b. Hamza b. Ebu Haşim el-Kasımi ile
İmam Yahya b. Hamza ei-Hüsevni'dir.
Birincisi, Buhara
beldelerinde ortaya çıkmıştır. Zira oradaki İşan'da H. 561. yılında doğmuş,
zühd ve takva yönüyle büyük bir gelişim göstermiştir. Birçok kitaplar kaleme
almıştır. Bu kitapların en büyüğü eş-Şafi adlı kitaptır. Bu kitapta, elli bin
hadis ezberlediğini belirtir. Bu da, cumhur nezdindeki Ehl-i Sünnet
kitaplarının içerdiği rivayetlerle Al-i Beyt eserlerinin içerdiği rivayetler
arasını birleştirdiğini gösterir. Çünkü AI-i Beyt'ten gelen rivayetlerin
toplamı bu sayıya ulaşmaz. Bu zat kendi adına davette bulunmuş ve h. 594.
yılında halife olarak kendisine biat edilmiştir. Lakin kuşatma altına alınmış
ve h. 614. yılında Kevkeban'da muhasara altındayken vefat etmiştir. Kuşatma
ya-nlmca, cesedi Yemen'in San'a yakınındaki Zufar şehrine nakledilmiştir.
İkinci imam, yedinci
yüzyılda davette bulunmuştur, h. 667 senesinde doğmuş ve 729. yılında kendi
adına davette bulunmuştur, h. 749 senesinde Yemen'in Heran Kale-si'nde vefat
etmiştir.
Fıkıhta, usulde,
arapça iJimleri konusunda, özellikle de belagatta alim bir kişiydi. Fıkıh ve
fıkıh usulü dalında Kitabul-İntisar adlı bir eseri, aynca belagat dalında da
Ki-tabu'î-Tıraz isimli te'lifi mevcuttur. Bu kitabı Mısır kütüphanesi bu
yüzyılın ikinci yansında basmıştır.
Belagatla ilgili bu
çalışmasında, Abdulkahir Cürcani. beyan ilmine ait nassların araştırmasına
dayalı tariki ve bu nasslardaki belagat metodlarının istihracıyla Sekkaki ve
diğerlerinin tarikinin arasım birleştirmiştir.
484- Bu
tarihi işaretlerden, aşağıdaki üç durumun karara bağlanması sonucuna varıyoruz:
1- Zeydiyye
mezhebi'nin imamları îslam beldelerinde çeşitli fırkalara ayrılmışlardır.
Böylece mezhep, sızdığı ve yaşadığı her memlekette o memleketin sosyal
yaralarına çözüm getirmekle bağlantılı ictihad ve istinbatlarla gün ıştğma
çıkmıştır. Bütün görüşler h. 4. yüzyılda toparlanmaya ve araştırılmaya başlanmıştır.
Bir gurup insan gelmiş Deylem, Cil Azerbaycan ve Horasan imamlarının
görüşleriyle, Küfe, Hicaz ve Yemenlilerin görüşlerini toparlamış. Öte yandan
iki kardeşler Müeyyed ve Natık bü-Hakk bu görüşlerin rivayetine yönelmişler,
ayrıca Kasım ve torunu Hadi'den rivayet edilenlerle İslam'ın Deylem ve Cilan'da
yayımcısı olmakla birlikte Zeydiyye mezhebi'nin de naşiri olan Ut-ruş Nasır'dan
rivayette bulunulan hususları bir araya getirmişlerdir.
2-
Müctehidierin ekserisi Al-i Beyt imamlanndandı. Bunların da çoğunluğu Hz. Hasan
oğullarından gelmekteydi. Allah ondan ve babasından razı olsun. Pek azı da Hz.
Hüseyin (r.a.)'ın zürriyetinden gelmişti. Çünkü Isna Aşeriyye mezhebi imameti
sadece Hz. Fatima'nm Hz. Hüseyin (r.a.) kolundan züriyetiyle sınırlandırırlarken,
Hz. Hasan'ın sülalesi Zeydiyye mezhebi içerisinde gerek kendileri, gerekse
ilim ve imamet noktasındaki etkinlikleri açısından geniş bir alan buluyorlardı.
Nitekim Zeydiyye imamları arasında, Ebu Hanife (r.a.) ve diğerlerinin üstadı
durumunda olan Abdullah b. Hasan b. Hasan'ın
çocukları
bulunmaktaydı.
3- Biz,
Hanefi mezhebiyle Zeydiyye mezhebi arasında tarihi iki buluşmanın meydana
geldiğini biliyoruz.
Birincisi: İmam Ebu
Hanife'nin İmam Zeyd'le (Allah her ikisinden de razı olsun) buluşması, ondan bilgi
alması ve üstün niteliklerinden sürekli bahsetmesidir.
İkincisi: de, her iki
mezhebin Maveraünnehr beldelerinde, daha doğrusu Zeydiyye mezhebi
propagandasının h. 3. yüzyılda etkin olduğu yerde içice bulundukları sıradadır.
Bu yakınlaşmanın kıyaslar konusunda o denli ileri düzeye vardığı ortaya çıkıyor
ki, Natık bü-Hakk, el-Hadi'nin hakkında hüküm verirken nass gösteremediği
meselenin benzerlerinde, Ebu Hanife mezhebi içerisinde nass getirilen meseleyi
esas alarak muteber kabul etmiştir. Nitekim bu hususa daha önce işarette
bulunmuştuk.
485-
Gerçekten Zeydiyye mezhebi muamelat konularında Ebu Hanife'nin mezhebiyle
yakınlık arzeder. Fakat bu yaklaşımın anlamı tamamen aynı olmak değildir.
Bilakis bu yaklaşımın görüntüleri, şufa ve müzaraa konularında gördüğümüz gibi
birçok cüz'i meselelerin çözümündedir.
Zeydiyye mezhebinin,
metod seçme noktasında Hanefi mezhebi'nin hüküm verirken kullandığı metodlann
tümünü benimsediğini görmekteyiz. Dolayısıyîe Hanefiyye'ye göre esas alınan
kıyas kuralları aynen benimsenmiştir. İstihsan kuralları da aynıdır. Hatta her
iki mezhebin tanımlamaları aynı şekildedir.
Fakat Zeydiyye mezhebi
temel ilkelerinin, üç açıdan daha geniş kapsamlı olduğunu müşahede ediyoruz:
a)
Zeydiyye'nin çoğu imamları münasib mürsel ile hüküm verip onu kıyasın türlerinden
saydıkları yerde Hanefiler sadece mesalih-i mürsele ile hüküm vermişlerdir.
Böylece Zeydiler temel ilkeler konusunda ilaveler yapmışlar, yahut kıyas
kavramım Ha-nefilerin genişletmelerinden daha geniş bir tabana yaymışlardır. Bu
şekilde açıyı Hanefi mezhebinden daha geniş tuttukları oranda zeydiler Maliki
mezhebi'ne yaklaşım arzeder-ler.
b) İstıshab
konusunda istinbatta bulunmayı, Hanefiyye'den daha kapsamlı tutarlar.
Böylelikle onu hukuka kesinlik kazandıran bir öğe sayarlar. Nitekim Hanefi
mezhebi, yeni bir hukuk getirmeyip sadece mevcut hukuku muhafaza ettiği oranda
istıshabla hüküm verirlerken Zeydilerin onu mevcut hukukun garantisi saymaları
gibi.
c) Zeydiyye,
delil bulunmayan yerlerde akla dayanarak hüküm verme kapısını açık bulundurur.
Nitekim bu ilkenin boyutlarını açıklamıştık.
486-Kuşkusuz
Zeydiyye'nin benimsediği usuller göz önüne alınacak olursa, usûl ve metodları
en geniş boyutlarıyla ele aldıkları açığa çıkar. Usuller bu denli çoğalınca,
mezhebin gelişme hızı çok fazla ve düşünce ufku da o derece geniş olmuştur.
Aynca
buna, kapısını dört
mezhebin ve diğerlerinin görüşlerine açık bulundurması yanında, ic-tihad ve
tahric kapısını her asırda açık tutması, öte yandan kıyam eden, ictihad yapan
ve diğer mezheplerden seçmelerde bulunanların çokluğu eklendiğinde, bu mezhebin
diğer İslam mezhepleri yanında gerek gelişim gerekse asırlara uyum sağlama
kudreti açısından daha ileri düzeyde olduğu anlaşılır. [33]
487- İmam
el-Hadi'niıı, h. 3. yüzyılda egemen olan düşünce yapısının kutbunu teşkil
ettiğini gördük. Öte yandan onun görüşlerinin dedesi Kasım er-Ressi'nin
görüşleriyle, ayrıca Utruş Nasır'ın h. 4. yüzyıldaki çalışmaların odak noktası
durumundaki görüşleriyle bütünleştirilmesi, bu düşüncelerin rivayet edilerek
te'lif eserler içerisinde kaynaştırılması, onlara göre ictihad ve seçmeler
yoluyla tahric ve eklemelerde bulunulması kendisinden sonra gelerek imamlık
makamına oturan çocuklarının, bir de Haruniler'le diğerlerinin çalışmalarıydı.
Dolayısıyle onun bu
derece tarihi ve mu'ciz düzenleme içerisinde yalnız başına özel bir
araştırmayla ele alınması gerekiyordu.
Öte yandan el-Hadi,
Yemen'de büyük belde fıkıh mezhepleri düzeyinde hayatiyetini sürdüren bu
toparlayıcı mezhebin o yöredeki imamıdır.
İmam el-Hadi, el-Hadi
ilal-Hakk olan Yahya b. Hüseyin b. Kasım er-Ressi'dir. Daha önce işaret
ettiğimiz gibi er-Ressi'nin torunudur, h. 245. yılında Medine'de doğmuştur.
Fıkhı her yönüyle ve bütün kaynaklarından araştırmaya koyulmuştur. Bir hidayet
rehberi ve mürşid olarak Aîlah Sübhanehu'ya ve dosdoğru yola davet etme
görevini yüklenmiştir. Ayrıca her İslam taifesinin ve çeşitli belde halkının
sorup fetvasına başvurdukları dini bir danışmandı. Onlara, kaynağı kendisine
ait değerli risalelerle cevap veriyor, bu risalelerde Kur'an ve sünneti müdafaa
ediyor, böylece sapık kişilerin sapıklıklarını geri püskürten hakkı açıklığa
kavuşturuyordu.
488-
Sünnetin kapsadığı hükümlerin Allah katından olduğunu isbatlayan risale, bu
risaleler arasındadır. Nitekim bu risalede şöyle der:
"Rasulullah
(s.a.v.)'m Allah Sübhanehu ve Teala'mn bilgisi olmadan hiçbir şeyi icad etmesi
mümkün değildir. Çünkü Kur'an Rasuİullah (s.a.v.)'den şöyle hikaye eder:
"Ben, bana
vahyolunandan başkasına uymam." (Yunus 15) Ayrıca Allah Teala şöyle
buyurur:
"Sen kitap nedir,
iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru
yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık..." (Şura 52)[34]
Bu, Nebi (s.a.v.)'in
ictihadda bulunduğu görüşüne ters düşmez. Lakin o, hata edecek olursa (Bedir
esirleri olayında cerayan ettiği gibi) Aîlah Teala hatasından dolayı onu
uyarır; yok eğer onaylarsa, işte sözkonusu görüş Allah Teala'mn hidayeti ve
şeriatının ta kendisidir. Şüphesiz Allah Teala'mn ilmi her nerede olursa olsun
bütün ilimleri kuşatır. Sanki o (r.a.) sünnetin bir bölümünün ictihaddan ibaret
olduğunu bizim de Nebi (s.a.v.)in ictihad yaptığı konularda ictihad yapma
hakkımız bulunduğu iddiasını ileri sürenlerin görüşlerini reddediyor. Hatta bu
kişiler taşkınluçlarını daha ileri boyutlara götürüyor ve asrımızın
ihtiyaçlarına göre Nebi (s.a.v.)in içtihadına muhalefet etme hakkımız olduğunu
söylüyorlar.
"Ağızlarından
çıkan bu söz ne büyük oldu! Yalandan başka bir şey söylemiyorlar." (Kehf5)
Demek bu sapkınlardan
bir gurup el-Hadi döneminde ortaya çıkmış ki bu değerli ri-salesiyle onlara
cevap vermişti.
489- H. 280
yılında Yemen'e gitti ve orada görüşleri için bol verimli bir zemin buldu.
Böylece derin fıkhi görüşlerinin, bir de her türlü sapkınlıkla kuruntudan
arınmış güçlü dini akidesinin oluşturduğu bu tertemiz ve hoş tohumlarını oraya
ekti. Nihayet bu mübarek yolculuk sayesinde Yemen topraklarında kendisine ait
bir taraftarlar topluluğu oluşturdu. Ayrıca o, bu yolculukta beraberinde Ali b.
Abbas b. Ethem el-Haseni'yi de götürdü. Bu zat Al-i Beyt'in ilmini en iyi bilen
şahsiyetler arasındaydı. Yine o, Al-i Beyt'in yaptığı icma'lan rivayet eden bir
kimseydi. AI-Beyt'in yaptığı İcma'larda hiçbir Zeydiyye fukahasmın karşı
çıkamıyacağı hükümler mevcuttur. Bu icma'lar, usuller bölümünde açıkladığımız
gibi Allah'ın Kitabı ve Rasulullah (s.a.v.)in sünnetinden sonra Zeydiyye
fıkhının kaynaklarından birisi addedilir. Nitekim bu bölümü, taraftarlarının
serdettiği delillerle açıklığa kavuşturduk.
Nihayet bundan sonra
Hicaz'a döndü. Bu yolculuğunda henüz kendi imametine davette bulunmamış ve
biat olayı meydana gelmemişti. Birçok nedenleri kendisini Hicaz'a dönmeye
zorlamış, neticede tekrar oraya geri dönmüştü.[35]
490- Fakat
o, kalpler kendisine bağlandıktan, ayrıca Yemenlilerin iki yakasını birleştirebilecek,
aralarında çok yaygın bulunan bidatlarla, bir de üzerlerine atılıp duran
Karamita mezhebiyle saflarında savaşabilecek bir imam olduğunu Yemen halkı
arasında yayacak Yemen'li mürşidleri bulduktan sonra Hicaz'a döndü.
Bu nedenle kendisini
tekrar geri dönmeye çağıran Yemenlilerden bir heyet yanma gitti. Esasen daha
önceden onu davet eden mektupları kendisine varmıştı. Nihayet Yemenlilerin
davetçilerini olumlu karşıladı ve h. 284. senesi Safer ayının altıncı gününde
Sa'de'ye ulaştı.[36]
Kendisine biat
edilmeye davet ederken aşağıdaki ahidnameyi okudu ve şöyle dedi: "Ey
insanlar, nefsime karşı sizin hakkınızda dört şeyi şart koyuyorum; Allah'ın
kitabına ve Rasulünün (s.a.v.) sünnetine göre hüküm vermek, benimle sizin
aranızda koyduğu esaslarda sizi nefsime tercih etmek... Evet ben sizi kendime
tercih ediyor ve size karşı üstünlük taslamıyorum. Maddi menfaat karşısında
benden önce sizi öne alıyorum. Benim ve sizin düşmanınızla karşılaşma
esnasında kendimi sizden daha önceye geçiriyorum. Size karşı nefsime iki şart
koşuyorum: Allah Sübhanehu ve Teala hakkı için gerek gizli, gerekse aşikar
olarak nasihatta bulunmak,
Allah'a itaat ettiğim
sürece bütün hallerde benim emrime itaat etmek. Dolayisıyle ben muhalefet
edecek olursam bana itaat eüneniz sözkonusu olamaz. Eğer ben döneklik yapar da
Allah'ın Kitabından ve Nebisinin sünnetinden vazgeçersem beni dayanak kabul
etmeniz gerekmez. İşte benim yolum bundan ibarettir. Allah'ın, bana ve bana
tabi olanlara basiret ihsan etmesini dilerim."
Kendisine yapılacak
biati takdim ettiği bu beyandan, aynca aynı metod üzere sunduğu diğer birçok
beyanattan, en büyük idealinin İslami otoriteyi egemen kılmak ve bütün
müslümanları Allah Teala'nm kitabıyla Nebisi (s.a.v.)'in sünneti üzere
toparlamak olduğu anlaşılıyor. Nitekim o, bütün gayretini müslümanlann dağınık
durumlarını organize etmek, birbirleriyle olan münasebetlerini düzeltmek
amacına yöneltiyordu.
Bu konuda şöyle
söylediği rivayet edilir:
"Allah bu ümmeti
ıslah etseydi de, tek ben bir gün aç. bir gün tok kalsaydım."
Böylece onun devlet
başkanı olmayı değil, sadece müslümanlann işlerini düzene koymayı, şeriatı-ihya
ederek egemenliğine uyulmasını zorunlu hale getirmeyi arzuladığı açığa çıkıyor.
491-
Sa'de'de yerleşmeye karar verdikten sonra iki hususa yöneldi: Birincisi:
Yemen'i ve komşularını tek bir otorite altında toplamak ve bu sayede bütün
tefrikaların Üstesinden gelmek. Nitekim bu uğurda çetin mücadeleler verdi ve
büyük çoğunluğu kendi otoritesi altına alıncaya kadar bid'atçılarla, başına
buyruk kişilerle savaştı.
İkinci husus: huzur ve
güven ortamı oluşması için Yemen'in en ücra köşesine kadar gerçek adaleti
yaymak. Böylece, halk sadece adaletli olduğunu hissettikleri adil bir otoriteye
güven duysun. Nitekim o, en başta sosyal adalet olmak üzere bütün çeşitleriyle
adaleti yaymaya çabaladı. Bu amaçla bir yandan beytülmalı, öte yandan da zekat
ve cizyelerin toplanmasını düzene koydu, almaya hak kazananlar arasında
dağıtımını sağladı. ,
Bir köyde toplanan
zekatın dörtte birinin, o köy halkı arasında sarfedümesini zorunlu hale
getirdi. Böylece beytülmalı düzenleme işinde en son noktaya vardı.
492-
El-Hadi'den anlatılanlarda iki hüküm mevcuttur:
a) el-Hadi
zımmilerin, islami fetihler esnasında ilk atalarından kendilerine intikal etmeyen
arazileri satın almalarının caiz olmadığı görüşündedir.
Nitekim bu konuda
zekat ve haraç işlerini yöneten kişiye şöyle demiştir: "Yahudi ve
hıristiyanlardan mülk sahibi olanlara gelince, herhangi birisinin elinde
veraset yoluyla dedelerinden kalan müslümanlann mallarından satın almadığı eski
bir mülk varsa hiçbir yolla ona müdahele edemeyiz. Ancak onlardan birisi mü si
umanlardan herhangi bir mal satın almışsa bu konuda verilecek karar, onu tekrar
müslümanlara iade etmesi, parasını da geri alması şeklindedir. Çünkü eğer
müslümanlann mallarını satın alma işini serbest bırakacak olursanız müslümanlar
onlarla anlaşma yaparlar ve müslümanlann öşürleri ve mallan düzensiz bir hale
gelir."[37]
el-Hadi'yi bu karara
götüren etken, savaş ve ekonomik gücün müslümanlara ait olması için
müslümanların elindeki en büyük gelir kaynağı demek olan topraklann, zımmilerin
kazanılmış haklanna dokunmamak şartıyla kendi ellerinde kalması hususundaki
aşın kararlılığıdır. Şüphesiz bu eğilim o asrın ruhuna uygundu. Çünkü o asırda
devletlerin tümü din esası üzerine oturuyordu. Böylece dinin ilkeleri devleti
meydana getiren il-, kelerin bir parçasını oluşturuyordu. Ayrıca hicri ikinci
ve üçüncü yüzyıldaki savaşlar, müslümanlarla, Romalı ve diğerlerinin
oluşturduğu hıristiyanlar arasında meydana gelen herhangi bir meseleden kaynaklanıyordu.
Doîayisıyle İslam iktisadını oluşturan kaynakları müslümanlann elinde
bulundurmak suretiyle devletin güvenliği için ihtiyatlı davranma zorunluluğu
vardı.
b) el-Hadi,
hrristiyanlann mülkiyeti altındayken müslüman olan köleleri satın alma işini
beytülmalın zorunlu görevi kılmıştır. Bu durum, azad edilmeleri için gayri
müslim, değerlerini ödeyememeleri halinde sözkonusudur. Şüphesiz bu anlayış,
zekatın ilkelerinden birinin çok ustaca bir uygulamasıdır. Zira zekatın
harcama alanlarından birisi, müslüman köleleri satın alıp azad etmek suretiyle
hürriyetleri kısıtlananlann özgürlüğe kavuşturulması ameliyesidir. Ayrıca
efendileriyle mükatebe yapan kölelere yardımcı olunması ve değerleri nisetinde
efendinin alacağı karşılığında çalışmaları şartıyla azad edileceklere destek
sağlamak da bu kapsama dahildir.
el-Hadi, sadece gayr-i
müslimin elinde olduğu halde müslümanhğı seçen köleye yönelik olarak bu
yargıya varmıştır.
493-Nitekim
el-Hadi Yemen beldelerine ait hükmü ortaya koyarken yetkili kişileri İslam
hükmünün görüntüsünü içerdiğine ve daha önceki raşid halifelerin zamanındaki
uygulamayı kavramaya kaynaklık teşkil ettiği hususlann oluşturduğu adalet
geleneği üzere yürümüştür.
Şüphesiz onun
risaleleri, hitabeleri ve ahidnameleri okuyucuya, hakim kişiyi küçük- büyük
emir-nefer herkesin anhyacağı şekilde Allah Teala'nm hükümlerini etkin uygulayıcısı
olarak gören Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali'nin dönemlerine yani
İslam'ı ilk dönemine döndürdüğü hissini verir.
Adaletli yöneticiye bu
derece güven duydukları için Yemen ordusu onun arkasından kerhen değil, seve
seve yürüyordu. Böylece Yemen'in büyük bir ekseriyetini kendisine severek boyun
eğdirdi. Necran'ı da kendi yönetimi allına aldı. Necran hıristiyanlarına, Nebi
(s.a.v.)'in tanıdığı hakların aynısını tanıdı.
494- öte
yandan işlemez duruma getirilen had cezalarına işlerlik kazandırmak için çaba
sarfetti. Böylece içki cezasına seksen değnek, zina cezasına da yüz değnek
cezası verdi. Diğer cezaları da bu şekilde takdir etti. Nüfuzlu kişiyi, nüfuzundan
dolayı had cezasından muaf tutmadı. Aksine hiçbir müsamaha yapmaksızın
uygulamaya gitti ve adam kayırmak için kendisine imtiyaz tanımadı. Yemen'in
tamamında rejimin hakimiyetini sağlamak için sürekli cihadda bulundu, h. 293.
yılına varıncaya kadar hiçbir çabayı elde bırakmadı. Bu senede Karamita olayı
güç yeiirilemiyecek bir baskın durumunu aldı ve Yemen sınırına gelip
dayandılar. Nihayet Yemen sınırlarını her taraftan ihlal etmeye başladılar. Bu
nedenle onlarla cihad etmeye koyuldu. Onlarla bilfiil savaş yapması, H. 293
yıh muharrem ayı başlarındaydı. Şüphesiz Karamita bir kısım aşırı Şiilerin görüşlerini
mezhep haline getirmişler ve İslam diyarında yıkıcı faaliyetlere başlamışlardı.
Böylece İslam doğuda bir Karamita sayesinde, baüda ise İsmailiyye devletinin
kurulmasıyla aşırı şia akımlarına maruz kalmıştı.
el-Hadi'nin, doğu
cephesinde hızlarım kesmek ve üstünlüklerini kırmak için Önlerinde durması
zorunluydu. Nitekim bu uğurda tatlı bir belayla imtihan edildi. Zira beş yıla
yakın bir süre onlarla savaşa koyuldu. Nihayet bu cihad esnasında birçok
yaralar aldı ve 298. yılı sonunda Rabbi kendisinden, kendisi de Rabbinden razı
olarak vefaat etti. Böylece denemediği hiçbir cihad yöntemini ardında
bırakmadı. Hak ve hakikati öğrenme uğrunda cihad etti; bu şekilde Zeydiyye
mezhebini geliştirdi, ietihad ve başka mezhep-
. lerden alıntı yapma kapısını genişletti. Kendisini mezhep sahibi diğer
imamların mertebesine çıkaran mutlak ictihadlarda bulundu. Rejimin
hakimiyetini sağlama uğrunda mücadele etti. Bununda ötesinde bid'atlarla
savaşma konusunda mücadele verdi. Karami-ta'nın önünde bir gözetleme yeri
olarak durdu.
Başladığı şeyleri,
tamamlamak üzere oğlu Ahmed b. Yahya'ya terkeîti. Oğlu da, h. 325. yılında
Sa'de'de vefat edinceye kadar yirmiyedi yıldan daha çok bir süre onlarla cihad
yaptı. O da babasının yanına defnedildi.
495- Burada,
Zeydiler'in h. 3. yüzyılda iki devlet kurduklarını ve her iki devlet içerisinde
.de hakimiyetlerinin son aşamaya ulaştığını görüyoruz.
Birincisi, Utruş
Nasır'm Deylem ve Cil beldelerinde kurduğu, kendisinden sonra da
halifelerinin devam
ettirdiği devletdir.
İkincisi, el-Hadi'nin
Yemen beldelerinde kurduğu ve kendisinden sonra da halifelerinin aynı tarz
üzere sürdürdüğü devlettir.
Böylece bu iki
devletin kuruluşu da Zeydiyye'nin anlayışına göre tamamlanmış oldu. Her
devlette imamlığı tanınan bir imam başa getirildi. Bu olay, biribirinden uzak
iki ülkede iki imamın aynı anda başa getirilmesini caiz gören Zeydiyye
mezhebine ait bir uygulamadır. Şüphesiz bu iki devletin ayakta durması
noktasında birçok etkenler ortada bulunuyordu. Nitekim Nasır, islam'ın
propagandasını yapmak suretiyle islami bir atmosfer oluştururken, ikincisi de
tefrika ve başıbozukluğun orta yerinde adalet, cihad ve ittihad bayrağını açtı.
Yemen beldeleri ona hazır vaziyetteydi. Beldeler el-Hadi'yi Ye-men'e mahsus
katıksız bir davetle oraya çağrıda bulunmuşlardı. Bu davet, Hz. Hüseyin (r.a.)
hakkında işlenen ayrıca kendisinden sonraki zulüm ve zalimlere karşı kükreyen
torunu Zeyd hakkında uygulanan Irak'a mahsus bir davet türü değildi.
496- İmam
el-Hadi'nin şöhreti sadece adil devlef adamlığıyla değildir. Bilakis onun ünü,
sahib olduğu ilim ve fıkıh anlayışıyladır da. Gerçekten onun devlet adamlığının
biçimi, ilmi görüşlerini devlet yönetiminde çok ince bir uygulamayla tatbik
alanına koyan ilim adamının devlet adamlığı vasfını ortaya çıkarır. Şüphesiz
beldelerin sosyal yapısı, bu görüşlerin uygulanmasında kendisine kolaylık
sağlamıştır.
Nihayet el-Hadi,
ardında fıkıh ve hadis alanında birçok kitaplar bırakmıştır. Kitab el-Ahkam
isimli eser bunlar arasındadır. Bu eserde İmam Malik'in el-Muvatta'âa izlediği
stili izler; önce hadis ve kaynak haberleri zikreder, sonra da onlara ait
tahricleri ile o haberler çevresindeki ictihadlarmı belirtir. Meselelerin
çoğunu dayandığı delillerle bağlar. O meseleleri çoğunlukla İmam Zeyd'İn
(Allah her ikisinden de razı olsun) isnadryla buluşturur. Nitekim İmam Zeyd'in
isnadlan el-Mecmu'öa tedvin edilmiştir. Bu çoğunlukla uyum sağlama olayı,
el-Mccmu'un doğruluğunun açık belgesini oluşturuyordu. Bununla birlikte birçok
meselede İmam Zeyd'e uyum sağlarken bir çoğunda da ona muhalefet ediyordu.
Şüphesiz Yemen
halkının büyük ekseriyeti onun ictihadlarını taklid etmişlerdi ve çocuklarıyla
çağdaşları olan Zeydiyye mezhebi alimleri onun mezhebine karşı hizmetlerini
tam olarak yerine getirmişlerdir. Ayrıca onun ortaya koyduğu belgelerden
hükümlerin illetleriyle kaidelerini istihraç etmişler, bu illet ve kaidelere
göre onun mezheb anlayışının tahric yöntemlerini ortaya çıkarmışlardır.
497- Deylem
ve Cilan ile Yemen arasındaki uzaklığa rağmen bilimsel bağlantılar,
mektuplaşma, kitaplar ve karşılıklı etüdle sağlanmaktaydı. Şüphesiz Nasır'm
eserleri Cilan ve Deylem beldelerinde zuhur etti. O kitapların etüdünü ve
onlarla Utruş Nasir'ın görüşleri arasını birleştirme işini de mezheb
müctehidlerinden bir gurup yerine getirdi.
Nitekim biz, daha Önce
Zeyd'in mezhebi içerisindeki görüşlerin toparlanmasına, bu işi iki kardeş olan
Müeyyed Billah Ahmed b. Hüseyin ile Ebu Talib Natık bi'1-Hakk'ın yerine
getirdiğine işaret etmiştik. İşte sözkonusu taife bu mezheb içerisindeki birçok
tahric yöntemlerini ortaya çıkarmıştır. [38]
[1] Mi'yar el- Ukul Varak: 125
[2] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 421-423.
[3] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 423-426.
[4] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 426-427.
[5] İrşad eI-FuhuI,s. 22
[6] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 427-429.
[7] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 429-430.
[8] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 430.
[9] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 430-431.
[10] Fetavay-i Hayriye, 2/231.
[11] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 431-432.
[12] Ravdatu'n-Nadir ve Cennetu'I-Menazır, 2/407.
Müşrike meselesi, öz çocukların mirastan pay almaları yalnız asabelikle
muteber sayıldığı tekdirde, öz çocukların değil de anne bir çocukların
mirastan pay almaları olayıdır.
[13] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 432-433.
[14] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 433-436.
[15] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 436-438.
[16] Minhac el-Vusul, Varak: 132
[17] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 438-439.
[18] el-Fusul el-Lü'iüiyye, Varak: 206
[19] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 439-442.
[20] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 442.
[21] Ravd en-Nadir Mukaddimesi, s. 80
[22] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 443-445.
[23] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 445-446.
[24] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 446-447.
[25] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 448-449.
[26] el-Milel ve'n-Nihal, 1/211. Ayrıca îbn Hazm'ın
el-Milel ve'n-Nihai adlı eserin dipnotu.
[27] Ravd en-Nadir Mukaddimesi
[28] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 449-451.
[29] er-Ravd en-Nadir, 1/64
[30] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 451-453.
[31] Ravd en-Nadir Mukaddimesi, 1/64
[32] Bkz. kitabın 225-226. no'lı paragrafları
[33] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 453-458.
[34] Bu risale Dar'ül-Kutûb'de 39 no.lu mahfuz yazma
risalelerinin kapsamı İçeri sindedir.
[35] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 458-459.
[36] Tarih el-Hadi. Varak: 32
[37] Tarih el-Hadi, Vark: 3
[38] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı,
Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 459-464.