15-İCTİHAD.. 1

Müctehidde Aranan Şartlar. 3

A- ZEYDİLERE VE DİĞERLERİNE GÖRE İÇTİHADIN MERTEBELERİ. 7

1- Müstakil Hareket Eden Müctehidler. 8

2- Bağımlı Müctehidler. 9

3-Tahric Ehli Olan Müctehidler. 10

4- Tercih Ehli Olan Müctehidler. 11

5- Mukallidler. 11

B- İÇTİHADIN BÖLÜNEBİLİRLİĞİ. 12

C- MÜCTEHİDE GÖRE DELİLLERİN MERTEBELERİ. 13

D- ZEYDİYYE'YE GÖRE İCTİHAD VE TAKLİD.. 16

a) Zeydiyye Mezhebinde Taklid. 18

b) Hayatta Olmayanın Taklid Edilmesi. 19

ZEYDİYYE MEZHEBİNİN GELİŞİMİ. 21

A- BU MEZHEBİN ÇEŞİTLİ ÜLKELERDE YAYILMASI. 22

B- İZLENEN MÜCTEHİDLERİN ÇOKLUĞU.. 24

a) Ahmed b. İsa b. Zeyd. 25

b) Kasım b. İbrahim er-Ressi. 27

c) En-Nasır. 28

d) el-Hadi'nin Çocukları Olan İki Kardeş. 30

e) Harun? Olan İki Kardeş. 32

İmam el-Hadi. 36

İmameti. 38

 

 

 

15-İCTİHAD

 

429- İçtihadın lügat manası, herhangi bir amaca ulaşma noktasında bütün gayreti sarfetmektir. Usul alimleri, içtihadın terim anlamını şöyle tanımlarlar: İçtihad, fakihin, ameli hükümleri tafsili delillerinden istinbat ederken bütün gücünü harcamasıdir.

Bu tanım, usulcülerin cumhuruna göredir. Onlar fıkıh alanındaki içtihadı, sadece ameli hükümlerle ve o hükümleri tafsili delillerinden çıkarmakla sınırlandırırlar. Sözge­lişi, faizin azmin da çoğunun da haram olduğu konusunda Allah Tealanın:

"... Eğer tevbe edip vazgeçerseniz sermayeniz sizindir. Ne haksızlık etmiş, ne de haksızlığa uğramış olursunuz." (Bakara 279) ayetini delil getirmeleri gibi.

Zeydiyye alimleri ise içtihadın terim anlamını, "delil getirme açısından hükmü ya­kından tanıma yönünde olanca gayreti harcamak" şeklinde tarif etmişlerdir.[1]

Buna göre, ister akli isterse şer'i olsun, herhangi bir şer'i meseleyi delil getirme yön­temiyle yakından tanımaya uğraşmak, içtihaddır. Böylece içtihad kavramı, delil getirme yönünden hükmü tanıma anlamını taşıdığı için, mücerred aklı da kapsamına alır. Zeydİ-lere göre tanımdaki "hüküm" kelimesi, hem ameli, hem de ahkam-t ilmiyye adını ver­dikleri itikadı hükümleri kapsar. Buna göre müçtehid itikadın temel ilkeleri hakkında iç­tihad yapabileceği gibi, aynca hükümlerin hem usulü hem de füruu konusunda beraber­ce içtihadda bulunabilir.

Bazı fakihler de içtihadı terim anlamında, "gerek şer'i hükümlerde, gerekse o hü­kümlerin uygulama alanına konulmasında olsun, gayretin tamamını kullanmak ve bütün kapasiteyi sarfetmek" şeklinde tanımlarlar. Onu uygulama alanına koymaktan maksat, bütüncül kaideleri fer'i hükümlere tatbik etmektir. Daha nazik ifadeyle, müçtehidlerin istınbat ettiği, üzerine uygulanan ve hükümlerini açıklayan cüz'i meselelerle tekdüzelik arzeden illetler olarak gördükleri ahkamın illetlerini uygulamak alanına koymaktır.

Buna göre, içtihad iki bölüme ayrılır:

1- İstidlalin metodlannı düzenleyerek nasslardan hükümleri çekip çıkarmak, aynca fıkhın kurallan sayılan illetler anlamında olan ve hükümlerin kendisi üzerine bina edil­diği şer'i manalara açıklık getirmektir.

2- İstinbat edilen bu kuralları, çeşitli asırlardaki cüzi meselelere uygulamak. Şüphe yok ki, birinci kısmı teşkil eden içtihad kamil içtihad, ikincisi ise, yargıçların kanunlan uygularken yaptıklan içtihada benzeyen nakıs bir içtihaddır.

430- Bu iki tür içtihadın mertebelerini açıklayabilmemiz için, kıyasın illetinin çıka­rılması konusuna dönelim. Bunun nedeni, illetin üç ictihad türünün bulunmasıdır:

a) İlleti, nassm getirdiği konunun nitelikleri arasından ortaya çıkarmak. Kur'an'm şarap yasağı konusundaki nassı ve Nebi (s.a.v.) in ahşverişlerdeki faizi yasaklaması hakkında buyurduğu nass buna örnektir. Fakihlerin literatüründe buna, tahricu'l-menat denilir.

b) İllete yönelik bu ictihad türü, Şari'in, hükmü, sebebi sayılan olayla birlikte belirt­mesi ve olayla yakınlığı bulunan vasıflar üzerinde düşünmesidir. Buna misal olarak, Ne­bi (s.ajv.)in ramazanda hanımıyla cinsi ilişkide bulunan kimseye, ya bir köle azad etme­yi, yahut aitmiş gün oruç tutmayı, yahut da altmış yoksulu doyurmayı kefaret olarak zo­runlu görmesini verebiliriz. Bu durumda fakih, ilgili vasfı veya olaya sebep teşkil eden durumu iyiden-iyiye araştırır; acaba burada illet bizzat cinsel ilişkinin kendisi midir, yoksa orucu bozmak suretiyle ramazanın saygınlığını zedelemek midir? İşte her ikisi de illet olmaya elverişli bulunduğu halde iki vasıftan birisini istihraç etme olayına ten me-nat -kih'ul denilir. Nitekim bazı fakihler illetin cinsel ilişkinin teşkil ettiğini; dolayısıyle diğer orucu bozan hususlarda kefaretin gerekli olmadığını söylerlerken, bazısı da illeti, orucu bozmak suretiyle ramazanın saygınlığını zedelemenin oluşturduğunu, bundan do­layı özürsüz olarak kasten bozulan oruç için kefaretin gerekliliğini öngörürler.

c) Aynı illetin gerçekleştiği ve kesinlik kazandığı her yerde aynı hükmün uygulan­masıdır. Böylece asıl meselenin, hükmü, bu hüküm için de geçerli sayılır. Bu tür uygu­lamaya "tahkiku'l-menat" adı verilir. Müctehidin burada yapacağı çalışma, fetvanın ko­nusunu etüt etmek ve herhangi kuralın kendisine uygulanıp-uygulanamayacağını anla­mak için ortak Özelliklerini araştırmak şeklindedir.

Kamil ictihad, tahricu'I-menat ve tenkihu'l menat yoluyla, aynca hükümleri nasslar-dan elde etmek suretiyle meydana gelir. Nakıs ictihad ise, sadece yukarıdaki son bölüm­le oluşur. Buna göre nakıs ictihad, mezhebe dayalı ictihad olur. Çünkü bu tür ictihad, mezhebin ilk müctehidinin çizdiği daire içerisinde cereyan eder. Bu müctehidin ortaya çıkardığı illetlerin uygulaması da, tahricu'I-menat yahut tenkihu'l-menat yoluyladır.

Şüphesiz kıyasın bu üç bölümü bütün cumhur fakihlerinin usullerinde bulunduğu gi­bi, Zeydiyye'nin fıkıh anlayışında da mevcuttur.

431- İslam alimleri, hiçbir asrın üçüncü tür kıyastan yoksun olamayacağı üzerinde ittifak etmişlerdir. Bu üçüncü türü uygulayan alimler tahric alimleridir. Onların yaptık­ları çalışmalar istinbat edilen illetleri cüz'i konulara uygulamaktır. Sözkonusu alimlerin bu husustaki ilimleri, önceki alimlerin istinbat ettikleri hususları, önceki dönemlerde meydana gelmeyen olaylara tatbik etmekten ibarettir. Bu uygulamayla, ictihad mertebe­sinin ilk sırasında bulunan önceki alimlerin hakkında herhangi bir görüşüne rastlanıl­mayan meselelerin hükümleri açıklık kazanır. Bu durum, İslam'ın her döneminde ve bü-

tün fikhi mezheplerde buiunagelm iştir.

Dolayısıyle her mezhep içerisinde tahric alimleri bulunduğu gibi, aynca mezhebin genel kaidelerini, hakkında o mezhebin otoriteleri tarafından ortaya konulmuş hiçbir gö~ niş bulunmayan olaylara uygulamak amacıyla o kaideleri yoruma tabi tutan kişiler var­dır. Böylece tahric ehlinin elde ettiği bilgiler mezhebe ilave edilir ve bu sayede gelişim potansiyeli artış gösterir. Netice olarak, mezhebin cüz'i fıkıh konularını disipline eden kuralların toplamı oranında mezhep içerisindeki verimlilik oluşur. [2]

 

Müctehidde Aranan Şartlar

 

432- Usul alimleri, mükemmel bir müctehidde bulunması gereken ve ayrıntılarında ihtilaf etseler bile ana çizgileri yönüyle hiçbir mezhebin ayrılığa düşmediği şartlar üze-rinde oybirliği sağlamışlardır. Şimdi, açıklık getirici ibarelere işaret ederek, bu şartlan tek tek sunalım:

a) Birinci şart, arapçayı bilmektir. Nitekim bütün fakihler, bu ilmin bilinmesinin gerekliliğinde oybirliği yapmışlardır. Çünkü bu şeriat'ı getiren Kur'an arapça olduğu gi­bi, onu açıklamak için gelen sünnetin dili de arapçadır. Nitekim Gazzali müctehidin bil­mek zorunda olduğu arapça ölçüsüne sınır getirmiş ve şöyle demiştir: Şüphesiz arapçayı bilmenin bu ölçüsü, sözün sarihini, zahirini ve mücmelini, hakikatini-mecazmı, amm-has olanını, muhkem-m üteşabihini, mu tlak-mukay yedini, nass-fehvasını, şivesini-mef-humunu ayırdedecek kadar araplann konuşmasını, dilde kullandıklan örf-adetlerini an­layacak kadar olanıdır. Bu da, ancak dil konusunda ictihad derecesine ulaşan kişi için sözkonusu olabilir.

Şüphesiz bu açıklamalar haddizatında akla yatkın açıklamalardır. Çünkü müctehid olan, olmayanın hüccetidir. Bu duruma ancak, Nebi (s.a.v.)'e ilk indiği şekliyle Kur'an-ı Kerim'i kavrayanların mertebesine ulaşan kişiler kavuşabilir. Kur'anı ilk kavrayanlar da araplardır.

Al-i Beyt imamlarının tamamı, arapça ilmini bu seviyede elde etmişlerdi. Başlannda da Zeyd b. Ali, kardeşi Muhammed Bakır, kardeşinin oğlu Cafer Sadık ve onlardan son­ra gelerek ictihad için kollan sıvayan çocuklarıyla torunlan vardı.

433-  b) İkinci şart, Kur'an'ın nasih ve mensuh olan ayetlerini bilmektir. Çünkü Kur'an bu şeriatin temelidir. Nitekim Abdullah b. Ömer'in dediği gibi, "kim ki Kur'an'ı kalbinde toplarsa, Peygamber (varisliğini) avucunun içine almış olur."

Şüphesiz alimler, ictihadda bulunacak kimsenin, Kur'an ahkamına ait incelikleri iyi bilen bir kişi olması gerektiğini, aynca yaklaşık beşyüz civarında bulunan ahkam ayetle­rini de en ince yönleriyle bilen bir şahsiyet olmasının icabettiğini söylemişlerdir. Aynca bu kimsenin, eğer Kur'an'da nesh olayı cereyan etmişse, ahkam ayetlerinin tahsis edilen-

lerini ve neshedilenlerini bilmesi gerekir.

Bu anlayış, bütün Kur'an'ın İcmali olarak bilinmesi sonucuna götürür. Çünkü bütün Kur'an arasından ahkam ayetlerini ayırdetmek, icmali bir bilgiye ihtiyaç gösterir. Nite­kim İmam Şafii, müctehidin bütün Kur'an'ın hafızı olmasını şart koşar. Şüphe yok ki böyle bir şartın yerine getirilmesi, Kur'an'ı bilmenin en üst derecesidir. Tabii ki, sırf ez­berlemekle birlikte anlamak da icabeder. Çünkü sadece Kur'an'ı ezbere bilmek, ictihad esnasında hiçbir yarar sağlamaz.

Şüphesiz İmam Zeyd, halk arasında Kur'an'i en iyi bilen kişi olduğu gibi, Kur'an'in kıraat şekillerinin de ravisiydi. Nitekim o, "Kur'an'ın Dostu" şeklinde nitelendirildi. Yi­ne o, kendi asrında Kur'an'ı en iyi bilen Örnek şahsiyetti.

Fakat İmam Zeyd'e nisbetle tarihçilerin üzerinde ittifak ettikleri noktalar bulunması­na rağmen, Zeydiyye'nin usul alimleri, Mi'yar el-Ukul'an şerhi Minhac el-VusuFda be­lirtildiği gibi, şöyle derler:

"Bir müctehidin bütün Kur'an ve sünnet ahkamını bütün sınırlarıyla bilmesi şart de­ğildir." Belki de bunun nedeni, onlara göre içtihadın bölünebilir oluşudur. Buna dayana­rak deriz ki, içtihad kamil olduğu takdirde içtihadı yapan kişinin Kur'an ve sünnete ait hükümleri bütün sınırlarıyla bilmesi şart koşulur. Onlara göre Ali Beyt'ten masum sayı­lan şahsiyetlerin söylediği hükümlerin de bu bilgilere eklenmesi doğru olur. Masum sa­yılan bu kişiler, Hz. Ali, Hz. Fatimatu'z-Zehra, Hz. Hasan ile Hüseyn-i'dir. Allah hep­sinden razı olsun.

434- c) Üçüncü şart, sünneti bilmektir. Bu şart, en temel espirisi üzerinde alimlerin ittifak sağladığı bir şarttır. Şüphe yok ki, yükümlülük getiren hükümleri içeren sünnetin tamamını bilen bir kişi olması şart koşulur. Şüphesiz sünnetin tamamı sistemli sahih bir kitap halinde toplandıktan sonra teklifi hükümleri kapsayan sünneti ezberlemesi şart de­ğildir. Ancak şart olan, o sünnetin yerlerini ve kaynaklarından istihraç etme yollarını bümesidir.

Bu konuda zeydiler, cumhurla aynı düşünceyi paylaşırlar. Çünkü zeydiler, ellerinde Al-i Beyt tarikından gelen bir rivayet bulunmadığı takdirde, fukaha cumhurunca maruf olan sünneti kabule şayan bulmakta ve onunla amel etmektedirler. Nitekim sünnet konu­sunu açıklarken, zeydilerin rivayet konusunda Al-i Beyt imamlarına diğerlerinden önce­lik tanıdıklarını açıklamıştık.

Kur'an konusunda söylediğimiz bu noktada, onlara göre bazı konularda ictihadda bulunan kişiye nisbetle ahkamı kapsayan sünneti bütün yönleriyle bilmenin şart olmadı­ğı hususu gündeme gelir. Çünkü onlara göre ictihad bölünebilir.

435- d) Dördüncü şart, icma'ı ve ihtilaf edilen konulan bilmektir. İcma edilen konulan bilmek, hakkında hiç kimsenin ihtilaf etmediği bir husustur. Çünkü müctehide

düşen ilk görev, geçmiş otorite kişilerin üzerinde icma' sağladığı ve çeşitli mertebelerine göre hakkında icma'a varılan konulan bilmeye yönelmektir. Şüphesiz haberdar olduğu bu icma', bir mesele hakkında hüküm çıkarırken müctehidi başıboş davranmaktan kurta­rır. Zira yapılan icma' ile hüküm verip, herhangi bir meselede yapılan icma'm ardından ictihad etmemek, müctehidin görevleri arasındadır.

Bazı fakihler, fıkhın ölçütlerini iyi anlamak, aralarındaki dengeyi sağlamak, en muhkemini ve en sağlamını bilmeye erişmek, böylece değişik kaynak haberleri tanımak için, sahabeden ve tabiinden olan fakihlerin ihtilaf ettikleri noktaları bilmeyi şart koş­muşlardır. Nitekim bazan herhangi bir fakihin nezdinde diğerlerinin vakıf olamadığı kaynak haberler bulunabilir. Ayrıca Nebi (s.a.v.) in hadisleri de bazı bilginlerin gözün­den kaçabilir, fakat hepsinin gözünden kaçmaz.

Nitekim Ebu Hanife, halkın en bilgininin, onların ihtilaf ettikleri noktalan en iyi bi­len kimse olduğunu söylüyordu. Ayrıca İmam Muhammed Bakır, İmam Zeyd ve İmam Sadık, çağdaşlan içerisinde, halkın ihtilaf ettikleri noktaları en iyi bilen şahsiyetlerdi. Öte yandan İmam Zeyd (r.a.), halkın arasında dolaşan bilgilerin tamamını bilmek, onlan ayıklayıp temizlemek ve kalbinde tertemiz, gelişme gösteren bir ilim olarak canlanan hususları seçip-almak noktasında aşın hırslıydı. Nihayet hayatını anlatırken bu konuya işaret etmiştik.

436- e) Beşinci şart, kıyasın bütün şekillerini ve tariklerini bilmektir. İçtihadın bu türünü bilmek, aşağıdaki üç durumu göz önünde bulundurmayı gerektirir:

1- Hükümlerin üzerine bina edildiği nassların usûllerini ve nassların hükümlerinin üzerine kurulduğu, ayrıca fer'in hükmünün, asıl üzerine ilhak edilmesi imkanını veren illetleri bilmek.

2- "Sadece geçiş sağlamadığı kesinlik kazanan husus üzerine kıyas yapılabilir" ku­ralı gibi, kıyasın kanunlanm ve genel kaidelerini bilmek. Aynca kıyasın, üzerine kurul­duğu illetlerin vasıflarını bilmek.

3- Selef-i salihinin, hükümlerin bina edilişine esas saydıkları ve birçok fikhi kuralı onlara göre istihraç ettikleri hükümlere ait illetleri iyice kavrama konusunda, edindikleri metodlan bilmek. Zeydiyye buna, AI-i Beyt imamlarının kıyas konusunda edindikleri ve fıkhî görüşlerini dayandırdıkları metodlan da bilmeyi eklerler.

437-f) Altıncı şart, şer'i hükümlerin genel amaçlarım bilmektir. Böylece müçtehid, islam'ın geçerli saydığı, zaruriyat, hâciyât ve tahsiniyat olarak üçe ayrılan maslahatları bilmiş olur.

Ayrıca Şeriat'ın yükümlülükleri konusunda kabul gören veya arzu edilen meşakkat-ferle, uygun olmayan ve arzulanmayan zorluklan, öte yandan Allah Sübhanehu ve Teala yolunda cihad etmek gibi sürekli olmayan zamanlarda taleb edilen meşakkat türlerini ta-

mmış olur.

İşte kıyasın şekillerini, hükümlerin odak noktasını ve münasib vasıfları bilmeye muktedir olabilmesi için, müçtehidin yukarıdaki hususları bilmesi gerekir.

Bunun gayesi, Zeydiyye kitaplarının da belirttiği gibi müçtehidin kıyas vecihlerini, ayrıca mürsel istidlal ile mürsel münasibin üzerine kurulduğu mesalih cinslerini bilmesi­ne imkan sağlamaktır.

Şüphesiz, İslam'ın muteber saymadığı hayal mahsulü maslahatlardan müçtehidin uzak kalması için, İslam'ın benimsediği insani maslahatları ve vehmi maslahatları tanı­mak, iki zorunlu görevdir. Ayrıca müçtehidin zararlı ve yararlı şeylerin Ölçüsünde den­geyi sağlaması, böylece zararlı olanları defedip yararlılarını celbetmeye öncelik sağla-ması,topluma yarar sağlayanları fertlerin yararına olanlardan Öne alabilmesi için, olay­lardaki yarar-zarar ölçüsünü bilmesi gerektiği gibi.

438- g) Yedinci şart, sağlıklı bir anlayış ve güzeî bir takdir gücüne sahip olmakür. Getirilen bu prensip, şart ve yönlendirmeleri daha önce geçen bütün malumatı, görüşle-.rin çürüğünü sağlamından, cılızını dolgunundan ayırdetme noklasında kullanmayı sağla­yan araçtan ibarettir. Bazı fakihler, tanımların ve delillerin şartlarını onları sıralamanın yollarını bilmek demek oian mantik'ı bilmeyi de şart koşmuşlardır.

Diğerleri ise, fakihlerin numune-i timsali durumunda olan sahabe fakihlerinin böyle bir ilmi bilmedikleri esasına dayanarak bu prensibe karşı çıkarlar. Şüphesiz Zeydiyye imamlarının büyük çoğunluğu, istinbat yönünden insanların en güçlüsü idiler. Bununla birlikte hiçbirisinin mantık ilmine vakıf oldukları biJİnmemiştir. Bilakis mantık ilmi araplara, bu değerli mezhebin imamı İmam Zeyd'in şehid edilmesinden sonra intikal et­miştir.

439- h) Sekizinci şart, niyetinin sağlıklı olması ve itikadının da sağlamlığıdır. Şüp­hesiz güzel niyet, kalbi Allah Teala'nin nuruyla aydınlanmış duruma getirir. Böylece ki­şi bu eşsiz dinin özüne nüfuz eder. Kuşkusuz Allah Teala, ihlaslı olan kimsenin kalbine hikmeti atar ve böylece onu hidayete erdirerek sapıklıktan uzaklaştırır. Yine kuşkusuz gerçeği arama yolunda ihlaslı davranmak, onu arayanı gördüğü her yerde o gerçeğe tu­tunur duruma sokar. Böylece kişi bağnaz olmaz ve sapıklığa düşmez.

Şatıbi'nin de dediği gibi ictihad, Rasulün yerine geçerek Allah'ın şeriatını açıklamak için müçtehidin yücelmesi olayıdır. Bu makama da ihlas sahibi olmayanlarla bid'at pe­şinde koşanlar ulaşamaz. [3]

 

A- ZEYDİLERE VE DİĞERLERİNE GÖRE İÇTİHADIN MERTEBELERİ

 

440- Bir Önceki bölümde içtihadın şartlan üzerinde durduk. Onlar, asıl oluşlarında

ve derli-toplu bulunmalarında ittifak sağlanan şartlardır. Her ne kadar bazı ihtilaflar bu­lunsa da bunlar teferruat ve ayrıntılar üzerindedir. Ayrıca onlar, kamil bir içtihadın şart­larım oluştururlar. Zeydiyye'ye göre ictihad, kamil ve nakıs olmak üzere iki tabakadan müteşekkildir. Öte yandan zeydiler, imamlarının yaşadığı dönemden sonra da ictihad kapısını açık bulundururlar. Bu konuda ileri görüşlü bir yol izlerler. Fakat acaba zeydi-lerin yaptığı ictihad hangi tür ictihaddır; müçtehidin müstakil davrandığı mutfak ictihad mı, bünyesinde bağımsız hareket etmeksizin belli bir mezhebe intisabı taşıyan ictihad mı, yoksa Ali Beyt'ten Zeydiyye imamlarının fıkıh usulü olarak benimsediği usullerin, metodlann, ayrıca Zeydiyye mezhebiyle uyum sağlayan fıkhi illetlerden elde edilmiş kaidelerin dışma çıkmadan mezhep içerisinde gerçekleşen mücerred tahric olayı mıdır?

441- Şimdi bizim, usul alimlerinin ortak karara vardığı, ayrıca İslam'ın karar kılmış ve kesinlik kazanmış her mezhebinde mevcut olan, içtihadın genel mertebeleri konusu­nun ayrıntılarına girmemiz gerekmektedir.

Bu hususun açıklamasına girerken, her asırda insanların "fetva veren" ve "fetva iste­yen" şeklinde ikiye ayrıldığını söyleyebiliriz. Nitekim insanlar sahabe, tabiin ve mücte-hid imamlar dönemlerinde "müctehid" ve "müîtebi=îabi olan" olmak üzere iki kısma ayrılıyordu. Bu durum, büyük İslam beldelerinde mezheplerin oluşmasından sonra da asırlarca devam etmiştir.

Nihayet müctehidler, büyük beldelerdeki mezheplerin ve Şia mezhebinin oluşumun­dan sonra aynı tabaka halinde kalmadı. Bilakis en güzel sıralamaya göre dört tabakadan oluştular:

1) Müstakil hareket eden müctehidler,

2) Bir mezhebe bağımlı olan müctehidler,

3) Tahric ehli olan müctehidler,

4) Tercih ehli olan müctehidler. Taklid ehli olanlar da üç bölüme ayrılır:

1- Herhangi bir mezhep içerisinde daha önceki otoritelerin tercih ettiği hususları bi­len alimler,

2- İlgili kitapları anlama gücü olan alimler,

3- Halk tabakası.

Şimdi bu kısımların herbirisine açıklık getirelim: [4]

 

1- Müstakil Hareket Eden Müctehidler

 

442- Bunlara "Şeriat müctehidleri" denilir. Yine bu kimseler yukarıda bahsedilen şartların tamamını eksiksiz bir

şekilde üzerinde bulunduran kişilerdir. Ayrıca bunlar, hü­kümleri kitap, sünnet ve çeşitli görüş beyan etme yöntemlerinden istihraç eden kimse-

lerdir. Yine bu şahsiyetler, ictihadda bulunma metodlannı ve müctehidlerin çalışmaları-m dayandırdıkları temci ilkeleri planlarlar. Nihayet bu kimseler, Kitap ve sünnetin koy­duğu sınırlamalar, aynca dinde zorunlu oiarak bilinmesi kesinlik kazanan hususlar veya sahabenin üzerinde icma' sağladığı şeyler dışında kendilerini hiçbir sınırlamayla bağımlı görmezler. Demek oluyor ki bu kişiler, yukarıda sayılanlar dışında bağımsız hareket ederler. Zeyd b. Ali ve atalarıyla, hicri ikinci ve üçüncü yüzyılda ortaya çıkan diğer imamlar yanında İmam Hadi gibi Zeydiyye imamları, bunlar arasındadır. Nitekim bu şahsiyetler arasında Ebu Hanife, Malik, Evzai, Şafii, Ahmet ve Süfyanes-Sevri bulundu­ğu gibi, Ebu Yusuf, Muhammed, Ziifer ve İbn Huzeyl'den oluşan Ebu Hanife'nin arka­daşları da bunlardandır. Şüphesiz bu kişiler, Ebu Hanife'ye arkadaş olmaları, görüşlerini canlı tutmaları, onun adına rivayette bulunmaları kendi görüşlerinin toplamını onun gö­rüşleriyle birleştirerek başlı başına ayakta duran bağımsız bir mezhep saymaları yanında kendileri de gerek usulde, gerekse furu'da söz sahibi idiler. Fakat durumun Ebu Hani­fe'nin görüşleri dışında fetva vermeyi zorunlu kılması hariç, uygulama noktasında onun görüşlerine öncelik hakkı tanınmıştır. Bu hususa birçok meselelerde rastlanılmıştır.

Şüphesiz bazı Hanefi mezhebi fakihleri, yukarıda ismi geçen Ebu Hanife arkadaşla­rının bağımsız birer müctehid olmayıp, ikinci kategoriye dahil olduklarını, çünkü her ne kadar fer'i konularda Ebu Hanife'ye muhalefet etseler de, usul ve metod bakımından İmam Ebu Hanife'ye bağımlı olduklarını ileri sürerler. Fakat kaynak usul kitapları, bu şahsiyetlerin bazı durumlarda usul konularında da Ebu Hanife'ye muhalefette bulunduk­larını tesbit eder. Nitekim Ebu Yusuf ahad haberlerin Kur'an-ı Kerim'in umumi lafızları­nı tahsisi konusunda üstadı Ebu Hanife'ye muhalefet eder. Şüphesiz bu mesele birçok fer'i konuların üzerine bina edildiği önemli bir ilkedir.

443- Kuşkusuz bazı alimler, herhangi bir asrın bu tür bağımsız ictihad olayından yoksun bulunabileceğini ileri sürerler. Hatta bazı Şafiilerle Hanefiler ve Malikiler, böyle bir kapıyı kapatmışlardır.

Hanbelilere gelince, onlar hiçbir asnn bu tür ictihad olayından yoksunluğunun caiz olamıyacağı şeklindeki açıklamalarım sık sık tekrarlarlar. Nitekim bu konuda, İmam Ahmet'in Mümed'inde Nebi (s.a.v.) den şöyle buyurduğunu rivayet ettiği haberle hü­küm verirler:

"Şüphesiz Allah, her yüzyıl başında bu ümmet için, dininin fonksiyonlarını yenüeş-tirecek kimseyi gönderir."

Şüphesiz usul konusunda kitap yazanlar, mutlak ictihad kapısının açık olduğunu, hatta vacib olduğunu açıklarken sözü çok ileri noktalara vardirmıslardır. Nitekim Şev-kani deîrşad el-Fuhul adlı kitabında bu tür içtihadın alimler nazarında, mezheplerin tedvin edildiği çağda yapılan ictihaddan daha kolay olduğunu iddia etmiştir. Bu hususta şöyle demiştir: "Anlayışı en kıt olan kişi dahi Allah Teala'nın içtihadı sonradan gelenle-

re, öncekilere nasib olmayan biçimde kolaylaştırdığını hemen anlar. Çünkü yüce kitabın tefsirleri fedvin edilmiş, bu tefsirler sayılamayacak düzeyde çoğalmıştır. Ayrıca tertemiz sünnet de aynı şekilde kaleme alınmış, öte yandan bu ümmetin alimleri, tefsir, cerh ve ta'dil, tercih ve tashih üzerinde, müctehidin ihtiyaç duyacağından daha fazla açıklama­larda bulunmuşlardır."[5]

Kuşkusuz îmamiyye ve Zeydiyye'nin açıklamaları, ictihad kapısının açık bulunduğu noktasında ittifak sağlamıştır. Fakat ittifak edilen bu ictihad acaba mutlak ictihad mı, yoksa bağımlı ictihad mıdır?

Şüphe yok ki, Hadi, Nasır ve Kasım gibi İmamların metodlar konusundaki açıkla­malarının, diğerlerinin ötesinde bir saygınlığı vardır. Dolayısıyle, diğerlerinin yaptığı içtihadın müstakil olması mümkün değildir; ancak ikinci kısımda açıklayacağımız gibi bağımlı olabilirler. [6]

 

2- Bağımlı Müctehidler

 

444- Bu kısım müctehidler, fer'i konularda ictihad yaparlar. Hükümlerini usullerden istihraç ederler. Fer'i konularda bazan imamlarına karşı çıkmakla birlikte, mezhep ima­mının çizdiği metodlara sıkı sıkıya bağımlı kalırlar. Dolayisıyle Müzeni gibi Şafii mez-hebi'ne bağımlı kalanlar, İmam Şafi'nin er-Rİsale de çizdiği metodlara karşı çıkamazlar. Lakin bazan fer'i konularda ona karşı çıkabilir, böylece fer'İ konuların tamamında veya bir kısmında İmam Şafii'nin görüşleriyle paralellik arzetmeyen bir hususu istinbat edebi­lirler. Aynı durum, Abdurrahman b. Kasım, İbn Vehb ve İbn Abdil-Hakem için de söz konusudur. Bu şahsiyetler, intisab ettikleri mezhebi taklidi olarak değil de içtihadı ola­rak benimsemişlerdir.

Bu noktada biz, imamların dışındaki Zeydiyye içtihadının, bu iki ictihad türünün hangisine mensub olduğunu anlamak istiyoruz; acaba bu ictihad mutlak ictihad mı, yok­sa mezhebe bağımlı ictihad mıdır; yani bu müctehidler bir mezhebe bağlı müctehidler midir?

Şüphe yok ki İmam Zeyd ve Nebi'nin soylu sülalesinin oluşturduğu imamlar tabaka­sı, asla şüphe götürmeyen ve mutlak anlamda ictihad yapıyorlardı. Fakat biz, daha sonra Zeydiyye ismini sistemli hale getirenleri iki kısma ayırıyoruz:

a) Nefs-i Zekiyye, kardeşi İbrahim ve daha sonra gelen Mansur, Müebbid, Yahya üe'I-Hakk gibi bu mezhebi yenileştiren ve Al-i Beyt'ten olan imamlar bölümüdür ki, bu şahsiyetler mutlak ictihadda bulunma kariyerini taşıyan müctehidlerdir. Bunların arasın­da İmam Zeyd'in yaptığı içtihada muhalefet edenler vardır. Nitekim onların usuller ko­nusunda ters düştüklerini gördük. Aynca bunlar arasında bir temel ilkeyi destekleyenler olduğu gibi, başka bir gurup da ona muhalefet ediyodu. Şüphesiz bu usulleri ve o kaideleri İmam Zeyd kaleme almadı; bilakis kendisinden sonra yazıldı.

b) Al-i Beyt dışından gelen ve bu mezhebe göre ictihad yapıp fetva vermekle meş­hur olan müctehidler arasından sözkonusu mezhebe intisab edenler. Bu müctehidlerin ictihad konusundaki mertebelerini mutlak ictihadda bulunan müctehidlerin mertebesine yükseltmemiz imkanı yoktur. Çünkü her ne kadar bunlara seçimde bulunma hakkı veril­mişse de, imamların koyduğu usullerle bağımlıdırlar. [7]

 

3-Tahric Ehli Olan Müctehidler

 

445- Bu tür müctehidlerin iki fonksiyonu vardır:

a) İmamların Ölçütlerini ve fıkhi metodlanni üzerine bina ettikleri fıkhi illetleri elek­ten geçirmek ve o illetleri, mezhebin, hükümlere uygulanan, ayrıca cüz'i meselelerin hü­kümlerinin de onların ışığında tanındığı kaideler şeklinde görmek. Böylece mezhebin külli prensiplerini bağımsız hale getirirler. Onların bu konuda yaptıkları ictihad, mezhep imamının hükümleri üzerine bina ettiği hususları tanıtmak ve netleştirmekten ibarettir,

b) Yüklendikleri fonksiyonların bir diğeri, bu illetleri, imamın döneminde meydana gelen, o konuda da imamın görüşüne rastlanmayan fakat kendi asırlarında ortaya çıkan olaylara uygulamaktır. Şüphesiz bu kategoriye giren müctehidler, mezhep imamlarının yaptıkları kıyası dayandırdıkları vasıf olarak bilinen illetleri uygulamak suretiyle, olay­lara ait hükümleri elemeye tabi tutan kişilerdir. Dolayısıyle bu eylem, mezhebin dışına Çıkma sayılamaz. Zira imamın ictihad yaparken gözettiği illeti uygulama alanına koy­manın, imamın görüşünden ayrılmış değil de, aksine o imamın görüşüyle hüküm verme anlamı taşıyacağı, gelenekleşmiş olaylar arasındadır. Bu gerçeğe tahkiku'I- menat adı verilir. Yani illeti bilinen hükmü bu illetin gerçekleştiği her olay üzerinde uygulamak demektir. Nitekim maiikiler ve diğerleri daha önce işaret ettiğimiz gibi, hiçbir asnn bu tür ictihaddan uzak kalamayacağı kanaatine varmışlardır.

Bu kategoriye giren müctehidler, herhangi fer'i bir meselede kendi'imamlarına karşı olamazlar. Ancak bu tabakaya mensup müctehidler, halkın toplumsal çıkarlarıyla daha çok bağlantılı olduğunu, ayrıca fıkıh kurallarının daha net bir şekilde gerçekleştiğini gördükleri hususlarda aynı mezhep imamlarının görüşleri arasından seçme yapabilirler.

Çeşitli mezhepler İçerisinde bu tür müctehidler çokça bulunduğu gibi, Zeydiyye mezhebi içinde de aynı sınıftan müctehidlere çokça rastlanmaktadır. Biz de hiçbir asnn bu tür m ücteh idlerden uzak kalamiyacağı görüşündeyiz,[8]

 

4- Tercih Ehli Olan Müctehidler

 

446- Bunlann çahşma alanı, herhangi bir fer'i veya asli meselede ya da kaideleri elemeye tabi tutma noktasında ictihadda bulunmayı kapsamaz. Aksine bu kişilerin çalış-

ma alanları en fazla tercihe şayan görüş ve rivayetleri açıklığa kavuşturmakla sınırlıdır. Ayrıca mezhebe ait çeşitli görüşleri sistematik hale getirmek, delillerini açıklığa kavuş­turmak, aralarında tercihe daha layık olanını ortaya çıkarmak, daha sonra da rivayetlerin mertebelerini tanınır hale getirerek onlar arasından bir rivayeti diğer rivayet üzerine üs­tün saymak, bu müctehidlerin çalışma sahaları arasındadır. Bütün bu çalışmalar, mezhep kitaplarında kaleme alınmıştır. Bu kişiler mukallidlerle müctehidler arasındaki mertebe­de bulundukları gibi, ictihadları da yeniden yapılanma dairesi içerisinde değil tercih dai­resi içerisindedir. Bu uygulama da kolay bir iş değlidir. Serahsi ve genel yapısı itibariyle Kemaleddin İbn Humam bunlar arasındadır. Her ne kadar böyle bir müctehidin bazan başka mezheplerden seçme yapma ve bazı meselelerde ictihadda bulunma yetkisi varsa da, bu açıdan cüz'i anlamda serbest hareket eden bir müctehid olduğu düşünülebilir. [9]

 

5- Mukallidler

 

447- Avam tabakası bu mukallidler arasında sayıldığı gibi, kendilerini belli bir dü-Şünce sistemine teslim eden yahut belirli bir mezhebin aktarıcılığı mertebesini aşmaya güçleri yetmeyen alimler de bu gurubun arasındadır. Bu kimseler, rivayet yahut delille­riyle tercihe şayan görüşleri aktarırlar. Sadece tercih konumlarını tanınır hale getirmek, aynca tercih ve zayıflık derecelerini sıralama noktasında çaba sarfederler. Dolayısıyla bunlann tahric ehli veya tercih ehli olma haklan yoktur. Lakin onlara düşen görev, sa­dece rivayet yahut delil olma açısından benimsenebileceğine dair açık delil bulunan ter­cihe şayan görüşle amel etmektir. Her ne kadar bu kimseler mutlak taklidci anlamında mukallid iseler de, mezhep sınırlan içerisinde fetva verme hakları vardır. Nitekim bunlar hakkında İbn Abidin şöyle diyor:

"Şüphe yok ki, belirli bir mezhebin, ihtilaf konusu olan tercihe layık görüşünü daha az tercih edilenden ayırdetmek, bir de kuvvet ve zayıflık açısından mertebelerini tanı­mak, ilim tahsili yolunda kollannı sıvayanlann ulaşmak istedikleri son noktadır. O hal­de müfti ve yargıca düşen görev, cevap verirken kararlılık göstermek, ayrıca helal olanı haram kılmak veya bunun zıddını yapmak suretiyle Allah'a iftira etmekten korkarak ce­vaplamalarında ölçüsüz davranmamaktır."[10]

Şüphesiz bu merhale, islami ilim konusunda kollannı sıvayanlann amaçladıkları son nokta değildir..Lakin o, hangi türden olursa olsun, ictihad kapılarını kapayan mutlak taklitçilik dairesi içerisinde aşın çaba harcayanların ulaşacaklan son noktadır.

Nihayet bu tür mukallidler, mezhebin bünyesinde oluşmayan hususları anlama kud-retleriyle birlikte, o mezhebin temel ilkelerini, genel kaidelerini ve fer'i meselelerinin çoğunluğunu çepeçevre kuşatma özellikleriyle sivrilirler.

448- Yukarıda bahsettiğimiz tabakayı, avamla alimler arasındaki bir tabaka izler Onlar da, mezhebi çepeçevre kavramaksızın, sadece o mezhebin kitaplarını algıiayabil-me yeteneği bulunanlardır. Dolayasıyîe bunlara tercih ehlinin tercih yapma yeteneği ve tercih tabakalının temyiz etme ilmi verilmemiştir. Nasslan algılama yetenekleri olmadı­ğı, ayrıca olayın fıkhım, olaya uygun düşen hükmü, öte yandan olaya uygulanabilecek yargıyı kavramaya izin veren ilim kendilerine bahsedilmediği için, bu kimselerin fetva verme hakkı yoktur.

Bu kişilerle ilgili olarak İbn Abidin şöyle der:

"Onlar, rivayetlerin zayıf ve güçlü olanını tanıyamazlar. Ayrıca sağı-solu ayirdede-mezler. Geceleyin odun toplayan kimse gibi hazır bulduklarını toplarlar. Onlan taklid edenlere yazıkların yazıklan olsun."

Bu tür insanlar asrımızda pek çoktur. Bunlar arasında, şeriat'm kaynaklarını ve çıkış noktalarını bilmeden, bilakis o şeriatın herhangi bir mezhebini bile kavramadan; daha doğrusu görüşleri arasında tercih edilebilen yönleri, hatta o mezhebin görüşlerinden en fazla tercih edilebileni öğrenmeden boy gösterisinde bulunan, böylece kendisinde mut­lak ictihad hakkı var olduğunu iddia eden kimseler vardır. Öyle ki, düşünce sınırlamala­rından sıyrılanlara göre tüm bu bilgiler birer fikir anarşisinden ibarettir.

Mukallidlerin oluşturduğu bu tabakayı, avam tabakası izler. [11]

 

B- İÇTİHADIN BÖLÜNEBİLİRLİĞİ

 

449- Zeydilerin çoğunluğu, içtihadın bölünebileceği görüşündedir. Buna göre, bir müctehidin diğer konularda değil de, sadece tek bir konuda ictihadda bulunması caizdir. Böylece, müctehidin, alış-veriş konularında değil de, yalnız ibadet konularında; yahut hem alış-veriş, hem de ailevi konular arasından sadece biri hakkındaki istınbat usul ve metodlannı bilmesi normaldir. Bu durumda ictihad yapabildiği konuda müctehid, diğer konularda mukallid olur.

Hanbelilerin çoğunluğu da bu görüştedir. Nitekim îbn Kudame bu konuda der ki: "Her ne kadar diğer konuların hükmünü bilmese de, sadece bir meselenin delillerini ve düşünüş biçimlerini bildiği zaman (yani müctehid) o konuda müctehiddir. Sözgelimi müşrike meselesi üzerinde araştırma yapan kişiye, feraiz ilminin usul ve kavramlarını bilerek sadece o konuda fakih olması yeterlidir. İsterse sarhoşluk veren şeylerin yasak­lanması konusunda ve hatta bundan da önce, nikahla ilgili olarak gelen haberleri bilme-miş olsun. Zira bu meseleyi ele almak İçin, adı geçen konulardan yardım umulmaz ve o konulan bilmemek de zarar vermez."[12]

Fakat usul alimleri cumhuru, içtihadın bölünemeyeceği görüşündedirler.

450- Şüphesiz Zeydiyye'nin çoğunluğu nezdinde, içtihadın bölünebilirliğinin benim­senmesine göre, mutlak veya bağımsız içtihadın iki mertebesi vardır:

a) Kamil icühad mertebesi. Şer'i meselelerin tamamında yapılan bu içtihadın yetkisi, müstakil müctehid konusunda belirttiğimiz şartların tümünü taşıyan kimseye aittir.

b) Nakıs ictihad mertebesi. Bütün fıkıh alanında değil de, sadece belirli bölüm ve meselelerinde yapılan ictihaddır.

451-  Bu açıklamayı Zeydiyye nazarmdaki mutlak müstakil ictihad imamlarına uyguladığımız zaman bu konuda kendilerini Kitap ve-sünnet ve Ali (k.v.)nin görüşlerin­den başka hiçbir şeyle bağımlı görmeyen ve mutlak müctehidlikleriyle şöhret bulan soy­lu Peygamber sülalesinden gelen imamlar dışında, müstakil müctehid vasıfına layık hiç­bir müctehid bulamayız. Bu imamlardan, ictihadlannın bazı meseleleri kapsayıp, bazıla­rını kapsamadığı hususu bilinmemektedir. Dolayısıyle İmam Zeyd b.Ali'nin ictihadları-nın, fıkhın tamamıyla değil de bir bölümüyle sınırlı olduğunu söylemekten Allah'a sığı­nırız. Aynı şekilde İmam Hadi'ye yönelik içtihadın da belirli bir taifeyle sınırlı olması mümkün değildir.

Mutlak müctehidlik makamı sadece yukarıdaki imamlar nezdinde söz konusu oldu­ğu takdirde, yukarıdaki taksimi onlara uygulamak mümkün olmadığı gibi, ayrıca bu tür içtihada nisbetle böyle bir taksimin tasavvur edilmesi imkam da yoktur. Belki de bu tak­sim olayı Zeydiyye'nin usul kitaplarında, fıkıhlarında uygulanan olaylara rastlanılmayan teorik mesele şeklinde zikredilmiştir.

Lakin içtihadın bölünebilirliği, meydana geliş açısından mutlak içtihadın dışında oluşur. Zira bu olay, müctehidin müntesib durumunda bulunduğu ictihadlarda düşünüle­bilir. Oysa içtihadın bölünebilmesi hadisesi, Zeydiyye alimlerinin müctehid Ali Beyt İmamları (Allah hepsinden razı olsun) dışındaki alimler hakkında caiz gördükleri bir du­rumdur. [13]

 

C- MÜCTEHİDE GÖRE DELİLLERİN MERTEBELERİ

 

452- Zeydiyye, müctehidin ilk başta ortaya konulan icmalara yönelmesi gerektiği kanaatindedir. Bunun nedeni, bir hususta kesinlik ifade eden mütevatir icma' bulunduğu takdirde verilecek fetvanın gayet açık oluşudur. Müctehidin burada yapacağı iş, sadece fetvası istenilen meseleyi, çözüm şeklini, ayrıca icma' kaziyyesinin o meseleye uyarlan­ma dozajını iyi kavramasıdır. Nitekim sözümüzün başında icma' türlerinden birisinin, bellenmesi zaruri sayılan icma' olduğunu zikretmiştik. Bu tür icma', namaz rekatlarının sayısı ile İslam'ın temel rükünleri ve diğerleri gibi, dini zorunlu olarak bilinmesi gereken konularından sayılan meselelerde icma' sağlamaktır.

453- Bir mesele hakkında icma' gerçekleşmediği fakdirde müctehid, her ikisi de ay­nı mertebeyi teşkil eden Kur'an-ı Kerim ile mütevatir sünnete yönelir. Çünkü ikisinin senedi de katidir ve aralarında sened açısından değil, sadece delalet açısından öncelik düşünülebilir.

Bu nedenle Kur'an ve mütevatir hadisin manalarım birisi nasslar, diğeri zahirlerden ibaret olmak üzere iki kısma ayırdılar. Böylece Kur'an ve sünnetin oluşturduğu müteva­tir nasslar, sünnetin ahad haberlerinin oluşturduğu diğer nasslardan öne alınmıştır.

Delaleti açısından birisi nass, diğeri de zahir olup, birbirleriyle çeliştiği takdirde nass zahirden öne alımr. Çünkü nass ihtimal kabul etmez, fakat zahir kabul eder. İhtimal kabul etmeyen, delil getirme açısından, kabul edenden önceye alınır. Çünkü ihtimalli oluş, onun kuvvetini zayıflatır.

Dolayısıyle yerinde yapmış olduğumuz tafsilat üzere Kitap ve mütevatir sünnetin zahirleri, ahad haberlere takdim edilir.

454- Adıgeçen deliller, senedi açısından kati sayılırlar. Şayet senedi açısından katiy-yet ifade eden bu deliller bulunmazsa, o zaman müctehid, senedi açısından zannilik bu­lunan delillere yönelir. Dolayısıyle Kitap ve mütevatir sünnetten sonra müctehid, isnadı yönüyle zannilik bulunan delillere teveccüh eder. Daha doğrusu ahad haberlere yöneliş­te bulunur. Lakin zeydiler, sünnetin tümünü bu mertebede görmezler. Aksine sadece kavli hadisleri Kitap ve sünneti izleyen bu mertebede görürler. Böylece müctehid, kap­sadığı manalardan başkasına ihtimali bulunmayan lafızların oluşturduğu ahad haberlerin nasslanna yönelir. Daha sonra bu nassları, mânalarına delaleti açısından ihtimal kabul eden lafızlar demek olan zahirler takib eder. Bunun nedeni,"Kitap" konusu içerisinde delil getirme açısından ihtimal kabul etmeyen lafızların, ihtimal kabul edenden öne alı­nacağı tarzında yaptığımız açıklamadır. Çünkü ihtimal kabul ediş, İçerisinde ihtimal bu­lunduğunu kabullenme kapısını açık bulundurur. Umumi lafızlardaki ihtimal, nassla tah­sis edilmesi için kapıyı açık tutar. Böylece çelişme anında nassı öne almak, her iki delile de işlerlik kazandırır.

455- Bunlann hepsi şer'i nasslarm lafızlarından yani mantukundan elde edilen hü­kümler konusundadır. Şüphe yok ki bu hükümler, nasslann mefhumundan elde edilen­lerden önde gelir. Mantuka delaleti kuvvetinde yahut bir alt kuvvette olması açısından mefhum-u muvafakat hakkında ihtilaf edilmesine; ayrıca şer'i hükümlere ait istinbat yol­larından birisine kesinlik kazandırması yahut ona hiç değinmemesi açısından mefhumu muhalefet hakkında ihtilafa düşülmesine rağmen bu mefhum ister mefhum-u muvafakat, isterse mefhum-u muhalefet olsun, değişmez.

Kuşkusuz varlığını kabullenenlere göre mefhum-u muhalefet, nasslann mantukuna delaleti açısından sonra gelir. Zira delalet yönünden mantuk daha güçlüdür. Delaleti yö­nünden daha güçlü olanın' daha alt güçteki bir delille çelişmesi halinde onu geçersiz hale getirir ve o delile iltifat edilmez.

Mefhumlar nasslann sened açısından kuvvetli oluşlarma göre sıralanmışlardır. Buna göre, Kur'an-ı Kerim ve mütevatir sünnetin mefhumları, ahad haberlerin mefhumundan daha öndedir. Çünkü mefhumlar kuvvetini nassdan alırlar. Senedi kati bir delille sabit olan nass, senedi zanni bir delille sabit olan nassdan daha güçlüdür. Dolayısıyle birinci­den alman mefhum da, ikincisinden alınan mefhumdan daha güçlü olur. Zira mantuk ve mefhumun her ikisi de lafızlar konusundaki rivayetin kuvvetine dayanır.

İster mantuk, isterse mefhum olsun, ayrıca ister senedi açısından tevatür yoluyla ke­sinlik kazansın, isterse de zanni bir yolla sübuta ersin, lafızlardan elde edilen hiçbir hü­küm mütevatir sünnet düzeyinde değildir.

Kavli sünnetin delaletini, Nebi (s.a.v.) den tevatür dışındaki bir yolla rivayet edilen fiili sünnetin delaleti izler. Şüphesiz fiili sünnetin delaleti, bu delalet her ne olursa olsun, kavli sünnetin delaletlerinden sonra gelir. Nitekim bu hususu daha önce açıklamıştık.

456- Bu delilleri, kıyas ve kıyasla ilintili hususlar izler. Müctehid kendi görüşünü belirtmeye sahip olduğu müddetçe sünnetin rivayet tariki ne olursa olsun, ayrıca nasslar­dan yahut fiili veya takriri sünnetlerden oluşan delaletin türü de ne olursa olsun, ancak yanında Kitap ve sünnetten bir delil bulunmadığı takdirde yönelebilir. Şayet bunların hepsini kaybederse o zaman müctehid re'ye yönelir. Çünkü uyulması zorunlu olan şer'i bir delilin bulunduğu yerde re'ye itibar yoktur.

Kıyasın hem mesalih-i mürseleyi, hem de isühsam kapsadığını görmüştük. Demek oluyor ki genel yapısıyla kıyas, hamlediş biçimi ne olursa olsun,nasslara hamledilenleri de içerir. Daha önce belirttiğimiz gibi, Zeydiyye'nin benimsediği görüş budur. Ayrıca bu konuda Hanbeliler de onlara yakınlık arzederler.

Buna göre, kıyasın birkaç mertebesinin bulunduğu anlaşılmaktadır. Sarih nass~yahut icma' yoluyla bilinen illet üzerine bina edilen kıyas, ilk mertebeyi oluşturur. Daha sonra onu nasslann işaret veya iması yoluyla illeti bilinen kıyas takib eder.

İbarenin ima ve işaretten daha güçlü olması nedeniyle böyle bir sıralamanın yapıldı­ğı, gayet açıktır.

Sonra da bunu, illeti istinbat yoluyla bilinen kıyas izler. Zeydiyye'nin usul kitapla­rında açıklaması yapılan şekle göre istinbat yollan ayrılık arzeder. Daha önce kanaat be­lirttiğimiz gibi, bunlann bir kısmına Zeydiyye'nin usulleri konusunda açıklama yapar­ken değinmiştik. Şüphesiz kıyas ölçütlerinin çelişmesi anında daha güçlü olana öncelik tanınır. Buna göre, illeti istihraç edilirken, icma'a yahut sarih nassa dayanan öne alınır. Sonra ima tankıyla nassa dayanana öncelik verilir. Daha sonra da illeti daha etkili olana

öncelik tanınır. Böylece en önde müessir münasib, ardından nıülaim münasib. sonra da Zeydiyye usul ü fıkıh kitaplarında belirtildiği üzere mürsel münasib gelir.

457- Nasslann yahut nebevi kaynak haberlerin yahut da biçimi ne olursa olsun nass-lar üzerine hamletmenin oluşturduğu bir delile dayanma imkanı olmadığı takdirde müc-tehid, Zeydiyye mezhebine göre akim yargısına yönelir. Buna göre aklın, kısa veya uzun vadede zarar vermeyip faydalı olacağına hüküm verdiği şey, yararlılığın gücüne ve ölçüsüne göre mubah yahut da izin verilmiş sayılır. Zarar yönü ağır basan husus ise, sa­kıncalı görülme ve yasaklanma konumundadır. Aynı şekilde, yarar-zarar dengesi eşit durumda bulunan hususlarsa, onlara göre mahzurlu sayılır.

Çünkü zararlı şeyleri ortadan kaldırmak, yararlı olanları celbetmekten önce gelir. Yararlı yönü ağır basan hususlarsa, uygulanmasına izin verilen konumdadır. Lakin za-rar-yarar dengesi eşit olan herhangi bir işin takdirinde tartışma zemini sözkonusudur.

Şüphesiz aklın güze) bulduğu şeylere bu perspektiften bakmak, zaten inşam şer'i usullerden birine götürür. Zira böyle bir yararlı oluş eğer Şari'in arzuladığı yararlı şeyler türtindense zaten bu durum, belirli bir temel ilkeye değil de,Şari'in emir ve nehiyleri toplamına dayanan mürsel münasib kabilinden olur.

Bu esasa göre, aklın yargısıyla hüküm vermenin, şeriatın verdiği yargıya dayanma­nın dışında kalması mümkün değildir. Çünkü herhangi bir yararlı durum, ancak Şari'in, aynı konuyu içeren şeyle emrettiği bir türden olması halinde yakın veya uzun vadeli za­rardan halis bulunabilir. Dolayısıyle böyle bir yaklaşımla, yukarıdaki ilkenin çok yönlü pratiği olamaz.

Nihayet müctehid, dayanacak olumlu bir delil bulamadığımız şeylerde istishab'a yö­nelir. Şüphesiz istishab, değiştirci bir şey bulununcaya kadar mevcut durumun devamına delalet eden selbi bir delildir. Değiştirci bir delil bulunmadığında kendisine itimad edi­lir. [14]

 

D- ZEYDİYYE'YE GÖRE İCTİHAD VE TAKLİD

 

458- Zeydiyye mezhebine göre içtihadın sürekli kalması zorunludur. Bu gerçek, şüpheye yer vermeyecek şekilde üzerinde ittifak sağlanan bir husustur. Nitekim içtiha­dın mertebelerinden bahsederken, süreklilik arzeden içtihadın, hem asli hem de fer'i ko­nularda müetehidin ietihadda bulunduğu mutlak veya müstakil ietihad olmayıp aksine sadece fer'i konulardaki ietihad olduğunu söylemiştik. Dolayısıyle müctehid, Zeydiyye mezhebi imamlarının çizdiği çizginin dışında yeni metodlar getiremez. Ancak onların içtihadı belirlenmiş metodlar dairesinde kalır. O müetehidler, bu ölçütleri esas alarak fer'i konularda istinbatta bulunurlar. Çünkü o metodlara karşı çıktıkları takdirde Zeydiy­ye mezhebine bağımlı müetehidler sayılamazlar. Zira bu metodlar, çevrelediği kapsam içerisine bütün müntesib müctehidlerin girdiği bir çerçevedir. Onlar, Zeydiyye mezhebi

fakihlerinin tümüyle müctehid olduğunu söylerler. Dolayısıyle içtihadın bu bağımlılık çevresi içerisinde kalması gerekir. Bu bağımlılık, şahsın mücerred bağımlılığı değil, an­cak fıkhi anlamı içerisinde belirlenmiş metodlarla kendini sınırlamaktır.

İşte bunun için deriz ki. Zeydiyye mezhebine göre mezhebin meşhur imamları dışın­dakilere açık bulundurulan ietihad, bağımlı müctehidlerin yaptığı ictihaddır. Yoksa sı­nırsız: mutlak ietihad değildir.

459- Zeydiler bu yolda iki hususu prensip edindiler

1- Mezhep içinde hakkında bir haber bulunmayan fer'i meselelerin hükümlerini is-tinbat etmeleri. Mezhep içerisinde benzeri bulunmayan bir olay meydana geldiğinde o olaya ait hükmü istinbat ederler. Mezhep içerisinde hükmü bilinen meseleler ise, ancak delili bilinip, fetva veren kişinin verdiği fetva konusunda kesin kanata vardığı takdirde model alınabilir. Şayet fetva veren tam kanaat getirmez yahut bu meseleler fetvanın ilgi alanına uygun düşmezse, o zaman ietihadda bulunma ve mezhebin belirlenmiş metodla-n gölgesinde bu ilgi alanına en uygun gördüğü hususu istinbat etme hakkı vardır. Şüphe yok ki bu uygulamada, kapsamındaki görüşleri sıkça kullanmak suretiyle mezhebi geliş­tirme sözkonusudur.

2- Onlar, çeşitli İslam mezheplerinden seçmeler yapma kapısını da açık bulundurdu­lar. Böylece Zeydiyye'nin çizilmiş metoduyla uyum sağladığı sürece deliliyle kanaate vardıkları hususu seçiyorlardı.Fetvanın ilgi alanına giren hususlarda karar kılmış İslam mezheplerinin bu fetvaya uygun düşen görüşlerini bulduklarında onu hemen alıyorlardı. Fakat onu almadan önce, delil oluşunu iyice bilmeleri ve yine o delilin tutarlı ve güçlü bir delil olduğuna kanaat getirmeleri suretiyle model almak şeklinde değil, ietihadda bu­lunma biçiminde alıyorlardı. Zeydiler bu konuda imamlarının şu sözünü uygulama ala­nına koyuyorlardı:

"Hiç kimsenin bizim görüşümüzle, onu nereden aldığımızı bilmedikçe hüküm ver­mesi doğru olmaz."

Şüphesiz mezheplerin en ileri düzeydeki gelişimi bu noktada yatmaktadır.

Bu gelişimin ölçüşünce de mezhebin iklimlerinde büyük farklılıklar meydana gel­miştir. Sözgelişi. Şafii mezhebinin egemen olduğu beldelere yakın komşuluğu bulunan iklimler, Zeydiyye mezhebinde karşılığı bulunmadığı takdirde yahut verdikleri fetvanın ilgi alanı kendisine uygun düşen şer'i bir hükümle temas kurmayı gerektirdiği takdirde, kendi nazarlarındaki delili güçlendiren hususu o mezhepten seçiyorlardı. Öte yandan Hanefilerin egemen olduğu iklimlerde ise, Hanefi mezhebinden iktibasta bulunuyorlar­dı. İşte bunun için, bu değerli mezhep içerisinde bir kısım fer'İ hükümlerin, şufa konu­sunda gördüğümüz gibi bazan Hanefi mezhebiyle, bazan Şafii mezhebiyle, bazan da, evlilikteki denklik konusunda gördüğümüz gibi, Maliki mezhebiyle benzerlik arzettiği-ne rastlanır.

460-  Bu gelişim sadece fer'i konularda olmamıştır. Bilakis bu mezhebe mensup müctehidlerin görüş ufuklarının genişlemesi mezhebin çerçevesiyle sınırlı kalmakla bir­likte her nerede bulurlarsa bulsunlar kendilerini nebevi sünneti aramaya itmiştir. Dolayı-sryle Zeydiler her ne kadar da başkalarıyla çeliştiği takdirde onları örnek almak daha ev­la idiyse de, Ali Beyt tarikından rivayet edilenlerle yetinmemiş, aksine rivayet konu­sunda yaşadıkları bölgelerin sınırlarını aşmışlar, böylece sünnetin sahih kitaplarını ara­yarak o kitapların kapsamında bulunanlarla hüküm vermişlerdir. Netice itibariyle delil getirme açısından onlara göre muteber sayılan sünnet arasında, Buhari, Müslim, Sü-nen-i Ebi Davud, Tirmizi, Nesei, İbn Mace ve diğerlerinden ibaret olan altı sahih hadis kitabında rivayet edilen hadisler de bulunur.

İşte böylece mezhep, delil getirme noktasında, çizilmiş metodlann dışına çıkmadan, bilakis onları model alarak gelişme sağlamış oldu. Hidayete götüren Al-i Beyt İmamları ve diğerleri, Al-i Beyt tariki dışından rivayet edilse bile, sünnetin nurunu Zeydiyye mez-* hebinden uzak tutmadılar. Aksine o sünnetten alıntılar yaptılar ve Zeydiyye'nin köklü mirasına eklediler. Böylece Zeydiler, çok zengin bir fıkıh ve ictihad mirasım arkalarında bıraktılar. [15]

 

a) Zeydiyye Mezhebinde Taklid                                          

 

461- Zeydiler, Zeydi bir müfti için ictihad dışında fetva vermesini uygun bulmadı­lar. Nitekim Mİnhac eî-Vusul adlı kitapta şöyle geçer:

"Fetva isteyen kişi nezdindeki bilgilerden kendisine sorduğunda, miiftinin ictihad dışında bir fetva verm hakkı yoktur. Bu husus, hakkında tartışma bulunmayan bir konu­dur. Şeyh der ki, eğer bu gerekli olmasaydı müctehid olmayan için müctehidin derlediği kitaptan avamca fetva vermek caiz olurdu. Çünkü müctehid olmayanın, soru sorana kar­şı başka mezhebe göre fetva vermesi caiz olsaydı, o fetvayı veren kişiyle nakilci arasın­da hiçbir fark olmazdı. Nakilci olmak, avamdan bir kişi için caizdir. O takdirde avam­dan bir kişinin müctehidlerin kitaplarından fetva vermesi caiz olur.

Yok eğer fetva isteyen kişi bir mezhepten aktarmayı isteyecek olsa, müctehidin na­kilde bulunması caizdir,"[16]

Şüphesiz bu aciklamanm.net ifadesinden aşağıdaki anlamlar elde edilir:

a) Müftinin, fetva vereceği konuda ictihadda bulunmaksızın fetva verişi caiz olmaz. Herhangi bir konuda ictihad yapmak, olayın, onu hazırlayan etkenin, ayrıca şer'i bir çö­zümle çözüm getirme yollarının, bir de fetvanın doğuracağı sonuçların iyice bilinmesini gerektirir. İşte biz bu olguya, olayın fıkhi yönü ismini veriyoruz. Ta ki müctehid olayı bu denli kavrayınca, daha önceki-müftilerin benzer konularda verdikleri fetvalardan ya­rarlanarak, aynca bu tür fetvaların delil ve şer'i kaynaklarını araştırarak olayın çözümüne yönelir. Eğer müctehid kendi Zeydiyye mezhebinde, olayın çözümü yönünden tam kanaat getirdiği bir hususu tesbit edecek olursa, onunla hüküm verir. Aksi halde ictihad­da bulunur veya diğer mezheplerden, kendi görüşüne göre delilini güçlendirecek hususu alıntı yapar. Böylece o delili alır ve mukallid durumuna düşmez.

Yukarıda adı geçen kitabın, sahibi müftinin ictihadda bulunma zorunluluğu ile ilgili olarak delil getirirken der ki, şayet o kimse fetva verdiği konuda müctehid olmazsa, onunla avamdan bir kişi arasında fark kalmaz. Çünkü ictihad yapmadığı takdirde başka­larının görüşlerini aktarıcı durumuna düşer. Aktancılık avam için, diğerleri için de söz-konusu olduğu gibi caizdir. Ancak avamın müftilik makamına oturması uygun olmadığı gibi, aynı şekilde fetvasında avamla aynı seviyede olan kimsenin fetva vermesi de uy­gun değildir.

b) Bu açıklamadan elde edilen zorunlu sonuç yoluyla, fetva konusunda aktancılıkta bulunmanın caiz olmadığı anlaşılır. Sözgelişi, ramazan ayında unutarak yemek konu­sunda sorulduğu zaman "bu konuda Ebu Hanife şöyle söyler" demesi doğru değildir. Bi­lakis şer'i delillerin gösterdiği sonuçlardan uygun gördüğü hususu ifade etmesi, o kimse­ye vaciptir. Çünkü fetva vermek çok hatırı sayılır bir iş ve çok yüce bir makamdır.

c) Kuşkusuz aktarıcı olmak her ne kadar fetva makamında caiz değilse de bir kimse­nin herhangi bir meselede belirli bir mezhebin görüşünü aktarmasını istemesi caizdir ve bu durumda o mezhebi iyi bilen alimin de aktarmada bulunması normaldir.

Böylece bu mezheplerden aktancılıkta bulunmak anlamında olduğu, hatta müfti hakkında bu husus zorunlu bulunduğu için, çeşitli mezheplerin araştırmasını yapmanın caiz olduğu açıkça ortaya çıkıyor. Çünkü halkın icma' sağladığı yahut ayrılığa düştüğü görüşleri bilmek, içtihadın yetki alanı ve şartlarından biridir. [17]

 

b) Hayatta Olmayanın Taklid Edilmesi

 

462- Bu açıklamalarla, avamdan bir kişinin müftinin fetva verdiği hususları taklid etmesinin caiz olduğu ortaya çıkıyor. Fakat acaba bu kimsenin ölen bir kişiyi taklidi ca­iz midir? Şüphesiz müftiyi ictihadda bulunmaksızın fetva vermekten alıkoyan yukarıda­ki kaide gereğince ayrıca o müftinin, başkasına ait görüşün aktancılığmı yapmasının doğru olmadığı düşüncesi uyarınca, böyle bir şey caiz olamaz. Aksi halde fetva verenle avamdan bir kişi eşit duruma düşer. Fakat bununla birlikte fetva isteyen kimse kendisin­den, başkasının görüşünü aktarmasını isterse, başkasına ait görüşü nakletmesi caiz olur. Böylece, "Acaba Ölen bir kişiyi taklid ttmek caiz midir? " şeklinde şer'i bir durum orta­ya çıkıyor. Nitekim Zeydiyye bu hususun açıklamasına aşın ilgi duymuş ve bu noktada iki kısma ayrılmıştır.

1) Hayatta olmayanı taklid etmek caiz değildir. İsterse kişi taklid etmeye o kimse hayattayken başlayıp bu taklidi o kimsenin vefatından sonraya kadar uzansın -Sözgelişi

müftinin bir kişiye herhangi bir meselede fetva vermesi ve rnüftinin vefatı sonrasına dek onunla amel etmeyi sürdürmesi gibi-yahut hayattayken onu taklid etsin, sonra da ondan etkilenen görüşlerini vefalından sonra uygulamayı sürdürsün, ya da yalnız hayattayken ona ittiba etsin, değişmez.

2) İkinci gurup da şöyle diyor: Müctehidin ölümünden sonra avamın onu taklid et­mesi caiz değildir. Fakat hayattayken onu taklid etmiş ve daha sonra müctehid ölmüşse, vefatından sonra da taklidinin devam etmesi caizdir. Zeydiyye arasında, hayatta olmaya­nı taklid etmeyi caiz görenler de bulunur. Ancak bu durum, ondan gelen haberleri aktar­ma biçiminde olur.

Bu ihtilaftan, her yüzyılda bir müctehid bulunmasının zorunluluğu ve müctehidlerin sayısının da halkın sayısıyla orantılı oluşunun gerekliliği ortaya çıkıyor. Böylece icti-hadda bulunmak, farzı kifaye olur. Şöyle ki, ictihad yapan müftüer bulunduğu takdirde bu tabakanın oluşuna katkıda bulunan ve bulunmayan cemaatten günah düşer. Bu müc-tehidîer bulunmadığı zaman ise bütün cemaat günahkar olur.

Çünkü aksaklıkları engelleyen ve dinin gerçeklerini açıklığa kavuşturan müctehidler taifesinin var edilmesinde yardımlaşmada bulunmaları gerekliydi.

463- Bütün bunlardan anlaşılıyor ki taklid, fetva isteyen kişi avamdan olduğu tak­dirde o kimseye müctehid hayattayken caizdir. Müctehid, kesinlik kazanan delilerle uyum sağlayan hususlarla fetva verir. Ayrıca müctehidin, gerçeği araştırıp ortaya çıka­rırken araştırmalarında şeriat'm genel ilkelerine tabi olması, sonra da öncelikle Al-i Beyt'ten meşhur müctehidlerin görüşlerini etüd etmesi zorunluluğu vardır. Bu konuda Al-i Beyt'i sahabe, sahabeyi de tabiin izler,[18]

464- İctihad yaparken görüşleri etüd etme sırasında Ali Beyt'ten olan imamlar öne alınır. Aynı şekilde öne alındıklarına delil getirmek için, taklid konusunda hayatta olma­yanın taklid edilmesiyle hüküm verenler de, o imamlara Öncelik tanırlar. Bu delil beş öğeden oluşmaktadır:

1- Çünkü onların akrabalık kariyeri vardır. Nitekim bizler akrabalara sevgi besle­mekle emrolunduk. Kaldı ki onların, Rasulullah'ın nurundan ibaret ışık saçan bir ateşleri vardır.

O imamlar, bu izafi ve yüce şerefle yetinmeyen, ilim, erdemlilik ve takva ile ün sa­lan müctehidlerdir.

2- Kur'an-ı Kerim onların günahlardan tertemiz kılındıklarını haber veriyor. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur:

"...Ey Ehl-i Beyi! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak isti­yor." (Ahzab 33)

Kuşku yok ki günahtan temiz olmak görüşlerinin de sağlıklı olduğunu ifade eder. Çünkü Zeydilerin inanışına göre hata etmek, tertemiz oluşa ters düşer.

3- Nebi (s.a.v.) h iris tiyanl arla lanetleşirken, Ehli Beytinin; Hz. Ali'nin, eşinin Ha­san ve Hüseyn'in adlarını kullanarak lanetleşmiştir. Olay, Allah Tela'nın şu kavlinin ini-şiyle meydana gelmiştir:

"Sana bu ilim geldikten sonra seninle bu konuda çekişenlere de ki: "Geliniz, sizler ve bizler de dahil olmak üzere, siz kendi çocuklarınızı, biz de kendi çocuklarımızı, siz kendi kadınlarınızı, biz de kendi kadınlarımızı çağıralım, sonra da dua edelim de Al lah'tan yalancılar üzerine lanet dileyelim." (Al-i İmranöl)

Böylece lanetleşme sırasında bu şahsiyetlerin adına öncelik tanımıştır. Demek ki bu hadise hem onların, hem de zürriyetlerinin üstünlüğü anlamını taşımaktaydı. Nitekim zeydiler, adlarına lanetleşilen bu şahsiyetlerin, günahlardan arınmış olmaları açısından üstünlüklerinin bulunduğunu söylemişlerdir. Ayrıca aynı batından gelen zürriyetlerinin de, masum imamlara nisbet edilme üstünlüklerinin var olduğunu ifade etmişlerdir.

4- Kur'an-ı Kerim'in Hz. Ali ve zürriyetine üstünlük tanımasıdır. Nitekim Allah Sübhanehu ve Teala onların hakkında şöyle buyurur:

"Onlar kendi canları çekmesine rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirir-fer."(lnsan8)

Hz. Ali, kendi sevdiği yemeği başkasına da yediriyordu. Bu konuda nass bile nazil oldu. Dolayısıyle Zeydiyye imamlarının, biribirinden miras aldıkları bu ağırlama gele­neği nedeniyle de diğerlerine karşı bir üstünlükleri vardır.

Her ne kadar lafzı tevatür olmasa da, manevi tevatür yoluyla gelen sahih haberler, \ onların üstünlüklerini beyan etmiştir. Buna göre ilk dört masum imamın üstünlüğü her-kes tarafından tanınmış ve şöhret bulmuştur. Ali Zeynel Abidin ve evladının üstünlüğü ise, normal tevatür yoluyla gelmiştir.

5- Onların icma' ettikleri konunun hatadan masum olduğu hususu, Zeydiyye'nin üzerinde ittifak sağladığı noktalar arasındadır. Buna göre onların icma' ettikleri hususta hata bulunması imkanı yoktur.

Bütün bu unsurlar soylu sülalenin oluşturduğu meşhur müctehidlerin taklid edilme­sinin taklid olayım caiz görenlere göre diğerlerinden önceliği bulunduğunun, ayrıca tak­lidi caiz görmeyenler nezdinde de o imamlara tabi olmak, ortaya koydukları delillerle istidlal etmek noktasında öne alınmalarının, değişik şekilleridir.

Nitekim zeydiler, soylu sülale imamlarının bir konuda ihtilafa düşmeleri halinde on­ların bir bölümüne tabi olmanın, tamamına tabi olmak anlamını taşıdığı üzerinde karar kılmışlardır.

465- Bütün buniar, Zeydiyye'ye ait bakış açılarıdır. Nihayet bu verimli mezhebin münfesih müctehid]erinin uygun gördüğü şekliyle onları naklettik, açıkladık ve netlik

kazandırdık.

Zeydiyye'nin nazarında bu soylu sülalenin oluşturduğu ünlü imamları, sahabe izler. Nitekim sahabenin kişisel görüşlerinin değil, icmalanmn hüccet teşkil ettiğini açıkla­mıştık. Dolayısryle sahabeden bir kişinin düşüncesi hüccet sayılamaz. Birkaç görüş be­lirterek ayrılığa düştükleri takdirde bu görüşlerin dışına çıkmak caiz olmaz. Fakat müc-tehidi bu görüşlerden herhangi birisi bağımlı kılmaz; ancak aralarından seçim yapar.

Buna göre, sahabeye nisbetle taklid yapmaktaki öncelik, müctehidin sıkı sıkıya tu­tunduğu dairenin dışındadır. Müctehidi bağımlı kılan taklid. bir kişiyi taklid etmek veya onun ortaya koyduğu delile tabi olmaktır. Tabiin de anı şekildedir. Allah Sübhanehu ve Teala, en iyi bilendir. [19]

 

ZEYDİYYE MEZHEBİNİN GELİŞİMİ

 

466- Birçok sebepler ardarda sıralandı ve bu sebepler İmam Zeyd'in mezhebini geli­şen, genişleyen, ayrıca onun kontrolünde İslam dünyası mezheplerinin istikrar sağladığı bir mezhep durumuna getirdi. Bu sebepler, dört madde aitında Özetlenebilir:

1- Açıklık getirdiğimiz ve çizdiğimiz sınırlar çerçevesinde hiçbir vakitte kapanma­yarak ictihad kapısının açık bulundurulması. Yani adı geçen imamların dışında kalan müctehidlerin yaptığı içtihadın müstakil müctehidlik değil, müntesiblerin içtihadı duru­munda oluşudur. Nitekim bu hususu geçen bölümde tam anlamıyla açıklığa kavuştur­duk.

2- Diğer mezheplerden seçme yapma kapısının açık bulundurulması. Nitekim diğer­lerinden seçimler yapmak suretiyle bu mezhep, İslam fıkhının çeşitli şekillerinin, cins cins fidanlarının, değişik renk ve tattaki meyvelerinin buluştuğu zengin bir bahçe haline geldi. Şüphesiz bu durum da ictihad kapısının açık bulundurulmasının neticesiydi. Nite­kim onlar, ictihad yapmak suretiyle mezheplerinin mantığı ve temel ilkeleriyle uyum sağlayan hususları diğer mezheplerden seçmişler, böylece mezhebin ilkeleri, müslüman fakihlerin benimsediği ilkelerin genel yapısıyla birliktelik yahut en azından yaklaşım ar-zetm iştir.

3- Mezhebin biribirinden uzak, yönleri biribirinden çok ırak, her iklimin kuşağı di­ğerinden farklılık arzeden çeşitli yörelerde varlık göstermesi. Mezhep, uğradığı her top­rağın özelliğini taşıyan akarsu gibidir. Dolayisıyle her beldenin halkına ait örf, adet, ge­lenek ve fikirleri bünyesinde taşır.

4- Ta ilk asırdan, sekizinci hicri asra kadar her asırda meşhur ve model seçilen müc-tehjd imamların bulunmasıdır. Şimdi, bu son iki sebep üzerinde özlü, ana hususlara işa­ret eden, kısa, karmaşık olmayan ifadelerle duralım. [20]

 

A- BU MEZHEBİN ÇEŞİTLİ ÜLKELERDE YAYILMASI

 

467- Şüphesiz Zeydiyye mezhebi birçok İslam ülkesinde yayılmıştır. Fas tarafların­daki beldeleri istisna edersek, diğer bütün İslam ülkelerine yayıldığını söyleyebiliriz. Hatta bazan kendi gerçek elbisesi içerisinde, bazan da insanların o mezhebe mensup ol­duğu imajını verecek derecede başka mezhebin elbisesi içinde ortaya çıkmıştır.

Bu yayılışın nedeni, İmam Zeyd'in şehid oluşuyla öğrencilerinin çeşitli büyük şe­hirlere göç etmesidir. Onlar arasında, siyasi ve Al-i Beyt adına fahrik edici fikirleriyle kaçarak Deylem ve Cil beldelerine gidenler ayrıca Hicaz beldelerine kaçanlar, Yemen'e gidip orada yerleşenler, öte yandan Isfahan ve Rey şehirlerine gidenler vardı. Onlar her girdikleri yerde bu değerli mezhebi yaydılar, ona davette bulundular ve bu mezhebin fikhi görüşlerinden kaynaklanan haberlerden ayrıntılı bilgiler çıkardılar.

Nitekim bu sebeple birlikte başka bir neden daha vardır. O da, bu mezhebin emane­tini taşıyan ve ictihadda bulunan AI-i Beyt İmamlarının da bu büyük beldelerde değişik fırkalara ayrılışıdır. Onların bu beldelerde aşın sevgi besleyenleri ve taraftarları vardı. Abbasilerin ve Batıni îsmailiyye devleti bünyesinde Mısır ve Şam yörelerinde ortaya çı­kan İsmailî Fatımî baskısından kaçmak için İslam beldeleri dahilinde taşınıp duruyorlar­dı.

Onlar bu taşınmaları esnasında mezhebi yayıyorlar ve halka fetva veriyorlardı.

468- Kısaca bu anlatılanlardan alacağımız ibret, İmam Zeyd'e isabet eden ve takib ettiği yolda kendisini şehid düşüren, sonra da taraftarlarıyla hayranlarına, ayrıca yaptığı feryadın aynısını nida eden Al-i Beyt'e dokunan baskılar üzerine, Zeydiyye fıkıh tarihi içerisinde şu iki değerli sonucun terettüb edişidir:

a) Tariki ne olursa olsun Nebi (s.a.v.)'in hidayetinden kaynaklandığı sürece hepsi de hoşgörü ve kabul ruhuyla doyuma ulaşan görüşlerin teşkil ettiği İmam Zeyd'e ait düşün­celer, yaklaşık bütün İslam ülkeleri arasında yayılmıştır. Zeydiyye mezhebi dışında ka­lan bütün mezheplerde, özellikle de dördüncü ve beşinci yüzyıllarda taraftarlarının bağ­nazlığına rastlıyoruz. Oysa Zeydiyye taraftarlarında, şeriatten dayanağı bulunan bütün hususların takdirle karşılandığını görüyoruz. Maveraünnehir ülkelerinde, Hicri 4. ve 5. yüzyıllarda Hanefi-Şafii mezhepleri arasında en keskin münazaraların,yapıldığı sırada,* bu beldelerde ve diğerlerinde yaşayan Zeydiyye mezhebinin, tatlı şifa suyu gibi süku­netle seyrettiğini, müctehidlerinin ise, mantığındaki tutarlılık kendi gönüllerinde kıvıl­cım çıkardığı takdirde her iki mezhepde bulunan en hayırlı hususları aldıklarını müşaha-de ediyoruz.

Irak'taki fitne hareketlerinin, Şafü-Hanefi arasındaki taassup nedeniyle meydana geldiğini görürken, Zeydiyye mezhebinin ise durgun bir deniz gibi gayet sakin olduğunu ve gemilerinde İslam hazinelerinin fıkhının en değerlisini taşıdığını gözlemliyoruz.

b) Mezhebin ufukları genişlemiş ve görüşleri çoğalmıştır. Mezhebin sızdığı herhan­gi bir ülkede, o ülke halkının ihtiyaçlarıyla ilgi sağlayan ve örfleriyle uyum içerisinde olan ictihadlan, öte yandan oralarda karşılaştığı olaylara dair sonuçlandırdığı hükümleri mevcuttur. Zira mezhep, halk arasında karşılaştığı olaylar miktarınca halka onun çö-zümlerini de sunuyordu. İslam beldelerinde önce çeşitli olayların meydana gelip, ardın­dan da bütün bunların (ek bir mezhepte toplanışında, bu mezhebin tam anlamıyla gelisi-mi sözkonusudur.

469- Öğrencilerine, aşın taraftarlarına ve kendisine yardımcı olan Ali Beyt'ine kar­şı kullanılan bunca kuvvetin ardarda gelişine rağmen İmam Zeyd mezhebinin bu denli gelişimi; evet bu gelişim, İmam Zeyd (r.a.)'a ait bir keramet sayılmıştır. Halbuki biz hiç­bir zaman bu olayı olağanüstü bir durum addetmeyiz; sadece kendisinden sonraki zürri-yeti hakkında ardarda katledilişlerin sürüp-gittiği bu eşsiz şehide sunulan ikram ve onur­landırma sayarız. Nitekim İslamî taifelerden söz açtığı risalesinde Dabığani, metni aşa­ğıda gelen hususları ifade etmiştir:

"İmamet, İmam Zeyd'in Ehl-i Beytinde asırlarca bütün taifeler tarafından ve ortaya çıktıkları ülkelerde kendi adına tanınarak devam etmiştir. O imamların kendi halkı üze­rinde; Acemistan'ın Cilan ve Deyleman, Cürcan'm bir kısmı ile Isfahan ve Rey şehirle­rinde, Küfe ve Enbar şehirleri hariç olmak üzere Irak'ta ayrıca Medine dışındaki bütün Hicaz beldelerinde ve Mekke'de ağırlıkları oluşmuştur. Zira Medine'de ağırlık İsna Aşe-riyye'ye aitti. Ayrıca o imamlar, Yemen Necdi'nin San'a, Sa'de, Zemar ve benzeri şehir­lerinde ortaya çıkmışlardır. Öte yandan Yemen ovalarında Hilla ve onunla Ayn arasın­daki Mihlaf beldeleri gibi şehirleri mevcuttur. Beri taraftan Araplar arasında Evras Dağ­lan denilen dağlarda yaşayan büyük cemaatleri vardır. Yine onların, sünni şehirlerinde karışık halde bulunan ve Ebu Hanife mezhebi içerisinde gizlenenleri bulunmaktadır. Çünkü Ebu Hanife, Zeyd b. Ali'nin ricali ve tabileri arasındadır."[21]

470- Bu açıklama üzerinde azda olsa yorum yapma hakkımız doğacak olursa deriz ki, yukarıdaki açıklamada Medine İsna Aşeriyye'nin karargahı sayılmış yahut orada ağırlıklarının bulunduğu belirtilmiştir. Şüphesiz biz, Zeydiyye mezhebi'nin Medine'de ağırlığının olmadığına katılıyoruz. Ancak bunun nedeninin, oradaki İsna Aşeriyye ağır­lığı olduğuna muvafakat etmeyiz. Çünkü Medine, başhbaşına varlık gösteren Şii mezhe­bi olarak İsna Aşeriyye'nin yaşadığı bir siluet olmayıp, aksine onların gölgelendiği yer Irak ve diğer beldelerdir. Evet, kendilerine İsna Aşeriyye nisbeti yapılan imamlar, bu konudaki bir nazariyeye göre İmam Muhammed Bakır ve oğlu Cafer Sadık'tan sonraki­lerin Medine'de ikamet ettikleri şeklinde ise de, asıl bu iki imamın ikameti Medine'de idi. Diğerlerine gelince, onların ikametlerinin Medine'de bulunduğu kesinlik kazanmamistir. Kuşkusuz bu imamların yerleşmeleri konusunu içeren iddia tarihi bir ayıklama gerektirir ki, burası onun yeri değildir.

Eğer yalnızca imamın ikameti, mezhebin imamının ikamet ettiği yerde o mezhebin ağırlığının bulunduğunu söylemeye yeterli neden teşkil etseydi, o zaman Zeydiyye'nin de Medine'de ağırlığı bulunduğuna söyleyebilirdik. Çünkü birçok Zeydiyye imamları orada ikamet etmişlerdir. İmam Hadi de orada uzun zaman kalmıştır. O imamların bir çoğu Rasulullah (s.a.v,)'in civarında sığınak ve emniyet buluyorlardı.

Bu yorumlamanın yanında ayrıca şu yorumu da getirebiliriz: Şüphesiz Zeydiyye, bi-ribirine komşu olmayan çok uzak bölgelerde ayrı ayrı fırkalara bölünmüştür. Zeydiler bu şekilde olunca, şüphesiz örf ve adetlerin ihtilafı da büyük ölçüdedir. Büyük ölçüde farklılık meydana gelince, görüşlerin oluşturduğu fetvalar da bu adetlerin akışına göre düzenlenir. Böylece adetler oranında görüşler de çoğalmış olur. İşte bu nedenle Zeydiy­ye mezhebinin görüşleri çoğalmış ve bu çoğalma, mezhebin tam anlamıyla gelişimini sağlamıştır. [22]

 

B- İZLENEN MÜCTEHİDLERİN ÇOKLUĞU

 

471- Bu mezhep çeşitli iklimlerde yayıldığına göre, çeşitli iklimlerin her birinin hal­kı için gereken ictihadla doğru orantılı olarak, tabi olunan müetehid imamlar da bulunu­yordu. Nitekim fetva ve ietihad için seçilen bu imamlar silsilesi h.8. yüzyıla kadar ke­sintisiz devam etti. Bunların her birinin, yoluna sülük eden, görüşlerini model edinen ve mezhebin bütün yanlılarının kaynak gösterdiği taraftarları vardı.

Kuşkusuz İmam Zeyd'in şehid edilmesinden itibaren kendisinden sonra imamlığı çocukları üstlenmiştir. Bunlar arasında hemen şehadet şerbetini içenler bulunduğu gibi, ietihad ve fetva göreviyle geriye kalanlar da mevcuttu. Onlar, Önder babalarının metod-lannı, tıpkı birçok görüşlerini aynen alarak değil de ietihadda bulunarak ihya ettikleri gibi canlı tutmuşlardır. Bu uğurda beraberlerinde, başlarında Hicaz'da ayaklanıp şehid düşen Hz. Hasan'ın zürriyetinden olan Muhammed b. Abdullah İbn. Hasan en-Nefs ez-Zekiyye'nin bulunduğu amca oğulları vardı. Ayrıca Mansur zamanında Irak'ta kıyam edip aynı şekilde şehid düşen Nefs ez-Zekİyye'nin kardeşi bulunmaktaydı. Her ikisinin de şehadeti h. 45. yılmdaydı.

Şüphesiz İmam Malik, zorla alınan biatin alındığı kişiyi bağlamayacağı tarzında fet­va vermek suretiyle olumsuz sonuç veren bir yardımlaşmayla en-Nefs ez-Zekiyye'yi desteklemiştir. İmam Malik konuşmalarında, zalim hükümdarlara karşı ayaklanma yapı­labileceğine işaret eden hususları arzediyordu. İfadelerinden birisi şöyledir: (İmamlara karşı ayaklanmanın cevazı soruldu):

"Eğer Ömer b. Abdülaziz gibilere karşı kıyamda bulunurlarsa onlarla savaş. Aksi halde onları bırak ki, Allah bir zalim sayesinde diğer zalimden intikam alsın. Sonra da her ikisinden intikam alsın." Eşsiz imam bu konuşması nedeniyle elim bir darb olayıyla, şiddetli eziyete maruz bırakılmıştır.

Ebu Hanife ise Irak'ta İbrahim'e hem olumlu hem de olumsuz sonuç veren yardımda bulunmuştur. Şöyle ki, Ebu Hanife Ebu Cafer el-Mansur'un seçtiği komutanı, Ebu Hani­fe adlı kitapta belirttiğimiz gibi onunla savaşmaktan vazgeçmeye zorlamıştı. İbrahim'le birlikte ayaklanmanın Allah yolunda cihad sayılacağı, hatta hac faziletine eşdeğer oldu­ğu şeklinde fetva veriyordu. Nihayet bunun üzerine hayatının son bölümünde hapisle cezalandırıldı ve Rabbi kendisinden, kendisi de Rabbinden razı bir şekiide h.150 yılında şehid olarak ölünceye kadar hapis hayatı devam etti.

Şüphesiz Muhammed Nefs ez-Zekiyye'nin, Zeydiyye mezhebi içerisinde kaleme alı­nan ve kendisiyle hüküm verilen apaçık fıkhi görüşleri mevcuttur. O görüşlerin, bu mez­hebin ilk yıllarındaki taraftarlarında olduğu gibi, araştırmalarda, fetva vermede ve apa­çık delillere tabi olmada önemli bir yeri vardır. [23]

 

a) Ahmed b. İsa b. Zeyd

 

472- Bundan sonra, İmam Zeyd'e çağdaş olan bu tabaka geliverdi. Bunlar arasında, kendisinden ders alan çocukları, torunları, torunlarının torunları, Hz. Hasan'ın torunları bulunmaktadır. Bu şahsiyetler, Zeydiyye mezhebini kendilerinden devralan imamların çoğunluğunu teşkil ediyordu.

Ahmet b. İsa, İmam Zeyd'in torunudur. Irak'ta büyümüş ve yaşantısını sürdürmüş­tür. Ebu Abdullah künyesiyle anılır. Kendisini fıkhi ictihad ve fetvalara yöneltmişti. O zamanda Irak, Ebu Hanife, Öğrencileri ve çağdaşlarının geride bıraktığı Irak fıkhını etüd etme alanıydı.

Onun Irak'ta oturması, takdiri fıkıhla hüküm vermesine ve bu yolla meseleleri geniş­letmesine neden oluşturmuştur. Bu durum, Irak fıkhı olarak ün salan ve her ne kadar bu konuda onların ulaştığı, dolayısıyle sık sık kullanarak dozunu kaçırmakla itham edildik­leri boyuta ilerleyememiş ise de İmam Şafii'nin ve diğerlerinin Örnek edindiği özel bir durumdur.

Şüphesiz Ahmed b. İsa bu tür fıkıh anlayışını, dedesinden ve Al-i Beytinden miras olarak devraldığı güçlü fıkıh anlayışına eklemiştir. Sünnet ilmiyle Al-i Beyt'in kaynak haberleri yanında fıkhi kıyas Ölçütleri ve içtihadda bulunmakla fazla meşgul olduğu için, kendisine "Al-i Beyt'in fakihi" demişlerdir.

Nitekim fıkıh dalında bir kitap tasnif etmiş ve bu kifabı kendisinden nakledenler, ki­taba el-Amâlf âdmı vermişler. Ayrıca bu kitabı kendisinden, Zeydiyye'ye aşırı sevgi besleyen Al-i Beyt taraftarlarının oluşturduğu adaletli ve sika raviler rivayette bulun­muştur. İçinde fer'i fıkıh meselelerinin delillerle ve delillerinin nasslardan istmbat yön­temleriyle bağlantı kurması nedeniyle bu kuşak içerisinde yazılan kitaplar arasında özgün bir yeri vardır. Şüphe yok ki eğer bu kitaba vakıf olabilseydik, bu delillerden istın­bat metodlarını yakından tanıyabilirdik. Belki de bu kitaba, Arap kütüphaneleri içerisin­de vakıf olabiliriz.

473- Söz konusu Ahmed, fıkıh ve hadis ilminde ve genel niteliğiyle İslami ilimlerde-ki görüş ufkunun genişliği yanında zahid, ibadete düşkün, mücahid bir savaşçıydı. Onun kalbinde, aydınlık saçan bir ilmin nuruyla engin bir algılama gücü, takva ve zahidlik önderliği, ayrıca kahramanlık ve atılganlık özelliği birleşmiştir. Bu karakteriyle, dedesi Zeyd b. Ali ile benzerlik arzeder. Atalarına bu denli benzeyen kişiye zulmedilemez. Ni­tekim onun, ibadetteki zorluğun tadına varmak için otuz kez yürüyerek hacca gittiği bi­linmektedir.

İnandığı dava uğrunda, aşın taraftarlarıyla birlikte Harun Reşid'e karşı kıyam edişi, onun cihadları arasındadır. Fakat Reşid daha baskın çıktı ve onu yakalayarak hapsetti. Daha sonra hapisten kurtarılarak Basra'da gizlendi. Derler ki, ölünceye kadar orada giz­lenmiştir (Allah ondan razı olsun). Seksen yaşını geçmişken hayatının son dönemlerinde görme duyusunu kaybetmiştir. Vefatı, h. 247 senesindeydi. 240 yılında vefat ettiğini söyleyenler de vardır. Belki de vefatındaki yaşı konusunda ihtilaf edilişinin nedeni, giz­lendiği sırada ölmesi, dolayısıyle vefatının aşikar ve aleni olmayışıdır.

Bundan da anlaşılıyor ki, gizlenişi uzun sürmüştür. Çünkü Harun Reşid'in vefatı ikinci asnn son on yılı içerisindeydi. Öyle anlaşıhyorki bu İmam ömrünün elli yılını ve­ya daha fazlasını gizlenmiş olarak yaşamıştır. Fakat biz, yirmi yıl kadar hükümdarlık yapan Me'mûn'un, imamın ikamet ettiği yeri bildiğini, kaldığı yerin kendi bilgisi dışında olmadığını, lakin Me'mûn'un kendisi biraz Şia taraftan olduğu için ona kötülük yapma­dığı, Hz. Ali taraftarlarının kanlarını akıtma eğilimi göstermediği görüşünü tercih edeniz.

Hatta şunu da söyleyebiliriz: Şüphesiz o, Me'mün, Mu'tasırn ve Vasık devrinde orta­ya çıkmıştır. Ancak Mütevekkil yönetime geçince, Mütevekkil'in Al-i Beyt'e kötü dav­ranması nedeniyle kendisini gizlemiş ve kamufle etmiştir. Bundan dolayı da Mütevek-kil'den Nasibi, yani Ali Beyt'e saldırganlığı abideleştiren kişi olarak bahsedilmiştir. Ni­tekim Al-i Beyt'i eziyet ve işkence yapmak suretiyle adım adım takib ederdi.

Bu anlattudanmizın, İslam tarihinin seyriyle uyum sağladığını görüyoruz.

Her ne olursa olsun, onun gençliğinin ilk yıllarından seksen yılını aşmcaya kadar si­yasetten el çekmesi, kendisini ilim ve ibadete yöneltmiştir. Bu fıkhi ürünler ve görüşleri, Zeydiyye fıkhının fer'i meseleleri kapsamı içerisinde dağınık bir tarzda kaleme alınmış­tır.

Onun, Irak'taki zeydi imamlar arasında olduğu gayet açıktır. Zira her ne kadar fıkıh alanında büyük basan sağlamışsa da, ikamet açısından Irak'ın dışına taşmamıştır. [24]

 

b) Kasım b. İbrahim er-Ressi

 

474- Bu şahsiyet, Hicaz beldelerinde doğup gelişen ve Kasımiyye adıyla anılan bir taifenin lideridir. Künyesi, Kasım b. İbrahim b. İsmail b. İbrahim Tabataba el-Hasan b. el-Hasan b. Ali'dir. Allah hepsinden razı olsun.

Hz. Hüseyin'in değil, Hz. Hasan'ın soyundandırl Bu özelliğiyle o, İmamiyye mezhe­bi Ölçülerine göre imam olmayıp, İmam Zeyd'in mezhebi ölçülerine göre imamdır. Çünkü İmam Zeyd, imam olacak kişinin Hz. Hüseyin zürriyetinden gelmesi şartım koy­mamış, aksine sadece Fatımatu'z-Zehra (R. Anha) soyundan olması şartını getirmiştir. Salat ve selamın en yücesi, onun babası üzerine olsun.

Bu taifenin görüşleri, zeydilik çerçevesi içerisinde karmış ve onun dışına çıkmamış ti.

Bu zatın seçkin ve sağlam bir fıkıh anlayışı vardır. O dönemde İslam diyarında Ha­nefi mezhebi egemendi ve tek söz sahibiydi. Zira o, Abbasi Devleti'nin resmi mezhebiy­di. Çünkü Kadı Ebu Yusuf ve kendisinden sonra gelen öğrencisi Muhammed, Irak fıkıh ekolünden olanlar dışında hiçbir kadıya yardımcı olmamaya aşın istekli idiler. Kendile­rinden sonra gelen kadılar, hep Irak kökenli bu ictihad üzere peşpeşe gelmişlerdir. Ka­sım, Hicaz fıkhıyla birlikle Hanefi mezhebini de en ince noktalarına kadar biliyordu.

Bu İmam, o diyarda benzerine rastlanmayan bir kişi, hatta hatırı sayılır İslam alim­leri arasındaydı. Bir şair onun tanıtımı konusunda şöyle der:

Şayet bir münadi seslense Mekke'de; Mina tepesinde, karakterleri toplayan hakkında: Kimdir yanşan efendi her alanda? .   Der ki bütün insanlar; şüphesiz Kasım'dır o.

475- H.170 senesinde doğmuştur. Doğumunun, Medine yakınlarında bir diyar olan Ress'de meydana geldiği anlaşılıyor. Çünkü babası İbrahim, Ressî olarak tanıtılır. Ve h. 242 yılında Ress şehrinde vefat etmiştir.

Burada üzerinde durmaya değer yeni bir durum ortaya çıkıyor ki, o da bu İmamın İmam Hadi diye bilinen Yahya b. Hüseyin b. Kasım er-Ressî'nin dedesi olduğudur.

Zeydiyye mezhebinin dağınıklıklarını toparlayan bir kimse sayılan bu İmam. kesin olarak Medinc-i Münevvere'de doğmuştur. Burdan hareket ederek Kasım'ın çocukları­nın kendisinden sonra Ress'den Medine'ye taşındıkları veya en azından oğlu Hüseyin'in kendisinden sonra Medine'ye taşındığı yargısına varabiliriz. Her halükarda da iki yerle­şim alanı birbirine yakındır.

Bu zatın birçok kereler Hanefi mezhebinden alıntılar yaptığı, İmam Hadi'den naklen gelen haberlerdendir. Hatta herhangi bir konuda görüş belirlemediği zaman onun görüşünün, Ebu Hanife'ye nisbet edilerek gelen görüşler olduğu söylenir. Çünkü delilinin sağlamlığı ve istinbatının da tutarlılığı nedeniyle bu mezhebin birçok görüşlerini alıntı-îamıştır. Belki de bu eğilim kendilerine, Ebu Hanife'nin İmam Zeyd'e olan aşırı meylin­den dolayı sirayet etmiştir. Ayrıca yukarıda işaret ettiğimiz gibi Hanefi mezhebinin, devletin resmi mezhebi oluşu nedeniyle bir ağırlığı da mevcuttu.

Her ne olursa olsun, bu zengin bahçenin bir parçasını oluşturan Kasım'ın görüşleri, Zeydiyye'nin fer'i konulan içeren kitaplarında kaleme alınmıştır. Şüphesiz Kasım takib ettiği yolun, tahric usullerinin ve diğer mezheplerden yaptığı seçmelerin, her ne kadar Ress şehrinde büyüyüp hayatını orada geçirmiş olsa bile gene de Yemen yöresinde özel bir yeri vardır.

Bunun nedeni, torununun Zeydiyye mezhebini Yemen'de yayması, Kasım'ın ilmini yüklenmiş olması, daha sonra birçok alıntılar yapması, böylece Hicaz ve Yemen Zey-diyye'sinin tamamen kendi ve dedesinin anlayışına göre şekülenmesidir.

Böylece Zeydiyye'nin asıl şubesinin Yemen'de bulunduğu, ayrıca istınbat, tahric ve ihtiyar konularında Zeydiyye'nin odaklaştırdiğı kutbun da İmam Hadi olduğu açıklık ka­zanıyor. [25]

 

c) En-Nasır

 

476- Bu zat, Ebu Muhammed Hasan b. Ali b. Hasan.b. Ali b Ömer b. Ali b. Hüse­yin'dir. Zeydiyye tarihinde "Büyük Nasır" diye lakap verilir. Çünkü kendisinden sonra gelen Zeydiyye imamları hep bu şekilde isimlendirilir. Ayrıca kulaklarına ağır işitme hastalığı isabet etmesi nedeniyle kendisine "Utruş" da denilir. H. 230. yılında doğmuş ve 304. yılında vefat etmiştir. Öyleyse 75 yıl civarında ömür sürmüştür. Dolayısryle el-Hadi Yahya'dan daha yaşlıdır ve ondan sonra da yaşamıştır. Zira Hadi 245 yılında doğ­muş, 298 senesinde vefat etmişti. Kuşkusuz aynı çağda yaşamışlar ve her biri kendi ala­nında çaba sarfetmiştir.

Nasır, Deylem ve Cil beldelerine göç etmiştir. Bu beldelerin halkı müşrikti. Dolayı-sıyle İslam'ın propaganda esaslarına göre onları İslam'a davet etmeye ve halkı müslü-manlığa çağırmaya başladı. İslam dinine girenlere, Zeydiyye mezhebinin öğretilerine göre dinin esaslarım açıkladı ve fer'i konularını öğretti. Dolayısıyla İslam ile birlikte Zeydiyye fıkhını da yayıyordu. Bu esnada güzel sonuç veren olaylara duçar oldu.

Hicretinin nedeni, Abbasilerin, özellikle de Hz. Ali taraftarlarına saldırganlığı abi-deleştiren anlamında "nasibi" sayılan Mütevekkil'in işbaşına geçmesinden sonra, Al-i Beyt'i adım adım takib etmesidir.

Öte yandan Nasır, peşpeşe gelen yıldırma hareketlerinden ve ayrıca birçok Al-i Beyt taraftarlarının (Allah Tebareke ve Teala'nın hoşnutluğu üzerlerine olsun) şehid düşme­sinden sonra oluşan durgunluk içerisinden, Zeydiyye'nin imamet makamını canlandıran

kişi sayılmaktadır. Nitekim Şehristanı el-Milel ve'n-Nihaladlı eserinde bu hususta şöyle der:

"Horasan'da Utruş Nasır ortaya çıkıncaya kadar Zeydiyye'nin problemleri düzene girmedi. Bundan dolayı öldürülmek amacıyla, kaldığı yer araştırıldı. Ancak kendisi giz­lendi ve henüz halkı İslam'a girmeyen Dcylem ve Cil beldelerinde uzlete çekildi. Büyük bir hırsla halkı Zeyd b. Ali'nin mezhebine davet etti. Böylece onlar da dine girdiler, aynı tarz üzere yaşadılar ve Zeydiyye bu beldelerde açıkça varlığını ortaya koydu. Ardarda imamları ortaya çıkıyor ve işlerini yönetiyordu."[26]

477- Gerçekten Nasır ve el-Hadi'nin her birisinin çalışma alanları değişik olsa bile, yardımcı ve taraftar bularak aktif bir şekilde mezhebi canlandırmaya büyük gayret sar-fetmişlerdir. Böylece Nasır mezheb ağacını ekerek bir müddet sonra ürününü yiyebile­cek bakir bir toprağın araştırmasını yaptı. Hadi ve ardından gelenler ise, Karamita'nın bir kısım İslam diyarını istila etmesi suretiyle ortaya çıkan ıztıraptan yararlanıverdiler. Karamita'yı oradan kovarak Yemen beldelerine mezhebi soktular. Mezhep orada gelişti vepanldadı.

Her iki imam da kahramanlıkları, ileri görüşlülükleri, siyasi alandaki maharetleri, organize yetenekleri yanında fakih ve alim idiler de. Sadece siyasi bir imamlık ve dini propagandacılık makamına sahib olmayıp, bilakis fıkıh sahasında görüşü, içtihadı ve is-tınbatı bulunan fakihlerdi. Her ikisine de çağdaş olan. sohbetlerine katılan ve aynı za­manda Zeydiyye mezhebine aşın düşkün, uzun süre yaşayan bir şeyh şöyle diyor:

"Ben, el-Hadi'yi ucu bucağı görünmeyen bir vadi, Nasır Li'l-Hakkı da taşkın, dibi görünmeyen bir deniz gibi buldum."[27]

Ali b. Abbas'a iki imam;Nasır ve el-Hadi'den soruldu. Dedi ki: "el-Hadi AI-î Mu-hammed'in fakihi, Nasır da Ali- Muhammed'in alimi idi."

Şüphesiz bu açıklama, büyük bir kara parçasında herbirine ayrı ayrı biat edilen bu iki imam sayesinde Allah'ın Zeydiyye mezhebini canlandırdığına, mezhebin siyaset ve ilim alanında onlardan kuvvet bulduğuna, birisinin istinbat ve tahrici güzel uygulayan, ayrıca re'y üzerine kurulan fıkıh alanında ucu bucağı görünmeyen geniş fıkıh gücü bulu­nan bir fakih olduğuna, ikinci fakih Nasır'm ise sünnetle selef-i salihinin ilmi ile birlikte Al-i Beyt'in ilmini kuşatan bir zat olduğuna, fıkhının da kaynak haberlere ve nasslara dayandığına, bir araya gelmeleriyle birbirini tamamlayan mükemmel bir sentezin mey­dana geldiğine delalet etmektedir. Nitekim daha sonra gelenler fıkhın, Al-i Beyt ve sün­net ilminin oluşturduğu çok zengin bir terekeyi miras almışlardır. Zeydiyye mezhebi, büyük belde halkı mezhepleri sayesinde bu mertebeye ulaşmıştır.

Öte yandan Nasir'ın, Nasınyye adını alan müstakil bir fırkası bulunduğu gibi el-Ha­ de Hadiviyye diye anılan başhbaşına bir fırkası vardı.

Bu eşsiz iki imamdan sonra gelenlerin birçoğu, onların fıkıh anlayışlarını ve ilimle­rini. İmam Zeyd'in fıkıh anlayışı ve onun tarikinden rivayet edilen kaynak haberlerle birlikte canlı tutmaya aşın istekliydiler. Bu nedenle bu ikisi kadar yıldızı parlayan hiçbir jcimse bulunmuyordu.

Çünkü bu iki imamın Zeydiyye mezhebini diriltmek, monotonluktan hayata döndür­mek, aynca ona siyaset ve ilim alanındaki aktiviteyi kazandırmak üstünlükleri vardır. Bu iki imamdan sonra gelenler, yolu kullanılmaya hazır şekilde buldular. [28]

 

d) el-Hadi'nin Çocukları Olan İki Kardeş

 

478- Biyografisini ileride açıklayacağımız el-Hadi'nin çocuklarından ikisi ün sal­mıştır. Büyüğü Muhammed olup, babasından sonra imamet makamına oturduğu için İmam Murtaza adını alır. İkincisi ise Ahmet olup İmam Nasır diye isimlendirilir. Her ikisi de babalarının ilmini nakletmiş bununla birlikte Kasım er-Ressi'nin ilmini bir araya toplamışlardır. İmamet hakkı birincisine aitti ve o, babasından sonra seçilerek kendisin­den razı olunan bir imamdı. Lakin o, velayet makamına gelişinden altı ay sonra maka­mını küçük kardeşi Nasır'a terketti ve kendisini tam anlamıya ilme verdi. Bundan dolayı kendisine "dünya ehlinin Cibrili" denilirdi. Öte yandan hem fıkhın, hem de dinin temel ilkelerini çok iyi biliyordu. Nitekim fıkıh alanında birçok kitaplar yazmıştır. Başhcalan:

a)  Kitabul'İzah. Bu kitapta Zeydiyye mezhebini, babası el-Hadi'nin görüşlerini, yaptığı alıntılan ve ictihadlanm açıklamıştır.

b) Kitabıı'n-Nevazil. Bu kitap, isminden de anlaşılacağı üzere bir fetva kitabı ve olayların hükümlerini ortaya koyan kitaptır.

Ayrıca onun kelam ilmine ait çeşitli kitapları mevcuttur.

Gerçekten o, kelam ilmi konusunda Mu'.tezile'nin metoduyla yaklaşım sağlamış ve­ya Mu'tezile'nin bir bölümüyle birlik oluşturmuştur. Zaten daha önce belirttiğimiz gibi Mu'tezile hareketi tek bir mezhep veya tek bir fırka olmayıp, aksine çeşitli fırkalar şek­lindedir.

Öte yandan o, bu engin ilmi yanında ayrıca zahirî ve dünyevi şeylerden çok tiksinen bir kimseydi. Belki de "dünya ehlinin Cibrili" diye vasıflandırılın asının tek nedeni bu­dur.

Hatta imametin ağır yüklerini taşımaya daha yetenekli olan kardeşi Ahmed'i bu ma­kama getirmek için imamlıktan ayrılmasını sağlayan etken de belki yine bu zahidlik duygusudur. Hicri 310. senesinde vefat etmiştir.

Kardeşi Ahmed ise kendisine "dinin tercümanı" denilecek kadar alim, fakih ve dinin kavramlarının idrakinde bulunan bir şahsiyetti. Zira dinin maksat ve meramlarım çok iyi kavrıyor, halkla içice olmalarını temin ediyordu. Aynı zamanda alim, zahid ve abid bir kimseydi. Bunlarla birlikte siyaset adamı, komutan ve savaşçıydı. Babasından sonra, bir kısım İslam beldelerine musallat olan Karamitalarla savaşma yükünü sırtlamıştı. Böyle­ce Allah yolunda cihadın hakkım tam olarak yerine getirmiş ve karargahını da Ye-men'de kurmuştur. Sa'de şehrinde h. 325. senesinde vefat edinceye kadar Karamita ile yaptığı cihadın üssünü Yemen teşkil etmişti. Orada el-Hadİ diye bilinen türbede babası­nın yanına defnedilmiştir.

479- Her iki kardeş de babalarının kitaplarını ve ilmini rivayet etmişler, kendi gö­rüşleriyle birlikte onları da yaymışlardır. Nitekim kendilerinden sonra gelen çocukları da bu iki kardeşin babalarına ait ilmi yaymıştır. Dolayısıyle Yahya b. Muhammed, de­desinin ilmini yaymış oluyor. Böylece el-Hadi'nin ilmi onun dilinden Deylem, Cil, Ho­rasan ve diğer Acemistan'ın Irak kesimine intikal etmiştir.

Şüphesiz Ravd en-Nadir'de, İmam Zeyd'e halef olan, daha sonra da çocuklarının ar­kada bıraktığı tabaka zikredildikten sonra Zeydiyye ilminin taşınması ve yayılma alanla­rı konusunda aşağıdaki husus geçer:

"Bunlardan da Rasulullah Muhammed'in aile ocağına ait ilimleri toplayan Muham­med b. Mansur el-Muradi rivayette bulunmuştur. Bundan da rivayette bulunanların en ileri gelenleri arasında, Kasım b. İbrahim, Ahmet b. İsa b. Zeyd ve Hasan b. Yahya b. Hüseyin b. Zeyd vardır. Hadi ve Müeyyed Billah ekolü son zamanlarda yani beşyüz kü­sur sene sonra yayılıncaya kadar Kufeliler bu kişilerin mezhebi üzere bulunmuşlardır. el-Hadi Yahya b. Hüseyin b. Kasım b. İbrahim, ilmini dedesi Kasım b. İbrahim'den aldı. Sonra da başka mezheplerden seçmeler yaptı. Böylece Hicaz Zeydiyyesi oluştu. Yemen de onun ve dedesinin ekolü üzereydi. Sonraları bu ilmi oğlu Murtaza Muhammed b. Yahya aldı. Böylece mezhep, Acem beldelerine. Cilan ve Deyleman'a girmiş oldu."[29]

Bu değerli kitapta geçen husus bu şekildedir. Yukarıdaki açıklama üç noktaya dela­let eder:

a) Hicaz ve Yemen, el-Hadi'nin, dedesi Kasım er-Ressi'den devraldığı ekolü kendi­lerine özgü bir yapıya kavuşturmuşlardır. Ayrıca el-Hadi buna yeni bilgiler, alıntılar ve ictihadlar eklemiştir. Öte yandan dedesi de Zeydiyye'ye ait ilmi Rasulullah (s.a.v.)'in ilimlerini toparlayan Muhammed b. Mansur el-Muradi'den almıştır. Bu açıklamalardan, Zeyd (r.a.)'m AI-i Beyt dışından birçok taraftarlarının bulunduğu anlamı çıkarılır.

Bu kişiler, Zeyd'in bıraktığı emanetlerin tümünü Hz. Fatıma (R. Anha) 'dan gelen Ali Beyt imamları taşıyıncaya kadar, onun ilmini ilk taşıyan kimselerdir.

b) Hicaz ve Yemen, ilk olarak Hadivi mezhebinin özünü aldılar. Daha sonra Zey­diyye fıkhı bütün unsurlarıyla bir araya geldiği sırada diğer Zeydiyye ekolleri de ona ka­rışmış oldu ve Zeydiyye içerisindeki kitap yazarları, örneğini Bahru'z-Zıhar kitabında, ayrıca Zeydiyye'nin usul kitaplarında gördüğümüz gibi büyük belde fıkıhlarını da ekle­yerek müctehid imamların görüşleri arasını tek bir çerçevede toparlamaya uğraştılar.

c) el-Hadi'nin görüşleriyle büyük Nasır'ın görüşlerinin kaynaşması tamamlanmış ol­du. Cilan beldelerindeki ekolüne, görüş ve alıntılarına ekleme yapmak suretiyle bu kay­naşmayı sağlama eyleminde bulunan ilk kişi, Muhammed Murtaza b. el-Hadi'dir. Fakat oerçekte ise güvenilir tarihçilerin de belirttiği gibi bu kaynaşmayı sağlayan kişi baba Muhammed el-Murtaza olmayıp, Hadi'nin oğlu İmam Yahya b. Muhammed'dir.

Durum ne olursa olsun, kaynağın tekliği hususu kesindir. O kaynak da raviler yoluyla, özellikle de Muhammed b. Mansur el-Muradi tarikiyle elde edilen, İmam Zeyd'e ait ilim ve fıkıh anlayışından ibarettir. Bundan sonra meydana geien ayrılıklar Özde değil, kişisel görüşler üzerindedir. Hatta bu ayrılıklar sadece ictihadda ve başka mezheplerden alıntı yapma noktasındadır. Bu duruma göre ayrılıklar özle ilgili olmayıp, sadece fer'i konulardaki görüşlerdedir. Bu ihtilaflar, mezhebin genişlemesine ve ufukla­rının gelişmesine neden olmuştu.

Hanefi ve Şafii mezheplerine mansup Maveraünnehir alimlerinin görüşleriyle Irak alimleri arasındaki ihtilaflarda gördüğümüz gibi, bazan ictihad yaparken meydana gelen ihtilaflarda, bulunulan vatanın büyük rolü vardır. Bunlar, önemsiz ve mezhebe noksan­lık getirmeyen, ancak Kitap ve sünnetle çelişmedikleri sürece mezhebi geliştirip geniş­leten fikir ayrılıklarıdır. [30]

 

e) Harun? Olan İki Kardeş

 

480 -Bunlar, İmanı Müeyyed Billah Ahmed b. Hüseyin b. Harun el-Haseni ile kar­deşi Ebu Talib Natik bi'I-Hak diye anılan Yahya b. el-Hüseyin'dir. Her ikisi de imam olup, Taberistan'da Zeydiyye!nin imamlık makamına gelmişlerdir. Birincisi h.333. sene­sinde doğmuş ve kendisine h.38O. senesinde halife olarak biat edilmiş, h.411. yılında arefe gününde vefat etmiştir. h.41i. yılında vefat etmesinden sonra kardeşi Natık bil-Hakk'a biat edilmiştir. O da h.424. senesinde Taberistan'ın Amul kentinde vefat etmiştir.

Büyük kardeş Müeyyed, Nahiv ve lügat alanında ilim sahibi olduğu gibi ayrıca bir hadis toplayıcısı ve kritiğini yapan kimseydi. Allah Teala onda hadisin hem dirayetini, hem de rivayetini biraraya toplamıştır. Aynı zamanda da fakih bir kişiydi. Böylece ken­disinde Ali Beyt (Allah hepsinden razı olsun) ilminin yanında fıkıh ve hadis ilmi mez-colmuştu..

Natık bil-Hakk'a gelince, kendisi lügat ilmine sahib olmakla birlikte İmam Hadi'nin mezhebi içerisinde tahric, ihtiyar ve tercihleri bulunan bir fakih idi de. O, istınbat şekil­lerini açıklamaya ve bunlar üzerine yapı kurmaya çok istekliydi.

Onun el-Hadi ekolünde üzerinde tahric yapılabilen bir mesele hakkında nass bulun­madığı zamanlarda takib ettiği yolun, Ebu Hanife'nin benzer konularda izlediği yöntemi

benimsemek şeklinde olduğu kendisinden rivayet edilir. Belki de bu durum, Zeydiyye ile Hanefi mezhepleri arasında bulunan sıkı ilişki nedenlerinden birisidir. Nitekim bu­nun bazı görüntülerini şufa konusunda, hibe konusunun ekserisinde ve müzaraa mevzu­unda görmüştür.

Natık bil-Hakk'ın istinbatîannm Taberİstan toprağında meydâna geldiği gözöniine alınmalıdır. Zaten Hanefi mezhebi de kendisine bu beldelerde komşuluk yapıyordu. Çıkmazlar aynı olduğuna göre, çözüm de aynı olmalıydı.

Fetva sadece hastalıkların tedavisi içindir. Eğer hastalık birlik arzediyorsa, ilaç da aynı olur. Burada şu karara varmalıyız ki, Natık bil-Hakk, el-Hadi'nin ekolüne göre tah-ric yapmakla kastettiği amacı ne olduğunu içeren bu görüşü, sadece iki mezhep arasında mantık açısından uyum sağladığını gördüğü için uygun bulmaktadır.

Şüphesiz burada Natık bil-Hafck'm Zeydiyye mezhebi yanında Hanefi mezhebini de öğrenmesine vesile olan başka bir sebep daha vardır. O sebep, Natık bil-Hakk'ın Zey­diyye fikhmdaki eUMecmu'ul-Kebir'i, çağında Hanefi otoritesi sayılan ve h. 324. yılın­da vefat eden Ali b. Muhammed b. Hasan en-Nehai'nin öğrencilerinden telakki edişidir. Bu zatın onların tabakatmdan sayıldığı, Zehebi Tarihînde belirtilmektedir.[31]

481- Bu iki kardeş, Hadi, Nasır, Ressi ve diğerlerinin fıkıh anlayışlarını, gerek Zey­diyye ve gerekse diğer mezhepleri toparlayan birisi olan Ebu'l-Abbas'tan telakki etmiş­lerdir. Nitekim Ravd en-Nadir Mukaddimesfnâe şöyle geçmektedir: "İmam Müeyyed Billah olan Ahmed b. Hüseyin b. Harun ile kardeşi Seyyid Ebu Talib, el-Vafifi Mezhe-bil Hadi ve'l-Kasım adlı kitabın sahibi Seyyid Ebul-Abbas'tan ve Ali Rasul'den (s.a.v.) rivayet ettikleri şeylerden bu fıkıh anlayışını elde etmişlerdir. Sonra da Müeyyed Billah. o ikisine ters düşen alıntılarda bulunmuştur. Acem, Küfe, Hicaz ve Yemen beldelerinde­ki birçok Zeydiler, bu alıntılara meyletmiştir."[32]

Şüphesiz bu iki kardeş, hadislerden ve kendilerinden önce gelen imamların fıkıh an­layışından, bu imamların daha Önce belirttiğimiz çocukları eşliğinde yaptıkları rivayet tarikiyle, ayrıca bu imamlar haricinde Al-i Beyt'e aşın sevgi duyanların oluşturduğu şahsiyetler tarikiyle, İmam Zeyd'in, hiçbir sapmaya ve aşırılığa yer vermeyen ılımlı me­toduna göre mezhebi toparlamışlardır.

Bu iki kardeş, kendilerinden sonra gelen Zeydiyye fıkhının ravilerine ve nakilcileri-ne sened tariki oluşturmuşlardı. Nitekim Zeydiyye Tabakan adlı kitapta aşağıdaki ifade geçer:

"El-Muntahab maa'l-Ahkam (yani Kitahul Hadî) ile Ahmet b. İsa'nın Emali'si, ayn-ca Nasır ve diğerlerinden nakledilen öteki hadis kitapları, Eimmetu'1-Huda Ebu'l-Abbas el-Haseni, Ebul-Hüseyin Ahmed b. Hüseyin el-Haruni ile kardeşi Natık bil-Hak Yahya   b. el-Hüseyin'den rivayetler yaprmştır."

Bu iki kardeş, el-Mecmu'ul-Kebir'ın rivayet ettiği, ayrıca eLHadi, Nasır ve el-Ha­di'nin dedesi Kasım er-Ressi'nin fıkıhlarının rivayette bulunduğu ara zincir durumunda­dırlar. Bu fıkıh sahipleri, fıkıhlarını kendilerinden sonra gelenlere nakletmişlerdir.

Yine bu iki kardeş ve daha Öncekiler, Zeyd'in ilmini ve fıkıhtaki ideallerini kavra­yan Ahmed b. İsa b. Zeyd'in öğrencisi Muhammed b. Mansur el-Muradi'nin el-Vafi adil kitabında geçenleri iyice kavramışlardır.

İki kardeş de aynı zamanda yukarıdaki iki şahsiyetin ilimlerini de aldılar. Böylece senedleri, künyesi Ebu'l-Abbas Ahmed b. İbrahim b. Hasan b. Ali b. İbrahim el-Haşimi el-Haseni olan Ebu'l-Abbas el-Haseni tarikiyle bitirmiştir. Ebu'l-Abbas el-Haseni her ne kadar imamet makamına ulaşmamışsa da, tanınan bir fakihdi. Şia fıkhının tümünü bili­yordu.

Önce îsna Aşeriyye İmamiyyesİne mensup bir kişi olarak İşe başladı ve onların fıkıh anlayışlarını öğrendi. Daha sonra Zeydiyye şiasına intikal ederek saflarına katıldı ve on­ların fıkıhlarını etüd etmeye koyuldu. Değişik rivayet tarzlarını naklederek her ne kadar aralarındaki ayrılık büyük değilse de el-Hadi'ye ait ilmi algılayan yemenlilerle Nasır el-Utruş'un ilmini miras alan Deylem ve Cil halkının senedlerini bir araya toparladı. Nite­kim iki Hanini Kardeşler'in çeşitli fer'i konularıyla Zeydiyye fıkhını bu zattan aldıklarını daha önce belirtmiştik, h. 353 senesinde vefat etmiştir.

482- Zeydiyye fakihleri, etüd edilmesine, üzerine bina kılınmasına, ona göre tahric-de bulunulmasına materyal oluşturması için Zeydiyye imamlarına ait görüşlerin tama­mını toparlayıp daha sonrakilere nakletmeye, kıyas Ölçütlerinin üzerine bina edildiği il­letleri istinbat etmeye, ayrıca çeşitli olayların hükümlerini istihraç etmek amacıyla uy­gulama imkanı sağlayan fıkhi kaideleri yapılandrrmaya yöneldiler. Bu araştırmalar, ken­dilerinin mezheb dairesi içerisinde ietihadda bulunmalarını engellememiş, hatta Zeydiy­ye usullerinin dışına çıkmadıkları sürece dört mezhep ve diğerlerinden alıntı yapmaları­na mani olmamıştır.

Lakin Zeydiler, Ali Beyt imamlarına ait görüşler yanında dört mezhep imamlarının görüşlerini de Zeydiyye fıkhı içerisinde belirtme prensibi üzere yürüyorlardı. Özellikle de kendi adlarına davette bulunmak amacıyla ortaya çıkan Zeydiyye imamları bu pren­sip üzereydiler. Ne yazık ki h. 5. yüzyılın sonlanyla 6. yüzyılın başlangıcında bu gibile­rin ortaya çıkışı hayli azalmıştır.

483- Bu dönemden sonra kendi adlarına davette bulunan iki imam gelmiş ve görüş­leri Zeydiyye fıkhı içerisinde tedvin edilmiştir. Bu iki imam, Ebu Muhammed lakabıyla anılan Mansur Billah Abdullah b. Hamza b. Ebu Haşim el-Kasımi ile İmam Yahya b. Hamza ei-Hüsevni'dir.

Birincisi, Buhara beldelerinde ortaya çıkmıştır. Zira oradaki İşan'da H. 561. yılında doğmuş, zühd ve takva yönüyle büyük bir gelişim göstermiştir. Birçok kitaplar kaleme almıştır. Bu kitapların en büyüğü eş-Şafi adlı kitaptır. Bu kitapta, elli bin hadis ezberle­diğini belirtir. Bu da, cumhur nezdindeki Ehl-i Sünnet kitaplarının içerdiği rivayetlerle Al-i Beyt eserlerinin içerdiği rivayetler arasını birleştirdiğini gösterir. Çünkü AI-i Beyt'ten gelen rivayetlerin toplamı bu sayıya ulaşmaz. Bu zat kendi adına davette bulun­muş ve h. 594. yılında halife olarak kendisine biat edilmiştir. Lakin kuşatma altına alın­mış ve h. 614. yılında Kevkeban'da muhasara altındayken vefat etmiştir. Kuşatma ya-nlmca, cesedi Yemen'in San'a yakınındaki Zufar şehrine nakledilmiştir.

İkinci imam, yedinci yüzyılda davette bulunmuştur, h. 667 senesinde doğmuş ve 729. yılında kendi adına davette bulunmuştur, h. 749 senesinde Yemen'in Heran Kale-si'nde vefat etmiştir.

Fıkıhta, usulde, arapça iJimleri konusunda, özellikle de belagatta alim bir kişiydi. Fıkıh ve fıkıh usulü dalında Kitabul-İntisar adlı bir eseri, aynca belagat dalında da Ki-tabu'î-Tıraz isimli te'lifi mevcuttur. Bu kitabı Mısır kütüphanesi bu yüzyılın ikinci yan­sında basmıştır.

Belagatla ilgili bu çalışmasında, Abdulkahir Cürcani. beyan ilmine ait nassların araştırmasına dayalı tariki ve bu nasslardaki belagat metodlarının istihracıyla Sekkaki ve diğerlerinin tarikinin arasım birleştirmiştir.

484- Bu tarihi işaretlerden, aşağıdaki üç durumun karara bağlanması sonucuna varı­yoruz:

1- Zeydiyye mezhebi'nin imamları îslam beldelerinde çeşitli fırkalara ayrılmışlardır. Böylece mezhep, sızdığı ve yaşadığı her memlekette o memleketin sosyal yaralarına çö­züm getirmekle bağlantılı ictihad ve istinbatlarla gün ıştğma çıkmıştır. Bütün görüşler h. 4. yüzyılda toparlanmaya ve araştırılmaya başlanmıştır. Bir gurup insan gelmiş Deylem, Cil Azerbaycan ve Horasan imamlarının görüşleriyle, Küfe, Hicaz ve Yemenlilerin gö­rüşlerini toparlamış. Öte yandan iki kardeşler Müeyyed ve Natık bü-Hakk bu görüşlerin rivayetine yönelmişler, ayrıca Kasım ve torunu Hadi'den rivayet edilenlerle İslam'ın Deylem ve Cilan'da yayımcısı olmakla birlikte Zeydiyye mezhebi'nin de naşiri olan Ut-ruş Nasır'dan rivayette bulunulan hususları bir araya getirmişlerdir.

2- Müctehidierin ekserisi Al-i Beyt imamlanndandı. Bunların da çoğunluğu Hz. Ha­san oğullarından gelmekteydi. Allah ondan ve babasından razı olsun. Pek azı da Hz. Hü­seyin (r.a.)'ın zürriyetinden gelmişti. Çünkü Isna Aşeriyye mezhebi imameti sadece Hz. Fatima'nm Hz. Hüseyin (r.a.) kolundan züriyetiyle sınırlandırırlarken, Hz. Hasan'ın sü­lalesi Zeydiyye mezhebi içerisinde gerek kendileri, gerekse ilim ve imamet noktasındaki etkinlikleri açısından geniş bir alan buluyorlardı. Nitekim Zeydiyye imamları arasında, Ebu Hanife (r.a.) ve diğerlerinin üstadı durumunda olan Abdullah b. Hasan b. Hasan'ın

çocukları bulunmaktaydı.

3- Biz, Hanefi mezhebiyle Zeydiyye mezhebi arasında tarihi iki buluşmanın meyda­na geldiğini biliyoruz.

Birincisi: İmam Ebu Hanife'nin İmam Zeyd'le (Allah her ikisinden de razı olsun) buluşması, ondan bilgi alması ve üstün niteliklerinden sürekli bahsetmesidir.

İkincisi: de, her iki mezhebin Maveraünnehr beldelerinde, daha doğrusu Zeydiyye mezhebi propagandasının h. 3. yüzyılda etkin olduğu yerde içice bulundukları sıradadır. Bu yakınlaşmanın kıyaslar konusunda o denli ileri düzeye vardığı ortaya çıkıyor ki, Na­tık bü-Hakk, el-Hadi'nin hakkında hüküm verirken nass gösteremediği meselenin ben­zerlerinde, Ebu Hanife mezhebi içerisinde nass getirilen meseleyi esas alarak muteber kabul etmiştir. Nitekim bu hususa daha önce işarette bulunmuştuk.

485- Gerçekten Zeydiyye mezhebi muamelat konularında Ebu Hanife'nin mezhebiy­le yakınlık arzeder. Fakat bu yaklaşımın anlamı tamamen aynı olmak değildir. Bilakis bu yaklaşımın görüntüleri, şufa ve müzaraa konularında gördüğümüz gibi birçok cüz'i meselelerin çözümündedir.

Zeydiyye mezhebinin, metod seçme noktasında Hanefi mezhebi'nin hüküm verirken kullandığı metodlann tümünü benimsediğini görmekteyiz. Dolayısıyîe Hanefiyye'ye gö­re esas alınan kıyas kuralları aynen benimsenmiştir. İstihsan kuralları da aynıdır. Hatta her iki mezhebin tanımlamaları aynı şekildedir.

Fakat Zeydiyye mezhebi temel ilkelerinin, üç açıdan daha geniş kapsamlı olduğunu müşahede ediyoruz:

a) Zeydiyye'nin çoğu imamları münasib mürsel ile hüküm verip onu kıyasın türle­rinden saydıkları yerde Hanefiler sadece mesalih-i mürsele ile hüküm vermişlerdir. Böylece Zeydiler temel ilkeler konusunda ilaveler yapmışlar, yahut kıyas kavramım Ha-nefilerin genişletmelerinden daha geniş bir tabana yaymışlardır. Bu şekilde açıyı Hanefi mezhebinden daha geniş tuttukları oranda zeydiler Maliki mezhebi'ne yaklaşım arzeder-ler.

b) İstıshab konusunda istinbatta bulunmayı, Hanefiyye'den daha kapsamlı tutarlar. Böylelikle onu hukuka kesinlik kazandıran bir öğe sayarlar. Nitekim Hanefi mezhebi, yeni bir hukuk getirmeyip sadece mevcut hukuku muhafaza ettiği oranda istıshabla hü­küm verirlerken Zeydilerin onu mevcut hukukun garantisi saymaları gibi.

c) Zeydiyye, delil bulunmayan yerlerde akla dayanarak hüküm verme kapısını açık bulundurur. Nitekim bu ilkenin boyutlarını açıklamıştık.

486-Kuşkusuz Zeydiyye'nin benimsediği usuller göz önüne alınacak olursa, usûl ve metodları en geniş boyutlarıyla ele aldıkları açığa çıkar. Usuller bu denli çoğalınca, mezhebin gelişme hızı çok fazla ve düşünce ufku da o derece geniş olmuştur. Aynca

buna, kapısını dört mezhebin ve diğerlerinin görüşlerine açık bulundurması yanında, ic-tihad ve tahric kapısını her asırda açık tutması, öte yandan kıyam eden, ictihad yapan ve diğer mezheplerden seçmelerde bulunanların çokluğu eklendiğinde, bu mezhebin diğer İslam mezhepleri yanında gerek gelişim gerekse asırlara uyum sağlama kudreti açısın­dan daha ileri düzeyde olduğu anlaşılır. [33]

 

İmam el-Hadi

 

487- İmam el-Hadi'niıı, h. 3. yüzyılda egemen olan düşünce yapısının kutbunu teşkil ettiğini gördük. Öte yandan onun görüşlerinin dedesi Kasım er-Ressi'nin görüşleriyle, ayrıca Utruş Nasır'ın h. 4. yüzyıldaki çalışmaların odak noktası durumundaki görüşleriy­le bütünleştirilmesi, bu düşüncelerin rivayet edilerek te'lif eserler içerisinde kaynaştırıl­ması, onlara göre ictihad ve seçmeler yoluyla tahric ve eklemelerde bulunulması kendi­sinden sonra gelerek imamlık makamına oturan çocuklarının, bir de Haruniler'le diğerle­rinin çalışmalarıydı.

Dolayısıyle onun bu derece tarihi ve mu'ciz düzenleme içerisinde yalnız başına özel bir araştırmayla ele alınması gerekiyordu.

Öte yandan el-Hadi, Yemen'de büyük belde fıkıh mezhepleri düzeyinde hayatiyetini sürdüren bu toparlayıcı mezhebin o yöredeki imamıdır.

İmam el-Hadi, el-Hadi ilal-Hakk olan Yahya b. Hüseyin b. Kasım er-Ressi'dir. Daha önce işaret ettiğimiz gibi er-Ressi'nin torunudur, h. 245. yılında Medine'de doğmuştur. Fıkhı her yönüyle ve bütün kaynaklarından araştırmaya koyulmuştur. Bir hidayet reh­beri ve mürşid olarak Aîlah Sübhanehu'ya ve dosdoğru yola davet etme görevini yüklen­miştir. Ayrıca her İslam taifesinin ve çeşitli belde halkının sorup fetvasına başvurdukları dini bir danışmandı. Onlara, kaynağı kendisine ait değerli risalelerle cevap veriyor, bu risalelerde Kur'an ve sünneti müdafaa ediyor, böylece sapık kişilerin sapıklıklarını geri püskürten hakkı açıklığa kavuşturuyordu.

488- Sünnetin kapsadığı hükümlerin Allah katından olduğunu isbatlayan risale, bu risaleler arasındadır. Nitekim bu risalede şöyle der:

"Rasulullah (s.a.v.)'m Allah Sübhanehu ve Teala'mn bilgisi olmadan hiçbir şeyi icad etmesi mümkün değildir. Çünkü Kur'an Rasuİullah (s.a.v.)'den şöyle hikaye eder:

"Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam." (Yunus 15) Ayrıca Allah Teala şöyle buyurur:

"Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık..." (Şura 52)[34]

Bu, Nebi (s.a.v.)'in ictihadda bulunduğu görüşüne ters düşmez. Lakin o, hata edecek olursa (Bedir esirleri olayında cerayan ettiği gibi) Aîlah Teala hatasından dolayı onu uyarır; yok eğer onaylarsa, işte sözkonusu görüş Allah Teala'mn hidayeti ve şeriatının ta kendisidir. Şüphesiz Allah Teala'mn ilmi her nerede olursa olsun bütün ilimleri kuşatır. Sanki o (r.a.) sünnetin bir bölümünün ictihaddan ibaret olduğunu bizim de Nebi (s.a.v.)in ictihad yaptığı konularda ictihad yapma hakkımız bulunduğu iddiasını ileri sü­renlerin görüşlerini reddediyor. Hatta bu kişiler taşkınluçlarını daha ileri boyutlara götü­rüyor ve asrımızın ihtiyaçlarına göre Nebi (s.a.v.)in içtihadına muhalefet etme hakkımız olduğunu söylüyorlar.

"Ağızlarından çıkan bu söz ne büyük oldu! Yalandan başka bir şey söylemiyorlar." (Kehf5)

Demek bu sapkınlardan bir gurup el-Hadi döneminde ortaya çıkmış ki bu değerli ri-salesiyle onlara cevap vermişti.

489- H. 280 yılında Yemen'e gitti ve orada görüşleri için bol verimli bir zemin bul­du. Böylece derin fıkhi görüşlerinin, bir de her türlü sapkınlıkla kuruntudan arınmış güçlü dini akidesinin oluşturduğu bu tertemiz ve hoş tohumlarını oraya ekti. Nihayet bu mübarek yolculuk sayesinde Yemen topraklarında kendisine ait bir taraftarlar topluluğu oluşturdu. Ayrıca o, bu yolculukta beraberinde Ali b. Abbas b. Ethem el-Haseni'yi de götürdü. Bu zat Al-i Beyt'in ilmini en iyi bilen şahsiyetler arasındaydı. Yine o, Al-i Beyt'in yaptığı icma'lan rivayet eden bir kimseydi. AI-Beyt'in yaptığı İcma'larda hiçbir Zeydiyye fukahasmın karşı çıkamıyacağı hükümler mevcuttur. Bu icma'lar, usuller bö­lümünde açıkladığımız gibi Allah'ın Kitabı ve Rasulullah (s.a.v.)in sünnetinden sonra Zeydiyye fıkhının kaynaklarından birisi addedilir. Nitekim bu bölümü, taraftarlarının serdettiği delillerle açıklığa kavuşturduk.

Nihayet bundan sonra Hicaz'a döndü. Bu yolculuğunda henüz kendi imametine da­vette bulunmamış ve biat olayı meydana gelmemişti. Birçok nedenleri kendisini Hicaz'a dönmeye zorlamış, neticede tekrar oraya geri dönmüştü.[35]

 

İmameti

 

490- Fakat o, kalpler kendisine bağlandıktan, ayrıca Yemenlilerin iki yakasını bir­leştirebilecek, aralarında çok yaygın bulunan bidatlarla, bir de üzerlerine atılıp duran Karamita mezhebiyle saflarında savaşabilecek bir imam olduğunu Yemen halkı arasında yayacak Yemen'li mürşidleri bulduktan sonra Hicaz'a döndü.

Bu nedenle kendisini tekrar geri dönmeye çağıran Yemenlilerden bir heyet yanma gitti. Esasen daha önceden onu davet eden mektupları kendisine varmıştı. Nihayet Ye­menlilerin davetçilerini olumlu karşıladı ve h. 284. senesi Safer ayının altıncı gününde Sa'de'ye ulaştı.[36]

Kendisine biat edilmeye davet ederken aşağıdaki ahidnameyi okudu ve şöyle dedi: "Ey insanlar, nefsime karşı sizin hakkınızda dört şeyi şart koyuyorum; Allah'ın kita­bına ve Rasulünün (s.a.v.) sünnetine göre hüküm vermek, benimle sizin aranızda koydu­ğu esaslarda sizi nefsime tercih etmek... Evet ben sizi kendime tercih ediyor ve size kar­şı üstünlük taslamıyorum. Maddi menfaat karşısında benden önce sizi öne alıyorum. Be­nim ve sizin düşmanınızla karşılaşma esnasında kendimi sizden daha önceye geçiriyo­rum. Size karşı nefsime iki şart koşuyorum: Allah Sübhanehu ve Teala hakkı için gerek gizli, gerekse aşikar olarak nasihatta bulunmak,

Allah'a itaat ettiğim sürece bütün hallerde benim emrime itaat etmek. Dolayisıyle ben muhalefet edecek olursam bana itaat eüneniz sözkonusu olamaz. Eğer ben döneklik yapar da Allah'ın Kitabından ve Nebisinin sünnetinden vazgeçersem beni dayanak kabul etmeniz gerekmez. İşte benim yolum bundan ibarettir. Allah'ın, bana ve bana tabi olan­lara basiret ihsan etmesini dilerim."

Kendisine yapılacak biati takdim ettiği bu beyandan, aynca aynı metod üzere sun­duğu diğer birçok beyanattan, en büyük idealinin İslami otoriteyi egemen kılmak ve bü­tün müslümanları Allah Teala'nm kitabıyla Nebisi (s.a.v.)'in sünneti üzere toparlamak olduğu anlaşılıyor. Nitekim o, bütün gayretini müslümanlann dağınık durumlarını orga­nize etmek, birbirleriyle olan münasebetlerini düzeltmek amacına yöneltiyordu.

Bu konuda şöyle söylediği rivayet edilir:

"Allah bu ümmeti ıslah etseydi de, tek ben bir gün aç. bir gün tok kalsaydım."

Böylece onun devlet başkanı olmayı değil, sadece müslümanlann işlerini düzene koymayı, şeriatı-ihya ederek egemenliğine uyulmasını zorunlu hale getirmeyi arzuladığı açığa çıkıyor.

491- Sa'de'de yerleşmeye karar verdikten sonra iki hususa yöneldi: Birincisi: Yemen'i ve komşularını tek bir otorite altında toplamak ve bu sayede bü­tün tefrikaların Üstesinden gelmek. Nitekim bu uğurda çetin mücadeleler verdi ve büyük çoğunluğu kendi otoritesi altına alıncaya kadar bid'atçılarla, başına buyruk kişilerle sa­vaştı.

İkinci husus: huzur ve güven ortamı oluşması için Yemen'in en ücra köşesine kadar gerçek adaleti yaymak. Böylece, halk sadece adaletli olduğunu hissettikleri adil bir oto­riteye güven duysun. Nitekim o, en başta sosyal adalet olmak üzere bütün çeşitleriyle adaleti yaymaya çabaladı. Bu amaçla bir yandan beytülmalı, öte yandan da zekat ve ciz­yelerin toplanmasını düzene koydu, almaya hak kazananlar arasında dağıtımını sağladı.  ,

Bir köyde toplanan zekatın dörtte birinin, o köy halkı arasında sarfedümesini zorun­lu hale getirdi. Böylece beytülmalı düzenleme işinde en son noktaya vardı.

492- El-Hadi'den anlatılanlarda iki hüküm mevcuttur:

a) el-Hadi zımmilerin, islami fetihler esnasında ilk atalarından kendilerine intikal et­meyen arazileri satın almalarının caiz olmadığı görüşündedir.

Nitekim bu konuda zekat ve haraç işlerini yöneten kişiye şöyle demiştir: "Yahudi ve hıristiyanlardan mülk sahibi olanlara gelince, herhangi birisinin elinde veraset yoluyla dedelerinden kalan müslümanlann mallarından satın almadığı eski bir mülk varsa hiçbir yolla ona müdahele edemeyiz. Ancak onlardan birisi mü si umanlardan herhangi bir mal satın almışsa bu konuda verilecek karar, onu tekrar müslümanlara iade etmesi, parasını da geri alması şeklindedir. Çünkü eğer müslümanlann mallarını satın alma işini serbest bırakacak olursanız müslümanlar onlarla anlaşma yaparlar ve müslümanlann öşürleri ve mallan düzensiz bir hale gelir."[37]

el-Hadi'yi bu karara götüren etken, savaş ve ekonomik gücün müslümanlara ait ol­ması için müslümanların elindeki en büyük gelir kaynağı demek olan topraklann, zım­milerin kazanılmış haklanna dokunmamak şartıyla kendi ellerinde kalması hususundaki aşın kararlılığıdır. Şüphesiz bu eğilim o asrın ruhuna uygundu. Çünkü o asırda devletle­rin tümü din esası üzerine oturuyordu. Böylece dinin ilkeleri devleti meydana getiren il-, kelerin bir parçasını oluşturuyordu. Ayrıca hicri ikinci ve üçüncü yüzyıldaki savaşlar, müslümanlarla, Romalı ve diğerlerinin oluşturduğu hıristiyanlar arasında meydana ge­len herhangi bir meseleden kaynaklanıyordu. Doîayisıyle İslam iktisadını oluşturan kay­nakları müslümanlann elinde bulundurmak suretiyle devletin güvenliği için ihtiyatlı davranma zorunluluğu vardı.

b) el-Hadi, hrristiyanlann mülkiyeti altındayken müslüman olan köleleri satın alma işini beytülmalın zorunlu görevi kılmıştır. Bu durum, azad edilmeleri için gayri müslim, değerlerini ödeyememeleri halinde sözkonusudur. Şüphesiz bu anlayış, zekatın ilkele­rinden birinin çok ustaca bir uygulamasıdır. Zira zekatın harcama alanlarından birisi, müslüman köleleri satın alıp azad etmek suretiyle hürriyetleri kısıtlananlann özgürlüğe kavuşturulması ameliyesidir. Ayrıca efendileriyle mükatebe yapan kölelere yardımcı olunması ve değerleri nisetinde efendinin alacağı karşılığında çalışmaları şartıyla azad edileceklere destek sağlamak da bu kapsama dahildir.

el-Hadi, sadece gayr-i müslimin elinde olduğu halde müslümanhğı seçen köleye yö­nelik olarak bu yargıya varmıştır.

493-Nitekim el-Hadi Yemen beldelerine ait hükmü ortaya koyarken yetkili kişileri İslam hükmünün görüntüsünü içerdiğine ve daha önceki raşid halifelerin zamanındaki uygulamayı kavramaya kaynaklık teşkil ettiği hususlann oluşturduğu adalet geleneği üzere yürümüştür.

Şüphesiz onun risaleleri, hitabeleri ve ahidnameleri okuyucuya, hakim kişiyi küçük- büyük emir-nefer herkesin anhyacağı şekilde Allah Teala'nm hükümlerini etkin uygula­yıcısı olarak gören Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali'nin dönemlerine ya­ni İslam'ı ilk dönemine döndürdüğü hissini verir.

Adaletli yöneticiye bu derece güven duydukları için Yemen ordusu onun arkasından kerhen değil, seve seve yürüyordu. Böylece Yemen'in büyük bir ekseriyetini kendisine severek boyun eğdirdi. Necran'ı da kendi yönetimi allına aldı. Necran hıristiyanlarına, Nebi (s.a.v.)'in tanıdığı hakların aynısını tanıdı.

494- öte yandan işlemez duruma getirilen had cezalarına işlerlik kazandırmak için çaba sarfetti. Böylece içki cezasına seksen değnek, zina cezasına da yüz değnek cezası verdi. Diğer cezaları da bu şekilde takdir etti. Nüfuzlu kişiyi, nüfuzundan dolayı had ce­zasından muaf tutmadı. Aksine hiçbir müsamaha yapmaksızın uygulamaya gitti ve adam kayırmak için kendisine imtiyaz tanımadı. Yemen'in tamamında rejimin hakimi­yetini sağlamak için sürekli cihadda bulundu, h. 293. yılına varıncaya kadar hiçbir çaba­yı elde bırakmadı. Bu senede Karamita olayı güç yeiirilemiyecek bir baskın durumunu aldı ve Yemen sınırına gelip dayandılar. Nihayet Yemen sınırlarını her taraftan ihlal et­meye başladılar. Bu nedenle onlarla cihad etmeye koyuldu. Onlarla bilfiil savaş yapma­sı, H. 293 yıh muharrem ayı başlarındaydı. Şüphesiz Karamita bir kısım aşırı Şiilerin gö­rüşlerini mezhep haline getirmişler ve İslam diyarında yıkıcı faaliyetlere başlamışlardı. Böylece İslam doğuda bir Karamita sayesinde, baüda ise İsmailiyye devletinin kurulma­sıyla aşırı şia akımlarına maruz kalmıştı.

el-Hadi'nin, doğu cephesinde hızlarım kesmek ve üstünlüklerini kırmak için Önlerin­de durması zorunluydu. Nitekim bu uğurda tatlı bir belayla imtihan edildi. Zira beş yıla yakın bir süre onlarla savaşa koyuldu. Nihayet bu cihad esnasında birçok yaralar aldı ve 298. yılı sonunda Rabbi kendisinden, kendisi de Rabbinden razı olarak vefaat etti. Böy­lece denemediği hiçbir cihad yöntemini ardında bırakmadı. Hak ve hakikati öğrenme uğrunda cihad etti; bu şekilde Zeydiyye mezhebini geliştirdi, ietihad ve başka mezhep-   . lerden alıntı yapma kapısını genişletti. Kendisini mezhep sahibi diğer imamların merte­besine çıkaran mutlak ictihadlarda bulundu. Rejimin hakimiyetini sağlama uğrunda mü­cadele etti. Bununda ötesinde bid'atlarla savaşma konusunda mücadele verdi. Karami-ta'nın önünde bir gözetleme yeri olarak durdu.

Başladığı şeyleri, tamamlamak üzere oğlu Ahmed b. Yahya'ya terkeîti. Oğlu da, h. 325. yılında Sa'de'de vefat edinceye kadar yirmiyedi yıldan daha çok bir süre onlarla ci­had yaptı. O da babasının yanına defnedildi.

495- Burada, Zeydiler'in h. 3. yüzyılda iki devlet kurduklarını ve her iki devlet içeri­sinde .de hakimiyetlerinin son aşamaya ulaştığını görüyoruz.

Birincisi, Utruş Nasır'm Deylem ve Cil beldelerinde kurduğu, kendisinden sonra da

halifelerinin devam ettirdiği devletdir.

İkincisi, el-Hadi'nin Yemen beldelerinde kurduğu ve kendisinden sonra da halifele­rinin aynı tarz üzere sürdürdüğü devlettir.

Böylece bu iki devletin kuruluşu da Zeydiyye'nin anlayışına göre tamamlanmış ol­du. Her devlette imamlığı tanınan bir imam başa getirildi. Bu olay, biribirinden uzak iki ülkede iki imamın aynı anda başa getirilmesini caiz gören Zeydiyye mezhebine ait bir uygulamadır. Şüphesiz bu iki devletin ayakta durması noktasında birçok etkenler ortada bulunuyordu. Nitekim Nasır, islam'ın propagandasını yapmak suretiyle islami bir at­mosfer oluştururken, ikincisi de tefrika ve başıbozukluğun orta yerinde adalet, cihad ve ittihad bayrağını açtı. Yemen beldeleri ona hazır vaziyetteydi. Beldeler el-Hadi'yi Ye-men'e mahsus katıksız bir davetle oraya çağrıda bulunmuşlardı. Bu davet, Hz. Hüseyin (r.a.) hakkında işlenen ayrıca kendisinden sonraki zulüm ve zalimlere karşı kükreyen to­runu Zeyd hakkında uygulanan Irak'a mahsus bir davet türü değildi.

496- İmam el-Hadi'nin şöhreti sadece adil devlef adamlığıyla değildir. Bilakis onun ünü, sahib olduğu ilim ve fıkıh anlayışıyladır da. Gerçekten onun devlet adamlığının bi­çimi, ilmi görüşlerini devlet yönetiminde çok ince bir uygulamayla tatbik alanına koyan ilim adamının devlet adamlığı vasfını ortaya çıkarır. Şüphesiz beldelerin sosyal yapısı, bu görüşlerin uygulanmasında kendisine kolaylık sağlamıştır.

Nihayet el-Hadi, ardında fıkıh ve hadis alanında birçok kitaplar bırakmıştır. Kitab el-Ahkam isimli eser bunlar arasındadır. Bu eserde İmam Malik'in el-Muvatta'âa izledi­ği stili izler; önce hadis ve kaynak haberleri zikreder, sonra da onlara ait tahricleri ile o haberler çevresindeki ictihadlarmı belirtir. Meselelerin çoğunu dayandığı delillerle bağ­lar. O meseleleri çoğunlukla İmam Zeyd'İn (Allah her ikisinden de razı olsun) isnadryla buluşturur. Nitekim İmam Zeyd'in isnadlan el-Mecmu'öa tedvin edilmiştir. Bu çoğun­lukla uyum sağlama olayı, el-Mccmu'un doğruluğunun açık belgesini oluşturuyordu. Bununla birlikte birçok meselede İmam Zeyd'e uyum sağlarken bir çoğunda da ona mu­halefet ediyordu.

Şüphesiz Yemen halkının büyük ekseriyeti onun ictihadlarını taklid etmişlerdi ve çocuklarıyla çağdaşları olan Zeydiyye mezhebi alimleri onun mezhebine karşı hizmetle­rini tam olarak yerine getirmişlerdir. Ayrıca onun ortaya koyduğu belgelerden hükümle­rin illetleriyle kaidelerini istihraç etmişler, bu illet ve kaidelere göre onun mezheb anla­yışının tahric yöntemlerini ortaya çıkarmışlardır.

497- Deylem ve Cilan ile Yemen arasındaki uzaklığa rağmen bilimsel bağlantılar, mektuplaşma, kitaplar ve karşılıklı etüdle sağlanmaktaydı. Şüphesiz Nasır'm eserleri Ci­lan ve Deylem beldelerinde zuhur etti. O kitapların etüdünü ve onlarla Utruş Nasir'ın görüşleri arasını birleştirme işini de mezheb müctehidlerinden bir gurup yerine getirdi.

Nitekim biz, daha Önce Zeyd'in mezhebi içerisindeki görüşlerin toparlanmasına, bu işi iki kardeş olan Müeyyed Billah Ahmed b. Hüseyin ile Ebu Talib Natık bi'1-Hakk'ın yerine getirdiğine işaret etmiştik. İşte sözkonusu taife bu mezheb içerisindeki birçok tahric yöntemlerini ortaya çıkarmıştır. [38]

 

 



[1] Mi'yar el- Ukul Varak: 125

[2] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 421-423.

[3] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 423-426.

[4] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 426-427.

[5] İrşad eI-FuhuI,s. 22

[6] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 427-429.

[7] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 429-430.

[8] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 430.

[9] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 430-431.

[10] Fetavay-i Hayriye, 2/231.

[11] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 431-432.

[12] Ravdatu'n-Nadir ve Cennetu'I-Menazır, 2/407.

Müşrike meselesi, öz çocukların mirastan pay almaları yalnız asabelikle muteber sayıldı­ğı tekdirde, öz çocukların değil de anne bir çocukların mirastan pay almaları olayıdır.

[13] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 432-433.

[14] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 433-436.

[15] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 436-438.

[16] Minhac el-Vusul, Varak: 132

[17] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 438-439.

[18] el-Fusul el-Lü'iüiyye, Varak: 206                                      

[19] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 439-442.

[20] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 442.

[21] Ravd en-Nadir Mukaddimesi, s. 80

[22] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 443-445.

[23] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 445-446.

[24] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 446-447.

[25] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 448-449.

[26] el-Milel ve'n-Nihal, 1/211. Ayrıca îbn Hazm'ın el-Milel ve'n-Nihai adlı eserin dip­notu.

[27] Ravd en-Nadir Mukaddimesi

[28] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 449-451.

[29] er-Ravd en-Nadir, 1/64

[30] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 451-453.

[31] Ravd en-Nadir Mukaddimesi, 1/64

[32] Bkz. kitabın 225-226. no'lı paragrafları

[33] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 453-458.

[34] Bu risale Dar'ül-Kutûb'de 39 no.lu mahfuz yazma risalelerinin kapsamı İçeri sindedir.

[35] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 458-459.

[36] Tarih el-Hadi. Varak: 32

[37] Tarih el-Hadi, Vark: 3

[38] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 459-464.