İslâm'ın
Birinci Yüzyılındaki Islâh Çalışmaları Ve Ömer B. Abdülaziz (R.A.)
Emevîler
Döneminde Câhili Eğilimler Ve Etkileri
Emeviler
Döneminin Dinî Şahsiyetleri ve Ahlâkî
Tesirleri:
Devlet
İdaresini Değiştirme İhtiyacı ve Bunun Zorluğu:
Ömerb.
Abdülazizin Veliahd Oluşu
Halife
Olduktan Sonraki Hayatı:
Davranışlara
ve Ahlakî Gidişe Yönelişi:
İlimleri Metodlu
Hale Getirmesi ve Sünneti Canlandırması:
Bazı
Mektupları ve Fermanları:
İslâtm Tebliğ
ve Yaymaya Yönelmesi:
Islahatları,
Etkileri ve Bunlara Tepki:
Râşid halifeliğin sona erişi, İslâm olmakdan
daha çok Arap olan Enıevî idaresinin güçlenip
iktidara tam manasıyla yerleşmesi, süratle bir inkılap ve ıslahata ihtiyaç
gösterdi. Hz. Peygamber (s.a) Efendimizin sohbetleri
ve telkinleriyle, râşid halifelerin gayretleriyle
küllenen eski câhiliye âdetleri, yarı eğitilmiş, olgunlaşmamış
müslümanlarda ve yeni yetişen Arap soyunda yeniden
kabarıp gelişmeye başladı. Bütün devlet düzeninin, idare çarkının etrafında
döndüğü saltanat mihveri (ekseni) kitap ve sünnetten ayrılıp Arapcılık siyaseti ve "ülke menfaati" şekline
döndü. İslâm'ın sürüp dışarı çıkardığı, yurt dışı ettiği, sürgünde olan Arab ırkçılığı ruhu ve onunla Övünme tekrar geri geldi. Râşid halifeler zamanında şiddetle reddedilen, nefret
edilen kabilecilik gururu, sülâle ve akraba kayırmacılığı yeniden bir meziyet ve
maharet haline geldi. Davranışların ve ahlâkın itici güçleri (dinamikleri),
yaptırıcıları; güzel ameller, iyi hareketler ve sevaplar yerine ca-hiliye devrinin alışkanlıkları
olan, övme, övünme, şan, şöhret elde etme, üstünlük elde etme ve kabadayılıklar
oldu.[1]
Müslümanlardan kuruş kuruş toplanan devlet hazînesine ait olan paralar;
halifenin şahsî malı ve aile mülkü haline geldi. Şiiri bir geçim mesleği
edinmiş şâirlerden, yağcı saray görevlilerinden ve şahsiyetsiz, haysiyetsiz
ikinci derece yöneticilerden kurulu bir sınıf türemişti. Müslümanların serveti
hiç çekinihneden bu sınıfa harcanıyor ve onların
densizliklerine göz yumuluyordu[2] Müzik
dinlemek ve mûsikiye kendim kaptırmak son haddine ulaşmıştı[3]
Devletin yanlış
tutumundan ve devlet adamlarının, din dışı hayatından bütün İslâm toplumu
etkileniyordu. Neticede ortaya bir "mütrifîn"
(lüks hayat yaşayanlar) sınıfı çıkmıştı ki bunların ahlâk ve karakteri eski
câhili düzeninkilere hemen hemen uyuyordu. Öyle anlaşılıyordu
ki, bu şekilde yara almış, yenilmiş cahiliyet; gâlib rakibinden intikam almak için ayaklanmış, kırk
senenin hesabım bir günde görmek istiyordu. [4]
Emevîlerin maddî iktidarlarına ve zora dayalı idarelerine rağmen
o döneme kadar dinin şahsiyeti ve ahlakî etkisi bir ölçüye kadar müslümanlarm hayatında devam ediyordu. Bu dinin şahsiyet
ve ahlakî etkisi; dinî ve ilmî bakımdan üstün değer ve mevki sahibi kişiler
sayesinde idi. Onların samimiyet ve ihlâsları, herşe-yi Allah rızası için yapmaları, temiz duygulan,
izzeti nefis sahibi oluşları, ilim ve fıkıh bilgisinde yetkili oluşları,
herkes tarafından biliniyor, kabul ediliyordu. Devlet ve idarenin dışında bu
zatların da etkileri ve yetkileri vardı. Bu etki ve kalbden
gelen saygıdan dolayı müslümanlar, fazla
bozulmuyorlar, sapıklıklardan korunmuş oluyorlar, maddecilik seylâbma tamamen kapılıp gitmekten alıkonulmuş
oluyorlardı.
Bu dinî şahsiyetlerin
en etkilisi, en sevgilisi ve kendisine en fazla saygı gösterileni Hz. Hüseyin (r.a)'in oğlu; takvada, zühdde,
teslimiyette bir benzeri olmayan Hz. Ali (Zeynelâbidin r.a) idi. Müslümanların ona olan güven ve
bağlılığı şu olayla daha iyi anlaşılmış olur:
Bir keresinde Hişâm oğlu Abdülmelik veliahdlığı sırasında tavaf için Kabe'ye gelmişti. Kalababğın hücumundan dolayı Hacer-i
Esved'e ulaşamamış, kalabalık azalsm
da ondan sonra Hacer-i Esved'i
istilâm edeyim[5] diye oturup beklemeye
başlamıştı. Bu sırada Hz. Ali oğlu Hüseyin geldi.
Onun gelmesiyle birlikte kalabalık açıldı, yer verdi, o da rahatlıkla tavaf
yapıp Hacer-i Esved'i
istilâm etti (öptü). O nereden geçerse halk hürmet için yol açıyor, orayı
boşaltıyordu. Hişâm, tam-mıyormuş
gözükerek: "Bu da kimmiş?" diye sordu. Emevî
döneminin meşhur şâiri Ferezdak, tam o anda
irticalen, bu bilerek tanımamazlıktan gelmeye cevap vererek sânına yakı
sırçasına onu tanıttı[6]
Aynı şekilde Ehl-i Beyt'in büyükleri, Hz. Hasan el-Müsennâ ve oğlu, Hz. Abdullah el-Mahd, ve dahi
tabiînin diğer büyüklerinden Hz. Salim b. Abdullah
b. Ömer, Hz. Kasım bin Muhammed b. Ebu Bekr, Hz.
Saîd b. el-Müseyyeb, Hz. Urve b. el-Zübeyr müslüman-lar için ideâl kimselerdi. Örnek müslümanlardı.
Onlar, haysiyetlerini, şahsiyetlerim, devletten bir şey beklemediklerini,
doğru sözlülüklerini, korkusuzluklarını, kendilerini ilme verdiklerini ve
hiçbir menfaat beklemeden dine hizmet etmek suretiyle ahlâkî üstünlüklerini isbat etmiş kimselerdir. Her ne kadar bu ahlâkî etki ve
üstünlükler devlet idaresinin durmadan artan, her tarafı avucuna alan tesiri
karşısında yeterli değil idiyse de, bunun tamamen faydasız ve değersiz olmadığında
da şüphe yoktur.
İşte bütün bunlar
sayesinde, müslümanlar arasında bir ölçüde; denge,
ölçü, dine saygı yürürlükte idi. Ve ara sıra, o günlerde dünyaya kendini
kaptırmanın içinde, ahvâli, gidişatı düzeltme arzusu da gelişiyordu. [7]
Siyasî değişmenin
tesirleri genişlemeye, gittikçe derinleşmeye yüz tuttu. İslâm'ın temel ahlâk özelliklerinin
koruyucusu ve İslâm'ın birinci asrının yadigârı olan ve dinî kişiliklere sahip
olan büyük zâtlar da azalmaya başladı. Devlet idaresinin tesir sahası
genişledi ve daha da sağlamlaştı. Bizzat devlet idaresinde esaslı bir inkılab olmadan dinî ve ahlakî bir inkılabın olması zordu.
Emevî idaresi öyle sağlam askerî temellere dayanıyordu ki
onu kolaylıkla sarsmak imkânsızdı. O günlerde savaş alanında bu saltanatı
yenecek içerde ve dışar-da, hiç bir güç bulunmuyordu.
Yakın geçmişte iki mücadele yapılmıştı. Biri efendimiz Hz.
Hüseyin (r.a)'in samimi ve canını feda edercesine harekete geçişi,
diğeri ise Hz. Abdullah b. Zübeyr'in
cesurca ve düzenli karşı çıkışı başarısızlığa uğramıştı. Yakın bir zamanda başarılı
bir askerî inkılabın olabilmesine ise hiç bir işaret yoktu. Kişilere bağlı ve
babadan oğula aktarılıp gelen devlet idaresinin
değiştirilmesi ve ıslah kapısı kapatılmıştı, öyle anlaşılıyordu ki; gelecek
için asırlarca müs-
lümanların talihi mühürlenmişti. O zaman İslâm'ın başarı
kazanması ve durumun değişmesi için bir mucize gerekiyordu. O mucize de ortaya
çıkıp kendini gösterdi. [8]
Bu mucizenin kendisi,
bizzat Emevî hanedanının kurucusu Mervân'm
torunu efendimiz Hz. Ömer b. Ab-dülaziz
idi. Onun annesi Fârûk-ı A'zam Hz.
Ömer (r.a)'in kız torunu idi. Farukluk ile Emevîliğin
kaynaşması [9] (Allah'ın bir takdiri
olarak) Emevîler hanedanı içinde Râşit
bir halife meydana gelsin de kötü gidişi düzelten bir inkılab
yapsın diyedir.
Ömer b. Abdülaziz H.
61'de doğdu. Dönemin halifesi Süleyman b. Abdülmelik'in
ve onun bir önce geleni Velid b. Abdülmelik'in
amcasının oğlu idi. Onun zamanında Medine-i Münevvere'nin
valisi idi. Gençlik ve valilik devrinin, halife oluşundan sonraki hayatı ile
hiçbir ilgisi yoktur. O; zevk sahibi, idareci karektere
ve tatlı bir yapıya, huya sahip bir gençti. O hangi yoldan geçerse geçsin, ona
has güzel bir koku, oradan Ömer'in geçtiğini uzun
süre hatırlatırdı. Onun yürüyüş tarzı meşhur ve gençlerin modası idi. Güzel karekteri, hak ve hakikata
bağlılığı, yaratılıştan gelen iyi huyundan başka, onun İslâm tarihinde çok
önemli bir görev yapacak, önemli iş yürütecek olan bir kişi olacağını belirten
herhangi bir alâmeti, işareti yoktu.
Fakat onun şahsı
baştan başa İslâm'ın harikası idi. Onun hilâfet makamına geliş biçimi de
Allah'ın kudretinin bir nişanesi idi. Veraset yolu ile başa geçme sistemine göre onun halife olmasına imkân yoktu.
Eğer olaylar normal seyri ile yürüseydi onun vali olmaktan öte fazla bir şansı
yoktu. Ama Allah'ın isteği başka, O'nun takdiri değişikti. Süleyman b. Abdülmelik hasta oldu. Çocuklarının hepsi de küçücüktü.
Büyük görün-sünler diye onlara büyük ve geniş
harmaniler giydirdi, kılıç kuşandırdı. Ama onlar göz doldurmadı. Büyük bir
hasretle onlara bakarak: "Çocukları büyük ve yetişmiş olanlar ne talihli
kimseleri" dedi. Bunu beklemekte olan Recâ b. Hayve, Hz. Ömer b. Abdülaziz'in
devlet başkanlığına tayin edilmesini tavsiye etti, o da kabul etti. Recân'nm dinî inkılaba sebeb olan
çok büyük hizmeti, fevkalâde tavsiyesi; en büyük mücâhede
ve riyâzatlardan, binlerce sene ibadetten daha üstün,
sevabı daha büyüktür. [10]
Ömer b. Abdülaziz
devlet idaresini eline alır almaz, gecikmeden çok zâlim ve Allah'tan korkmaz
bazı devlet görevlilerinin işlerine son verdi. Onların emrine verilmiş devlet
malını, malzemelerini ve devlet forslarını alıp devlet hazinesine koydurdu. O
saatten itibaren
onun gidişatı, yaşayış
ve davranışları derhal değişti. Artık o, sanki Süleyman'ın arkasından onun
yerine geçen veliahdı değil de Hz. Ömer'den sonra
onun yerine geçen Ömer'in veliahdı gibiydi.
Kumarbazları ve
ahlâksız kadınları toplatarak kendi şehirlerine, ailelerinin yanlarına geri
gönderdi. Zulme son verdi. Kayser ve kisralann
sarayına dönen saray ve makamını, Hulefâ-i Râşidîn'e ve sünnete göre ayarlayarak sade bir hale
getirdi. Arazilerini müslü-manlara
geri verdi. Karısının süs ve takılarını bile devlet hazinesine yatırdı.
Öyle bir zühd ve takva yolu tuttu ki, benzeri, krallarda,
sultanlarda görülemediği gibi fakirlerde, derviş kimselerde bile bulunması
zordu. Elbiselerim o kadar azalttı ki bazan yıkadığı
elbisesini kurusun diye bekler ve cuma namazına gecikip cemaatı
biraz beklettiği olurdu.
Ümeyye oğulları (Emevüer) bütün
memleketi kendi arazileri, devlet hazinesini de kendi malları kabul ederlerdi.
Şimdi ise, artık kendi hisselerine düşeni alabiliyorlardı.
Bizzat kendi evinin
durumu Öyle idi ki; bir gün kızlarını görmeye gittiğinde kendisiyle konuşan
kızının ağzını kapatarak konuştuğunu gördü. Neden öyle yaptığını sorunca; o
gün sadece çorba ve soğan yediklerim öğrendi. Bunun üzerine ağlayarak kızma:
"Bin bir çeşit yemek yiyerek, hakkınızdan fazlasını alarak babanızın
cehenneme gitmesine razı olur musunuz?" dedi. Bunu duyan kızları da
ağlamaya başladılar[11] İşte
bu sözü söylediği sırada o, yeryüzünün en büyük imparatorluğunun başkanı idi.
Onun şahsî serveti çok
arzu etmesine rağmen hac yapmaya yetmeyecek kadar azdı. En samimi arkadaşı olan
hizmetçisine: "Yanında biraz para var mı?" diye sordu. O da:
"On, on iki dinar var." diye cevap verince, "Onunla nasıl hac
yapılabilir?" dedi.
Bundan sonra bir gün
ailesine ait servetinden büyük miktarda para geldi. Hizmetçi müjde verip:
"Hac parası geldi." deyince Hz. Ömer b.
Abdülaziz: "Biz bu maldan uzun süre faydalandık. Artık o, müslümanların hakkıdır." dedi ve onu devlet hazinesine
teslim etti.
Onun iki öğün
yemeğinin tutarı, günde iki dirhemden fazla değildi. Öyle tedbir ve ihtiyat
gösteriyordu ki, devletin mumu yanarken sohbet etmeye, hal hatır sormaya ve
şahsî bir konuşma yapmaya başlarsa derhal o mumu söndürür, kendi şahsî mumunu
getirterek yak-tırırdı. Beytülmal'in mutfağında
ısınmış su ile yıkanmayı bile kabul etmez, beytülmalin miskini koklamaktan
dahi sakınırdı.[12]
Onun ihtiyat ve
tedbiri sadece kendi şahsına münhasır kalmaz, kendi devlet memurlarına da
ihtiyat dersi verirdi! Onlardan, kendilerinin de devlet konusunda o kadar
ihtiyatlı ve tedbirli olmalarını beklerdi. Medine valisi Ebu
Bekir b. Hazm, Süleyman b. Abdilmelik'e
dilekçe vererek, eskisi gibi düzenli şekilde kendisine devlet mumu
verilmesini istedi. Süleyman'ın ölümünden sonra bu dilekçe Ömer b. Abdülaziz'in
eline geçti, okudu ve şöyle yazdı: "Ey Ebu
Bekir, ben senin o makama geçmeden önce karanlık kış
gecelerini kandilsiz, mum-suz geçirdiğini biliyorum.
Senin o durumun bugünkü durumundan daha
iyi idi. Bana göre
senin evinin mumları yeterlidir. Onlarla işini görmen ve yetinmen
lâzım."[13]
Aynı şekilde yazılmış
bir dilekçeye -o dilekçede resmî işler için kağıt isteniyordu- şöyle cevap
yazdı: "Kalemi incelt ve sık yaz. Bir kağıda pek çok ihtiyaçları yaz,
çünkü devlet hazinesine yük getirecek olan öyle uzun yazılara müslümanların ihtiyacı yoktur.[14]
Bu tertemiz zâhidâne yaşayışından, en küçük haramdan kaçınmasından ve takvâlı
oluşundan başka o, önce devletin ruhunu değiştirdi. İlk ve temel inkılap
(düzeltme ve düzenleme); devletin bakış açısını değiştirmek oldu. O zamana
kadar devlet; vergi, haraç ve akarlarını toplama ve harcama işi yapan bir idarî
düzendi. Milletin ahlâka, inancı, yaşayışı, eğitimi ile, sapıklığa (dalâlete)
ve hidâyete doğru kayması ile ilgili hiçbir kaygısı yoktu. Devlet düzeni işte
bu nokta etrafında, bu anlayış çerçevesinde yürütülüyordu. Ömer b. Abdülaziz:
"Hz. Muhammed (a.s) dünyaya vergi toplayan tahsildar olarak
gönderilmedi. O, dünyaya insanları hidâyete çevirmek, hak yola yöneltmek için
gönderildi."[15]
meşhur sözü ile devletin karakterini, idarî bakış açısını değiştirdi. Onu bir
dünya saltanatı olma yerine peygamberlik ve halifelik görevlerinin icra
edildiği zirve haline getirdi. Onun bütün halifelik süresi işte bu tek cümlenin
tefsir ve açıklamasıdır.
Ülke menfaatleri ve
hayrı karşısında o; daima dini, dinin temel prensiplerini, adalet ve ahlâkı
tercih etmiş, dinin yararı karşısında devletin maddî zararına hiç aldırış
etmemiştir. Onun halifeliği sırasında devletin çok büyük sayıda gayrimüslim
vatandaşları (zimmîler) müslüraan
oluyorlardı. Bunun sonucu olarak da, devletin önemli bir geliri olan cizyeler
her gün azalmaya devam ediyor, bu ise .devletin malî durumuna çok kötü bir
etki yapıyordu. Devlet otoriteleri onun dikkatini bu tehlikeye çekerek
endişelerini açıkladıklarında onlara şöyle dedi: "Benim işte bu icraatım; Hz. Peygamber efendimizin peygamber olarak gönderilişinin
amacının tâ kendisidir."
Bir başka idarî
yetkilisine şöyle yazdı: "Bütün gayrimüslimlerin müslüman
olmalarından ve (cizye gelirinin tükenmesinden dolayı) ikimizin de çiftçilik
yaparak ve karasaban sürerek karnımızı doyurmamızdan çok memnun olacağım.[16]
Yemen'deki genel vali;
mevsim ister iyi geçsin, isterse kötü geçsin belirlenmiş bir haraç miktarı
olduğunu ve bunu zorla aldıklarını halifeye bildirdi. Bunun üzerine Ömer b.
Abdülaziz: "İsterse bütün Yemen bölgesinde çıkan mahsul bir avuç olsun
haraç, mevsimin verimine göre olan o bir avuç ölçüsü nisbetinde
almma-lıdır.Ben ancak buna
razıyım." diye buyruk gönderdi[17]
Bütün ülkeden ithalat vergisini kaldırdı ve yetkili devlet görevlilerine bunun
necis yani çirkin ve kötü bir şey olduğunu bildiren
bir tamim gönderdi.
Bu konuda Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor:
"İnsanların malları ve haklarında kısıntı yapmayın ve yeryüzünü yağmacılıkla, ihtilâlcilikle fesada vermeyin."[18]
İnsanlar bunun adını
değiştirerek caiz ve helâl kılmışlardır. Şeriata uygun birkaç gelirin ve vergilerin
dışında, daha önceki devlet başkanlarının ve devlet idarecilerinin kendi
keyfine göre icad edip uygulamaya koyduğu yüzlerce
İslâm dışı vergiyi bir anda kaldırdı. Kara ve deniz yollarının açılmasını
emretti ve her çeşit yasaklamaları kaldırdı[19]
Ülkede çok geniş
çaplı, geniş tesirli ıslahat yaptı, ülkenin her tarafı ve tümü için aynı ölçüyü
koydu. Bu ölçü her yerde aynı olup hiç bir yerde farklı uygulama
yapılmayacaktı. Devlet idarecilerine ve memurlara ticaret yapma yasağı
getirdi. Karşılıksız ve ücretsiz işçi çalıştırmayı kanunen yasakladı. Devlet
başkanının sülalesi ve yüksek idarecilerin adamları memleketin arazilerinin
önemli bölümünü, kendilerine av alanı veya otlak yapmışlardı. Bütün bu
arazilerin, milletin malı olduğunu ve onlara dağıtılmasını emretti.
Devlet memurlarının
hediye ve ikram kabul etmelerini menetti ve şöyle bir emir çıkardı: "Her
ne kadar onlar bu güne kadar hediye (kabul edildi) idi ise de, bundan sonra
rüşvetten başka bir şey değildir. (Tamamen rüşvet kabul edilecek.)"
İdarecilere; halkın
kendilerine ulaşmasına, şikâyetlerini ulaştırmalarına imkân ve kolaylık
sağlamalarını emretti.[20]Hac
sırasında her zaman: "Kim bir zulmü, haksızlık yapıldığını haber verir
veya devlete iyi bir yol gösterir; güzel, makul bir tavsiyede bulunursa ona yüz
dinardan üçyüz dinara kadar ikramiye verilecektir.'[21]diye
ilanlar yaptırırdı. [22]
Bu zamana kadar
halife, sadece sultan ve sorumsuz başkandı. Onun; insanların davranışlarına,
ahlakî gidişatına yönelmeye ne firsatı vardı, ne de
kabiliyet ve yeteneği. İnsanlara dinî tavsiyelerde bulunması, ahlâk ve eğitimde
önderlik etmesi, öğüt verip doğru yolu göstermesi görevi olarak kabul
edilmiyordu. Bu iş, âlimlerin, hadisçilerin görevi kabul ediliyordu. Ömer b.
Ab-dülaziz bu ikiliği kaldırdı ve kendinin gerçek
manada "Halife" olduğunu isbat etti.
Halifelik görevini ele
alır almaz ordu komutanlarına, valilere, devletin yetkili memurlarına uzun uzun mektuplar, yönetmelikden
daha çok dinî ve ahlâkî talimatlardan ibaret olan ferman ve emirnameler yazıp
gönderdi.
Bu yazılarda devlet
ruhundan daha çok, öğüt ve tavsiye ruhu vardır. Bir mektubunda o; önceki islâmî hayatı (peygamberlik ve raşid
halifelik dönemini) ve kendi dönemindeki içtimaî yapıyı karşılaştırarak İslâm iktisad ve malî sistemini ve devlet idare sistemini izah
etmiştir[23]
Mektuplarında
valilere, ordu komutanlarına namazı vaktinde kılmalarını, ona dikkat edip
ihtimam göstermelerini; ilmi, irfanı yaymalarını kesin bir dille bildirir[24] ve
devlet memurlarına şeriata bağlı olmalarını, takva sahibi olmalarını tavsiye
eder. Kendi bölgelerinde ve çevrelerinde İslâm'ı yaymayı, İslâm'ı tebliğ etmeyi
özendirir ve bunu Hz. Peygamber efendimizin gelişinin
amacı olarak belirtir. Onların iyiliği emredip yaptırmalarını, kötülüğü ise menedip engellemelerini hatırlatır; bu görevi terketmenin ne gibi zararlar vereceğini, vebalinin ne
olduğunu anlatır.
Devlet görevlilerine
cezalandırmalarda ılımlı olmalarını, tedbirli hareket etmelerini ısrarla
belirtir, İslâm'ın ceza kanununu izah eder, sonra da memleketin genel sosyal
bozukluklarına ve ahlâksızlıklara dikkat çeker. Kadınların cenazelere
katılmalarını, feryad ve figânlarla ağıtcıhk yapılmamasını menederek
tesettüre uymalarım kesin bir dille belirtir, kabileciliği kötüleyerek meneder.
Nebiz kullanılmasında büyük bir çekingensizlik başlamıştı.
Halk bu yolla sarhoşluğa ve şarap içmeye doğru gidiyordu ve çeşitli
ahlâksızlıkların yayılmasına araç oluyordu. Bunu sınırlayıp açıklamalar
getirdi. [25]
Bununla birlikte o,
ilimleri metodlu hale getirtti ve sünnetleri
diriltmeye yöneldi. Büyük bir bilgin olan Ebu Bekir
b. Hazm'ı hadisleri titiz bir metodla
topla-, maya yöneltti ve ona şöyle yazdı:
"Hz. Peygamber'in senin eline geçen hadislerini yazıya
geçir de bana getir. Çünkü âlimler ölür gider de. ilim kaybolur diye
korkuyorum."
Ebu Bekir b. Hazm'a; isim ve
yer belirleyerek; En-sar kadınlarından Abdurrahman
kızı Amrâ'nm ve Kasım b. Muhammed b. Ebî Bekr'in elinde ve bilgilerinde
olan hadis
birikintisini derhal yazmasını hatırlattı. Sonra Ebu
Bekir b. Haznı ile yetinmeyip bütün devlet
idarecilerine ve tüm ilim sahiblerine bunun Önemini
belirten bir genelge yayınladı. O genelgenin bir yerinde şöyle yazıyordu:
"Hz. Peygamber'in hadislerini araştırarak bulun, onları bir
araya toplayın.[26]
Bunun yanında bütün
ilim adamlarına, başka işlerden kendilerini alarak bu işe versinler diye maaş
verilmesini kararlaştırdı.
Kendisi de büyük bir âlimdi.
O kendi başına farzları ve sünnetleri açıklamaya yöneldi. Halifeliğin ilk günlerinde
bir genelge yayınlattı. O genelgede şöyle emrediyor:
"İslâm'ın bir
takım kanunları, sünnetleri ve çizgileri, ölçüleri vardır. Kim onlarla amel
eder, onları uygularsa imanı kemâle ulaşacak, kim de uygulamayıp onunla amel
etmezse, imanı kemâle ermeyecektir. Eğer hayatım vefa eder de yaşarsam ben size
bunu öğreteceğim ve sizi onun üzerinde yürüteceğim (uygulatacağım.) Eğer daha
önce ölürsem, o zaman bilin ki, ben aranızda yaşayıp kalmak için zaten pek
fazla hırslı değilim.[27]
Efendimiz Ömer b.
Abdülaziz (r.a)'in yapısında kendisine hükmeden (ve daha sonra onun devlet başkanlığı
yaptığı sırada ortaya çıkan) halis islâmî kafa ve islâmî ruh; onun ara sıra devlet erkânına ve memurlarına
yazdığı fermanlardan ve genelgelerden sağlam bir ölçü ile anlaşılmaktadır. Bu
yazılardan, Allah Teâlâ'-nm
ona ne samimi bir düşünce yapısı ve kafa bahşettiği, cahiliyet
karanlığının etkilemediği bir tefekkür lütfettiği anlaşılmaktadır. O kafayı Emevîler'in ahlâk ve düşüncelerinin hiçbir gölgesi de
karartamamıştır. Buraya bir iki mektubunu alalım.
Bir keresinde bazı
kabile reislerinin ve Emevî döneminin "yeni
yetmelerinin cahiliyet dönemi yemin şeklini ve
adetini diriltmeye çalıştığını[28]
savaş ve çatışma sırasında, "Ey falan oğullan, Ey Mudar
halkı, Ey falan kabilenin adamları, imdada koşun." diye cahili nâra
attıklarını öğrendi. Bu ise İslâm akrabalığına, kardeşliğine ve sosyal düzenine
karşılık bir cahilî düzenin ve cahilî âdetin canlandırılması ve pek çok
fitnenin arkadan sökün etmesi demekti. Önceki devlet başkanları bazı ülke
menfaatlerinden dolayı onu teşvik ediyor veya en azından önemsemiyordu. Fakat
Ömer b. Abdülaziz bu tehlikeyi hissetti ve bu konuda ayrı bir emirname
yayınlayarak ileri gelen devlet görevlilerinden biri olan Dahhâk
b. Abdurrahman'a gönderdi. Orada şöyle yazıyor:
"Allah'a hamd, Peygambere salât ve
selâmdan sonra biline ki; şüphesiz ki Allah Teâlâ
kendisi ve halis muhlis kulları için beğenip seçtiği bu İslâm dininden başka
hiçbir dini kabul buyurmamaktadır. Allah İslâm'a kendi kitabı Kur'an ile şeref bahsetmiştir ve onunla; müslüman ile müslüman olmayan
arasını ayırmış ve şöyle buyurmuştur:
"Allah'dan size parlak bir ışık (nur) ve açık bir kitap
geldi. Onunla Allah kendi rızasını dileyen kimselere esenlik yolunu, doğru
yolu gösterir. Ve onları kendi muvaffakiyeti ile karanlıklardan aydınlığa
çıkarır ve onları dosdoğru yola yöneltir."[29]
Allah Teâlâ, şöyle de buyurmaktadır:
"Biz o Kur'an'ı doğrulukla (hakla) indirdik, o da hak ve
doğrulukla indi. Ey Muhammed, biz seni müj-deleyici ve korkutucu olarak gönderdik."[30]
Allah, Peygamber
Efendimizi rasûl olarak gönderdi ve ona kitabı olarak
Kur'an-ı Kerimi indirdi. O zaman siz ey Araplar,
(bildiğiniz gibi) sapıklık (dalâlet), cehalet, darma
dağınıklık, darlık ve feci bir karışıklık içinde idiniz. Aranızda fitne
yaygındı. Başka milletlerin insanları sizi ayakları altına almış eziyordu.
Başka milletlerde az çok bir din vardı, siz ondan da mahrumdunuz. Daha kötüsü
diğer milletlerin düştüğü sapıklığın hiçbiri sizin düştüğünüz sapıklık gibi
değildi. (Sizinki hepsinden beterdi.) Sizden hayatta olup yaşayanlar dalâlet
ve sapıklık içinde yaşıyordu. Sizden ölenler de cehenneme gidiyordu.
Nihayet Allah Teâlâ sizi bu kötülüklerden, puta tapmaktan, birbirinizle
vuruşmaktan, ilişkilerinizi kesip birbirinize düşman olup nefret etmekten
kesinlikle kurtardı. Sizden inkâr edenler inkâr etti, yalanlayanlar yalanladı.
Allah'ın peygamberi
Efendimiz Allah'ın kitabına ve İslâm'a çağırmaya devam etti. Ama sizden çok az
ve zayıf kimseler ona iman etti. İnsanlar ona saldıracak diye o Peygamber her
an tehlike içinde bulunuyordu da Allah onu korudu ve kendi nusret
ve yardımı ile onu destekledi. Ve müslüman olmalarını
takdir ettiği kişileri o Peygamber'e lütfetti.
Hz. Peygamber bu dünyadan göçmek üzere iken Allah'ın,
bozulması ve değiştirilmesi imkânsız olan kendi peygamberine va'dini yerine getirmesi kesindi. Bu va'di
müslümanlardan çok azı dışındakiler, imkânsız ve uzak
bir ihtimal olarak görünce, Allah Teâlâ şöyle buyurdu:
"Peygamberini
diğer bütün dinlere üstün ve galip gelsin diye hidayetle ve doğru (hak) dinle
gönderen o Allah'tır. Bunu müşrikler hoş karşılamasa da. "[31]
Bu va'di;
çok az sayıda müslümandan başka genellikle
insanların çoğu gerçekleşmesi imkânsız kabul etmişler, bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Sizden imân edip
de salih ameller işleyenlere Allah şöyle vaad buyurdu: Yemin olsun ki, kendilerinden evvel gelen
İsrail oğullarını nasıl kâfirlerin yerine getirdi ise, onları da kendilerinin
arazisine getirerek (hâkim kılacak) ve onlara kendilerinin seçtiği dinlerini
(İslâm'ı) kuvvetlendirip icra imkânı verecek, onları korkularının arkasından
muhakkak emniyete kavuşturacaktır, (Allah müslümanların
düşmanlarını helak edecek) böylece bana hiçbir şeyi ortak koşmayarak hep bana
ibadet edeceklerdir."[32]
Allah Teâlâ, Peygamberine ve müslümanlara
verdiği va'dini yerine getirdi. Ey müslümanlar, iyice biliniz ve unutmayınız ki Allah size ne
vermişse, işte bu İslâm sayesinde, onun yüzü suyu hürmetine verilmiştir. Onun
sayesinde düşmanlarınızı yendiniz, onun sayesinde siz kıyamet günü şahidler olacaksınız. Ondan başka sizin için âhirette ne bir kurtuluş var, ne bir belgeniz, ne bir emân, ne de bir koruma vasıtanız ve malzemeniz var. Allah Teâlâ va'd ettiği o en güzel günü
size nasib edeceği o zamanda öldükten sonra Allah'ın
sevabına nail olacağınız ümid edilir. Bu bakımdan
Allah şöyle buyurmaktadır:
"Biz bu âkiret âlemini dünyada büyüklük taslama-yıp
zulüm, ve bozgunculuk yapmayanlara hâs kılacağız. İyi bir sonuç muttaki
olanlar içindir." [33]
Ben sizleri bu Kur'an'a göre amel etmemenin kötü sonuçlarından
korkutuyorum. Çünkü buna göre hareket etmemenin, buyruklarına göre amel
etmemenin sonucu ortaya çıkan olaylar, ümmet arasındaki kanlı çatışmalar,
yuvaların yıkılması, meydana gelen dağınıklık ve perişanlık gözlerinizin
önündedir. Öyleyse Allah, kitabında sizi neden menetti ise ondan uzak durun.
Çünkü Allah'ın tehdidinden daha çok korkulması gereken ve tedbir alınması icab eden başka bir şey yoktur.
Beni bu mektubu
yazmaya mecbur eden şey, köylülerle ilgili bana anlatılanlar ve henüz yeni
idareci olan kimsele - hakkında duyduklarımdır. Bu zavallılar câhil ve ahır ak
insanlardır. Allah'ın buyruklarını onlar bilmiyor. Allah konusunda onlar büyük
bir yanılgı içindeler. Allah Teâlâ'nm onlara yaptığı
büyük lütuf ve iyilikleri unutmuşlar ve onlar Allah'ın, lâyık olmadıkları o
nimetlerine karşı nankörlük ve değer bilmezlik etmişlerdir.
Bana bildirildiğine
göre bazı kimseler savaşta Mudar ve Yemenliliğe
sığınmışlar, onlardan imdat istemişlerdir. Onlar zannediyorlar ki, başkalarına
karşı onları koruyan yardımcıları vardır. Allah'a hamdeder
ve onu noksan sıfatlardan tenzih ederim ki, bu ne kadar nankörlük ve
şükretmezliktir. Onlar mahvolmayı ve zillete düşüp aşağılanmayı mı istiyorlar?
Onlar hangi makamı sevdiklerini, hangi barınak ve muhafazadan kendilerini
mahrum ettiklerini ve hangi kitle ile ilişki kurduklarını (kimlere
bağlandıklarını) görmüyorlar mı? Şimdi anlıyorum ki; günahkâr kendi irade ve
isteği ile günahkâr oluyor. Cehennem boş yere yaratılmadı. O kimseler Kur'an-ı Kerim'deki Allah'ın şu buyruğunu işitmediler mi:
"Müminler
kardeştirler; Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Ve Allah'a güvenin. Ola
ki kurtuluşa erersiniz."[34]
Şu âyeti hiç
duymadılar mı:
"Bugün ben sizin
için dininizi kemâle erdirdim ve üzerinize nimetimi tamamlayıp İslam'ı size din
olarak seçtim ."[35]
Bana bildirildiğine
göre, bazı kimseler cahiliye dönemindeki gibi karşı
koymaya çağırmaktadırlar. Halbuki Hz. Peygamber
Efendimiz şartsız himayeye söz vermekten menetmiş ve: "İslâm'da yanlış
dostluklar ve fırkacılık yoktur" buyurmuştur. Cahiliye
döneminde eman verilen (andlaşmah)
her kişi, isterse bu emân tamamen zalimce, haksızca
olsun, isterse bu emânda açıkça Allah'a ve
Peygamberine itaatsizlik olsun, anlaştığı diğer kişiden andlaşmasımn
ve emanmm hakkım yerine getireceğini umardı.
Benim bu mektubumu
dinleyen ve. kendisinin eline bu mektup ulaşan herkesi islam'dan
başka bir kaleye sığınmaktan, Allah ve Rasûlü'n
bırakarak başka birini dost edinmekten korkutuyorum.
Bütün gücümle,
şiddetle tekrar bunu hatırlatıyor ve o kişiler üzerine bütün canlıların tasarruf
ve idaresi yed-i kudretinde olan ve herkese şah damarından daha yakın bulunan
Allah'ı şahid tutuyorum."[36]
Bir ordu komutanını
savaşa uğurladığı sırada yazdığı talimattan onun kafa ve düşüncesinin nasıl Kur'an-ı Kerim'le özdeşleştiği görülmekte, onun görüş
açısının ve düşünce yolunun dünyacı sultanlardan ve siyasî idarecilerden ne
kadar farklı olduğu anlaşılmaktadır.
Mansûr b. Gâlib'e gönderdiği bir
fermanda şöyle yazmaktadır:
"Allah'ın kulu mü'minlerin emîri Ömer'in, Galip oğlu Mansûr'a
fermanıdır.
Emîrül mü'minîn; onu, harb ehli ile ve savaşmak için gelen sulh ehli ile
çarpışmak için gönderdiğinde, her şart ve durumda takva yolunu tutmasını ona emretti.
Çünkü Allah'a takva ile bağlanmak en iyi silah, en etkili tedbir ve hakîki güç
ve kuvvettir.
Emîrül mü'minîn ona; kendisi veya
arkadaşları hakkında düşmanlardan çok Allah'a isyan etmekten korkmalarını
emreder. Çünkü günah, insan için düşmanın silah ve gücünden daha çok
tehlikelidir.
Biz düşmanlarımızla
savaşmaktayız, onların günahlarından dolayı onlara üstün gelmekte, onları
yenmekteyiz. Çünkü mesele bu olmasaydı, o zaman onlarla ashnda
bizim savaşma gücümüz yoktur. Çünkü ne bizim sayımız onların sayısına eşittir,
ne de malzeme ve silahlarımız onlarınkine eşittir. O halde eğer biz onlarla
günahta da eşit olursak o zaman onlar sayı ve kuvvette bizden üstün olduklarını
göstereceklerdir. Dikkat edin; eğer biz onlara hak üzere olmamızdan dolayı
üstün gelip onları yenemezsek, kendi gücümüzle de onları yenemeyiz. Kendi
günahından daha çok kimsenin düşmanlığından korkmamalısın. Olabildiğince kendi
günahından daha çok başka şeyi düşünme.
Bil ki, Allah
tarafından senin üzerine bir takım muhafızlar (melekler) tayin edilmiştir.
Onlar seferde, hazarda senin yaptıklarını görüp bilmekteler. Öyleyse onlardan utan
ve dostlarına, arkadaşlarına, yanındaki-lerine iyi
davran; Allah'a isyan ettirerek (günah işleterek) onlara kötülük etme.
Özellikle Allah yolunda çıktığını iddia ettiğin bir sırada.
Düşmanımızın bizi
bırakıp gittiğini, her ne kadar? biz günahkâr olsak da onların bizi
yenemeyeceğini san-* ma. Çünkü pek çok öyle güçler
(milletler) vardır ki günahlarından dolayı onlar üzerine kendilerinden daha
kötü kimseler musallat edilmiştir. Bu bakımdan kendi nefislerinize karşı,
düşmanlarınız karşısında Allah'tan yardım istediğiniz gibi Allah'tan yardım
isteyiniz. Ben de kendim için senin için Allah'tan istiyorum.
Ve mü'minlerin
emîri, Galip oğlu Mansûr'a; arkadaşlarına ve
emrindekilere yumuşak davranmasını ve emrindekileri meşakkata
sokacak bir mesafe katetme-ye mecbur etmemesini, dinienemiyeçekleri bir konakta konaklatmaktan sakınmasını,
dinlenebilecekleri bir durakta da hemen konaklamaktan çekinmemesini emreder.Onlar
asla yolculuk yorgunluğu ile bitkin olarak
düşmanlarının
karşısına çıkmamalı. Çünkü öyle düşmanın yanma gidiyorsunuz ki onlar kendi
yurtlarında, evîerindeler. Onların malzemesi,
silahları yerleşmiş, binekleri de dinlenmiş vaziyettedir.
Öyleyse yolculukta
kendine ve kendi süvarilerine katı davranır da onları yıpratırsan düşmanları
onlardan daha güçlü olur ve onlara üstün gelir. Çünkü düşman kendi
evlerindedir, onların adamları ve binekleri kendi evlerinde dinlenmiş
vaziyetteler. Haydi, Allah yardımcınız olsun.
Ve emîriil
mü'minîn onlara emir verir ki: Her cuma günü bir gece
bir gündüz yolculuk yapmayıp, dinlensinler. Bu dinlenmede kendilerini ve
hayvanlarını istirahat ettirsinler, eşyalarını silahlarını tamir etsinler.
Mü'minlerin emîri yine onlara emir verir ki; askerler savaş
içinde olmayan yerleşme merkezlerinden ayrı yerlerde konaklasınlar. Sulh
içindeki yerleşme yerlerine emrindeki adamların gitmesinler. Ne pazarlarına
gitsinler, ne de toplantılarına katılsınlar. Dinî duygusuna ve güvenilirliğine
tam itimat edilen kimse gidebilir. Ne oranın halkına zulmetsinler, ne oradan
kendilerine günah biriktirsinler, ne de onlara en küçük bir eziyet etsinler.
Ama şeriatın emrini yerine getirme isteği ve hakkın ifası gerekirse bu hâriç.
Çünkü onların hakkını ve sorumluluklarını yerine getirmekten o kişiler haklara
ve va'dlere bağlı kalmaktan nasıl sorumlu iseler,
siz de öyle sorumlu kılındınız. Öyleyse onlar kendi haklarının yerine
getirilmesinden şaşmadıkları sürece siz de onların haklarını vermeye devam
edin. Sizinle savaşmayan sivil halka zulmederek savaşanlara üstün gelmeye
çalışmayın.
Allah'a yemin olsun
ki, o kimselerin malından bir bölüm size önceden verilmiştir; artık daha fazlasma ne
imkân vardır, ne de
ihtiyaç. Biz sizin malzeme ve ihtiyaçlarınızda bir kısıntı ve eksiklik
yapmadık, sizin güç ve kuvvetinizi zaafa uğratacak bir şeyi eksik bırakmadık.
Size bol bol malzeme verdik. Size seçkin bir ordu
verildi. Şirk ehli ile uğraşmanız istenerek, sizinle sava şmay
ani ardan uzak durmanız istendi. Bir mücâhid savaşçı
için ne kadar donanım yapılabilirse ondan daha iyisini size yaptık. Sizi
devamlı kuvvet göndermesine muhtaç bırakmadık. Artık Allah'a güveniniz. Velâ havle velâ kuvvete illâ
billah. (Güç ve kuvvet ancak Allah'tandır.)
Ve mü'minlerin
emîri; onların casuslarının samimiyet ve doğruluklarına tam güvenilen
Araplardan ve vatandaşlardan olmasını emreder. Çünkü yalancılıkla bilgi
edinmenin hiçbir faydası yoktur. İçindeki sözün biri doğru olsa da yalan haber
zarar verir. Hile yapan, yanıltan kimse aslında sizin casusunuz değil, düşmanınızın
casusudur. Selâm sana olsun."
Bir genelgesinde devlet
görevlilerine şöyle yazmaktadır:
"Gelelim söze;
şüphesiz Allah'ın bana havale ettiği bu sorumluluk (devlet başkanı olmanın
mesuliyeti) karşısında eğer benim amacım; yemek, içmek, çok güzel elbiseler
giymek, binekler alıp evlilikler yapmak veya mal yığmak olsaydı, Allah Teâlâ daha önceden bana bunları, başka insanların kolay kolay elde edemiyeceği kadar
vermişti. Ama ben bu mesuliyeti (halifeliği) korka korka kabul ettim. Bunun
çok büyük bir mesuliyet olduğunu hissediyorum. Bunun hesabını vermek çok zor.
Suçlanan kişi, kıyamet gününde davası ile bir araya geldiğinde hakkında çok
şiddetli itham olacaktır. Ama Allah affederse, merhamet buyurur da bağışlarsa
başka.
Benim size havale
ettiğim devlet işlerinde ve size tanıdığım yetkilerde tedbirli olmanızı ve
Allah'tan korkmanızı salık veririm. Üzerinize düşen görevi yerine getirmenizi,
Allah'ın emirlerini yerine getirip yasaklarından uzak durmanızı ısrarla
bildiriyorum. Buna ters düşen şeylere yönelmeye hiç gerek yok. Dikkatiniz;
kendiniz ve amelleriniz üzerine, ve sizi Rabbinize ulaştıracak şeyler üzerine
olsun. Sizinle vatandaşlarınız arasında yaptığınız şeyleri (muameleleri) gözönünde bulundurun.
Siz çok iyi
biliyorsunuz ki necat ve korunma, sadece Allah'a itaatle hedefe ulaşmanızda
dır. Size va'd edilen kıyamet günü için, Allah
katında makbul olan şeyleri hazırlayın. Başkalarının işlerinde siz öyle
ibretler gördünüz ve görüyorsunuz ki onlar ortada dururken bizim nasihatimiz
etkili olamaz.Vesselam.[37]
Hz. Ömer b. Abdülaziz sadece müslümanları
ıslah etmekle, ülkede İslâm şeriatını uygulamakla yetinmedi. Müslüman olmayan
halka İslâm'ı yaymaya da özel ilgi gösterdi. Samimiyet ve dürüstlüğünün
bereketi ile, hayatı ve davranışlarmdaki sağlam İslâm
önderliği sayesinde bu konuda büyük bir başarı da elde etti.
Belâzûrî, Fütûhu'l-Buldân adındaki
eserinde şöyle yazmaktadır:
"Ömer b.
Abdülaziz, Hindistan rajalarına yedi mektup yazdı.
Onları İslâm'a ve islâm idaresine itaat etmeye çağırdı.
Eğer onlar bunu yaparlarsa saltanatları tanınacak, müslümanlara
tanınan haklar ve yetkiler onlara da verilecektir.
Onun ahlâk ve
davranışlarına âit bilgiler daha önceden oraya ulaşmıştı. Bu bakımdan onlar
İslâm'ı kabul ettiler, adlarını da Arapların adlarından koydu-lar. "[38]
İsmail b. Abdullah b. Ebil 'Muhacir Mevlâ Benî Manzum, Batı ülkelerine (Fas'a ve
Cezayir'e) vali tayin edilince orada güzel bir ahlâk ve davranış örneği gösterdi,
çok güzel bir icrâât numunesi sunarak Berberî-leri
İslâm'a çağırdı.
Hz. Ömer b. Abdülaziz onlara da bir mektup göndererek
İslâm'ı kabul etmeye davet etti. Bu mektubu İsmail, kalabalık arasında
okuyarak dinletti, sonunda orada İslâm galip geldi. Herkes İslâm'ı kabul etti.
Halife olduktan sonra Mâveraünnehir (Orta Asya) sultanlarına mektup yazıp onları
İslâm'a davet etti ve İslâm'ı kabul eden Horasan halkını haraç (vergisi) vermekten
muaf tuttu. Fakat müslüman olup da bununla birlikte
kervansaraylar (misafirhaneler) yapanlara ikramiye verip maaş bağlattı."[39]
Ömer b. Abdülaziz'in
malî ıslahatı, idarî tedbirleri ve devlet düzenini şeriata, ahlâk, hak ve
hukuka bağlamasından dolayı devletin malî kayıplara, zararlara uğraması,
vatandaşların zorluklarla karşılaşması yerine ülkede refah seviyesi gelişti ve
bolluk bereket yaygınlaştı. Servet o kadar çoğaldı ki zekât kabul edecek kimse
aramakla bulunmaz oldu.
Yahya b. Saîd şöyle anlatıyor:
"Ömer b.
Abdülaziz beni zekât toplamak üzere Afrika'ya gönderdi. Bende gittim, zekâtı
topladım. Bu zekâtı dağıtmak üzere onu almaya lâyık olanları aradığımda zekâta
muhtaç bir tane insan bulamadım. Bir tane bile zekât verilebilecek insan yoktu.
Ömer b. Abdülaziz herkesi zengin yapmıştı. Sonunda ben bu zekât parası ile bir
mikdar köle satın alıp âzad
ettim. Müslümanları da onların haklarının sahibi yaptım.[40]
Bir başka Kureyşli ise şöyle anlatıyor:
"Ömer b.
Abdülaziz'in kısa halifeliği süresinde öyle hal oldu ki, lâyık adam bulunsun da
verilsin diye insanlar büyük miktarda zekât parası getiriyorlardı, ama
mecburen bu para kendilerine geri veriliyordu. Çünkü alacak kimse bulunmuyordu.
Ömer'in halifeliği zamanında herkes zengin olmuş, zekât almaya lâyık kimse
kalmamıştı."[41]
Bu görünen dış
bereketlere ek olarak -ki bu sağlam ve gerçek İslâm devleti olmanın ikinci
dereceden sonuçlarıdır-, şu büyük inkılaplar oldu: İnsanların temayülleri,
zevkleri, hoşlandıkları şeyler değişmeye başladı. Milletin karakter ve huyunda
değişmeler oldu.
O dönemde yaşayanlar
diyorlar ki:
"Biz Halife Velid döneminde bir araya geldiğimiz zaman binalardan,
mimarî tarzlarından bahsederdik. Çünkü bu Velid'in en
büyük zevki idi ve bu, bütün ülkeyi etkilemişti. Halife Süleyman da mideye ve
kadınlara düşkündü, onun döneminde de toplantılarda söz konusu olanlar
bunlardı.
Fakat Ömer
b. Abdülaziz döneminde; nafile ibâdetler, tâatlar,
zikirler, fikirler toplantılarda konuşulan konular idi. Nerede dört adam
toplansa bir birine; geceleri hangi zikri okuyorsun? Sen kaç sayfa Kur'an-ı Kerim ezberledin? Kur'an-ı
Kerim'i hatmedecek misin? Ne zaman hatmettin? Bu ayda ne kadar oruç
tutuyorsun? diye s örüyordu. "[42]
Ömer b. Abdülaziz'in
hayatının ana cevheri ve onun bütün mücadele ve uğraşlarının ruhu ve itici gücü;
onun güçlü imanı, kesin ahiret inancı ve cennet arzusudur.
O ne yapmışsa Allah korkusundan ve onun rızasını kazanma, istek ve arzusundan
dolayı yapmıştır. Bu, Öyle bir güç ve kuvvetti ki, yeryüzünün en büyük
devletinin her tür imkânları ve nefse her şeyi sunan zevkleri karşısında o dönemin
en güçlü sultanının ayağını doğru yoldan kaydırmadı. Biri eğer bunun tersine
göre hareket etmesini Öğütlerse ve onu zevklerden nasibini almaya teşvik
ederse onlara daima şu âyeti okurdu:
"Eğer Allah'a
karşı gelirsem müthiş ahiret gününün azabından
korkarım."[43]
Bir keresinde
hizmetçisine söylediği şu sözler de onu en iyi anlatan tarifdir:
"Allah beni çok hırslı bir karakterde, gözü yüksekte olan bir tabiatta
yaratmıştır. Ulaştığım her makam ve mevkiden daha üstününü, daha yükseğini
arzu ettim. Artık öyle bir mevkiye geldim ki, daha
isteyeceğim yüksek bir mevki kalmadı. Benim ihtiraslı nefsim artık cenneti
arzuluyor."
Onun ince duygulu ve
Allah'tan korkan biri ohışuna şu olay bakınız ne iyi
bir örnektir:
Bir gün, ulu bir
kişiden kendisine nasihat ve Öğüt vermesini istedi. O da dedi ki: "Eğer
Allah seni cehenneme koyarsa, bütün insanlar cennete girse dahi sana ne
faydası olur. Bütün insanlar cehenneme girse dahi Allah seni cennetine koyarsa
sana ne zararı olur?" Bunu duyan Ömer o kadar ağladı ki, önüne konan çıra
söndü[44] Yezîd b. Havşeb diyor ki:
"Öyle zannediliyordu ki cennet ve cehennem sadece Ömer b. Abdülaziz için
ve Hasan-ı Basrî için yaratılmıştır." [45]
Eğer Allah Teâlâ takdir etseydi de Ömer b. Abdüla-ziz'e, kendinden öncekilerden birinin hilafet müddeti gibi
uzun bir süre nasib olsaydı; bütün İslâm ülkesinde
derin ve uzun süren bir inkılap olur, derin, etkili bir ıslâhat yapılırdı.
Müslümanların tarih çizgisi de bambaşka olurdu.
Fakat kendi sülâlelerinin
bu kişisinin halifeliğinde, zevkü safalarmdan
en büyük fedakarlıkları yapmak zorunda kalan ve kendi soyu ile ilişki
kurulmasından pişmanlıklarım belirten Emevîler (Ümeyye oğulları), uzun süre bu çalışmalara sabredemediler
ve ondan hemen kurtularak Allah'ın müslümanlara
bahşettiği bu lütuf-tan, bu değerli insandan müslümanlan
mahrum ettiler.
Efendimiz Ömer b.
Abdülaziz, topu topu iki sene beş ay halifelik
yaparak H. 101 yılında bu dünyadan göçtü[46]
Hanedandan birinin onu zehirlediğine dair bir takım işaret ve izler var. [47]
[1] Bu gidiş içinde câhiliyet
heyecanı, şöhret, gurur ve yarışma -,
tam hızı Ue uyanıp dirilmişti. Bunun böyle
olduğunu şu tuhaf olaydan ölçebilirsiniz. Ebu'l-Ferec Isfahanı, Eğânî isim li kitabında
şöyle yazıyor: Emeviler döneminde uzun süre-&iA.flw jen
ijgri Havşeb ve İkrime isimli iki kabile reisi arasında, B i kimin evinde
daha çok yemek yapılıyor, yeniliyor ve daha Sİvfs:?
çok misafir geliyor diye yarış vardı. Bu yarış çizgisinde çok -Pfif-'U tere Havşeb'in kefesi
daha ağır basıyordu. Bir süre sonra .l,, .. İkrime
rakibini yenmek için şöyle bir hileye başvurdu: Yüz-. - lerce
çuval un alarak, yoğurup hamur yapsınlar diye kabile-''~™ '''' sinin adamlarına
dağıttı. Bu yoğurulmuş hamuru büyük bir çukura
doldurttu, üzerini de otlarla örttürdü. Havşeb'in
atı--î't'd nın bu çukura
düşmesi için her tedbiri aldı, plan kurdu. Ni- tekim
öyle de oldu. At gelip çukurda gizlenmiş hamur içine düştü, tamamen hamurun içine gömülen Havşeb ve atının ■ t 1 her tarafı hamur oldu. Bunun
arkasından bir kıyamet kop-"v< tu, îkrime'de,
içine at düşecek kadar un ve hamur varmış -T»i-')- jye
jr vaveyla ve şayia her tarafa yayıldı. Halk
manzarayı ~hi:>ü.ı seyretmek için toplanınca
gördüler ki atın kafası ve boynu ~f.lV& dışarda kalmış, vücûdu hamurun içine gömülmüştür. İpler--Itîff (J le ve halatlarla,
zorlukla dışarı çıkardılar. Bu olay her tara--BD ** i ^a vavıldi.
Şâirler şiirler yazdı. Böylece de îkrime rakibini
yenmiş, üstünlüğünü kabul ettirmiş oldu. {El-Rennât ei- ! s.139.140)
[2] Emeviler döneminin meşhur hristiyan şâiri Ahtal (ölümü 95
H.), Halife Mervan oğlu Abdülmelik'in
huzuruna öyle bir haşmetle girerdi ki, boynunda altın bir haç sarkar, sakalının
tellerinden şarab damlar ve hiç kimse onu bundan me- nedemezdi. (Eğânî, c.7,
s.178)
[3] Bunu şu olayla daha iyi ölçebilirsiniz: Bir gün Iraklı
meşhur şarkıcı Hanîn, kendi meslekdaşları bazı
adamlar tarafından davet edildiği için Medine'ye gelmişti. Bir evde sanatını
gösterirken dinleyici olarak o kadar çok insan toplandı ki, evin çatısı çöktü.
Haninin kendisi de toprak altında kalarak can verdi.
[4] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam
Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/53-55.
[5] İstilâm: Hacer-i Esved'i öpmek veya elle üzerine dokunmak, yahut da geriden
elle işaret yapmak demektir.
[6] Bu şiir hâlâ Arap edebiyatının bir şaheseridir. Girişi
şöyledir:
"Bu o kimsedir ki onun yürüyüşünü Batha
tanır, 'Onu Kabe tanır, Harem tanır, Hıll
tanır."
[7] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam
Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/55-57.
[8] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam
Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/57-58.
[9] Bu akrabalığın başlangıç tarihi şöyledir: Hz. Ömer fr.a) sütlere su kanştırılmamasıni ilân ettirmişti. O günlerde bir gece
geziye çıkmıştı. Yolu bir evin yanından geçerken içerden bir kadının kızma
yüksek sesle şöyle dediğini duydu: "Kızım, ; sabah olmak üzere, süte su
kat." Kızı da cevap olarak: "Ana-^ çığım, mü'minlerin
emîrinin yasakladığını duymadın mı?"
deyince anası; "Kızım, mü'minlerin emîri
şu anda nereden "". duyacak?" dedi. Buna karşılık kızı: "Mü'minlerin emîri bil-' mez ama
Allah bunu görür." dedi. Hz. Ömer bu evi
işaretle-t! yerek oğlu Âsım'ı bu kızla evlendirdi.
İşte Ömer bin Abdülaziz onun, bu kızın kızından doğan torunudur.
[10] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam
Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/59-60.
[11] Ömer b. Abdülaziz'in Hayatı, Muhanuned
b. Abdülhakem, s.55.
[12] Ömer b. Abdülaziz'in Hayatı, s.44.
[13] Ömer b. Abdülaziz'in Hayatı, s.64.
[14] Ömer b. Abdülaziz'in Hayatı, s.64.
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/60-63.
[15] Kitabu'l-Harac,
İmam Ebu Yusuf, 75.
[16] Menâkıb-ı Ömer b. Abdilazîz, s.64. (Avrupa baskısı)
[17] Sîreti Ömer b. Abdilaziz, s.126
[18] Şuarâ, 26/183.
[19] Sîreti Ömer b. Abdilaziz, s.162.
[20] Aynı eser, s.163.
[21] Aynı eser, s.141.
[22] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam
Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/63-66.
[23] Aynı eser, s.69.
[24] Aynı eser, s.79.
[25] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam
Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/66-67.
[26] Târihu Isbahan,
Ebu Nuaym.
[27] Sahîh-i Buharî, Kitâb el-İmân, Bâbu kavlinnebî büniyel
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/67-68.
[28] Cahiliyet döneminde bir
kabile diğer kabile ile ve bir kişi diğer kişi ile yeminleşirdi. Sonra da yerli
yersiz, haklı haksız onu kollar, korurdu. Hakta olsun, bâtılda olsun onun
yanında olurdu.
[29] Mâide, 5/15-16.,
[30] İsrâ, 17/105.
[31] Saff, 61/9.
[32] Nûr, 24/55.
[33] Kasas, 28/83.
[34] Hucurât, 49/10
[35] Mâide, 5/3. .
[36] SîretiÖmerb. Abdilaziz, s.104-107.
[37] Sîreti Ömerb.
Abdilaziz, s.92-93.
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/68-78.
[38] Pütûhu'l-Büldân
[39] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan
Yayınları: 1/78-79.
[40] Sîreti Ömer b. Abdilaziz, s.169.
[41] Sîreti Ömer b. Abdilaziz, s.128.
'fefcU*fî-i Wı^ : .28
[42] Tarih-i Taberî, 96. Hicrî Yılının
Olayları BölümüP TS
Ebu’l-Hasan
En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/79-81.
[43] Enam, 6/15.
[44] Sîreti Ömer b. Abdülaziz,
s.109.
[45] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam
Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/81-82.
[46] İbn Sa'd,
İbn Esîr, İbn Cevzî.
[47] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam
Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 1/82.