Bir müslümanı, helâl
saymaması şartıyla, büyük günahlardan birini
işlemesi ile kâfir sayamayız. Bu durumdaki bir
kimseden îman ismini kaldıramayız, ona gerçek anlamda mü'min deriz.
Bir mü'minin kâfir olmamakla beraber günahkâr olması caizdir.
Günahlar, mü'mine
zarar vermez demeyiz. Keza günah işleyen kimse Cehennem'e girmez
de demeyiz. Dünyadan mü'min olarak ayrılan kimse,
fasık da olsa Cehennem'de ebedî kalacaktır, demeyiz.
Mürcie'nin dediği gibi,
iyiliklerimiz makbul, kötülüklerimiz de affedilmiştir, demeyiz. Fakat kim bütün şartlarına uygun, müfsit ayıplardan
uzak amel işler ve onu küfür ve dinden dönme gibi şeylerle boşa
çıkarmaz ve dünyadan mü'min olarak ayrılırsa şüphesiz Allah
onun amelini zayi etmez, bilakis
Allah'a ortak
koşmak ve küfür dışında, büyük ve küçük günah işleyen,
fakat tevbe etmeden mü'min olarak ölen kimsenin durumu Allah'ın dilemesine
bağlıdır. Dilerse ona Cehennem'de azap eder,
dilerse affeder ve hiç azaba uğratmaz. (
Imam Azamın 5 eseri Fikh-I Ekber )
****
Ehl-i Sünnet'in
müctehid imamları; imanın amelden bir cüz olmadığı
hususunda müttefiktir.[1] İmam-ı Azam
Ebû Hanife (rh.a) el-Vasiye isimli eserinde: "Sonra amel imandan, iman da
amelden başkadır. Çünkü çoğu zaman mü'
[1] Hanefi
alimlerini kastediyor. Şafii, Maliki ve
Hanbelilere göre amel imandan bir cüzdür. (Abdulvahid Metin)
[2] Aliyyü'1 Kari,
Fıkh-ı Ekber, İst:1981, sh. 216. Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılap
Yayınları: 206.
İslâm ûleması, "İman yalnız
kalben tasdik midir, yoksa ikrarla beraber kalbî tasdik midir?" suali
çerçevesinde farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
İbn-i Abidin: "Hanefilerin ekserisine göre; tasdikle beraber
ikrardır. Muhakkıklara göre ise yalnız
tasdiktir. İkrar ise; dünya ahkâmının
icrası için şarttır."[1] hükmünü zikreder.
İmam-ı Azam Ebû Hanife (rh.a)'ye göre; gerçek iman
kalbî tasdikten ibarettir.[2] Zira dil ile
ikrar ettikleri halde, kalben tasdik etmeyen münafıklar, kâfir
hükmündedirler. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de şöyle
buyurulmuştur:
"İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, kendileri iman
etmiş olmadıkları halde `Allah'a ve âhiret gününe inandık'
derler. Halbuki onlar inanıcı (insanlar)
değildirler." (Bakara: 2/8)
"Ey Peygamber!... Kalbleriyle
inanmadıkları halde ağızlarıyla
"inandık" diyenlerle, (münafıklarla), yahudilerden o küfr
içinde (alabildiğine) koşuşanlar seni mahzun etmesin" (Maide: 5/41)
Dikkat edilirse bu ayet-i kerimelerde dilleriyle
inandıklarını iddia
Resûl-i Ekrem (sav)'in; "İnsanlar
lâ ilâhe illallah deyinceye kadar (onlarla) cihada
memur oldum. Şimdi her kim "Allah'dan
başka ilâh yoktur" (lâ ilâhe illallah) derse; canını ve
malını benden korumuş olur. Ancak hakkı ile olursa (yani
kalben tasdik ederse) ne âla!.. Aksi
durumda da (sadece dille söyler, kalben inanmazsa) hesabı Allahû Teâla
(cc)'ya kalmıştır."[4] buyurduğu bilinmektedir.
İmam-ı Muhammed (rh.a) bu hadisi zikrettikten sonra:
"Netice olarak bir kimse malûm olan şirk itikadını (kalbî
durumunu) tesbit etme imkânımız yoktur. Neyi ikrar
ettiğini duyarsak, o inançta olduğuna hükmederiz"[5] buyurmaktadır. Sonuç olarak; imanın aslî rüknü kalben
tasdiktir. Dünya ahkâmının icrası
açısından zarurî olan rüknü ise; dil ile ikrar etmektir.
[1] İbn-i Abidin, Reddü'I Muhtar
Ale'd Dürri'I Muhtar, İst.1983, c. IX, sh. 5.
[2] İmam-ı
Azam Ebû Hanife, el-Alim ve'l Müteallim, Kahire 1368 Z. Kevseri Neşri, sh.
57.
[3] İmam-ı Maturidi, Kitabû't-Tevhid,
Kahire: 1970, sh. 373 vd.
[4] Sahih-i Müslim, İst. 1401,
c.l, sh. 51-52 Had. No: 32.
[5] İmam-ı
Muhammed, Siyer-i Kebir, İst. 1980, Evs Yay. c. I, sh.173.
[6]
Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılap
Yayınları: 205-206.
Mutlak tasdikin derece ve türleri vardır. Her tasdik, meselâ, "Allah'a iman
ettim", "Hz. Muhammed (s.a)'e, Kitabullah'a ve ahirete
inandım" cümleleri, ayrı ayrı kariyeler (önermeler) olarak
farklı hükümler ifade eder. Her birinde tasdik ve hüküm
bulunan bu iman nevileri, taalluk ettiği şeylere göre çeşitli
manalara gelmekte, hepsi de, "
Tasdik edilerek inanılan
şey, görülen ve bilfiil mevcut olan bir şey ise, bu tasdike "tasdik-i
şuhûdî"; gözle görülmediği halde, varlığına
delâlet
a) Kalb ile yapılan tasdik:
Bir kimsenin herhangi bir şahsı veya hükmü kalbiyle
b) Bizzat dil ile yapılan tasdik: Bu da, insanın, inandığı
şeyin hak ve gerçek olduğunu başkası duyacak şekilde
söyleyip ilân etmesidir. Dil ile yapılan bu tasdik de iki türlüdür: a)
Hakîkî, b) Zahirî, Hakîkî anlamda; dil ile ikrar edilen, kalb ile de tasdik edilir. Yani dil ile kalb
tasdikte birleşir. Böyle bir tasdike sahip olan kimse,
hakîkaten inanmış bir "mü'min"dir. Zâhirî alanda ise dil
ile tasdik olunan şey, kalp ile tekzip olunur. Yani
dili ve zahiri başka, kalbi ve batını başkadır.
Kalbi, dilinin söylediğini inkar ve reddetmektedir.
Bu gibi zahiri tasdik sahiplerine, dinî literatürde
"münafık" adı verilir. Bunlar
zahiren mümin; hakîkatta ve Allah katında kafir sayılırlar.
c) Organlarla yapılan fiili
tasdik: Söylenen
sözün gereğini bilfiil ima etmek süretiyle yapılan tasdik
şeklidir ki, bunun makbul olanı; işlenen fiilin, hem dil, hem de
kalp ile yapılan bir tasdike dayanmasıdır. Şayet
yalnız dil ile ikrarın eseri ise, yapılan iş,
riyadan başka bir şey değildir ve nifak alametidir.[1]
[1]
Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili: 1/179. Ali Arslan Aydın,
Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/145-146.
1) Tafsili imanın birinci
derecesi şu üç büyük esasa inanmaktır:
a) Allah Teâlâ'nın
varlığına, birliğine, yegane yaratıcı ve tek
Ma'bûd olduğuna,
b) Hz. Muhammed (s.a.s)'ın
Allah'ın kulu ve son Peygamberi olduğuna,
c) Ölümden sonra dirilmenin (ba'sü
ba'de'l-mevt), ahiretin ve ahiret ahvâlinin (Cennet ve nimetlerinin, Cehennem
ve azabının ve oradaki diğer gerçeklerin) hak ve gerçek
olduğuna yakınen inanmaktır.
2) Tafsili imanın ikinci
derecesi; "Âmentü'de ifadesini bulan altı iman esasına; Allah'a,
Meleklerine, (bütün) kitaplarına, (bütün) peygamberlerine, ahiret gününe
(ve ahiret ahvaline) ve kaza-kadere (hayır ve şerrin Allah'dan- O'nun
yaratması ve takdiri ile olduğuna) kesin olarak inanmaktır. Bu esaslar, Kur'an-ı Kerim'de birçok ayetlerde
belirtilmiştir.[1] Hz. Ömer (r.a)'ın Peygamberimiz (s.a.s.)'den naklettiği
meşhur "İman, İslâm ve İhsan" hakkındaki
uzun hadisinde "Kaza ve Kadere iman" ayrıca zikredilmiştir.
Bu hadis, -Sünen-i Ebû Dâvud hâriç- Kütübü Sitte'de mevcut
olup, tevatür derecesine ulaşmıştır. Bu
bakımdan bütün İslâm âlimlerince "Kaza ve Kadere İman",
iman esaslarından
3) Tafsili imanın
üçüncü ve en yüksek derecesi, Resulullah Hz. Muhammed (s.a.s.)'in, Allah Teâlâ
tarafından "Kitap" ve "Sünnet" ile tebliğ
ettiği kesin olarak bilinen ilâhî esas ve hükümlerin tamamına ve her
birine ayrı ayrı (murad-ı ilâhîye uygun olarak) iman etmektir.
Daha açık bir deyimle; Allah kelâmı olduğu tevâtür yoluyla ve
kesin olarak bilinen Kur'an ayetleri ile Peygamberimizin sahih hadislerinde
zikredilen namaz, oruç, zekât ve hac gibi farz ibadetleri; adam
öldürmek, zina etmek, içki içmek, yalan söylemek gibi haramları, hülâsa
her türlü emir ve yasakları, iman. amel ve ahlâk
esaslarını ve her biri ile ilgili dinî hükümleri gücü yettiğince
öğrenerek bunların farz, vâcip, haram veya helâl
olduklarını tasdik etmek ve hepsinin hak ve gerçek olduğuna
ayrı ayrı iman etmek, İslâm'da tafsili iman derecelerinin en
yükseğidir. Ancak, imanın bu derecesine
ulaşabilmek, çok geniş ve etraflı bir ilim sahibi olmayı,
yani aslî (itikadî) ve fer'î (fikhî amelî) bütün dinî esas ve hükümleri
ayrı ayrı öğrenip, herbirine irade ve ihtiyar ile inanmayı
gerektirir. Bu ise, ancak, bu nitelikte ilim ve iman sahibi olan
âlimlere, din bilginlerine nasib olur. O halde tafsili imanın dereceleri,
her müslümanın imkân ve yeteneklerine göre değişir. Gerçekte her şahıs, sahip olduğu ilim ve kabiliyet
ile orantılı olarak mükellef ve sorumludur. Bu
bakımdan, genel olarak herkes için farz kılman iman, imanın ilk
derecesi sayılan "İcmali iman"dır. Zira, İslâm dairesine ancak bu ana kapıdan girilir.
Ancak, bununla yetinilmeyerek, İslâm
inançlarının ana unsurları olan iman esaslarını güç
oranında öğrenmek, onlara tereddütsüz inanarak iman derecelerinde
yükselmek her müslüman için gereklidir. Böyle olan
kimseler, takvâ yollarında ilerlemiş, imanlarını
kuvvetlendirmiş, olgunlaştırarak kemâle erdirmiş olurlar. [3]
[1] el-Bakara: 2/177, 285; en-Nisâ: 4/136.
[2] İman
Esasları için bk. "Allah'a iman," "Meleklere iman",
"Kitaplara iman ", "Peygamberlere iman," "Ahirete
iman" ve "Kaza-kadere iman" maddeleri.
[3]
Ali Arslan Aydın, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/147-148.
Yukarda
verilen bilgilerden ve yapılan açıklamalardan
anlaşıldığına göre; gerek dilciler ve gerekse Ehl-i
Sünnet âlimlerinin cumhuru (büyük çoğunluğu) nazarında
"imanın hakikatı"; Allah Teâlâ'nın
varlığını ve birliğini (ulûhiyetini ve tevhidini), Hz.
Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliğini ve Allah'dan getirip tebliğ
ettiklerinde sadık olduğunu kalp ile tasdikten ibarettir. Birçok ayet
ve sahih hadisler, bu hükme sarahaten delâlet etmektedir. Nitekim Hak Teâlâ
Kur'an-ı Kerîm'de, "iman" kelimesini daima insanların
kalblerine isnat etmek suretinde ifade buyurmuştur:
a. "İşte onlar o kimselerdir ki,
(Allah) imanı kalblerine yazdı." (el-Mücadele: 58/22)
b. "İman henüz kalblerinize
yerleşmedi (hele bir yerleşsin)..." (el-Hucurât: 49/14)
c. "... Kalbi iman ile (dolu ve) mutmain
(müsterih) olduğu halde... " (en-Nahl: 16/106)
Peygamberimiz
(s.a.s) ise; "Lâ ilâhe illallah" demesine rağmen
"kâfirdir" diye bir kimseyi öldüren Üsâme'ye;
"Kelime-i Tevhid'i" söylediği halde, onu niçin
öldürdün?" diye sormuş,
"o bu
sözü, kendisini ölümden kurtarmak için söyledi" cevabını
alınca:
"Onun kalbini yarıp ta (imanı var mı diye)
baktın mı?" buyurmuşlardır.[1]
Aynı
âlimlere göre "dil ile ikrar"da, yukarda belirtildiği gibi,
imanın hakikatından bir cüz, ondan bir rükün olmayıp, bir
kimsenin müslüman olduğunu bilmek ve ona İslâm'ın dünyevi
ahkâmını tatbik edebilmek için zarurî görülen bir şarttır.
İslâmî
hükümlerle amel etmek, yani inanılan dinî hükümleri bilfiil tatbik etmek
ise; Ehl-i Sünnet imam ve âlimlerinin çoğunluğu nazarında,
imanın hakikatına dahil değildir. Bu hususa yukarda kaydedilen
delillerden başka şu muhkem ayetler açık ve kesin olarak delâlet
etmektedir:
a. "Ey iman edenler; sizin üzerinize oruç
(tutmak) farz kılındı" (el-Bakara, 2/183).
Bu ve benzeri
ayetlerde[2] önce
"iman edenler" diye hitap edilmiş, sonra müminlerin
yapmaları ve yapmamaları gereken emir ve yasaklar
bildirilmiştir. O halde olumlu veya olumsuz olan amel, imanın
hakikatından olmayan, ayrı ve başka bir şeydir.
b. "İman eden ve iyi (salih) amel
işleyen kimseleri Cennetimize koruz." (en-Nisâ, 9/57)
Bu ve benzeri
ayetlerde[3] salih amel
imana atfediliyor ki; arapça gramer kaidesince, ancak manası başka
olan şeyler birbiri üzerine atfedilir. Yani âtıf işlemi,
"ma'tûf" ile "ma'tûfun aleyh"in başka başka manada
olmasını gerektirir. O halde amel, imandan başka olup, ondan bir
cüz değildir.
c. "Kim mümin olarak, iyi ve güzel amel
işlerse..." (Tâhâ: 20/112).
Bu âyet-i
kerîmede amelin makbul olması, imanlı olma şartına
bağlanmıştır. Meşrutun (yani amelin) şartta (yani
imandan) dahil olmayacağı, bilinen kural gereğidir. O halde iman
ve amel ayrı ayrı şeylerdir.
d. "Eğer müminlerden iki zümre
birbirleriyle vuruşur, cenk yaparsa, aralarını bulup onları
sulh ediniz..." (el-Hucurât: 49/9).
Bu ayet-i
kerimede; birbiriyle cenk yapan büyük günah sahipleri "mü'min" diye
anıldığına göre; iman ile haram olan adam öldürme fiilinin
dahi mümin bir şahısta birlikte bulunabileceği,
dolayısıyla her cins amelin imandan ayrı ayrı ve ondan
başka bir unsur olduğu gayet açık olarak bildirilmektedir.
Bu ve benzeri
ayet-i kerîmelerin sarahatına ilaveten, herbiri birer salih amel olan
ibadetlerin Allah indinde makbul olabilmesi için, önce imanın (kalbdeki
tasdikin) şart olduğunda, İslâm âlimleri arasında icma
vardır. Bu bakımdan, kafirin yaptığı ibadetin bir
değeri ve sevabı yoktur. Çünkü o, önce iman etmekle, sonra ibadet ve
salih amelle mükelleftir. İnanmadan yapılan ibadetler, Allah
katında makbul ve muteber değildir.
Yukarda
zikredilen delâleti katı dinî delillere ve ulemanın icmaına binaen;
amelin, imanın hakîkatından ve aslından bir rükün
olmadığı açıkça anlaşılmaktadır.[4]
Her ne kadar
imandan bir cüz ve rükün değil ise de, ikisi arasında çok
sıkı bir münasebet vardır. Çünkü ibadet ve salih amel (iyi ve
güzel işler), sahibinin imanını olgunlaştırır.
Allah Teâlâ'nın vadettiği ve Resulullah (s.a.s)'ın
müjdelediği ebedî nimetleri ve rıza-i ilâhîyi kazandırır. O
halde, kalbde bulunan iman nurunu parlatmak ve kuvvetlendirerek onu kemale
erdirmek için Allah'a ibadet etmek, iyi ve salih ameller yapmak gerekir. Çünkü
eseri dış hayatta ve toplumda görülmeyen bir iman, meyve vermeyen bir
ağaç gibidir. Dinin de, dinin temeli olan imanın da bir hedefi ve bir
gayesi vardır. Bu hedef, güzel ahlâk, insanlara faydalı olmak ve
Allah'ın rızasını kazanmaktır. Allah Teâlâ'nın
rızası ise, yalnız -bir kalp ve vicdan işi olan- iman ile
değil; o imanın meyvesi olan ibadetle, salih amellerle ve güzel ahlâk
sahibi olmakla, yani inanılan şeylerin icabını bilfiil
yapmakla elde edilir. Esasen kalp ve gönül sahasından çıkmayan
herhangi bir inancın, ameli ve hayati bir kıymeti olamaz. Çünkü bu,
imanı kalpte hapsetmekten ve ondan faydalanmamaktan başka bir
şey değildir. Hakîki iman, insanı harekete getiren, sahibini
iyiye, doğruya, salih amele götüren muharrik kuvvet olmalı; eseri
hayata fiilen intikal ederek mümini ve çevresini aydınlatmalıdır.
İşte bu da, inanılanı, hayatta tatbik etmekle, yani;
Allah'a ibadetle, Salih amel adıyla anılan iyi ve doğru
işler yapmakla ve güzel ahlâka ermekle olur. O halde, imansız olarak
yapılan ibadet ve amel makbul değilse (ve nifâk alameti
sayılırsa), amel ve ibadete sevketmeyen ve kalbde saklı kalan
iman da kâfi değildir. Öyle ise, imanı kemâle erdirmek ve olgun bir
hale getirmek için, Allah'ın emirlerine sarılmak, yasaklarından
kaçınmak; yani salih amel lâzımdır. İşte ancak bu
gibiler, Allah'ın rızasına ve sonsuz saadete ererler. Bunun
içindir ki; amel imanın hakikatine dahil değil ise de; kemâlinden
olduğunda şüphe yoktur. Bu bakımdan, yukarda belirtildiği
gibi- Selef uleması, hadisçiler ve bazı mezhep imamları, ameli
imandan, yani kemâlinden saymışlardır. Bu görüş, doğru
ve isabetli bir görüştür.
Bu
açıklamalardan anlaşılacağı gibi, iman ile amel
arasında sıkı bir münasebet vardır. Zira imansız amel
makbul olmadığı gibi amelsiz iman da kâmil değildir. Yani
iman, amel ile kuvvet kazanır, amel olmayınca zayıflar ve
korunması güçleşir. Bu yönden, imanın muhafazası,
kazanılmasından daha güç sayılmıştır. Çünkü
imanı izale edecek birçok sebep vardır. Mesela; bir kimse dini
esaslardan birini yahut İslami kesin bir hükmü inkâr veya istihza (alay)
ederse veya dinen haram olan bir şeyi helâl; helâl olanı da haram
sayarsa, yahut bir müslümanın dinine, imanına söverse, o
şahıs imandan ve İslamdan çıkar.[5]
Kuranın,
imanı tanımladığı ayetlere dikkat edecek olursak,
hemen tamamında imanla amelin yan yana geldiğini görürüz. Özellikle
iman ve salih amelin birlikte kullanıldığına şahit
oluruz. Kuran, amelin imandan bağımsız
olmadığının delilleriyle doludur. Hatta kinaye olarak
Kuranda amel, iman olarak adlandırılmıştır.
Allah imanlarınızı zâyi edecek değildir.(Bakara:
2/143)
Bu ayetteki
imandan kasıt namazdır.
Sahih
sünnette de iman-amel münasebetlerini ele veren birçok rivayete rastlamak
mümkün. İşte şu hadiste iman-amel iç içe:
Nebiye
soruldu:
Hangi amel
daha efdaldir?
Allah ve Rasulüne iman buyurdu.
Sonra hangisi? diye
soruldu.
Allah yolunda cihad. Buyurdu. Ardından yine soruldu:
Sonra hangisi? Cevapladı:
Hayır üzere yapılmış bir hac.[6]
Rasulü sevmek imandandır:
Nefsim elinde olan Allaha yemin olsun ki, ben, içinizden herhangi
birine babasından ve evladından daha sevimli olmadıkça iman
etmiş olamazsınız.[7]
Allah yolunda cihad, imanın
bir parçasıdır:
Allah, bir kimseye kendi yolunda cihadı nasip ederse ve o da
Allaha ve Rasulüne iman ediyorsa çıksın. Ya
ecri, ya ganimeti, ya da şehadeti elde eder.
Haya da imandandır:
Haya imandandır.[9]
Allah için sevmek, kızmak,
vermek ve engel olmak da imandandır:
Allah için seven, Allah için kızan, Allah için veren, Allah için
engel olan kuşkusuz imanını tamamlamıştır.
Allah Rasulü, imanın
parçalardan meydana gelen bir bütün olduğunu, bunların içinde
amellerin de yer aldığını açık bir biçimde ifade
etmiştir:
İman yetmiş küsür şubedir. En üst derecesi la ilahe illallah, en alt derecesi, çevreyi
rahatsız edici bir engeli yoldan kaldırmaktır.[10]
Bu hadiste nazarî iman olan la
ilahe illallah ile, amelî iman olan eziyet
veren şeyi ortadan kaldırmak bir bütünün farklı
ağırlıktaki parçaları olarak geçiyor. İşte
o bütünün adı imandır.
İmanın ve
İslamın şartlarını sayılarla ve belli maddelerle
sınırlamanın yanlışlığınını
delili olan şu sahih hadiste namaz, zekat, oruç iman nedir? sorusunun
cevabı olarak zikredilmektedir:
Allah Rasulü, kendisine gelen bir
elçiler grubuna yalnızca Allaha iman
etmeyi emretti ve sordu:
Yalnızca Allaha iman nedir, bilir misiniz?
Allah ve Rasulü
daha iyi bilir dediler. Bunun üzerine buyurdu ki:
Allahtan başka ilah olmadığına ve Muhammedin
Onun Rasulü olduğuna şehadet etmek, namazı kılmak,
zekatı vermek, Ramazan orucunu tutmak ve beşte biri (humus)
vermektir.[11]
İman
ağacının meyvesidir amel. Müminlik iddiasının
isbatı, vahyin hayata dönüşmesidir amel. İmanın,
zihinde hapsolunan soyut bir düşünce, kalpte mahkûm olan zavallı bir
akide, dilde söylenilegelen kuru bir iddia olmaktan çıkarak göze fer,
bileğe güç, dize derman olarak yürümesidir amel. İmanın
beden ülkesinde şeytanın ve nefsin iktidarını yıkarak
iktidara geçtiğinin göstergesidir amel.
Bizim ayetlerimize yalnızca o kimseler inanır ki, onlar
kendilerine hatırlatıldığı zaman hemen secdeye
kapanırlar. Rablerini överek tesbih ederler,
büyüklük taslamazlar. (Secde: 32/15)
Müminler
ancak o kimselerdir ki, Allaha ve Peygamberine inanırlar, toplumsal bir
iş (görüşmek) üzere onunla buluştukları zaman ondan izin
almadan gitmezler.
(Nur: 24/62)
Konumuzun eksenini teşkil
Bu noktada İmam Ebu
Hanife'nin şu tesbitini aktarmak yerinde olacaktır: Allah Teala mü'mine ameli, kâfire imanı, münafığa
da ihlası farz kılmıştır.
"Ey insanlar, Rabbinizden korkun." (Hac: 22/1) ayetinde "Ey
mü'minler Allah'a itaat edin!" , "Ey
kâfirler Allah'a iman edin!" , "Ey münafıklar, ihlaslı ve
samimi olun!" anlamı vardır.[12]
İman hem amel, hem marifet,
hem tasdik ve hem de ikrardır. Bunların her biri
farklı ağırlıklarla imanı oluşturan
boyutlardır. Bunlardan birini, ikisini ya da
üçünü kaybeden kimse, imanî dengesini kaybeder. Yapması
gereken işlevi ifa edemez. İşlevini ifa
edemeyen iman da iman olmaktan çıkmış demektir.
İmanın
vicdanlara hapsedildiği bir çağda, bundan zarar gören yalnızca
mü'minler olmayacaktır. Bilakis bütün insanlık zarar
görecektir. Çünkü imanın hakim olduğu
toplumda ahlak, adalet, fazilet, muhabbet, muâvenet, sadakat ve iffet
baştacı edilen değerler olarak yerini alacak; İmanın
hakim olmadığı toplumda ise rezalet, nefret, sefalet, sefahat,
atalet, ihanet, bencillik ve her türlü dalavere ortalığı
kaplayacaktır. Kimsenin unutmaması gereken bir gerçek var:
İman, atom ve nötron bombasını yapan "insan" adlı
muazzam silahın emniyet anahtarıdır. Onun
olmadığı bir yerde her an herkesin
'kaza'ya kurban gitme ihtimali çok yüksektir. Bütün
bunlar imanın dünyevî kazancına dahildirler. Bir de onun uhrevî kazancı vardır ki o başka hiçbir
şeyle elde edilemeyen bitimsiz mutluluğun ta kendisidir.[13]
[1] Tirmizî, Kader: 7;
İbn Mace, Mukaddime: 13; Ahmed İbn Hanbel, Müsned: 2/4.
[2] el-Bakara:
2/153, 187; Âl-i İmrân: 3/59; el-Enfâl: 8/20, 27; en-Nûr: 24/21; el-Ahzâb:
33/70; el-Cum'a: 62/9.
[3] el-Bakara:
2/227; Yunus: 10/9; Hûd: 11/23; Lokman: 31/8; Fussilet: 41/8; el-Buruç: 85/11;
el-Beyyine: 98/7; el-Ankebut: 29/7, 9, 58; el-Fâtır: 35/7;
eş-Şûrâ: 42/22.
[4] Fazla bilgi için bk.
Fıkh-ı Ekber, Aliyyu'l-Karî Şerhi, s. 80; Tefsîr-i Kebir, 1/249;
Şerhu'l-Makâsıd, 2/187; Şerh-i Mevâkıf, 3/248.
[5] Ali Arslan Aydın,
Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/148-149.
[6] Buhari, İman: 26.
[7] Buhari, İman: 14.
[8] Buhari, İman: 37.
[9] Buhari, İman: 24.
[10] Buhari, Müslim.
[11] Buhari, İman: 53.
[12] Vasıyet, İmam
Azam'ın Beş Eseri, s. 75.
[13] İman Risalesi, M. İslamoğlu, s.
311-313, 346-348. Ahmet Kalkan İslam Akaidi: 84-86. Ahmet Kalkan, Kuran
Kavram Tefsiri.