“Hüküm Allah’ındır” anlamına gelir. Hüküm: karar, kanun, yasa, kuvvet, hâkimlik, âmirlik, kumanda, nüfuz, tartışılmaz dinî kaide mânâlarına gelir. Lillâhi kelimesi "hüküm"le birlikte ele alınırsa hükmün Allah'a âit olduğunu ifâde eder. Hüküm, hâkimiyyet, yönetim başkasına değil, ancak Allah'a aittir. Kur'an bu gerçeği önemine binâen birçok ayette dile getirerek tüm insanları ve özellikle de hüküm verme yetkisini elinde bulunduran ve saltanatın gerçek sahibi olduğunu iddiâ edenleri uyarmıştır. Neden, hüküm insanlara değil de, Allah'a aittir?
Âlemde varlık ya yaratandır; ya yaratılan. Yaratmak, bir şeyi yokluktan vücuda getirmektir. Varlığı vücuda getirmek için o vücuttan önce var olmak gerekir. Âlemde her eşyanın varlığının bir başlangıcı vardır. Her varlık, kendi varlığının yokluğunda var olan yaratıcı bir güce muhtaçtır ki var olsun. O yaratıcı gücün de, bir eseri vücuda getiren sanatkârın sanat dâhîliğine sahip olması gibi, yaratıcının da dâhî, âlim, kudretli, yarattığı eşyadan daha önce var olması icab eder. Sonsuzluk ifade eden bu özellikler ise âlemde var olan hiçbir şeyde sınırlı güce ve hayata sahip hiçbir insanda mevcut değildir. Her geçen gün gücü tükenen, dehâsı bir başka dehânın gölgesinde kalan, bilgisi ve ömrü zamanla sınırlı, sultanlığı bir başkasına miras kalan, âleme hükmettiğini sandığı bir zamanda mikroskopla dahi görülemeyecek derecede küçücük mikroplara mağlup olan, gönlünde yer eden maddeciklere meftun olan kâinatın en değerli varlığı insan, bu yetenekleriyle yaratıcı olamazken, insanın emrine verilen eşya elbette yaratıcı olamaz.
"Rabbınız Allah, işte budur. O'ndan başka ilâh yoktur. (O), her şeyin yaratıcısıdır. O'na kulluk edin..." (En'âm: 6/102)
Herşeyin yaratıcısı olmak, onu nihâyete kadar en iyi terbiye ve idare etmeyi de gerekli kılar. Ancak, bu gereklilik, yaratıcının lütuf ve adâletinin neticesidir, yoksa O'na sorumluluk ve mecburiyet yüklemez. Kâinatın yaratılmasından bu güne eşyanın deverânında, sevk ve idâresinde, var ve yok oluşunda en ufak bir nizamsızlık, uyumsuzluk, dengesizlik ve anarşi görülmemiştir. Her gün güneş doğudan doğar, toprak ve dişiler analık görevini yapar, gece gündüzü takip eder, gündüz geceyi; semâ ve arz canlıların yaşamasına elverişliliğini sürdürür.
"...O, yedi göğü birbiri üzerinde tabaka tabaka yarattı. Rahmân'ın yaratmasında bir ayrılık, uygunsuzluk göremezsin. Gözü(nü) döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözü(nü) iki kez daha döndür (bak). Göz (aradığı bozukluğu bulamaz), hor, hakir ve bitkin, (bir bozukluk görmekten) ümidini kesmiş bir halde sana döner." (Mülk: 67/3-4)
En küçük zerrelerden en büyük âleme kadar bütün cihan kendini yoktan (adem) vücuda getiren, bununla kalmayıp yok olacağı kıyâmete kadar muazzam bir âhenk içinde, verdiği emirlerle, sevk ve idâre eden çok yüce bir sanatkârın eseridir.
"Rabbınız o Allah'tır ki gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra (emri), Arş üzerinde hükümran oldu. (O), geceyi, durmadan onu kovalayan gündüze bürüyüp örter; güneşi, ayı ve yıldızları buyruğuna boyun eğmiş vaziyette (yaratan O'dur). İyi bilin ki, yaratma ve emir O'nundur. Âlemlerin Rabbı Allah, ne uludur" (A’râf: 7/54).
Âlemi en iyi şekilde idâre etmek ve idâre için gerekli emirleri vermek, onu en iyi tanıyan biri tarafından yapılabilir. Onu en iyi tanıyan da şüphesiz onu yaratandır ki, o da ALLAH'tır. Karnını doyurduğu işçisine emir verme yetkisini kendinde bulan insan, kendini yaratan ve doyuran Hâlıkına neden emir verme yetkisini tanımasın. Kaldı ki insanın verdiği emir, zaman zaman zulmü, sömürüyü, anarşiyi içerdiği halde, Allah'ın emri adâletin ta kendisidir. En âdil davrandığını sandığı bir zamanda bile insan, ya zaafından kaynaklanan hatalara düşer, ya bir grubun diğer bir grup üzerinde hâkimiyetini sağlar, ya da sınırlı bilgisiyle geleceğe yönelik değil, ancak içinde bulunduğu zamana göre hüküm verir ve her devirde emrindeki eksiklik bütün çıplaklığıyla eksikliğini ve yanlışlığını hissettirdiğinden emrini değiştirmek zorunda kalır. Oysa İlâhî ilim geçmiş ve geleceği kuşattığından (İlâhlığın gereği) O'nun verdiği emir tümüyle âdil, cihanşümul ve mükemmeldir. Ayrıca yaratma gücüne sahip olan Allah, kullarının emir vermedeki zaaflarını ve eksikliklerini bildiği için, dünya ve âhiret saâdetlerine teminat olarak emir verme yetkisini de kullarına değil, kendisine tahsis etmiştir.
Bu kâinatta
“Hüküm, yalnız Allah'ındır” (Yûsuf: 12/40, 67);
''Hüküm O'nundur" (Kasas: 28/70, 88);
''Artık hüküm yüce ve büyük Allah'ındır" (Mü 'min: 40/12);
"Hüküm vermek Allah'a âittir" (Şûrâ: 42/10),
"Hüküm veren Allah'tır" (Ra'd: 13/41);
"Hüküm vermek yalnız Allah'a âittir'' (En'âm: 6/57);
"Doğrusu hüküm yalnız O'nundur" (En'âm: 6/62)
ve daha birçok âyette de belirtildiği gibi Allah'ındır. Yüce Allah'ın, insanları ve cinleri ancak kendisine kulluk etsinler diye yarattığını[1] ifâde ettiği âyet-i kerimeden insanın ve yaratılma gayesinin kulluk, yani emir alma ve emre itaat etme olduğunu öğreniyoruz. Aksine hareket eden insanın kendi yaradanını inkâr ve O'na isyan etmesi onu elîm bir azâba sürükler. Bu inkâr ve isyanı cümlesinden olarak, insan Allah'ın hükümlerinin yetersizliğini ileri sürse ve o yasaların peşine düşerek geri çevirmeye çalışsa dahi buna güç yetiremez. Çünkü,
"Hüküm veren Allah 'tır, O'nun hükmünün arkasına düşüp O'nu geri çevirecek yoktur." (Ra'd: 13/41)
O'nu hükmünden geri çevirecek insan bulunmadığı gibi, hükmüne ortak olacak, hükümleri beraber koyacak O'na eş bir varlık da yoktur. Çünkü "O, kendi hükmüne kimseyi ortak etmez." (Kehf: 18/26). Buna rağmen insan kendince Allah'ın hükümlerini yetersiz bulur, kâinatı kudret elinde bulunduran Yüce Mevlâ'ya ortak olmaya kalkar ve kendisi hükümler koyar. Kendi koyduğu hükümleri (yasaları) de zaman değiştikçe değiştirmek zorunda kalır. Halbuki "Allah, hükmedenlerin en iyi hükmedeni değil mi(dir)?" (Tîn: 95/8). O'nun koyduğu hükümler kıyâmete kadar ebedî olarak kalıcıdır. Ve "O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır." (Yûnus: 10/109; A'râf: 7/87; Yûsuf: 12/80). Hem "İyice bilen bir toplum için Allah'tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?" (Mâide: 5/50).
Allah'ın hükümlerini bilmekle herşey bitiyor mu?
"Hayır, Rabbın hakkı için onlar aralarında çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan (verdiğin hükme gönül hoşluğu ile râzı olup) tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olmazlar." (Nisâ: 4/65).
Demek ki Rasûlullah ve O’nun izinden gidenlerin uyguladıkları Allah’ın hükmüne tam bir teslimiyetle uymak, mü’min olmak ve mü’min kalmak için şart oluyor.
Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’e ve onun şahsında mü’minlere şu ültimatomları vermiştir:
"Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet, onların keyiflerine uyma ve onların, Allah'ın indirdiği şeylerin bir kısmından seni şaşırtmalarından sakın. Eğer dönerlerse bil ki Allah bazı günahları yüzünden onları felâkete uğratmak istiyordur. Zaten insanlardan çoğu yoldan çıkmış fâsıklardır." (Mâide: 5/49)
"(Ey Rasûlüm), sana her ne vahyediliyorsa ona tâbi ol. Allah hükmünü verinceye kadar sabret. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır." (Yûnus: 10/109)
"(Ey Rasûlüm), Biz sana Kitabı hak/gerçek ile indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği biçimde hüküm veresin. (Sakın) hâinlerin savunucusu olma." (Nisâ: 4/105)
"(Ey Rasûlüm) O halde Rabbının hükmüne sabret ve onlardan hiçbir günahkâra yahut nanköre itaat etme" (İnsan: 76/24)
"İnkâr edenler sana gelip de başka hüküm verenler aradıkları zaman onlara de ki: ‘Allah, size Kitabı açıklanmış olarak indirmiş iken ben Ondan başka bir hakem mi arayayım?’ Mü’minlere gelince, kendilerine Kitap verdiklerimiz o (Kur'an)'ın gerçekten Rabbın tarafından indirilmiş olduğunu bilirler; onun için hiç kuşkulananlardan olma." (En'âm: 6/114).
Peygamberler Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmederler ve onlar haksızlık yapmazlar. Allah'ın hükmünde haksızlık yoktur, ama zâlimler kendilerine haksızlık yapılacağını zanneder ve korkarlar. Allah'ın onlara cevabı serttir. Allah şöyle buyurur:
''Kalplerinde bir hastalık mı var, yoksa şüphe mi ettiler? Yoksa, Allah'ın ve Rasûlünün kendilerine haksızlık yapacağından mı korkuyorlar? Hayır onlar zâlimlerdir" (Nûr: 24/50)
İnsanlar, İslâm fıtratı üzere doğmalarına rağmen yasayış biçimlerine göre mü’min, münâfık ve kâfir statüsüne tâbi olurlar. Allah'ın hükümleri sözkonusu olunca
"Aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Rasûlüne çağırıldıkları zaman iman edenlerin sözü; ancak, ‘işittik ve itâat ettik’ demeleridir (Başka bir şey demeleri, itiraz etmeleri imanla bağdaşmaz). İşte umduklarına erenler bunlardır'' (Nûr: 24/51).
Ama bir zamanlar,
"İnsanlar bir tek ümmet idi. Allah, peygamberleri müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi, anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetsin diye o peygamberlerle beraber gerçekleri içinde taşıyan Kitap indirdi. Oysa kendilerine Kitap verilmiş olanlar, kendilerine açık deliller geldikten sonra sırf aralarındaki kıskançlıktan ötürü o (Kitap hakk)ında anlaşmazlığa düştü(ler). Bunun üzerine Allah kendi izniyle iman edenleri, onların üzerinde ihtilâf ettikleri gerçeğe iletti. Allah dilediğini doğru yola iletir." (Bakara: 2/213).
Peygamber (Hz. Şuayb) de bu konuda şunları söylüyordu:
"Eğer içinizden bir kısmı benimle gönderilene inanmış, bir kısmı da inanmamış ise, Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin. O, hükmedenlerin en iyisidir." (A 'râf: 7/87)
Yahûdilerin de;
"İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında dururken, seni nasıl hakem yapıyorlar da ondan sonra da dönüyorlar (verdiğin hükme râzı olmuyorlar)?! Onlar inanıcı değillerdir." (Mâide: 5/43)
âyetinden anlaşıldığı gibi Allah'ın hükmüne tâbi olmadıklarını görüyoruz. Diğer insanlara gelince
"Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Rasûlüne çağırıldıkları zaman hemen onlardan bir grup yüz çevirir. Eğer hüküm kendi lehlerine olursa itaat ederek gelirler.” (Nûr: 24/48, 49).
Benû Kurayza yahûdilerinden bir grubun, zinâ eden Hayber yahûdilerinden iki kişi hakkında hükmüne mürâcaat ettikleri Hz. Peygamber, Tevrat hükmünce onların taşlanması (recmedilmesi) gerekeceğini söylemişti. Yahûdiler, "Tevrat'ta böyle bir hüküm yoktur" dediler. Gerçeği bildikleri halde, Hz. Peygamber'in (s.a.s.) recmden başka cezâ vermesini istiyorlardı. Cenâb-ı Hak meseleye ışık tutan âyetinde şöyle buyuruyor:
"Ey Peygamber, kalpleriyle inanmadıkları halde ağızlarıyla 'inandık' diyen (münâfıklarla) yahûdilerden o küfür içinde koşuşanlar seni mahzun etmesin. Onlar durmadan yalan dinleyen, senin huzuruna gelmeyen diğer bir kavim (Hayber yahûdileri) hesabına câsusluk edenler (Kureyza oğulları)dır. Kelimeleri, (Allah tarafından) yerlerine konulduktan sonra, bir tarafa atarlar, tahrif ederler (Zinâ eden evliler hakkında Tevrat'ta bulunan hükmü değiştirirler) ve 'Eğer size şu (fetvâ) verilirse onu alın, şayet o verilmezse onu kabul etmekten çekinin' derler...'' (Mâide: 5/41)
Göklerin ve yerin mülkünün, saltanatının Allah'a âit olduğunu[2] bilen ve mülk sahibinin kendi mülkünde hâkim olduğuna inanan mü’minler, ihtilâf ettikleri her problemin çözümünü Allah'a ve Rasûlüne götürürlerken[3], Kur'an'a ve diğer İlâhî kitaplara inandıklarını iddiâ edenler ise;
"tâğutların önünde muhâkeme olunmalarını isterler. Oysa onları tanımamakla emrolunmuşlardı..." (Nisâ: 4/60).
İşin gerçeği; ayrılığa düşülen herhangi bir şeyde hüküm vermek Allah'a aittir.[4]
Birkısım insanlar, Allah'ın hükümlerini sadece dilleriyle kabul ederler de gönülleriyle ve fiilleriyle kabul etmezler. Bunlar hakkında Allah'ın hükmü:
"Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte kâfirler, zâlimler ve fâsıklar onlardır." (Mâide: 5/44, 45, 47).
İnsanlar Allah'ın indirdikleriyle hükmetseler de, hükmetmeseler de
"O, kendisinden başka ilâh/tanrı olmayan Allah'tır. İlkte de, sonda da (dünyada da âhirette de) hamd O'na mahsustur." (Kasas: 28/70);
"Hüküm de O'nundur ve O'na döndürüleceksiniz." (Kasas: 28/88)
Dünyada iken O'nu inkâr edenler de, inkâr etmeyenler de, zâlimler de, mazlumlar da O'na döndürüldükten sonra
"O gün mülk Allah'ındır. (O) onların aralarında hükmeder." (Hacc: 22/56; En'âm: 6/57, 62).
Yüce Allah, insanı kâinattaki diğer yaratıklara üstün kıldığını anlatıyor:
"Biz insanı en güzel şekilde yarattık." (Tîn: 95/4);
"Andolsun Biz insanoğullarını şerefli kıldık..." (İsrâ: 17/70);
"Allah'ın göklerde olanları da yerde olanları da buyruğunuz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmez misiniz?" (Lokman: 31/20).[5]
Bir toplum, aklı gideren içkiyi; nesli soysuzlaştıran zinâyı; dini dejenere eden ve hiçe sayan hurâfe ve küfrü; canı ucuzlatan anarşi ve terörü (gerçek anarşi Allah'ın sistemine karşı gelmektir); malı yok eden kumar, rüşvet ve israfı meşrû görür, haklının değil; kuvvetlinin yanında yer alır, bunları da beşerî düzenlerin müsâmaha ve müsaadeleri gölgesinde yaparsa, hiçbir şeyin güvence ve teminatı sözkonusu olamaz. Beşerin insanca yasayabilmesi, adâletinden zerrece şüphe edilmeyen Allah'ın hükümlerine bağlı kalmakla mümkün olabilir. Çünkü O, "Hükmedenlerin en iyi hükmedeni değil midir?" (Tîn: 95/8).[6]