28) Fenâ Fillâh:

 

Allah'ta yok olma anlamında tasavvûfi bir tâbirdir. Fenâ; yok olma, varlığın sona ermesi mânâlarına gelir. Fenâ fillâh kavramı ve bunun içinin doldurulması, Kur’an’da, hadis-i şeriflerde ve ashâbın söz ve yaşayışlarında kesinlikle yer etmez. Peygamberimiz’den en az 250 yıl sonra ortaya çıkmış bir kavram ve anlayıştır. Panteist Yunan felsefesinden etkilendiği iddiâsı yaygındır. Kur’an ve Sünnetteki tevhid anlayışına ters düştüğü nice âlimler tarafından belirtilmiştir. Bu anlayış, Allah ile yaratıkların ayrı şeyler olmadığı inancına kapı açmıştır. Bu tavrı mutasavvıflar “Lâ mevcûde illâllah” (Allah’tan başka mevcut, yani varlık yoktur!) diyerek ortaya korlar. Her yaratıkta Yaratanın tecelli edip ortaya çıktığı, dolayısıyla aslında Allah’tan başka hiçbir varlığın olmadığı iddiâ edilir. İnsanın kendisi dâhil görünen her şeyin aslının olmadığı, her şeyin hayalden ibâret olduğu anlayışı, Harun Yahya tarafından da modernize edilip iddiâ edilmekte, tasavvufun bu yaklaşımı, günümüz tarikatlerinde de görülmektedir. Halbuki bu konu; tevhidle, Rab-kul ilişkisiyle  bağdaşmaz. Akıl da nakil de bu görüşü tasvip etmez. Bu anlayış, Kur’an’a baştan sona terstir. Daha besmeleden sonra ilk âyette “Hamd, âlemlerin Rabbı Allah’adır.” (1/Fâtiha, 2) denilmekte, âlem ve Rab ikileminden söz edilmektedir. 

Şimdi; tasavvuf ehli insanlara göre fenâ fillâhın tanımı ve savunmasını görelim: 

Tasavvufta fenâ, Allah'ın zâtî hâriç onun bütün sıfatları ile muttasıf olmak anlamına gelir. Kul, kulların sıfat ve fiillerini terkettikçe Allah'ın sıfatlarıyla yani Allah'ın görme, işitme vs. gibi sıfatlarıyla muttasıf olur. Kul Allah'a yönelip O’na teslim olunca "Ben onun gözü ve kulağı olurum..." hadis-i kudsîsinde belirtildiği gibi olaylara Allah'ın nazarı ile bakmaya başlar.

Ayrıca fenâ; kötü huy ve özelliklerin terkedilip güzel olan sıfat ve özelliklere sahip olmak demektir.[1] Tasavvufî anlayışta kullanılan Fenâ fillah ve karşıtı olan Bekâ billah kavramları ilk devre sûfilerinde görülmemektedir. Bunların ilk defa Ebû Said Harrâz (297/910) tarafından kullanıldıkları kabul edilir. Ebu Saîd Harrâz'a göre "Fenâ fillah; kulun kulluğunu görmekten fâni olması, beka billah ise; kulun Allah'ın huzurunda bâki ve var olmasıdır."

Fenâ ve beka diye kısaltılarak kullanılan bu terimlere mutasavvıflar çeşitli yorumlar getirmişlerdir. "Kötü huy ve davranışlardan fâni, ilimle bakî olmak; gafletten fâni, zikirle bâkî olmaktır" gibi tarifler çok yaygındır. Fenâ'yı mahv, bekâ'yı da isbat ile yakından alâkalı görmek mümkündür. Bu, Kur'an-ı Kerîm'de şöyle ifade edilir:

"Yeryüzünde bulunan her canlı yok (fâni) olacak. Ancak, azamet ve ikrâm sahibi Rabbinin zâtı bâkî kalacaktır." (er-Rahman, 55/26-27).

Fenâ, mânevî bir haldir. Sürekli olup olmadığı tartışılmış ve sûfilerce genel olarak geçici olduğu kabul edilmiştir. Bu hal, bir mânevî sarhoşluk ve kendinden geçme hali olduğundan; sekr, gaybet ve cem'i ile benzerlikler göstermekte olup, bunların en üst derecesi olduğu kabul edilmektedir.

Fenâ hâli, beşerî sıfat ve özelliklerden sıyrılarak ilâhi vasıf ve özelliklere kavuşma olduğundan bu halde "Vasıfta birlik" gözetilmiş olup, zatî birlik iddiâ edilmemektedir.[2] Cüneyd Bağdâdı (297/910) Fenâ'yı üç kademede değerlendirir:

1) Amel ve ibadetleri yerine getirmek için gayret etmek, nefse karşı çıkmak suretiyle kötü sıfatlardan fânî olmak.

2) Tamamen Allah'a yönelerek, ibadetlerden zevk alma duygusundan da fâni olmak,

3) Nihayet, Allah'ı müşâhede etmenin farkına varmaktan da fâni olmak...

Fenâ hali, bekâ halinin varlığıyla sona erer. Buna Fenâü'l-Fenâ denir.

Cüneyd-i Bağdadî'ye göre fenâ fillah; "Allah'ın kulunu kendinde yok etmesidir. Fenâ fillâh makamları, üç sarhoşluk (manevî) mertebelerini kapsar. Bunlar, Tevhîd-i Ef'al, Tevhîd-i Sıfat ve Tevhîd-i Zât'tır. Sâlik, bu mertebelerde kendi mevhum fiil, sıfat ve zatından ayrılır. Tasavvuftaki bu anlayışa göre insanın fiilleri ve sıfatlan Allah'ın fiil ve sıfatlarıyla birleşir yani Tevhîd-i Ef'al ve Tevhîd-i Sıfat olur. Son mertebede de Allah'ın zat-ı ile birleşir ki buna da "Tevhîd-i Zat" denir. Bu mertebelere seyr-i sulûk adı verilir. Bu da fenâ fillah yani Allah'ta yok olma anlamında kullanılmaktadır. Şayet kulun Allah'ın fiil ve sıfatlarını ideal kabul edip onlara benzemeye çalışıyorsa yani kulun Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanması anlamında kullanılıyorsa bu İslâm akidesine aykırı bir durum arz etmez. Ancak kul bu mertebede ilâhi sıfatlarla muttasıf, Allah'ın sahip olduğu özelliklere sahip olur anlamı kastediliyorsa bu kesinlikle İslâmî akide ile uyuşmaz. Kişiyi şirke sürükler. Ayrıca "Tevhîd-i Zat"tan kasıt sâlikin Allah'ın zâtı ile birleşmesi ve Allah ile sâlikin zatlarının bir ve aynı olması anlamında kullanılıyorsa bu Budizm'deki Nirvana'nın bir başka ifadesi olup şirktir. Zira İslâm'da buna dair Kur'ân ve sünnette bir delil yoktur. Bu tâbirlerin Hz. Peygamber, sahâbe ve Tabiun devrinde kullanılmadığı ve bilinmediği gayet açıktır.

Tehânevî, "Mecmaus-Sulûk" adlı tasavvufi eserden yaptığı nakle göre fenâ; Allah'tan başka hiçbir şeyi görmemek, kendini ve bütün eşyayı unutmak, o zamanda her şeyi ona rabb olarak görünür. Artık ondan başka hiçbir şey bilmez ve hiçbir şey görmez olur. Böylelikle ondan başka hiçbir şeyin olmadığına inanır, kendini de "o" sanır ve "Hak benim" der. Varlık aleminde de Allah'tan başka hiçbir şeyin olmadığına inanır.[3] Böyle bir durum mutasavvıflar, sofistlerin eşyanın hakikatını inkâr ettikleri gibi Cenâb-ı Allah'ın her eşyada teccelli ettiğini zannederler ki bu da Allah'ın eşya ile ittihadı demek olup Allah'ın vahdâniyet ve muhâlefetun li'l-havâdis sıfatlarına aykırıdır; dolayısıyla şirktir.[4]

 


 

[1] Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti'l-Funûn, İstanbul 1984, I, 1157.

[2] Tehânevî, a.g.e., II, 1158.

[3] Tehânevî, a.g.e., II 1158.

[4] Hasan Fehmi Kumanlıoğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi: 2/166-167.