Müslüman bir kadın kocasına bütün bedenini gösterebilir. Evlenmesi yasak olan yakın akrabâlarına saçını, boynunu, diz kapağına kadar ayaklarını, kolunu gösterebilir. Bütün yabancı erkeklere karşı eli, yüzü ve ayağı dışındaki bütün vücudunu örtmesi farzdır, Allah’ın emridir. Tıpkı Dinin diğer farzları gibi.
Müslüman kadın ziynet yerleri denilen kol, saç, boyun, dize kadar ayaklarını mahrem olanlara (evlenmesi yasak olanlara) gösterebilir. Bu kimseleri âyet şöyle sıralıyor: Babası, kocası, kocasının babası, oğlu, kocasının oğlu, erkek kardeşi, erkek kardeşinin oğlu, kız kardeşinin oğlu, müslüman kadın, câriyesi ve kölesi, erkeklik duygusu kalmayan kimse, küçük erkek çocuk (24/Nûr, 31). Bunlara dede, amca, dayı, süt kardeşler de eklenir. Âyetin devamında “ziynetleri bilinsin diye ayaklarını birbirine vurmasınlar” uyarısı geçmektedir. Bu, kadınların süslenmek için taktıktıkları takıların başkalarına gösterilmesinin, sergilenmesinin de helâl olmadığını gösterir.
İslâm, Allah’ın insanlar için seçtiği bir yaşama biçimi ve saâdet yolu, kurtuluş aracıdır. İslâm’ın bütün ilkeleri, emir ve yasakları kendine aittir. Her bir emrin ve yasağın bir hikmeti, bir sebebi; yasakların insana ve topluma zararı, emirlerin ise kişiye ve topluma faydası vardır. Ama müslüman, bu hikmetlerinden önce, sadece Allah rızâsını kazanmak için, O’nun emri ve yasağı olduğu için o hükümlere uyar. “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkeğe ve mü’min bir kadına o işi kendi isteklerine göre seçme (özgürce farklı eylem yapma) hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (33/Ahzâb, 36)
İman eden kişiler Rablerinin emrine teslim olurlar ve ellerinden geldiği kadar emirlere uymaya, yasaklardan kaçmaya çalışırlar. Ama asla Allah’ın emirlerini ve yasaklarını münâkaşa konusu yapmazlar. Onlar bu tehlikeli yola girmekten şidetle korkarlar. İslâm sağlam bir kişilik, sağlam bir toplum ve sağlıklı nesiller yetiştirme amacındadır. O, müfsit insanların bozduğu toplumu, kişilikleri ve nesilleri ıslah edip düzetmek istiyor. Bunun tedbirini almalarını müslümanlara emrediyor.
Birçok kötülüğün aşırı isteklerden, dizginlenmeyen şehvetlerden kaynaklandığı bilinen bir gerçektir. Şehvetlerin alabildiğine serbest olduğu yerlerde huzur kalmaz, aile bağları gevşer, nesiller bozulur, kadının ve erkeğin şerefi zarar görür. İnsanın fıtratı, temiz aile ve temiz nesilden yanadır. Eşlerin birbirlerine bağlılığı, insanların birbirine saygısı, kişinin değerinin yüce olması faziletli davranışlardan geçer. İslâm bunun için işe hâin bakışların önüne geçerek başlıyor. Sonra hem kadını, hem erkeği, hem nesli, hem de fazileti korumak için erkeğe ve kadına tesettürü emrediyor.
Tesettür ibâdeti mü’minler için bir güzelik ve erdemdir. Örtünme, aynı zamanda bir ibâdet hürriyeti ve insan hakkıdır. Faydaları ise sayılamayacak kadar çoktur. Buna rağmen bazı ülkelerde tesettür, başörtüsü münâkaşalarının, yasaklarının olması çok hazin, üzüntü verici bir şeydir. Tesettür, İslâm’ın emridir, bir ülkenin veya bir halkın geleneği değildir.
Şu noktayı da eklemekte fayda vardır: Nur suresi 31. âyette ‘humur-hımâr’ kelimesi geçmektedir ki, bu, başörtüsü anlamındadır. Yani başı, saçları da kapatacak bir biçimde örten örtü demektir. Âyette kastedilen, müslüman kadınların başörtü örtmeleridir. Bunun uygulaması da böyledir, bütün âlimlerin âyetten anladıkları da bu şekildedir. Tesettür emri geldiğinde ensâr kadınlarının uygulamalarıyla ilgili olarak şu olayı nakledelim:
Safiyye binti Şeybe diyor ki, bir seferinde Hz. Âişe’nin yanında bulunuyorduk. Biz Kureyş kadınlarının faziletlerini anınca dedi ki: “Şüphesiz Kureyş kadınları faziletlidir. Ancak Allah’ın emrini yerine getirme konusunda Ensar kadınlarından daha gayretlisini görmedim. ‘Başörtülerini yakalarının üzerine koysunlar’ emri gelince, onların erkekleri onlara yöneldiler ve Allah’ın ne indirdiğini okudular. Onlar hanımına, kızına, kız kardeşine veya bütün yakın akrabalarına gelen âyeti okuyunca, onlardan her biri, Allah’ın Kitabını tasdik (doğrulamak) için ve iman ettiklerinden, eteklerinin kumaşlarından başörtüsü hazırladılar. Ertesi sabah Peygamberin arkasında başörtüleriyle sabah namazına durdular. Onların başları üstünde sanki kargalar vardı.” (Buhârî, Nûr Sûresi Tefsiri, 6/136)
Bütün bu açık hüküm ve ölçülerden sonra, mü’min kadınların ve mü’min erkeklerin Allah’ın emrine bir itirazları olamaz. İnandığını iddiâ ettiği halde tesettüre ve başörtüsüne tavır alanların, kendi durumlarını yeniden gözden geçirmeleri gerekir. [1]
İzzetine, iffetine, şeref ve namusuna düşkün müslüman kızlarımızın bu erdemi bazı iki ayaklı şeytanların gözüne batıyor. Hanımların dişiliğiyle değil; kişiliğiyle toplumda yer alma isteklerine karşı kırmızı başörtüsü görmüş boğa gibi saldıracak yer arıyorlar. Özellikle İmam-Hatip'te, Üniversitede okuyan ve okumak isteyen müslüman kızın dünya-âhiret tercihi ve cihadı da başörtüsü bayrağında düğümleniyor. İslâmî örtünme iman alâmetidir. Rûhumuz gibi vücudumuz üzerinde de Allah'ın hâkimiyetini kabul edişin belgesi olan bir ibâdettir. Örtünme, çağımızın zulüm egemenliğine karşı kadınımızın cihadı, örtü de özgürlük bayrağıdır.
Dinimizin örtünme emrini uygulamış olmaları için müslüman kadın ve kızların şu şekilde giyinmeleri gerekir: Eller ve yüzün dışındaki vücudun bütün organlarını örten, vücudun doğal rengini ve çizgilerini (vücut hatlarını) göstermeyecek şekilde kalın ve bol olan, gayri müslim kadınların kendilerine has olan (râhibe kıyafeti gibi) giysilerini andırmayan, toplum örfüne göre erkek elbisesine benzemeyen, dikkatleri çekecek şekilde de süslü olmayan bir giysi. Bu dış giysi, çarşaf, bol ve uzun pardösü ve benzeri olabilir. Mutlaka çarşaf veya şu şekilde bir pardösü denilemez; İslâm tek tip bir kıyâfet emretmemiş, sadece genel ölçüyü kurallaştırmıştır. Ev dışında kadının “cilbâb”ını üstüne alması (33/Ahzâb, 59) gerekmektedir. Cilbâb da dış giysi demektir. Bu, dünkü Osmanlı toplumunun örfünde çarşaf olduğu gibi, bugün ve yarın herhangi bir coğrafyada çok farklı bir dış giysi olabilir. Önemli olan, kadının ev dışında, ev elbisesinin üzerine giyeceği bir dış giysi ile örtünmesidir; yeter ki istenen tesettür şartlarına uygun olsun.
Günümüzde cilbâb, yani pardösü benzeri dış elbise önemsenmez hale geldiği gibi, “başörtüsü zulmü” farklı bir tepkiyi aşırılaştırdı; tesettür denince sadece başörtüsü akla gelmeye başladı. Bazı genç bayanlar da sadece başörtüsüyle yetinmeye başladı. Giderek artan bir ucûbe olarak boneli, başörtülü, fakat makyajlı; başörtülü, ama eteği dizlerine kadar yırtmaçlı; başörtülü fakat üstünde sadece tişört etekli kıyafetler boy göstermeye başladı. İslâm kadınının sadece tesettürü yeterli görmesi mümkün değilken, yani aynı zamanda takvâ elbisesi olan iffet, hayâ, saygın kişilik, tavır-yürüyüş-konuşma-gülme-aşırı serbest hareket vb. davranışlarda fitne unsuru olabilecek tüm hususlardan sakınmak mecbûriyetinde olduğu halde, sadece giysi olarak tesettür konusu bile uygulamada büyük çapta dejenereye uğramaya başladı. Kala kala sadece bir başörtüsü kaldı, o da zora gelinince, sözgelimi üniversite uğruna, öğretmenlik vb. amaçlar için çıkarılabilecek, pazarlık ve tâviz konusu olabilecek, türbanla, şapkayla, perukla... değiştirilebilecek bir ucuzluğa düştü. “Artık televizyonlarda ve halka açık salonlarda tesettür defileleri yapılıyor” deyin, gerisini onlar anlar diyecek Bekri Mustafa’lara kaldı iş. Biraz alaylı, biraz da gerçeğin düşmanları tarafından müslümanların yüzüne tokat gibi vurulması kabilinden, boyalı basın buna “çeyrek tesettür” adını takıyor. “Tesettür ya vardır, ya yoktur; bunun yarımı, çeyreği, ekmekarası olur mu?” demeyin, uygulamaya bakarsanız oluyormuş...
Başörtüsü, bir aksesuar gibi değerlendiriliyor bazı kızlarımızın gözünde. Kadınsı çekiciliğini yabancılar karşısında en aza indirmesi gereken tesettür, bir moda gibi düşünülüyor. "Tesettür(!) defilesi" denilen ucûbeler, bir taraftan bu talebe/isteğe cevap verirken, daha çok da bu arzı körüklüyor. Dışarıya çıkarken erkek bakışlarını üzerine çekmemeye gayret etmesi gereken müslüman bayan, -kocasının karşısında belki bu kadar süslenip kıyâfetine özen göstermezken- en az yarım saat ayna karşısında kendine çeki düzen vermeye çabalıyor, başörtüsünün rengine uygun olmayan pardösü ve ayakkabıyı giysiden saymıyor... Akşam evde, Filistin'li kızların dramını, açlıktan ahlâkını satan kadınları gözünden yaşlar akıtarak seyrediyor.
Bütün bunlar, câhil bırakılmış ve okullar başta olmak üzere düzen ve onun tüm kurumlarıyla, gayr-ı İslâmî çevre şartlarıyla yozlaştırılıp bilinçsizleştirilen, çok kimliklileştirilen/kimliksizleştirilen, Batının ve bâtılın değersiz değerlerine özendirilmeye çalışılan toplum kurbanı şuursuz müslüman kızlarımıza kızmamıza ve suçu sadece onlara yüklememize sebep olmamalı. Zaten onlar da erkeklerin aynası, elmanın diğer yarısı. Müslüman erkeklerdeki dünyevîleşme, takvâyı hatta haram-helâl sınırlarını geri planlara atmayı dışarıdan hemen tesbit etmek mümkün olmuyor; eğer kadındaki tesettür gibi dıştan hemen belli olan bir ölçüt olsaydı veya varsa, hemen bu diğer yarımda da benzer dejenerasyon aynı oranda sergilenecekti. Zaten bu bayanların da çoğu, bu çeşit şuursuz müslümanların eşleri, kızları, kardeşleri değil mi? Bunlara acımaktan da öte, kadın-erkek hepimize bu yozlaşmanın sebeplerini doğru teşhis edip çareler üretmek için gece gündüz çalışmamız, fedâkârlıklarda bulunmamız, güzel örnek olmamız, fesat ortamını salâh ortamına çevirmek ve insanları ıslah için hilâfet görevimizi yerine getirme gayretiyle ha bire koşturmamız gerekiyor.
Fahşânın ve fuhşun yayılması, değişik sebeplere dayanır. Tek bir sebeple izah etmek mümkün değildir. Çarşı putları ve çevre kültürü, insanları etki altına alır. Kur'ân-ı Kerîm'deki kıssalar dikkatli bir şekilde incelenirse, mesele kolaylıkla kavranır. Peygamberlerin tebliğine karşı direnen kavimlerin ilk iddiaları: "Biz atalarımızın yolundan ayrılmayız" hükmü ile ifâde edilmiştir. Fahşânın ve fuhşun sebebi, atalar kültürü olabilir. Nitekim bir âyet-i kerimede; "Onlar (müşrikler) bir hayâsızlık yaptıkları zaman (ve izâ fa'alû fâhişeten) derler ki: ‘Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah da bize bunu (fuhuşla ameli) emretti (fahşâ ile amel ederiz). O iman etmeyenlere söyle: Allah hiçbir zaman fahşâyı emretmez. Bilmeyeceğiniz şeyleri, Allah'ın üzerine mi (atıp, iftira ederek) söylüyorsunuz." (7/A’râf, 28) hükmü beyan buyurulmuştur. Mekke müşrikleri; "Günah işlediğimiz elbiselerle ibâdet edemeyiz" diyerek, Kâbe-i Muazzama'yı çıplak bir şekilde tavaf ediyorlardı. O dönemde Kâbe'nin içerisi putlarla (heykellerle) doluydu. Çıplak bir vaziyette tavaf etmenin doğru olmadığını söyleyenlere karşı "Biz atalarımızdan bu şekilde gördük. Allah emretmeseydi onlar hiç çıplak bir vaziyette tavaf ederler miydi?" cevabını veriyorlardı (Mecmuatu't-Tefasir, İst. 1979, Çağrı Yay. c. II, s. 540 -Kadı Beyazavî-).
Bu psikoloji sadece Mekke müşriklerine has değildir. Çarşı putları, genel kültür maskesi altında, insanların zihinlerini ve kalplerini etkisi altına alır. Fahşânın ve fuhşun, değişik gerekçelerle yayılmasını sağlar. Malûm olduğu üzere, insanları gayrı meşrû yollara çağıran ve fuhşa sürüklemeye gayret sarfeden şeytandır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Şeytan size kötülüğü, hayâsızlığı (bi's-sûi ve'l fahşâi) ve Allah'a karşı bilmeyeceğiniz şeyleri söylemenizi emreder." (2/Bakara, 169) hükmü beyan buyurulmuştur. Şeytanın vesveseleri ile fuhşa meyleden insanların sayısı az değildir. Fâhişelerin ve fuhuşla geçinen insanların velisi şeytandır.
Câhiliyye döneminde fuhuş bir kazanç yoluydu. Muhammed Ali Sâbûnî, bu hususta şunları zikretmektedir: "Araplardan bazıları genç kız ve câriyeleri bir eve oturtarak zinâ yaptırırlardı. O evde fuhuş yapıldığının herkes tarafından bilinmesi için, kapıların üzerine bir bayrak asarlardı. Bu evlere mevâhir adı verilirdi. Şâyet bu evlerdeki kadınlardan birisi, bu rezâleti işlemeye yanaşmazsa, efendisi onu zorlayarak yaptırırdı." (Muhammed Ali Sâbunî, Ahkâm Tefsiri, İst. 1984, Şamil Yay., c. II, s. 203). Câbir bin Abdullah (r.a.)'dan rivâyet edildiğine göre, münâfıkların reislerinden Abdullah İbn Selül'ün Museykete ve Umeymete isimli iki câriyesi vardı. Bunları para karşılığında fuhşa zorluyordu. Bunlar durumu gidip Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'e bildirdiler ve şikâyette bulundular. Taberi, Mücahid'den şöyle rivâyet eder: Araplar câhiliyye devrinde, genç câriyelerine zorla fuhuş yaptırırlardı. Kazandıkları parayı kendileri yerlerdi. Abdullah İbn Selül'ün de fuhuş yaptırdığı câriyeleri vardı (İbn Kesir, Tefsirû'1 Kur'âni’l-Azîm, Beyrut 1969, c. III, s. 289; Ayrıca M. Ali Sâbunî, a.g.e., c. II, s. 188; Mec'muâtu't-Tefâsîr, c. IV, s. 395; Tefsir-i Mücâhid, Katar 1396, s. 442).
Günümüzde beyaz kadın ticareti yapan çeteler ve genelevi patronları vardır. Tâğûtî iktidarlar "genelev sistemini" benimsemişlerdir. Fahşânın ve fuhşun yayılması, şeytanın velâyetini kabul eden iktidarlar tarafından gerçekleştirilmektedir. Dolayısıyla kötülüklerin önlenmesinin (nehy-i ani'l-münker) farz olduğuna inanan her insan, tâgûtî iktidarlara karşı mücâdele vermek zorundadır. Fahşânın ve fuhşun başka türlü önlenmesi mümkün değildir. Her tâgûtî güç bir fâhişedir. Bu hakikat asla unutulmamalıdır. [2]
Bireysel ve toplumsal zararlarını dünya ve âhiret cezâlarını özet olarak açıklamaya çalıştığımız zinânın ücret alarak sanatlarını(!) icrâ eden fâhişelerle veya tatmin olmak için kendi arzusuyla zinâ eden dul dişilerle yapılmış olması, halka açık genelevlerde uygulanışı onu zinâ olmaktan çıkarmaz. Zinâ, zinâdır.
İslâm Dini, yalnız zinâyı yasaklamamış, zinâya götürücü bütün fiilleri de haram kılmıştır. Zinâya yaklaşılmasını engellemek için kadınların vücut organlarını örtmelerini (tesettürü) emretmiş, hanımların nâmahrem olan erkekle bir arada yalnız kalmalarını ve birlirine şehvetle bakmalarını, tokalaşmalarını ve vücut temaslarını da yasaklamıştır. Bunun yanında, dinimiz şehevî duyguları geliştirici ve azgınlaştırıcı müzik, film, roman gibi sanat ve edebiyat türlerini, bar, pavyon, gazino ve benzerleri gibi yerlerin kurulması ve işletilmesini de haram kılmıştır.
Yüce dinimizin ve olgun aklın reddettiği zinâ, gerçekten bir çirkeftir. Zinâcıların her biri de aşağılık kişilerdir. Bunun içindir ki Hz. Allah, Kur’an’da iffetli kadın ve erkeklerin tevbekâr olmamış zinâcı erkek ve kadınlarla evlenmelerini haram kılmıştır (24/Nûr, 3). Çünkü onlar, Kur’an ifâdesiyle “pis”tirler ve kendileri gibi pislere uygundurlar (24/Nûr, 26). Haramlarda aşağılık ve azap vardır. Bütün haramlardan ve kıyâmet alâmetlerinden olduğu ifâde edilen zinâdan sakınmak, çevredeki insanları uyarmak gerekmektedir. Bu sakınmada âhiret saâdeti vardır: “Kim bana iki çenesi araısndaki dilini ve iki bacak arasındaki tenâsül uzvunu haramlardan koruyacağına garanti verirse ben de onun Cennete gireceğine garanti veririm.” (et-Tâc, 5/183). Rabbimiz de Firdevs Cennetine vâris olacak gerçek mü’min kullarını vasfederken onların zinâdan korunan kullar olduğunu bildirmektedir (23/Mü’minûn, 5-7). Peygamberimizin şu uyarısı gerçekten önemli ve dikkat çekicidir: “Aman zinâ yapmayınız. Zira yaparsanız sizin nikâhlı kadınlarınızdan, kadınlarınızın da sizden alacağı cinsî haz körelir. Aman nâmuslu olun ki, kadınlarınız da nâmuslu olsunlar. Zira falan oğullarının erkekleri zinâ edince kadınları da fâhişe oldular.” (Keşfu’l-Hafâ, h. no: 1738)
İnsan, yaratılış düzeni itibarıyla cinsî konularda son derece hassastır. İslâm Dininin yasaların koyan, insanı yaratan Allah olduğu için dinimiz insanın cinsel duyarlılığına uygun emirler ve yasaklar koymuştur. Tek tek fertleri değil; bireylerin bağlı olduğu cinsleri esas almıştır. Dinimiz akrabalık ilişkileri, eğitim, çalışma ve nişanlılık gibi sebeplerle de olsa, birbirlerine nikâh düşebilecek kadınla erkeğin bir araya gelerek yalnız kalmalarını yasaklamıştır. Bu konudaki haram kılıcı ölçüleri Peygamberimiz şöyle açıklamıştır: “Sizden biriniz, yanında mahremi bulunmayan nikâh düşebilecek bir kadınla yalnız kalmasın.” “(Zira) üçüncüleri şeytan olur.” “Şeytan da kan kan damarlarınızda şehvet duyguları ile akar.” “Bu sebeple kadınlarla ancak mahremleri varken bir arada bulunun.” (et-Tâc, 2/329). Mânâlarını sunduğumuz hadislerin mü’minler için koyduğu ölçüler şu veya bu şekilde yorumlanamayacak derecede açık ve kesindir. Bundan ötürü, bu konuda âilevî zarûretler, sosyal ve ekonomik sebepler öne sürülerek farklı yorum yapılamaz, İslâm’ın haram kıldığı, helâl görülemez. Bu konuda içinde yaşadığımız câhiliyye hayatının şartlarından söz ederek farklı görüş belirtmek, insanı itikadî açıdan tehlikelere sürükleyebilir.
Birbirleriyle evlenebilecek bir erkekle bir kadının bir arada yalnız kalmalarını (halveti) haram kılan dinimiz, bu yasağını ikinci dereceden akraba fertlerine de teşmil etmiştir. Amca, dayı, kardeş, hala, teyze gibi gibi mahremler bir tarafa (ki bunlarla evlenme yasağı vardır); bu konuya kayınbirâderler ve amca çocukları gibi akraba arasında çok daha fazla önem verilmesi Peygamberimiz’in emridir. Peygamberimiz’in “Yanında mahremi bulunmayan kadınların yanına girerek bir arada yalnız kalmaktan sakının!” şeklinde öğüt vermesi üzerine bir sahâbî şöyle sormuştur: “Yâ Rasûlallah! Kocanın kardeşi (kayın birâder) ve amca oğulları gibi akrabâya ne buyurursunuz? (Onlar da mı bizim kadınlarımızla bir arada yalnız kalamazlar?” Peygamberimiz şu cevabı vermiştir: “Sözü edilen kocanın akrabâsı ile bir arada yalnız kalmak ölümdür (âile ahlâk hayatının çöküşüne sebeptir).” (et-Tâc, II/329)
İslâm kültürü almadığından ötürü dinimizin bu husustaki inceliğini tam olarak kavrayamayanlarımız için ifâde edelim ki, İslâm Dini, yasalarını belirli fertler için koymamıştır. Muhtemel tehlikelere muhakkak nazarıyla bakmış, genel hükümleri koymuştur. Şeytana fırsat verecek yolları tümüyle kapatarak kalpler için en emin yolu göstermiştir. Bu konudaki dinî ölçüleri benimsemeyen akrabâ arasında nice ıstırap verici (ensest ilişki) olayların cereyân ettiği ve etmekte olduğu bir gerçektir.
Birbirliyle evlenebilecek bir erkekle bir bayanın bir arada yalnız kalmaları yasağı, eğitim ve çalışma alanlarını da içine alır. Bu nedenle İslâm Dini, ergenlik çağına ermiş gençlerin karma eğitimini ve kadın-erkek bir arada çalışma düzenini câiz görmez. Çünkü böylesine bir eğitim ve çalışma düzeninde karşılıklı göz zinâsı, bedenî temas ihtimali ve bir arada yalnız kalma (halvet) gibi dinimizin haram kıldığı üç yönlü mahzur vardır. Cinsî bakımdan duyarlı gençleri ve yetişkinleri bir arada eğitmek ve çalıştırmak ekonomik de olsa, bir yarar sağlamaz, nice zararlara sebep olur. Ancak haram arkadaşlık, flört (çıkma) gibi zinâya yaklaştıracak ilişkileri arttırır. Hayâ duygularını zaafa uğratır. Aile yaşantısını olumsuz etkiler. Kadınları erkekleştirerek yaratılış düzenlerini bozar. Bu nedenle hiçbir mü’min, erkek ya da kız çocuğunu karma eğitim yapan okullara vermemelidir.
İslâmî ölçülere göre arzu edilir olan kadının yeterli dinî ilim, genel kültür ve ev ekonomisi gibi bilgilerlerle donanmış bir ev hanımı ve yetiştirici bir anne olmasıdır. Fakat kadının bir-iki istisnâî işler dışında, meşrû işlerde ve meşrû şekilde çalışmasında dinî bir sakınca yoktur. Ancak, özellikle cinsî duyguların faâliyette olduğu yaş dönemleri içinde kadın-erkek bir arada çalışma, mahzurludur. Bu sebeple, hiçbir mü’min erkek ve özellikle kadın, böyle karma bir çalışma düzeni içinde çalışmamalıdır. Mü’min işverenler de, çalışma odalarında beraber kalacakları bayan sekreter cinsinden ya da bayan-erkek karma bir çalışma düzeni kurmamalıdır.
Birbirleriyle nikâhlı olmayan ve mahrem de bulunmayan bir erkekle bir kadının bir arada yalnız kalmalarıyla alâkalı İslâmî yasak, devrimizdeki yaygınlaşmış şekliyle nişanlanmış çiftleri de içine alır. Nişanlı çiftler, dinî yasalarımıza göre, aralarında nikâh akdi yapılıncaya kadar birbirlerine yabancıdırlar. Nişan bağı, halveti, yalnızca bir arada kalmayı meşrûlaştırmaz. Bu itibarla sözlü ve nişanlı çiftler yalnız bir odada kalamazlar, birbirleriyle tokalaşamazlar, birlikte “çıkamazlar”. Böylesine samimi davranışlar ve serbest âdetler, gayr-ı müslimlerden intikal etmiş bâtıl uygulamalardır ve câiz değildir.
Birbirleriyle evlenebilecek erkekle kadının arada nikâh bağı olmaksızın bir arada bulunmalarını yasaklayan dinimiz, bu yasağını ihlâle sebep olacak işleri de haram kılmıştır. Bunun içindir ki, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir kadının, yanında (babası, kardeşi, kocası veya çocuğu gibi) bir mahremi bulunmaksızın bir günlük yolculuğa çıkması helâl, meşrû değildir.” (İbn Mâce, h. no: 2899). Karısının hacca gitmek kararında olduğunu, kendisinin de cihad yapmak için orduya yazıldığını açıklayan bir sahâbîye Peygamberimiz müsâade etmemiş ve şöyle buyurmuştur: “Dön, karınla beraber (hac yap; onu yalnız başına hacca gönderme.)” (İbn Mâce, h. no: 2900; et-Tâc, II/329)
İslâm Dininin bu ve benzeri ölçülerinin gâyesi ahlâkî olduğu içindir ki, mü’min bayanların yanlarında mahremleri bulunsa bile yabancı erkeklere karşı İslâmî ölçülere göre giyinmeleri ve ihtiyatlı davranmaları da görevleridir. İslâm Dini, bayan-erkek beraberliğini yasaklarken pek tabiîdir ki, bu beraberliğin sonucu olabilecek vücut ve el temasını da haram kılmıştır. Genel olarak dokunma duyusunun insanı etkilediği bir gerçek olduğu gibi, cinsî bakımdan uyardığı da bir hakikattir. Bu sebeple oynaşma niteliğinde olsun veya olmasın cinsî münâsebet çağını geçirmemiş olan kadınla erkeğin birbirlerine dokunması da haramdır. Yaşadığımız topraklarda folklor, horon gibi bölgesel oyunlarda ve cinsî bir oyun vasfındaki dansta görülen vücut teması ve kadının cinselliğini öne çıkaran erkeklerin göreceği şekilde eğlence ve oyunları kuşkusuz haramdır. Bu haramları, müslümanlar eşlerine ve çocuklarına çok öğretmeli ve sakındırmalıdır.
Özetle, İslâm, bütün insanları ölçü alarak yasalar ve yasaklar koymuştur. Böylece ahlâkî sakıncaların doğup gelişebileceği ortamların oluşmasına imkân vermemiştir. “Zinâya yaklaşmayın. Zira zinâ açık bir hayâsızlıktır. Pek kötü bir yoldur.” (17/İsrâ, 32) [3]
Kalpleri hançerleyen, ihlâs nûrunu söndüren, şehvetli bakışlardır. Devrimiz câhiliyye hayatında gerek erkekler ve gerekse kadınlar için gözleri haramdan sakındırmak oldukça güçleşmiştir. Zira Rabbimizin örtünme emrine itaat etmeyen kadın ve erkeklerin yanı sıra, göze hitap eden ve özellikle gençlerde cinsî arzuları azgınlaştıran, hayâ duygularını yaralayan filmler, şehvet saçan resimli ve resimsiz romanlar, hikâyeler, duvar takvimlerinden her türlü ticaret malına kadar yayılan müstehcen resimli reklâmlar, ilânlar, her gün yüzbinlerce basılan ahlâk dışı gazete ve dergiler göz ve kalp fesâdına sebep teşkil eden ahlâk katili araçlar haline gelmiştir. Bütün bunlar arasında yıkıcılığı tarif edilemez boyutlara ulaşan gazete ve dergilerle televizyon özel bir yer işgal etmektedir.
Gözlerimizi, kadın vücudunda mahrem nokta kabul etmeyen giysilere bürülü dişilere karşı korumakla mükellef olduğumuz kadar, hayâ duygularını çatlatan resimlerle, haberler ve yazılarla dolu gazete ve dergilerden de korumakla mükellefiz. Hele hele televizyon, sakınmamız gereken bir ateş çağlayanı olmuştur. Bitmez tükenmez, ar-hayâ tanımaz dizi filmleri ve eğlence programlarıyla insanımızın hayatına giren televizyon, İslâmî inançları, ahlâkî değerleri, İslâmî gelenekleri yakıp eritmektedir. Bizzat kendisine değil de, devrimizdeki kullanım tarzına karşı çıktığımız televizyona ve özellikle inancımıza ve ahlâkımıza zarar verici programlarına direnç göstermeyen, gözlerini ekrandan koruyamayan fertlerin ve âilelerin müslümanca bir hayat sürmelerinin mümkün olmadığını üzülerek ifâde etmek isteriz.
Başta televizyon programları ve vücut organlarını teşhir eden kadınlar olmak üzere gözlerimizi korumamız gereken şeyler hiç de az değildir. Peygamberimiz bir müjdeli hadislerinde şöyle buyurmuştur: “Gözleri bir kadının güzelliklerine takılan, fakat hemen bakışlarını koruma altına alan her bir müslümana, Allah, tatlılığını kallbinde duyacağı bir ibâdet yaptırır.” (İbn Kesir, Tefsîr, 3/282)
Gözlerimizi, eşlerimiz ve çocuklarımızın gözlerini korumak Rabbimizin emridir. Bu sebeple ibâdettir ve âhiret saâdetimize sebeptir. Aldığımız ve aldırdığımız ahlâk dışı gazeteler ve dergilerle, sinema ve televizyonda izlediğimiz ve izlettirdiğimiz programlarla haramlara gözlerimizi açarsak sonuçta göreceğimiz, ancak İlâhî azap olacaktır. Haram bakışlardan gözlerini korumayanın cezâsı, suç cinsinden olacak, cehennemden kurtulsa bile cemâlullah’ı gözleriyle seyretme zevkinden mahrum kalacaktır. Haramlara bakarsak ve zevcelerimizin, kız çocuklarımızın şehvetli bakışlara muhâtap olacak giysiler içinde toplum içine çıkmalarına râzı olursak, azâp görmeksizin Cennete giremeyiz. “(Kıyâmet Günü’nde) Bütün gözler ağlayacaktır. Ancak, Allah yolunda uyanık kalan gözler, Allah’ın azâbına uğramak korkusuyla sinek başı kadar yaş akıtan gözler ve bir de Allah’ın haram kıldıklarına bakmaktan korunan gözler ağlamayacaktır.” (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y. 10/227; Câmiu’s-Sağîr, I/94; İbn Kesir, Tefsîr, 3/282) [4]
Üzülerek görmekteyiz ki, artık günümüzde edep ve terbiye, utanma ve sakınma, nâmus ve mahremiyet gibi çok önemli konulardaki hassâsiyet, son derece azalmıştır. Çarşı ve pazarlarda, moda deyimle kaMûsâl alanlarda gencecik kızlar, dekolte kıyâfetlerle yarı giyinik halde, şehveti galeyâna getirecek bir görünümde, rahatça gezebilmekteler. Ne kadar erkeği kendine baktırıyorsa, o kadar kahraman görüyor kendini; görevini yapmış bir şeytan edâsıyla. Mantık da şeytana pabuç bıraktıracak cinsten: "Vücut benim değil mi, istediğim gibi giyinirim. Zevk ve özgürlük meselesi. Hem demokrasi var. İstemeyen bakmasın canım!"
Ayrıca, her yolu mubah sayıp ahlâksızlık meydanında at oynatan, ahlâksız kadınları ücret karşılığında satan şehvet tüccarı pezevenk ve deyyuslar veya zinâyı sanat edinip geçim vâsıtası olarak kullanan fâhişeler... Bununla birlikte, cinsel konuları işleyen ve bu konuda değişik fantezilelere yer veren kitaplar, açık-saçık resimleri neşreden gazete ve dergiler, kanalizasyon çukurundan farksız kanalların televole, yarışma, müzik-eğlence programları, şehveti gıdıklayan ve fuhşa teşvik edici mâhiyetteki dans, bale ve benzeri oyunlar... Nikâhsız beraberlikler, cinsel sapmalar, eşine ihânet etmeler ve daha neler...
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, insanın şehevî arzularını kontrol etmesi, nefsini zaptederek disiplin altına alması, gerçekten çok zorlaşmıştır. Öyle ki, önceleri bir fazilet olarak telâkki edilen iffet ve nâmus kavramı neredeyse alay konusu olmuştur. Evlilik öncesi cinsel ilişki, bazı çevrelerce normal karşılanmaktadır. Hatta bu, âdet haline getirilerek bekâretin bir kıymeti bulunmadığı bazı yazar taslakları tarafından yazılıp çizilebilmektedir. Fâhişe kadınların, travestilerin, yol kenarında para karşılığı kendilerini pazarlamaları sıkça rastlanan normal olaylar haline gelmiştir. Arap câhiliyye döneminde, belli olsun diye kapılarına bayrak asan fâhişelerin izinden giden çağdaş fâhişeler, girişlerde bekçi ve polis savunması, yani devlet himâyesi ve korumasıyla, yine kapılarında bayraklar olan kaMûsâl alanlarda sanatlarını(!) icrâ edebiliyorlar. Genelev patronları, senelerce vergi rekortmeni oluyor. "Vergilendirilmiş kazanç kutsaldır" denilerek, bu meslek de böylece kutsallaştırılmış oluyor. Sadece eski bâtıl dinlerin tarihteki unvânı değil, kutsal fâhişelik. Şirk ve haram cephesinde yeni bir şey yok; eski câhiliyye herşeyiyle modern kimlikle sanatını(!) icrâ ediyor.
Dalâlet/sapıklık ne kadar yaygın hale gelirse gelsin, müslümanı bağlayan şey “zaman ve zemin”, “düzen ve çevre” değil, Rabbinin hükümleridir, Peygamberinin tavsiyeleridir. Müslümanın ölçüsü Kur'an ve Sünnettir. Özellikle gençler, bu ölçü üzere hareket ederse, geçici zevklerin peşinden koşmak yerine, ebedî zevklerin tâlibi olursa, hayatları bir anlam kazanacaktır. Bu sâyede müslümanın iffet ve nâmusuyla, haysiyet ve şerefiyle, huzur ve saâdet içerisinde yaşaması mümkün olur.
Günümüzde müslüman gençler için en büyük tehlikelerden biri, zinâya düşme riskidir. Zira ortam buna çok müsâittir. Bu sebeple bu tehlikeden kurtulmanın en güzel yolu ve çaresi de, bu ortamları terk etmek ve zinâya götüren yollara girmemektir. Zâten Yüce Rabbimiz Kur'ân-ı Kerim'de "Zinâya yaklaşmayın. Zira o bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur" (17/İsrâ, 32) buyuruyor. Âyet, "zinâ yapmayın" demiyor da, "zinâya yaklaşmayın!" buyuruyor. Öyle ya, şartlar oluştuktan sonra, bütün yasaklar, engeller aşılıp bir kadın ve bir erkek, kimsenin olmadığı uygun bir yerde, baş başa kalınca, elbette ki, zinâdan kaçabilmek, bu azgın nefse (hevâya) söz geçirebilmek çok zor olacaktır. Herkes Yusuf (a.s.) değil ki... Nitekim Yusuf (a.s.) bile Cenâb-ı Hakk'ın yardımıyla zinâdan kurtulmuştur. Kur'an'da bu durum şöyle anlatılıyor: "Andolsun ki kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin burhânını görmeseydi o da kadına meyledecekti." (12/Yusuf, 24). İş buraya kadar geldikten, zinâya yaklaştırıcı haramlara meylettikten sonra, zinâ kaçınılmaz olur. Bu sebeple İslâm'da zinâdan önce, zinâya götüren yollar haram kılınmıştır.
"Mü'min erkeklere söyle; gözlerini (haram bakışlardan) sakınsınlar. Mü'min kadınlara da de ki; (helâl olmayan bakışlardan) gözlerini sakınsınlar. İffet ve nâmuslarını korusunlar." (24/Nûr, 30-31). İslâm, işe harama bakmayı yasaklamaktan başlıyor. Erkek olsun, kadın olsun gözleri haram bakışlardan sakındırıyor. Hiç kimse "göz benim değil mi canım!? İster bakarım, ister yumarım, kime ne?" diyemez. O gözü ve diğer organları bizlere emânet olarak veren Allah, bu emânetleri kendi arzumuz (hevâmız) doğrultusunda değil; O'nun rızâsı yönünde kullanmamızı istiyor. Haram bakışlardan sakınmak, Allah için değil; bizim için gerekli olduğundan merhametli Rabbimiz bunları bizim için yasaklamıştır. Aksi davranışların hesabını soracağını da bize bildiriyor: "Bilmediğin bir şeyin ardına düşme, çünkü kulak, göz ve kalp bunların her biri, yaptığından sorumludur." (17/İsrâ, 36)
Buhârî ve Müslim'de rivâyet edilen bir hadis-i şerifte "Gözlerin zinâsı, (harama) bakmaktır." (Buhârî, İsti’zân 12; Müslim, Kader 20) buyurulmuştur. Harama bakmak; zinâya götüren ilk adımdır. Zinâya sebebiyet verdiği için Peygamber Efendimiz (s.a.s.), bunu zinâ olarak ifâde buyurmuştur ki, bu abartılı değerlendirme ile kötülüklere giden yolun bakışlar ile adımı atılmamış olsun. Taberânî'de geçen bir hadis-i kudsîde şöyle buyurulmaktadır: "(Bakılması haram olan şeye) Bakmak, İblisin oklarından bir oktur. Kim Benim korkumdan dolayı onu terk ederse, yerine kalbinde tatlılığı duyacağı bir iman/ibâdet veririm." (İbn Kesir, Tefsîr, 3/282). Demek ki, harama bakmakla, şeytanın oklarına hedef tahtası oluyor bir insan. Havalar biraz ısınmasın, nice bayan denildiğinde boyan anlayan, sayın denilince soyun anlayan, toplumda kişiliğiyle değil de dişiliğiyle görülmek isteyen kızlar, kadınlar açık yerleri kapalı yerlerinden daha çok şekilde sokağa dökülüyorlar. Sahil kenarları ve plajların daha fecî olduğunu bilmeyen yok. Üstsüzler, altsızlar, yüzsüzler, arsızlar... Kasap vitrininde dizilen koyun ve sığır butları gibi teşhircilikler... "Bütün bunlara rağmen gözü haramdan sakındırmak mümkün mü?" diyenler olacaktır. Gerçekten zor olsa da imkânsız değildir, elbette mümkündür. Zira Rabbimiz bize imkânsız bir şeyi emretmez. O zerre kadar zulmetmez, her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar (2/Bakara, 286). Eğer İlâhî bir emri yerine getirmek ya da yasaktan kaçınmak zor ise, hiç şüphesiz kazancı da o oranda fazla olacaktır. Ümmetin fesâdı zamanında sünnete sarılana (bin) şehid sevabı verilmesi de bunu gösterir. Caddelerde yürüyüş konusunda da sünnete sarılırsak, gözü korumak çok kolaylaşacaktır. Rasûlullah, ashâbın kendisine zor yetişeceği şekilde hızlı yürürdü. Sadece yürüyeceği alana, önüne bakarak yürürdü. Yürürken kafasını herhangi bir tarafa çevirmez, bir yere bakacak olursa, tümüyle o tarafa dönerek bakardı. O her vesile ile zikreder, Allah’ı hatırından çıkarmazdı. Bu şekilde yürüyerek sünnete sarılırsak, gönlümüz Allah’ı hatırlar, dilimiz Allah’ı zikreder ve Rasûlullah gibi yürür ve gereksiz yere cadde ve sokaklarda gezmeye kalkmaz isek, sorunun çoğu hallolmuş olacaktır. İş icabı bir yere gitmeye kalktığımızda yürümek için kalabalık cadde ve pazarları değil, haramların fazla olmadığı sokakları tercih edersek işimiz kolaylaşacaktır. Bütün bunların yanında elbette ki gözümüze ve gönlümüze hâkim olmaya çalışacağız, zaman zaman haramlarla imtihan olacağız, bu imtihanlarda en az bir üniversite sınavında olanın gayretini gösterirsek başarı kendiliğinden gelecektir. Allah, kendi yolunda gayret sarfeden, haramlara karşı hevâsına karşı mücâdele edenlere yardım edecektir.
İş-güç icabı çarşıya çıktığımızda, göz istemeyerek de olsa harama takılabilir, gayr-ı ihtiyârî bir haramı görebilir. Böyle bir durum için, ansızın göze takılan bakmaktan sorulduğunda, Peygamberimiz buyurdu ki: “Gözünü derhal çevir!” (Müslim, Âdâb 45, h. no: 2159; Ebû Dâvud, Nikâh 44; Tirmizî, Edeb 29); “Bakışı bakışa ekleme. Birincisi senin için (vebal yoktur, ama) ikincisi aleyhinedir.” (Tirmizî, Edeb 28, Ebû Dâvud, Nikâh 44). Kurtubî, der ki: “Birinci bakışa mâni olmak genellikle mümkün değildir. Kişinin kendi isteğiyle olmayacağı gibi, bundan sorumlu da değildir.” Demek ki, ilk bakış gözün hakkıdır, bunda bir günah yoktur. Ama göz harama ilişir ilişmez derhal gözü ondan çevirmek gerekmektedir. “İlk bakış” demek, uzun uzun bakmak değil; ilk an demektir. Yanlışlıkla harama değer değmez gözü hemen çevirmektir. Allah’a ve âhiret gününe imanımızdan güç alarak göstereceğimiz korunma gayretiyle gözlerimize hâkim olabiliriz. Çünkü biz ihlâslı ve gayretli olursak Rabbimiz bize yardım ederek bizi güçlendirecektir. Gözden gönle yol vardır. Göz, kalbin dışa açılan penceresidir. Kedinin ciğere baktığı gibi gözü harama bakan insanın ihlâsı, takvâsı büyük çapta zarar görecektir. Göz kanalıyla gönle giren mikropların telâfisi, bu ölümcül mânevî yaraların tedâvîsi hiç de kolay olmayacaktır.
Bazıları da “güzele bakmak sevap” diyerek, utanmadan yarı çıplak bedenleri seyrediyor. Bu ifâde, haramlara bakmak için kullanılırsa, insanın imanını zedeler. Harama sevap demek insanı iman dairesinden çıkarabilir. Allah’ın yasaklayıp haram kıldığı bir şeye “güzel” ve “sevap” demek, ne çirkin bir ifâdedir! İbret almak için bir şeye bakılacaksa, gerçekten “güzel” olan, tavsiye edilen yerlere ve tavsiye edilen şekilde bakılması gerekmektedir: “(İnsanlar) Devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yeryüzünün nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?” (88/Ğâşiye, 17-20) [5]