Din, İman, Amel Ve Ahlak Kavramları Arasındaki İlişki

 

Din, iman, amel ve ahlâk kavramları arasındaki ilişkinin, genellik-özel­lik bakımından açıklamasına gelince hiç kuşku yok ki çok daha ge­nel bir an­lam taşıyan din kavramı, iman, amel ve ahlâk kurumlarının hep­sini birden kapsar. İman, amel ve ahlâk, dinin sırf insanla ilgili cephesini oluşturur. Buna göre:

Mükellef insanın, yalnızca vicdânında ve örtülü düşüncesinde Allah'a (ve Kur'ân gerçeklerine) ilişkin kabul, red veya tereddütleri akâid boyutla­rında imânın konusudur.

Amel ve ahlâk ise, mükellef insanın eyleme dönüştürdüğü her türlü düşüncesi, tutumu ve davranışlarıdır. Bunlar, akâid kuralları göz önünde bulundurularak hükme bağlansalar da İslam Fıkhı'nın konusudurlar. 

Dolayısıyla iman, amel ve ahlâk, dinin ayrı ayrı birer alt küme­sini oluştururlar ve dinin bütünlüğü içinde incelenirler.[1]

Şu varki “din” terimi bu kapsamlı bütünlüğün sadece adıdır. Dinin esas altyapısını iman oluşturur. Çünkü iman, kişinin vicdanında yerle­şirse an­cak din onun için söz konusu olabilir. Aksine insanın içinde iman oluşma­dan onun dine bağlanması, dinin emir ve yasaklarına uyması dü­şünüle­mez. Meğerki özel bir amaç uğruna dış görünüşü ile bu şekilde davranıyor olsun. Bu gibi kimselere ise İslam “münafık” damgasını vurmuştur.[2]

Amel de, dinin, mükellef insana yönelttiği emir ve yasaklara eylemsel bi­çimde uymak, emirleri hem kişisel olarak uygulamak, hem de top­lum ça­pında hayata geçirilmesi için diğer müslümanlarla işbirliği et­mek ve Kur'ân'ın evrensel mesajını tüm insanlığa ulaştırmada katkıda bulun­mak­tır. Amel kısaca dinin, “teşrîi yasalar”'ına kişinin fiilen uymasıdır.

 

Örneğin “riba” yani faiz, [3] ile muamele etmenin “haram” [4] ol­du­ğuna inanmak imânî bir konudur. Bu tür bir işlemden eylemsel ola­rak sa­kın­mak ise amelî bir konudur. Keza namazın farz olduğuna inan­mak, iman­dandır. [5] Namazı fiilen kılmak ise ameldendir. Şu halde amel, kı­saca: Emir ve ya­saklara fiilen uymaktır. İşte imanla amel ara­sındaki bağıntı bu­dur. Yukarıda da kısaca işaret edildiği gibi iman akâid ilminin, amel ise fıkıh flminin konusudur.

İman-amel ilişkisi üzerinde biraz durmakta yarar vardır. İnanmakla yapmak, hiç kuşkusuz birbiriyle sıkı ilişkili iki şeydir. Mantıksal açıdan ol­duğu kadar iman açısından da bu ilişki çok önemli­dir. O kadar ki bu ilişkiyi belirleyen Kur'ân'ın, kesin hükümlerini in­kar etmeden onları yalnızca çiğ­nemekle müslüman kişi İslam'dan kopmazken, Çiğnemese bile bu hüküm­leri inkâr etmesi halinde kâfir olur. İslam'da ister olumlu, ister olumsuz yönde olsun, inanmak ve yapmak geçerli, inanmadan yap­mak ise geçersiz­dir. Buna göre:

a) Kur'ân'ın kesin emir ve yasaklarına inanan ve bunlara uyan insan, “Adl” (yani dürüstlük) niteliğini kazanmış olan mü­mindir.

b) Kur'ân'ın kesin emir ve yasaklarına inanan, ancak bunlardan en az birini çiğneyen insan, “Fasık” (Suçlu ya da ahlâk­sız) mü­mindir.

c) Kur'ân'ın kesin emir ve yasaklarına inanmayan ve tabiatıyla bu emir ve yasaklara uyup uymamasının da artık hiç bir anlamı olmayan insan, (ileride ayrıntılı olarak açıklanacağı üzere kâ­fir, müşrik ya da mürted)'dir.

d) Kur'ân'ın kesin emir ve yasaklarını (Kur'ân'ın açıkladığı gibi de­ğil) bilakis istediği şekilde yorumlayarak inanan ve bu şekilde uygulayan insan “Zındık”'dır.

e) Kur'ân'ın kesin emir ve yasaklarına inanmadan, bunlara mak­satlı olarak uyan insan ise “münafık”'tır.

İşte bütün bu durumlar, iman-amel ilişkisinin sonuçlarıdır.

Ayrıca kişi, inanmadığı şeyleri çeşitli sebeplerle yapmak duru­munda bu­lunabilir. Bunlardan bazıları spekülatif nedenlere dayanır­ken bazıları da bir çeşit mecburiyetten doğabilir. Örneğin Kur'ân gerçek­lerine inanma­dıkları halde herhangi bir çıkar amacıyla müslüman gö­züken münafıklar buluna­bilir. Amelin geçerliliği inanmaya bağlı oldu­ğundan bu gibi insan­ların bir mümin sıfatıyla emir ve yasaklara uyma­ları, onların lehinde bir sonuç için neden oluşturmaz. Buna karşın bazı insanların, baskı kullanı­larak inançla­rından vazgeçirildikleri, ya da bazı şeylere inanmaya zorlan­dıkları bir ger­çektir. Bu durumda kalmış bir in­sanın, davranışlarının ger­çeğe uymayacağı açıktır. Dolayısıyla İslam, iş­kence altında inancından vazgeçtiğini söyleyen müslümanı (niyetini bozmadıkça) sorumlu tutmaz. [6]

Müslüman kişi, iman-amel ilişkisi açısından İslam'ın koyduğu il­ke­leri çok iyi bilmelidir. Zira bu ilişkilerden sebep bazı hükümler anında de­ğişe­bilmektedir. İşte bu hükümlerin değişmesiyle birlikte müslüman kişi, tu­tum ve ilişkilerini yeniden gözden geçirmek zo­runda kalabilir.[7]

 


 

[1] Bu metodolojik özelliğe göre iman, amel ve ahlak bölümlerinin bağımsız birer baş­lık altında değil, aslında “din” ana başlığı altında incelenmesi gerektiği yolunda yö­neltile­bilecek bir eleştiriye yanıt olmak üzere şunu kaydedebiliriz :

“Din” bu çalışmada bir ana başlık konusu değildir. Çünkü baştan beri yapılan açıkla­ma­lardan da anlaşılacağı üzere bu kavramı geniş kapsamıyla burada ele almak müm­kün de­ğildir. Dolayısıyla din kavramı bu özelliğinden soyutlanarak sadece ansiklope­dik dü­zeyde ele alınmış­tır.

[2] Bk. Nifak Kavramı

 

[3] Faiz: Kur'ân-ı Kerim'de “rıba” olarak geçer. Bir kimseye vade ile ödünç olarak ve­ri­len bir paranın, belirli bir oran üzerinden hesapla­nan hayali kazancıdır.

[4] Haram: fieriat dilinde “yasak” demektir. Bu anlam, fiilin kö­künden türetilen ve yok­sun demek olan “mahrum” veya “muharrem” sözcüklerinin verdiği ilgi sonucudur. Aynı kökten türe­yen ve saygı anlamına gelen “hurma” sözcüğü ilgisiyle de “kutsal” demektir. Ancak buradaki “hurma” kelimesi, bildiğimiz hurma ağacı ya da meyvesi değildir. Türkçeye aksan bozukluğu  nedeniyle “hürmet” diye geçen sözcüğün düzgün şeklidir.

[5] Sözkonusu her iki örnek de imanın temel erkanından olan “kitaplara iman”'ın ay­rın­tı­larındandır. Çünkü namazın farz olduğuna inanmak, bu farzı haber veren kitaba önceden inanmayı gerektirir.

[6] Nahl: 16/106

[7] Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 23-26.