Bilindiği üzere yaratıcıyı arama ve O'na inanma duygusu insanın zaten fıtratında mevcuttur. [2]
İnsanın fizik varlığının yanında son derece karmaşık bir de ruh ve moral yapısı vardır. Tam anlamıyla keşfedilmesi mümkün olmayan insanın işte bu yapısı, onu daima madde ötesi gerçeklere doğru iter. Bu muamma itiliş sebebiyledir ki insan, ilâhî bir mesaj alamadığı zaman bile kendi düşüncesinin, kendi hayallerinin, kavrayış gücünün ve sınırlı bilgilerinin ölçüleri içinde yaratıcıyı sembolize ettiğine inandığı bir şey bularak ona tapınmaya başlar. Ancak burada önemle belirtelim ki, Animizm ve Fetişizm gibi tüm ilkel şirk dinlerinin böyle bir tapınma biçimiyle başlayarak varlık gösterdiği yolundaki tezlerle buradaki açıklama arasında hiç bir ilişki yoktur. Nitekim bu tezler çürütülmüştür.
Esasen batıl dinlerin de geriye doğru en son halkaları yine herhangi bir tevhid dininden kopmuştur. Ancak zaman içinde aşırı yozlaşma ile tamamen ilkel bir kimliğe bürünmüşlerdir. Burada, çok eski çağlarda tevhidden kopmuş batıl dinler için söz konusu olan "aşırı yozlaşma" ile son çağlarda inen vahiyler üzerinde yapılmış “tahrîf” ya da çarpıtma niteliklerini birbirine karıştırmamak gerekir !
İşte batıl dinlerin esasen çıkış noktası budur. Aksine, hiç bir din, materyalist filozofların ileri sürdüğü gibi “doğa güçleri karşısında insanın ürküp korkuya, dehşete ve paniğe kapılmasının sonucu olarak ortaya çıkan” hayalî inanışlar değildir. İlkel bir hayat içinde yaşayan insan, herhangi bir ilâhî mesaja muhatap olmaması halinde (fıtratındaki yaratıcıyı arama duygusu) ile kendi kendine icat edeceği inanma biçimi elbetteki ilkel olur. Ancak bu, hiç bir zaman toplumlara mal olan bir din kurumuna dönüşmemiştir. Ruhlara, tabiat olaylarına, kahramanlara ve totemlere tapınmak şeklinde gelişmiş olan bütün batıl dinlerin de geriye doğru en son halkası yine herhangi bir tevhid dininden kopmuştur. Yani insanlık tarihinin çok eski dönemlerinde büyük ihtimalle peygamberlerin getirmiş olabileceği vahiyler üzerinde zamanla yapılan çarpıtmaların sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Nitekim Hindistan'daki Sikh Dini birçok noktalarda İslam'ı model olarak almıştır.
Bunlara Konfiçyüs Dini, Buda Dini ve Şamanlık gibi Uzakdoğu dinleriyle Sabiilik, Mecusilik, Zerdüşt Dini, Mani Dini ve Mazdek Dini gibi Mezopotamya ve Yakındoğu’da yayılan dinler örnek olarak gösterilebilir. [3]
Bâtıl dinler, insanlar tarafından konulan hayat şekilleridir. Kanun ve kuralların Allah’a dayanmadığı sistem ve nizamların tümü bu gruptandır. Puta tapıcılık, Mecusilik, Budizm gibi hayat şekilleri, eski zamanlardan beri görülen bâtıl dinlerdendir. Kapitalizm, komünizm, sosyalizm, materyalizm, faşizm, Kemalizm, laiklik gibi ideolojiler ve tüm beşeri düzenler günümüzdeki bâtıl dinlerdir.
Muharref (bozulmuş) dinleri anlatırken, vahye dayalı dinin, bir takım maddecilerin işine mani olduğu için, onların dini bozduklarını, değişikliğe uğrattıklarını görmüştük. Burada da aynı amaç söz konusudur. Uydurulan bu dinler, insanları ezip sömürmüşler, yaratılışlarının zıddına yaşamaya mecbur etmişlerdir. İnsanlık bu dinlerde, ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen, şımarıp büyüklenen ve şahsiyeti elinden alınıp köleleştirilen diye ikiye ayrılmıştır. Ama hep sömürülen, ezilen ve köleleştirilen kesim çoğunlukta olmuştur. Kısacası, bu dinler azınlıktaki grubun arzularını gerçekleştirip, onların heva ve heveslerini tatmin aracı olmuştur. (Adlarına çoğunluk ve çoğulculuk rejimleri denen demokrasi ve benzeri hayat şekillerinde de durum farklı değildir.)
İnsanlar, zulmün ve sömürünün farkına varıp patlama noktasına geldiklerinde, müstekbirler, insanlara yepyeni hayat şekilleri (dinler) sunmuşlardır. Bu tiplerin ortak vasıfları İslam’a düşmanlık olduğundan, Hak Din’i tebliğ edenleri fitneci, fesatcı, düzeni bozan, anarşistler olarak tanıtmaya çalışmışlar; kendilerini ise ıslah ediciler olarak göstermişlerdir. (Bkz. Bakara, 11-12 ve Mü’min, 26)
Geçmişte olduğu gibi zamanımızda da insanlara yeni yeni dinler (ideolojiler) ileri sürülmüş, bu dinler belirli zamanlarda insanların hayatlarına hakim olmuştur. Fakat bu dinler, kendi bağlılarını bile mutlu edemediği, özgürlük, hak ve adalet veremediği gibi; insanların çoğunluğunu şeytanın ve bir avuç azınlığın kulu, kölesi yapmıştır.
Kuvvetlinin zayıfı ezmesine, sömürmesine dayanan bu uydurma dinler bugün birer birer çökmekte, insanlık, yaratılışına uygun olan dini aramaktadır. Kapitalizme ve faşizme alternatif olarak ortaya çıkan komünizm ve sosyalizm gibi dinler (ki bunlar dinsizlik dinidir) 70 senede çökerek, kendi bağlıları tarafından tarihin çöplüğüne atılmışlardır. Bazıları, kendi elleriyle yaptıkları dinlerini yine kendi elleriyle yıkıp yeni yeni dinler edinmektedirler. Bir zamanlar elleriyle yaptıkları ve sonra taptıkları heykelleri, putları atacak çöplük arayan insanlar, kırdıkları putların yerine yenisini koymayı daha ne zamana kadar sürdürecektir?
Bir hayat şekli, bir dünya görüşü, bir yol, bir yaşam tarzı olarak ifade ettiğimiz şeyin en kısa adı “din”dir. Din kavramı, bütün bunları kuşatmaktadır. Herhangi bir toplumun, cemaatin veya bir ferdin dünya görüşü, gittiği yol ve yaşam tarzı Allah’ın hükümlerine göre belirleniyor, bu ilahi hükümlere göre şekil alıyor ise, bu toplum, bu cemaat veya bu fert İslam dini üzeredir.
İslam’ın hakim olduğu ülkede, İslam’ın sosyal ve ekonomik adaleti her şeyi kuşatır. Allah’ın razı olacağı dini, yani İslam’ı yaşayan toplumlarda, Allah’ın hükümleri karşısında herkes eşittir. Bu hükümlerden muaf tutulan, bu hükümler karşısında ayrıcalıklı veya dokunulmaz olan sınıflar yoktur.
Peki, bu eşitlikten, bu adaletten, bu hükümlerden herkes memnun mudur? Elbette ki değildir! Dinî otorite veya siyasi iktidar adına insanları ezmek, insanları sömürmek isteyen müstekbirler, bu durumdan hiç memnun olmazlar. Çünkü yürürlükte olan ilahî hükümlere göre insanları aldatmaları, insanları ezmeleri, insanları sömürmeleri mümkün değildir.
Bu durumda yapacakları iş, kendi çıkar ve menfaatlerine dokunan ilahi hükümleri te’vil veya tahrif etmek ve bununla da yetinmeyip, ilahi hükümleri rafa kaldırarak, insanların yaşam şeklini belirleyecek yeni hükümler, yeni kurallar koyup uygulamaktır.
İnsanların yaşam şeklini belirleyecek yeni hükümler, yeni kurallar koyup uygula-mak! Bu ne demektir? Bu, en açık ifadesiyle, yeni bir din ortaya koymaktır. Çünkü din gerçeği, insanların yaşam şeklini, hayat nizamını belirleyen hükümler manzumesi olduğundan; İslam’ın hükümlerini reddedip, bu ilahî hükümlere zıd hükümler koymak; İslam’ı beğenmeyip, İslam’ı reddedip, yeni bir din oluşturmaktır.
Tarihin her döneminde bunun açık örnekleriyle karşılaşıyoruz. Zaten Allah (c.c.)’ın muayyen zamanlarda peygamberler göndermesinin nedeni de, insanların hak dinden sapmaları, hak dini tahrif etmeleri, dinlerini parçalara ayırmaları ve yeni yeni dinler türetmeleridir. Yoksa onlar kendilerine gönderilen hak din üzereyken, Allah (c.c.) “biraz da bu dini yaşayın!” diyerek, farklı farklı dinler göndermiş değildir!
İşte insanların, hak dini tahrif ederek veya parçalara ayırarak ya da hayat şeklini belirleyecek hükümler, kanunlar koyarak ortaya çıkardıkları bütün bu dinler, hak olan İslam gerçeğine göre bâtıl dinlerdir. Bunların adına bilimsel çevrelerce değişik izm’ler, değişik ideolojiler denilse de, İslam’a göre bunlar birer dindir; bâtıl dindir.
Fakat ne gariptir ki, insanlara “din” denilince, her nedense sadece ahiretle ilgili meseleleri dikkate alan, metafizik konularla alakalı görüşler akla gelmektedir. Nitekim kaynağı itibarıyla semavi olan Yahudiliğe, Hıristiyanlığa veya İslam’a “din” dedikleri halde, değişik dünya görüşlerinin ve ideolojilerin de “din” olduğunu dikkatlerden kaçırmaktadırlar. İnsanlar için düşünce ve yaşantılarının temelini oluşturan her sistem, inanç veya felsefe din ismini almasa dahi, gerçekte birer dindirler. Dolayısıyla dini olmayan hiç kimse yoktur. Çünkü herkesin bir hayat tarzı vardır. Biliyoruz ki, her din bir hayat şekli, bir yaşam nizamıdır. Bu yaşam nizamının içinde ahiretle ilgili boyut olduğu gibi, dünya ile ilgili boyut da bulunmaktadır. Hatta ve hatta dünyevî boyut, pratik düzlemde uhrevî boyuttan çok daha önce gelmektedir. Çünkü uhrevî boyuta yönelmek, meselenin dünyevî boyutu çözümlendikten, daha açık bir ifadeyle kişinin ayakları dünyada yere bastıktan sonra gerçekleşmektedir.
Din kavramının dünyadaki pratiğe önem veren bu genel tanımını dikkate alarak bir değerlendirme yapacak olursak; insanların hayat şeklini belirleyen her ideoloji, her izm, her dünya görüşü veya yaşam biçimi, Kur’an-ı Kerim’e göre birer dindir. Çünkü bütün bunlar dinin yapısında yer alan konulara müdahale etmekte, bu konularda doğru veya yanlış görüşler, hükümler ileri sürmektedirler. Bu ideolojilere “din” denilebilmesi için, kaynağı itibariyle ilahî veya beşerî olma şartı yoktur. Mesela Mekke’li müşrikler kendilerini ilahî bir dine nisbet etmemelerine rağmen, Kur’an-ı Kerim onların içinde bulunduğu hayat şekline ve onların tüm yönelişlerine “din” demektedir.
“De ki, ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma da siz tapacak değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim.. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana.” (Kâfirun, 1-6)
Nitekim aynı örnek Kur’an-ı Kerim’deki Yusuf (a.s.) kıssasında da bulunmakta, Yusuf (a.s.)’ın yanında bulunduğu hükümdarın düzenine, yönetim hukukuna “din” denilmektedir.
“İşte biz Yusuf için böyle bir plan düzenledik. (Yoksa) hükümdarın dininde (hırsıza verilecek cezaya göre) kardeşini (yanında) alıkoyamazdı.” (Yusuf, 76)
Fazlalaştırabileceğimiz bu örneklerden de anlaşılacağı gibi, Kur’an-ı Kerim’e göre yegâne din İslam değildir.
“Allah katında din, hiç şüphesiz ki İslam’dır.” (Al-i İmran, 19) ayet-i kerimesini ileri sürerek “Allah katında din İslam’dır. Öyleyse İslam’dan başka bütün yönelişler, bütün hayat şekilleri, bütün ideolojiler din değildir” demek; bu ayeti, Kur’an-ı Kerim’e zıt yorumlamak demektir. Bu ayet-i kerimeden anlamamız gereken gerçek; Allah katında geçerli ve makbul olan din, Allah katında hak olan din, sadece ve sadece İslam’dır.
Kur’an-ı Kerim’de beyan edilen bu gerçek, insanların İslam’dan başka dinler üretmeleri, bu dinlere yönelmeleri realitesiyle çatışmaz. İnsanların ürettikleri, insanların ortaya koydukları hayat şekilleri birer din olduğu gibi, semavi bir dinin insanlar tarafından parçalanan, tahrif edilen bütün şekilleri de yine bir dindir. Nitekim yukarıda verdiğimiz örneklerden de anlaşılacağı gibi Rabbımızın kelamı olan Kur’an-ı Kerim’de; müşriklerin ve kâfirlerin hayat şekline, hükümdarın yönetim hukukuna, kaynağı itibariyle hak olan dinlerini tahrif eden ehl-i kitabın yaşam biçimine yine “din” denilmektedir. O halde İslam yegâne din değil; yegâne hak dindir. Kaynağı ve ilk dönemleri itibariyle hak olan Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi bütün ilahî dinlerin aslını kendi kapsamına alan ve bunun biricik ifadesi olan İslam, Allah katında ve biz mü’minler nezdinde yegâne hak dindir.
İslam’ın karşısındaki diğer dinler ise yine birer din olmalarına rağmen, en genel ifadesiyle bâtıl dinlerdir. Değişik izm’ler, değişik ideolojiler birer dindir; birer dindir ancak, hak din değillerdir. Kimilerimizin aklına şu soru gelebilir: Madem birçok ideolojiler ve birçok izm’ler birer dindir, o halde bunlara neden “din” denilmiyor da, başka başka isimlerle adlandırılıyor?
Çünkü bilindiği üzere ideolojinin manası, bir yaşam biçimini belirlemeyi amaçlayan ve kendi içinde bağlantısı olan siyasî, iktisadî, sosyal görüşler bütünlüğüdür. İdeolojiye yüklenen bu tanım, dinin tanımına paralel bir tanımdır. O halde neden bunlara “din” denilmiyor? İşte, dünya müstekbirlerinin kendi koydukları dinlere bilmem ne ideolojisi veya bilmem ne izmi demelerinin nedeni; yönettikleri halkın iki ayrı din vakıasıyla, yani din ikilemiyle karşılaşmaması içindir. Çünkü bu müstekbirler halk kitlelerinin din olgusuna karşı tutucu yaklaşımlarını bilmekteler ve halkın tepki göstereceği bir din ikilemi meydana getirmemek için, kendilerinin ürettikleri veya türettikleri dinlere, bilmem ne ideolojisi veya bilmem ne izmi gibi isimler takmaktadırlar.
Kurtuluşları ancak ve ancak İslam’da olan insanlara, İslam’ın karşıtı olarak bir dünya görüşü, bir yaşam tarzı, bir hayat şekli öngören her ideoloji, her izm, İslam’ın karşısında bâtıl bir dindir. Bu bâtıl dinlere inanmak, bu bâtıl dinlerin dünya görüşünü benimsemek ve bu bâtıl dinleri yaşamak ile, “benim dinim bu ideoloji veya bu izm’dir” demek arasında hiçbir fark yoktur.
“Kim İslam’dan başka bir din ararsa, asla ondan kabul edilmez. O, ahirette de kayba uğrayanlardandır.” (Al-i İmran, 85)
İnsanın dünyadaki tarihi, Adem (a.s.) ve Havva validemizle başlayan bir tarihtir. Adem (a.s.) ise, bildiğimiz gibi hem ilk insan ve hem de ilk peygamberdir. Tabii ki peygamberlik görevi, ailesine yönelik bir görevdir. Dolayısıyla dinler tarihinin başlangıcında hak din vardır. İnsanların yaşam biçimini açıklayan ilk din, ilk nizam; hak olan din, hak olan nizamdır. Bâtıl dinler ise sonradan ortaya çıkan dinlerdir.
Bâtıl dinlerin gerçek mimarı, hiç şüphesiz ki şeytandır. Şeytan, bâtıl dinleri ihdas etmek için kendi dostlarına vesveselerle yol gösterirken, hak dinin yapısını dikkate almıştır. Nitekim bâtıl dinleri genel olarak inceleyecek olursak, hak dinin iskeletine bâtıl ceset giydirildiğini görürüz.
Şeytan ve dostları kendi çıkarlarına uygun bâtıl dinleri ihdas ederlerken, çoğu zaman hak dinin bazı görüşlerine hiç dokunmamışlardır. Şeytan ve dostlarının çıkarlarına zararlı gözükmediği için müdahale edilmeyen bu gibi görüşler, hak dinleri tahrif edilen toplumların, kendilerini hâlâ hak dinde sanmalarına ve dolayısıyla bâtıl dinlere tepki göstermemelerine neden olmuştur. Oysa şeytan ve dostlarının müdahale etmedikleri bu gibi görüşler, hak dinin bütünlüğünde anlam ve hikmet kazanan görüşlerdir. Hak dinin bütünlüğünden koparılan bu görüşler, ne yazık ki insanları uyarıcı niteliğini yitirip, hakim otoriteler tarafından insanları uyutucu bir niteliğe dönüştürülmektedir.
Mesela küfrî otoriteler tarafından yönetilen halkında müslüman olan ülkelerde, tağutî otoritelerin namazı yasaklamamaları ve bunun da ötesinde bu yönetimlerdeki bazı Firavunların halkın karşısına namaz kılıyormuş görüntüleriyle çıkmaları, aldatılan halkın ülkeyi İslam, yöneticileri de müslüman kabul etmelerine neden olmaktadır. İşte İslam ülkelerinde müslümanları kötülüklerden uzaklaştırıcı, uyarıcı, arındırıcı ve diriltici bir niteliği olan namaz eylemi, böylesi ülkelerde kendi özünden ve anlamından uzaklaşarak halkların uyutulmasına neden olmaktadır.
Genellikle hak dinin ismini kullanarak veya hak dinle hiçbir çelişkisi yokmuş gibi empoze edilerek yürürlüğe konulan bâtıl dinler, insanların ezilmesine, insanların sömürülmesine neden olmuştur.
Ancak, insanı yaratan Allah, insanları böylesi zulümler, böylesi sömürüler içinde başıboş bırakmamıştır. Peygamberler, insanları içine düştükleri bu zilletten kurtarmak için gönderilmişlerdir. Zamanımızdaki zalimleri, zamanımızdaki bâtıl dinleri yerle bir etmek ve Allah’ın razı olacağı İslam’ı hakim kılmak için, yeni bir peygambere gerek yoktur. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) efendimizle birlikte gönderilen Rabbânî mesaj, ilk günkü tazeliği ve ilk günkü temizliği ile elimizde bulunmaktadır. İslam Dini’nin iki temel kaynağının (Kur’an ve sünnet) elimizde bulunması, bütün bâtıl dinler karşısında İslam dinini yeniden tebliğ ve yeniden ikame edebileceğimizi gösterir. [4]
[1] Batıl dinlerin bağlılarından, gerek Kur'ân-ı Kerim'de (98/6), gerekse İslam Hukuku kaynaklarında “müşrikler” diye bahsedilmektedir. Bunlar “Ehl-i kitab”'a tanınan statü dışında kalırlar. Ancak arap kökenli müşriklere karşı, İslam mezheplerinden bazılarının görüşleri daha katıdır. Fazla bilgi için İslam Hukuku kaynaklarına bakılmalıdır.
[2] Bk. Şirkin İçyüzü.
[3] Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 52-53.
[4] Ahmet Kalkan, İslam Akaidi 46-50.