Bu akımların her biri, başlangıçta -genellikle- sosyal, toplumsal ya da ekonomik sorunların çözümünü amaçlar ve bunu belli bir düşünce modeli olarak ele alır. Bazen de sırf bilimsel bir çalışma olarak başlar, ancak daha sonra kaydettiği aşamalarla siyasi ve ideolojik bir içerik kazanarak âdetâ dine birer alternatif oluştururlar ve büyük kalabalıklar tarafından tutunurlar.
İdeolojilerde ruhani bir cephe olmadığı için, belki de ideolojik teori ve düşüncelerin vicdanlarda yankı yapmadığı sanılır. Oysa bu yanlıştır. Çünkü öyle ideolojiler vardır ki konusu imânî bir içerikten çok uzak olmasına rağmen temelde “Allah'a iman” la çatışma halindedir. Örneğin Marksizm böyledir. Çünkü Marksizm'in esas iddiası, insanlık dünyasını kapitalizmin sömürüsünden kurtarmaktır. Ne var ki dinleri (yani iman kurumlarını) ya da kestirme bir ifade ile Allah'a inanmayı, idealinin önünde en büyük engel olarak görmüştür. Bu yüzden Marksistler, ideolojilerini yaymak için kapitalizmin aleyhinde ne kadar mücadele vermişlerse “Allah'a iman” ilkesine karşı da o derece sert davranmışlardır. Bu da imanla çatışma halinde olan ideolojinin, insan vicdanında aynen imanî bir etki yaptığını kanıtlamaktadır.
Nitekim insanlar canlarını dinleri uğruna nasıl tehlikeye atarlarsa gönül verdikleri ideolojileri uğrunda da aynı fedakarlığı gösterirler. Bu nedenle aynen din gibi, salt ideolojiden ibaret olan inanç ve düşüncede de maddi bir çıkar yoktur. Binaenaleyh bu özelliğiyle ideoloji, tıpkı din gibidir. Aradaki tek fark, ideolojilerde bir tapınma biçiminin ve dini (yani rûhâni ) törenlerin, ibadetlerin bulunmamasıdır. Ancak bu da genel değildir.
Örneğin pozitivizmin kurucusu Auguste Comte bütün dinleri reddettiği halde yine de pozitivizmi bir din olarak düşünmüş, hatta insanın dinsiz olamayacağını bile kabul ederek “İnsanlık Dini” adı altında bir iman kurumunun temelini atmaya dahi yeltenmiştir!
Çağımızda bu akımlardan komünizm ve sosyalizm, dünya çapında ön plana çıktı. Temelde siyasi, sosyal ve ekonomik birer dünya görüşü ve yönetim biçimi olan bu akımlara, âdetâ birer din niteliği kazandırıldığı içindir ki örneğin marksistler, kendi felsefelerine kutsal dogmalar gözüyle bakarak düşünceleri konusunda ne karşıtlarıyla tartışmaya yanaştılar, ne de canlarını bu uğurda verirken maddi bir karşılık beklediler. Ekonomik alandaki uygulamalarıyla hedeflerinin bir ütopya olduğu anlaşıldıktan sonra bile bu düşünceler birçok insanın vicdanında silinmez olarak yine de kaldı.
Şu halde esasen din olmaktan çok uzak bulunan bu ideolojiler ve dünya görüşleri her şeye rağmen geniş insan toplulukları üzerinde birer din etkisi uyandırmış, bu nedenle aynı zamanda din ve ilim otoritelerini de meşgul etmişlerdir. Bunların arasında en çok ön plana çıkmış olanlar: Rasyonalizm, Darvinizm, Pozitivizm ve Sosyalizm'dir. Bunların etkileri o kadar derin olmuştur ki özellikle pozitivizm ve sosyalizm tüm dünyada olduğu gibi İslam muhitlerinde de düşünceyi ve sosyal hayatı uzun zaman yönlendirmiştir. Elbette ki dolayısıyla İslam'ın bu düşünce kurumları hakkında herhangi bir hükmü olmalıdır.
Kelâm ve akâid ilimlerinin yeni yeni kâleme alındığı, İslam Tarihinin ilk dönemlerinde de müslümanların inancını tehdit edebilecek düşünce ve eğilimler elbette ki vardı. Örneğin eski Hint ve İran dinlerinin henüz etkisinden tamamen kurtulamamış yeni müslümanlar arasında birçok kimse bu tehlikenin kaynağını oluşturuyorlardı.
Daha sonraları da Yunan Felsefesi müslümanları meşgul etti. Ayrıca tamamen içeride ve sırf müslümanlar tarafından ortaya atılan: “Kur'ân'ın yaratık olduğu” düşüncesi, iman kurumu için başka bir tehlikenin çanını çalıyordu. İşte İslam akâidi o dönemlerde, ancak bu tehlikelere karşı bir savunma sistemi geliştirmiştir. Ne yazık ki ondan sonra asırlar boyu derin bir karanlık içinde yaşayan müslümanlar, yeni yeni ortaya çıkan saptırıcı düşünce ve felsefelere karşı hemen hiç bir fikir geliştirmemiş, bu yüzden de çeşitli bâtınî kamplar, tehlikeli ve gizli birçok ideolojik örgütler kurularak gittikçe sayı bakımından çoğalmışlardır. Özellikle son yüzyıl içinde yaygınlaşan ve milyonlarca cahil insanın İslam'dan bağının çözülmesine neden olan batı kaynaklı düşünce akımlarına karşı müslüman aydınlar âdetâ susmuş, ilmî cihad alanında varlık göstermekten aciz kalmışlardır. Bunun sonucu olarak da bu akımların tehlikesinden habersiz olan sıradan müslümanlar, onları uygarlığın birer gereği olarak benimsemekte herhangi bir engel görmemişlerdir. Bazı kimseler de din ile ideoloji arasında herhangi bir çatışma olamayacağı düşüncesinden hareketle hem bu akımlardan birine bağlanmış, hem aynı zamandan müslüman kaldıklarını, imanlarını kaybetmediklerini sanmışlardır! Dolayısıyla İslamın iman gerçekleri hakkında özellikle toplum tabanının bilgisi kıtlaştıkça bu akımlar daha fazla yayılma eğilimine girmişlerdir.
Karanlık yüzyıllardan beri İslam'ın bir mabed dini olarak gösterilmesine alışan cahil kalabalıkların son kuşakları, İslam'ın bu akımlara bakış açısı hakkında hemen hiç bir bilgiye sahip değildirler. Kimisinin, tamamen ideolojik ve siyasi bir mücadele kampanyasına dönüştüğü bu düşünce akımları hakkında İslam'ın acaba yargısı nedir? Bunu birçok kimse merak etmemiştir. Örneğin bir Darvinistin, bir pozitivistin, bir sosyalistin kestiği yenir mi? “Ben komünistim, ama aynı zamanda müslümanım.” diyen bir kimse ile (İslam'a göre) evlilik yapılabilir mi? “Ben laikim ama yine de müslümanım.” diyen bir kimsenin arkasında namaz kılınır mı ? Yani açıkçası bunlar müslüman sayılır mı, sayılmaz mı? İşte bu soruların, müslümanların geneli tarafından, cevaplarının araştırılmaması, çok önemli gerçekleri ön plana çıkarmaktadır!
Avrupa'da yaşayan müslümanlardan özellikle hıristiyan kadınlarla evlenmek üzere anlaşanlar (İslam'a göre bir zorunluluk yokken) neden bu bayanların müslüman olmasını şart koştukları halde bir Darvinistin, bir pozitivistin, bir sosyalistin cenaze namazını kılmakta hiç bir engel görmemişlerdir? Çok ilginç değil mi?! Yüzbinlerce insanın bu tutumu acaba sırf bilgisizlikle açıklanabilir mi?
Şu halde İslam'ı bilmeden “Ben müslümanım” diyenlerden çok, İslam'ı kendilerine göre tanımlayanlar, bilgilerini yeniden gözden geçirmek durumundadırlar. Bu nedenle de önce çağdaş fikir akımlarını, bu akımların Kur'an gerçeklerine göre ne olduğunu, yani küfür, şirk, nifak, zendeka ya da irtidad gibi imandan koparıcı birer neden olup olmadığını öğrenmek zorundadırlar. Aksi halde zimmetlerini İslama ve müslümanlara ibra ettiremezler.
Şimdi de bu akımları, tanımlarıyla ve amaçlarıyla inceleyelim (İslam'la çeliştikleri noktalardan sebep) İslamın bu akımlar hakkındaki yargısına bakalım. [1]