“Âhiret”, âhir kelimesinin dişil şeklidir ki, son, sonra olan demektir. Evvel (ûlâ) kelimesinin karşıtıdır. “Âhiret”, kavram olarak, öbür dünya, ölümden sonraki hayat demektir. Kur’an’da çok sık yer alan bu kavram, bazen ‘yevmü’l âhira-âhiret günü’, ‘dârü'l âhira-son yerleşim yeri’ şeklinde, ifade edilmektedir.
Dünya hayatı için ilk (ûlâ), ölümden sonraki hayat için ise “âhiret (son hayat)” denmiştir. Bu anlamda dünya, yakın ikamet yeri, “âhiret” ise son ikamet yeridir. Kur’an, âhiret kavramını sık sık dünya kelimesi ile birlikte kullanmaktadır. Her ikisi arasında sıkı bir ilişki vardır. Âhiret dünya hayatını takip eden, ama ölümsüz bir hayatın adıdır. Bir başka deyişle âhiret, dünya hayatının sonuçlarının alınacağı, dünya hayatının değerlendirileceği zamandır. Kelime anlamı yönunden, “sonradan gelen” olduğu için, insanın ölümüyle başlayan bir hayattır diyebiliriz.
Âhiret inancı sürekli bir diriliştir. Öldükten sonra dirileceğini, iyiliklerinin ve kötülüklerinin karşılığını alacağını bilen bir kimse devamlı hareket halinde olur, kendini yeniler, eksikliklerini tamamlar, dünyaya dalmakla, günaha batmakla, değersiz şeylerin peşine koşmakla öldürdüğü benliğini her gün yeniden diriltir, kalbini sonsuzluk sevdasıyla meşgul eder.
Âhiret inancı, yaratılışın, yani dünya hayatının var oluş sorusunun cevabıdır. Bir başka açıdan, bu hayatın devamıdır. Sürekli olan âhiret hayatının iyi veya kötü temelleri dünyada iken atılır. Burada yapılanlar, oradaki hayatın rengini belli edecektir. Buradaki tercih, orada hedeflediğimiz şeyin tercihidir. Geçici ve yalan zevkleri isteyenler; çok kısa, geçici ve evcilik oyununa benzeyen dünya hayatına râzı olurlar, az bir zevkle yetinirler. Bunun karşılığında ise, sonsuz mükâfatı ve saâdeti kaçırırlar, ateş azabını kendi elleriyle kazanırlar (57/Hadîd, 20; 47/Muhammed, 36; 6/En'am, 32).
Allah’a iman eden mü’min, hayatını inandığı dine göre yaşar, sonra da âhiret kurtuluşunu umit eder, Cenneti kazanacağına umut besler. O bilir ki cennet, dünyada iken takvâ üzere yaşayan ‘müttakîler’ için hazırlanmıştır (3/Âl-i İmrân, 133).
"Dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibarettir." (6/En'âm, 32; 29/Ankebût, 64; 47/Muhammed, 36; 57/Hadîd, 20). Oyuncaktan hoşlanan çocuklar mıyız, yoksa rüştümüzü isbat eden adamlar mı? Dünya oyuncağına verdiğimiz değerde saklı bunun cevabı. Oyuna dalıp çokça eğlenenler, çocuklar ve o seviyedeki çocuk akıllılardır.
Her ânımızda dünya-âhiret dengesini kurmalı, dünyayı âhiret için ve sınav bilinciyle yaşamalı, ölümü sık sık düşünüp kendimizi esas hayata hazırlamalıyız. Bu bilinçle ölüm râbıtası, bir adım daha ileri giderek şehâdet rabıtası yapmalıyız. Bu bilinç ve râbıtalar, bize sadece âhiret azığı değil; dünyada kaybettiğimiz izzeti, insanlık onurumuzu da kazandıracak ve ölüm korkusunu yenen, ölümle sevdalanan bir seviyeye çıkaracaktır. Ancak bu sayede haklarımızı söke söke almak için dileniş değil direniş gerektiğini öğrenir ve canlı şehid olarak şerefli bir hayat süreriz. Bugün Yahudi, teknik imkâna sahip milyarı aşan kimlik müslümanlarından değil; intifâda coşkusunu sürdüren çocuk yaştaki genç yiğitlerden korkmaktadır. Ölümden korkan gayr-ı müslim, en çok ölümden korkmayanlardan korkar. Müslümanın müslümanca yaşayamadığı her ortamda müslümanca ölme imkânı her an vardır.
İslâm'da dünya, âhiretin tarlasıdır. Dünya hayatını ıslah etmek, ondan her tür kötülüğü ve bozgunculuğu kaldırmak, bütün insanlar için iyilik ve adâleti gerçekleştirmek gibi işlerde sarf edilen emek ve uğraşıların hepsi, âhiret sermâyesidir. Böyle bir inançla çalışan ve Allah'ın rızâsını dileyerek gönülden bu güne inananların yeryüzünü ihmal etmeleri, azgınlıklara ve bozgunculuklara göz yumarak dünyayı terk etmeleri mümkün olabilir mi?
Bazı insanlar, -âhirete iman ettiklerini iddia etmekle beraber- kendilerini, câhilliğin ve azgınlığın akıntısına kaptırmışlarsa; bu, Allah'a ve âhiret gününe inandıkları için değil; âhirete imanlarının zayıf oluşundandır. Dünyayı, esas hayatın tarlası olarak değerlendirmek ve bu inancın gereğini yapmak, kötülüğe koşan her nefis için bir gem, günahı seven her insan için de bir engeldir.
Dünya, ne seçim ne de geçim dünyasıdır müslüman için; dünya kulluk/ibâdet dünyasıdır, imtihan dünyasıdır. Sınav esnâsında oyuna dalan, gülüp eğlenen kimsenin imtihanda başarı şansı ne kadar olabilir? Gençler, üniversite imtihanına verdikleri önemi, esas sınava, büyük imtihana verseler, Cennetin gölgesi nasıl hayata yansırmış, görürdük. Orta yaşlılar, yakın gelecekleri için hazırlayıp biriktirdiklerini, esas istikbâl için yatırıma dönüştürseler, örnek müslümanların sayısı nasıl artardı! "Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah'tan korkun. Çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır." (59/Haşr, 18)
Mücâdelenin, cihadın, şehâdetin olmadığı yerde dünya âhiret dengesi, hayatın emanet olduğu bilinci yeterince yok demektir. Ana vatanımız, baba diyarımız cennet olduğuna göre, biz memleketimizde gerekli ihtiyacımızı karşılamak için bu diyarda gurbete çıkmış durumdayız. Orada lâzım olan azığı unutup, buradaki görevimizi ihmal etmek ve buralarda oyuncaklarla oyalanmak ne kadar mantıklılıktır?
Kur’an-ı Kerim’de Âhiret: Âhiret, Kur’an-ı Kerim’de 110 yerde geçer. Kur’an’da son gün anlamında yevmü’l-âhir şeklinde, dünya ile karşılaştırmalı olarak veya yalın halde geçer. Yalın halde el-âhire şeklinde kullanıldığı yerlerde ed-dâru’l-âhire tamlaması, yani “âhiret yurdu”, “diğer ülke” anlamında olduğu veya âhiret hayatı demek olduğu kabul edilir. Bu kullanılış şekillerinden de anlaşılacağı gibi âhiret kavramı ile dünya kavramı arasında sıkı bir münasebet vardır.
Kur’an-ı Kerim’de yüzden fazla terim ve deyim kullanılarak âhiret akidesi işlenir. Âhiretle ilgili ayetler hem Mekkî, hem de Medenî surelerde sık sık tekrarlanmaktadır. Bu tekrarın, konunun önemini vurgulamak, sorumluluk duygusunu pekiştirmek, dünya ile ahiret arasındaki psikolojik mesafeyi kısaltarak mü’minin ruhunu yüceltmek ve hayatını ebedîleştirmek gibi hedeflere yönelik olduğunu söylemek mümkündür. Bir çok sûrede kâinatın, özellikle insanın yaratılışından ve hayatın akışından bahseden âyetlerle âhiret hayatını tasvir eden âyetler yan yana yer almıştır. Kur’an’ın tasvirine göre dünya hayatı bir “oyun ve eğlence” bir “süs ve öğünüş”tür; “mal, evlat ve nüfuz yarışı”dır. Netice itibariyle o geçici bir faydalanış ve aldanış vesilesidir. Asıl hayat, âhiret hayatıdır. Gerçek anlamda huzur ve sükûn sadece ölümsüz âlemdedir (bkz. 29/Ankebut, 64; 40/Mü’min, 39; 57/Hadîd, 20). Her ne kadar ölüm, geride kalanlar için acı ve hasret dolu bir olay ise de, imanlı gönüller için fânîlikten ebedîliğe geçişi sağlayan bir vasıtadır. O yüzden birçok ayette ölüm ve âhiret hayatı “buluşmak, sevdiğine kavuşmak” anlamındaki “lika (likaullah, likau’l-âhire) kelimesiyle ifade edilmiştir.
Asıl hayatın ikinci âlemde başlayacağına iman edenler, ölümün ebedî yokluk olmadığını kabul ederler. Henüz hayattayken, bu gerçek vatanın, baba yurdunun, sonsuz mutluluk hayatının özlemini duyar ve ona göre yaşarlar. Bir ömür boyu sürecek maaş karşılığında birkaç saat çalışma zahmetine kim katlanmaz? Aynen bunun gibi, âhiret hayatıyla karşılaştırıldığında çok kısa olan şu fâni dünyada, milyar dolarlara değişilmeyecek şerefli kulluk görevini terk etmek akıllılık mıdır? İnsan, çok aceleci ve unutkan. Allah da çok merhametli ve bizi uyarıyor ve bize âhireti hatırlatıyor. İstikbâl için yatırım yapmalıyız. Orada lâzım olacak azığı buradan hazırlayıp göndermeliyiz.
İnsan, teklifsiz, başı boş ve kendi keyfine bırakılmamıştır. Onun yapacağı işler ve yapmaması gerekenler, ilâhî hükümlerle bildirilmiştir. Dünyada irâdesiyle Allah'a kulluk etmesi için ona her türlü imkân sağlanmıştır. Allah'ın kendisine verdiği, maddî mânevî tüm imkânları O'nun istediği gibi kullanan kimse, dünyada ebedî hayatı kazanmış olur. Aksini yapan kişi de bu ebedî hayatın mutlu sonucunu elde edemez. Bunun içindir ki, her insanın âhiret hayatı, dünyadaki ömrüne göre değil; dünya hayatında yaptığı işlerine göre olacaktır.
Dünya, âhiretin habercisi, âhiret dünyanın izdüşümüdür. İnsan adlı bu ölümsüz yolcu, birinden diğerine intikal ederek sürdürür sonsuz yolculuğunu. Çünkü ölüm, bir başka hayatın besmelesidir. Nübüvvet, insanlığın geçmişinin; âhiret ise geleceğinin tarihidir. Kur'an da, bu tarihin akacağı yatağın ilâhî projesi. İnsan, bu projeye bakarak tarihi değiştiriyor ve tarihi tarihe bu projeyle taşıyor.
Âhiret olmasaydı, insan insan olamazdı. İnsana irâde verildiği gün âhiret de verildi. Eğer seçiminin ödül ve cezasını görmeyecekse yaratıklar arasındaki bunca ayrıcalığın gerekçesi ne ola ki? İşte bu nedenle âhiret, seçme hürriyetinin, irâde ve şuurun doğal sonucudur. İnsanın seçiminin Allah tarafından kaale alındığının, değerlendirildiğinin bir delilidir. İnsanı yaratan, onu yeryüzüne halife seçip irâde veren ve kendi ruhundan ruh üfleyen Allah'ın, en güzel kıvamda yarattığı kulunun istikbâliyle ilgilenmediğini düşünmek abes olacaktır. Boşuna mı yaratıldı şu muazzam makine ve yaratılanların en muhteşemi olan insan? Boş yere, abes bir iş olarak mı yaratıldı evren ve içindekiler? Cennet niçin yaratıldı? Cehennem lüzumsuz mu?
Âhiret, Allah'ın "vaad" ve "vaîd"inin, yani ödül ve cezasının bir gereğidir. Suyu getirenle testiyi kıranı mahluk bile bir tutmazken Hâlık'ın bir tutması O'nun mutlak adâletine nasıl sığar? Eğer "şunu yaparsan ödüllendirilir, bunu yaparsan cezalandırılırsın" deniliyorsa elbette sonuçta "iyi" olanla "kötü" olanın ayrılıp, yapana ödülü, yapmayana cezası verilecektir. Bu nedenle âhiret, adâlet-i ilâhînin kaçınılmaz sonucudur. Âhirete inanmamak adâlete inanmamak, adâleti istememek demektir.
Âhirete iman, ölüm korkusunun insanda bir kâbusa ve kronik bir illete dönüşmesini engeller. Ölümden sonra bir hayatın olduğuna inanan, kendisini koyvermez. Onun için, ölüm bir bitiş değil; bir intikaldir. Bu nedenle âhirete iman eden kâmil bir mü'min, hayatta bir kez ölür. Âhirete inanmayan kâfirse her ölümü hatırlayışta ölür. Bu nedenle âhireti inkâr edenler, mümkün olduğunca ölümü hatırlamak istemezler. Kendilerine ölümün hatırlatılmasından rahatsız olurlar ve beklenenden daha fazla tepki gösterirler. Bir de müslümanların ölümü güler yüzle karşıladıklarını, onunla sık sık selâmlaştıklarını düşünelim. İslâm medeniyetinde mezarlar şehirlerin ortasına yapılırdı. İslâm, insanların ölümü sık hatırlamaları için mezar ziyaretini Nebi'nin diliyle özendirmişti. (7)