Ölüme Hazır Olmak:

 

Allah'ın dışında tüm canlılar için ölümün kaçınılmaz bir gerçek olduğunu unutmamak ve ölüme hazırlıklı olmak her insanın gayreti ve özelliği olmalıdır. Ölümü anmak ve hazırlıklı bulunmak müslüman olarak ölmek isteyen her mü'min için gereklidir. Hz. Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Lezzetleri yok eden ölümü çok anın."[1] Başka bir hadiste, kabir içinde olanların hatırlanması istenir: "Ölümü ve öldükten sonra kemiklerin ve cesedin çürümesini hatırlayın. Âhiret hayatını isteyen dünya hayatının süsünü terk eder."[2] Ensardan bir adam Peygamberimiz’e sordu: “Mü’minlerin hangisi en akıllıdır?”  Aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm: “Ölümü en çok hatırlayan ve ölümden sonrası için en iyi hazırlığı yapanlar; İşte bunlar en akıllı kimselerdir.” Buyurdular

Kabir ziyaretinin orada yatan ölü için değil; ziyaret eden dirinin ibret alması, ölümü hatırlaması için meşrû kılındığını hatırlamakta fayda var. Tevhidi zedeleyecek davranışlardan uzak durmak şartıyla kabirleri ziyaret etmek, insana âhiret bilinci verir. İslâm’da yasak olan kabrin üzerine bina yapmak, kubbe koymak, yani türbe, kabirleri mescit veya tapınak hale getirmenin, şiddetle yasaklanmış hurâfe ve bu konudaki aşırılıkların şirk unsuru olduğu bilinmelidir. Ölümle ilgili küfür sözlerinden de cehennemden korkar gibi sakınmak gerektiğini unutmamalıyız.

Ölümle başlayan esas hayatı dünya görüşünün merkezine alamayan tek dünyalı insanın ufku, sadece bu geçici âlemle sınırlıdır. Ölümü düşünmek, hatırlamak istemez; yatırımını sadece dünyaya yapan, mutluluğu salt dünyevî ölçülere göre tanımlayan insan. Yaşayışından ölümü kovmaya çalışır; çünkü adına ölüm dedikleri şey dünyevîleşmiş insan için, gerçeği tokat vurur gibi haykıran uyarıcı bir vâiz, sorgulayıp itham edici bir yargıç ve fâni zevklerini kemiren korkunç bir canavardır. Modernleşen şehirlerde artık mezarlıklar, bu tür insanları "rahatsız" etmeyecek kadar uzak yerlere yapılır oldu. Mezarın içini cennet bahçesine çevirmeyi düşünmeyenler, mezarlarını anıt gibi süslemeyi tercih ediyor. Halbuki İslâm, kendi insanlarına ölümle dost olarak, onunla içli dışlı yaşamayı öğretmişti. Ölümün korkulup kaçılacak bir şey değil; gereğinde baş tâcı edilecek bir şey olduğuna inandırmıştı. 

“Güzel ölüm”ün şefkatli kollarından “çirkin hayat”ın merhametsiz kucağına terkedildi insanımız. Ölümün kronik korkusunu da yenemedi, hemen tüm filmlerde o işlendi, çoğu rüyaları o böldü, bunalımların kaynağının o olduğu söylendi. Ölümü unutmaya çalışmak, başka güzellikleri de unutturdu. Sadece dünyayı düşündüğü halde, ona da sahip olamadı; "hırsızı yakaladım" derken, yakasını yavuz hırsız dünyanın elinden kurtaramadı. İslâm'ın insanındaki ölüm sevgisi, yerini; dünyevîleşmiş insanda "ölüm korkusu"nun stresine terk etti. Ölümü hatırlamamak için çeşitli eğlencelere, uyutucu ve uyuşturuculara yönelen modern insan, 60-70 yaşlarında hükmü infaz edilecek olan (konforlu da olsa dünya zindanında yatan) müebbet hapisteki bir idam mahkûmu gibidir.          

Her ne kadar ölüm, geride kalanlar için acı ve hasret dolu bir olay ise de, imanlı gönüller için fânîlikten ebedîliğe geçişi sağlayan bir vâsıtadır. O yüzden birçok ayette ölüm ve ahiret hayatı “buluşmak, sevdiğine kavuşmak” anlamındaki “lika (likaullah, likau’l-âhire) kelimesiyle ifade edilmiştir. Asıl hayatın ikinci âlemde başlayacağına iman edenler, ölümün ebedî yokluk olmadığını kabul ederler. Henüz hayattayken, bu gerçek vatanın, baba yurdunun, sonsuz mutluluk hayatının özlemini duyar ve ona göre yaşarlar. Ölümün korkulmayacak, aksine can atılacak güzelliklerin anahtarı olduğuna şâhitlik eden, ölümü öldürerek ölümsüzleşen şehâdet erleri ise, şehidlerdir.

Hayata birkaç damla su ile başlayıp ölümden sonra sonsuzluğa uzanan biz insanların ölüm sonrası hakkında ciddi endişe ve gayretlerimiz yoksa; bu, hem dünyevî hayatımız, hem de uhrevî hayatımız için büyük bir tehlikedir. Bugün insanların uğraşlarına, şikâyetlerine bakınca; hemen tamamının dünyevî endişeler olduğunu görüyoruz. Çağdaş insan, kendi kapısını yüzde yüz çalacak ölüm dâvetini ve hesaba çekilmeyi düşünmeden, ot gibi yaşamayı; fıtratına, aklına, dinin diriltici çağrısına rağmen başarabilmek(!) için, kendi yaptığı putların, paranın, sporun, müziğin, sinemanın, eğlencenin, teknolojinin... kulu olmayı kabullenmiş, tersine ve olumsuz anlamda ölmeden önce ölmeyi, yani intiharı ve katliâmı ebedî hayata tercih edebilmiştir. 

Müslüman, hayata tevhid penceresinden bakmak zorundadır. Tevhid, birlemek demek olduğuna göre, laik bir anlayışla hayatı ve ölüm ötesini, dünya ile âhiret arasını ayırmak bu inanca zıt olacaktır. Âhiretten ayırdığımız dünyayı, tekrar ebedî ve gerçek hayatla birleştirmek zorundayız. Sadece ölüme kadar olan süre olarak algıladığımız istikbâl (gelecek) kavramını, ölümden sonrasını da içine alacak şekilde anlamaya ve bu anlayışı gündelik yaşayışa geçirmek, kulluk görevimizdir.                                                                        

Her şeyin bir anlamı vardır. Hayatın, ölümün, ağaçların, dağların, insanların, hayvanların... Ölümü anlamlandırdığımız zaman, her şey bir anlam kazanacaktır. Ölüm, bir yok olma değil; yeni bir hayatın başlangıcıdır. Ölümlü, fâni sıkıntılarla dolu bir diyardan, ölümün olmadığı, ebedî, mükâfatlarla dolu, zahmet ve sıkıntının bulunmadığı, sevdiğimiz her şeyin bulunduğu bir diyara yolculuktur. Onun için müslüman ölümden korkmaz; sadece ona hazır olur. Hatta, yeri geldiğinde seve seve canını verir, ahiret karşılığında dünyayı satar. "Ölüm yok olmak değil; bir diriliştir, yeni bir hayata geçiştir" cümlesinden hareketle, yaşadığımız hayatı ve varlıkları seyredelim:

Güneşin her batışı bir ölüm, her doğuşu bir diriliştir. Her gece, bir ölüm, her sabah bir dirilişi yaşar güneş altındaki bütün canlılar. Bakmasını bilenler, baktıklarında görenler için güneşin doğuş ve batışı, her an ölümün ve hayatın yaratılışını ispatlayan, âhirete imanı seslendiren bir âyettir. Mevsimler de bize ölüm ve ardından dirilişi anlatır. Her kış bir ölüm, her bahar bir diriliştir.  Kışın, nice sineklerin kaybolması bir ölüm, baharla ortaya çıkması bir diriliştir. Kışın odun haline gelen ağaç için bu bir ölüm, baharla çiçek açıp meyve vermesi bir diriliştir. Tabiat, kendi diliyle haykırır: "Ey insan! Bir gün sen de böyle ölecek ve dirileceksin!" Rabbimiz, kış ve bahar mevsimlerini yaşatırken aynı zamanda ölümleri ve dirilişleri de aylarca seyrettirir. Tohumların toprağa atılışı bir ölüm, günler sonra topraktan çıkışı bir diriliştir. Tohumun toprağın içinde yok olduğunu zannederiz; halbuki yokluk yoktur. O, toprağın altında diriliş sürecini yaşamaktadır.  Nihayet  bir  müddet  sonra,  bahar  rüzgârı  borusunu öttürecek,  tohum, kıyameti yaşayarak kıyam edecek, yeşillikler içinde yeni bir hayata kalkacaktır. İnsan da böyle bir tohum gibidir. Yaşarken bir gün toprağın altına düştüğünü görürüz. İnsanın düştüğü yer, onun kabridir. Tohum gibi o da bir gün düştüğü yerden kalkacaktır. Kıyamet günü, zaten kalkış günü demektir. (Bkz. 50/Kaf, 9-11; 30/Rûm, 19). Doğum da bir diriliştir. Doğum, ölü gibi olan bebeklerin ana rahminde dirilişe geçip dünyaya adım atmasıdır. Bakmasını ve görmesini bilenler için bir damla suyun (atılan pis suyun milyonlarca parçasından birinin) dirilişe geçmesidir. (Bkz. 2/Bakara, 28; 36/Yâsin, 77-79).

Sadece bu dünyada yaşayacağınızı düşünerek yaşarsanız ölü yaşarsınız. Ama öleceğinizi düşünerek yaşarsanız diri yaşarsınız. Çevremizdeki insanlar hep dirilişin etkisiyle, âhiret şuuruyla yaşasalar!.. Seyredin o zaman hayatın güzelliğini. İkinci asr-ı saâdet olur çağımız. İnanın, iman ettiğimiz cenneti daha burada iken yaşamaya başlarız. Fakat biz, tüm yatırımlarımızı bu dünyaya yönlendirerek yaşadığımız hayatı ve yeri sahte cennet haline getirmeye koyulunca cenneti de unuttuk.

İmam Gazali diyor ki: "Mezardakilerin pişman oldukları şeyler yüzünden dünyadakiler birbirlerini kırıp geçiriyor." Ölüm öncesindeki kavgaların ölümden sonra pişmanlık getireceğini hissederek yaşayan insan, hiç pişman olacağı şeyin kavgasını verir mi? Hırsla hayatın ve eşyaların, burada kalacak şeylerin ardına bir ömür boyu düşer mi? (Bkz. 44/Duhân, 25-28; 9/Tevbe, 38). Ölümü tefekkür ederek yaşamak, hayatta "gidici" olarak yaşama sonucunu doğurur. Böyle yaşayan insan da hesabını ve yatırımını gideceği yere göre yapar. Aksi halde, insan gideceği saate kadar kalacakmış gibi yaşar ve tercihini ona göre yapar. "Ama siz, dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır." (87/A'lâ, 16-17)                                                              

Hayatı güzelleştirmek istiyorsak, ölümü güzelleştirmek, ölümötesi güzelliklere lâyık hayat sürmek gerektiğini unutmamalıyız. Ölmeden evvel ölmeye çalışmalı, ama öldükten sonra yaşamanın sırrını bulmaya gayret etmeli. Ölümü ancak bu iki şekilde öldürebiliriz. Ölümün korkusu, ölmenin kendisinden çok daha beterdir. Ölümü bu iki şekilden biriyle öldüren "bir gün" ölür; ölümden korkup kaçmaya çalışan ise "her gün" ölür. Âhiret yanında dünya bir gün kadar kısadır. Hesaba çekilmeden önce kendimizi hesaba çekmek için geceler büyük fırsattır. Gündüzü dünya hayatının, geceyi ölümün, yatağı kabrin karşılığı kabul ederek her yatağa girdiğimizde, günlük amel defterimizin kâr ve zarar hânelerini önce kendimiz değerlendirmeli, zararımız fazla ise, onu tevbe ve gözyaşı silgisiyle silmeli ve daha hatasız ticaret için kararlar alıp eyleme geçirmeliyiz. Yeniden bir dirilişi yaşayacağımız ertesi günü, önceki günden daha güzel yapma gayreti içinde olmalıyız.

Her gün ve her gece, namaz sonlarında, işimizin arasında, her fırsatta; tefekkür edelim, özellikle ölümü, dirilişi, kıyâmeti, mahşeri, cenneti, cehennemi, günahlarımızı, Allah'ın nimetlerine teşekkürdeki kusurlarımızı derin derin düşünelim. Oralarda ölümle kolkola yaşayacağımız günleri düşünmek amacıyla, hele gece karanlığında mezarlığa gidip şu ölümcül yaşayıştan silkinip dirilelim.  Ölüm ve şehâdet râbıtası yapalım. Allah'ın dinini yaşayamıyor, müslümanca hayat süremiyorsak müslümanca ölmenin de zor olduğunun bilincine varalım. Mezarlarda ve hayalinde düşünerek canlandırdığın kabir hayatında düşün ki, bir-iki metrelik çukur, içinde birkaç kemik parçası ve mezar taşında da senin adın, evet senin adın, benim adım yazılı. Artık Rabbinle karşı karşıyasın. Büyük kıyâmetin kopmasını bekliyordun veya beklemiyordun. Ama öldün, yani senin kıyâmetin koptu. İşte bu kıyâmete hazırlandın mı? Yaptın mı yapacaklarını? Sakındın mı yapmaman gerekenlerden? Hazır mısın ölüme? Borçların-harçların, ümitlerin, beklentilerin, yatırımların... neresi için? Ölüm... Ne zaman? Evet ey insan! Tohumun toprağın üstüne yeni bir hayatla çıktığı gibi bir gün kabrinden çıkartılacağını, Rabbinin huzuruna gidip yaptıklarının ve yapmadıklarının hesabını vereceğini düşün ve hayatını ona göre düzenle. Çünkü, ölüm bir yok oluş değil; diriliştir. Ölüm uzakta değil; çok yakınımızdadır. “Ölümse / Gel dese / Tak tak tak / Mu-hak-kak.”[3]

Ölüm! Güzel gerçeğimiz bizim! Ölüm! Allah’ın bir “hikmet”i, bir “tecellî”si! Hikmetinden sual olunmadığı gibi, ne zaman tecellî edeceği de bilinmez. “Ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm / Ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm?!” Ölümsüzlüğü tatmak! İşte ölümün dehşetini etkisiz kılan iksir! Ölümünü düğün ve bayram ilân eden, o heyecanla ölüm adlı sevgiliyi bekleyen canlı şehidlerin mesajı!  “O mübârek, aziz şehitler ki / Hepsi seçmişler en güzel ölümü! / Allah için, din için, şehitlik için / Döğüşüp müslümanca ölmüşler! /Törensiz ölmüşler / Kefensiz ölmüşler / İsimsiz ölmüşler / Ruh olup hep, cisimsiz ölmüşler / Bürünüp sade bir şehid adına / Öyle çıkmışlar, alnı pak, yüzü ak / Allah’ın katına!”

Mezar, zıtların kenetlendiği noktadır. Yokta varlığa yol veren geçittir. Hayat ve ölümün, varlık ve yokluğun, bu dünya ve öte dünyanın buluştuğu çizgidir. Mezar, yok olunduğu sanılan bir noktada gerçek varlığın bulunduğu bir “geçit” oluverir. Ölümsüz hayata geçmek için ölüm tek geçit! Dünya yalan, ölüm yalansız! İnsan, bu gerçeği bilir; bilir bilmesine ama, bilmez gibi yaşar.

Ölümden korkmak, her gün binlerce kez ölmek demek. Ölümden korkmak, hayatı bu maddî dünyadan ibaret sananların çıkmazıdır. Ölümden korkmak, öte dünyaya imanın zayıflığının göstergesi. Ölümden korkmak, ölümü yok etmez, ertelemez, hafifletmez, “korkunun ecele faydası yoktur.” 

Dünya bir han; konan göçer. Can ise, tıpkı bir kafesteki kuştur; o da zamanı, vakti geldimi durmaz, uçar. Ölüm, öyle bir yoldur ki, bir kez ve tek başına yürünür. Tekrarı yoktur; dönüşü yoktur; tek yönlü bir yoldur; mecburî istikamettir. Ölüm âdildir; ölüm herkes içindir; fakiri-zengini, beyazı-zenciyi, kadını-erkeği, genci-yaşlıyı ayırmaz.

Ölüm, insan için güzel bir son ve aynı zamanda güzel bir başlangıç demek! Bir hayata “vedâ” deyip, öte hayata “merhaba” demek! Onun için güzel bir olay! Ölüm, dünya hayatının muhtaç olduğu bir ihtiyaçtır. Yeri göğü titretse de, varlığı dengede tutmaktadır ölüm. Ölüm, hayatın, varlığın, yaratılmışlığın dengesi ve güzelliği için vardır. Hayat, sınanma için verildiği gibi ölüm de aynı amaç için yaratılmıştır (67/Mülk, 2). İnsana düşen; ölüm korkusunu öldürmek, ölümün bir denge ve güzellik olduğuna inanmak ve hayat sınavında başarılı olmaktır.[4]

Beşerî bilim, insanın dünyaya nasıl geldiğini anlatsa bile niçin geldiğini bildiremez. Bu dünyaya her gelenin öleceğini bildirir, fakat nereye gideceğini kestiremez. Bilim, olayın şeklinden bahseder, felsefe ise, sebebini açıklamaya çalışır. Ancak felsefenin de sınırı akıldır. Aklın bulamayacağı konular, felsefenin de dışında kalır. O zaman söz “din”in olur/olmalıdır. Yüce Yaratıcımız, insan aklının idrakten âciz kaldığı hakikatleri, Peygamberleri vasıtasıyla öğretmiştir. Beşerî bilimin dışında kalan, onun sınırına girmeyen, felsefeyi âciz bırakan konular, sadece dinin alanı içine girer. Ve ancak bu sahada çözülebilir. Alex Carrel: “Ölümün esrârı karşısında insanın duyduğu endişeye imanın verdiği cevap, bilimin verdiği cevapla kıyaslanmayacak kadar tatminkârdır” diyor.    

Nereden gelip nereye gittiğimizi, bizi nasıl bir geleceğin beklediğini ve ölümün anlamını ancak vahiy aydınlatabilir. Vahyi kabul etmeyen insan, tatminsizlik ve huzursuzluğu bu konudada da derinden yaşayacak, bu soruların ve ölümün her insan için ayrı mânâsı veya anlamsızlığı olacaktır. Çünkü ölüm, hayata göre, hayatın mânâsı da onu yaşayan kişilere göre değişmekte ve sahip olduğu inanç, insanı şekillendirmektedir. Ama ortak olan bir şey vardır. O da, bu sorulara sadece bilim veya kuru bir akılla cevap verilemeyeceği gerçeğidir.

İnsanın yeri ve konumu gerçekten çok yüksektir. Çünkü şu koca dünya, ona bir ev, hayvanlar ona bir hizmetçi, güneş onun ısınması için bir soba, ay ise aydınlanması için ona bir lâmba olarak yaratılmıştır. Bu yüzden insanın görevi de büyüktür. Vazifesi, kendini yaratanı tanıyıp O’nun emir ve izni dahilinde hareket etmesi şeklinde tarif edilebilir. Yine de imtihan dünyasında yaşadığımızı ve dileyenin istediği yolu seçmekte serbest olduğunu da unutmamalıyız. Ancak, cansız ve şuursuz cisimlerin bir zerresi bile kaybolmaz iken ve dağılan yıldızların atomlarından yeniden bir başka yıldız yaratılırken, insanın ölümden sonra bir avuç toprak olacağını düşünmek, insafsızlık olsa gerek. O halde insan toprağa girip ebediyyen yatamaz ve saklanamaz. Sahip olduğu nimetlerden hesaba çekilecek, mükâfat ve ceza için âhiret konakları olan Cennet ve Cehenneme gönderilecektir.

Dünya Sağlık Örgütü’nün istatistiklerine göre, her günde ortalama 300.000 kişi ölmekte. Evet, her yaşta ölenlerin toplamı bu...  Bu sayının içinde nice ölmeyeceğini sananlar veya ölümü bekleyenler, beklemeyenler, veya başkasına “vah vah”, kendisine ise “Allah gecinden versin” diyenler de mevcut. Ama hepsi yolcu. Bunlar arasında ölümü unutanlar yok muydu dersiniz? Ama ölümün onları unutmadığı bir gerçek. Evet ölüm, hiç umulmadık bir anda kapımızı çalıyor. Ya bir kalbi sıkıyor, ya bir damarı tıkıyor. Ya da yeni elbisesini giyerken bir ayna karşısında veya otomobilini sürerken yakalıyor unutkan ve gâfil insanı. Kısacası, âhirete giden yollar o kadar çok ki, saymakla bitmez, neticede hepsi oraya çıkar. “Ölüm gelmiş cihâne, baş ağrısı bahâne!”  Mezarın yeri ve dış konforu nerede ve nasıl olursa olsun, âhiret, her yerden aynı uzaklıkta. Önümüzdeki günlerde de yine yüz binlerce insan ölecek, bir yandan da ölüm meleği vazifesi gereği can almaya devam edecek. Ömrümüzün uzatılması için yapılan çalışmalar da devam edecek. Geçen günler de gösteriyor ki, hayat var olduğu müddetçe, dünya hayatı açısından ölümün sonu gelmeyecek ve ölüm öldürülemeyecek. 

Ölümü unutmak, ondan kaçmak çare değil. En yakın ve candan bir dostumuzun cenazesinden bile yeterli ibret alamaz olmuşuz. Ne kazmayı sallayan, ne tabutu taşıyan ve ne de ölüyü yıkayan haberdar değil yaptığından. Hareketlerimiz hep ezberden, mekanik bir şekilden ibaret. Eskiler ölümü o kadar uzakta tutmamış ve günlük yaşamlarından kapı dışarı etmemişlerdi. Doğrusu pek de bir şey kaybetmemişler, bilâkis kazanmışlardı. Çünkü zaman ve mekân tanımayan o dâvetsiz misafire karşı biraz olsun hazır bulunmakla, ona ansızın yakalanmaktan kurtulmuşlardı.

Yahya Kemal’e İstanbul’un nüfusu sorulduğu zaman 50 milyon demiş, bunu abartı gibi görenlere de; “ne yapalım, biz ölülerle dirilerimizi birbirinden ayrı düşünmüyoruz” cevabını vermişti. Aslında, bu bir şahsın değil; uzun bir devrin ve köklü bir düşüncenin eseriydi. Eski semtler, ölümle hayatı hâlâ beraber yaşıyor. İşte İstanbul’un Eyüp Sultan, Üsküdar, Karacaahmet ve Topkapı kabristanları ve diğerleri. Ölümle hayat iç içe. Ölmeden önce hayatımızın kıymetini bildiren birer ibret taşları, yoldaki işaretler olmuş kabirler.

 

Câmiler, minareler, kabristanlar, mezar taşları iki dünyayı ayıranın bir ses değil; bir nefes olduğunu haykırıyorlar. Bırakın ölüleri, yaşayanların bile dirilip döndüğü bir Eyüp kabristanı ile çevresini, bir de şimdiki mezarsız ve ezansız semtleri düşünün. Ölüm gerçeği konusunda ne değişti sanki? Ama, ölümü algılayış ve hatırlayış hususunda insanımız, yarına hazırlığı defterinden silgi izleri sırıtacak şekilde sildi veya defterini karaladı. Ölümü hatırlamayı modern çağın yüz karasıymış gibi düşünenler, kimseyi değil; sadece kendilerini aldatmışlardı. Belki asrımızda çok şey değişmiş olabilir, ama ölüm gerçeği değişmemiştir. Tam aksine, kazalar ve hastalıklar sayesinde âni göçüşler, hızlı yaşamaya ayak uydurarak sayı ve sürat kazanmıştır.

Bırakalım artık yarınların hayaliyle oyalanmayı. Bu gün için elde olan ne? Yolculuğa hazır mıyız? Yanımızda götürebileceğimiz ne var? Asıl önemli olan bu. Dünyaya bir daha gelip de eksik ve hatalarımızı telâfi etme şansımız olmadığına göre, yaşadığımız günün her ânını değerlendirmeli ve “gün bu gündür!” diyerek, ebedî saâdeti kazanmaya çalışmalıyız.[5]


 

[1] Tirmizî, Zühd 4, Kıyâme 26; Nesâî, Cenâiz 3; İbn Mâce, Zühd 31

[2] Tirmizî, Kıyâme 24; Ahmed bin Hanbel, I/387

[3] Ahmed Kalkan, Vuslat, Sayı 14,  Ağustos 2002

[4] Hasan Ali Kasır, Ölüm Şiirleri, s. 21 vd.

[5] Selim Gündüzalp,  a.g.e. s. 23 vd.