Ensâr, lügat itibarıyla "yardımcılar" demektir. Mekke'den Medine'ye hicrette, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e ve muhâcirlere kucak açıp tüm imkânlarıyla yardım eden Medine'li müslümanlar... Istılâhî/terim anlamı bu olsa da, çok daha geniş bir muhtevâ içerdiğini görüyoruz. Ensârı, saâdet asrı ile sınırlamak meseleyi daraltmak olur. Bu kavramın anlam zenginliğini şu âyette görmek mümkün: "Ey iman edenler, siz Allah'ın ensârı (yardımcıları) olun. Nitekim Meryem oğlu İsa havârîlere: 'Allah'a giden yolda benim ensârım (yardımcılarım) kimlerdir?' deyince, havârîler demişlerdi ki: 'Biziz ensârullah (Allah'ın -dininin/yolunun- yardımcıları)' İsrâiloğullarının birtakımı böylece iman etmiş, birtakımı da küfre girmişti. Nihâyet Biz o iman edenleri, düşmanlarına karşı destekledik de böylece üstün geldiler." (61/Saff, 14)
İşte tüm mü'minlere ensâr olmaları için çağrı. Hem de Allah'ın yardımcıları şeklinde bir ifâde tarzı... Âciz kulların Samed olan Allah'a yardımı... Anlamakta zorlandığımız incelik... Kulun Allah'a yardımcı olduğu mevkîden daha yüce makam olabilir mi? Nimetleri içinde bundan daha büyük ikram, izzetler içinde bundan daha ileri şeref düşünülebilir mi? Allah'ın bu sıfatlarla tavsîfi; yani "Allah'ın yardımcıları"; en güzel takdir ve taltif... Yardımdan ve yardımcıdan münezzeh olan şânı yüce Allah, oldukça nâzik ve nezih bir çağrı ile teşvik ve tebcil ediyor. O, bizim yardımımıza değil; biz O'na yardımcı olmaya muhtacız. Nusret-i İlâhî ve Rahmet-i Rabbânî ile temasa geçmenin formülü de budur: "Ey iman edenler! Eğer siz Allah'a yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz." (47/Muhammed, 7)
Kulluk bilinci ile İslâmî sorumlulukları kuşanmaya bundan daha mükemmel bir teşvik tarzı mümkün mü? Ne güzel isim: Ensârullah/Allah'ın yardımcıları.!.. Allah'ın yardımıyla buluşmanın ve Ona kavuşmanın yolu... Yarsız ve yardımcısız kalmamanın garantisi, yardım üzere olmak. Allah'ın dâvâsını sahiplenmek. Allah'tan bize sunulanı O'nun yolundan esirgememek. Ayaklarımızın sâbit olması, direniş ruhunun tazelenmesi, çözülmenin ve dökülmenin önlenmesi, ancak "yardım ediyor olmak" ile mümkündür. Yaradan'ın yardımına müstehak olmanın mutlak güvencesi, ensâr olabilmek. O'nun yardımını beklemeden mevcut imkânları O'nun için tahsis edebilmek... "O verirse veririm" değil; vermiş olduklarını elden çıkarabilme gücünü kendinde bulmak... Tercihini, yardım beklemekten önce, yardım etmekten yana yapanlara yönelik diğer bir uyarı şu ifâdelerde kendini gösteriyor: Nitekim Meryem oğlu İsa havârîlere: 'Allah'a giden yolda benim ensârım (yardımcılarım) kimlerdir?' dedi..." (61/Saff, 14)
Hz. İsa gibi bir peygamberden böylesi bir soru ve talebin sâdır olması ne demek oluyor? Bir peygamber buna ne diye ihtiyaç duysun? Vahiyle desteklenen, Allah'ın koruması altında bulunan Hz. İsa (a.s.)'nın dudaklarında "men ensârî? / ensârım, yardımcılarım kim?" sorusunu terennüm etmesindeki hikmet ne olabilir? Bu yolda, bu dâvâda "Ben yalnız yaparım, mücâdelemi tek başıma verebilirim" anlayışı esas alınmıyor. Müşterek sorumluluğa çağrı ve vurgu önceleniyor, onun şahsında cemaat ruhu ve şuuru tescilleniyor. "Birlikte yola çıkabileceğim kim var?" Bir yapılanma vurgusu, örgütlenme teması... Allah'a giden yolda bireyselliği aşmak... Kollektif ruhun bireyleri kuşatması... İlâhî irâdenin murâdı, ferdî irâdenin cemaat irâdesi ile bütünleşmesi. Ve maksat hâsıl oluyor: "...Havârîler demişlerdi ki: 'Biziz ensârullah (Allah'ın -dininin/yolunun- yardımcıları)..."
Tek tek, fert fert değil; birlikte, müştereken ensârullahız. Ben değil, biz. Tekil değil, çoğul zamiri. Ayrıca şu soruya da cevap bulmak gerekiyor: Hz. İsa'nın "Allah'a giden yolda benim ensârım kim?" sorusunu ve çağrısını onun yaşadığı zaman dilimi ile sınırlamak mümkün müdür? Yalnız o döneme ve o topluma münhasır bir olay mıdır? "Men ensârî?" sorusunun, bu gün için, bizler için geçerliliği yoktur diyebilir miyiz? İşte meselenin can alıcı noktası; bulunduğumuz konumda, şartlarımız ne olursa olsun; "Biziz ensârullah" diyebilmek... Çağın ve hayatın gürültüsü içinde, "kim ensâr olacak?" çağrısını duyabilmek ve duyurabilmek... Güncelliğini ve geçerliliğini kaybetmeyen hayatî soru... "Ey iman edenler!..." (47/Muhammed, 7) tarzında gelen hitap da zâten tüm zamanların mü'minlerini kuşattığının isbâtıdır.
Geriye şu soru kalıyor: "Nasıl bir ensâr? Bu oluşumun vasıfları nedir? Hangi meziyetler ile donanmışlardır?" İşte bize öncelik ve önderlik edecek ensâr... İşte Allah'ın râzı olduğu ensâr. Yeryüzü ışıkları. Karanlıkla kavgalı, aydınlık müjdecileri. Zulmün ve zulmetin hasmı, direniş ve diriliş erleri. Ensâr olmanın gereğini şöyle isbatlama yoluna gitmişlerdi: Akabe günü Rasûlullah'tan gelen en ağır şartları tevekkülle karşıladılar. Yesrib'lileri temsîlen Esad bin Zürâre: "... Bütün bunları dillerimizle, gönüllerimizle, güçlerimizle, getirdiğine iman ederek, kalplerimize yerleşen bilgiyi tasdik ederek 'evet' dedik. Hepsi için sana biat ediyoruz. Rabbimiz ve sana biat ediyoruz. Allah'ın kudreti hepimizin kudretinin üzerindedir. Kanlarımız senin kanını, vücudumuz senin vücudunu koruma yolunda fedâ olsun. Öz canlarımızı, çocuklarımızı ve kadınlarımızı koruduğumuzdan daha fazla seni koruyacağız. Bunları ancak Allah için yapacağız. Ey Allah'ın Rasûlü, sözümüz sözdür..."
Ensâr olmanın ifâdesi olan bu sözleşme, zorlu bir sınava dönüştü. Karşılığı cennet olan alış-verişte ahde vefâ bozulmadı. Biatın bedelini ödemekten kaçınılmadı. Bedir savaşında kendini gösterdi. Savaş öncesi değerlendirmede ensârın görüşü şu ifâdelerle tarihe geçiyordu: "Yâ Rasûlallah! Eğer savaşmamızı istersen biz sana İsrâiloğullarının Mûsâ (a.s.)'ya dedikleri gibi 'Sen ve Rabbin gidin savaşın. Biz burada oturacağız' demeyiz. Bizi Berku'l-Ğamad'a sevketmiş olsan bile senin peşinden gideriz. Bize, denize dalmamızı emretmiş olsan, tereddütsüz dalarız..." (Ahmed bin Hanbel, Müsned)
İslâm Devletinin hangi ruhla teşekkül ettiğini görüyoruz. Gözünü ve gönlünü dünyaya değil; dünyanın ötesine çevirmiş bir ensâr... Muhâcirlerden Abdurrahman bin Avf'la kardeş ilân edilen Sa'd bin Rebî, 20. asrın mantığının kavramakta âciz kalacağı bir teklifle kardeşi Abdurrahman'a yöneliyor: "Kardeşim, ben Medine'nin en zenginiyim. Bak, malımın yarısını sen al. İki karım var. Bak, hangisi hoşuna gidiyorsa, boşayayım, onunla evlen." (Ahmed bin Hanbel, Müsned)
"Ensâr nasıl olunur?" Konusuyla ilgili dersi almaya çalıştığımız ensâr... Nefsî/hevâî tutkuların aşıldığı, kardeşlik ruhunun arındırdığı bir dünya... Temiz gönüller, tertemiz bir toplum. Allah'ın tanıtımı şöyle: "Daha önceden (Medine'yi) yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler (ensâr), kendilerine hicret edip gelenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendilerinde fakr u ihtiyaç olsa bile, (onları) kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar, kurtuluşa erenlerdir." (59/Haşr, 9)
Ebû Hüreyre'den gelen şu rivâyet konuyu daha da anlaşılır kılıyor: "Rasûlullah'a açlıktan bîtap düşmüş birisi gelerek yardım istedi. Rasûlullah, "Şu açı kim yemeğine ortak eder, ya da misafir eder?" dedi. Ensardan birisi kalkarak o kişiyi evine götürdü. Halbuki evinde çocuklarının yiyeceğinden başka bir şey yoktu. Yine de aç kalmış sahâbîyi doyurdu ve karısı ile kendisi aç sabahladılar" (Buhârî). Yukarıdaki âyetin nüzûlünde bunu görüyoruz.
Böylece "nasıl bir ensâr?" sorumuz cevap buluyor. "Ey iman edenler! Allah'ın ensârı olun!..." (61/Saff, 14) âyetinin sırrını çözmeye başlıyoruz. Hz. Peygamber'in Huneyn sonrası, Kureyş'ten bazılarına kalplerini İslâm'a ısındırmak için ganîmetlerden fazlaca ihsanda bulunması, bazı ensâr gençlerinin sızlanmasına neden olmuştu. Hz. Peygamber onları topladı, yaptığı konuşmada: "Ey ensâr! İnsanların dünya nimetlerine, sizinse Allah'ın Rasûlüne sahip olmanız, O'nu yurdunuza götürmeniz sizi memnun etmiyor mu?" Ensâr gözyaşları dökerek: "Rab olarak Allah'tan, pay olarak Rasûlullah'tan râzıyız" dediler (Buhârî).
İşte ensârullah olma kararlılığını taşıyanlara hareket noktası. Saâdet asrından asrımıza yürüyen ensâr bilinci... Ve şimdi bizler "ensârsız" bir dünyanın garipliğini yaşıyoruz. Çileli ümmet ve çaresiz beşeriyet, ensârını hasretle bekliyor... Akîdesinden aldığı güçle Akabe'sinde Medine'sini projelendirecek ensâr.. Sa'd bin Rebî'nin mantığını ve ufkunu yakalamaya namzet ensâr.. Evet, ensâr arayışı, ensâr beklentisi, "men ensârî?" sorusu... İman edenlerin gündemini ve görevini belirleyen soru: "Kim ensâr olacak?"
Mazlum Filistin, mahzun Kudüs... Lânetli yahûdinin iğrenç hesapları, kazılan tünel, toprağa gömülmek istenen Mescid-i Aksâ... Yani onurumuz, özgürlüğümüz... Mescid-i Aksâ'dan yükselen çığlık; "men ensârî? Yok mu ensârım? Kim yardım edecek? Sahipsiz miyim?" Bu çığlıktır ki, Selâhaddin Eyyûbî'ye "Mescid-i Aksâ ağlarken ben gülemem!" dedirtmişti. Şimdi bu sorular bizim tarafımızdan cevap bulabilecek mi? Yoksa Abdulmuttalib'in tutumuna mı özeneceğiz? Ebrehe'lerin işgâline getireceğimiz yorum şöyle mi olacak?: Kâbe'nin Rabbi var, ona sahiplik edecek, O koruyacak. Mescid-i Aksânın sahibi Allah'tır. Biz davar sürülerimizin, sermayemizin sahibiyiz." Sonuçta sürü ile bütünleşmek, sürü ile sürünmek ve sürüleşmek... Sorumluluğu Ebâbil kuşlarına bırakmak... Yüksek tepelerden gelişmeleri seyretmek... Dün Mekke'nin tepelerinden bu gün ekranlardan Ebrehe'lerin ve Ashâb-ı Uhdud'ların dikkatli ve meraklı izleyicileri olmak başarısı(!) bize âit... Ebâbil'i beklemek... Beklerken olup bitenleri görmek... Bugün, sanki gökyüzünde uçan Ebâbil kuşları Kudüs'e indi, Filistin'li çocuklar Ebâbil kesildi. Taşlarını atmaya durdular. Filistinlinin avucundaki taş, Mescid-i Aksâ sevgisine attığı taş, Ebâbil'in taşına ne kadar da benziyor... Nasıl da isâbet ediyor. Kararlı, korkusuz bir atış... Bize düşen, bizden istenen atmaktır...
"Attığın zaman sen atmadı, fakat Allah attı. Bunu, mü'minleri güzel bir imtihan ile denemek için yaptı..." (8/Enfâl, 17). Bedir'de Rasûlullah'ın müşrik hedefe attığı çakıl taşları ve işi neticelendiren Yüce Allah. Atışın öldürücü bir darbeye dönüşmesi için, tam bir sadâkatle Allah'a yönelip elin taşa uzanması ve eylemin gerçekleşmesi şart... Düşman büyük, taş küçük, hiç önemli değil... Unutmayalım: Allahu Ekber... Duâya duran eller... Yardım talep eden diller... Önce fonksiyonel el, aksiyoner el olmak zorunda. Eller devreye girmeden yalnızca dil ile: Ebû Lehebin ellerinin kuruması bekleme hakkımız kalmıyor. Bu şerefi Rabbimiz bize teklif ediyor: "Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezâlandırsın, onları rezil etsin ve size de yardım etsin, mü'min toplumun kalplerini ferahlatsın." (9/Tevbe, 14)
Allah'ın bize belirlediği hedef ve şeref bu iken, kendi cephemizde durum nedir? Gâyemiz, gayretimiz neye yönelik? Ne anlam ifâde etmekte, neyi temsil etmekteyiz? Yapageldiğimiz askerlik nasıl bir ensâra çağrışım yapmaktadır dersiniz? Ödeyegeldiğimiz vergiler ne tür bir yardımcı konumuna itmekte bizleri? Tüketim standartlarımız, hangi güçlerin hizmetinde olduğumuzu ispatlar mâhiyette değil mi? Mesâimizi, bağlantımız, beklentimiz, yani kendi gerçeğimiz, gerçekten ensâr olup olmadığımıza ışık tutmuyor mu? Akîdenin onaylamadığı bir hayatın yükü altında ezilmişliğin hâlet-i rûhiyesi ile ensâr olma keyfiyetini ne nisbette yakalayabileceğiz?
Biz böylesi bir çelişkinin sıkıntısını taşırken, Kur'an'ın: "Ey iman edenler! Allah'ın ensârı olun..." (61/Saff, 14) uyarısı ile ürperiyoruz. Çepeçevre bizi kuşatan sorumluluklarla irkiliyoruz. Ensârını bekleyen nasırlı eller, varoşlardaki sefiller... Gecekondu enkazına tutunmuş ıslak gözlü yurtsuzlar... Yoksulluktan bîtap, ilâçtan mahrum, reçetesine baka kalan bîçâreler... Morgda cenâzesi rehin, ölü benizli diriler. Üniversite kapılarında mazlum, başörtüsünü gözyaşı mendili yapmış sahipsizler... Çadır kentlerde istiflenmiş insan yığınları... Vücudun yüksek ateşiyle kışın şiddetine direnen yakıtsız ve yardımsız nesiller... İki ateş arasında seslerini ancak Rablerine duyurabilen acılılar... Tehcir, tahkir, tâciz, talan kapanında kalan kitleler...
Çileli, mahzun, mahrum, ürkek ve titrek sesleriyle dilekçelerini Allah'a arz ile "metâ nasrullah; Allah'ın yardımı ne zaman?" , "men ensârî; kim yardımcı?", "Rabbimiz! Katından bize bir sahip, tarafından bize bir yardımcı gönder" diyen mustaz'aflar, çocuklar ve kadınlar... Ensârullahı bekleye dursunlar! Ya ensârullah kimi bekler? Umutları kimin için? Kızılay mı, Kızılhaç mı? Birleşmiş Milletler mi? Uluslar Arası Af Örgütü mü? İnsanımızın acısını ve yardım talebini onlara mı ihâle ettik yoksa? "Demokratikleşme paketi", "özgürlük vaatleri", "insan hakları taahhütleri", "politik teminatlar", resmî güvenceler", "temiz eller", "temiz toplum", pembe toplumlar... Yardım beklentileri bu eksende mi gerçekleşecek?
Kafelerde şaşkın gençliğin, iğrenç görüntüsü aldatmasın bizi... Zevk u sefâ çığlıklarında, "kim yardım edecek bize?" sorusunun saklı olabileceğini anlamaya çalışalım... Uyuşturucu mafyasının materyali nesillerin, derinden "men ensârî?" sorusunu seslendirmekte olduğuna şâhit olabiliriz. Stadyumlardaki coşku bir huzur ve tatminin değil; bir isyanın ve intikamın ifadesi olsa gerek... Tüm bunlar ensârsızlığın bedeli olarak ele alınamaz mı?
Her yönden ve her kesimden; "metâ nasrullah?", "men ensârî?" soruları kuşatmış dünyamızı ve gündemimize oturmuş durumda... Ya bu sorular cevapsız kalırsa, cevaplar ya âhirete ertelenirse, nasıl altından kalkarız? Sorularımızın çözümü bu sorulara cevap vermemizdedir. Güvenimizi ve gücümüzü yenileyerek: "BİZİZ ENSÂRULLAH!" diyebilmeliyiz artık. "Biliniz ki, gerçekten Allah'ın yardımı yakındır." (2/Bakara, 214) . İşte o yardım biziz. Çünkü bizler ensârullahız. Tam o sırada demezler mi? Buyrun ispatlayın!... (2)