Allah’ın Kullarına Sabrettiğini Gösteren Bazı Görüntüler
“Hiç şüphesiz Allah, gökleri ve yeri yok olmasınlar diye (her an kudreti altında) tutmaktadır. Andolsun, eğer onlar zeval bulacak olsa, kendisinden sonra artık onları kimse tutamaz. Şüphesiz O, Halîm olandır, bağışlayandır.”[1]
“Eğer Allah, kazanmakta oldukları dolayısıyla insanları (azap ile) yakalayıverecek olsaydı, (yerin) sırtı üzerinde hiç bir canlıyı bırakmazdı, ancak onları, adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Sonunda ecelleri geldiği zaman, artık şüphesiz Allah kendi kullarını görendir.”[2]
“Rahmân çocuk edinmiştir” dediler. Andolsun, siz oldukça çirkin bir cesarette bulunup-geldiniz. Neredeyse bundan dolayı, gökler paramparça olacak, yer çatlayacak ve dağlar yıkılıp-göçüverecekti. Rahmân adına çocuk öne sürdüklerinde (ötürü bunlar olacaktı). Rahmân (olan Allah)’a çocuk edinmek yaraşmaz. Göklerde ve yerde olan (herkesin her şeyin) tümü. Rahmân (olan Allah)’a, yalnızca kul olarak gelecektir.”[3]
“Gerçek şu ki, onlar hileli-düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerlerinden oynatacak da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış düzen (kötü bir karşılık) vardır.”[4]
Yüce Allah bu âyetlerde, hilm ve mağfiret sahibi oluşu nedeniyle gökleri ve yeri tuttuğunu ve onları yok olmaktan koruduğunu bize bildirmektedir. Allah’ın hilmi ile gökleri ve yeri koruması, tutması sabırdır. O, hilmi ile düşmanlarının yaptıklarına sabretmekte ve cezalandırmada acele etmemektedir. Yine âyetler, kulların işledikleri büyük suçların göklere ve yere ağır geldiğine, kulların üzerine çökmek için Allah’tan izin istediklerine işaret etmektedir. Ancak Allah hilm ve bağışlaması ile onları tutup korumakta ve yerlerinde kalmalarını sağlamaktadır. Bu, Allah’ın, kullarını cezalandırmakta acele etmemesi ve cezalarını ertelemesidir. Sabrın gerçeği de zaten budur. Gökleri ve yeri tutmak hilm sıfatının bir gereğidir. Sabır da nefsi tepkilerden alıkoymak (tutmak) ve cezayı erteleyip hemen uygulamamaktır. Ancak insanın bu niteliği ile Allah’ın hilm ve sabrı arasında fark vardır. Bu farkı iyi düşün ve anla.”[5]
2- Abdullah b. Mes’ûd der ki: “Rabb’inizin katında gece ve gündüz yoktur. Göklerin ve yerin nuru, O’nun yüzünün nurundan gelmektedir. O’nun katında sizin bir gününüz, on iki saattir. Sizlerin dün işlediğiniz ameller, bugünün başlangıcında O’na sunulur. Bu amellere yalnız üç saat bakar. Hoşlanmadığı amelleri gördüğünde öfkelenir. O’nun öfkesini ilk olarak, arşı taşıyan melekler bilir. Arşın kendilerine ağır gelmesinden bunu anlarlar. Bunun üzerine arşı taşıyan melekler, otağdaki melekler, bunlara yakın olan melekler ve diğer bütün melekler Allah’ı tesbih etmeye başlarlar. Öyle ki, Cebrail (a.s.) boruya üfler ve bunu işitmeyen hiçbir melek kalmaz. Rahmân olan Allah, öfkesi dinip içi merhametle doluncaya kadar bütün melekler, hep birlikte üç saat boyunca Allah’ı tesbih ederler. İşte on iki saatin altı saati böyle geçer. Sonra ana Rahîmleri getirilir ve Allah, üç saat boyunca bunlara nazar eder. Şu âyetler bu duruma işaret etmektedir:
“Döl yataklarında size dilediği gibi sûret veren O’dur.”[6]
“Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Dilediğini yaratır. Dilediğine dişiler armağan eder, dilediğine de erkek armağan eder. Veya onları erkekler ve dişiler olarak çift (ikiz) verir. Dilediğini de kısır bırakır.”[7]
On iki saatin dokuz saati işte böyle geçer. Sonra rızıklar getirilir. Allah buna da üç saat süreyle nazar eder. Şu âyet buna işaret eder: “Allah dilediğine rızkı genişletir-yayar dilediğine daraltır.”[8] Böylece on iki saat tamamlanır.
Allah Teâlâ, En’am sûresinde düşmanlarını, inkar edişlerini, şirk koşmalarını ve peygamberleri yalanlamalarını zikrettikten sonra hemen ardından dostu Hz. İbrahim’in durumunu zikretmektedir. Allah burada göklerin ve yerin yaratılışı ve işleyişini Ona gösterdiğini, İbrahim’in Allah’ın dinini ve O’nun bir olduğunu ispatlamak için kavmiyle yaptığı tartışmaları anlatmaktadır. Sonra da O’nun soyundan gelen peygamberleri, onlara nasıl hidayet ettiğini, kitaplar gönderdiğini, hikmet ve peygamberlik verdiğini anlatmakta ardından şöyle buyurmaktadır: “Eğer onlar bunları tanımayıp-küfre sapıyorlarsa, and olsun, biz buna (karşı) küfre sapmayan bir topluluğu ona vekil kılmışızdır.”[9]
Bu âyetle Yüce Allah, yeryüzünde inkar edenleri, birliğini kabul etmeyenleri ve peygamberleri yalanlayanları yarattığı gibi inkarcıların inkar ettiklerine inanan, gönderilen peygamberleri tasdik edip destek veren, inkarcıların uymadığı ilâhî emir ve yasaklara içtenlikle uyan kimseler de yarattığını haber vermektedir.
Böylece Allah, bir denge unsuru ile üstün ve alçak âlemleri (gökleri ve yeri) yerinde tutmakta ve yok olmalarına mani olmaktadır. Aksi halde eğer Allah, düşmanlarının yıkım ve cezayla ilgili istek ve arzularını hemen yerine getirseydi, gökler, yerler ve ikisi arasında bulunan bütün şeyler bozulur ve dünya düzeni tamamen yıkılıp yok olurdu.
Yüce Allah dünyanın yıkım nedenlerini, gökleri ve yeri tutan sebeplerin ortadan kalkmasına bağlamıştır. Bu sebepler, dünyada kendi kelâmının (Kur’an), Ev’inin (Kâbe), dininin (İslâm) ve emir ve yasaklarına uyanların bulunmasıdır. Eğer gökleri ve yeri tutan ve düşmelerine mani olan bu sebepler olmasa, dünya düzeninin yıkılmasına mani olacak başka hiçbir güç yoktur.
Özetle Halîm, Allah’ın zatî sıfatlarından Sabûr ise Allah’ın fiilî sıfatlarındandır. Buna göre sabrın aslı, Allah’ın hilm sıfatına dayanmaktadır. Bu yüzden sabrın aslı olan Allah’ın hilm sıfatı Kur’an’da zikredilmiş ancak Sabûr ismi zikredilmemiştir. Yine de en doğrusunu Allah bilir.[10]