Hüküm ve Kaza (Yargı) Arasındaki Fark

Hüküm ve kaza (yargı) arasında fark vardır. Bu nedenle hüküm için ge­çerlilik, kaza (yargı) için de adalet esastır. Allah’ın hükmü, dinî (şer’i) ve kevnî (kaderî) olmak üzere iki türlüdür. Her iki hüküm türü de kul için geçerli olup onun üzerinde uygulanır. Dolaysıyla istese de istemese de kul, kendisi üze­rinde geçerli olan ve uygulanan iki hüküm altında bulunmaktadır. Kevni hükme muhalefet etmek, ona aykırı davranmak mümkün değildir. Ancak dini hükme muhalefet etmek ve aykırı davranmak mümkündür.

Kaza, tamamlamak, bitirmek ve sonuçlandırmak anlamına gelir. Bu yüz­den kaza, ancak hükmün kul üzerinde uygulanması ve geçerli kılınması ile gerçekleşir. Bir hadis-i şerifte: “Benim hakkımdaki kazan (yargın) adalettir” denilmiştir. Yani, kul üzerinde uyguladığın ve geçerli kıldığın, böylece ta­mamlayıp kemale erdirdiğin hüküm, Senin adaletindendir.

Hüküm ise, Allah’ın verdiği karardır. O, bu kararı dilerse uygular, dilerse uygulamaz. Eğer bu, dinî bir hüküm ise kullar için geçerlidir. Kevnî bir hüküm ise, Allah onu uygularsa geçerli, uygulamaz ise geçersiz olur. Allah dilediği hükmü verir ve sadece dilediğini geçerli kılıp uygular. O’nun bir hükmü uy­gulamaması, güçsüzlüğünden kaynaklanmaz. Oysa O’nun dışındakiler, bir hüküm verebilir veya bir takdirde bulunabilir ancak bunu uygulama gücüne sahip olamazlar. Allah, hüküm veren ve verdiği hükmü uygulayabilendir. Hüküm vermek ve uygulamak yalnız O’nun hakkıdır.

“Benim hakkımdaki kazan (hükmün) adalettir.” hadisinde geçen kaza (hüküm), kul için verilen ve uygulanan bütün hükümleri kapsar. Sağlık ve hastalık, zenginlik ve fakirlik, zevk ve acı, hayat ve ölüm, bağışlama ve ceza­landırma. Bütün bu durumlar Allah’ın kul için verdiği hükümlere göre ger­çekleşir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Size isabet eden her musibet, (ancak) ellerinizin kazanmakta olduğu dolayısıyladır.[1], “Gerçek şu ki, biz insana tarafımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman, ona sevinç-duyar. Eğer onlara kendi ellerinin takdim ettikleri dolayısıyla bir kötülük isabet ederse, bu durumda da insan bir nankör kesiliverir.[2] O halde kul üzerinde gerçekleşen her hüküm, Allah’ın bir adaletidir.

Soru: Size göre günahlar, Allah’ın takdiri ve kazası ile gerçekleştiğine göre Allah’ın kazadaki adalet yönü nedir? Zira Allah’ın günahkarları cezalan­dırmasıyla ortaya çıkan adalet, bu durumda açıkça görünmemektedir?

Cevap: Bu gerçekten ciddi bir sorudur. Bu yüzden bir grup “Adalet, ezelde takdir edilendir. Zulüm ise kendi zatında imkansızdır. Çünkü zulüm, başkasının mülkünde tasarruf etmektir. Oysa var olan her şey Allah’ın kendi mülküdür. O’nun kendi mülkünde varlıklar üzerinde dilediği şekilde tasarrufta bulunması adalettir” demişlerdir.

Bir grup ise şöyle demiştir: “Adil olan, kendisinin takdir ettiği ve uygula­dığı şeyleri cezalandırmaz. Allah’ın günahkarları cezalandırmasından, bu gü­nahların O’nun kaza ve kaderiyle gerçekleşmediğini anlıyoruz. Dolaysıyla adalet, Allah’ın dünyada veya âhirette günah işleyenleri cezalandırmasıdır.”

Adalet ile kaderi bir arada kabul etmek bu kimselere zor gelmiştir. Bu yüzden kaderi kabul edenlerin adaletten, adaleti kabul edenlerin de kaderden söz etmelerinin mümkün olmadığını ileri sürmüşlerdir. Aynı şekilde tevhid ile Allah’ın sıfatlarını bir arada kabul etmek de bu kimselere zor gelmiştir Bu nedenle Allah’ın sıfatlarını inkar etmedikçe tevhidin sahih olmayacağını iddia etmişlerdir. Böylece bu kimselerin tevhid anlayışı ta’til (Allah’ın sıfatlarını iptal), adalet anlayışları da kaderi yalanlamak olmuştur.

Ehlisünnet ise kaderi ve adaleti birlikte kabul etmektedir. Onlara göre zulüm, bir şeyi yerli yerine koymamaktır. İtaat edeni veya günahsız olanı ce­zalandırmak gibi. Allah Kur’an-ı Kerîm’in birçok yerinde kendisinin böyle bir şey yapmaktan beri olduğunu haber vermektedir. Yüce Allah, her ne kadar dilediği kimseyi saptırsa da, günah işlemesine imkan verse de bu, O’nun mutlak adaletinin bir gereğidir. Çünkü sapıklığı ve günah işlemeyi uygun biçimde yerli yerine koymuştur. Bu nasıl doğru olmasın ki? O’nun en güzel isimlerinden biri olan Adl, Allah’ın bütün sözlerinin, fiillerinin ve hükümle­rinin doğru, gerçek ve adil olduğuna işaret etmektedir. Yüce Allah, hak ve bâtıl olan yolu açıkça izah etmiş, bunun için peygamberler gönderip kitaplar indirmiş, engelleri kaldırmış, hidayet ve itaat yolunu bulabilmesi için insana göz, kulak ve düşünme gücü vermiştir. Bütün bunlar O’nun adalet sahibi oluşundan kaynaklanmaktadır. Allah dilediği kimseye daha fazla ilgi gösterip onun hidayet bulmasını isteyebilir ve onu bunda başarılı kılabilir. Bu, O’nun kendi fazlı ve ihsanıdır. O’nu dilediğine verir. Aynı şekilde başarıyı hak etme­yen kimseye de ilgi göstermeyip onu nefsiyle baş başa bırakabilir. Başarılı olmasını ve hidayet bulmasını istemeyebilir. Bu yüzden destek ve fazlını on­dan esirger ama adaletini esirgemez. Bu da iki nedene dayanır:

1- Kulun kendisinden yüz çevirmesi, itaatte düşmanını tercih etmesi, ona uyması, zikrini ve şükrünü unutması nedeniyle Allah onu cezalandırmaktadır. Bu yüzden Allah böyle kimseleri desteklemez, onlardan fazlını ve ihsanını esirger. Onları nefisleriyle baş başa bırakır.

2- Allah ta başlangıçtan bu kimselerin hidayet bulmasını dilemez. Çünkü ezeli ilmi ile bu kimselerin hidayet nimetinin değerini bilmeyeceklerini, bunun için şükretmeyeceklerini, kendisini hamd ile övmeyeceklerini ve sevmeye­ceklerini bilmektedir. Hidayete ehil olmamaları nedeniyle Allah, bu kimsele­rin hidayet bulmalarını baştan dilemez. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

Böylece: “Allah içimizden bunlara mı lütufta bulundu?” demeleri için onlardan bazısını bazısıyla denedik. Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil mi?[3]

Eğer Allah, onlardan bir hayır görseydi muhakkak onlara işittirirdi. İşit­tirseydi bile, arka çevirenler olarak (yine) yüz çevirirlerdi.[4]

Bu yüzden Allah’ın, hidayete ermeleri için bu kimselere yardım etmemesi ve onlara kendisine isyan etme imkanı tanıması mutlak adalettir. Tıpkı yılan, akrep ve kuduz köpeklerin öldürülmesine karar vermesi gibi. Allah, bu var­lıkları bu şekilde yaratmasına rağmen onlar için bu kararı vermiştir. Allah’ın bu varlıklar hakkındaki bu kararı mutlak adalettir.[5]

 


 

[1]     Şûrâ, 30.

[2]     Şûrâ, 48.

[3]     En’am, 53.

[4]     Enfal, 23.

[5]     İbn Kayyim, “el-Fevâid”, s. 33-34.