﴿ اَلْمُعْطِي - اَلْمَانِعُ ﴾
MU’TÎ
- MÂNİ’
Muğire b. Şu’be anlatıyor. Allah Resûlü her farz namazdan sonra şöyle söylerdi: “Allah’tan başka ilâh yoktur. O, tektir. Hiçbir ortağı yoktur. Mülk ve hamd yalnız O’na aittir. O, her şeye kadirdir. Ey Allah’ım! Senin verdiklerine mani olacak, mani olduklarını da verecek kimse yoktur. Senin yardım ve ihsanın olmadıkça hiç kimsenin yardımı fayda etmez.”[1]
Hz. Peygamber bir başka hadislerinde şöyle buyurmuşlardır: “Eğer Allah meyvenin yetişmesine mani olursa, kardeşinin parasını ne ile helal sayacaksın?”[2]
Âlimler, bu her iki ismin kullar için de kullanılabileceğini kabul etmişlerdir. Zira Allah, inkârcıları kötülerken bu isimleri kullanmış ve şöyle buyurmuştur: “Ve onlar, yardıma engel (mani) olurlar.”[3]
Mâni’, “menea”, Mu’tî ise “a’ta” kök fiilinden türetilmiş ism-i fail kelimelerdir. Araplar sarp dağlar için “Cebelu’n-mâni’”, sağlam kaleler için de “Hisnu’n-mâni’” derler. Çünkü bu tür kaleler, kendisine sığınanları korur, zarar görmelerine mani olur. Bu ifade Kur’an’da da kullanılmıştır: “Onlar kalelerinin kendilerini Allah’tan koruyacağını sanmışlardı.”[4]
Allah, gerçek anlamda mani olan ve verendir. Mani olma ve verme kelimelerinin anlamı pek açıktır. Anlamlarını kısıtlayacak her hangi bir gerekçe yoktur. Men, vermenin zıddıdır. Hz. Peygamber’in, “Ey Allah’ım! Senin verdiklerine mani olacak, mani olduklarını da verecek kimse yoktur” duasındaki maksadı budur.
Allah’ın Mâni’ olması, dünyada olabileceği gibi âhirette de olabilir. Allah’ın dünyada bir şeye mani olup onu vermemesi, zımnen verme (atâ) içerebilir. Bazen de mani olmak, belâ vermekten daha ağır olabilir. Allah’ın kendisine dünya malı vermediği bir kimse, eğer kalbiyle Allah’a yönelir ve içtenlikle O’na itaat ederse, bu mani o kimse için üstün bir onur ve şeref, büyük bir nimet olmuştur. Bu yüzden Allah ve Hz. Peygamber, akıl sahiplerini daha çok yoksulluğa ve fakirliğe teşvik etmiştir. Ancak dünya malı ve nimetleri bir kimseyi hasret ve üzüntüye sokuyor, kendisine dünyalık verilmemesini bir nimet olarak değil, bir azap ve belâ olarak görüyorsa, bu kimse her iki dünyada da hayırdan mahrum edilmiş demektir.
Allah bu dünyada kimi, marifet ve ibadetinden men eder, zikrini onun temel azığı yapmazsa, bu kimse gerçek anlamıyla bütün hayırlardan mahrum edilmiş demektir. Dünyada bu hayırlardan mahrum olan, âhirette de hayırlardan mahrum olur. En büyük musibet işte budur. Hem dünyada hem de âhirette ilâhî ihsanlardan men edilenler, hiçbir zaman mesut olamazlar. âhiretteki güzelliklerden mahrum olanlara, dünyada sahip oldukları mal ve mülkleri hiçbir yarar sağlamaz.
el-Halîmî der ki: “Mu’tî, kullarına nimet veren; Mâni’ ise, nimet vermeyen, onu engelleyendir. Mu’tî ismiyle birlikte zikredilmedikçe Mâni’ ismiyle dua edilmez.”
el-Hattâbî de der ki: “Allah, nimet verme ve vermemeye kadir olandır. O’nun vermemesi cimriliğinden değil, bir hikmetinin gereğidir. Vermesi ise merhametinin ve cömertliğinin gereğidir.”
Bazı âlimler Mâni’ isminin, koruyan, kuşatan ve yardım eden anlamında olduğu söylenmişlerdir. Yani Mâni’ olan Allah, düşmanlarına karşı dostlarını koruyup himaye eden ve onlara yardım edendir. Araplar bu sözcüğü koruma ve himaye etme anlamında kullanmışlardır. Mesela “fülanun fi menatin min kavmih” (Filanca, kendisini koruyan, himaye eden ve yardım eden bir topluluğun himayesindedir) denilir. Yine Tufeyl b. Amr ed-Devsî, Hz. Peygamber’e: “Senin sağlam bir kalen ve koruman var mı?” demiştir. Beyhakî der ki: “Bu anlamda Mu’tî ismi olmadan sadece Mâni’ ismi ile dua etmek caizdir. Bu yüzden Allah’ın isimlerinin sayıldığı haberleri zikrederken, Mâni’ ismini Mu’tî isminden ayrı olarak zikrettik.” Kimisi de Mâni’ ismi yerine Dâfi’ ismini tercih etmiştir. Bu da, Mâni’ isminin korumak ve himaye etmek anlamını güçlendirmektedir.